28 Aralık 2007 Cuma

Kediler

Evvel Zaman İçinde
Kalbur Zaman İçinde
Çok Uzak Değil
Yakın Bir Ülkede
Sevimli Uslu Küçücük Gözlü
Küçük Kediler Yaşarmış

Yemekleri Ortak
Yatakları Birmiş
Sevinçleri Hepsininmiş
Duman Renkli Açık Kahverengi
Küçük Kediler Yaşarmış

Yakın Ülkenin Yanında
Dönemeci Dönerken
Rüzgarların Sağında
Ormanların Solunda
Sesli Hırslı Kocaman Gözlü
Büyük Kediler Varmış

Sabahları Okumakla
Akşamları Düşünmekle
Gündüzleri Konuşmakla
Geceleri Çalışmakla
Yorgun Gözleri
Şişmiş Elleri
Büyük Kediler Varmış

Siz Kardeşler
Hangi Kedileri Seversiniz
Hangi Kediler Gibi
Yaşamak İstersiniz
Sevimli Uslu Sesli Hırslı
Hangi Kedilerdensiniz

Bülent Ortaçgil

16 Aralık 2007 Pazar

Yorum Bilgisi Notları

Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler adlı kitaptan notlar

Retorik, der Gadamer, "eski gelenekler arasında, bilimin yalnızca ısbatlanarak test edilen şeyi doğru kabul etme iddiasına karşı muhtemel olanı ve sıradan aklı ikna eden şeyi savunan biricik doğruluk iddiası savunucusu gelenek olmuştur."(1976a,s.26) Retorik aynı zamanda, söylenen şeyin anlaşılmasına bir mesafe unsuru koyar ve değerlendirici anlamayı süregelen konuşmanın seyrine tabi tutar. Retorik, saf bilme ve anlamayı içeren tartışmanın olamayacağını söyler. Gadamer'in retoriğe hermeneutiğin paradigması olarak atıfta bulunması, yoruma dayalı anlamanın teorik bilgiden farklı olduğunu göstermek içindir. Sözün gelişi, tarihsel geleneğimizin bilgisi temelde, argümanları etkileşim durumu konteksinde anlama tarzımıza çok benzer. Dolayısıyla retorik ve Rönesans'tan bu yana hümanist gelenek, herhangi bir kişinin hümaniter disiplinleri bilimsel yöntem idealinin sınırlıyacı rolünden kurtarmak amacıyla kullanabileceği iki tarihsel ana akımdır.

Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler adlı kitabından - Hüsamettin Aslan sh.75


sh.25 den
---------

Yorumcunun (öznenin) kendisiyle nesneyi, yazarın özgün yaratıcı aktivitesini yeniden üretecek tarzda kavrayacağı üçlü bir süreç olarak tesbit etmek için Dilthey zihinsel nesnelleştirmeler ve anlamlı form - zihinin nesnelleşmesi olarak anlamlı form- görüşüne döner. ( Betti yorumu )

sh.26 Dipnotta - E.D.Hirsh
----------------------------

Youmcunun asli görevi kendisini yazarın "mantığında" tutumlarında, kültürel verilerinde, kısacası yazarın dünyasında yeniden üretmektir. Doğrulama süreci her ne kadar büyük ölçüde zor ve karmaşık ise de, nihai doğrulayıcı ilke çok basittir- konuşan öznenin muhayyilede yeniden inşası.
Yorumu, geçerli olması için yorumlanan nesnenin kesin anlamı yeniden üretilmelidir ve Hirsh e göre bu kesinlik şartını karşılayacak biricik anlam yazarın kastettiği anlamdır.

sh.85

Birinden hermeneutik tecrübeye sahip biri olarak sözederken Gadamer gerçekten de 'öğrenmeyi öğrenmiş olan.' kendikendini incelemeye ve tarihsel durumun incelenmesine adamış kişiyi düşünür. İncelenecek hakikatlerin pratik bir yanı vardır. Onların, hayatımızın sevk ve idaresiyle ilgilidir. Gadamerin dikkatle sürdürülen diyolog örneğini, hermeneutik tecrübenin ne olduğunu en iyi açıklayan şey olarak tercih etmesinin nedeni budur.

Konuşmada/diyalogda anlamaya varmak, her iki partnerin de buna hazır olmalarını onlara yabancı ve karşıt olan şeyin tam değerinin farkına varmaya çalışmalrını gerektirtir. Eğer bu, parternelerden herbiri aynı zamanda kendi argümanlarını savunuyor, karşı-argümanları hesaba katıyorken gerçekleşiyor ise, birbirlerinin konumunun keyfi değil, kendidiliğnden karşılıklı tercümeleri dahilinde bir ortak dile ve bir ortak ifadeye/önermeye ulaşmaları mümkündür./(1975,s.348)

Hem tarihsel metinlerin yorumu durumunda hem de Gadamer'in hemen yukarıda tasvir ettiği üzere incelikli bir diyalogun gerçekleştirilmesi durumunda, hakikat iddiaları, incelemeye ilgi pratik bir ilgi ise de, diskursif tarzda gözden geçirilir. Keza her iki durumda da, argümanların uygunluk, yeterlik ve ikna edicilik
kriterleri, konuşmanın/diyologun işleyişi sırasında. "Ufukların kaynaşması sözkonusdur" (1975, s.273)

----

eklektik =“kurulmus olan dizgelerden degisik duşunceleri secip alan ve kendi ogretisinde birlestirerek yeni bir ogreti olusturan.” anlaminda kullanilmaktadir.

sozun bu anlami icin turk dil kurumunca "secmeci" karsiligi onerilmistir

dikotomi : mantıklı bir sınıfın belli bir nitelik tasıyan ve tasımayan 2 alt sınıfa ayrılmasıdır. bu değişkenler ancak birbirine zıt iki değer alabilir.
kavramların kapsamlarını ikiye bölerek yapılan incelemedir. bu incelemede bazı unsurlar dışarda bırakılarak önemli kabul edilen olay ya da olgu incelenir

praksis: yaşamı, (var)oluşu değiştirme/dönüştürme edimlerinin tümüne verilen ad. özellikle hegel felsefesinde çok önemli bir yeri vardır.

dilemma : açıklamasında ikilem diye özetlense de kullanış olarak dilemma, ikilem, çelişki ve paradoks farklı kelimelerdir.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Yorumbilgisi

Gadamer’in Hermeneutiği: Hakikat ve Yöntem ’de Gadamer, amacının insan bilimlerinin ne olduğunu keşfetmek olduğunu belirtir. Takdim edilen iki tema , Hakikat ve Yöntem projesi için canalıcı öneme haizdir. İlki; amacının insan bilimlerinin gerçekte ne olduklarını araştırmak olduğu ifadesinde bulunur. Bu arayış Gadamer’i insan bilimlerinin evriminin, “modern bilimin ruhunun” onların gelişimleri üzerindeki etkisinin ve hümanistik mirasın bazı temel unsurları korumaları olgusunun analizine götürür. Kitabın ilk yarısında, Vico, Dilthey ve hümanist geleneğin diğer temsilcileri tarafından tanımlanan temel hümanistik kavramlara değinilir. Ayrıca sanat deneyiminin hakikat bağlamında analizi yer alır. İkinci tema; yapıtın merkezi ilgisini oluşturur.” Anlama” nasıl olanaklıdır. Kitabında insan bilimlerinin keşfi yerine getirilmesi ilk görev olmakla birlikte , o çok daha zor olan “anlama” nın bizatihi kendisinin nasıl mümkün olduğuna yoğunlaşır. Buradan , anlamanın hangi türünün insan bilimlerine uygun olduğu sorusuyla ve dolayısıyla evrensel anlamanın kendisinin ne olduğu sorusuyla ilgilenmeye sürüklenir. Onun bu soruya cevabı, bütün anlamanın hermeneutik olduğu ve bu yüzden , anlamanın doğasıyla ilgili bir analizin “evrensel heremeneutik” in analiziyle örtüştüğüdür.

Gadamer heremeneutik’i; “sonluluğunu/sınırlılığın ı ve tarihselliğini oluşturan ve bu yüzden dünyayla tecrübesinin tamamını içeren Orada –varlık’ın hareket halindeki temel varlığı” olarak tanımlar. Bu yüzden hermeneutik inceleme Varlık incelemesi ve nihai noktada dil incelemesidir; çünkü anlaşılabilen varlık dildir. Ona göre insan bilimlerinde anlamanın dil ortamında incelenmesi gerekmektedir. Anlamanın dilselliği Gadamer’in yaklaşımının anahtarıdır. Hakikat ve Yöntem’de insan bilimlerinin doğasını keşfetmek amacıyla yola koyulan Gadamer şu kapsayıcı sorunlar dizisinin tartışmasına girişir; estetik deneyimin doğası, oyunun rolü, insan bilimlerinin ve ontolojinin tarihi. Dil Gadamer’in tartıştığı bütün konuları gölgede bırakır. Onda dil sorunu ontoloji sorununun yerini alır. Sanat, oyun ve insan bilimlerinin doğası. Eserin ilk iki bölümünün konusu sanat deneyiminin incelenmesidir. Gadamer’in amacı insan bilimleriyle ilgili bir kavrayışın 19.yy. ın yönteme dar ilgisinde ve doğa bilimleriyle ilişkisinde değil , “kesintiye uğramamış bulunan retorik ve hümanist kültürde” yattığını göstermektedir.Ancak bu gelenek kesintiye uğradığından söz konusu geleneği yeniden ele geçirmek gerekir. Gadamer’in sanat tecrübesinin analizinde öncelikli amacı, bu tecrübede bulunan anlama tarzının , insan bilimlerindeki anlama tarzına doğa bilimlerinkinden daha yakın olduğunu göstermektir. Sanat deneyiminin iki karakteristik anlama tarzı; Estetik deneyimde anlama daima, anlaşılan başka bir ilişkide gerçekleşen kendini –anlamadır. Ve estetik deneyim daima, onu yaşayanları kendi hayat kontekslerinin(bağlamının) dışına çıkararak varoluşlarının bütünüyle yeniden ilişkiye sokar. Gadamer, bu iki özelliği belirledikten sonra , estetik deneyimin bir oyun türü olduğunu iddia ederek , dar anlamıyla estetikten oyun analizine döner. Oyun analizi, araştırmakta olduğu “anlama” kipinin üç ilave özelliğini gözler önüne serer: *Oyun daima öznesizdir. Yani oyunun onu oynayanların bilincinden bağımsız kendine ait bir özü vardır. *Oyun daima kendi – kendini temsili içerir *Oyun daima, şimdiki olana katılmayı gerektiren bir katılımcı seyirciyi içine alır. Gadamer, sanat oyununun özünün temsil ya da yeniden üretim olduğunu ve bunun aynı zamanda herhangi bir türden okumanın da özü olduğunu öne sürdüğünde apaçık hale gelir.

Hakikat ve Yöntem’in bir sonraki bölümünde Gadamer, şimdiki teziyle yakından ilgili bir dizi eleştiri hamlesinde bulunur. O, 19.yy. a ait bir çok eserle , çalışmaları insan bilimlerinin kendi kendilerini anlamalarının şekillenmesini etkilemiş bulunan 20.yy. düşünürlerini ele alır. Bu eleştiriler önemlidir ; çünkü bunların her birinde Gadamer, olgucu nesnelciliğin kaba aşırılığından kaçınan düşünürlerden övgüyle söz ettiği halde , bu düşünürlerin her birinin yine de kendi teorisine olguculuğu taklit eden bir objektivizm soktğunu ortaya koyar. Bu düşünürlerden her birini yeri geldiğinde eleştirerek Gadamer, insan bilimlerinin , objektivizmi bütünüyle silip süpürerek ortadan kaldıran ve mutlak/kesin temellere herhangi bir başvuruyu reddeden ana hatlarını sunar. Dilthey ve Husserl bağlamındaki yaklaşımı şudur. Dilthey her ne kadar bilmenin tarihsel ve bilimsel kipleri arasında bir farklılık olduğunu kabul ediyorsa da , buna rağmen, doğa bilimleriyle sosyal bilimler için aynı objektivite/nesnellik iddiasında bulunur. Diltehey’ın düşüncesindeki bu objektivizm, Husserl’in fenomenolojisiyle aşılır . Husserl’in yaşantı/hayat –dünyası kavramı , yaşantı-dünyasını bütün bir bilmenin kaçınılmaz temeli olarak konumlandırdığı için her tür objektivizmin antitezidir. Fakat Husserl’in yaklaşımı da kusurludur. Husserl, önemli bir insan bilimlerini yaşantı- dünyası analizi içinde temellendirme ve yaşantı- dünyasının nesnel bilimden önce geldiğini gösterme hamlesi yaptığı halde, hem Husserl hem Dilthey , spekülatif idealizm ile deneysel konum arasındaki gediği kapatmayı başaramazlar; çünkü tecrübe kavramı her ikisi için de öncelikle epistemolojiktir.

Gadamer için Heidegger şunları öne sürek onları aşar: Anlama Dilthey’daki gibi , ruhun eski çağlarında benimsenen tekedilmiş bir insani tecrübe ideali değildir; üstelik, Husserl’deki gibi , üzerinde kafa yorulmayan hayatın bönlüğü karşısında felsefenin son yöntemsel ideali de değildir; tam tersine o , bu-dünya-içinde- varlık olan Orada – varlık’ın gerçekleşmesinin orijinal formudur. Hermeneutik tecrübenin doğası. Gadamer Heidegger’in öğrencisi olarak onun yaklaşımından yararlanmıştır. Heidegger’in yaklaşımındaki üç ana unsur üzerine odaklanır.
1.Heidegger’in varlığın ufkunun zaman olduğu düşüncesini kullanarak, Husserl’in tranzendantal fenomonelojisinin temel probleminden kaçınır. Husserl’in özne ve nesne tartışması özneyi, bir seyirci , dünyada hiçbir yeri bulunmayan biri olarak dünyanın dışına çıkarır. Heidegger bunu , anlamayı diğer kişiyle iletişim probleminden kurtararak değiştirir. Onun temel ontolojisi sağlam olarak dünyanın kendisi içinde durur. O, insanların varolma tarzlarına ve nesnelerle dünyada karşı karşıya gelinme tarzlarına titiz bir dikkat harcar. Bu öngörü , Gadamer’in “dünyaya atılmışlığın hermeneutiği” diye adlandırdığı şeyin temeli haline gelir. O , Husserl’e karşı , insanın kendi varlığıyla hiçbir tercih edilmiş ilişikinin , bu varlığın dünyaya atılmışlığının ötesine geçemeyeceğini öne sürer. Gadamer daha sonra, Heidegger’in yaklaşımının bu unsurunu , anlamın tarihselliği etiketi altına kendi kuramıyla birleştirir.

2. Heidegger’in çalışmalarının Gadamer’in yararlandığı ikinci unsuru, anlamanın zaten mevcut- yapısı/ön-yapısı kavramıdır. Bu unsur, Gadamer’in hermeneutik’e yaklaşımının köşetaşı durumundaki “önyargı” (prejudice) kavramıdır. Gadamer, bütün bir anlamada önceden varolduğu kabul edilen önyargının keyfi olmadığı iddiasını geliştirmek için Heidegger’in “zaten mevcut-yapı/ön-yapı” anlayışına dayanır. O bunu şöyle dile getirir: Fakat anlama tam gizli gücüne yalnızca, kullandığı ön-anlamlar/zaten mevcut anlamlar keyfi olmadıklarında ulaşır. Bu yüzden, yorumcunun, yalnızca anında emrine amade ön-anlama dayanmak suretiyle metne dolaysızca yaklaşamayacağı, aksine, açıkça içinde ön-anlamların meşruiyetini, yani kaynağını ve geçerliliğini gözden geçireceği tabii ki doğrudur.

3.Heidegger’in yaklaşımının Gadamer’in ilgisini çeken üçüncü unsuru, hermeneutik daire anlayışıdır. Diğer hermeneutik filozoflarının aksine, Gadamer’in hermeneutik daire konusu üzerine yazmaması anlamlıdır. Bunun nedeni, Heidegger’in kavrama getirdiği tanımda bulunabilir. Heidegger, hermeneutik dairenin, metedolojik bir problemi tanımlamadığı için bir dezavantaj/sınırlama olmadığını, başka bir söyleyişle, “fasit” daire/”kısır” döngü olmadığını açıkça ortaya koyar. Yalnızca özne ve nesne karşıtlığına göre dile getirildiğinde, hermeneutik daire “fasit” daire olarak sahneye çıkabilir. Bununla birlikte, Heidegger hermeneutik daireyi, ‘anlamadaki ontolojik yapı unsuru’ olarak tanımlar. Heidegger için olduğu kadar Gadamer için de hermeneutik daire bir “formel/mantıksal daire” değildir, hermeneutik daire anlamayı, geleneğin deviniminin iç oyunu (interpiay) olarak tasvir eder (Gadamer,1975: 261).

