23 Kasım 2008 Pazar

Ahilik

AHÎLİKTE
MORAL DEĞERLER

Dr. Ali MAZAK 1
A.KAVRAM VE TARİHSEL OLARAK AHÎLİK
Ahîlik, XIII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla kadar Anadoludaki esnaf ve sanatkar birliklerine verilen bir isimdir.2 Bu birlik, köylere kadar yayılan örgütleriyle, millî birliği ve bütünlüğü, sosyal dayanışma ve yardımı temel ilke olarak benimseyen, dostluk ve kardeşlik havası içinde, toplumsal ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı, millî bir toplum kurmayı amaçlayan, yurt ekonomisinde temel ihtiyaç maddelerini en kaliteli, en ucuz biçimde üretmeyi öngören millî bir örgüt biçimi idi. 3
Ahîlik, kelime olarak, Türkcedeki cömert, eli açık anlamını taşıyan “Akı” ile Arapçadaki “kardeşim” demek olan “Ahî” kelimelerini birlikte terimleştiren bir ifadedir. 4

Ahi, vicdanını kendi üzerine gözcü koyan, helalinden kazanan, yerine ve yeterince harcayan, ölçü ve tartı ehli olan, yararlı şeyler üretip insanlara sunan insandır. 5
Sanatkarlara işyerinde yamak, çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi ile mesleğinin inceliklerini öğretilirken, bunların akşamları toplandıkları ahî zaviyelerinde ahlak eğitimi uygulanıyordu. İşte bu yolla yetiştirilen Türk esnaf ve sanatkarları hem aralarında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma kurmuş, hem de Bizans sanatkarları ile rekabet yeteneğine ve gücüne kavuşmuştur. 6
Biz bu araştırmamızda bir Türk Kurumu olan Ahîliğin, ahlakî(etik) yönünü inceleyeceğiz. Ancak, buna geçmeden önce ahlak terimi ile ilgili kısa bir bilgi vermenin uygun düşeceği kanaatindeyiz.

B. AHLÂK BİLİMİ VE İŞ AHLAK
Yaşadığımız bu dünyadaki bazı eylem ve duygular iyi, bazıları da kötüdür. İşte, iyi hayat tarzını en iyi yaşama biçimini belirleyen ahlaktır. Bu bakımdan ahlâk, insanda gerçekleşmesi istenen ruhsal özellik ve yeteneklerin ortak ifadesidir. Ancak, insan bu özellikleri ve yetenekleri kendisinde nasıl gerçekleştirebilecektir? Bunun için bazı bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır. İşte bu bilgileri ortaya koyan ilim de ahlâk ilmidir. 7
Ahlak, sadece insanın kendisiyle ilgili bir kavram olmaktan öte, bütün bir toplumu ve toplumun çeşitli kategorilerini ilgilendiren bir kavramdır. Kapsamı ve kategorileri itibariyle genişleyebilen, toplumdaki insan davranışlarına çevreden gelecek olumlu ya da olumsuz eleştirel değerleri kapsayan ahlak, her toplumda çeşitli kategoriler olarak ortaya çıkar.
Bu kategoriler hayli fazladır ve her bir kategori genel ahlak anlayışından ayrı olarak kendi ahlak kurallarına sahiptir. Mesela, spor ahlakı, ticaret ahlakı, öğrencilik ahlakı, yayıncılık ahlakı ya da sanat ahlakı gibi. 8


--------

1 İBB Kütüphaneler ve Müzeler Müdürü
2 Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, s. ,1,43.
3 Hayrettin İVGİN, Ahilerde Ahlaki Değerler ve Bunların Ticarette Uygulanması, I. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyum Bildirileri, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara 1996, s. 71.
4 ÇAĞATAY, a.g.e, s.143.
5 Ekinci, a.g.e. s. 21.
6 A.g.e., s. XII.
7 İVGİN, a.g.b., s. 72.
8 Mahmut Özdevecioğlu ”Ahilikten Günümüze İş Ahlakı Anlayışı”, Çerçeve, Yıl 3, Sayı: 11, Eylül-Ekim 1994, s. 50.

----

XIII. Yüzyılda Anadolu’da ortaya çıkan Ahi teşkilatları; iyi insan olmanın niteliklerini üzerinde taşıyan sanatkârların, iyi esnaf ve ticaret erbabı olmalarını da amaçlıyordu. Bu kurumlar iş ilişkilerini kutsal kitabımıza ve kadim geleneklerimize dayandırıyor ve buradan hareketle ticarette ve sanatta, temelli ahlâk kuralları geliştiriyordu.
İş ahlakı da, ekonomik hayatla ilgilidir ve ekonomik faaliyetlere katılan insanların işlerini layıkıyla nasıl yapacaklarına ilişkin kuralları kapsar. Yani, bir iş, nasıl yapılırsa toplum tarafından beğenilecek veya reddedilecektir? Bunun kriterleri bir toplumun kendi içinde olduğu kadar, toplumdan topluma da farklılıklar arzetmektedir.
Ekonomik faaliyetler sosyal hayatın önemli bir parçasıdır. Bu bakımdan iş ahlakı her yönüyle mutlaka incelenmesi gereken bir konudur. Ahilik ahlakı, bu gün özlenen iş ahlakı arayışlarına bir model olarak önerilebilir mi? Bu incelemede buna cevap aranacaktır.
Zamanımızda toplumlar daha çok ekonomik güçleri ile öne çıkmakta, diğer toplumlarla aralarındaki fark, ilerlemişlik,-geri kalmışlık gibi ekonomik gelişme ile belirgin hâle gelmektedir. Bu durum, bizim, ekonomi ve iş ahlâkına ayrı bir yer vermemizi gerekli ve hattâ zorunlu kılmaktadır. Aynı şartlarda çalışan ve aynı maddeyi üreten bir fabrikada verimliliği sağlayacak insan gücünün ayırıcı vasfı, ahlâkı olacaktır. 1

C. FÜTÜVVETTE GENEL AHLAK KURALLARI
Ahilik kurulmadan önce İslam toplumlarında Fütüvvet (gençlik) teşkilatları vardı. Ahiliğin gelişmesine bu teşkilatlar kaynaklık etmişlerdir. Bunların yazılı kaynaklarına da Fütüvvetname deniliyordu.
Fütüvvetnâmemelere göre yiğitliğin ilkeleri altıdır. Yiğidin üç şeyi bağlanır, üç şeyi açılır.
Kapalı olanlar:
• Gözü kötü bakışlara,
• Ağzı kötü sözlere,
• Eli haksızlıklara ve zulümlere bağlanır.

Açık olanlar:
• Kapısı konuklara,
• Kesesi kardeşlere,
• Sofrası bütün fukaraya açılır. 2

Fütüvvet, bir ulu ağaçtır. Yiğidin gönlünde biter, yapraklanır, yücelir. Temeli doğruluktur. Gövdesi insanda bulunmaktadır. Budakları temizlik, yaprakları edeptir, hayadır. Kökü tanrıyı bilmek, yemişi evliya sohbeti, suyu, rahmettir. 3
1. Fütüvvetin diğer kuralları
• Doğruluk.
• Cömertlik.
• Misafirseverlik
• Hayalı olmak.
• Kötülüğe iyilikle karşılık vermek.
• Yemekte kusur aramamak.


------

1 İVGİN, a.g.b., s. 73.
2 Harputlu Nakkaş İlyas Oğlu Ahmet, Tuhfat-al-Vasaya, Terc. A. GÖLPINARLI, İÜİFM, C.11. s. 209. Nak. GÜLLÜLÜ, a.g.e. s. 98.
3 Abdülbaki GÖLPINARLI, Burgazi ve Füvvetnamesi, İÜİFM. C.15, s. 86.

