21 Ekim 2008 Salı

Mevlevi olmak zorunda mısınız?

Budizm başta olmak üzere doğu öğreti ve dinleri ahlâklarından, bağlamlarından, dünyalarından yani hakikatlerinden koparılıp bir kaçışın, hemen şimdiciliğin, diğerini (şimdilerde "başkası", "öteki") unutan, yıpratılmış bir diğerkâmlığın yerine kendiciliğin oturtulmasından başka bir şey olmayan klonlarıyla "bir sömürge olarak gündelik hayatımız"ın resmi dinselliği olarak kendilerini gösteriyorlar.

"Doğucu" hedonist, doğunun hedonizminden, hazdan anladığından hazzetmiyor. Zevk, ölçü, kıstas, dur durak anlayışının toplumsallığını red içinde herşeyden önce. Yeni yorumun geçerli olmasının kriteri tüketimci ve kendini ve kendi imkanlarını tüketmeye kurulmuş bir bireycilik. Fedakarlığı, başkalarının hakkını, başkalarına verilen öncelikleri reddeden bir başkalıkçılıkla, kendi başkalık hakkını savunuşun, başkalık vurgusuyla dünyayı değiştirmeye soyunuş.

Başkalarının mutluluğu başkalarının mutluluğunu öne çıkararak değil, kendi mutluluğunun silahşörü bir dünya kurtarıcılığıyla sağlanmak isteniyor gibi. Klasik hedonist utilitarianizm toplam mutluluğu artırma derdindeydi. Ya da acıyı azaltma. Bu "doğucu", kurtulmuş, kurtarıcı gündelik hayat sömürgeciliği kültür ve kültürlerarasılık lafzıyla, kendince ders vererek, kuzular gibi masum ve tepeden bakarak sürüye dalıyor.

Bu tip bir ufku ufkumuza bulaştırma derdinde olanlar, kendi doğuculuklarını bir eğreti hırka gibi giymekteler. Kendilerinde değişen bir şey yok. Kimlikleri aynı. Nesillerce devam edecek kendini tanımlama ve kimliklendirme süreçleri gücünü yitirmeden, saldırganlığını yitirmeden, sömürgeci hırsını terkeylemeden arka planda devam ettiriliyor. Sorgulamadan. Ama sorgulayana da aman vermeden.

Bizim aklı evvellerimiz, şimdilerde "Mevlevilik neden kapılarını dindar olmayanlara açmıyor?" sorusunu sormaktalar. Mevlevilik gerçekten devam etmekte mi, gerçekten Mevleviliği bilen eden, devam ettiren kaldı mı sorusunu bizzat geleneğin içinden gelenler sormakta. Bence, evet, bir adabı bilen, mevleviliğin kültürünü bilen insanlar var. Ancak onun içinden değil, dışından konuşanlar işitiliyor. Bu durumun adını koymayalım. Ama başkalarının söz hakkını, başkalarının bakışlarını kendi ufkundan, kendi(ne) bakışından bile daha çok sunan bir konumda Mevlevilik.

Mevlevilik sömürgeleştirilmiş doğu dini; meditasyon, gevşeme rahatlama dini; hazcı dinler jeneratörlerinden de nasibi almış durumda. Çoğu "Rumi" çevirisi, alıntısı vurgusu Mevlana'dan çıkarılabilecek en sıradan bir bilgeliği bile yadsır, dümdüz eder durumda.

Mevlana ve Şemsin reddettiği bir Vahdet-i Vücud yorumu, hattâ mevleviliğin temellerini oluşturan bir aşk, birlik kavramının politeizasyonu zaten var olan, kendini dayatan, önü açılmış olan, çığ gibi büyüyen bir silme süpürme işi.

Buna aşkla karşı koyan üç beş kişi sabırla köklerinden kopmadan, dünyaya nefret kusmadan, kimseleri silkelemeden, isyan etmeden, kovalamadan, kışkırtmadan, sabırla, sabırda, birlikte, birliğe teslim oluşta, insandan umut kesmemede yaşıyorlar.

Din olmasa tasavvuf ne güzel olurdu diyenler, sömürgeci hoşgörücülüğü değil, hoşgörmüşü, sabretmişi, katlananı, itilip kakılan ama itip kakmayanı ortadan kaldırma derdindeler. Onlar, anlayanın, sabredenin, sevenin, inananın eşiği. Onlar olsa da olmasa da siz de değişen ne olur? Onlar gitse, size ne kalır? Onların evi de işgal edilse size aşktan ne kalır?

Son mevlevi de teslim olmadan mevlevi olamayacağını düşünüş. Din olmasaydı tasavvuf ne güzel olurdu diyebiliş. Bizi aranıza alabilmeniz için bize benzeyin diyebilmenin " başkalık" hakkı ve hukuku? Başkalığa bakışın ahlakı?

Mevleviler adına konuşabilseydim, şunu söylerdim: Size Mesnevi okumayın diyen mi var? İstediğiniz kadar okuyun. Buyrun, istediğiniz gibi de yorumlayın, gerekçelerinizi vererek, ve söylediğinizi eleştiriye açarak. Ama inanmadan inanç sahibi olmak, sevmeden aşk konuşmak, olmadığını görünmek, göründüğünden olmamak iki yüzlülüktür. İki yüzlülük bizim işimiz değildir. Kapılar açık, ama misafirin yalanı yalancısını değil, ev sahibini, muhatabını mahcup eder. Utandırmak istememekteyiz, bundan mahcubiyetimiz.

Gönül evinde çizmeyle dolaşılmaz. İnsan inanmadan da sevebilir. Evi fethetmeden de evdeki güzele, güzelliğe tutulabilir.

Bizler de kaybolursak, istediğiniz olursa, o bina ne işinize yarayacak?

Biz biliyoruz ki, dibe vuracağız. Aşka geldiğimiz kadar, aklımız da başımıza gelene kadar. Akıl başa gelince, ne bir kin kalır, ne öfke. Sabrımızı beklemekteyiz. Sabıra beklemekteyiz.

İçinde çizmelerle dolaşılan bir bina. İçinde dolaşılan sikke, kavuk, cübbe, tennure. Biz hakikatimizde, hakikatimizle dolaşmaktayız. Onun bende olduğuna bendeyiz. Onun yolunun tozuyum dediğinin yolunun tozuyuz. Tersini iddia edenlerden de elbette şikayetçiyiz.

Öğretiden ibaret olan dahi hikmetle değiş tokuş edilmeye çalışılıyor. Hikmeti bırak, doğunun yüzeyseline bak. Evlerdeki bakırı talan eden naylon tabak satıcıları, naylon tabak, alüminyum tencere değiş tokuşcuları gene ev halkınca buyur edilmekteler. Kendilerini ne kadar eşit ya da kurtulmuş görseler de, naylon tabak devrini kapatamamaktalar. Kensisini evin sahibi göremeyen, kapkacağı talan ettiren bir hatun nasıl eşitliğin sözcüsü olabilir? Evinden çıktığında ev halkı evi yağmalıyorsa, yağmalatıyorsa o adam nasıl ev sahibi olduğunu düşünebilir?

Eşitlik, adalet, farkılığın zenginliğinde yaşamak, dayanışma, hak hukuk, ne ver kurtul işidir, ne kaç kurtul işi, ne de unut kurtul. İçinde yaşadığın dünyayı okumak, birlikte yaşadığın insanın, insanların derdini dert edinmektir. Dertte kaybolmakta değil, derdi tanımaktadır vurgu.

Senin derdini dert etmişlerle bir alıp veremediğin varsa, kimin ayakkabılarını giymişsin, kimin gözlüklerinden bakıyorsun, kime neyi kimi sunuyorsun bir bak! Yıktığın ev kendi evin.

Evet dışına çıkabilmektesin. Şimdilik. Çıkamaz durumda olduğunda, çıkmazda olduğunda, tavrını tüm dünyaya önerdiğinde ne olacak, bir kural olarak, bu senin ayrıcalığın değilse?

http://salimsaracer.blogspot.com/2007/11/mevlev-olmak-zorunda-msnz.html

19 Ekim 2008 Pazar

Eski Eserler

Eski Eserler


-İlber Ortaylı: 1717 yılında bugünkü Doğu Almanya'nın , Almanya'nın Doğusunda Saksonya Eyaletinin küçük bir kentinde bir sanatçı zanaatkarın çocuğu doğdu. Anası dokumacıydı. Fakir bir aile sayılırdı. Sağlıksız olarak dünyaya gelen bu çocuk kısa süren ömründe çok önemli bir dalın İlkçağ Sanat Tarihinin öncüsü sayılacak verimli çalışmalar ve eserler bıraktı. Bahsettiğimiz kimse JOHANN JOACHİM WİNCKELMANN dır. WİNCKELMANN Klasik Çağ yani Yunan Roma Çağı dediğimiz zaman akla gelen isimdir. Fakir ve imkansız hayatına rağmen Dresden(?) de okuduğu lisede Yunanca ve Latinceyi mükemmel öğrendi. Sıkıntılı bir köy öğretmenliğinden sonra Saksonya elektörünün (?) Dresden 'e çok yakın büyük dükalık kütüphanesinde kütüphaneci olma şansını elde etti. İşte onun asıl yetiştiği ve sadece Yunan Roma Sanatı'nı değil o zamanlar henüz çok iyi tanınmayan toprak altında yattığı için büyük eserlerini tanımadığımız ve daha doğrusu dilleriyle de henüz bir ilinti kuramadığımız için yunan Roma'nın dışında şüphesiz onun öncülüğü olan Mısır Fenike ve Mezopotamya sınırının ve kısmen Suriye’deki buluntularının üzerinde tetkiklerde bulundu.