Gadamer Heidegger’i izleyerek hermeneutik daireyi ‘çözülmesi’ gereken metodolojik bir problem olarak değil, anlamanın ontolojisinin zaruri ve olumlu bir unsuru olarak tanımladığı için, çalışmalarında bu konuyla ilgili hiçbir kapsayıcı tartışma yoktur. Bunun yerine, ‘geleneğin deviniminin iç oyununu’ ve ondan doğan sonuçları tanımlama girişimi vardır.
http://felsefe-arsivi.blogspot.com/2007/12/hans-georg-gadamer.html

9 Aralık 2007 Pazar

Müslüman ve Para

Mehmet Şevket Eygi

09.12.2007


SAKIN bir kimsenin “sadece” namazına ve orucuna bakarak onun hakkında kıymet hükmü vermeyin. Onun iyi, sağlam, güçlü, güvenilir bir Müslüman olup olmadığını anlamak istiyorsanız, mutlaka ve mutlaka para ve menfaat ile alakalı muamelelerine ve “mâlî” ahlâkına bakınız. Müslüman elbette namaz kılar ve oruç tutar, lakin bunlar onun gerçek ve üstün Müslüman olup olmadığını anlamaya ve bilmeye yetmez. İlle de para, ille de dolar ve euro, ille de menfaat imtihanına ve araştırmasına tâbi tutacaksınız.

Borç aldı, (ödeyecek imkanı olduğu halde) ödemiyor. O kötü bir Müslümandır.

Para ve menfaat onun için din iman haline gelmiştir. Sakın o fâsık ve fâcirin namazı ve orucu seni aldatmasın. Sonra çok zarar ve ziyana uğrarsın.

İyi, ahlâklı, faziletli Müslüman senet verirse günü geldiğinde öder. Çek imzalarsa, o çek karşılıksız çıkmaz. Bırakın senedi sepeti, Müslümanın sözü yazılı senetlerden ve evraktan daha üstündür. O, söz verdi mi, sözünü yerine getirir.

Müslüman kesinlikle haram yemez. Bütün haram kazançlar domuz eti, lâşe gibidir. Hiç Müslüman bunları yer mi?

Dinimiz “Zaruretler mahzurlu/haram şeyleri mübah kılar” kaidesini koymuştur. Açlıktan ölmek durumuna gelmiş bir kimse, yiyecek başka bir şey yoksa, ölmeyecek kadar domuz eti yiyebilir, susuzluktan telef olmayacak miktarda şarap içebilir... Zaruret halinde bile “ölmeyecek kadar” şartı ve sınırı vardır. Peki, hiçbir ihtiyaçları olmadığı halde haram yiyenlere ne demeli...

Bir kimse ile dost mu olmak istiyorsunuz. Ona borç verin. Vadesinde parayı geri getirirse onunla dost olabilirsiniz. Getirmezse, kaçın bucak bucak ondan.

Bir adamın ne mal olduğunu anlamak mı istiyorsunuz? Onunla küçük bir ticaret, özel bir ortaklık yapın. Kısa zamanda içyüzü anlaşılır.

Birine bir emanet verin, bir müddet sonra iadesini isteyin. Bakalım ne olacak? İade ederse ne âlâ, etmezse o bir münafık ve fasıktır.

Müslüman elbette ticaret, sanayi, ziraat, hayvancılık, esnaflık, zanaatkârlık, hizmet yapar. Ama nasıl yapar? Müslümanca yapar.

Devletin ve belediyelerin bütçelerini hortumlayanlar iyi Müslüman değildir.

Haram yiyenler iyi Müslüman değildir.

Saçı bitmedik yetimlerin, fakir halkın hakkını yiyenler âsi, fâsık, fâcir, günahkâr, şaqi, şerir ve rezil kimselerdir.

Dünyayı çok sevenlerde hayır ve yümn (Başucunuzda mufassal bir Türkçe lügat bulunsun...) yoktur. Ed-dünya cifetün ve tâlibüha kilabun... Dünya bir laşedir, taliplileri köpektir.

Müslüman niçin zengin olur? Daha fazla hayır hasenat, daha fazla mâlî ibadet, daha fazla sevap kazanmak için... Nemrud ve Firavun gibi dünya saltanatı sürmek için değil.

Namuslu, şerefli, ahlâklı, faziletli, karakterli Müslüman ihalelere fesat karıştırmaz.

Rüşvet almaz.

Komisyon almaz.

Şaibeli, kara, kirli, necis servetler edinmez.

Benim yaşım ilerledi, çok şeyler gördüm. 1950’lerin başları... Dinî bayramlardan biri yaklaşıyor. Sultanhamamında kumaş ticareti yapan Hacı Beylerden biri, soruyor: “İmam-Hatip mektebinde kaç öğrenci var?..” Binden fazla diyorlar. Hacı Bey: “Hiç gecikmeden orada okuyan her çocuğa en iyi kumaştan ısmarlama birer kat elbise diktirelim...” diyor ve bu sözünü yerine getiriyor.

Müslüman zengin böyle olmalı.

Dünyanın 100 büyük Firması listesinde yer alan İKEA’nın sahibi, dolar milyarderi İsveçli zengin 13 yaşındaki eski bir Volvo ile geziyormuş. Bu adam gerçekten zenginmiş. Serveti onu kudurtmamış, çıldırtmamış, azdırmamış.

Zengin Müslüman bir emanetçi olduğunu bilir ve serveti ile fahr etmez, gururlanıp kibirlenmez.

Müslüman zenginlerin işleri dünyada da zor, ahirette de zor. Ahirette hesap kitap var. Dünyada ise, başlarına tebelleş olup onlardan para sızdırmaya çalışan şahıslar, cemaatler...

Zenginlerin servetlerinin zekatında fakirlerin, miskinlerin, muhtaçların hakları var. Bu zekatlar doğru dürüst, yerli yerinde dağıtılsa ülkemizde bir tek sefil vatandaş kalmaz. Ne yazık ki, birtakım cemaatler zekatlara bile göz dikmişlerdir. Neymiş efendim, hazret-i Hazret böyle istiyormuş. Yahu bu Hazret mutlak müctehid midir, din imamı mıdır? Hangi hakla ve selahiyetle zekatlara göz dikiyor?

Bendeniz bir zengine gitsem (gitmem ya) çok hayırlı bir iş veya mutlaka yardım edilmesi gereken bir öğrenci için birkaç bin lira istesem; bu küçük meblağın bir kuruşunun bile zimmetime geçmeyeceğine dair garanti versem, bu isteğim gerçekleşmez. Son yedi- sekiz sene içinde Kosovalı bir genç İmam-Hatip mektebinde, sonra İlahiyat Fakültesinde okudu. Kosova’daki ailesi fakir, burada bir kuruşluk geliri yok. İnanıyor musunuz bu muhtaç gence bir tek burs bulamadım. Sağdan soldan zekat ve yardım toplayıp zaman zaman eline bir miktar para verebildim.

Türkiye’de İslâmî kesimde para kazanmanın yolları yok değil. Mesela bendeniz şöyle bir kitap yazıp yayınlasam: “Efendim ben şimdiye kadar Hazretlerin Hazreti Filan kişi hakkında birtakım tenkitler yapıyordum. Meğerse onu tenkit etmekle çok büyük ve affedilmez bir hata ve günah işliyormuşum. Şimdi bunun farkına vardım, Tevbe ediyorum. Hazretlerin Hazreti çok büyüktür. O hiç yanlış yapmaz. Herkes onu desteklemekle, ona para vermekle mükelleftir. O ne söylerse doğrudur, ne yaparsa isabetlidir. O masumdur...”

Kitap kısa zamanda birkaç yüz bin nüsha satar, imza günleri tertiplenir. Taraftarlar kuyruğa girerler. Eskiden, tenkit ve uyanlarım yüzünden bana düşman olanlar ellerimi öperler.

Ölürüm de böyle yapmam. Dünyalık elde etmek için kalemimi ve vicdanımı kiralayıp satmam.

Benim çocukluğumda ve gençliğimde bugün olduğu gibi anormal ve akıl almaz bir zenginlik yoktu. Ahir zaman alameti kısa bir müddet içinde dehşetli bir zenginlik oldu.

Müslümanlar bu zenginlik imtihanını kazanabildiler mi?

Şeytanın tuzaklarına düştüler.

Saray yavrusu müzeyyen meskenler.

Lüks mü lüks yazlıklar.

Lüks ve gösterişli dabbeler/binitler.

Lüks giyim kuşam, lüks yeme içme, lüks dekorasyon... Herifler börek ve tatlı alırken bile lüksünü alıyor.

Servetli kişilerin cep telefonları ne kadar lüks...

Kanaatli, iktisatlı, zahidane bir hayat onları utandırıyor.

Serveti olup da yirmi bin liralık bir otoya binen gördünüz mü? Peki, İsveç’in dolar milyarderi mobilya kralı (İstanbul’da da satış yeri var) niçin 13 yıllık eski bir Volvo ile geziyor?

Hindistan’ın Sih dinine mensup sarıklı, sakallı bir başbakanı var. İktidara geçer geçmez, lüks ve zırhlı makam otomobillerini bir kenara koydu ve kendi ülkesinde üretilmiş eksi Moris otomobilleriyle gezmeye başladı. O mu akıllı ve faziletli, bizim lüks ve gösteriş hastaları mı?

Evet, Müslümanlık sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir. Namaz ve orucun yanında yüksek ahlâk, yüksek karakter, fazilet ve hikmet de olacaktır.

Sonradan görmeler, ne oldum delileri, türediler İslâm’ı temsil edemez.

Haram yakar.

Kibir ve gurur yakar.

Büyüklük Allah’a mahsustur. Kendilerini dev aynasında görenler büyük değil, küçüktür.

İşimize gelen bir İslâm türetme deliliğini ve beyinsizliğini bırakalım da gerçek İslâm neyse onu öğrenelim, onu yaşayalım, onun hükümlerine uyalım.

Ashabın büyüklerinden, Peygamberimize hizmet etmiş Enes radiyallahu anh âhir ömründe Şam’da yaşarken söyle dermiş: İslâm’dan bir namaz kaldı. O da ism ve resm olarak...

16 Kasım 2007 Cuma

MÜSLÜMAN MI YOKSA TEBAA MI YETİŞTİRİYORUZ - Aliya İzzetbegoviç

MÜSLÜMAN MI YOKSA TEBAA MI YETİŞTİRİYORUZ

Bu makaleyi, ebeveynlerimiz ve dinî Öğretmenlerimizle küçük bir sohbet olarak tasavvur ediyorum.

Kısa bir süre evvel, İyi ve heyecanlı bir Müslüman olan yakın dostumu, Müslüman gençliğin eğitimi hususunda bir makale yazarken buldum. Bitmemiş, fakat ana fikirleri ortaya konmuş olan makaleyi okudum. Dinin ruhuna uygun bir eğitimde ısrar ederken dostum, ebeveynleri, çocukları nezdinde nezaket, iyi davranma, tevazu, kendisini ön plana çıkarmama, merhamet, bağışlama, kadere boyun eğme, sabır vs. hasletlerini kazandırmaya çalışmalarını davet ediyor. O, çocukların sokaktan, kovboy ve kriminal filmlerinden, faydasız basından, saldırganlığı ve yanş-macılık ruhunu tahrik eden sporlardan vs. uzak tutulmaları hususunda eğiticileri Özellikle ikaz ediyordu. Yine de dostumun makalesinde en sık rastlanan kelime "itaat" idi. Evde çocuk ana ve babaya, mektepte hocaya, okulda öğretmene, sokakta düzen koruyucusuna (polise), yarın ise işte müdüre, şef ve sorumluya karşı itaatkâr olmalıydı.
"İdealini" tasvir etmek maksadıyla yazar, her türlü kötülükten sakınan, sokakta dövüşmeyen, kovboy filmleri seyretmeyen (onun yerine müzik okuluna giden), futbol oynamayan (çünkü bu spor çok fazla serttir), uzun saçı olmayan, kızlarla gezmeyen ("zamanı gelince ana ve babası onu evlendirir") bir çocuğu tasvir etmektedir. O asla bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde teşekkür eder ve özür diler. Yazar söylemiyor ancak devam edebiliriz: Hakkını yiyorlar o susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor. Tek kelimeyle o "karınca bite ez-meyenler" dendir vs.

Bu makaleyi okurken, cehenneme giden yolun iyi niyetlerle döşendiğini ifade eden o sözü anladım. Ve sadece bu değil, bizim son asırlardaki gerilememizin en az bir sebebini tespit ettiğimi düşünüyorum: İnsanların hatalı eğitimi.

Aslında, asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslamî fikrinin an-laşılamamasının neticesi olarak biz, gençliğimizi yanlış eğitiyoruz. Düşmanımız eğitimli, sert ve pervasız, Müslüman ülkeleri teker teker işgal ederken biz gençliğimize nazik olmasını, "sineğe bile kötülük düşünmemesini", kaderine boyun eğmesini, "her türlü iktidar Allah'tan olduğuna göre "her türlü iktidara İtaat içinde olmasını öğretiyoruz.

Gerçek kökenini bilmediğim, fakat kesin olarak İslam'dan kaynaklanmayan itaatin bu mutsuz felsefesi mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: Bir taraftan o, canlı olanları ölü haline getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam'ın etrafına toplamaktadır. O, normal insan mahlûklarından, suç ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır.

Günümüz uyanış asrında, bizzat İslam düşüncesinin savunucuları veya kendini öyle tanımlayan kimselerin her türlü karşılaşmayı (kavgayı) rutin olarak kaybetmeleri ancak bu şekilde açıklanabilir. Yasaklar ve ikilem felsefeleriyle ağa yakalanmış olan yüksek ahlak sahibi bu insanlar, ne İstediklerini bilen ve hedeflerine ulaşmak için her aracı mubah gören, daha az ahlaklı, az medenî fakat kararlı ve acımasız karşıtlarıyla karşılaştıklarında kendilerini ikinci derecede (alt, aşağı seviyede) görmektedirler.

Müslüman halkları idare eden kimselerin İslam içinde terbiye görmüş ve İslam düşüncesinden esinlenmiş kişilerden olmalarından daha tabii ne olabilir? Ancak onlar bunu basit bir sebepten dolayı başaramamaktadırlar: İdare etmek için değil idare edilmek için eğitilmişlerdir.

Müslüman ortamında bizzat Müslümanların topraklarına hâ-
kim olan yabancılara, yabancı fikirlere ve siyasî vo ekonomik zulüme karşı direnç göstermelerinden daha mantıklı bir şey ne olabilir? Ancak onlar bunu yine o bilinen sebepten dolayı yapamamaktadırlar: Seslerini yükseltmek için değil, itaat etmek için eğitilmişlerdir.

Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu!
Fitne, esaret ve adaletsizlik dolusu olan bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir?

Söz konusu psikolojinin birçok bakış açısı vardır. Onlardan biri her zaman tekrarlanan geçmiş hakkındaki hikâyedir. Gencimize İslam'ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır. O, Alhambra ve geçmişteki fetihleri, Binbir Gece'nin şehrini, Semerkand ve Kurtuba'daki zengin kütüphaneleri bilir. Onun ruhunu devamlı olarak geçmişe doğru çevirmektedirler ve o, ondan yaşamaya başlar. Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, eski atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha Önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba. Eğer, geçmişte yaşanamayacağmı ve kendimizin bir şeyler yapmamız gerekeceğini öğrenmemiz şart olacaksa, o muhteşem abideleri yakmak daha iyi olur.
Bu yıkıcı teslimiyetçilik ve karşı gelmeme pedagojisinin, en az elli yerinde mücadele ve direniş prensiplerinin zikredildiği Kur'an adına öğütlenmesi ayrı bir paradokstur. Rahatlıkla söylenebilir ki Kur'an teslimiyetçiliği yasaklamıştır. Çok sayıda sahte büyüklük ve otorite yerine Kur'an, sadece tek ve biricik teslimiyeti tesis etmiştir: Allah'a olan teslimiyet. Ancak Allah'a olan bu teslimiyette Kur'an insan için özgürlük İnşa ederek, onu bütün korkulardan ve diğer bütün teslimiyetlerden kurtarmıştır.