----

devam edecek

19 Kasım 2008 Çarşamba

Divan-ı Kebirden Şeçmeler

258. Hakk'tan gelen gamı, kederi bir lütuf olarak kabul et!

Müstef'ilü, Müstef'ilün, Müstef'ilün, Miistef'ilün

(c. 1,518)


• Ey gönül! Hakk'tan gelen gamı, kederi bir lütuf olarak bil de, ondan yüz çevirme! Onun içine gir! Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır. Onun gönülde açtıgı yaraya katılan ki merhemi yüz göstersin! Sunu aklından çıkarma ki sabır,ızdırabın, acının anahtarıdır.

• Dertlerin, kederlerin içine öyle bir aşkla dal ki, sonunda hiç beklemedigin bir zamanda ansızın Hakk'ın kürsüsü ve ars-ı azamı senin önüne gelsin. Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Cihanın nüru ile gül de, cihanın dügünü, dernegi ol! Onun mateminden, acılarından kurtul, emniyete ulas! Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Kibirden, kinden kurtulur da gönlünü ayna gibi parlak, lekesiz bir hale getirirsen, her an onu gönül aynasında görürsün. Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Kibri, kini yok edersen hem benlikten yakanı sıyırırsın, hem de seytanın saçından tutar, boynunu vurursun. Sabır sıkıntının anahtarıdır.

• 0 zaman bahtın, talihin, devlet, varlık kendiliginden kalkar senin ayagına gelirler. Onların gelisi ile mutlu olursun. Sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Sus! Artık sırları söyleme, söyleme ki: " (=Min ledün) sırrına yabancılar, ham kisiler, nasıl erebilirler? Sabır sıkıntının anahtarıdır.

"Kehf Suresi 18/65. ayette, Hz. Musa'ya, kendisine Allah tarafından bilgi verilmis bir arkadasla karsılasacagı bildirilmistir. Bu arkadasın Hızır (a.s.)oldugu rivayet edilir."


280. Söz gökten inmistir. Söz Allah'ın sanatıdır.
Mefa'îlün, Fe'ilatün, Mefa'ÎIün, Fa'ilün,

(c. II, 938)



• Söz, söz söylemeyi bilen, sözün kudretini anlayan kisinin yanında büyüktür. Söz çok degerli bir seydir. Çünkü söz,

gökten inmistir.

• Eger iyi bir söz söylemezsen, bin söz söylesen onlar söz sayılmaz. Fakat iyi ve yerinde söz söylersen, bir tek

sözün binlerce söz kadar degeri vardır.

• Söz perdesini kaldırsan da, söz ortaya çıksa, görünse, o zaman görür ve anlarsın ki, söz, Allah'ın san'atıdır.

• Söz, yüzünü gösterse, herkes ona gıpta eder. Bundan dolayı o, yüzünü gizIer, kendini göstermez. Ne mutlu o

kisiye ki, sözde sır sahibidir. Aklına geleni söylemez, sözün nereye varacagını bilir.

• Arstan yere kadar, zerre zerre her sey konusmaktadır. Yeryüzü de, anlayısta tıpkı arsa benzer.



Divan-ı Kebirden Seçmeler - Şefik Can - Cild I

8 Kasım 2008 Cumartesi

Andrei TARKOVSKİ

http://www.thymos.com.tr/Tarkovsk.html


"İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan,
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.
Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir."

...................................................Andrei TARKOVSKİ




BİR SİNEASTIN PORTRESİ:

TARKOVSKİ İLE FİLMLERİ ÜZERİNE





IVAN'IN ÇOCUKLUĞU (IVANOVA DESTYO), 1962


- Nereden aklınıza geldi ilk filminiz "İvan'ın Çocukluğu" nun konusu?

- TARKOVSKİ: Biraz tuhaf bir hikayesi var bu filmin. Mosfilm stüdyoları filmin yapımına başka bir ekiple başlamıştı. Filmin yarısından fazlası bu ekiple çekildi, paranın yarısı harcandı ama sonuç öylesine kötüydü ki, yapımcı firma filmin çekimini durdurmak zorunda kaldı ve yeni bir yönetmen aramaya başladı. Önce isim yapmış yönetmenlere başvuruldu, sonra daha az tanınmışlara. Hepsi de bu yarım filmi devralmayı reddetti. Bana gelince VGIK Sinema Okulu'ndan yeni mezun olmuş, diploma filmim " Le Rouleau Compresseur et le Violon" u bitirmeye çalışıyordum. Öneriyi kabul etmeden önce bir çok şart ileri sürdüm. Senaryoyu yeniden yazmak, bunun için de senaryonun esinlendiği Vladimir Bogolomov'un hikayesini yeniden okumak istiyordum. Daha önce çekilen ve hepsi bir metreyi geçmeyen kısmın hiç çekilmemiş gibi kabul edilmesini ve her şeye sıfırdan başlamak için tüm oyuncularla, teknik ekibin degiştirilmesini istedim. Bana " Tamam ama paranın da yarısını alacaksınız " denildi. Ben de "Eğer bana beyaz kart verirseniz yarım bütçeyle de çalışırım" diye cevap verdim ve film böylece çekildi.

- O halde konu seçimini bir yana bırakırsak "İvan'ın Çocukluğu" tamamıyla Andrei Tarkovski'den doğdu.

- TARKOVSKİ: Evet

- Ama bu konu aynı zaman da size de çok yakın.Genç İvan savaş yıllarında sizinle aynı yaşta.

- TARKOVSKİ: Benim çocukluğum savaşı bir yetişkin ve bir savaşçı olarak yaşayan İvan'ınkinden çok farklı. Buna rağmen benim yaşıtlarımda oldukça güç bir dönem yaşadılar. Andrei Tarkovski ile İvan'ı birbirine bağlayan şey yalnızca İvan'la bu kuşağın tüm genç Rusları arasındaki yaşanmış acıyı anımsatmaktan ibaret.

- Film, 1962 yılında Venedik'te gösterildiği zaman, savaş üzerine derin bir refleksiyon olarak algılandı.

- TARKOVSKİ: Film iyi karşılandı ama eleştiri düzeyinde tamamen anlaşılmaz olarak kaldı. Herkes, tarihi, hikayeyi filmin karekterlerini yorumladı. Oysa ki söz konusu olan, daha çok, genç bir yönetmenin ilk yapıtıydı. Yani tarih görüşümün değil, dünya görüşümün anlaşılabileceği şiirsel bir eserdi söz konusu olan. Mesela Sartre, filmi İtalyan solundan gelen eleştirilere karşı coşkuyla savundu, ama tamamen felsefi bir açıdan. Bu benim için geçerli bir savunma değildi. İdeolojik değil sanatsal bir savunma arıyordum. Bir filozof değil sanatçıyım. Ayrıca bu savunma tamamen gereksizdi. Filmi kendi öz felsefi değerleri ile yorumlamaya girişiyordu ve ben, sanatçı Andrei Tarkovski, bir kenara konmuştum. Sanki yalnızca Sartre'dan konuşuluyordu, sanatçıdan değil.

- Sartre'ın film üzerine yaptığı yorum - Savaşın canavarlar, sonunda yiyip bitireceği kahramanlar ürettiği - sizin yorumunuzla aynı değil mi?

- TARKOVSKİ: Karşı çıktığım yorum değil. Bu görüşe tamamen katılıyorum. Savaş kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz. Karşı çıktığım yorum değil, polemiğin çerçevesi. Düşünceler ve değerler öne çıkarılmış, sanatçı ve sanatı unutulmuş.



ANDREİ RUBLEV, 1966

- Nasıl doğdu "Andrei Rublev"?

