25 Haziran 2008 Çarşamba

Fihi Ma Fih (İçindedir ne varsa içinde) den seçmeler

54. BÖLÜM- Birisi, Kadı İzzeddin'in selâmı var; boyuna sizi Övüyor dedi.

(Mevlânâ) buyurdu ki:

Kim bizi iyilikle anarsa Dünyada adı, İyilikle anılsın.


Bir kimse, bir kimse hakkında iyi söylerse o hayır, o iyilik, kendisinedir, gerçekte kendisini övüyor demektir. Bu, şuna benzer: Birisi, evinin çevresine güller, fesleğenler eker; evinin bahçesini güllükgülüstanlık yapar. Ne vakit bakarsa gül görür, fesleğen görür, boyuna cennettedir. İnsan, insanların hayrını söylemeyi huy edinirse birisinin hakkında hayırlı sözler söylemeye koyulur; o da onun sevgilisi olur; onu andı mı, sevgilisini anmış olur. Sevgiliyi anış güldür, gül bahçesidir, güzel kokudur, esenliktir. Fakat birisinin kötülüğünü söylerse onun nefretini .kazanır; o adam da onu andı mı, hayâli gözünün önüne geldi mi, yılan, akrep görmüşe, yahut tiken, çöplük görmüşe döner. Madem ki gece-gündüz, güller, gül bahçeleri, İrembagları görebilirsin, elindedir bu; peki, ne diye tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezerdolaşırsın? Herkesi sev de boyuna güllükte-gülüstalıkta yaşa. Herkesi düşman bilirsen düşmanların hayalleri gelir gözünün önüne; gece-gündüz tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezip dolaşırsın âdeta. Erenler, herkesi severler, iyi görürler ya; bunu başkaları için yapmazlar, kendileri için bu işe girişmişlerdir; kötü, tiksinilen bir hayal görmemek isterler. Madem ki şu dünya da insanları anmaktan, hayallerini görmekten kaçınmaya imkân yok; nefret edilen bir kötülük, yollarını kesmesin diye anışlarının da, hatırlayışlarının da hep sevimli, hep güzel olmasına çalışırlar. Demek ki halka ne yapıyorsan, halkı nasıl hayırla, şerle anıyorsan hepsi de dönüp sana geliyor. Ulu Tanrı bunun için «Kim bir iyilik ederse kendisinedir o; kim kötülük ederse gene kendisinedir o» buyurur; «Zerre ağırlığınca hay-reden hayrını görür; zerre ağırlığınca şer eden şerrini görür» buyurur

22 Haziran 2008 Pazar

Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da milliyetçilik

Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da milliyetçilik

2. Mahmut tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle tanınır. Bunlardan biri çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır, diğeri büyük bilgin ve tarihçilerin bu sırada öldürülmesidir.


NTV-MSNBC
Güncelleme: 16:39 TSİ 18 Haziran 2008 Çarşamba


İSTANBUL - Adaletli mahlasıyla yani adli olarak tanınan sultan 2. Mahmut, onun tamamlanmamış bir tuğrası yanındayız. 2. Mahmut, adli unvanını taşımasına rağmen tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle de tanınır. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz gerekli olan fakat çok şedit, çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır. İkincisi bu ocağın lağvı sırasında büyük bir iftira mekanizması işlemiş ve Şanizade gibi çok önemli bilgin ve tarihçiler bile bu furyanın içinde eriyip gitmişlerdir ama hiç şüphesiz o, Osmanlı tarihinin Büyük Petrosu’dur. Hiç acımasız, hiç tereddütsüz yürüttüğü inkılaplarla Türkiye İmparatorluğu’nu yeni bir döneme götürdüğü açıktır.
Haberin devamı

Bir konunun üzerinde duralım. Bu şiddetli yeniçeri düşmanlığı sırasında bazı konularda affedilmeyen hatalar da yapmış mıydı? Mesela, Mehter’i de ortadan kaldırmıştı.Musikiden anlayan bir padişahtı ve bu musikinin bu asra hitap etmeyeceğini söyledi ama 1908’de başka inkılapçılar, ordunun geleneğe ve morale de ihtiyacı olduğunu ileri sürerek Mehter’i yeniden ihya ettiler. Bu 2.Meşrutiye devrine ait bir olaydır. 2.Mahmut, uzun bir yönetim sergiledi o devir için. Parçalanma halindeki bir imparatorlukta merkezi otoriteyi tesis etti ve acımasız bir politikayla bunu gerçekleştirdi. Bazı yönleri üzerindeyse çok az duruyoruz. Bugün İstanbul’da , Anadolu ve Rumeli’deki birçok kiliselerin önünde, eğer zamanın tahribatına ve insanların ihmaline ve antikacıların hırsızlığına maruz kalmadıysa, hemen hemen her kilise önünde bir 2.Mahmut çeşmesi bulunur. Demek ki o, bir imparatorluğun muhtelif dinlerden ve dillerden oluşan bir tebaanın başında olduğunun şuurundadır. Bunun çeştli örneklerini görürüz.