Şimdi, ana babalara ve eğitimcilerimize ne tavsiyelerde bulunabiliriz?

Her şeyden evvel, gençlerde bulunan güçleri öldürmemelerini tavsiye edebiliriz. Öyle yapacaklarına, onları yönlendirsin ve belli bir şekle soksunlar. Onların uyuşuğu Müslüman değildir ve ölü birini İslam'a "çevirmenin" imkânı yoktur, Müslümanları eğitmek için insanları eğitsinler, hem de en mükemmel ve kapsayıcı şekilde. Onlara tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet hakkında konuşsunlar. Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil yetiştirsinler.

Çünkü aklımızda hep tutalım: İslam'ın ilerlemesini -her türlü ilerlemeyi olduğu gibi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itiraz (isyankâr) ruhlu kimseler gerçekleştirecektir.
(Kasım, 1971)

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI

15 Kasım 2007 12:45
MESNEVÎ’DEN HAREKETLE

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI



Son dönemlerde Mesnevî, Gülistan ve Baharistan gibi önceki asırlarda Müslüman toplumun amaç ve yönelişini, hayata bakışını yansıtan klâsik edebî eserlerle günümüz insanının arasına birçok engel girmiştir. Bu engellerin ne kadarının iç bünyemizden ve ne kadarının dış dünyadan kaynaklandığını tespit etmek güçtür. Düşünce dünyamızı saran yeni arayışlar sonucunda masumca başlayan özü yakalama amacı sonuçta her şeyin irdelenmesi, hatta olumsuzlanması noktasına kadar varmıştır. Eldeki klâsik kitaplara değer verilmemesi ve bazı dinî eserlerin yarar sağlamayacak şekilde eleştirilmesi, arkada kalan birikimin üzerine artık herhangi bir ilave yapılamayacak şekilde dışlanması, ilk cümlede adları anılan günlük hayata dönük eserlerin iyice gözden uzaklaşmasına yol açmıştır. Kimi zaman ideolojik din anlayışı adına, kimi zaman ulusçuluk adına ve kimi zaman da modernlik adına düşünen ve hareket eden birçok okumuş kişi, geleneği ve onu yansıtan klâsikleri dışlamıştır.

Ortak geçmiş her üç koldan ideolojik dindarlık, ulusçuluk ve modernlik adına yerilirken, gerekçeler farklı ama sonuç aynı olmuştur. Basit bir deyişle birine göre Selçuklu ve Osmanlı sahih İslâm’ı yaşamamış, saltanatı ve keyfiliği öne çıkarmıştır. Diğerine göre Selçuklu ve Osmanlı, Türk unsuru dışlamış, başka ulusların kültürel etkisinde kalmış ve yabancı unsurları devlet yönetiminde etkin hâle getirmiştir. Modernistler ise geleneği ve birikimi, yetersiz hatta utanılacak bir mazinin ürünü görmüştür. Her üç kesimin, iyimser bir deyişle bazı mensupları farklı yollardan, İslam sonrasına ait Anadolu medeniyetini küçümseme konusunda ortak özelliğe bürünmüştür. Bu üç yolun öncüsü sayılabilecek şahıslara ve eleştiri noktalarına değinmek mümkündür ve ancak zannımca, hiç olmazsa şimdilik yersizdir.

Müslüman toplumda maddeci-batıcı bir anlayışla başkalaşmayı amaçlayan çevreler, geçmişle bağlantıyı koparma arzusuyla fikir ürettikleri için burada söz konusu edilmeyecektir. Dolayısıyla ideolojik dindarlık ile yeni ulusçuluk anlayışları konumuz için daha önemlidir. Çünkü bu akımlar bir yandan topluma ve geçmişe masum kanallardan bağlı iken, diğer yandan modernist özellikler taşımakta ve gerçekte geçmişle geleceğin makul ve ürün verici şekilde bütünleşmesine engel teşkil etmektedirler.

İdeolojik dindarlık “Sahih İslâm” arzusuyla veya iddiasıyla Peygamber Efendimiz ve Raşit halifeler dönemi dışında yararlanılacak bir geçmiş yoktur noktasına varmış, daha cesur olanlar sünnet ve hadis üzerinde verimsiz, sonuçsuz tartışmalara girişmiş ve bazıları Peygamber Efendimizi aracı-aktarıcı beşer noktasına yerleştirmiştir. Yine de unutulmamalıdır ki bu düşünce sahipleri arasında olumlu sayabileceğimiz duraktan olumsuz durağa kadar birçok noktada bulunanlar olmuştur.

Konuyu özelleştirmekte yarar vardır. Meselâ Anadolu’daki ilk İslâmlaşma dönemiyle ilgili bugünü dahi huzursuz edecek abartılı tespit ve görüşler ortaya atılmaktadır. 11. asrın sonlarına doğru yaygın şekilde Müslümanlaşmaya başlayan Anadolu’da oluşan kültür ve yönelişler, bazılarınca bugünün ideolojik bakışıyla değerlendirilmektedir. Farklılık ve karşıtlık üretme çabası gibi gözüken bu bilgece çözümlemelere göre Anadolu’da farklı iki kültür çevresi vardır. Biri Türk kültür çevresi Amasya, diğeri İran kültür çevresi Malatya ve de Konya yahut “Konya ekolü” ve “Kayseri-Kırşehir ekolü”. Daha ağır ifadelerle Moğolcu “Konya ekolü” ve işgal karşıtı “Kayseri-Kırşehir ekolü”.

Türkistan, Horasan ve İran bölgesinden batıya doğru ilerleyen büyük nüfusun hem kendi gelişimini, hem yeni toprağı vatan edinmeyi, hem de yerli nüfusun İslamlaşmasını sağlayan bir gücü ve kaynağı beraberinde taşıdığı açıktır. Böyle olduğunun delili ise sahip olduğumuz Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri ile yeni medeniyetimizdir.

Anadolu’da İran kültür ve kimliğini temsil eden bir çevre veya ekol bulunduğunu söylemek, bilgin ve şairlerimizden bazılarını bu özellikte görmek doğru değildir. Bu iddia ilk önce batılı bazı şarkiyatçılar tarafından ileri sürülmüştür. Türkiye’de de bu görüşler bazı bilim adamlarınca savunulmuştur.[1] Meselâ bir televizyon programında eğitmen olduğunu söyleyen milliyetçi çevreden aydın birinin, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini başta sona okuduğunu ve maalesef İran kimliğinin bu esere hâkim olduğunu gördüğünü dile getirmesi bu iddiaların bir yansımasıdır. Gerçekte Mevlânâ’nın doğduğu Belh şehrinin nüfus yapısı ve siyasî tarihi ile atalarıyla ilgili kaynaklarda bulunan bilgiler ve Mesnevî’sindeki ifadeleri hiç de bu özellikte değildir.

Gerek Gazneli Mahmud’un önderliğindeki Gaznelilerin ve gerekse Büyük Selçukluların Farslaştığı ve Fars kültürünün etkisi altında kaldığı iddiaları günümüzdeki bilgi ve tespitler ışığında anlamsız ve geçersizdir. Bu konuda artık İranlı bilim adamlarından bazıları da farklı görüştedir. Yüz yılı aşkındır, Doğudaki klâsik edebî zevk ve şiir geleneğinin İran kültür ve medeniyetinin tesiri altında geliştiği iddia edilirken bugün bazı İranlı araştırmacılar dahi özellikle Gazneli ve Selçuklu dönemi şairlerinin şiir dünyalarıyla ilgilendikten sonra bu şairlerin büyük çoğunluğunu şiddetle eleştirmektedir. Farsça yazmış bu şairlerin Türkleri, Türk devlet adamlarını övdüklerini ve İran destan kahramanlarını küçümsediklerini, Sünnî sultanlara dalkavukluk yaptıklarını delillendirmektedirler.[2] Mevlânâ da bir dereceye kadar bu eleştirilere maruz kalmıştır. Mesela onun Gazneli Mahmud’u övgüyle anması ve yakın adamı Ayaz’ın üstün özelliklerinden söz etmesi tenkit sebebidir.

Mevlânâ ile Anadolu insanının arasına engel koyan düşünce ve iddia sahipleri bulunduğu için bu noktalara değinme mecburiyeti duymaktayız. Gerçekte ulusların ve insanların arasına girebilecek her engel üzerinde titizlikle duran ve insan oğlunu huzura ve barışa davet eden Mevlânâ’nın bu tartışmalarda anılması üzüntü vericidir. Ancak bugün maalesef ülkemizde kimi gönülleri buruklaştıran bazı iddialar sebebiyle ve Mesnevî gibi bir kaynaktan vazgeçmeyeceğimiz için bu satırlara ihtiyaç duyulmaktadır.

Fîhi Mâ Fîh’te Mevlânâ, günlük hayatımızda her an bizlere bir şekilde dünya değerlerine bağlılıktan uzaklaşmamıza yardımcı olacak uyarılar gelmektedir derken, bugün için önemli bir nükteye işaret etmektedir:

Bir şahıs imamlık yapıyordu. “Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir (Tevbe, 9/97)” ayetini okudu. Meğer Arap reislerinden biri orada bulunuyordu. Ona kuvvetli bir sille vurdu. İmam ikinci rekâtta “Bedevîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanan vardır (Tevbe, 9/99)” ayetini okudu. O Arap, “Sille seni islah etti” dedi .[3]

Bir ayet-i kerimeyi ayırımcılık sanıp aldanan bir Arabın hikâyesidir bu. Her an ayrılık için vesile arayan, söz ve davranışları hep kötülüğe yoran kişiler sözü ve davranışı, hatta ayetleri bile yanlış düşüncelerine alet edebilir. Sorun, bu örnekte olduğu gibi cahilce art niyet aramaktır, dürüst ve samimi olmamaktadır. Anlaşmayı ve uzlaşmayı gönülden amaç edinmiş kişiler toplumda huzur ve güven sağlayıcı olmuştur. Mevlânâ der ki:

Aynı dili kullanmak, akrabalık ve bağlılıktır. İnsan yakın olmayanlarla bir arada tutsak gibidir.

Nice aynı dili konuşan Hindu ve Türk vardır; nice yabancılar gibi iki Türk vardır.

Öyleyse yakınlık dili bizatihi başkadır. Gönüldaşlık, aynı dili konuşmaktan daha iyidir.

Gönülden konuşmasız, imasız ve kayıtsız yüz binlerce tercüman yükselir.[4]

Hulasa, gönülden konuşmanın ve anlaşmak için söyleşmenin yolları bulunmalıdır. Ayrılık için harekete geçenler, her ırktan insanı yaratan ve ona can veren Hakk’ın ayetlerini dahi ayrılık aracı yapmışlardır, yapabileceklerdir.

Anadolu’nun siyasî tarihi ve edebî geleneğiyle ilgili birçok husus art niyetlerle bir asır kadar önce ters yüz edilmiş hâliyle bugün doğruymuş gibi esas alınmakta ve bunun üzerinden yeni düşünceler geliştirilmektedir. Anadolu’ya Türkistan’dan ve Horasan’dan gelenlerle, daha önce İran sahasına yerleşen ve oradan Anadolu’ya ulaşanların ruhen ve manen yaşadıkları macerayı yakından izlemek ve tarihten yararlı sonuçlar çıkarmak, bizleri daha diri ve daha yeni hâle getirecektir. Bu açıdan Mevlânâ’nın elimizdeki eserleri günümüz için büyük kazançtır.

Türkiye’de geleneğe uzak çevreler klâsik eserleri bazı ifadeler ve söyleyiş biçimleri açısından eleştirmektedir. Onlara göre inanç açısından sakıncalı görülen noktalardan biri, bu eserlerde bazı şahıslar ve eserler için kullanılan yüceltici ifadelerdir. Örnek olarak, Mesnevî’nin birinci defterinde, mukaddimedeki Mesnevî Âlemlerin Rabbinden indirilmedir ifadesi, bugünkü nesillerin mecazsız ve benzetmesiz yalın ifadelerindeki yargılar gibi bir anlam taşımaktadır ve Mesnevî’nin kutsal bir kitap olduğu iddiasını içermektedir. Yine bu eserlerde şeyhe atfedilen özelliklerin de aynı şekilde peygamberlik, hatta ilahlık iddiası taşıdığı iddia edilmiştir. Meselâ şu beyitler onlara göre bu durumun örneğidir:

Velilerin Allah’tan -gelen- güçleri vardır; fırlamış oku, yoldan geri çevirirler.

Veli üzülürse, sebepten doğacak kapılar Hakk’ın eliyle kapanır.

İlahî lütufla söylenmişi söylenmemiş yapar; böylece ne şiş yanar, ne kebap.[5]

Uyanık ol! Veliler, zamanın İsrafil’idir. Onlarda ölüler için hayat ve zindelik vardır.

Her bir ölünün canı, onların sesiyle ten mezarından kefen içinde sıçrar.[6]

Genel bir değerlendirmeyle denebilir ki yüce Allah’a duyulan kalbî bağlılık, meydana gelen her şeyi Hak’tan bilmeyi gerektirir. Bir manada ilahî gücün varlığını her şeyde görmek mümkündür. Ankaralı İsmail Efendinin (ölm. 1631) çeviri ve izahına göre, Tezîlün min Rabbi’l-âlemîn ibaresi, Bu Mesnevî Âlemlerin seyyidinden veya mürebbisinden tedricen kalbe ilham olunmuş ve ilahî ilham yoluyla bırakılmıştır[7] anlamını taşımaktadır. Bu sakin ve duyarlı algılama nedeniyle asırlardır hiç kimse Mevlânâ’yı peygamber sıfatıyla anmamış ve Mesnevî’ye gerçek manada Kur’an dememiştir.

Mevlânâ Hakk’ın kudretinden bahsederken, insanın iradesi yokmuş gibi anlatır. Konu insan iradesine geldiğinde ise, insanda irade bulunduğunu ve onun tercih sahibi olduğunu güncel örneklerle açıklar, insanın çaba sahibi olması gerektiğini ısrarla vurgular. Aklına güvenenlerin nasıl âciz olduklarını izah eder. Ama aklın önemine de değinir,

Akıl akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli olur.

Nefis başka nefisle güldüğünde karanlık artıp yol gizlenir.[8]

der. Dostluğu ve rehberliği önemser:

Topraktan daha aşağı mısın? Zira toprak dost buldu; bir bahardan yüz bin nur elde etti.[9]

örneğini verir. Gerçekte yol gösterenin ne denli kutlu olduğunu açıklarken, Hak dostu görünüp yol kesenlerin özelliklerini de değinir. Samimi ve dürüst olanların her engeli aşacağını cesaret verici ifadelerle vurgular. Kılavuz olabilen dostun, rehberin ya da şeyhin büyük değere sahip olduğunu, Hak’tan himaye gördüğünü dile getirir. Netice olarak kelimeler mana ile ve bedenler ruhla özellik kazanır. Gönlü ölü kişinin manen dirilişini, ölü bedenin dirilmesinden daha önemli görür ve elbette bu dirilişe rehberlik edeni yüceltir.

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi önceki asırlarda kelimeler ve cümleler farklı üsluplarla kullanılmıştır. Onlara yüklenen anlamları anlamakta bugün güçlük çekebiliriz. Bu nedenle istek ve yönelişi dile getirmek, teşvik etmek ve yol göstermek için kullanılan bazı cümlelere günümüzde bazılarınca farklı ve kimi zaman olumsuz anlamlar yüklenmektedir. Gönülden ve şairce söylenmiş his ve mana yüklü nice söz, bugün bazı bilim adamlarınca maalesef yanıltıcı şekilde modernist bir anlayışla sahiplerini yıpratmak için kullanılmaktadır.

Bir sözün veya metnin taraflarca farklı algılanması ve yorumlanması her zaman için söz konusudur. Duygu ve üslup farklılığı, kişilere ve dönemlere göre anlama sorununu büyültmekte veya küçültmektedir. Bu nedenle anlaşmaya ve yakınlaşmaya istekli olmak, sorunun aşılması için en önemli adımdır. Aksi takdirde anlaşmazlık ve çatışma büyüyecektir. Mevlânâ der ki:

Dokunulmamış sözü yorumladın. Kendini yorumla, Kur’ân’ı değil.