- TARKOVSKİ: Bir alşam Konçalovski ve diğer bir dostumla masa başında tartışıyorduk. Bu dostumuz "Niçin Rublev üzerine bir film yapmıyoruz? Ben oyuncuyum, Roublev rolunu de pekala oynayabilirim. Eski Rusya, ikonlar çok güzel bir konu olur" diye önerdi. İşin başında, bu fikir bana gerçekleştirilemez, hatta berbat, benim dünyamdan çok uzak gibi göründü. Bununla birlikte ertesi gün filmi yapmaya karar vermiştim. Andrei Konçalovski ile çalışmaya başladık. Ne mutlu ki, Roublev'in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı.

- Vladimir'in çantasından, Çan'ın yapımına kadar bütün epizodlar sizin tarafınızdan mı seçilip tasarlandı?

- TARKOVSKİ: Bütün bunlar uyduruldu. Ama bu yeniden yaratımdan önce varolan tüm belgeler tarandı. Bir anlamda Andrei Rublev'in yaşamını elimmizdeki tarihi belgelerin ışığında yeniden keşfettik.

- Böylece son derece kişisel bir film oldu...

- TARKOVSKİ: Kişisel olmayan bir film yapılabileceğine inanmıyorum.

- Filmin ana sorunu, hastalanan sanatçının yaratımdan vazgeçmesi, bir Tarkovski düşüncesi mi?

- TARKOVSKİ: Elbette, aslında bir kaç ikon dışında Rouublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu. Ama Roublev'in kariyerinde bir boşluk, yaratımsız geçen önemli bir dönem olduğu biliniyor. Bu dönemi bir reddiye olarak yorumladım. Ama mesela, Roublev'in bu dönemde Venedik'te olduğunu ispatlayan bir başka yorum çıkarsa ne şaşırırım ne de şok olurum. Belki de Vladimir Katedral'inin yıkılması onu hiç sarsmadı. Ben bir Roublev yarattım ama başka yorumları da kabul ederim.

- Andrei Roublev kötülüğe maruz kalan bir dunyada sanatın meşruiyeti üzerine bir film. Kötülük sürekli iş başındayken güzeli yaratma tutkusu niye?

- TARKOVSKİ: Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedenide bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli.

- Tabi bunun alelade bir sanat olmaması koşuluyla.

- TARKOVSKİ: Ne demek alelade bir sanat olmaması?

- Tanrının dünya projesi ile uygun düşen sanat.

- TARKOVSKİ: İnsan varolduğu sürece yaratma eğilimi de var olacaktır. İnsan kendini insan olarak hissettiği sürece bir şeyler yaratmaya girişecektir. İşte onu yaratıcısına bağlayan şey burada. Nedir yaratım? Neye yarar sanat? Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektüel analiz olabilirler. Picassonun tüm eserleri bu entellektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.

- Dünyanın bir anlamı olduğunu öne süren sanattan başka sanat yok mu sizce?

- TARKOVSKİ: Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar.

- Birçok insan "Andrei Roublev"de bugünün Sovyetler Birliği'ne, Rusya'nın geçmişte ki manevi yaratıcılığını yeniden bulabilmesi için gönderilen mesajlar olduğunu düşünüyor.

- TARKOVSKİ: Bu mümkün ama benim problemim değil. Bugünün Rusya'sına mesaj göndermiyorum. Zaten hiçbir Rusa hiçbir şey söylemek istemiyorum artık. "Halkıma demek isterim ki... Bütün dünyaya derim ki..." türünden peygambervari erdemler artık beni ilgilendirmiyor. Ben bir peygamber değilim. Tanrının şair olma olanağını, bir katedraldeki inananlardan farklı bir biçimde, yakarma olanağını verdiği bir insanım. Bundan başka ne bir şey söyleyebilirim ne de söylemek istiyorum. Eğer Batı toplumu benim fimlerimde Rus halkına yönelik mesajlar buluyorsa, bu iki halk arasında halledilecek bir problemdir. Benim problemim değil. Benim bir tek kaygım var; Çalışmak, sadece çalışmak.



SOLARİS, 1972


- Solaris gezegeninde Kelvin otuz yıl önce ölmüş karısına kavuşuyor. Bu, gerçekleşmesi imkansız bir olay aracılığıyla Tarkovski tarafından anlatılan tek aşk hikayesi mi?

- TARKOVSKİ: Aşk hikayesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin'in Solaris'te bir tek amacı var: Başkasına duyulan aşkın yaşamak için vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir insan, insan değildir.

- Ama başında bir bilim-kurgu hikayesine benzeyen bu macera aslında tinsel bir macera.

- TARKOVSKİ: Daha çok bir insanın başına vicdanen gelmiş bir macera. Stanislav Lem'in romanından esinlenerek bu filmi yapmak istedim. Gerçek bir uzay yolculuğu yapmadan... Şüphesiz gerçek bir uzay yolculuğu yapmak daha ilginç olacaktı, Ama Lem aynı fikirde değildi.

- Bu evren, daha sonra Stalker Zonu, bir çile metaforu değil mi? Yani yalnızca tek bir arzuya sahip olduğumuz bir yer: Kendini değiştirmek.

- TARKOVSKİ: Hayatın çilesiz olsa bile bu tanımı ortaya çıkardığını düşünüyorum; Değişmek. İnsan hayatı yalnızca bu değişimi hedefliyor. Çile bize daha çok, sakin olmak, acılarımızı dindirmek için gerekli.



AYNA (ZERKALO), 1974

- Fransızlar için "Ayna" Proust'un, belleğin dünyasını çağrıştırıyor.

- TARKOVSKİ: Proust için zaman zamandan öte bir şey. Bir Rus içinse bu bir problem değil. Proust için daha çok yayılmak, açılmak sözkonusu. Biz Ruslarsa kendimizi korumak zorundayız. Rusya'da çocukluk anıları, geçmişle hesaplaşmak, pişmanlık üzerine yoğunlaşmış çok güçlü bir edebiyat geleneği vardır.

- "Ayna"da bu gelenekten mi?

- TARKOVSKİ: Evet, zaten bu film Rus seyircisi arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filmin gösteriminden sonra, halka açık olarak düzenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısından sonra salonu temizlemekle görevli temizlikçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmanın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu. Bize, " Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister" dedi. Bu basit kadınn herşeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. "Ayna" bu anlamda biraz da Rusların öyküsüdür. Pişmanlıklarının öyküsü. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbirşey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu.



STALKER, 1979

- Kimdir Stalker, bu gizemli karakter?

- TARKOVSKİ: Film, manevi değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı Stalker, edebiyatın "idealist" tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.

- İsa türünden karakterlerden bahsedilebilir mi?

- TARKOVSKİ: Benim için zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.

- Zayıfın bu gücünü duyması için insanın ne yapması gerekiyor?

- TARKOVSKİ: Önemli olan bu değil. Bir inanç adamının eylemleri düşünülmüş ve akıllıca olmak bir yana son derece absürd olabilir. "Gülünç", "Yersiz" eylemler maneviyatın yüksek bir şeklidir.

- Karşılıksız, nedensiz yapılan eylemler bir anlamda.

- TARKOVSKİ: Evet ama bununla beraber bu eylemler nedensizlik adına değil, kurulu haliyle varolan ve hiçbir şekilde manevi insanı üretemeyecek dünyayı aşmak için gerçekleştirilir. Önemli olan ve Stalker'in bütün seyrini yöneten, onu bayağılığa düşmeden gülünç, hatta aptal kılan ama kendi öz tekilliğini, öz maneviyatını ortaya çıkaran, bu güçtür.

- Stalker Zonu, bu inanışın mekanı mı?

- TARKOVSKİ: Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de bu zonun neyi anlattığı. Buna verecek tek bir cevap var; Böyle bir zon yok. Stalker'in kendisi yaratıyor bu zonu. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde Stalker'in yaratımları.


NOSTALGHIA, 1983

- Neden söz ediyor "Nostalghia"?