Bunların üzerinde Winckelmann'ın geniş bir dil bilgisi olmadığı çok açıktı. Zaten henüz toprak altındaki beşer tarihin bu büyük medeniyetlerinin kendilerini anlatma şansı yoktu. İnsanlar ne çivi yazısını ne hiyeroglifi okuyordu.

Mısır'ın Winckelmann ölümünden 50 sene sonra ....... tarafından keşfedilmiştir. Mezopotamya, Asur, Hitit, Kalde ve Fenike gibi uygarlıklar için bu süre daha da uzundur. Fenike yazıtlarını Gramer'ini o kültürün açılışını iki kişiye borçluyuz. Birisi Fransızların ünlü Renand'ı. Zamanın Osmanlılarının İslam medeniyeti hakkındaki yorum dolayısıyla pek benimsemedikleri ama hiç şüphesiz ki büyük bir oryantalist olan eskisi ve yenisiyle Ernest Renan'dır. İkincisi bırakının Avrupalıları bizim bile çok dikkate almadığımız bir isim. Yaptığı arkeolojik kazılarla bu medeniyeti 19.asrın dünyasına tanıtan Osman Hamdi Bey.

İşte o andan itibaren Türkiye Eski Çağ araştırmalarını önemli bir üyesidir. Ve Allah'a Şükür bütün güçlüklere, küçümsemelere bütün imkansızlıklara rağmen Türkiye bu mirasını götürebilmektedir. Bunun götürülmesi için de çalışmamız lazım.

Winckelmann Yunan Roma Arkeolojisi üzerinde o zaman daha henüz kazıların başlamadığı zaman da mevcutları inceleyerek mukayeseli bir metotla ki o metodu da büyük ölçüde kendisi geliştirmiştir. Bunları eski medeniyetlere yani Fenike ve Mısır'la bağlantısını ortaya koymuştur. Kısa ve sağlıksız ömründe İtalya'nın dışında daha fazla geziler yapamadığı için bu büyük adamın değerlendirmelerinden mahrumuz.

Roma'ya 38 yaşında gidebildi. Orada da yaptığı bugün bugün Vatikan Devleti’nin Kültür Bakanlığı diyebileceğimiz ....... Palacio Del .... da bir kütüphane memurluğuydu. Ve o sayede tetkiklerini buluntular üzerindeki araştırmalarını tamamlayabildi.

18.yy gerçekten bir aydınlanma çağı mıdır? Tarih, coğrafya ve bilhassa eski eserler alanındaki çalışmalara bakarsak evet. Diğer bölümleri tartışmak istemiyoruz. Karls Nibur (?) bir Danimarkalıdır. Hiç şüphesiz ki Almanca dilinde yazmaktadır. Uzuz şark seyahatleri Türkiye, Suriye ve bilhassa İran'ı da içeren uzun tetkik gezilerinde Şiraz civarındaki Persopolis'e adım atan ve daha henüz çivi yazısı bulunmadığı halde çok dikkatli kayıt ve kopyalarıyla bazen güneşin altında saatlerce kopya ettiği yazıtlarla aslında o uygarlığa yani Hindu Avrupa dili olan eski Farsça yoluyla (..?...zamanındaki) çivi yazısına arkeolojiyi yanaştırmıştır.
05.50: Eski eserler bilgisi üzerinde 18.yyda çok fazla duracak değiliz.Ama şunu bilelim; İnsanlığın tarih düşüncesinin henüz emekleme çağıdır. İlkçağ milletleri ve medeniyetleri Avrupa insanlığı ve hatta Orta Şark için bir muammadır. Efsaneler gerçekleri örtmektedir. Zeki bir seyyahımız vardır, Evliya Çelebi. Mısır'da kalmıştır, keskin gözleriyle orayı incelemiştir. Ve Girit'te çok uzun kalmıştır. Belki bugün yeryüzünde öremeyeceğimiz birtakım eserleri görmüştür. Muhakkak görmüştür.bunlarla mukayese yapmıştır. Ve Giritlilerin Ecine ? kavmine mensup olduklarını eski Giritlilerin ...dan Afrika'dan göç ettiklerini ileri sürmüştür. Onun seyahatnamesindeki bu dahiyane cümleler yapılan kazılar ve araştırmalar ile gün günden aydınlığa kavuşmaktadır. Ama hiç şüphesiz 18.yy gözlemleri artık evvel ki asırlar gibi değildir. Beşeriyet eski çağlara eğilim herhalde Vilkenman’la başlamış değildi. Vaka Vilkenman 1757'de çıkan ünlü eseri Gesih'te de ....... Eski çağ sanat tarihi gibi devir açan monumental abidevi eserinde bambaşka bir yöntem modern bir yöntemle bu konuya yanaşmaktadır ama unutmayın Helenizm devrinde yunanlılar yani onlara artık Yunanlılar diyemiyoruz Mısırlılar ve Orta Şark milletleri mısır'da İskenderiye'de ilk defa bir Müze'yi Pinoketekt denen revaklar altındaki müzeyi kurmuşlardı.

Aslında eski eserleri toplamak onları okumak Mezopotamya kültürüne ait bir şeydir. Asuriler v Akatlar Sami bir dil konuşmalarına rağmen Asyai bir dil olan yani Aglutine ekler köklere dayanan bambaşka bir dil olan Sümercedeki tabletleri kopya edip saklarlardı. Gılgamış Tufan efsanelerini oradan biliyorlardı. Bu hatta bizim bugünkü sınırlarımız dahilinde Urfa'da Sultan Tepe'de kazı yerinde bulunmuştur bu metinler . Hiç şüphesiz ki Rönesans gerçek anlamda bir eski eser toplayıcılığıdır.bu her zaman çok sistematik değildir. Rönesanssın insanı tabii ki eski Şark dilleri Egyptoloji ile ilgisi olmasa da Yunan Roma kültürüne dil dolayısıyla yakınlaştığı için bu alanda daha bilgili bir koleksiyonculuk yapabilmekteydi. Ve bu anlamda Hıristiyanlığın merkezi yani Vatikan, saraylar ilk müzeler sayılabilir. Şunu da açıkça söylemek lazım bu koleksiyonlar halka daha büyük ölçüde açıktı. British Museum'dan ve Louvre'dan evvel Vatikan'ın böyle bir fonksiyonu yerine getirdiğini belirtmek gerekir. Aynı zamanda ünlü kütüphanelerdi Kütüphanelerde eski resim ve yazma kitap toplamak bu dönemlere has bir alışkanlıktır. Ve unutmayalım Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi yani önce Bursa ve bilahare İstanbul bu faaliyetin bir parçasıdır. İçinde bulunduğumuz şu küçük bina bile hepinizin bildiği gibi Topkapı Saray'ndaki 3. Ahmet'in özel kütüphanesidir. Bu sıcak ve estetik dolu ortamda padişah hiç şüphe yok ki kendinden 2,3,4 asır evvel yazılmış hatları kitapları resimleri gözden geçiriyordu. Bugün Süleymaniye kütüphanesi bütün şarktan Hintten İran'dan Arabistan'dan getirilen bu gibi yazmalarla doludur. Ve bunların içinde sadece Arapça Farsça Türkçe Çaratayca dediğimiz şivedeki Türkçe değil Ermenice, yunanca Latince ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'ın Budin'den getirdiği Macarca kitaplar dahi vardır.

Rönesans yarı sistematik yarı sistemsiz bir toplama dönemidir. Eski Mısır'ın yüzeydeki hazineleri İtalyan Rönesans sanatını etkilemiştir. Sistematik stilistik araştırmalarla daha çok açığa çıkıyor. Ama itiraf etmek gerekir Dünya'yı toplayan zamanları mekanları birleştiren senyörlerin içinde sadece Floransa'nın büyük dükası, İtalya'nın Urbino'daki .....dak, veya hepimizin bildiği gibi Mantua Sarayındaki hanedanı değil papalık vardır. Sadece Papalık mı vardır? İstanbul'da Padişah'ın kendisi vardır. 2. Mehmet yani bizim İstanbul'un Fatihi Yunanca ve İtalyanca bilirdi. Eski eserlere düşkündü. Onun zamanında bizim bugün Fatih köşkü dediğimiz Topkapı'nın Hazinesi olarak kullandığımız yerde Yunan-Roma heykelleri buna mümasil mozaikler ve eserler vardı. Rönesanssın önemli ustalarını Bellini başta , bildiğimiz ve bilmediklerimize portreler, resimler yaptırdı.

Bunların çoğu maalesef Halefi 2. Bayezıd zamanında elden çıkarılmış muhtemelen sattırılmıştır ki kendi portesini bugün oldukça yıpranmış, değiştirilerek sadece yüzü değiştirilerek restore edilmiş bir şekilde Britanya'da Londra'da National Galery'de buluyoruz. Hiç şüphesiz Rönesans sadece İtalya değil bütün Akdeniz'e yayılan bir zevk bir dönemdir. Çünkü insanlar eski eserlere meraklıdır. Ama bunların sistemasyonu sistematik incelemesi 18. asra aittir. Ve Türkiye’de de 19.asırda müzeler kurulmaya başlamıştır.

1847'de Tophane müşiri olan Fethi Ahmet Paşa yani bizdeki yazarlardan Sermet Muhtar Alus'un dedesi ilk müzeyi Topkapı Avlusu'ndaki birinci Avludaki Aya İrini kilisesinde yaptı. Burası çadır silahların saklandığı bir depoydu. Onu bir müze haline çevirdi.