Arzunca Kur’ân’ı yorumluyorsun. Yüce anlam, senin yüzünden alçaldı, eğrildi. [10]

Suretlerde kalırsan putperestsin. Sureti bırak ve manaya bak.

Hac adamısın, bir hacı yol arkadaşı ara; ister Hintli, ister Türk veya Arap.

Onun şekline ve rengine bakma; onun azmine ve niyetine bak.

O, siyah olsa da seninle aynı niyettedir. Sen ona beyaz de, zira seninle aynı renktedir.[11]

Niyet ve arzuların önemine işaret eden, samimi duyguların yol açıcı olduğunu gösteren aşağıdaki hikâyeyi, Anadolu’nun Müslümanlaşma süreci açısından irdelemek mümkün müdür acaba? Mevlânâ’nın,

Şimdi hikâyenin suretini dinle, ama dikkat et! Taneyi samandan ayır[12]

ikazını hatırda tutarak, Mesnevî’sindeki Hz. Musa ile Çoban Hikâyesi’ni gözden geçirelim[13]:

Musa yolda bir çobanı gördü; o, diyordu: “Ey Allah’ım! Ey Tanrım!

Sen nerdesin? Ben hizmetçin olayım. Çarığını dikeyim. Başını tarayayım.

Elbiseni yıkayayım. Bitlerini öldüreyim. Sana süt getireyim. Ey muhteşem!

Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyku vakti gelince yerini süpüreyim.

Ey! Bütün keçilerim sana feda olsun. Ey! Benim hayhuyum senin zikrinledir.”

O çoban bu tarz boş şeyler söylüyordu. Musa “Ey filan! Bu -konuşman-, kiminledir?” dedi.

-Çoban- “Bizi yaratanla; bu yeri ve göğü yaratanla” dedi.

Musa dedi: “Hey! Çok talihsiz oldun. Müslüman olmadan kâfir oldun.

Bu ne boş sözdür? Bu ne küfür ve hezeyandır? Ağzına pamuk tıka.

Senin küfrünün kokusu, dünyayı kokuttu. Senin küfrün, dinin ipek kumaşını parçaladı.

Çarık ve dolak sana lâyıktır. Bir güneşe böyle şeyler nasıl uygun olur?

Boğazını bu sözlere kapatmazsan bir ateş gelir, halkı yakar.”

Bir ateş gelmemişse, bu duman nedir? Kararmış can, kovulmuş ruh nedir?

Allah’ın âdil olduğunu biliyorsan, saçmalama ve küstahlığın nasıl bir inanmadır?

Akılsız bir dost, bizzat bir düşmandır. Yüce Hakk’ın, bu tür hizmete ihtiyacı yoktur.

Sen bunu kime söylüyorsun? Amcana, dayına mı? Cisim ve ihtiyaç, yücelik sahibinin sıfatlarında olur mu?

Sütü, büyüyüp gelişmekte olan içer; çarığı ayağa muhtaç olan giyer...

-Çoban- “Ey Musa! Ağzımı diktin. Pişmanlıkla sen, canımı yaktın” dedi.

Elbisesini parçaladı, yanık bir ah çekti. Çöle yönelip gitti...

Musa’ya Allah’tan vahiy geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Ben herkese bir davranış verdim; herkese bir terim/söyleyiş verdim.

Onun hakkında övgü, ama senin hakkında yergi; onun hakkında bal, ama senin hakkında zehir.

Biz temiz ve kirliden bütünüyle uzağız; bütün ağır davranışlılık ve çeviklikten de.

Ben fayda elde etmek için emretmedim. Bilakis kullara cömertlik yapmak için emrettim.

Hintliler için Hint adı, övgüdür; Sintliler için de, Sind adı.

Onların tesbihleriyle pak olmam; yine onlar pak olur, inci saçarlar.

Biz dile ve söze bakmayız; biz ruha ve hâle bakarız.

Lafız olarak söylediği huşulu bulunmasa da, huşulu olursa diye kalbe bakarız.”

Çünkü gönül, cevherdir; söylemekse araz. Öyleyse maksat, cevherdir; arazsa, ona bağlıdır.

Bu sözler, gizleme ve mecazla niceye dek? Yanış istiyorum, yanış; o yanışla buluş.

Canında aşktan bir ateş yak; baştanbaşa fikri ve ifadeyi yak.

Ey Musa! Âdab bilenler, başkadır; canı ve ruhu yanmış olanlar başkadır.

Âşıkların her nefesi yakıcıdır; yıkık köyün üzerinde vergi ve öşür yoktur.

Yanlış söylerse, ona hatalı deme. Kanlı şehit olursa, onu yıkama.

Şehitlerin kanı sudan evlâdır; bu hata, yüz doğrudan daha iyidir.

Kâbe’nin içinde kıble usulü yoktur. Dalgıcın kar ayakkabısı yoksa ne kederi olur?

Sen, sarhoşlardan bir kılavuz isteme; elbiselerini yırtanlara, yama ne buyurursun?

Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıklar için din ve mezhep, Allah’tır.

Yakutun damgası bulunmasa da, endişe yoktur. Aşk, gam denizinde kederli değildir...

Ondan sonra Hak, Musa’nın sırrında saklı söze sığmayacak sırlar söyledi.

Musa’nın gönlüne sözler döküldü; görmek ve söylemek birbirine karıştı.

Nice kere kendinden geçti ve nice kere kendine geldi; nice ezelden ebede uçtu.

Bundan sonra açıklarsam, aptallıktır. Çünkü bunu açıklamak, bilginin ardıdır.

Söylersem, akılları koparır; yazarsam nice kalemler kırılır.

Musa Hak’tan bu azarlamayı duyunca, çölde çobanın ardınca koştu.

Onun ayağı izi üzere şaşkınca koşuşturdu; çölün köşe bucağından toz kaldırdı.

Coşmuş adamın ayak izi, bizatihi başkalarının ayağından belli olur.

Bir adımı, -satrançtaki- ruh taşı gibi yukarıdan aşağıya; bir adımı da fil gibi eğri gitmiş.

Bazen bir dalga gibi, sancak yükseltmede; bazen balık gibi karnı üzerinde gitmekte.

Bazen kum falı bakan falcı gibi, kendi durumunu toprağa yazmış.

Sonunda onu bulup gördü. Ona dedi: “Müjde ver, izin geldi.

Hiç bir âdap ve tertip arama, kederli gönlün ne isterse söyle.

Senin inkârın, din ve dininse can nuru. Güvendesin, bütün cihanda seninle emniyette.

Ey, “Allah dilediğini yapar” sözüyle bağışlanmış kişi! Korkusuzca git, dilini aç.”

-Çoban- dedi: “Ey Musa! Ondan geçtim. Ben şimdi gönül kanıma bulandım.

Ben Sidre-i müntehayı geçtim, yüz binlerce yıllık öteye gittim.

Kamçıladın, atım sersemleyip şaha kalktı ve feleği aştı.

Madde âlemimizin mahremi, mana âlemi oldu. Eline koluna, aferinler olsun.

Şimdi benim hâlim, anlatmanın ötesindedir; bu söylediğim, benim hâllerim değildir.”

Bir aynada bulunan resmi görüyorsun; o, senin suretindir; o aynanın sureti değildir.

Neyzenin neye üflediği nefes, neye mi aittir? Adama ait değil midir?

Dikkat et, dikkat! Hamd etsen de, şükretsen de, o çobanın beyhude sözleri gibi bil.

Senin hamd edişin ona göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır...

Keşke secde ederken yüzünü çevirsen, “Sübhâne Rabbî (Rabbimi tenzih ederim)”nin manasını bilsen;

“Ey Rabbim! Secde edişim, varlığım gibi yaraşır değil. Kötülüğün karşılığını, sen iyilik ver” -desen-.

Bu toprakta Allah’ın hilminden/sabrından eser vardır; pisliği yok eder ve çiçekler yetiştirir.

O, bizim pisliklerimizi örter; karşılığında ondan goncalar yeşerir.

O zaman kâfir, kendisinin bağış ve cömertlikte topraktan daha eksik ve daha değersiz olduğunu görünce,

Vücudundan gül ve meyve bitmediğini; kötülükten başka hiç bir temiz şey meydana gelmediğini -görünce-,

Dedi: “Ben gidişte geri gittim. Eyvah! Keşke toprak olsaydım.

Keşke topraktan yola çıkmasaydım; toprak gibi tane toplasaydım.

Yolculuk yapınca, yol beni imtihan etti. Bu yolculuk yapmaktan hediyem neydi?”

Önünde yolculuktan bir fayda görmediği için yönelişi hep toprağadır.

Yüzünü geriye çevirmesi, ihtiras ve tamahtır. Yüzünü yola çevirmesi, doğruluk ve niyazdır.

Yukarıya yönelen bitki, artıştadır, canlı ve gelişmededir.

Başını yere doğru eğdiğinde eksilmede, kurumada, noksanlık ve ziyandadır.

Ruhunun yönelişi, yukarıya doğru olunca artışta dönüş yerin orası olur.

Başın yere doğru tersyüz olursa, batarsın. Hak, batanları sevmez.

Musa ve Çoban hikâyesi, toplumda bilgi ve görgü açısından eksik ama içten ve duyarlı insanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini anlatan çok anlamlı bir hikâyedir. Samimiyet ve dürüstlük, insanı dert ve beladan kurtarır. Kötü olan, art niyet ve peşin fikirliliktir. İkinci husus her ferdin görevi, toplumda yakınlaştırıcı ve doğruluğa yönlendirici olmaktır. Bu hikâyenin kurgusu içerisinde Hz. Musa’ya Hak Taâla tarafından yapılan ikaz çok manidardır.

Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Söylenen söz ve atılan adım ayrılık ve ıstırap sebebi değil, huzur ve yükseliş kaynağı olmalıdır. Olumsuz noktada kalmak ve her yeni zaman diliminde ilave bir olgunluk kazanmamak, insana yaraşmaz. Mevlânâ, Anadolu’daki yükselişin temel fikrini böylece geliştirmiştir. Sözü ve bilgisi eksik ama samimi fertlerin önünü böylece açmış, bilgilenme ve yükseliş yolunu göstermiştir. Bilgili kişilerinse ayırıcı ve engelleyici değil, yol açıcı ve birleştirici olmaları gerektiğini böyle bir hikâyeyle çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ona göre insanlar olgunlaşmalı ve önderler birleştirici olmalıdır. Bilgili olanlar, hep kendilerini eleştirir konumda bulunmalıdır. Zira kişi ancak kendi bilgi ve becerisine göre davranır, kulluk eder. Yaptıklarını kendi ölçü ve terazisine göre değerlendirir. Gerçekte ise değerlendirmeyi Hak yapacaktır. Öyleyse,

Senin hamd edişin ona/çobana göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır.

Sözü farklı yorumlanan bilgin şairlerimizden Şair Bakî (ölm. 1600) de aynı soruyu sormaktadır:

Aceb ol tâ’at u takva diyü zu’m itdügümüz

Varıcak n’olsa gerekdür nazar-ı Cebbâre...

Bu tasavvurlar eger bâtıl olursa nic’olur

Katı hayret yiridür bir gözün aç bîçâre[14]

Yani kulluk ve takva amacıyla yaptığımızı sandığımız şeyler, Hakk’ın huzuruna varıldığında acaba ne değerde olacaktır? Hatta batıl ve boş olursa ne olur hâlimiz?

Mevlânâ’nın, hayata zenginlik ve dirilik kazandıran izahların sahibidir. Bunlardan biri de âcizlikte mevcut olan güç ve kuvvetten söz etmesidir. Âciz olan veya âcizliğini bilen kişi, dert ve aşk sahibidir. Dert ve aşk sahibi olan da başarılı olur. İlginçtir, bu konuyu aç ve çıplak olan, ancak sonuçta saltanata erişen Moğollar üzerinden de örneklendirir. Fîhi Mâ Fîh’in bir yerinde Moğollarla ilgili birkaç soru ve cevap vardır.[15] Kendisine, Moğollar -bizim- malları alır ve zaman zaman da onlar bize mal bağışlarlar. Bunun hükmü acaba nasıldır? Diye sorulur. Mevlânâ izahtan sonra der ki: “Netice olarak bizim malımız onlara haramdır ve onların malı bize helaldir.”

Biri Mevlânâ’ya der ki: Moğollar bu vilayete ilk olarak geldiklerinde çırılçıplaktılar. Binekleri öküz ve silahları odundandı. Şimdi ihtişamlı ve doygundurlar. En iyi Arap atları ve güzel silahlar onların elindedir.

Mevlânâ cevap verir: Gönülleri kırık ve zayıf olduklarında, güçleri bulunmadığında Allah onlara yardım etti ve onların niyazını kabul etti. Böyle ihtişamlı ve güçlü oldukları bu zamanda Allah onları halkın zayıflığına rağmen helak edecek, böylece o yardımın Hak’tan olduğunu bilecekler...

Bu ifadelerin ardından Moğolların bu âcizlik hâllerini ve isteklerini sahneleştirir. Bu sahnede Moğol padişahı bir mağarada oruç tutar huşu ile yakarır. Hak’tan ona bir nida gelir: Yakarışını kabul ettim. Çık, nereye gidersen muzaffer olacaksın.

Fîhi Mâ Fîh’in bu satırlarındaki üçüncü nükte de şudur: Mevlânâ’ya biri, Moğollar da kıyamet gününe inanıyor ve yargılama olacak diyorlar dedi. Mevlânâ buyurdu: Yalan söylüyorlar. Kendilerini Müslümanlarla ortak etmek istiyorlar, yani biz de biliyoruz ve ikrar ediyoruz. Deveye, “Nereden geliyorsun?” dediler. “Hamamdan” dedi. -Soran kişi de- “Topuğundan belli” dedi. Şimdi eğer onlar haşre inanıyorsa, bunun alameti ve işareti nerede? Bu isyankârlıklar, zülüm ve kötülük kat kat toplanmış buz ve karlar gibidir...

Günümüzde bir bilim adamı art arda sıralanan bu üç nüktenin ikincisini doğrudan kaynak göstererek Mevlânâ Fihi Mâ Fîh’inde Cengiz Han’ın ilahî mesaj aldığını söyler şeklinde modernist bir mantıkla kendince ciddî bir yargı oluşturmuştur.

Kısaca, âcizlik hissiyatına Mevlânâ büyük anlamlar yükler. Hak, âciz ve düşkünün yanındadır. Âciz olan, yakarış ve istek sahibidir, hastanın Hakk’a yalvarması gibi. Samimi oluşu, yolunu açar. Güç ve iktidar sahibi olanlar, Hakk’ın kudreti karşısında âciz olduklarını unutmadıkları sürece gerçek iktidar sahibidir. Aksi takdirde güç kaybedip zelil olacaklardır, olmuşlardır. Mevlânâ’ya göre bu durum isyan etmekten ve zalim olmaktan koruyan âcizlik imrenilecek bir özelliktir. Hasta olmadan Hakk’ı anmak, iktidarda iken Hakk’a karşı âcizlik duygusunu taşımak ise büyük bir emniyet ve güç kaynağıdır.

Bir de Anadolu’da dehşet saçan Moğollardan söz etmeye mecburuz. Sivas ile Erzincan arasında, Kösedağ’da askerlerini bırakıp kaçan Sultan Gıyaseddin idaresindeki Selçuklu ordusunu 3 Temmuz 1243’te mağlup eden Moğolların önünde kalan halk ve bilginler çaresizdi. Sivas kadısı Kırşehirli Necmeddin, Moğollara mukavemet edilemeyeceği düşüncesiyle şehrin ileri gelenleriyle Moğol komutana hediyeler götürür. Sivaslılar hayatlarını ve mallarını kurtarır, ancak şehir yağmalanır. Kayseri halkı kahramanca müdafaa yapar, ancak hıyanete uğrar ve şehir düşer. Kayseri tarihinin en büyük felaketine uğrar, halk katledilir. Erzincan da yağmalanır, katliam yapılır. Malatya’da idareciler kaçar, halk düzeni sağlar. Geri dönen vali halktan topladığı altınlarla Moğolları ikna eder, halk bayram sevinci yaşar.