- TARKOVSKİ: Yaşamanın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından. Eğer aşka sınır koyarsak insan tamamen şekilsiz bir hale gelir; aynı şekilde eğer manevi yaşama sınır koyarsak insan büyük bir sarsıntı geçirir. Bazıları bunu diğerlerinden daha güçlü hisseder; dünyayı aşk eksikliğinden kurtarmak için kendilerini tamamen bir başkasına adarlar. Bir kurban gibi. Bu aşka, içinde yaşadığımız dünya tarafından sınırlar konulduğunu gördüğü zaman insan acı çekmeye başlar. "Nosthalgia" nın kahramanı, dost olmanın imkansızlığından, dünyayla dostluk içinde olamamanın olanaksızlığından acı çeker. Bununla birlikte kendisi kadar acı çeken bir dost bulur: Deli Domenico.

- Bu acı mı Nostalji?

- TARKOVSKİ: Nostalji bütün bir duygudur. Diğer bir değişle, kendi ülkemizde, yakınlarımızın yanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duyabiliriz. Çünkü ruhumuzun kısıtlandığını hisseder, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi anlarız. Nostalji, dünya önündeki bu güçsüzlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin acısıdır. "Nostalghia" nın kahramanını hasta düşüren illet, dost edinememenin, insanlarla iletişim kuramamanın acısıdır. Bu karakter, maneviyatın özgürce yaşanabilmesi için "sınırların kaldırılması gerektiğini" söyler. Daha genel olarak modern yaşama uyum sağlayamamış karakteri yüzünden acı çeker. Dünyanın sefaleti karşısında mutlu olamaz. Bu toplumsal sefaleti üzerine alır, ama aynı zamanda dünya ile arasına bir mesafe koyarak yaşamak ister. Onun sorunu tamamen merhametinden gelir. Bu merhamet duygusunun canlı örneği olmayı başaramaz. Diğer insanlarla birlikte acı çekmek ister, ama bunu da tam anlamıyla başaramaz.

- Kahramanınıza acıların üstesinden gelebilmesi için verebileceğiniz bir reçeteniz var mı?

- TARKOVSKİ: Köklerine, kaynaklarına inanması gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmesi, yani sürekli olarak yaratıcısına bağımlılığını hissetmesi gerekir. Aksi takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesindedir. Bağımlılık insanın tek şansıdır. Zira yaratandaki bu niyet, bu mütevazi bilinç, bir üstün yaratığın yaratıcısı olmaktan başka bir şey değildir. Bu inanç, dünyayı kurtarabilme gücüne sahiptir. Köle yaşamını yerine getirmek gerekir. Bu ilişki son derece basittir. Anne-baba-çocuk ilişkisine benzer. Bir başkasının otoritesini tanımak gerekir. Bu saygı, bu kölelik, insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, ortodoks rituellere göre yakarma diye adlandırdığımız, ama aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. Bununla birlikte, kendimi henüz bu yakarma idealini gerçekleştirmekten uzakta sayıyorum.

- Tanrı'ya inancınızla sanata inancınız böyle mi birleşiyor?

- TARKOVSKİ: Sanat yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, yaradana benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden yaradandan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrı'sız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı'ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir.

- Sanatın amacı nasıl yalnızca hizmet etmek olabilir?

- TARKOVSKİ: İşte gizem burada. Yaratılışın gizemi gibi. Bir ikonun önünde çöktüğünüz zaman Tanrı'ya aşkınızı söylemek için tam yerinde kelimeler bulursunuz, ama bu kelimeler gizli, gizemli kalır. Aynı şekilde bir sanatçı, öyküsünü, karakterlerini bulduğu zaman dua-eserini yapar, yaratımında Tanrı'yla hem fikir olur ve tam yerinde sözcükleri bulur. İşte burada sanat bir hediye şeklini alır. Sanat yalnızca bir hediye olduğu zaman "hizmet edebilir".

- Filmleriniz böylece Tanrı için aşk eylemleri oluyor.

- TARKOVSKİ: Buna gerçekten inanmak isterim. Bunu yapmaya çalıştım. Benim için ideal, bu "hediye" yi sürekli vermek olacak. Bu anlamda Bach, Tanrı'ya gerçekten sunulabilecek tek hediye.






--------------------------------------------------------------------------------



"Les mardis du cinema", France Culture,
Röportajı Yapan: Laurence Cosse, 7 Ocak 1986
Fransızca'dan Çeviren: Güven Güner, Eylül 1993, İstanbul


*****************************************************

http://kahvevetefekkur.wordpress.com/2009/06/23/deli-domenico-andrei-tarkovsky-uzerine/


Deli Domenico (Andrei Tarkovsky Üzerine)
Posted in Halil DURANAY by Halil DURANAY on Haziran 23, 2009
Kurgu sinemasını ve ilkelerini reddetmemin nedeni, filmin beyaz perdenin sınırlarını aşarak genişlemesine izin vermemesi, yani seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştırmasına olanak tanımamasıdır.

Andrei Tarkovsky





Bir klasik müzik eseriyle jenerik yazıları görünür sonra yavaş yavaş doğaya ait bir tablo ekrana dolar, herşey yavaştır, damardan ağır akan kan gibi, soğuk ve katılaşmaya yakın daha kurguya ait herhangi bir unsur çıkmadan kendi yaşamınıza ait onlarca şeyi aklınıza getirirsiniz evet bir az sonra harkete kavuşacak bu tablo bir Tarkovsky filimidir; film hakkında o an kafanıza kilitlenecek tek şey az sonra ciddi bir varoluş med cezirine bulanacağınızdır.

29 Aralık 1986 yılında sadece 54 yaşındayken Paris’te ölen bu Rus yarım asırlık yaşam serüvenine, aşılması çok güç sinema eserleri sığdırdı. Kendisine uzunca yıllar sinemasının; saçmalık, manasızlık, aşırı kişisel ve halka yaklaşamadığı eleştirileri yapılmıştı. Tarkovsky tüm bu eleştirilere Mühürlenmiş Zaman kitabında şöyle cevap verdi: ” Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil, ama Spielberg gibi, örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım. Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız, Star Wars ve Superman gibi, sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın aptal olduğunu söylemek istemiyorum, ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam. Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır.”

İmgenin taşıdığı nitelikli anlam, soyutluk, bilinçaltı ve ontolojik sorunsallar üzerine ciddi kompozisyonlar kurarak, bu tasarıları en ifadesel görüntülere nakletmek konusunda Dreyer ve Bergman’ın açtığı sinema yürüyüşünü ulaşılaması çok güç bir noktaya taşımışdır. Tüm bu konulardaki ustalığı ve seçkinliği; filmlerinde ciddi felsefi diyalogları ve katarsis görüntüleri varetti. Filmlerinin temel karakterleri, yabancılaşmış – kendini toplumdan izole etmiş, maddi kaygılardan arınıp metafiziğe saplanmış ve özünde yanlız olan adamlar ve ya kadınlardır. Ana karakterlerin yanında yan karakterler de filmin ortaya koyduğu sorunlara hat safhada katı bulunmaktadır. Nosthalgia filmindeki Deli Domenico, Kurban filmindeki Otto, Ivan’ın Çocukluğu filmindeki Komutan Kholin bu saptamaya örnek yan karakterlerdir.

İlk profesyonel filmi 1962 yılında çektiği Ivan’ın Çocukluğu (Ivanovo Detstvo ) filmidir. “Savaş, kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz.” der Tarkovsky. Ivan’ın Çocukluğu da bu tema üzerine inşa edilmiş bir savaş sırası karakter psikolojisi filmiydi. Ivan adlı küçük bir çocuk düşman hatlardan kendi saflarına istihbarat taşır ve bir subay kadar ciddiye alınır. Gereğinden fazla olgunlaşmış hatta karakter mutasyonuna uğramış Ivan ikinci dünya savaşının tüm pisliğini üzerinde resmeder. Şüphesiz Ivan, Tarkovsky’nin ve jenerasyonunun savaş döneminde yaşadıkları gerilimin açık bir yansımasıdır.