1840'lardan beri Osmanlı idaresi her yerden eski eser topluyor. Hatta vilayet ve sancak merkezlerini mali müzeler teşkiline idarelerini bildiriyordu. Mesela bir örnek 47 tarihli Gazze'den yani bugünkü Filistin Askala mevkiinde bulunan bir lahti İstanbul'a celp etmek için onun resmi çizdirilmişti. Bilgi ediniliyor. Mesela Adana'dan mal müdürü Ata Bey tespit edilip bulunan sikkeleri toplattırıyor. Demek ki eski eserlerin kıymetini bilmemek gibi bir şey yok. Diplomatik gerekçelerle bunların hediyesi var. Baron Pro.... Austen Avusturya Sefiri Kırım savaşı sırasındaki diplomatik faaliyeti takdir edilmiştir Babıali tarafından ona bazı sikkeler hediye edilmiştir. Mesela Grand Dük Konstantin Rusya'dan geldiği zaman Çanakkale'de istediği bir lahit kendisine hediye edilmiştir. Veya 3. Selim zamanında İngiliz Sefirine İstanbul'da Çemberlitaş avlusunda bulunan yine böyle bir Yunanca kitabe hediye edilmiştir ama şunu da söylemek gerekir 19.yyda bu gibi hediyelere rağmen bir yandan da eski eser toplattırılır.

Ve hepimizin bildiği gibi 1872'de Ahmet Vefik Paşa Muarif Nazırıyken ünlü Dr. Detier 'i bu müzenin başlına getirir ve ilk katalogumuzu hazırlatır. 1860'larda bugünkü Çinili Köşk bizim ilk müzemizdir. Ve yeni bir Suphi Paşa Nizamnamesi 36 maddelik 'Eski Eserler Nizamnamesi' çıkmaktadır. Bu biraz gariptir. Buluntuların 3'te 1 esasıyla devlet-şahıs arasında paylaştırılacağını hatta kazıyı yapan yabancıysa da bu hükme dahil olacağını görüyoruz ki sonradan Osman Hamdi Bey bugüne örnek olan 'Asara.... ' Nizamnamesi ile bu hükümleri değiştirmiştir.

Osmanlı kazı yapmaktadır. Osman Hamdi Bey gibi, Aziz Bey gibi onun yetiştirdiği kimseler İmparatorluğun 4 bir tarafında kazılar yapıyorlar mesela Lübnan'da Saida ve Sidon'da bulunan eski lahitler ün kazanıyor. Ve zaten o lahitler imparatorluğun mimarlarından mimar Valory tarafından 'Ağlayan Kadınlar Lahti' örnek alınarak bugünkü müze binası Topkapı Sarayı'nın Saray-ı Amiri'nin Alanında yapılıyor Gülhane'ye bakan kısımda.Bu kadar büyük bir faaliyet arasında çok ilginçtir eski eserlerle klasik çağla kazılarla ilgimiz ne kadardı?Şunu söylemek gerekir 1900'le teşkil edilen Darülfünun Osmani yani İstanbul'daki Üniversite'de şüphesiz Tarih, Edebiyat Felsefe okutulduğu halde arkeoloji diye bir şey yoktu.

Peki hiç mi arkeoloji eğitimi yoktu. Vardı. Asar Atika müzesinde asistanlar bugunkü arkeoloji seminerleri gibi bir benzer programla yetiştirilmekteydi. Ve kazılara gönderilmekte yahut asistan olarak istihdam edilmekteydi. Daha ilginç bir şey var, Arkeolji müzesinin hala bugün bile çok zengin sayılan bir asker olan Mareşallipe kadar çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun en genç sadrazamlarından Ahmet Cevat Paşa'nın hediyesidir. Fransızca ve İtalyanca üzerine zamanın en zengin sistematik arkeoloji kitaplarını toplamış ve müzeye hediye etmiştir.

Hiç şüphe yok ki Akdeniz ülkeleri içerisinde en zengin mirasa sahip olan Türkiye ve Mısır ve ardından İran ve Suriye kaçakçıların hedefidir. İtalya gibi zengin çok eskiden organize olmuş ve eski eserlerini koruduğu farz edilen bir ülke bile kaçakçıların hışmından kurtulamıyor.

Kaçak eserler kaçak ticaret o ülkenin de canını yakıyor. Belki bu konuda kitlesel ulusal bir uyanıklık içinde olan İsrail istisnadır. Ve bu gibi kaçak faaliyete ticarete en az konu olanıdır. Bunun bilgisizlikle pek ilgisi yoktur. Klasik çağ tarihi malzemeye ilgi duyanlar bütün toplumlarda azınlığı meydana getirirler. Ama bunları koruyabilmek ayrı bir şeydir. Osmanlı idaresi geçen asırdan itibaren en azından bu eserleri tanımakta Bergama, Efes gibi yerler hakkında rehberler kaleme almaktadır. Salnamelere bakarsanız vilayet yıllıklarına bunlar için güzel yazılar ve rehberler yazıldığını da görürsünüz. Ama imkan başka bir şeydir, unutmayalım kaçakçılık bugün de bizim ülkemizde büyük problem yaratmaktadır.

Şark eserlerinin durumu hazindir. Bazen bir caminin mihrabı 4-5 parça halinde muhtelif yerlere dağılmaktadır. Bunların hepsi müzelere düşse yine iyi meşhur şahsi koleksiyonlarda ve müzelerde bunları bulur. Çoğu tanınmayan insanların bahçelerinde yatmaktadır. O kadar ki orta sınıf mensubu insanlar bile arabalarıyla geçtikleri yerlerde mezar taşlarını yüklenip götürmekten hiçbir tereddüt ve utanma duymazlar bu hiç şüphesiz ki Şark tarihinin de malzemelerini karanlık hale getirmektedir.

Eski Mısır Eski Yunanistan'a göre çok yağmalanır. Suriye Anadolu'daki eserlere göre çok yağmalanır. Bunun önünü almazsak beşeriyetin müşterek tarihini yazmak son derece güçleşecektir. Bu ilgisiz ortamda 1930'lar Türkiye'sinde fakir sayılabilecek , kırsal Türkiye'de eski eserlere kazılara duyulan ilgi şayan -ı hayrettir. Avrupa'nın kustuğu, reddettiği ülkeden kovduğu Yahudi ya da sosyalist asıllı Laman eski çağcılar Volfram ?, Landberg, Pereteburg ? gibi Türkiye tarafından himaye dilip alınması ve yeni kurulan İstanbul Edebiyat Fakültesi'nin arkeoloji ,astroloji bölümlerinde ve bir yıldız müessesi olan o zamanki Dil,Tarih'in 36'dan itibaren eğitiminde bunlara yer verilmesi çok büyük bir aşamadır.

Bir doğu ülkesi, imparatorlukta başlayan ama eksik başlayan arkeoloji macera ve merakını ilmi metotlara dökmekte ve insanlarını yetiştirmektedir.

Hatta Avrupa'ya bursla gönderilenlerin arasında sadece, hekim , mühendis ,ziraatçı değil astrolog ve bizantiolog adayları da vardır. Bu öğrencilerin bazıları kendilerine verilen bu imkanı iyi değerlendirmişlerdir ki Sedat Alp bir Hititologumuz rahmetli Ekrem Akurgal gibi bir arkeologumuz aralarından çıkabilmiş ve yeni seli iyi yetiştirebilmişlerdir.
23.00: Kim ne derse desin noksanlarımıza ve imkansızlıklarımıza rağmen biz dünyaya bütün zamanları ve mekanlarıyla hükmetmeye kalkıyoruz. Eksiklerimiz var burnumuzun dibinde ve bize yakın zamanlardaki Bizans'ı hala ilmi olarak tetkik edemiyoruz. Bunu yapmamız lazım, bunun gibi örnekler ve eksikler de var ama Türkiye eski eserlere karşı başka türlü yaklaşabilen ilmi metotlarla gelen ve hatta yer yer öncülüğü olan bir ülkedir.