Amasya’ya çekilen vezir Mühezzibüddin Ali, Amasya kadısı Fahreddin’le oturup ağlaşır ve çare ararlar. Ülkeyi sulha kavuşturmak için geriye dönmekte olan Moğollarla görüşmek üzere arkalarından giderler. Erzurum hududunda onlara yetiştiler. Sonuçta büyük malî yükümlülükleri kabul ederek Anadolu’nun siyasî birliğinin Selçuklu sultanları tarafından sağlanması için izin alırlar. Böylece Anadolu’daki kargaşa ve fitnenin sona erdirilmesine çalışırlar. 1256 yılında bazı anlaşmazlıklar sonucu Moğol ordusu tekrar Anadolu’ya yönelir. Erzurum’dan Aksaray’a kadar şehirler talan edilir. Beceriksiz Sultan İzzettin, askerinin 14 Ekim 1256 tarihinde Sultan Hanı civarında perişan olduğunu haber alınca Konya’yı sahipsiz bırakıp kaçtı. Yine halk, bazı idareciler ve din adamları çareler arar ve hediyeler hazırlar. Bu arada Selçuklu sultanları ve devlet adamları kendi aralarında kavga ve savaş içerisindedir. Konya’nın bu badireyi atlatmasında Cuma hatibinin etkileyiciliğinden veya Mevlânâ’nın kerametinden söz edilir.

Bütün bu felaketler ve katliamlara rağmen Anadolu’da her açıdan gelişmeler sağlanmıştır. Sonunda Anadolu’da hiçbir Moğol unsuru kalmadığı gibi İran ve Horasan bölgesinde dahi Moğol varlığı yok olmuştur. Dönemin kimi devlet adamları, bilginleri ve sûfîleri buldukları çözüm yollarıyla bu sonucun oluşmasında elbette etkili olmuştur. Mevlânâ da bu gelişmenin en önemli mimarlarından biridir. Bu acılı yıllara bir de bu gözle bakıp, Müslüman Anadolu’nun derin ve güçlü yapısını hissetmek mümkündür. Bu da heyecan vericidir.

Yukarıda kısmen işaret edilen klâsiklerden yararlanma yolunu kapatıcı görüşlere başkaları da ilave edilebilmektedir. Bunlarla ilgili değerlendirmeyi sonraya bırakıp geleneğin güzel ve huzur verici bir tarafını göz önünde bulunduralım. Fatih Sultan Mehmet’in ve II. Beyazıt’ın mektup yazarak hürmetlerini bildirdikleri, Mevlânâ’yı sevenlerden Molla Câmî’ (ölm. 1492) Baharistan isimli kitabına şu cümlelerle son vermektedir:[16]

Okuyucuların, ahlak güzelliklerinden bir eksiklik gördüklerinde onu affetme ve görmezlikten gelme eteğiyle örtmeleri; ayıplama ve itiraz etme diliyle ifşa etmeye çalışmamaları ümit edilir.

Kıta:

Tanıdığının bir ayıbını görünce yabancılara söylememen daha iyidir.

Çünkü sonu düşünenlerin usulünce ayıp örtmek, ayıp aramaktan daha iyidir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Değerlendirme ve eleştiriler için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara, 2001 (Akçağ Yayınları)

[2] Örnek olarak bkz. şu eserler: [2] Nâdir-i Vezînpûr, Medh, Dâg-ı neng ber sîmâ-yi edeb-i Fârsî, Tahran, 1374 hş. /1995, 575 sayfa; Hüseyn-i Rezmcû, Şi‘r-i kuhen-i Fârsî der-terâzû-yi nakd-i ahlâk-i İslâmî, I-II, 1366 hş. /1987, 134+390 sayfa. Bu eserleri tekidi için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik İran Şiirine ve Şairlerine Yöneltilen İdeolojik Tenkitler: Övgü, Fars Edebiyatının Yüzünde Utanç Damgası ve İslâm Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri Kitapları, Nüsha, sayı 10. Yaz 2003, s. 7-17.

[3] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş., s. 183; krş. terc. A. Avni Konuk, İstanbul, 1994, s. 210.

[4] Mevlânâ, Mesnevî, I-II, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2004 (Akçağ Yayınları), I, 102; 1. Defter, 1206-1209. beyitler.

[5] Mesnevî, I, 126; 1. Defter, 1670-1672. beyitler.

[6] Mesnevî, I, 139; 1. Defter, 1930-1931. beyitler.

[7] İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-VII, İstanbul, 1289/1872, I, 11.

[8] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 25-26. beyitler.

[9] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 33. beyit.

[10] Mesnevî, I, 96; 1. Defter, 1081-1082. beyitler.

[11] Mesnevî, I, 188; 1. Defter, 2892-2895. beyitler.

[12] Mesnevî, I, 258; 2. defter, 200. beyit.

[13] Mesnevî, I, 331-335; 2. Defter, 1710-1805. beyitler.

[14] Bakî Dîvânı, Hazırlayan Sabahattin Küçük, Ankara, 1994, s. 364-365.

[15] Mevlânâ, Fîh-i Mâ Fîh, B. Furûzânfer, s. 64-65; krş. trc. A. Avni Konuk, 60-62.

[16] Molla Câmî, Baharistan, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2002 (Akçağ Yayınları), s. 137-138.

2 Kasım 2007 Cuma

Düşmanın, Ali –Keremallahu vechehunun yüzü- ne tükermesi üzerine Emîr-ül Müminîn Ali’nin elinden kılıcı atması

Düşmanın, Ali –Keremallahu vechehunun yüzü- ne tükermesi üzerine Emîr-ül Müminîn Ali’nin elinden kılıcı atması

İbadetteki ihlâsı Ali’den öğren, Tanrı aslanını hilelerden arınmış bil.
Savaşta bir yiğiti atletti, hemen kılıcını çekip üstüne saldırdı.
O, her peygamberin, her velînin öğündüğü Ali’nin yüzüne tükürdü.
Bir yüze tükürdü ki ay, secde yerinde o yüze secde eder.

3725. Ali, derhal kılıcı elinden attı, onunla savaşmadan vazgeçti.
O savaşçı er, bu işe, bu yersiz af ve merhamete şaşıp kaldı.
Dedi ki: “Bana keskin kılıcını kaldırmıştın, neden kılıcı indirdin ve beni bıraktın?
Benimle savaşmadan daha âlâ ne gördün de beni avlamadan vazgeçtin?
Ne gördün ki bu derecede kızgınken kızgınlığın yatıştı; böyle bir şimşek çaktı, sonra sönüverdi?

3730. Ne gördün? O gördüğün şeyin aksi bana da vurdu; gönlümde, canımda bir şûle parladı.
Kevinden, mekândan yüce, candan daha iyi neydi o gördüğün ki bize can bağışladı?
Yiğitlikte Tanrı aslanasın, mürüvvette kimsin, bunu kim bilir?
Mürüvvette Tih sahrasında Musa’nın bulutusun. O bulutta eşi görülmemiş nimetler, ekmekler yağar.”
Bu bulutlar, çalışıp çabalar, buğday bitirirler. Halk onu pişirip bal gibi tatlı bir hale koyarl.

3735. Halbuki Musa’nın bulutu rahmet kanadını açar, halka zahmetsizce pişmiş ve tatlı nimetler verir.
O bulutun rahmeti, kerem sofrasında pişmiş yemek yiyenler için âlemde bayrak açmıştır.
O vergi ve o ihsan, niyaz ehlinden tam kırk yıl, bir gün bile eksik olmadı.
Nihayet onlar, bayağılıklarından kalkıp pırasa, tere ve marul istediler; onun üzerine kesildi.

3740. Ahmed’in yüce ümmeti için o yemek kıyamete kadar bakidir.
Peygamber’in “Rabbime misafir olurum” demesi ortalığa yayılınca, “O beni doyurur, su verir” sözü, bu mânevi yemekten kinaye oldu.
Bunu, hiç tevil etmeden kabul et ki boğazına bal ve süt gibi lezzetli gelsin.
Çünkü tevil ihsan edilen şeyi geri vermektir. Çünkü tevilci hakikatı hata görür.
Halbuki bu hata görmesi, aklının zayıflığındandır. Akl-ı Küll içtir, Akl-ı Cüz’i ise deridir.
Kendini tevil et, hadîsleri değil; kendi dimağına kötü de, gülbahçesine değil!

3745. Ey baştanbaşa akıl ve göz olan Ali! Gördüğünden bir parçacık söyle.
Hilim kılıcın canımızı parça parça etti; ilim suyun toprağımızı arıttı.
Açıver; biliyorum, bu Tanrı sırlarındandır.
Çünkü kılıçsız adam öldürmek, ancak onun işidir.
Tanrı, aletsiz, uzuvsuz bir yapıcıdır. Artıp duran bu hediyelerin vericisi odur.
Akla yüz binlerce şarap tattırır ki onlardan ne iki gözün haberi vardır, ne kulağın!

3750. Ey arşta hoş bir surette evlanıp duran doğan! Bu anda Tanrı’dan ne gördün? Açıkça söyle.
Senin gözün gayb idrakını öğrenmiştir. Orada bulunan başkalrının gözleriyse kapalıdır.
Birisi ayı apaçık görür, öbürüyse dünyayı kapkaranlık.
Diğer birisi de bir yerde üç tane ay görür. Evet, bu üç kişi bir yerde oturmuşlardır:
Üçünün de gözü açık, kulakları duymakta… Fakat bunlar, senin eteğine yapışmışlardır, senin adamlarındır (Hallerini sen bilirsin), benden
kaçıyorlar (ben bunları bilemem).

3755. Bu hal, acaba gabya mensup bir sihir mi, yoksa gizli bir lûtuf mu? Sende bir kurt sureti mi var, bende de Yusuf sureti mi?
Âlem on sekiz bin, hattâ daha fazla olsa bunların on sekizi bile her göze görünmez.
Ey Aliyyel Mürtezâ, ey kötü kaza ve kaderden sonra güzel kaza ve kader, sırrı aç;
Ya sen akılına geleni söyle, ya ben gönlüme doğanı söyleyeyim.
Bu sır, senden parladı, bana vurdu; nasıl gizleyebilirim? Ay gibi, söylemeden nur saçmakta.

3760. Fakat ayın kursu, söze gelirse gece yol alanları hemencecik yola sokar.
Yanlış yola gitmekten de emin olurlar, yoldan çıkmadan da. Ayın sesi, gulyabani sesinden üstün olur.
Ay, söylemeksizin yol gösterirse, söyleyince ne yapmaz, dünyayı ışığa boğar!
Madem ki sen ilim şehrine kapısın, mademki sen hilim güneşine şûlesin;
Ey kapı, kapı arayanlara açıl ki kabuklar içlensin (zâhir ehli, hakikate erişsin)!

3765. Ey rahmet kapısı, ey eşi, naziri olmayan Tanrı dergâhı, ebede kadar açık kal!”
Her istek, her zerre bir penceredir, fakat kör gönül nasıl olur da “Orada bir kapı vardır” der.
Gözcü, bir kapı açmadıkça gönle, orada kapı olmak ihtimali bile gelmez.
Fakat bir kapı açıldı mı, şaşırır. Tamah ümidinin kuşu uçup gider.
Akıllı bir kişi, bir viranede ansızın define buldu, onun için her viraneye koşuyor.

3770. Sen, yoklukta bir inci bulamadıysan gayri orada ne diye inci arıyorsun?
Zan, yıllarca kendi ayağıyla koşsa burnunun direğinden ileriye geçemez (olduğu yerde sayar, durur).
Burnuna gayptan bir koku gelmedikçe, söyle… burnunun ucundan başka bir şey görebilir misin?

O kâfirin, Ali –Keremmallahu Vechehu- ye “Bana üstün gelmişken niçin elinden kılıcını attın?” diye sorması

*Bunun üzerine o yeni Müslüman velî sarhoşluk ve lezzetle.
Ali’ye dedi ki: “Ya Emîrel Müminîn, buyur da can; tende, ana karnındaki cenin gibi canlansın, oynasın.
Ey can, yedi yıldız; ana karnına düşen her çocuğu, muayyen müddetlerde ve nöbetle terbiye eder.

3775. Ceninin canlanma zamanı gelince ona yardım eden güneştir.
Cenin, güneşin tesiriyle harekete gelir. Güneş, ona derhal can bağışlar.
Cenine güneş doğmadıkça, güneşin nuru, ona vurmadıkça öbür yıldızların tesiriyle canlanmaz. Onlar, ancak suretine hizmet ederler.
Cenin, ana rahminde güzel yüzlü güneşle bu alâkayı hangi yoldan kazandı?
Bizim duygumuzdan gizli olan bir yoldan gökyüzündeki güneşe nice yollar var.

3780. Bir yol var; yakut, o yolla güneşten gıdalanır…Bir yol var; o yolla ve güneşin tesiriyle yakut olur.
Bir yol var, güneş o yola lâli kızıllaştırır. Bir yol var, o yolla nala kıvılcım saçma hassasını verir.
Bir yol var, güneş o yolda meyveleri oldurur… Bir yol var, o yolla korkaklara yürek verir.
Ey kandı aydınlanmış, padişahla ve padişahın koluyla ^şina olmuş doğan, açık söyle!
Ey padişahın ankayı bile avlayan doğanı, ey askerle değil, bizzat ve tek başına ordular kıran,

3785. Sen, tek başına bir ümmetsin, fakat yüzbinlerce er sayılırsın. Ey bu kulu, himmet doğanına av eden!
Kahır zamanında bu merhamet neden? Ejderhayı elden bırakmak kimin yolu?”
Emîr-ül Müminîn Ali –Kerremallahu Vechehu- nun, cevap vermesi ve o sırada kılıcı elinden atmasının sebebi ne olduğunu söylemesi
Ali dedi ki: “Ben kılıcı Tanrı için vuruyorum. Tanrı kuluyum ten memuru değil!
Tanrı aslanıyım heva heves aslanı değil... İşim, dinime şahittir.

3790. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.
Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Tanrıdan gayrısını yok bildim.
Bir gölgeyim sahibim güneş... Ona hacibim hicap değil.
Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem.
Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgâr nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir?
Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi?

3795. Bir rüzgârla yerinden kımıldanıp kopan bir çöpten ibarettir. Çünkü muhalif esen nice rüzgârlar var!
Hışım, şehvet ve hırs rüzgârı, namaz ehli olmayan kişiyi silip süpürür.
Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hattâ saman çöpüne benzesem bile rüzgârım, onun rüzgârıdır.
Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır. Askerimin başbuğu, ancak tek Tanrının aşkıdır.
Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir.

3800. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Tanrı hışmıysa bence rahmettir.
Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprak atası ( Ebu Turab) oldumsa da bahçe kesildim.
Savaşırken içime bir vesvese, bir benlik geldi; kılıcı gizlemeyi münasip gördüm.
Bu suretle “Sevgisi Tanrı içindir” denmesini diledim; ancak Tanrı için birisine düşmanlık etmeli.
Cömertliğimin Tanrı yolunda olmasını, varımı yine Tanrı için sakınmamı istedim.

3805. Benim sakınmam da ancak Tanrı içindir. Vermem de... Tamamı ile Tanrınınım, başkasının değil.
Tanrı için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek
yapıyor, görerek işliyorum.
Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Tanrı eteğine yapıştım.
Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri.
Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum.

3810. Halka bundan fazla söylemeye imkân yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.
Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu, ayıp değil, Peygamberin işidir.
Garezden hürüm ben; hür olan kişinin şahadetini duy. Kul, köle olanların şahadetleri iki arpa tanesine bil değmez!
Şeriatte dâva ve hükümde kulum şahitliğinin kıymeti yoktur.
Senin aleyhinde binlerce köle şahadet etse şeriat onların şahadetlerini bir saman çöpüne bile almaz.

3815. Şehvete kul olan, Tanrı indinde köleden, esir olmuş kullardan beterdir.
Çünkü köle bir sözle sahibinin kulluğundan çıkar,hür olur. Şehvete kul olansa tatlı dirilir, acı ölür.
Şehvet kulu, Tanrı’nın rahmeti, hususi bir lûtuf ve nimeti olmadıkça kulluktan kurtulamaz.
Öyle bir kuyuya düşmüştür ki bu kuyu, onun kendi suçudur. Ona cebir değildir, cevir de değil!
Kendisini kendisi, öyle bir kuyuya atmıştır ki ben o kuyunun dibine varacak ip bulamıyorum.

3820. Artık yeter... Eğer bu sözü uzatırsam ciğer ne oluyor? Mermer bile kan kesilir.
Bu ciğerlerin kan olmaması katılıktan, şaşkınlıktan, dünya ile uğraşmadan ve talihsizliktendir.
Bir gün kan kesilir ama bu kan kesilmesinin o gün faydası yok. Kan kesilme işe yararken kan kesil!
Mademki kulların kölelerin, şahadeti makbul değildir, tam adalet sahibi, o kişiye derler ki gulyabani kölesi olmasın.
Kur’an’da peygambere “Biz seni şahit olarak gönderdik” denmiştir. Çünkü o, varlıktan hür oğlu hürdür.