Sonra 1966 da Rus İkon sanatçısı Andrey Rublev’i anlattığı Andrei Rublyov filmini çeker. Andrei Rublev hakkında sanatçının yaptığı az miktardaki ikon çalışmasından başka, elde sanatçının hayatı hakkında fikir verecek bilgi neredeyse yoktur. Tarkovsky’i bu durumu şöyle ifade eder;… aslında bir kaç ikon dışında Rublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu… Rublev’in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı…Evet İkon sanatçısı Tarkovsky’nin bakış açısıyla yeniden yaratıldı. Bu yarı gerçek-yarı kurgu Rublev üzerinden Tarkovsky, sanatçının toplumla iletişiminden başlayarak yaşadığı tüm somut yahut iç deneyleri resmetti. Arka planda ise Rublev’in yaşadığı dönem olan Ortaçağ Rusya’sının detaylı bir analizini ve eleştirisini sundu. Pagan ayinlerinden, kilisenin toplumla ilişkisine ve dönemin siyasal durumuna kadar döneme ait birçok ayrıntıyı işledi.

1972 yılında ise ilk kitap uyarlaması olan Solaris’i tamamladı. Stanislav Lem’in romanından esinlenerek çektiği bu film, uzay yolculuğu yapmadan inşa edilmiş bir bilimkurguydu. Sırf bu sebepten bile aynı zamanda çekilen batı uzay filmlerinden oldukça ayrıksı bir yere sahiptir. Aslında Solaris bilimkurgu tabanı üzerine işlenmiş gizemli bir dram filmiydi. Yine bir karakterin bireysel hayatı filmin ana ekseniydi. Kelvin bir görev için Solaris gezegenine gider ve burada 30 yıl önce kaybettiği karısıyla karşılaşır. Bir süre sonra mantık ve mantıkdışılık birbirine karışır. Kelvin bir süre sonra bu olgudan ayrılmak istemez çünkü kaybettiği eşi burada yaşamaktadır ve dünyaya döndüğünde eşi orada olmayacaktır. Kelvin’in içine düştüğü bu ikilem bir süre sonra, neyin gerçek neyin kabul edilir olduğu tartışmasını, Solaristeki mantıkötesi durumu doğru saymasıyla sonuca erdirilmeye çalışılır.

1975’te ise Ayna ( Zerkalo) filmini çeker, bu film de yine Ivan’ın Çocukluğu gibi Tarkovsky’nin kişisel deneyimleriyle çok yakın ilişkidedir ki daha sonra çekeceği Nosthalgia ve Offert gibi soyutluğun ağır bastığı, salt imgelerden örülü ontoloji sorgulamalarının da ilk deneme tahtasıdır. Ayna filmi için de yine anlaşılmayan hatta saçma bir film olduğu eleştirileri ağır basar Tarkovsky’i ise bunun sıradan herhangi bir insanın yaşadığı durumların dışavurumundan ibaret olduğu durumunu karşı kitleye kabul ettiremez. Ayna filminin gece gösterimlerinden sonra Tarkovsky sinemada kalıyor ve izleyenlerle film üzerine uzun tartışma sohbetleri yapıyordu. Yine böle bir sohbet durumu bir gece haddinden fazla uzar ve bir süre sonra salonun temizlikçisi yanlarına gelip Tarkovsky ve beraberindekilere tartışmayı bitirmelerini çünkü salonu kapatması gerektiğini söyler, temizlikçi kadın filmi daha önce gördmüştü ve tartışılacak konun niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamamıştı, temizlikçi kadın söze şöyle devam eder; “Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister”. Tarkovsky bir röportajında bu olayı anlatır ve o temizlikçi kadının herşeyi anladığını ve durumun aslında bu kadar basit olduğunu yineler.

1979 yılında ise yine bir bilimkurgu olan ikinci kitap uyarlamasını tamamlar, bu film; Arkadi ve Boris Strugatsky kardeşlerin Uzayda Piknik kitabından uyarladığı İzsürücü (Stalker) filmidir. Filmde Zone adı verilen ve kendi kendine bağımsız yaşayışıya sahip insansız bir yer vardır. Burası bir felaket sonucu oluşmuştur ve Zone’ a gitmek yasaktır. Stalker denen karakter ise Zone’u çok iyi bilen biridir. Gelen bir teklif üzerine izsürürcü, bir yazarla bir bilimadamını Zone’a yasadışı sokup onları istedikleri yere ulaştıracaktır. Film bu üç karakterin Zone’da yaptıkları yolculuğu anlatmaktadır. Zone Ütopyalara karşı kurulan Disütopya geleneğinin bir Sovyet versiyonudur. Tarkovsky Stalker karakteri için Don Kişot benzetmesini kullanır ve ona göre Stalker tipik bir edebi idealisttir ve idealistler gerçek hayattaki tüm savaşları kaybedenlerdir. Yolculuktaki izsürücü figürüde bahsi geçen tüm bu nitelikleri belirgin biçimde üzerinde taşır. Stalker’ın film olarak bir başka farkı da daha yayınlanmadan başına gelen talihsizliktir. İlk film tamamlanır ancak bir laboratuar kazası sonucu tüm kayıtlar yok olur. Bunun üzerine Tarkovsky çok daha küçük bir bütçeyle ve daha ksıa bir sürede filmi tekrar çeker. Bugün izlediğimiz Stalker bu düşük bütçeli kaza sonrası versiyondur.

Tarkovsky dört yıl sonra 1983 yılında Nosthalgia filmini tamamlar, bu filmin temel kahramanı ise kendi ülkesinden sürgün edilmiş, ülkesini ve ailesini özleyen bir entellektüeldir. Film İtalya’da çekilmiştir ve daha ilk açılış sahnesi itibariyle inanılmaz doğa manzaralarına birer tablo gibi bakışlarımızı kilitler. Andrei Gorchakov filmin adlı bu sürgün, ülkesinin uzağında ve hastadır. Aslında bu karakter Andrei Tarkovsky’nin Rusya’nın dışına çıkıp batı Avrupa’da geçirdiği yılların bizzat yansımasıdır. O yıllarda Tarkovsky’de aynı Andrei Gorchakov gibi hastadır ve akciğer kanseri tedavisi görmektedir. Nosthalgia’da monologlar, diyaloglara göre daha baskındır ve derinliklidir. Arka plan olarak ise Tarkovsky gri,nemli ve soluk renklerin ağır bastığı antik harabeyi andıran bir kasabayı kullanır. Kıyamete benzer bir sonun bir kaç zaman evvelini yaşayan yabanileşmiş bir kasaba. Deli Domenico adlı karakter ise tüm bu şizofrenik durumun bedenleşmiş halidir. Nosthalgia özünde soyuttur ve bilinçaltıyla, kan basıncı düşük ağır bir tempoda ilerler. Diğer bir deyişle Nosthalgia kasvete dolanmış salt karanlıktır.

Tarkovsky Nosthalgia’daki ölümcül ve hastalıklı gidişata daha fazla hiçlik enjekte eder ve ortaya 1986 tarihli Offert (Kurban) çıkar. Tarkovsky, Kurban’ı oğluna ithaf eder aslında bir nevi oğluna miras filmidir bu. Bu son filminde de Tarkovsky yine varoluş sıkıntısının içine saplanmış Alexander üzerinden gerçeküstü bir soyutlama çıkarır. Filmde Nosthalgia’ya göre karakterlerin gerginliği ve dışavurumu daha yüksektir. Alexander’ın sahil kenarındaki evini ateşe verip uzun süre öylece izlemesi ya da savaş başladığında evde doğum günü için birikmiş insanların uyumsuz ve bencil tutumları bu olguya örnektir. Eğer yaşasaydı Tarkovsky’nin bir Macbeth uyarlamasıyla kariyerine devam edeceği söylenmektedir.