Harf Devrimi

Harf Devrimi

-İlber Ortaylı: Türkiye 1928 Kasım’ında harf devrimi yaptı bu çok önemli bir olaydır kültürel devrimdir çünkü hepimizin bildiği gibi dil insanoğlunun en önemli üretim ve anlaşma aracıdır ve dilin işaretlerle ifade edilmesi yazıdır yazı medeniyeti yansıtan bir enstrüman bir alet araç olmaktan ötede bir üretim aracıdır kayıt sistemidir çünkü şunu unutmayalım ne zaman ki insanlar toplumlar tüketeceklerinin üstünde bir üretime kavuşmaya başladıkları vakit yani depolama işlerine girdikleri vakit ve dolayısıyla mübadele ve mal doz aşımına başladıkları vakit kayıt kaçınılmaz olmuştur ve aslında birçok kişinin düşündüğünün aksine yazı dediğimiz olay uygar kültürel bir kayıttan çok doğrudan doğruya mal varlığımızın depoladığımız ürünün ve ürün dolaşımının takibine yarayan bir araçtır çünkü eski çağlarda kültür dediğimiz olay yani şiir dini metinler dualar birtakım meseller zaten sözlü olarak ezber yoluyla nakil ediliyordu ve dillerin kullanımında da bunların ezberine yönelik bir üslup vardı bu çok açık bir şeydir çok yakın çağlara kadar okuma yazma bilmemek cehalet sayılmazdı bazı şeyleri bilmek şartıyla mesela Hindistan Babil imparatorluğunun 17. Asırdaki en önemli hükümdarı hümayun okuma yazma bilmiyordu ama çağın entelektüeliydi.onun hafızasındaki şiir onun hafızasındaki tarih onun hafızasındaki coğrafi bilgi çok az insanda bulunuyordu eski roma metinlerine baktığınız zaman bunların ezbere çok müsait olduğunu görüyorsunuz bunların metin tutmak çok zordu M.Ö 4000 de Mezopotamya havzasında arkeolojik kazı katmanları dolayısıyla uruk 4 dediğimiz yani üstteki katmanlardan şehrin adının uruk olduğu belli ama 4. Katmanda bulunan yazılar dikdoğrafik yazıdır okunamıyor çivi yazısı gibi değil bugün için okunamıyor fakat bunların fazla ürünü getirip mabetlerde depolayanların rahipler tarafından tutulan kayıtları olduğu anlaşılıyor bu çok önemlidir Nil havzasındaki hiyeroglifte buna yöneliktir çünkü Nil aslında vergilendirme sistemi bakımından Nil’deki ziraat depolama sistemi bakımından da çok mükemmel bir kayıt sistemi gerektiriyordu.hiç şüphesiz ki yazı tarih demektir.bu görüş bugüne kadar da değişmemiştir.yazı öncesi tarihi malzeme çok iyi değerlendiriliyor. Hatta bazen bu malzemeyle yani bundan çanak çömlekle birtakım metal unsurlarla bunların coğrafi mukayesesi yoluyla o bölgenin tarihini yapmak yazılı metinlerden daha çok imkan veriyor kolaylık sağlıyor.buna rağmen yazı tarih demektir çünkü yazıyla temas kuruyoruz.yazısını okuyamadığımız kavimlerin tarihlerini biliyor muyuz elbet okunamayan birtakım yazıtlara rağmen komşu devletlerdeki komşu kültürlerdeki yazılı kayıtlarla bunu öğrenmişizdir en başta Avrupa böyledir yani Avrupa’nın yazısı yokken büyük Romalılar oraya girdiler ve Julyus Sezar’ın . debelyogaiukus...................... gal savaşlarından başlayarak orada mükemmel Latince Romalıların kayıtlarıyla bölgenin tarihini öğreniyoruz kendileri bir şey anlatmadıkları halde. Mesela mısırın hiyerografilerini okumadan çok uzun yıllar evvel bazı fragmanlarla yani o devirdeki mısırlıların yunanca yazdıkları tarihlerle mesela Maneto kişilerin getirdiği parçalarla bölge hakkında bir bilgimiz vardı ama ne zaman ki Şampolyon hiyeroglifi çözdü bu mısırlılarla yüz göz olduk sayılır temasa geldik ve o zaman mısırı tanımaya başladık tarih bu şekilde yazıya dayanır bu en önemli unsurdur yazı tarih demektir yazıdan evvel ki bölüme tarih öncesi diyoruz . Yazı aslında tarih boyunca 2 kanaldan yürümüş birincisi resim yazıları bizim uzak Asya’da bildiklerimiz bu bizim alfabe mantığımıza uymuyor. Bu diyagramlara dayanıyor. Bunu öğrenmek te bize zor geliyor onun için fakat yakın doğuda Akdeniz havzasındaki yazı ne olursa olsun aynı kökten geliyor. Çünkü bunlar seslere dayanan fonotik yapılı alfabelerdir. Mesela Arap alfabesi bir yerde Sami dillerin bir bölümüdür. Buna kim dahildir bugünkü yaşayan dillerde Arapça Arap alfabesi tabii hiç samillerle alakası olmayan İranlılar. Ve öbür tarafta İbranlar yani bugünkü İsrail'in dünyada ki Yahudilerin kullandığı alfabe, dillerin ifade etmek için. Öbür tarafta yine bu şubede ki Fenike yazısından çıkan türeyen önce yunan alfabesi ve Latin alfabesi, yaygın olarak Latin alfabesi kullanılıyor. Çünkü tamamıyla fonetik bir alfabedir. En mükemmel tekniktir. Bütün meselede budur. Tarih boyunca yazı değiştiren kavimler vardır. Bu çok anlamlıdır. Yani mesela eski İranlılara baktığınız zaman çivi yazısıyla ortaya çıkmışlar. Sonra arada Arapcaya yakın bir alfabe kullanmışlar. Ondan sonra Arap alfabesine geçmişler. Bunların içindeki bir şube yani Tacikistan halkı hatta Kril alfabesine geçmiş. Resmen o ülke Kril alfabesini kullandığı halde, resmen halk artık eski farsça metinleri okumak için avdet ediyor, Arap harfleriyle kendi edebiyatlarını okumaya yani bir yerde İran ve Afganistan halkıyla kendileriyle aynı dili kullanan halkla bir beraberliğin içine girmek üzere. Türklerde tarihte birkaç kere alfabe değiştirmişlerdir. Bunu coğrafi zaruretlerle yerine getirmişlerdir. Siyasi hakimiyet alanlarını gereği olarak yerine getirmişlerdir. Ve en sonuncusu ve önemlisi Uygur alfabesi dediğimiz aslında Soklara eski Esrangelosa bir alfabedir. Bunu ne gariptir ki Moğol İmparatorluğunda kançılar veya kitabet hizmetlerinde kullanılmıştır bu Uygurcayla. Fakat gerekse İslam medeniyetine o çevreye girişimiz İran üzerinden olduğu için biz Arap harflerini İranlılar üzerinde aldık. Ve bu aldığımız Arap alfabesi Arabistan'da gördüğümüz tip de değil, çünkü 3 tane harf ilavedir buna. Ç, P ve J. Gene Kefin kullanılışı da çok farklıdır. Bunların Türkçeye uyarlanması maalesef ne Arap harflerindeki nede Farsçada ki Arap harflerinin kullanımı kadar çok kesinlik arz eden pekinlik olan yüzde yüz doğruya yakın bir imla vermez. Aslında yaşayan dillerin hiç birinin ifade tarzı sesi yüzde yüz ifade edilmez alfabeyle buna büyük Batı dilleri de dahildir. Ama buna rağmen bir çoğu çok yakındır artık. Bu keyfiyet Arap harfini kullanan Araplarda, Farslarda da bizimkine göre daha pekinlikli daha yakındır ses tarzına ama Türkçe için bu uzun zamanlar söylenemezdi. Bu nedenledir ki Türkçede Arap harflerinin kullanımı bilhassa 18. ve 19. asırlarda bir problem haline gelmeye başlamıştır ve 20. yüzyılda da bildiğimiz harf devrimin nedeni olmuştur. Çok garip bir şey harf devrimini Türkiye yapmış değildir ilk başta. Bizden evvel kardeş bir cumhuriyet hem de Rusya'dan bağımsız olduğu bir zaman da Azerbaycan Cumhuriyeti yapmıştır. Ve ondan sonra bir düze Rusya'dan çıkan Türki cumhuriyetlerde de mesela Krım'da mesela Kazan'da Latin harfleri getirilmiştir hayata. Buralarda Kril alfabesinin hayata geçirilmesi 1930'lar da, Stalinist dönemde, daha çok bir Ruslaştırma eğilimi, Sovyetsizimi ve sosyalsizimi Rus diliyle Rus kültürüyle aynileştirme döneminde tatbik edilmiştir. Ve itiraf edeyim ki bu tip bir Kril alfabesinin böyle bir yazıdaki Ruslaştırma denemesinin tek kurbanı Türkler değildir. Daha hazin örnekler vardır demin söylediğimiz gibi Tacikler, farsça konuşan edebiyatları çok gelişmiş olan yazılı edebiyatları çok eski olan bir millet bunlardan biridir. İkinci harpten sonra Sovyetlere ilhak edilen Moldova Cumhuriyeti burada da Latine geçilmişti tekrardan Krile geçirdi. Buna karşı Ermeniler ve gürcüler gibi iki alfabenin çok eski olduğu literatürleri çok eski olduğu doğru bir yaklaşım istisna olarak elde tutulmuştur.Gene Baltık Cumhuriyetlerinde de Latin harfleri bırakılmıştır. Burada ilginç olan bir şey vardır Romen halkı 19. asra kadar bizim bildiğimiz Latin dili hem de Latinceye en yakın olan gruptan bir Latin dili olan Romenceyi Kril harfleriyle yazıyorlardı. İlk defa müstakil Romanya kurulduktan sonradır ki bunun değiştirildiğini yani Latin harflerinin tatbik edildiğini görüyoruz. Ve demin söylediğim gibi o bölgenin Moldava kısmı bir Sovyet cumhuriyetine dönüştürüldüğü zaman ikinci harpten sonra tekrardan Kril harflerine dönülmüştü aynı dil için. Gene çok ilginç bir biçimde bir İndo Avrupa dili olan uzak şubeden bir İndi Avrupa dili olan Arnavutça Arap harfleriyle yazılmıştır.