3825. Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Tanrı sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel!
Beri gel ki Tanrı’nın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır.
Beri gel ki şimdi tehlikeden kurtuldun, kaçtın kimya seni cevher haline soktu.
Küfürden ve dikenliğinden kurtuldun, artık Tanrı bahçesinde bir gül gibi açıl!
Ey ulu kişi, sen bensin, ben de senim. Sen Ali’ydin, Ali’yi nasıl öldürürüm?

3830. Öyle bir suç işledin ki her türlü ibadetten iyi bir anda gökleri bir baştan bir başa aştın.
O adamın işlediği suç ne kutlu suç! Gül yaprakları dikenden bitmez mi?
Ömer'in Peygambere kastedişi suçu, onu ta kabul kapısına kadar çekip götürmedi mi?
Firavun; büyücüleri, büyüleri yüzünden çağırmadı mı?
Onlara da bu yüzden ikbal yardım etmedi mi, bu yüzden devlete erişmediler mi?
Onların büyüsü, onların inkârı olmasaydı inatçı Firavun, onları huzuruna alır mıydı?

3835. Onlar da asâyı ve mucizeleri nereden göreceklerdi? Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu.
Tanrı ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur.
Çünkü Tanrı, şeytanların rahmine suçları ibadete, sevaba tebdil eder.
Bundan dolayı Şeytan, taşlanır; hasedinden çatlar, iki parça olur.
Şeytan bir günah meydana getirmek ve onunla bizi bir kuyuya düşürmek ister.

3840. “ O günahın ibadet olduğunu gördü mü?” işte o an, Şeytan’a yomsuz bir andır.
Beri gel; ben, sana kapı açtım; sen benim yüzüme tükürdün, bense sana armağan sundum.
Cefa edene bile böyle muamelede bulunur, aleyhime ayak atanların ayağına bile bu çeşit baş korsam,
Vefa edene ne bağışlarım? Anla! Cennetlerde ebedî mülkler ihsan ederim

30 Ekim 2007 Salı

Dört Hintlinin namazı

Dört Hintlinin namazı

09 Ağustos 2007 09:31
( Burç Efm İrfan Meclisi programındaki sohbetlerden bir bölüm )


Bugünkü sohbetimizin konusu; Hz.Mevlânâ’yla bütünleşen; İnsana saygı, Düşünceye saygı ve hoş görünün asıl kaynağının ne olduğudur.

Eskiden mânevi büyüklerimiz söze, sohbete ya bir hâdis-i şerifle, veya Peygamber Efendimize selatü selam ile başlarlarmış.

Bizlerde en azından onları taklit ederek Hz.Mevlânâ’nın Peygamber Efendimiz için yazmış olduğu bir nât-ı şerifle başlayalım. İnşallah bizim de sözümüzün sohbetimizin câna şifa, rûha gıda olmasına vesile olur.



Ey Allah'ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı'nın Elçisi sensin,

Allah'ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin;

Ulu Allah'ın nazlısı, kainatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi

Peygamberlerin gözünün nuru bizim gözlerimizin ışığı sensin;

Miraç gecesi "Cebrail" rikabında olduğu halde,

Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan sensin;

Ey Allah'ın Elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin acizdirler,

Başsız, ayaksız acizlerin yol göstericisi sensin;

Peygamberlik bostanının selvisi, ma'rifet dünyasının ilk baharı,

Şeriat bağının gül fidanı, yüce sünbül sensin;

Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir,

Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin.



Hiç şüphe yok ki; Eşrif-i mahlukatın en şereflisi, en yücesi, tüm yaratılmışların şefaatçısı, kâinatın efendisi olan Peygamber Efendimizdir. Nâçiz sözlerimize binlerce selatü selam ederek başlıyoruz efendim.



Hz.Mevlânâ Mesnevi’de: Allah niyaz ehline bir çok ihsanlarda bulunduğu gibi birde onlara hayırlı uzun bir ömür lutfeder diye buyurmuştur.

Bu beyitlerin bir tecellisi olacak ki, Şefik Can Hocamız’da doksan altı yıllık hayırlı bereketli bir ömür sürmüş, tüm hayatını da, Hz.Mevlânâ’ ve eserlerine adayarak geçirmiştir.

Cenâb-ı Allah’ın lutfu kereminden bu mübarek insanı tanıma onunla birlikte olma bu fakire nasip oldu.

Asrımızın en son Mesnevi-hanı olarak kabul edilen Şefik Can hocamızın, Hz.Mevlânâ ve Mevlevilikle ilgili her zaman yüreğinde çok büyük bir hüznü vardı; oda gönül verdiği Hz.Mevlânâ’nın İnsan sevgisi ve insana verdiği değerle ilgili görüş ve düşüncelerinin günümüzde biraz yanlış anlaşılmasıydı. Hz.Mevlânâ da görülen çok üstün insan sevgisi, hoş görü ve anlayışın, İslâmiyetin dışında sanki sadece Hz.Mevlâna’ya has bir davranış gibi görülmesi Şefik Can Hocamızı derinden yaralıyordu.

Onun için de Hz.Mevlânâ’nın en doğru bir şekilde anlaşılması için çok gayret sarf etti.

Hocamızı ilk tanıdığım yıllarda; Dünyanın çeşitli yerlerinden, her milletten, her dinden insanlar gelerek kendisine Hz.Mevlânâ ve öğretisiyle ilgili çeşitli sorular soruyorlardı. Şefik Can Hocamız sorulan bu sorulara cevap vermeden önce istisnasız olarak herkese önce şunları söylüyordu: Efendim, Hz.Mevlânâ’da diğer bütün veliler gibi Muhammedi yolda büyük bir velidir. O Ben yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kulu kölesiyim. Ben Hz. Muhammedin bastığı yerin toprağıyım diye buyurmuştur.

Şimdi düşünün ki; Ben Kur’an’ın kulu kölesiyim, Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağıyım diyen bir kişinin sözünde Kur’an’a ve Peygamberimizin sünnetine aykırı bir şey düşünmek mümkün mü ? O nedenle sizin sorunuzun cevabı Kur’an’a ve Peygamber Efendimizin Hâdis-i Şerifine uygun olarak, Hz.Mevlânâ tarafından şöyle verilmiştir der, ondan sonra da sorunun cevabı neyse cevaplamaya çalışırdı.

Bendeniz ilk zamanlar Şefik Can Hocamızın bu davranışı karşısında oldukça şaşırır; kendisine sorulan sorulara cevap vermeden önce neden ille de Hz.Mevlânâ’nın Muhammedi yolda büyük bir veli olduğunu herkese söyleme gereği duyuyor diye anlamakta zorlanırdım. Çünkü bendenize göre Hz.Mevlânâ büyük bir veliydi ve bunu da zaten herkes biliyordu. Belki “Edep Yâ Hû” demek lazım ama; samimi olarak arz edeyim ki; ilk zamanlar Şefik Can Hocamızda ki bu hassasiyeti birazda gereksiz olarak kabul ederdim.

Fakat daha sonraları; Özellikle yurt dışında “Ben Mevleviyim ama Müslüman değilim” diyenleri, veya yurt içinde Hz.Mevlânâ’nın insan sevgisi ve hoş görüsünü sanki İslâmiyetin dışında şahsi bir düşünceymiş gibi algılayanları gördükten sonra, Şefik Can Hocamızın bu hassasiyetinde ne kadar haklı olduğunu fark ettim.

İnsan sevgisi, hoş görü ve dolayısıyla da tüm dinlere saygı, yine sizlerinde bildiği gibi bu denli sadece Hz.Mevlânâ ile bütünleşmiştir.

Fakat şu bir gerçek ki; Hz.Mevlânâ’da bulunan bu engin hoş görü ve insan sevgisinin asıl kaynağı İslâmiyettir. Kur’an’ın hükümleri, Peygamber Efendimizin sünnetidir.



Bendeniz konumuza örnek olması açısından. İngiltere de ki “KEMBİRİÇ” Üniversitesi’nden gelerek İstanbul Üniversitesinde kölelik hakkında konferans veren bir İngiliz profesörün neler söylediklerini siz değerli dinleyicilerimize arz etmek isterim.

Gerçeği hiç çarpıtmadan olduğu gibi ifade eden bu değerli ilim adamı aynen şöyle diyor:


Dünyada ne Hz Musa, ne Hz İsa, ne ondan evvel gelen Eflatunlar, Sokratesler, bütün büyük Yunanın filozofları, Romanın şanı yüksek filozofları, Avupa’nın büyük düşünürleri, hiç birisi, kölelik hakkında konuşmadı. Kölelerin varlığını, onlarında insan olduğunu hatırlamadı. Hatta yunan filozoflarından Aristo, tanrılar, kölelerin kemiklerini kalın yaratmıştır ki, hür olan insanlara daha iyi hizmet etsinler demiştir. Hiçbir filozof, hiçbir peygamber, köleleri insan yerine koyarak onlarla meşgul olmamıştır. Tarih boyunca sadece Hz Muhammed, köleler de insandır. Onlara kendi yediğinizden yedirin, kendi giydiğinizden giydirin diye hüküm vermiş, dünyada ilk defa kölelerinde insan olduklarını söyleyerek onların haklarını korumuştur.”



Bir İngiliz profesör İngiltere’deki KEMBİRİÇ Üniversitesinden gelerek, İstanbul Üniversitesinde bunları bizlere söylüyor. Üzülmek mi lazım; sevinmek mi bilemiyorum ama, bir tek bu mevzu bile islâmiyetin insana verdiği değeri en açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bulundukları dönemde hayvan yerine bile konulmayan kölelerinde insan oluklarını söylemek, onların insani haklarını korumak sadece kainatın efendisine nasip oluştur.

Bundan daha önemli bir insan sevgisi ve insan haklarına saygı olabilir mi. Efendimizden önce böylesine yüksek bir insani değer hangi Peygambere hangi ümmet nasip olmuştur.

Efemdim yanlış anlaşılmasın; Ne Hz.Musa’ya; nede İsa’ya bir şey dediğimiz yok. Onlarda kendi ümmetlerine Cenâb-ı Hakk’ın emir ve buyruklarını ilettiler. Fakat şu da bir gerçek ki tüm güzellikler Peygamber Efendimizle kemal bulmuştur. Elbette eşref-i mahlukat olan insana verilen değerde yine kainatın efendisiyle en doruk noktaya ulaşmıştır.

Hz. Mevlana’nın en büyük vasıflarından birisi de, herkesin inancına saygı göstermesidir. Bu inanca saygı, yine Hz. Mevlânâ’nın kendisine has bir davranış değildir, Hz Peygamberimize olan bağlılığından, Muhammedi ahlaka sahip olmasından meydana gelmektedir.



Buna da yine Peygamber Efendimizden küçük bir örnek vermek gerekirse:

Peygamber Efendiniz zamanında bir Yahudi ile bir Müslüman kavga etmişler. Kavga eden Müslüman daha güçlü ve kuvvetli olduğu için, Yahudinin ağzını burnunu kırmış. Yahudi de, kendini döven o Müslümanı Peygamber Efendimize gelerek şikayet etmiş. Peygamber Efendimiz, Yahudiyi döven Müslümanı yanına çağırmış. Neden bu Museviyi böyle dövdün, ağzını burnunu, kırdın diye onu azarlamış. Müslüman da kendini korumaya çalışarak, Yâ Resullallah bu adam, Medine’nin en kalabalık yerinde sizin Peygamberiniz, Muhammed de kim oluyor, o Mekke’de kuru ekmek yiyen dul bir kadının ümmi oğlu. Halbuki, Musa, Tur dağında Allah ile konuştu. Elbette Allah ile konuşan Musa sizin Peygamber dediğiniz kişiden çok daha büyük ve yücedir dedi. Ben de sizi hor görmesine dayanamadım, ağzını burnunu kırdım demiş.



Peygamber Efendimiz; senin bu yaptığın olmaz yanlış iş yapmışsın ; O Hz. Musa’yı seven, onun dinine bağlı biri olduğu için, kendi peygamberini sevip över ona saygı gösterir. Sende bana bağlı olduğun için beni sever, bana değer verirsin. Bunun için birbirinizle kavga etmenize ne gerek var. Sen başkalarının inancına hor bakma ki; Onlarda senin inancına saygısızlık etmesinler.



Peygamber Efendimizin bu sözü aynı zamanda bir âyeti kerimedir En’am suresi 108 ayet: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler”

Bunlar daha Peygamber Efendimiz zamanında insana ve düşünceye gösterilen saygının sevginin çok küçük bir örneği.

Anlaşıldığı üzere Hz.Mevlânâ’da ki sonsuz insana ve düşünceye gösterilen saygı tümüyle gerçek bir Müslüman da olması gereken vasıflarıdır. Muhammedi ahlakın en güzel bir şekilde yaşanmasıdır.

Ben Kur’an’ın kulu kölesi Hz. Muhammedin bastığı yerin toprağıyım dediği sözün hale dönüşmesidir.

Hz. Mevlânâ Mesnevi’de Cenâb-ı Allah Hz.Muhammedi ve onun varisleri olan büyük velileri de bu aleme ilahi rahmet olarak gönderdi diye buyurmuştur.

Tüm evrene ilahi bir rahmet olan Hz.Mevlânâ kimi bu rahmetin dışında görebilirdi ki; Çünkü, Yüce Mevlânâ,’nın sınırsız insan sevgisinde ve hoş görüsündeki temel esaslardan biriside; Müslümanlığın üzerinde hassasiyetle durduğu “ İnsan yaratılmışların en şereflisidir” âyet-i kerimesinin tecellisidir. Mevlânâ bu şerefin şuuruyla insanların tümünü kucaklamıştır. Yaratılmışları âşık olduğu yaratandan dolayı, herhangi bir nefs mücadelesine girmeden hoş görüp sevmiştir.



İnsanda ayıptan başka bir şey görmeyene binlerce ayıplar olsun diyen Hz.Mevlânâ yaratılmışlarda ayıp kusur aramak, başkalarıyla uğraşmak yerine, mümin müminin aynasıdır hadis-i şerifi gereğince onları ayna kabul ederek kendi eksiğini görüp, kendini düzeltme yoluna gitmiştir.



Hz.Mevlânâ’ya bunca edebi nasıl elde ettin diye sormuşlar, Edebi edepsizden öğrendim diye buyurmuştur. Bu nasıl olur diyenlere de yaptıkları edepsizlikleri gördüğüm zaman onları ayıplamak yerine kendim o çirkin davranışı yapmadım onları ayna kabul ettim böylece de edep sahibi oldum demiştir.

Yine bir menkıbe arz etmek isterim.

Hz. Mevlâna bir gün caminin önünden geçerken vaizin biride camide vaaz ediyor gayri Müslimleri de kasd ederek: çok şükür Cenâb-ı Hakk bizleri kafir yaratmadı diyormuş. Hz.Mevlânâ bu sözü duyunca bu vaizin hem kendisi sapık, hem de halkı sapıtıyor diye birden hiddetlenmiş. Yanındaki dostları bu durumu anlayamayınca : Bu vaiz kendisini hiristiyanların terazisiyle tartıyor bir dirhem ağır geldi diye de böbürleniyor. Gücü yeterse gelsin kendini ariflerin evliyaların terazisiyle tartsın o zaman kendi değerini, eksikliğini görsün de gece gündüz ağlayıp sızlayıp Allah’tan af dilesin diye buyurmuştur.

Önemli olan başkalarından kendimizi üstün görmek yerine, bizden daha ilerde olanları görüp kendi eksiğimiz fark etmektir bütün mesele bu.

O nedenle ki Mesnevi de hiç kimseye kafir deme herkeste onun ilahi emaneti var, insanların son nefesini nasıl vereceğini sen bilemezsin diye buyurmuştur.


Manevi büyüklerimiz: Terk edemediğin bir günah için ağlayıp sızlayıp kendini aciz görüp gece gündüz Allah’a yalvarıp yakarman; Terk ettiğin bir günaha sevinip kendine bir paye çıkarmandan daha hayırlıdır diye buyurmuşlardır.


Hz.Mevlânâ bu düşünce içerisinde Mesnevide şöyle demiştir: Herkes önce kendi ayıp ve kusurunu görseydi onu düzeltmeğe uğraşmaz mı idi. Fakat halk kendinden gafildir. Bu yüzdendir ki; kendi ayıplarını görmezler de hep başkalarının eksiklerini görürler onları söyler dururlar.