İmge, hakikatin suretidir. Körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…diyor usta sanatçı ve buna ek şöyle devam ediyor; “İnsan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilir. Buna rağmen film yönetmenleri sık sık şiirsel mantığın yerine kaba bir tutuculukla teknik yöntemleri kullanmakta ısrar ediyorlar. Bu filmlerde rüyalar somut bir yaşam fenomeninden modası geçmiş film hileleri karmaşasına dönüşüyor.”

Anlatısının merkezi entellektüel bir tefekkürün daha da ötesinde akademisyeninden, manavına, komutanından dilencisine kadar istinasız her insanın içinde bulunduğu öz varoluş korkusudur.

Tarkovsky sineması istinasız herbirimizin kafamızı yastığa koyup uykuya dalmadan evvel geçirdiği o uzun ve sürekli gerilmenin somutlaşmasıdan ibarettir. Ne azı ne de fazlası. Tarkovsky’nin de dediği gibi: “Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli kösesinden vurmaktır.”

Halil DURANAY

2 Kasım 2008 Pazar

Gürcistan

Gürcistan


Gürcistan ülkemizin kuzey doğusunda küçük bir ülke, fakat çok önemli. Son zamanlarda büyük devletler arasında aşağı yukarı siyasi soğukluğun bir nevi soğuk harbin odak noktası haline geldi. Türklerin tarihiyle çok yakından ilgili. o kadar yakından ki bazı Türk kabilelerini hazarları göz önüne alırsak 8. asır ama Selçuklu tarihinden başlarsak 10.asırdan beri Gürcistan Türk tarihiyle iç içe. o kadar ki gürcü dilini gürcü kaynaklarını tetkik etmeden sıhhatli bir Türkiye tarihinin yazmanın imkanı yok.

Niçin öyle söylüyorum, çünkü bu ülke 5. asırdan beri kendi yazısını yani dilini kağıda dökebileceği, dini ve laik edebiyatı olan ve aynı zamanda da Hıristiyanlık aleminin Habeşistan ve Ermenistan'la birlikte en eski devletlerinden biri. Daha da ilginci 8.asırdan beri halkının bir kısmının İslamlaşması bugünün Kafkasya'sını daha karışık ama kültür ve milli bakımdan son derece yeknesak bir ülke haline getiriyor. Kim ne derse desin hem kuzey hem güney Kafkasya'nın çok ilginç kültürel noktası. Sadece Kafkas milletlerinin değil civarda ki bir çok ulusların bile tarihinde önemli yeri olan bir ülke. Milattan önce 6000'den itibaren Kabataş veya paleolitik devri dediğimiz kalıntıları var. Ama Kolhit bölgesi Gürcistan'ın tarih öncesi kalıntılarının bulunduğu yer ve bu dönemde yine eski yunan kaynaklarına geçmiş. Kolki diye bahsettikleri yunan coğrafyalarının bildiğimiz Gürcüler. Gürcüce çok ayrı bir dil grubu. Kafkasya'da ne bugünkü komşuları Osetler gibi İndo-Avrupa ne de bugünkü yan komşusu Abhazyalılar gibi Çerkezya dil grubuna benzemeyen apayrı bir dil. Aşağı yukarı 5 sesli harf ve 28 sessiz harfle yazılıyor. Bazı Kafkas dillerinin başkalarının öğrenme şansı yok. Ama gürcüce öğle değil. Bu yüzden de edebiyatı yabancıların ilgisini çekmiş ve o canlı hayat 19.yüzyıldan beri Rusya edebiyatını da çok etkilemiş.

Büyük şair Lermentov eğer Gürcistan ve Kafkasya olmasa olmazdı. Çok genç yaşta düello da giden bu şairin dizilerinde ve hikayelerinde Kafkasya ve bilhassa Gürcistan ebedileşmiştir. Aynı şey Puşkin için söylemek mümkündür. Aynı şey büyük yazar Tolstoy'un gezi notları için söylemek mümkündür. Şurasını unutmayalım Gürcistan bütün büyük milletlerin edebiyatında ve tarihinde adı geçen bir ulus. Bu Kafkas büyük dağların güneyinde yer alan bizim maveray Kafkas dediğimiz güney Kafkasya'nın bir parçası. İklimi son derece ilginç. Mutedil ılıman bir Akdeniz ikliminden Karadeniz'de bulunmasına rağmen kara iklimine kadar gidiyor. Sıra sıra dağlar o ülkeyi bölmüş. Batıda, doğuda ve ortasında Kaheti, Kartvelli ve İmareti dediğimiz bölgelere o ülkenin ortasında geçen Kür nehrinin kollarının ayırdığı bölgeler. Burada gürcü dillinin muhtelif lehçeleri de var. Mesela megrilli dediğimiz lehçe bizim Kuzeydoğu Anadolu'muzda konuşulan Lazlar dediğimiz grubun konuştuğu dille hemen hemen aynı. Mesheti dediğimiz grubun konuştuğu lehçeye gene doğuda rastlamak mümkün. Bu bir yakınlık doğuruyor, hiç şüphesiz ki ve Acaristan bölgesinde Müslüman gürcüler Mesketya da kısmen öğleleri, fakat unutmayalım ki Gürcistan Ortodoks aleminin çok önemli parçası. Yani doğu kilisesinin çok önemli bir parçası. Bu dine çok laik yaklaşılıyor.

Gürcistan esasta laik bir ülke, fakat din etrafında çok ilginç kültürel bir yapı gelişmiş. Gürcistan'ı bütün ananeleriyle bütün yaşam tarzıyla oluşturan onun Müslümanlık ve Hıristiyanlıktan önceki hayatı. Ve o kadar ki 18. ve 19.asırdaki modernleşme döneminde de bu eski kültür devam etmiş. 10.cu asra kadar Gürcistan muhtelif kabilelerin muhtelif boyların hakimiyeti altında. Onu ilk defa birleştirenler Bagratlı sülalesi. Bagratik hanedanı hem Ermenistan hem Gürcistan'da hükmetmiştir. Fakat asıl önemlisi büyük Kral David'in torunu olan Tamar. Kraliçe Tamar Gürcistan'ın Hıristiyanlığını tamamlayan bir hükümdar. Gürcü edebiyatını ve idare sistemini kuran biri. Onun zamanında Gürcistan Karadeniz kıyılarından hatta bizim Doğu Karadeniz'den Kars'ı da içeren ta Şekiye ve Hazar denizine uzanan Kafkasya'nın en büyük devletiydi. Parlak bir dönemdi. Ticaret yollarının üzerindeydi. Gürcüce yazılı edebiyatının en parlak zamanını yaşıyordu. Yani klasik devrini. O ne demektir sonraki dönemlerde bu dil zaman zaman kullanılmasa hatta yabancı hakimiyeti dolayısıyla okul programlarında çıkarılsa dahi, her zaman için insanların öğreneceği, beyinlerinde ve zihinlerinde yaşatacağı bir edebiyatın yaratılması demek. İşte Kraliçe Tamar'ın zamanında Şota Rustaveli gibi büyük bir şair var. Dizileri Gürcüce bilmeyenleri bile etkiliyor. Başka milletlerin dilinde Şota Rustaveli terennüm edenler var. Onun son derece stratejik ve filozofik yaklaşımı arkasında çok kültürel bir mirasın yattığını gösteriyor. Doğrudur Gürcistan demek sadece Gürcistan değildir. İran ülkesinden etkilenmiştir, Helen dünyasından etkilenmiştir ve muhakkak Ortaçağın Gürcüleri başka milletlerin edebiyatlarını da tanıyıp çeviriyorlardı. Özellikle İslamiyet'in ilk devirlerinden itibaren Gürcistan'da Müslüman hakimiyeti de görülür.Koyu bir hakimiyet değildir. Ama burada artık Müslümanlar oturur ve toplumu etkilemeye başlamışlardır. Buna rağmen eski yapıda direnmektedir. Direniş daha sonraki dönemlerde Hıristiyanlıkta kendi ifadesini bulmuştur. Türkler Anadolu'ya girdikleri zaman, Selçukiler Bagrati hanedanıyla Kraliçe Tamar'dan evvel çok mücadele ettiler. Fakat Kafkasya ve Gürcistan'a girmeleri çok zor oldu. Kraliçe Tamar'dan sonra bu hakimiyet yayılır gibi oldu ve Gürcistan, İran ile Türkler arasındaki savaşlar ikisinin rekabeti arasında kaldı. O yüzdendir ki Çaldıran savaşında yani 1514'ten sonra Yavuz Sultan Selim İran Safevilerini İran'a püskürttükten sonra Gürcistan'da Osmanlı hakimiyeti artmıştı. O kadar ki üç sancak halinde Osmanlılar Gürcistan'ı 150 sene kadar yönettiler. Bu 150 senede ne oldu? Bir kere hiç şüphesiz ki Osmanlı idaresinin gereği buradaki Musevilik ki bu Musevilik bazı gürcü devletlerin bu dini seçmelerinden ileri gelmiştir. Çünkü Museviliğin esasta misyoner faaliyetleri olmamasına rağmen 7. ve 8. asırlarda Hazarlar arasında olduğu gibi Kıpçaklar arasında Gürcistan'da da böyle bir misyoner faaliyet yürüttüğü bazı tüccarların anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık yaşamıştır ve tabii ki Müslümanlık. Esas olarak Osmanlı idaresinde adı geçen bir takım gürcü paşaların sadarete kadar yükselenlerin çok becerikli komutanların devlet ve hatta ilim hayatına nüfuz eden gürcülerin bu dönemin ürünü olduğu açıktır. Ama 17. asırdan itibaren Kafkasya gene kendi dünyasına dönmüştür. Parçalanmış devletçikler hiç şüphesiz ki bu toplumun ve bu ülkenin bir zaafıydı. Ama şaşıracak şey aynı zamanda da bir kudretiydi. gürcüler her zaman için kendi dillerini savunmayı ve korumayı bildiler.