Gene çok ilginç bir biçimde bir Hindu Avrupa dili olan uzak şubeden bir dili olan Arnavutça Arap harfleri ile yazılmıştır. Bunun Latince ile yazılması doğrudan doğruya bizim dilimizin tarihçiliğimizin ve tefekkürümüzün çok parlak simalarından sayılan bir Arnavut aristokratı olan Şemseddin bey Şemsettin Sami Fıraşeri'nin önerdiği Latin alfabesi üzerine olmuştur yani 19. asırdan itibaren söz konusudur. Şurası bir gerçektir Latince mi? Arap harfleri mi? Doğu dünyasında çok büyük bir kavga konusuydu bu. 19. yy'ın ortasında Tanzimat reformlarının en iddialı ve hızlı döneminde Azerbaycan'ın ünlü düşünürlerinden daha doğrusu sanat ve kültür adamlarından Mirzafetali Ahundof veya Ahuntzade ki kendisi Kafkasya'nın idare merkezi olan Tiflis'te vilayet merkezinde tercüme bürosunda başkan yardımcısıydı Baron Rose'nin yanında. Tabi o devrin münevver Azerbaycanlıları kendi dillerini Türkçeyi iyi bildikleri gibi İstanbul Türkçesini de çok iyi anlıyorlar Rusça biliyor tabi Farsça Arapçası biliyor bilhassa farsça yazı yazacak kadar geliştirmişlerdir ve Fransızca ve Almanca gibi batının önde gelen dillerinden bir veya ikisini bilirlerdi. Mirzafetali Ahuntzade Türkçe için Latin alfabesini önerdi ve böyle bir şemayı bizim o günlerde teşkil edilen encümeni danişe getirdi. Zannetmeyin ki kendisini zındık diye kovaladılar. Ali paşa Fuat paşa Mustafa Reşit paşa hatta medreseden gelen Cevdet Paşa gibi o tarihte daha o kadar yüksek rütbede değildi ama o grubun içindeydi bunu ilginç bir proje olarak gördüler katiyen Mirzafetali Ahuntzade'yi tahkir etmediler açıktan reddetmediler hatta bir mecidiye nişanı kendisine lütfedildi ve geri döndü şimdi bakınız ortam çok değişiktir. Çok zarih olmayan bazı kayıtlara nazaran 2. Abdulhamidin bile Latin harflerini Türkçe için makul gördüğü görülüyor. Tabi bunu gerçekleştirmenin bir kaos yaratacağını bir çatışma yaratacağını gördüğü için geri kalmıştır. Aslında Türkçe Latin harfleri ile yazılmadı mı yazıldı. Bu tip yabancı dil lügatleri vardır mesela Yakobnac Naci Harşabani diye bir Macarın Türkçe kollogyal Türkçe dediği konuşulan Türkçe üzerine yazdığı bir Türkçe öğretme kılavuzu vardır. Latince Türkçe ve Macarca olmazı lazım oradaki Türkçenin yazılışı . Hiç şüphesiz ki 19. asırda Türkçeyi Latin harfleri ile en azından lügatlerde ve gramer kitaplarında kullanıyorlardı. Bu çok olgun bir imla değildi Fransız imlasına yakındı. Daha da ilginci bu asırda bir de Karamanliga dediğimiz İncil sadece İncil değil ilmi mecmua edebiyat kitapları bile var bilhassa Evangelidos Misalidis gibi bir karamanlı yani Türk Hıristiyan Rum dediğimiz ama Türkmen Hıristiyan Ortodoks bir münevverin yazdığı bir roman var Bunlar Yunan harfleri ile Türkçe yazıyorlar çok zor bir imla aynı şekilde ermeni harfleri ile yazılan bir Türkçe var bunun aksi de söz konusudur mesela sakız adasının Egina adasının ve iyon adaları dediğimiz Adriyatik'teki bazı adaların Kefalonya da ahalisi Katolik olduğu için Rum olmalarına rağmen İstanbul'da da böyle Helen Katolik bir grup vardı bunlar Latin harfleri kullandılar Buna sakız adasında mesela Frangokyotika deniyor Kiyos Sakız adasının Frenkçesi Latin harfleri ile yazıyorlar bu tabi zaman içinde kaybolup gitmiştir ama böyle bir gerçek vardır Hristiyan Yunanlılar içinde el camia dediğimiz Arap harfleri ile yunanca yazma adeti vardı Yorgodedes Türkologlardan bunu inceliyor Bosna Hersek’de bildiğimiz Sırp Hırvatça geniş ölçüde Arap harfleri ile yazılıyordu o yüzden Bosnalıların konuştuğu dilin o kaynaktan uzaklaşmasına yardım etti. Ve tabi Arnavutça öyle yazılıyordu bunlar bilinen özelliklerdendir.19 yy'a gelindiği zaman hiç şüphesiz ki Türkiye çok önemli bir bürokratik devrim geçirdi Tanzimat idaresi demek idarenin insanların toplumun hayatına aktif müdahalesi demektir Okul açıyordu devlet sağlık işleri ile ilgileniyordu vergilerin daha düzenli bir biçimde toplanması söz konusuydu askerlik ordu meselesi kayıt kuyutu gerektiriyordu ve nüfus hareketlerinin takip edilmesi başlamıştı şimdi bu keyfiyet karşısında memur kadroları büyüdü okuma yazma yani kitleyle temas kurulması gazete çıkarılması ki 2. Mahmut biliyorsunuz takvim-i mekayı çıkartmıştı ve Mısır’da da Hidivlik İadresi Mehmet Ali Paşa aynı şeyi tekrarlamıştı hatta onlar öncüydü bile. Matbaanın geliştiğini görüyoruz. Bu durumda sadece okumak konumunda olanlar idare edilenler değildi idare edenlerinde daha kolay daha standart bir imanla ile yazmaları gerekiyordu. Bu bize has bir keyfiyet değildir 18 yy'ın başında Rusya aynı keyfiyet içinde bürokratik modernleşmesine başladığında büyük Petro Slav Rus alfabesini ıslah etti ve tam 11 harfi çıkarttı lüzumsuz gördüğü aynı şeyin benzerini 1917'en sonra Bolşeviklerde yaptılar Avusturya’da Mariterez imlayı ıslah etti Fransa 17. asırda yapmıştı bunu çok daha erken bir dönemde demek ki bu bir kaçınılmaz dönemeçti ve Türkiye bu yola girdi Şemseddin Sami bey ünlü lügat ve ansiklopedisinde kamusel alam, kamusuturki ve kamusufransevi'de Türk alfabesini Osmanlıca dediğimiz Arap harfli Türkçeyi bir takım harekelerle yazmak bir yana bir takım seslileri ilave etmiştir. Mesela gül harfini "k" ve "l" diye değil eskiden olduğu gibi g ve l araya vav u koyar. Bustanı yazarken mesela dikkat ederler bir takım isimlerde buna dikkat edilir. Aynı şeyi kırımda bütün türk dünyası için İstanbul Türkçesi ile bir gazete çıkaran tercüman gazetesini çıkaran İsmail bey Gaspıralı'da yapmıştır hatta o kadar ki bu tip yeni ilalı Türkçeyi öğretmek için usulü Cedid dediği mektepleri kurmaya başlamış buralarda süratle okuma yazma öğretmiştir ve bunların sayısı 20 yıl içinde ta uzak Asya’daki doğu Türkistan’a kadar beş bine ulaşmıştır bu okulların sayısı bu usül üzeri öğretilirdi Gene Türkiye’de 2. meşrutiyette sattı el husri kurduğu çocuk yuvalarında bu tarz biçimde okuma yazma öğretiyordu ki benim neslimde ilkokula gittiğimiz zaman onun yöntemleri ile tabi Latin harfleri ile kolay okuma yazma öğrenirdik. Bu hiç şüphesiz ki problemi çözmüyordu Nasıl olurda sekiz tane ünlü ile bugün yazılan Türkçe o devirde sadece vav ya elif bir ölçüde güzel h dediğimiz üç buçuk sesli harf ile işi idare edecek. Tabi bu imla karışıklığı değişiklikler getirdi. Kitlenin okuma yazmayı hızlı öğrenmesi için harbin içinde Enver paşa bütün harfleri Arap harflerini bitişmeden yazılacağı bir sistem getirtti Enver’i yazı denir pratik değildi bırakıldı Türk cemiyeti her gazetenin her derginin nerdeyse her nüshasında bu sorunu tartışır hale geldi. Kaldıralım kaldırmayalım yani imla harflerini. Latin harflerini getirelim getirmeyelim. Hayır efendim imlayı ıslah edelim