İnsanlarda ayıp kusur görmenin insanı nasıl telafisi mümkün olmayan hallere sürüklediğini de yine Mesnevide uzun uzun anlatmıştır. Konuyla alakalı olarak Hz.Pir’imiz Mesnevide çok bilinen bir hikayesi vardır arz etmek isterim.



Dört Hintlinin namazı

Dört Hintli Müslüman bir mescide namaza girdiler. İbadet etmek için rukûa vardılar, secde ettiler.

Her biri niyet etti tekbir getirdi, kendi noksanların, hatalarının idrâki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başladılar.

Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan Hintlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak; “Ey müezzin” dedi “ Ezanı okudun mu ? Yoksa daha vakit var mı ? Öbür Hintli namaz içinde olduğu halde, sus be kardeşim; söz söyledin namazın bozuldu, diye söylendi.

Üçüncü Hintli ikincisine: Be kardeşim dedi. Ona ne kusur buluyorsun ? sende namazda söz söyledin sen kendine bak sen öğüdü kendine ver.

Dördüncüsü de Allah’a hamd olsun ki, üçünüz gibi ben kuyuya düşmedim, yani bende sizin gibi namazda konuşarak namazımı bozmadım dedi.

Böylece dördününde namazı bozuldu. Şunun bunun hatasını ayıbını görüp söyleyenler, ayıplı kusurlu kişilerden daha çok hatalara düşerler yol kaybeder sapıklığa düşerler. Bir kimse birisinin ayıbını kusurunu görüp söylese o kusuru kendisi satın almış olur.



Evet sevgili dinleyenler arz ettiğim beyitlerde:

Dört Hintli Müslüman bir mescide namaza girdiler. İbadet etmek için rukûa vardılar, secde ettiler.

Her biri niyet etti tekbir getirdi, kendi noksanların, hatalarının idrâki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başladılar.

Bu beyitlerden anlaşıldığı üzere namaza duran bu kişiler hepten de cahil insanlar değiller kendi noksanlarının farkında olarak namaz duruyorlar. Bu bir kemal işaretidir. Buna rağmen namazda birbirlerinin hatasını görüp konuşabiliyorlar.



Lütfen ufkumuzu geniş tutalım Namazı sadece camide veya evlerimizde seccade üzerinde kıldığımız beş vakit namaz olarak algılamayalım.

Bakınız Divân-ı Kebirde ne buyurmuştur Hz.Mevlânâ:

Her zerrede her şeyde kainatı yaratan Allah’ın kudret ve kuvvetini görenler ve onun ilâhi güzelliğini kendilerine mihrap edinenler için yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû, yüz çeşit de secde vardır.

Namaz’da insan kendini Allah’ın huzurunda kabul eder. Diyelim ki namazda selam verdik seccadeyi topladık. Artık Allah’ın huzurunda değimliyiz.

Onun içindir ki Hz.Mevlânâ: Benim Tekkem âlem, medresem dünya diye buyurmuştur.

Gerçekte insanın sokakta, işte, hayatın her anında, Allah’ın huzurunda olduğunu unutmaması gerekmektedir. Burada sözü edilen dört kişi aslında hayatın içindeyken birilerinin eksiğini kusurunu görmüş bunu söyleyince de kendiside aynı hataya düşmüştür. Dikkat ederseniz dördüncüsünde sadece şükür vardır. O sadece şükrediyor Ya Rabbi çok şükür ben konuşmadım diyor. Onun bu şükrü dahi namazının bozulmasına neden oluyor bu da az evvel arz etmeye çalıştığım Camide vaaz veren vaizin halini anlatıyor.

Ayrıca bir kimse birinin ayıbını kusurunu görüp onu da söylese o kusuru kendisi satın alır diyordu arz edilen beyitlerde. Yine Mesnevi de anlatılan o dört kişi buna en güzel örnek bir birlerini uyarmak isterken kendileri de aynı hataya düştüler.



Şöyle bir soru akla gelebilir: birinin hatasını gördük ne yapalım söylemeyelim de o hatayı yapmaya devam mı etsin ?



Hayır efendim elbette söyleyeceğiz; elbette o yanlışı düzeltmek için bir gayretimiz, bir çabamız olacak bu konu yanlış anlaşılmasın.



Hz.Mevlânâ aynı zamanda Zalimleri affetmek Mazlumlara zulmetmektir diye buyurmuştur. Ne kadar önemli bir sözdür lütfen dikkat buyurunuz. Hoş görünün de bir bakış açısı, bir sınırı, bir adap ve erkanı vardır. Allah’ın hoş görmediğini, Peygamberin kabul etmediğini; Kul ne hakla hoş görür kabul eder olur mu böyle şey.

Kişi kendi nefsine ağır geleni affetmek hoş görmekle mükellef olabilir ama sorun toplumsal ise; herkesi ilgilendiriyorsa durum başkadır.

Konumuzla alakalı olarak bakınız ne buyuruyor Hz.Mevlânâ: bütün vücudun zehirlenmesini önlemek için yılanın ısırdığı parmağı kes at. Sen kesilen tek parmağı değil. Bu parmakla bütün bedenin zehirlenip helak olacağını düşün ona göre hareket et. Bu beyitler toplumu ilgili ilişkilerimiz çerçevesinde söylenmiştir.

Hz.Ali Efendimiz yüzüne tüküreni affetmiştir ama gerektiğinde de ZÜLFİKARI’ da elden bırakmamıştır.

Anlatılmak istenen; Birinde yanlış hata gördüğümüz zaman maksat onları ayıplamamak, küçümsememek, aşağılamamak, onu rencide edecek şekilde hatasını yüzüne vurmamak veya sağda solda dedikodusunu yapmamak. Hepinizin bildiği bir meseldir abdest almayı bilmeyen bir kişiye Hasan Hüseyin efendimizin abdest almayı göstermesi bizler için ne güzel bir örnektir bu.

Elbette insani bir vasıfla onu kırmadan incitmeden en zarif bir biçimde yanlışını düzeltmeye çalışmamamız en büyük insani görevimizdir.

Bunun en güzeli de, dil ile değil hâl ile yol göstermektir. Bir tasavvuf büyüğümüz gül yağı satıyorsan pazarcı gibi bağırmana gerek yok, bir parça sür o gül kokusuna insanların kendisi gelir bu ne hoş bir koku diye kendileri talip olurlar o kokuya derdi. Maksat gül yağını başkalarına satmaya çalışmadan önce biraz kendimizin de gül kokması.

Kaldığımız yerden Mesnevi beyitleriyle devam ediyoruz:

“Her insanın nefsâni huylarından ve hayvani ahlakından bir çok hastalıkları var, eğer kişinin merhemi varsa onu kendi başına sürmesi gerekmez mi ?

Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak o ayıbı iyileştirmenin merhemi ve ilacıdır. Bir kimse işlediği suçlar ve günahlar neticesinde pişman olur kırık ve dökük bir hale gelir tam bir vicdani pişmanlık duyarsa “ Bir kavmin azizi zelil olursa ona acıyın” “ Hadis-i şerifi o kişi tarafından yaşanmış olur”

Efendim ne kadar önemli değil mi ? Peygamber Efendimizin çok önemli bir hadis-i şerifini dil ile değil, hâl ile yaşamanın tek yolu günahlarımıza gönülden tövbe istiğfar edip samimi olarak pişmanlık duymak. Elbette böyle bir pişmanlık yaşayan kişinin şefaatçısıda kâinatın efendisi olur. Cenâb-ı Hakk cümlemize böyle bir gönül tövbesi, hâl pişmanlığı nasip eder inşallah.

Tekrar kaldığımız yerden Mesneviyle devam edecek olursak; “Bir müminde gördüğün ayıp ve kusur sende yok ise kendinden emin olma, kendine fazla güvenme ! Olabilir ki; o ayıbı sende bir gün işleyebilirsin; seninde o ayıbın kınadığın adam gibi halk için de yayılır etrafta duyulur.

Şeytan yıllarca iyi bir adla ömür sürdü. “Azzazil” diye melekler arsında aziz ve muhterem tutuldu. Sonra rezil ve rüsvay oldu. Bak da gör ibret al, adı ne idi, şimdi ne oldu”

Mesnevinin ikinci cildinde geçen arz ettiğim bu beyitlere gene en güzel şerh Mevlâna’mız tarafından Mesnevinin birinci cildinde yapılmıştır: “Bir gün Hz.Adem gurura kapıldı da ismi Azzazil iken şeytan olan iblise hakaret ve nefretle baktı. Kendini gördü, kendini beğendi de lânetlenmiş şeytanın işlerini beğenmedi onu kınadı ayıpladı.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’ın gayreti dile gelerek; “Ey tertemiz Âdem, sen gizli sırları bilmiyorsun” diye seslendi. Eyer Allah beklenilmeyen bir iş murat eder, lûtfu yerine kahrı tecelli ederse, dağı bile kökünden söker atar.

O anda senin gibi yüzlerce “Âdemin perdesini yırtar, yüzlerce ibliste yeniden Azzazil olur gider” Bu hitap üzerine Hz.Âdem, Allah’ım dedi,” Ben şeytanı kınayan ayıplayan görüş ve düşüncemden tövbe ettim. Bir daha böyle küstahca düşüncelere kapılmam.

Yâ Râbbi kullarını ayıplamak, onları kınamak, onlarda kusur ve eksik görmek

sadece sana yaraşır. Çünkü kusursuz, ayıpsız, eksiksiz bir tek sensin Yâ Rabbi”

Efendim; gördüğünüz gibi Cenâb-ı Hakk gerektiğinde Şeytanına bile laf söyletmiyor. Eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olan kullarına hangi cesaretle dil uzatabiliriz ki; Vessaelam hepimiz haddimizi bilip sadece kendi eksik ve kusurlarımızı düzeltme yoluna gitmekten başka çaremiz yok.

Hz.Mevlânâ’nın insanları hoş görmesi, onları hiçbir ayrım yapmadan sevmesi, saygı duyması, asla içi boş bir hümanistlik değildir. O eksiksiz kusursuz olarak sadece Cenâb-ı Allah’ı görüp, yaratılmışı yaratandan ötürü severek, yüksek bir hoş görüyle tüm evreni kucaklamıştır.

Bu âleme aşk dağıtılırken onda dokuzu bana, geriye kalan biride gelmiş gelecek tüm âşıklara dağıtıldı diye buyuran Hz.Mevlânâ; böylesine sınırsız bir ilâhi aşkla, tüm insanlık âlemini kapsayan evrensel sevgisi nedeniyle de; sekiz yüz yıldır çeşitli din ve düşünceden her toplum; Onu kendi idrâkleri ölçüsünde anlamaya, anlatmaya çalışmıştır.

Yukarıda arz edilen Mesnevi beyitlerinden de anlaşıldığı gibi sadece Cenâb-ı Hakkı kusursuz bulan Hz.Mevlâna nasıl olurda tüm insanları sevgi ve saygıyla kucaklamaz ki; işin gerçeği, özü de bu değimlidir ? Kusursuz insan var mıdır ? Kâinatın efendisi bile beşerim şaşarım dedikten sonra bizlere ne söylemek düşer.

Zaten bir insan eğer başkalarının yanlışıyla eksik ve kusurlarıyla uğraşacağına, kendi eksik ve kusurlarını görüp düzeltme yoluna gitse bütün mesele hallolacaktır.

Bu konuda NİYAZİ MİSRİ Hazretlerinin çok güzel bir sözü vardır:

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yar kalmadı

Ben beni terk eyledim bildim ki ağyar kalmadı

Hz.Mevlânâ’mız da Mesnevi şerifte: “Allah bir insana kendi eksik ve kusurlarını gören göz nasip ederse; başkalarında eksik ve kusur gören gözü de artık görmez olur. Cenâb-ı ALLHAH Settar-ul uyubdur kimsenin ayıp ve kusurunu asla ortaya dökmez. Ta ki O kişi başkalarının ayıp ve kusurunu ortaya dökmedikçe. Allah birisinin perdesini yırtıp ayıp ve kusurlarını ortaya dökmek; insanlar arasında zelil etmek isterse o kişinin başkalarını kınamasına ayıplamasına müsaade eder ona bu fırsatı verir.

Fakat ; Cenâb-ı Allah bir kimsenin de; ayıp ve kusurlarını örtmek onun günahlarını affetmek isterse; O kişi de; ayıplara günahlara bulaşmış insanların dahi ayıp ve günahlarını artık göremez olur.

Eğer ki sen insanların ayıplarını gören iki gözünü kapatırsan ancak o zaman öteki âlemi gören mâna gözün açılır; yoksa hep kör olarak yaşar; öteki âleme de kör olarak gidersin”

Efendim bildiğiniz gibi bir Kur’an ayetidir bu; dünyada kör olanlar öteki âlemde de kör olarak dirilirler diye.

Elbette bu körlük zahiri değil batini. Demek ki bu âlemde başkalarında ayıp kusur gören gözümüzü kapamadıkça mânâ gözümüzde açılmıyor. Kur’an-ı Kerimde sözü edilen mânevi körlük içerisinde yaşıyor öteki âlemde de kör olarak diriliyoruz.

Ayrıca Arz edilen öteki beyitlerden de şunu anlıyoruz ki; Bizler başkalarında ayıp ve kusur olarak gördüklerimizi ortaya dökmedikçe Cenâb-ı Allah’da bizlerin eksik ve kusurlarını ortaya döküp insanlar arasında zelil hor ve hakir bir hale getirmiyor.

Eğer Cenâb-ı Hakk tarafından hoş görülmek affedilmek bağışlanmak istiyorsak öncelikle kendimiz başkalarına karşı hoş görürlü bağışlayıcı ve affedici olmamız gerekiyor.

Sonuç olarak; etrafımızda ki insanları kendi istediğimiz gibi bir adam yapamayacağımıza, ve böyle bir şeyin asla mümkün olmadığına göre; mecburuz kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın istediği gibi kul yapmaya; bunu başarmak nasip olursa; işte o zaman hiçbir sorun da kalmayacaktır.

Konumuzla alâkalı Mesnevi’de çok güzel bir hikaye vardır arz etmek isterim.

ANASINI ÖLDÜREN ADAM

“Adamın biri hapse düşüyor; kovuşta bulunanlar hemen yanına giderek geçmiş olsun; seni hangi kader rüzgarı buraya attı diye soruyorlar.

Adam gayet sakin anamı öldürdüm diyor. Oradakiler birden hiddetlenerek ya hû sen ne kötü bir adammışsın insan hiç anasını öldürür mü diyerek onu kınamaya ayıplamaya başlıyorlar.

İçlerinden biri hiç mi analık hakları aklına gelmedi, insan hiç anasını öldürür mü ? O sana ne yaptı, ne işledi ki onu öldürdün diye üzerine yürüyor.

Anasını öldüren kişi kendini savunarak; anamı öldürdüm ama haklıyım çünkü o bir başkasıyla çok kötü utanılacak bir iş işledi diyor.

İçlerinden biri; olabilir çok kötü de olsa sonuçta ana anadır. Ananı öldüreceğine o işi ananla yapan adamı öldürseydin diyor.

Adam gayet sakin; eğer anamla o işi yapan adamı öldürseydim her gün bir kişiyi öldürmem gerekirdi. Çünkü anam o işi alışkanlık haline getirmişti. Her gün bir kişiyi öldüreceğime anamı öldürdüm kurtuldum diyor”

Hz.Mevlânâ’nın söylediği her hikayenin altında mutlaka anlatılmak istenen bir gerçek vardır.

O nedenle de; Bu hikayeden sonra aynen şöyle buyuruyor: “Ey insan hikayede geçen ana senin nefsindir. Nefsinin sembolüdür. Aklını başına alda sende nefsini öldür. Çünkü o çirkin huylu nefsin yüzünden her gün; her an; bir adamın canına kasd ediyorsun bu dünyada adamları öldürmekle bitiremezsin.