Nitekim 19yüzyılda bu ülke bir Rönesans yaşadı. Çok ilginç bir şekilde Avrupa edebiyatının büyük eserleri süratle Gürcüceye çevrildi. Mesela Shakspeare'in Kafkasya'daki ilk ve hatta dinlendiği zaman en güzel tercümesi Gürcistan'da yapıldı. O kadarla kalmadı felsefeye kadar giden bir merak vardı. Fransız edebiyatına yaklaşan bir merak vardı. Ve Gürcistan çok erkenden Roma Katolik kültürüyle, Germen kültürüyle tanışmış oldu. Dahası 1795'de Georgievsky Antlaşması Rusya Çar Pavel'in zamanında Gürcistan'ı otonom bir bağlı devlet haline getirdi. Ve bundan sonraki 70 yıl içinde de yavaş yavaş Gürcistan'ın kendi hiyerarşisini yerel hükümdarlarını ortadan kaldırdı. Ve Rusya Gürcistan bir mahalli idare kurdu. Bu yerel idare veya mahalli idare doğrudan doğruya Guberniya dediğimiz vilayet idaresinde Gürcistan Kafkasya'nın merkezi olmuştu ve zamanla Azerbaycan bugünkü Ermenistan ve bizim doğumuzda Kars vilayetimiz 1878'de ilhak edilince Tiflis'in merkez olduğu dünyaya bağlanmıştır. Tiflis Rusya'nın subayları, memurları ve aristokratları için en canlı bir merkezdi. İran'ın, Türklerin, Ermenilerin bir araya geldiği bu dünya Rusların hakim olmaktan çok hayran oldukları bir merkezdi. İşte genel vali Vorontsov'un zamanında Tiflis'teki Saray bugün Rustavila adını taşıyan ana bulvarının etrafındaki binalar . Henüz burada üniversite kurulmamasına rağmen, ki o üniversite ancak birinci cihan harbi müstakil Gürcistan tarafından teşkil edilecektir. Canlı kültürel hayat 19uncu yüzyılın başında Rusya'nın ünlü dram yazarı Gribayedov burada bulunduğu zaman Prens Chavchavadze'nin kızıyla evlenmiştir.Gürcüler Kafkasya'da yaşamayı Batıya en yakın olanı Fransız kültürünü en iyi taşıyan bir toplumdu. Ve bu yüzden de Rus hakimiyetinin idareciliğini hayranlığını çekiyorlardı. Tiflis bir kültürel merkez haline gelmişti. İlk Türk tiyatrosu diyebileceğimiz bir yerde Mirza Fethali Ahundzade'nin yazdığı eserler bu şehirde kaleme alınmıştır. Çünkü Ahundov tercüme bürosu şefi Baron Rose'nin yardımcısıydı Tiflis'te ki vilayet idaresinde. İlk Farsça gazete burada dünyaya gözlerini açmıştır. Ermenilerin kültürel faaliyetleri burada gitmektedir. Tabiî ki gürcülüğün ana kültürü burada sürüp gide gelmektedir. Hiç şüphesiz ki 12.asırdan beri başlayan bu sıcak çatışmalar 19cu yüzyılda Kafkasya'nın bu merkezini bir medeni ilişkiler ve giderek Çarlığa karşı bir siyasi direniş ortamı haline getirmektedir.


Sakartvielo aslında gürcülerin kendi ülkelerine verdikleri isim bu ve ülkenin tıpkı İspanyolların merkez lehçesinin Kastilya olması gibi bunlarında merkez lehçesi Kartvili dediğimiz orta Gürcistan dili fakat Gürcistan tarihi boyunca Türkler ve İranlılarla muhabere etmekten zaman zaman iç içe yaşamaktan dolayı çok önemli ölçüde kendi dil grubuyla alakası olmayan birisi İndo-Avrupa dillerinin başı sayılan Farsçadan öbürü finougrik? Türk dilleri dediğimiz grubun çok önemli bir grubu sayılan Türkçeden bir takım kelimeler almış. Ve bunları bu Türkizimleri ve bu Farsisizmleri hiç bir komplekse kapılmadan kullanan yaşatan bir dil. Çünkü bütün çevre dillere göre kendisini iyi koruyan dünyaya açılan, Ortaçağlarda bu dediklerimizden, yeni çağlardan Avrupa dillerinden ve Rus dilinden esinlenen ama aynı zamanda da onları etkileyen bir Kafkasyalı şairin söylediği gibi "Bizim ülkemizi fetheden Rus ordusu değildir, Puşkin Rusya'sıdır" demişlerdi. Rusya'nın şiiri ve müziği Kafkasya'da kendisine en yakın bir partner, karşı taraf buldu. Ve bütün o milletlerin şiiri günlük adetleri ve ananeleri onları etkiledi. Kafkasın sofra adetleri, Kafkasya'nın giyimi, Kafkasın mimarisi kendisini Tiflis'de, Bakü'de, Azerbaycan'ın kuzeyinde, Kafkas dağlarının başladığı Şeki'de hissettirdi. Bugün bile bu kültür devam edip gidebilmektedir.