Kaldıralım kaldırmayalım yani Latin harflerini getirelim getirmeyelim, hayır efendim imlayı ıslah edelim. Bu 1928'e kadar devam etti. 19282in önündeki örnek Azerbaycan'dı. Aynı şey İzmir İktisat Kongresinde ileri sürüldüğünde yani bu yazı okuma yazmaya mani, bununla iktisati hayat gelişmezdi dendiğinde Kazım Karabekir Paşa dedi Efendim Azerbaycan bu işi yaptı rezil oldular. Ne kadar rezil olduklarını bilmiyoruz ama imlayı standart olarak tatbik edemedilerdi bazı sorunlar vardı ve o yüzden de 19302larda Azerbaycan alfabe olarak Kril harflerine döndürüldü. Ardından da öbürlerinde aynı şey tatbik edildi. Türkiye'de çok az sayıda insan bu konuda radikal bir harekete karar vermiştir. Ve karşı olanlar daha mutedil davranalım diyenler vardır. Karşı olanlardan biri inkilaf kanunla gerçekleşene kadar ünlü türküloğumuz Türk tarih profesörümüz Fuat Köprülü Hocaydı buna karşılık Avram Galanti Türk Musevi Cemaatinin aydın tarihçisi bu harfler terakkiye mani değildir diyen ve halen okunan bir risali kaleme almıştır. O da demek ki bu cephedeydi ama demek ki bunu isteyenler vardı. Ne tuhaftır Atatürk istiyordu şiddetle, İsmet Paşa aman Yavaş yavaş ikisini de tatbik edelim dedi. Buna karşı Mustafa Kemal Paşa'nın dediği şudur ikisi de tatbik edilirse bu iş yürümez. Nitekim Kasım 28'de ki radikal karara rağmen daha çok üniversiteler de bile talebelerin Arap harfleriyle not tuttuğu hatta o notlara imtihan için tesir ettiklerinde Arap harflerini kullandıklarını yani ben 30'ların sonundaki hukuk fakültesinde tesirlerin Arap harfleriyle olduğunu biliyorum. Gazetelerde yavaş yavaş geçildi başında imla zorlukları vardı. Fakat bunlarda zamanla düzeldi bir standarda doğru geldi. Şunu söylemek gerekir matbaacılıkta ve basın sanayide bir çöküntü hissedildi. Ama 30 bin küsur kitapla başıkla hayatını tamamlayan Arap harfli Türk edebiyatı bugün hiç şüphesiz ki artık milyonlarla başlığa ulaşmıştır. Bunun değiştirilmesi söz konusu değildir. Efendim harfler kalktı değiştirildi eski kültürümüzü takip edemez hale geldik. Doğrusu şudur filolojik hassasiyeti olmayan muhtelif dilleri ve eski metinleri mukayeseli olarak okuma alışkanlığı edinemeyen bir toplumda bu çok geçerli değildir. Geçen asırları Türkleri çok az kişi dışında eski metinleri okuyamamışlardır. Okumamışlardır böyle bir neşriyat yoktur. Eski harflerin muhtelif kullanılışı buna manidir. Buna karşılık şimdi daha iyi okuyanlar vardır. Bir hocamızın Faruk Akün'ün edebiyat fakültesinde bir palegrofi seminarında dediği gibi Artık yeni nesiller için Arap imlasının ve Osmanlıcanın bir handicup bir set teşkil etmediği görülmektedir. Bu meseleyi halletmişlerdir. Demek ki filolojik devrimi yaptığımız takdirde yani bir ölçüde tüm sosyal bilimlerde hukuktaki ilgili öğrencinin bu harfleri öğrendiği takdirde böyle bir sorun olmayacaktır ve esasen Arap harfleri öğrenmek ve okumak çok zor değildir.

10 Ekim 2008 Cuma

Ümit Beyin Maillerinden - Umut Rehberi - umutrehberi@googlegroups.com



Aziz Canlar Merhaba,

“Yeryüzünde haksız yere kibirlenenlere, büyüklük taslayanlara, âyet ve işaretlerimi doğru okuyup doğru anlama imkânını vermem” [7:146]

Ey dil olayım dersen eğer mazhar-ı irfan

Allah için Allah diyelim huu diyelim hu


Kulağından vesvese pamuğunu çıkarıp da kâinatın coşkusunu
Nükte-i feyz-i ezeli’yi, Beşiktaş Mevlevihanesi Şeyhlerinden Hasan Nazif Dede Efendimizden suzidil suretinde işitmek isteyenler buraya! [169.mestmp3]


Beni tanıyıp benlikten kurtulma yolcuları ise bundan sonraki satırlara buyursunlar:


Kibir, Hakkı, gerçeği görmezlikten gelip umursamaksızın boş bir büyüklenme ve gurur duygusu, kendinden başkasını hor ve hakir görüp tepeden bakma hali..

Kibrin başlangıcı her türlü nefsânî arzulara, bilhassa zenginliklere ve dünyevî isteklere karşı duyulan aşırı sevgidendir.

Bu aşırı arzuların gönüle yerleşip kalması, kök salması da âdet ve alışkanlıktandır. Peki nasıl haberdar olabilirim bu kibirli halimden?


Hareket ve davranışlarımda hep çalımlı, diğer canlardan üstün, farklı özellikleri varmış gibi davranıyorsam,oturuşum-kalkışım, nefes alıp verişim, el-ayak hareketlerim ve mimiklerimle hep bir farklılık peşinde bulunuyorsam, bencilliğin (egoizm) dışa vurması sayılan bir çeşit cinnet ve ruhî bir rahatsızlık olan
KİBİR perdesi Hak ile aramda perdelerden bir perde olmuş demektir.


Böyle bir hasta her zaman kendini olağanüstü görmenin yanında çok defa, başkalarını, hususiyle de meslek,meşrep, yol-yöntem açısından kendine/kendilerine rakip saydığı kimseleri küçük görür ve gösterir. Başkalarına ait
fazilet ve meziyetleri duymaya asla tahammül edemez; edemez ve duydukça öfkeden çatlayacak hâle gelir yine de kendilerinden bir şey umduğu kimselerle aynı karelerde bulunmayı asla kaçırmaz; dünyevîlerin arkasından koşturur durur ve düz insanlarla bir arada bulunmayı, aynı kareye düşmeyi kendine zül sayar.

Kendinin değerler atlasında bulunmayan hiçbir düşünce ve davranışa iltifat etmez ve karşısında vahy-i Hak dahi olsa
şahsî yorumlarına öncelik tanıyarak yine kendini ifade peşinde koşar.. ve ne yapar eder hemen her mülâhazayı evirir-çevirir kutsal(!) saydığı kendi düşüncelerine bağlar.


İnsan Kullanım Kitabı’ndaki ayet, konuyla alâkalı ne ürpertici bir tehdittir..!

“...Allah, her kibirli ve zorbanın kalbini işte böylece mühürler.” [40:35]


Ki bu hal Hak Nebi’yi(sav) bile şaşırtır:
"Şuna şaşılır ki İnsanın evveli bulaşık bir küçük nutfe, ahiri de mülevves bir cîfe iken, yâni bir tohumdan yaratıldığını bildiği, öldüğü zaman ruhsuz bir ceset, bir cîfe, leş olduğunu bilir de, yine de kibir duyar, iftihar eder, burnu havada gezer."


Hz. Pir’in bizlere haber verdiği Kibir:
Akıl ve zekâyı keskinleştirmek (çıkar) yol değildir; padişahın fazl u ihsânı,
(gönlü) kırık kimselerden başkasını kaplamaz.
Bu ululuk (kibir), bil ki zehirli bir şaraptır.
O şarapla (ancak) aptal kişi sarhoş olur.
Bu bizlik, benlik (davası), halkın merdivenidir.
Halk, sonunda bu merdivenden düşer!
Kim merdivenin daha üstüne çıkarsa daha aptaldır.
Çünkü düşünce onun kemikleri daha beter kırılır!
Hz. Âdem’in işlediği küçücük kusur, midesi ve şehveti yüzünden oldu.
Fakat iblisin suçu, ululuktan, kibirden ve mevki yüzündendi.
Âdem, çabucak tövbe etti; o melûn ise tövbe etmeye tenezzül etmedi.
Haddini bil de yukarılarda uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme!


Şeyh Sâdî'nin dediği gibi:
"Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar..."
misali kendinden ve yaratılış hikmetinden uzak yaşayan BEN(liğim)
Daha vakit var iken(?), fırsat elde var iken, kendini bil!
Ki kendini tanıyanlar, hiçbir zaman kibre ve gurura düşmez,
bilâkis tevâzularını artırır ve mahfiyete bürünürler.


Bu haftaki niyazımız Ed-dâi Fakîr’in dilinden:
Rabbimiz, bizleri kibir ve gurur şaşkınlık ve şımarıklıklarından muhâfaza buyursun!
Nefsimizi tanıyarak, nefsin elinde oyuncak olmaktan kendimizi kurtarıp,
eksik, uçarı ve kaypak akla takılıp kalarak günahta ısrar etmeden,
günlük hayatımızı kendi arzu ve heveslerimize göre değil
Gaye insan, ufuk peygamberin güzelliğinde,
Hak Dost’un hoşnutluğuna göre düzenlemeyi nasip eylesin.
İlâhî kudret ve azameti karşısında "hiçliğini" idrâk edip haddini bilen,
yersiz övünmelerden sakınan: "O Rahmân'ın (has) kulları ki, yeryüzünde
kibirlenmeden, mütevâzî olarak dolaşırlar" [25, 63] buyruğundan lâyıkıyla
hissedâr olan şöyle garip boynu bükük canlara aşk olsun, huu

----~~---~~------~~~~-----~~

Vakt-i şerif, Şevval, Cuma, ömür ve şahsiyetlerimiz,
ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola,
Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola
Şefaat û nebi cümlemize nasib ola efendim

Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .
Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
Yüksek müsaadelerinizle

2 Ekim 2008 Perşembe

ÇARLIK RUSYASI VE RUS-OSMANLI İLİŞKİSİ

http://msnbc-ntv.com.tr/news/458946.asp

ÇARLIK RUSYASI VE RUS-OSMANLI İLİŞKİSİ - İlber Ortaylı

Neva Nehri’nin kıyısındayız. St.Petersburg’un asıl kurulduğu mekan burada Petropavlovsky Kalesi’dir, fakat şehir hiç şüphesiz ki bu garnizondan inkişaf etmiş değildir. Asıl kıtayla birleştiği temel ada olan Vasilya (Vasilievsky) adasındadır. Nitekim karşımızda “Zimniy Dvorets”, yani Kışlık Saray’ı görüyoruz.

Burası Çariçe Büyük Katerina’nın kendi inziva alanını seçtiği bir bölge; onun için Ermitaj adını almış ve bugün Avrupa’nın hatta dünyanın belki de en zengin müzesi. İçinde eski şark, yeni şark Avrupa sanatı ve bilhassa biz Türkler için çok önemli olan orta asya ve güney Rusya’daki kazılardan çıkan buluntuların hepsi burada.