Eğer kendi nefsini öldürür onun isteklerini hiçe sayarsan onu dinlemezsen; habire yaptığın hatalardan şundan bundan özür dilemekten den kurtulursun, hem de etrafında hiç çirkin huylu kötü adam kalmaz”

Arz etmeye çalıştığımız Hz.Mevlânâ’daki insana sevgi, saygı ve hoş gürü konusunu toparlayacak olursak, Bilinmelidir ki; Hz.Mevlânâ’nın, bir kâmil mürşit olarak mânevi vazifesi yaratılışının gayesi çerçevesinde insanların hidayetlerine ve ebedi saadetlerine vesile olabilmektir. Bu ilâhi gayenin gayreti ve yüklendiği mânevi vazifenin şuuruyla; Onun engin hoş görüsünde, Tevhidin sırrı, Kur’an’ın nuru, İmanın şuuru ve Hz Peygamber Efendimizin ahlâkının engin huzuru bulunmaktadır.

Hazreti Mevlânâ sadece bir mütefekkir, bir mutasavvıf veya bir şair değildir. Evliya burcunun güneşidir. “ULEMÂ, ENBİYANIN VARİSİDİR” Hadisi hükmünce Hz.Peygamberimizin manevi vârisi, Velâyet sırrının tecelligahıdır.

Bir kez daha arz etmek isterim ki; Hz.Mevlânâ’da ki insan sevgisi asla içi boş bir hümanistlik değildir.

Hz.Mevlânâ’mızın Divân-ı Kebirde bulunan bir duasıyla sözlerimi tamamlıyor; bir sonraki İrfan Meclisine kadar sağlık, esenlik, huzur, aşk-u muhabbet içinde kalmanızı niyaz ediyorum. Hayra karşı olunuz efendim.

Ey benim yüce ALLAH’IM

EY yedi kat göğün rabbi. Ey arş-ı azimin rabbi.

Ey benim Rabbim. Ey her şeyin Rabbi.

Ey Tevrat’ı İncil’i, Zebur’u, Hak ile batılı ayırd eden, Kur’an’ı gönderen Rabbim

Ey tohumları ve çekirdekleri yeşillendirip bitiren Mâbudum.

Senin sevk ve idare ettiğin kudret eline boyun eğen her hayvanın şerrinden sana sığınırım.

Muhakkak ki, benim Rabbim, adâlet ve insaf üzerinedir.

Senin merhametine, senin lutfuna sığınan asla zarar görmez.

Ben senin lutfu merhametine sığınırım.

Ey yolunu kaybedenlere Hakk yolu gösteren Rabbim

Ey günah işleyenlere mağfiret eden.

Ey ayağı sürçenlerin yanılma hatalarını af eden Allah’ım

Hakkı bize hak olarak göster. Ona uymamızı bize nasip eyle

Batılı yanlış olanı da bize batıl olarak göster ve bize o yanlıştan sakınmayı da nasip eyle.

Allah’ım bizleri nefsin eline bırakma. Mahlukattan hiç birinin eline bırakma

Bir göz kırpması müddetince bile hatta daha az müddet bile bizleri bize bırakma

Ya Rabbi bizlere dost ol. Bizlere Hıfz edici ol. Yardım edici ol. İmdadımıza yetişerek, her halimizde, her işimizde inayetinle bizleri destekle yardımcı ol.

Ey her noksandan münezzeh olan

Ey bütün yaratılmışların padişahı olan

Ey doğmayan, doğurmayan, Hiçbir eşi benzeri olmayan Rabbim.

Sonsuz rahmetinle sen bizlere Rahmet ve merhamet et.

Bizim bu duamızı da huzur ilahinde kabul edilen dualardan et.

Allah’ım büyüğümüz Efendimiz Muhammed Mustafa hürmetine

Başkalarında ayıp ve kusur gören gözlerimiz kapat. Bizlere duyan kulak; hakikati gören göz nasip et.

Amin, Amin. Amin.

Hz. Mevlânâ’dan Sülûk Yolundakilere Uyarılar

Hz. Mevlânâ’dan Sülûk Yolundakilere Uyarılar

Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu



Bir tasavvuf ıstılahı olarak sülûk bir mürşid-i kâmilin idaresinde Allah’a vuslata çıkılan ve herkesin istidadı derecesinde makâm ve mevkilere ulaştığı manevî yolculuk, şeklinde tarif edilir. Sülûk bir şahsiyet eğitimi ve benliğin dönüşümü amelyesidir.

Ana rahminden vefat edene kadar bir insan, zaten manevî seferde ve kendi tahakkuku ile iç içedir. Tasavvuf yolundaki seyr-u sülûk, bu manevî eğitimi ve terbiyeyi belirli kurallara göre tanzim eder, manevî gelişimde hızlandırıcı ve sağlıklı bir rol ifâ eder.

Şüphesiz bu manevîyat yoluna giren sâlikin/dervişin, bu yolda dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Hz. Mevlânâ, hikemî pencereden bu hususlara dikkat çekerek sâlikleri/ dervişleri şöyle uyarır.

1. Sülûk Genç Yaşta Olursa Kolay Olur

Gençlik gibi enerji-yoğun bir dönemde, nefsi kontrol altına almak, büyük önem arzeder. Hz. Mevlânâ, gençken manevî terbiye yoluna girmeyi avantajlarıyla birlikte şöyle anlatır.

Ne mutlu gençliğini ganimet bilip, borcunu öder.

Kudretli günlerinde güçlü kuvvetliyken sülûku başarır.

Çünkü gençken yemyeşil ter ü taze bir bahçe gibidir

Meyvelerini esirgemeksizin bol bol yetiştirir

Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri sürekli akar

Bedenin zeminini (temelini) onlarla yeşertir.

Gençlik donanımlı ve tavanı çok yüksek

Dört duvarı sapsağlam bir eve benzer

Ne mutlu o kişiye ihtiyarlık gelip çatmadan

Boynunu liften örülmüş bir iple bağlamadan

Toprak çoraklaşmadan(sülûk) işini başarmıştır

Çünkü çorak topraktan asla güzel nebat bitmez.

Mevlânâ, verimli çağında bir dervişin, manevî eğitimini, gayret kemerini kuşanıp daha kolayca başarabileceğini bu şekilde revnaklı bir üslüpla dile getirir ve bu şekilde gençleri erken yaşta kemalât meyvelerini devşirmeye davet eder.

2. İhtiyarlıkta Manevî Eğitim (Sülûk) Zordur

Hikemlî bir zeminde bu fikri savunan Hz. Mevlânâ konuyla ilgili olarak şöyle der:

İhtiyârın gücü kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur.

Onun ne kendisine faydası olur ne de başkasına

Kaşları eğer kuskunu gibi aşağı düşer

Gözü yaşarır (fersiz kalır) görmez olur

Yüzü buruşur kertenkele sırtına döner

Dil konuşamaz, tat alamaz, dişleri kesmez olur

Gün artık geçmiş vakit akşam olmuştur.

Beden bir leş gibi sallanıp topallamakta

Manevî eğitim yolu ise oldukça uzun

İşyeri (yani beden) artık harap ve yıkık iş işten geçmiş

Bu mısralarıyla, Hz. Mevlânâ yaşlılıkta sülûk zorluğunu aşabilmedeki bedenî gücün za’afını öne sürer.

Ancak, Hz. Mevlânâ bu konuda da yaşlılara ümit ışığı yakarak şöyle der:

Sene geçti gitti vakit ekin (harman) vakti değil

Yüz karanlığı ve kötü amelden başka mahsul yok

Beden ağacının köküne artık kurt düştü

O’nu koparmak ve ateşe atmak gerek

Ey yolcu! Uyan artık kendine gel kendine

Vakit geçti ömür güneşi kuyuya yöneldi

Geri kalan bu iki günceğizinde kuvvetin varken

Bari şu ihtiyarlığını Hak yoluna sarfet

Elinde kalan şu son tohumu ek feda et ki

Bu iki anlık müddetle uzun bir ömür bitsin

Madem ki ışık veren bu çerağ henüz sönmedi

Kendine gel de hemen fitilini düzelt yağını tazele

Sakın yarın deme, zira ne yarınlar geçti

Ekin zamanı tamamen geçmeden artık uyan

3. Her Hâl ü Karda Sülûku Ertelememeli

“Yarın yapacağım diyenler helâk oldu” hadîs-i şerifi, insan hevasının, hayra rağbetten uzak vadilerde faaliyet icra ettiğini ve sürekli erteleme ile helake sürüklendiğini gösterir.

Mevlânâ Hazretleri bu hadis-i şerife telmîhen şöyle der:

Yarın öbür gün diye diye şu yankesici nefs

Hep ömürleri çalar gider

Bil ki bütün ömrün bu gündür ancak

Başka gün değil, gel de şu düzenbazın va’dine inanma

Varlık kemerini çöz de hizmet kemerini kuşan

Artık şu yalancı nefsinden kurtul gitsin

4. Sülûk Yolunda Hizmet ve Sadâkât

“Bir işe azmedince artık Allah’a sımsıkı sırtını daya!” (Âl-i İmran/159) âyet-i kerimesindeki azm etmek, ciddiyetle bir işe yönelmeyi ifade eder. Zira azm ve de buna ilaveten Allah’a dayanma olmadıkça hiçbir işte muvaffak olunamaz

Hz. Mevlânâ, azmdeki sadakata ve hizmete dair uyarılarını şöyle yapar:

Köpekler bile gönlünü ilk kapıya sıkı bağlar

Diğer köpeklere nasihat ederler:

“Kemik yediğin ilk kapıya sıkı bağlan

Yoksa Hak gözetmeyi terk etmiş olursun derler

Bu mısralarda görüldüğü üzere, terbiye edilecek nefis, köpek metaforuyla dillendirilir. Hz. Mevlânâ, köpek nimete nail olduğu kapıya nasıl edeplenmek üzere sadakatle bağlanırsa, bir sâlikin de aynı sadakatle, o büyük kapıya aynı şekilde bağlanması gerektiğini söyler.

Köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse

O kapıya bağlanır, hizmetkâr olur

Sonunda o kapıya bekçi olur, ona eziyet edilse

Hatta ona yemeği noksan verilse bile

O kapıyı asla asla bırakmaz

Orada kalır başka kapıya gitmez

Oraya dışarıdan bir garib köpek gelse

Kapıdaki köpekler onu gece gündüz terbiye eder

İlk gittiğin kapıya git oradan nimetlendin

O nimetin hakkı, gönlünü o kapıya rehin etmendir derler.

Bağlı olduğu kapıyı terkedip sadakat göstermemek, nimete şükür açısından da sıkıntılıdır davranıştır. Hz. Mevlânâ, sâlike sadakatle ilgili tavsiyelerini sürdürür:

Ey azgın köpek veliyy-i nimetine isyân etme

Tokmak gibi o kapıya bağlan o kapıda bekçilik et

O kapıda (tembel olma) çalışkan ol da

O kapıda sıçrayıp (yücelere) yükselesin

5. Sâlik Elde Ettiği Olgunlukla Gururlanıp Onu Teşhîr Etmemeli

Elde edilen olgunluğun ortaya saçılması, sâlikin başına çeşitli belâlar açar; zira hazine, saklanmak gerek. Hz. Mevlânâ bu konuyu şu şekilde açıklar:

Tavus kuşunun kanadı canının düşmanı olmuştur.

Bir çok hükümdarı da kuvvet ve azameti öldürmüştür

Masum ceylan göbeğindeki misk yüzünden avlanır

Tilkiye postu için tuzak kurulur, fil, dişi için öldürülür

Hz. Mevlânâ güzellikler içinde mahviyete, hiçliğe talib olmasının, sâliki selamete ulaştıracağını kaydeder ve şöyle der:

Tavus gibi kanadına bakma ayağını gör ki

Kötü gözler sana pusu kurmasın

Dağ bile kötülerin nazarıyla yerinden oynar

Kur’ândaki nazar âyetini oku da anla

Dağ gibi Hz. Ahmed (s.)bile yolda yağmur çamur yokken

Nazara uğradı da ayakları titremeye başladı

İbret al da dağ gibi (yüce bir insan olan) Peygambere bak

Bak O’na ey saman çöpünden daha değersiz olan adam

Artık bundan sonra kendindeki hünerleri

Kendindeki malı insanlara gösterme


6. Sâlik Manevî Hallerini de Gizlemeli

Sâlik, olgunlaşma yolunda zahirî nimetlerini setretmekle birlikte, manevî hallerini de gizlemeli. Hz. Mevlânâ, yine mecaz vadisinde bu hususu şöyle açıklar.

Mesela efendi yabancı bir yere gidince

Kölesine kendi elbisesini giydirir

Kendisi de kölesinin elbiselerini giyer

Kölesini kendisine efendi yapar

Kimsenin kendisini tanımaması gerektiği için

Köleler gibi onun ardından gider

Yani, kendini gizleyerek düşmanların fenâlıklarından korunmuş olur. Setr yapar, halini gizler. Hz. Mevlânâ, Senaî’den yaptığı alıntıyla bu konuyu farklı bir açıdan şöyle açıklar

İlâhî şarabı içtiğin yerde sızıp kal orada yat

Zira Meyhâneden çıkan sarhoş yolunu şaşırırsa

Çocukların (bilmezlerin) maskarası olur.

Her nereye gitse yalpalar çamura düşer

Onun halini anlamayan ahmaklar ona güler

O bu haldeyken peşine takılan çocuklar

Onun ne sarhoşluğunu bilir ne de şarabın neş’esini

Allah sarhoşundan başka herkes

Bu yolda çocuk mesabesindedir

Heva ve hevesinden kurtulan kişiden başkası

Buluğa ermiş (olgunluğa ermiş) değildir.

7. Sâlik, Dost Meclislerinde Bile Hünerini Göstermemeli

Hz. Mevlânâ, bu konuda da nefsin bir takım oyunları olduğunu göstererek sükûtî olmayı tavsiye eder.

Dost yolda arkadaştır, sığınaktır

İyi bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir

Dostlara, sevdiklerine ulaşınca sükût ol (sessizce)otur

O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma

İyi bir düşün de şu Cuma namazına bir bak

Herkes toplanmış tefekkür halinde susup durmaktadır

Sen de varını yoğunu (böylece mecliste) sükût diyarına çek

Nişan arıyorsan kendini nişâne yapmaya kalkış

8. Sâlik Sırlarını İfşa Etmemeli

Zirâ sırları ifşâ etmek, hedefe ulaşmaya engeldir.

Her sırrı ifşâ etmek doğru değildir

Zira bazen çift dediğin tek, tek dediğin çift olur

Şayet aynanın saflığını yüzüne karşı söylersen

Aynanın saflığı kaybolur buğulanır

Buğulanır da bizi göstermez olur

Hz. Mevlânâ, sır ifşâsının kalp aynasının buğulanmasına sebep olacağını söyler ve genel bir perspektif içinde sâlike şu üç şeyi tavsiye eder.

Şu üç şeyi söylemekten dilini tut;

Zehabın (kanâatin), zehebin (paran) ve mezhebin

Çünkü bu üçünün düşmanı çoktur

Düşmanın şayet bunları bilirse

Sana zarar için pusuda fırsat bekler

Sırrını bir tek kişiye dahi söyledinse

İşte artık o sırra “Elveda!”de

Zira iki kişiyi aşıp bir başkasına söylenen sır

Artık şayi olur, yayılır gider

Hz. Mevlânâ, istişare yaparken bile, sünnet-i Peygamberî (s.)’ye uyarak sırrı saklamak gerektiğini söyler.

Üstü örtülü ve sırrı açığa çıkarmadan

Kinayeli bir üslüpla meşverette bulun

Hazret-i Peygamber (sav) üstü kapalı istişâre ederdi

Cevap verenler, sırdan habersiz cevap verirlerdi

Sâlik’in değil kendi sırrını, başkalarının sırrını da saklamalıdır.

Allah bir kimsenin ayıp ve kusurunu örtmek isterse

Ona, ayıplı kulların ayıbını yaymama meyli verir.

9. Sâlik Kimseye Yük Olmamalı

Hz. Peygamber(S.)’in yere düşen kamçısını bizzat inip alarak kimseye yük olmamasını örnek gösteren Hz. Mevlânâ, şöyle nasihat eder:

Hz. Peygamber (sav): “Allah’dan cenneti istiyorsan

Kimseden bir şey isteme ki

Kimseden bir şey istemezsen, Ben kefilim

Cennete de girersin, Allah’a da ulaşırsın”, buyurdu

Bunu duyan sahabi bu kefillik yüzünden o hale geldi ki

Hz. Peygamber (s.) bir gün ata binmiş gidiyordu

Elinden kamçısı yere düşüverdi

Hemen inip kendisi aldı, kimseden istemedi

Kul ol da yeryüzünde at gibi özgür ol

Cenaze gibi kimsenin boynuna binme (yük olma!)


http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=372