Çok ilginç bir şey Sovyetler Birliği yıkıldıktan ve Batı'ya açıldıktan sonra Kafkasya'daki milletlerin itibar ettikleri ilk dil Rusca'dan sonra İngilizce değil Fransızcaydı. Fransa'dan Bakü'de, Gence'de, Şeki'de, Tiflis ve Kutais'de liseler açması istendi. Tabii ki çağdaş Fransa bu gibi talepleri karşılayacak dolduracak 19.yüzyılda dinamizmini sürdürecek bir ülke olmaktan çok uzaktır. Onun için bu talebi karşılayamadı. Ama unutmayalım bu dünya Batı'yı da Doğu'yu da çoktan iki asırdır bünyesinde bir araya getirebilmiştir. 1917 ihtilalinden sonra Brest Litovsk Antlaşmasıyla bu dünyanın içindeki bazı parçalar Osmanlı İmparatorluğuna dolayısıyla yeni Türkiye'ye terk edildi. İlk anda kurulan Gürcistan, İngilizler hatta o bölgede işgalde işgalci durumda olan Almanlara yakınlık duydu. Fakat neticede Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan bir arada Trans Kafkasya Cumhuriyetini bir araya getirdiler. Bu çok uzun ömürlü olmadı. ve belki Kafkasya'nın bugünkü konumunda bile böyle bir birliğin bir daha bir araya gelmesi mümkün değil. Yaşaması da mümkün olmaz, ama çok açıktır ki maveray Kafkas çok çabuk dejenere edildi ve Sovyet hakimiyeti devrinde bu bölgenin haritası yeniden çizildi.

Gariptir birbirleriyle din ve dil alakası olmayan kavimler iç içe geçirildiler. Bunu yapan milliyetler komiseri Josif Stalin'di. Stalin siyasi bakımdan birliği meydana getiren 15 ana cumhuriyet ve o cumhuriyette bu 1936 anayasasıdır. Bağlı mesela Gürcistan bir Sovyet Cumhuriyeti, Ermenistan ve Azerbaycan öyle, bunlara bağlı muhtar cumhuriyetler ve otonom bölgeleri gerçekten bir şeytani amaçları bazıların dediği gibi böl ve yönet ilkesince veya bilgisizlikten mi yaptığı tartışılır. Miras Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile problemler yaratmaya devam etmektedir. Abhazya Kuzeybatıda Gürcistan'ın Abhazca konuşan din bakımından ikili ve dil bakımından bu grupla alakası olmayan bir bölgedir. Osetya'da İndo-Avrupa dili konuşan kuzeyi ve güneyi, kuzeyi başka yere bağlı, güneyi buraya bağlı bir başka bölgedir. Bunların bir arada nasıl yaşadıkları bellidir. Totaliter tek parti yönetiminde bu devam edebilir. Alttan alttan mücadeleler olarak, mesela Kafkasya'da çok ilginç bir şeydir. İkinci Cihan savaşından sonra Ermenistan ve Azerbaycan'ın nüfusunda sessiz ve gizli bir mübadele meydana gelmiştir. Azerbaycanlılar kendi ülkelerinde ki Azeri nüfusun oranını düşürmüşlerdir. Muhtemelen onları Gürcistan ve Ermenistan'a göçünü kolaylaştırdı. Bakü şehri büyüdükçe içindeki Türk olmayan Azerbaycanlı olmayan oran azaldı. Ermenistan'ın çok kalabalık Azerbaycanlı nüfusu ise dramatik bir düşüş gösterdi. Bunlar hepsi sessizce ve bir takım kendine has mekanizmalarla gerçekleştirildi. Aynı şekilde Gürcistan bir nüfus kaybına uğramıştır. ama bu en azıdır. açık söylemek gerekirse çok yakın zamanlara kadar bu kozmopolit nüfus miktarını koruyan bir ülkedir. Gürcistan'ın anlayışı budur. şehrin içini gezdiğiniz zaman kendisine Tiflis'e Kafkasların Paris'i dediğinizi anlarsınız. Evvela muhtelif diller konuşulduğunu duyarsınız. Ondan sonra bu bölgede ki en iyi teatral ve müzikal faaliyetlerin Azerbaycan'la birlikte burada olduğunu görürüsünüz. Ve nihayet şehrin kuzeyinde ki dağda elinde kılıçlı Gürcistan ana heykeli. İnsanların en zor zamanında bile ne kadar bağımsızlıklarına ve ulusal kimliklerine sahip olduklarının bir göstergesidir. Ne var ki uzun İmparatorluk hakimiyeti arkasından yaşanan Sovyet devri mirasını ve bu mirasın etkilerini gösteriyor. Son olaylarda Gürcistan otonom parçasıyla açık bir krize girdi ve bu kriz bütün büyük devletleri etkiledi. Bu etkinin sonuçları ne olacak. Herhalde önemli oranda gürcü mülteci barındıran Türkiye ki Çar işgali zamanında 1800'lerden itibaren çok sıkıntı çeken müslüman gürcüler türkiye'ye göç etmişler ve bir de etnik grup olarak bazı bölgelerde varlar. Bu grubumuza rağmen nasıl bir politika güdeceğiz. Unutmayalım Kafkasya'da yaşayan her halkın aşağı yukarı yüzde elli miktari Türkiye'de dir. Yani bizim vatandaşlarımız bizim insanlarımız dedelerinin, büyük dedelerinin vatanına ve kültürüne bağlılık duymaktadırlar. Hassas bir politika izlemek zorundayız ve bu hassas politikaları takip ederken hiç şüphesiz büyük devletlerden en uzak ve en mesafeli bir şekilde durmamız gerekmektedir. Son Kafkas krizi bunu göstermektedir. Hiç şüphesiz ki Kafkasya Türkiye'nin arka bahçesi değildir.Kafkasya Türkiye'nin gönül bağları ve sorumlulukları olan bir parçasıdır. Bütün o milletler tarihlerinde önemli bir Osmanlı safhası geçirmişlerdir. Bugünkü oluşumlarının, kültürlerinin, dini yapılamalarının hatta kentte ki gruplaşmalarının en önemli yapıcı faktörlerden birisi bu iki asırlık Osmanlı hakimiyetidir. Kuzey de kumuk şamhallığı otonom fakat Osmanlı'dan çok etkilenen bir yapıyla Dağıstan bölgesini güney de Gürcistan'ın yapısı ve yine bir asır süren Azerbaycan'da ki hakimiyet, Ermenistan'da ki hakimiyet bu gibi yapılanmaları ortaya çıkarmıştır. Kafkasya'nın tarihi oluşumu ve bugünkü iştimai siyasi yapısından Türkiye bir ölçüde tarih olarak sorumludur, uzak duramayız. Bu ülkenin 19.yüzyılda Türkiye'ye Osmanlı İmparatorluğuna yönelik iç göçleri dolayısıyla, ulusumuzun en önemli değerleri ve çağdaş kültürümüzü oluşturan en önemli unsurların atalar ve dedeler yoluyla Kafkasya'dır. Bunu da göz önüne almak zorundayız. göz önünde tutmak zorunda olduğumuz bu iki unsur bizi batıda ki ve kuzeyde ki devletlerin çatışma nedenlerine, politik eylemlerine karşı son derece muhafazakar ve mesafeli olmaya zorlamaktadır. Tarihi boyunca bütün Ortadoğu dilleri etkisini taşıyan, milattan önce 65'de roma imparatorluğunda nüfuz alanına girer. Ondan sonra Bizans'la çatışan, ondan sonra ilk halifeler devrinde beri İslam dünyasıyla iç içe giren çatışan ve bir arada oturan, İran Türk Osmanlı harpleri sırasında, Selçuklu Osmanlı harplerindeki çatışmalardan dolayı gene bu dünyayla muhtelif bağlar kuran, sadece sınırdaş, sadece komşu değil ama kültürel paylaşım içine giren dünyanın en önemli parçasıdır Gürcistan. Bunu unutmamamız gerekiyor ve bu memlekette ki bazı atılımları, bazı eğri doğru yönelimleri çok dostça çok kardeşçe etkilememiz yan almamız kaçınılmazdır.

http://www.ntvmsnbc.com/ntv/metinler/Tarih_Dersleri/eylul_2008/17.asp