Sarayı takip ettiğiniz zaman Neva’nın kaynağına doğru, yeşil bina ünlü Rusya mareşali Kutuzov’un sarayı, zaten Petersburg saraylarıyla ünlüdür. Bir yerde Aniçkov denen yapıcı albayın adını taşıyan köprüden kanala girdiğiniz zaman ünlü aile Yusupov ve Aniçko adını taşıyan ana kraliçenin sarayı, şehirde iki tane Şeremetyev, bir tane ünlü Straganov sarayı ve sayısız diğer köşkler ve saraylar yer alıyor. St.Petersburg’da bir bina veya apartman sahibi olmak Rusya’nın yüksek aristokrasisi için bir emir ve nizamname konusuydu.

Her köşesi Rus edebiyatının, Rus tarihinin bir olayına tanık. Vostanye, ayaklanma caddesinde şubat ihtilali meydana gelmiş. Finlandiya İstasyonu’na Lenin gelmiş “Ekim İhtilali” başlamış. Üstünden Smolniy ki, bolşevik karargahı kurulmuş. Şurada hemen kışlık sarayın arkasında Grigoriy Aleksandroviç Potemkin adı verilen Tavridya Sarayı’nda 1905’de Rusya’nın ilk “Duma” denen meclisi toplanmış. Bugün bu bina Bağımsız Devletler Topluluğu’nun eski sovyet devletlerinin birarada bulunmaya çalıştıkları bir merkez durumunda. Hiç şüphesiz Rusya tarihinin ilginç dönemleri var.

Çar Petro, oğlu Aleksey’i kendi reformlarına kendi batılılaşmasına karşı çıktığı ve bu yüzden bazı Avrupa hükümdarlarıyla mektuplaşma ve iş birliğine girdiği için yok etmek zorunda kaldı. işkenceyle hem de ve idam kararını imzalarken, “baban olarak üzülüyorum seni affedebilirim ama imparator, çar olarak, devletin başındaki kişi olarak affedemem” demiş. Kardeş katli, oğul katli bazı hallerde hükümdarlar için kaçınılmaz trajik bir vaka. Rusya tahtını 1613’den beri Romanov’lar ele geçirmiştir ve Petersburg, Romanov hanedanının kurduğu bir başkent sayılır Büyük Petro sayesinde.

Güya Çareviç Aleksey idam edilirken kendi hanedanını lanetlemiştir. O yüzden de Romanovlar hanedanı devam etmiş sayılır. Nitekim Çar Petro’dan sonra karısı ilk katledilen sonra oğullarından biri değil de kardeşi Ivan’ın kızları nihayet son olarak da kendi kızı Yelizabeta Petrovna tahta geçti. Yelizabeta Petrovna’nın çocuğu yoktur, evli değildir. Bunun için ne yaptı, yeğeni Üçüncü Petro’yu aslında “Anhalt-zerbst” Düküydü Almanya’da ve Almanca’dan başka dil bilmezdi. Anhalt-zerbst prenseslerinden ünlü Catherina’yla yani eski Sophie prensesiyle evlendi. Aslında Romanovlar hanedanı burada sona ermiştir, ismen devam etmektedir ve 1917 ihtilaliyle de çok kanlı ve dramatik bir sonuçla bu haneden tarihten çekilmiştir. Bunların üzünde durmak lazım.

Birinci harbin sonunda hanedanlar devrildi ama hepsinin devrilmesi ve trajik sonu aynı değildir. Bazıları hakikaten çok fecidir. O nedenle Petro Paul Kilisesi’nin olduğu yere son çarın ve ailesinin kemikleri bulundu ve yeniden münakaşalı bir törenle gömüldü.

İleride görünen sivri altın kubbe Admiralty binası. Petersburg’un ilk tershanesi ve bahriye nezareti. Sarayın hemen arkasındaki harbiye nezaretinin yanında yer alıyor. Bir bakıma Rus donanmasının tarihi tartışılabilecek bir konudur. Denizlere açılmak Büyük Petro’nun amacıydı. Bunun için Hollanda’da gemicilik bile tahsil etti. Rusya’nın deniz zaferleri arasında Çeşme’de ki donanmamızı yakmak “Yunan Ayaklanması” sırasında, bir de Kırım Harbi’ne sebep olan şey, Sinop’ta donanmamıza bir baskın vererek gene aynı şekilde yakmak olmuştur.

Genellikle batılı devletlerin ölçüsünde bir donanma geliştiremediler. Rusya kara devletiydi. Rus- Japon Harbi’nde de uzak doğu donanması tamamıyla tahrip edildi. Hiç şüphesiz ki bunun etrafında bir tarih gelişmiştir. Büyük Petro’nun reformlarının esası hiç çekilmeden, hiç fazla düşünmeden yabancı kuvvet getirmek. Fransız İhtilali’nin kaçkınları Rusya’ya geliyorlar. Nitekim Duc de Richelieu, yani büyük Kardinal Richelieu’nün ikinci kuşak yeğeni Odessa şehrini gerçekten kuran bir validir.

St. Petersburg’un 62 metre yükseklikteki en büyük katedralini Büyük Petro büyük bir iddiayla yaptırdı. Şunu açıkça söylemek lazım, bu iddia yeni Rusya’nın kuvvetini ortodoksyayı gösteriyordu ama herhangi bir ortodoks kilisesinde olmayan bir istisnai özelliği var ve bu Rus Ortodoks Kilisesi’nde dahi yoktur. Bina dini ikonlar ve heykellerle süslenmez. Fazla İtalyan Rönesans’ının etkileri ve zaten dış mimarların yarattığı bir harikadır.

Bu yenilikçiliği içerisinde Petersburg’da kurduğu ilk kale Peter Paul’dür; çünkü kendi ifadesiylede İsveç savaşlarında yenile yenile yenmeyi öğrenmiştir. Peter Paul Kalesi zamanla Rusya’nın çok acı olaylarına sahne oldu. Burada ölen çarlar gömülürdü. En başta maalesef bir merdiven basamağı altında hıyanetle itham edip idam ettirdiği Aleksey’in de gömüldüğünü görürüsünüz. Bundan başka bu kale 1.Aleksander’in ölümünden sonra kardeşinin tahta geçişi sırasında ayaklanan subayların ve ilerici soyluların katledilmek için hapsedildiği ve uzun yıllarını geçirdikleri zindanın adıdır.

Bazen bu zindan duvarları 2,5 metre ve 5 metreyi bulur ve dekabristler burada uzun yıllarını geçirip Rusya’nın ilk liberal monarşik hareketi yok edilmiştir çünkü hükümet bu olayı da abartmıştır. Millet meydanda, subaylar, “Yaşasın Constitute- anayasa-” diye bağrıyolar. Bunu meydanda toplanan halk, Konstantin’i çarın karısının adı zannediyor ve onlar da bağırmaya başlayınca, hükümet kuvvetleri dehşete kapılıyor.

Tıpkı 1905 Ayaklanması’nın başlangıcını teşkil eden Peter Gapo’nun aslında hükümete bağlı bir papazın kurduğu sarı sendikaların pazar yürüyüşü sırasında “Kanlı Pazar” dediğimiz bir olay. Orada yanlışlıkla büyük bir devrim zannederek binlerce kişininn üzerine iyi niyetli masum kişilerin üzerine açılan ateşle ihtilal kanla başlamıştı.

Tahta çıktığı zaman Rusya büyüktü. Napolyon savaşlarında tarihin, tabiatın ve önemli komutanların yardımıyla Rusya galip olmuş ve Paris’e kadar ilerlemişti. Viyana Kongresi’ni de zaferle kapatmıştı. 1.Aleksander’in ani fakat dedikodulu ölümü ki bu ölüm çarın birdenbire ortadan kaybolup Sibirya’ya çekilmesi, kendi kendini bilinmeyen bir kiliseye kapatmasıyla izah edilir. Kardeşi Konstantin tahta çıktı. Konstantin’in tahta çıkışı ünlü fakat acılı sonuçlar veren bir ayaklanmayla gölgeye düştü ve o Polonya’ya çekildi. Sıra küçük kardeşe gelmişti.

1.Nikola Rusya’nın ünlü zamanında tahta çıktı. Avrupa’da söz sahibiydi ve öldüğü zaman birleşen Avrupa’nın karşısında yenilmişti. Tarihlerde bizden “hasta adam” diye bahsedilen ve bir an evvel bölüşülmesi ve ortadan kaldırılması gereken problemin yok edilmesi gereken mirastan söz eden çardan bahsediyoruz. 1.Nikola, Rusya tarihinde polisi yeniden kurdu. Kırım Savaşı’ndaki bozguna varana kadar demiryolları üzerinde durmadı ama posta ve ara yolları sistemini geliştirdi. Rusya’da üniversitelerin kuruluşuna öncelik etti. Moskova ve Petersburg’dan sonra başka bazı merkezlerde yeni üniversiteler açıldı. Eğitime önem verdi, fakat şiddetli bir polis devleti kurdu. Prens Meternich’le birlikte ve Prusya’nın desteğiyle Avrupa’da uyanan milletlere karşı bastırıcı faaliyetlerde bulundu.

Nitekim çar orduları ayaklanan Polonya ve Macaristan’ı bastırmak için Avusturya Birliği ile işbirliği ettiler. Doğrusu Avusturya koşutlayışı ve diğerlerini bastırabilecek durumda değildi. Orada doğrudan doğruya çarlık orduları işi başardı. Sığınan Polonyalı ve Macar milliyetçiler Osmanlı İmparatorluğu’nda kurtuluşu buldular ve Osmanlı İmparatorluğu, reformalarını yürütecek bir dizi milliyetçi Macar ve Polonyalı elit mensubu kazandı.

Ünlü Konstantin Borjesky yani Mustafa Celaleddin Paşa, ünlü Sefer Paşa Koçielsky, ünlü general Ben- Murat Paşa ve ünlü Tchaikovsky Sadık Rıfat Paşa. Kırım Savaşı çıktığı zaman istenen mültecileri geri vermediler. Hiddetlenen Nikola, tehdit için Amiral Menchikov’u İstanbul’a yolladı. Saygısız, yüksekten atan ve ısrarcı taleplerine cevap bulamadı.Daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten kuvvetli diplomat eliti müttefiklerini bulmuştu. İngiltere ve Fransa, hatta Piyemonte’yi yanlarına aldılar. Rusya bu sefer Avusturya’yı yanında bulamadı.

Kırım Savaşı, Rusya’nın felaketini getirdi. Herşeyden evvel 1.Nikola’nın böylelikle Kafkasları işgal eden oradaki insanları süren, içte Çernişevsky, Dobroyulof gibi aydınları zulüm altında tutan hatta riyavetlere göre Puşkin’in düelloda ölümünü bir entrika olarak hazırlayan, Dostoyevsky gibi birini sürgüne gönderen, milletlerin üstünde zulüm kuran istibdatın temsilcisi, Kırım Savaşı sonunda yenilmiş ve hayatını da bu üzüntü içinde kaybetmiştir. Yerine 2. Aleksander geçecektir.

2.Aleksander tahta geçtiği zaman doğrusu durumu sarsılmış bir Rusya bulmuştu. Bir, Avrupalıların artık Rusya’nın düşmanı olduğu çok açıktı. Kırım Savaşı’ndan sonraki Paris Antı’yla Rusya, Karadeniz’deki hakimiyetini yine kaybetmişti ve toprak kazanmak bir yana dursun, demiryolu sisteminin ulaşımının çok zayıf olduğu anlaşılmıştı. Şurası bir gerçekti, büyük sarsıntılar geçiren, ordusunu yenilemek zorunda kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısında yenilmişti. Memleketin içinde ihtilalci hareketler son derecede hızlanıyordu ve bu yetmezmış gibi artık bu terör örgütlenmeye başlamıştı. Şurası bir gerçektir, çarın hayatına mal olacak bir terör, halkçı hareketler onun üstüne yürümekten çok babasının yaptığı aksine bazı liberal tedbirler almaya yöneldi.

Anayasa düşündü. Öldürüldüğü gün bile cebinden bir anayasa ve parlemento taslağı çıktığı söylenir. Toprak köleliğini kaldırmayı düşündü. En önemlisi de bütün Rusların yaptığı gibi balkanlarda Türk İmparatorluğu’nun tabası olarak yaşayan Slavları kurtarmayı düşünüyordu. Bundan dolayı 1877’de savaş başladı. Savaşın en önemli nedenlerinden biri Osmanlı İmparatorluğu’nun anayasal monarşiyi ilan ederek meclis toplamaya girişmesi ve Rusya’nın parlementosuz tek Avrupa ülkesi olarak kalmasıydı. Savaş boyunca Bulgaristan’da bulunan Rus zabitlerinden birinin mektubu ünlüdür. “Slav kardeşlerimizi kurtarıyoruz. peki bizim zavallı köylülerimizi kim kurtaracak?”. Bu söz söylendiği zaman güya toprak köleliğinin kaldırılalı 17 yıl olmuştu.

1861’de 2.Aleksander büyük ümitlerle ve tartışmalarla toprak köleliğini kaldırdı. Ancak Rusya ziraati islah edilmemişti. Rusya’da sadece her dört çiftçi ailesinden birinin atı vardır. Toprak insan kuvvetiyle çekiliyordu. Eşlerden biri sabanın başındayken öbürü çekiyordu. Bu düşük ziraatle bu fakirlilikle toprak köleliğinin kaldırılması köylülere zenginlik ve hürriyet getirmedi. Şehirlere yayılmaya başladılar ama sanayi de yürümüyordu. Dolayısıyla çarın bütün iyi niyetleri iyi niyet olarak kaldı. Rusya henüz çok az değişmişti. Korkunç 1881 mayıs suikastinden sonra ki üstüne iki kere bomba atılmıştı arabasının, çar ancak hayatını teslim etti.

Istırablı bir ölümünün ardından tahta geçen 3.aleksander hiç şüphesiz ki çok reaksiyoner, çok muhafazakardı. Birşeyi anlamıştı. Rusya’ya demiryolu lazımdı, sanayi lazımdı, eğitim lazımdı ve pek niyetli görünmese de Rusya’ya ziraat reformaları lazımdı. Bu konuda geri mi kaldılar Baltık’da ve yeni ilhak edilen Kars gibi villayetlerde zirai teknoloji, hayvancılık alanında çok büyük gelişmeler yaşandı ama geniş Orta Rusya bundan mahrumdu. Çar birşeyi daha doğru anlamıştı ki bu insanları ve bu imparatorluğu yürütmek için mutlak surette sulh lazımdı. İkinci birşeye daha takılmıştı. Alman hakimiyetini silmesi lazımdı. Evvela Alman köylülerin vergi imtiyazını kaldırdı, askerlikten muhafiyetini kaldırdı.

O Alman kitlesinin kendisine düşman olmasını sağladı ve bir Ruslaştırma, Slavlaştırma ameliyesi süratle yürümeye başladı. Çok küçük bir zaman içerisinde çarın büyük şeyler başarması belki mümkün değildi ama Türkiye İmparatorluğu’yla da ta Birinci Cihan Harbi’ne kadar gidilecek dostluğa değilse de barışa gidildi. 2.Aleksander öldürüldükten sonra bu kilise onun adına yapıldı ve “kutsanan kan” adı verildi. Hiç şüphesiz ki kurtarıcı çar as ve bildikli diye anılan 2.Aleksander’ın Rusya’da büyük dönüşümler gerçekleştireceği umuluyordu.

Başladıkları yarım kalmıştı ve bu imparatorlukta bir takım ileri geri, sağ sol hareketlerin hızlanmasına neden olmuştu. Onu ölümünden sonra Rusya’da “pagrom” denen yahudi mahallerinin yağması ve yıkılması, sosyasilst hareketlerin partileşmesi, yahudi düşmanlığı ve ilave edelim Rusya’daki Türk halkının da haklarının yenmesi, başkalarının topraklarının gasp edilmesi birbirini izlemeye başladı. Galiba Türk- Rus harbi de beklediği neticelerin gelmediği bir macera olarak kalmıştı.

St.Petersburg bir yerde kanallar şehri. Nitekim bu kanalın üstünde de 19.yy yeni akımıyla orta çağ Rusya’sının geleneğine bağlı bir kilise de inşa edilmiş. 2.Aleksander şerefine inşa edilen Kutsanmış Kan Kilisesi. Kanalın başında büyük ve çok insancıl bir yazar olmasına rağmen diplomat ve elçi olarak çok enteregan bir rolü olduğu İran’da ayaklanan kitlelerce katledilen Gribayedov’un anısına bir anıt da var. Bu kanalın bir tarafında ünlü yazar Gribayedov, diğer tarafında Çar 2.Aleksander adına kilise var. işte kanallarla tanınan Petersburg’da çok önemli iki nokta.

Moika Kanalı... Bu kanalın etrafında çok ünlü magnatların yani Rusya’nın çara yakın hanedanlarının sarayları var. Mesela Yusupovlar. Yusupovlar aslında Kazan Hanlığı’ndan geçme sülalelerden. 1552’de Kazan fethedildikten sonra hristiyanlığa dönenlerden. İhtilal’den sonra Avrupa’ya sığındığı zaman Yusupovlar Ailesi’nin son ferdi hatıratında bunu belirtir. Hatta peygamber sülalesine kadar giden lejandar bir efsane...

Fakat şurası belli ki Altın Ordu’dan geçme ve Rusya tarihinde bizzat Rahmaninov gibi, bizzat Şirinsk Şahmatov gibi -ki bu çok slavyan koyu milliyetçi bir maarif nazırıdır- gibi aileler vardır. Yusupov Sarayı, Arnovo dediğimiz, Yugenstil dediğimiz dönemin harikalarından bir bina. İçindeki tiyatrosu, mobilyaları görmeye değer. Bu kanalın etrafında bunun gibi başka saraylar da vardı ve hatta şu köşede yıkılanlar yerine kültür sarayı yapılanlar... Birini de söylemeliyiz. Yusupov ailesinin çok zengin arazileri vardı. O bununla yetinmedi ve kısa zamanda kendi ailevi nüfuzunu da kullanarak yaptığı işler ve yatırımlarla Rusya’nın en zengin sanayici ailesi haline dönüştü. Belki de tek örnekti. İhitilal olmasa da bir çok eski toprak beylerinin iflas edeceği açıktı, çünkü yaşamlarını ayarlamayı bilmiyorlardı.

Bizzat Tolstoy, Anna Karenina’da bunu çok açıkca tasvir ederdi. Bir diğer unsur da Volga boyundaki bugunkü Tataristan Cumhuriyeti’ndeki Kazanlıların çok aktif siyasi ve işadamı olmalarıydı. Bu iş adamları bazı halde firmalarının şubelerini Amerikalara, Orta Asya’ya yaymışlardı. Hiç şüphesiz ki bu tip gelişmelerle Rusya, harpten önce bir kalkınma gösteriyordu ama girdiği birinci harpte herşey altüst oldu ve komşu Osmanlı İmparatorluğu gibi yeni bir döneme girdi. Bu yeni dönemde Rus halkı da çok ağır faturalar ödemek zorunda kaldı.