19.yy’a geldiğimiz zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun artık eski dünyası yoktu. Bu eski dünyada insanlar dillerine ve dinlerine göre kompartmanlarda yaşarlardı yani bir Rum ortodoksun, bir Ermeni ortodoksun -Gregoryen deniyor- , bir Ermeni katoliğin, bir Süryaninin, bir Yahudinin yükselmesi ve yaşaması kendi cemaatinin, kendi ruhani yahut dini liderlerinin etkisi altında görülürdü. O kompartmanın içinde devlet memuru olurdu,dışişlerini yürüten Fenerli Rumlar gibi, o kompartmanın içinden çıkar sarraflık yapardı. O kompartmanın içinden çıkar, Ermeniler gibi mimar başı olabilir, barutçubaşı olabilir, darphane nazırı emini olabilirdi ama hiçbir zaman birisinin kendi yaşadığı dini kompartman içinde ruhani liderlere, milletin başındakilere itaatsizliği veya ayrı akımları çekmesi hoş karşılanmazdı. Oysa 18.yy’ın dünyasına gelindiği zaman durum değişmeye başladı. Bir kere Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan bu kompartmanların içinde herkesin dil beraberliği yoktu. Din beraberliğinin yetmez olduğu görüldü. Bulgar milliyetçiliği uyanmaya başladı. Hem de laik unsurlar değil, bizati din adamları tarafından. Aynaroz’daki sayısız manastırın içinde Bulgar keşişlerin yaşadığı Hilander Manastırı’nda Paissij adlı bir keşiş, Slavyen Bulgar tarihini kaleme aldı ve eserine şöyle başlıyordu: Ey Bulgar! Kendi dilini, tarihini bil. Arkasından Sofroniy Vraçansky çıktı. Sofroniy Vraçansky’nin söyledikleri biryana, 19.asırda eğitimi dolayısıyla kendisini Helen sayan Aprilov diye bir tüccar, Odessa ve Ukrayna’daki iş hayatı boyunca tanıdığı Benelin gibi bir tarihçi sayesinde Slavlık bilincine ulaştı ve döndüğü vakit Bulgaristan’da milli okulları açmaya başladı.

Kısa zamanda Bulgar maarifi, içtimai hayata öğretmenlerin yanında, muallimlerin yanında, mullime hanımı da getirdi. Bulgaristan’ın milli uyanışı da böylelikle arttı. Bu, ileride Türk unsurun, ittihatçıların da hayranlığını çekecek bir gelişmeydi aslında. Tabii ki, Slavlık üzerindeki bilinç bazılarının zannettiği gibi öyle Fransız İhtilali’nin etkisiyle değildir. İmparatorluğun içindeki unsurlar bazen aynı dini kompartmana, ruhani liderlere sahip olsalar da etnik yapıları dolayısıyla çatışmaya girerler. Sırplar, Sırbistan, ortodoks dünyanın içindeki bu çatışmanın ilk alevlendiği yerdir.

Sokullu Mehmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük sadrazamı ve hiç şüphe yok ki Müslüman Türk kültürünü benimsemiş bir devlet adamı ve asker, en uzun süreli sadrazam bir Sırp ruhban ailesinden geliyordu. Sadareti sırasında kardeşini yeni kurduğu Sırp Pec Patrikliği’nin başına geçirdi. Bu ruhani bir gayret değildir. Bir yerde Rum-Ortodoks kilisesinin parçalanmasıyla ilgili bir ameliyedir. Tabii kendisinden sonra bu patriklik çok yaşamadı ama Sırpların da Helen unsurlarla birarada bulunmayacağı anlaşılmıştır. Nitekim, Sırp ayaklanmasından ve kimi özerklikten, otonomiden sonra, Sırbistan kilisesi ayrı bir patriklik olarak ortaya çıktı. Bunu belki Fener, çok uzun zaman tanımamakta ısrar etti ama bir vaka ki artık otosefal bir sırp kilisesi vardı. Sırp milliyetçiliği, kilisede Yunanca duaya ve okulda Yunanca eğitime tahammül edemezdi. Bu Karadzic gibi önemli bir maarif uzmanı, bir öğretmen: “Düşündüğünüz gibi yazınız” sloganıyla halk dilini, halk Sırpçasını hayata geçirdi. O kadar da değil, Rusya ile olan yakın ilişkiler Sırpların diline aynı zamanda yeni Rusça kelimelerin de kazandırılmasına neden olmuştur.

Şurası bir gerçektir; Osmanlı İmparatorluğu’nda Fener dediğimiz, Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzunu tehdit eden bir unsur vardır. Bizzat Moskova’daki Rusya Patrikliği. 15.asırda Rus başpiskoposları patrik ünvanını aldılar ve Rusya bundan sonra Balkan Slavları ve Balkan kiliseleri üzerinde çok önemli bir etkide bulunmaya başladı: Dil ve eğitim. Bu gittikçe gelişen bir Balkan milliyetçiliğini yaratacaktır. Peki bu milliyetçiliğin tek müsebbibi dili yakın,dini bir olan Ruslar mıdır?

Şaşılacak başka yönler de vardır. Dininin bunlarla bir alakası yok, dilinin de yok çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin sürükleyici gücü var. Bahsettiğimiz Avusturya. Avusturya’nın üniversiteleri, Viyana gibi metropoller ve hatta Macaristan kısmındaki Peşte gibi Erdel gibi yerlerdeki şehirler Slav milletinin, Slav milletlerin kültürel gelişmelerinin merkezi haline geldiler. Sadece Slavların mı, bizzat Osmanlı İmparatorluğu’nda, Haçlı Seferlerinden beri var olan ve çoğunluğu teşkil eden Gregoryen Ortodoks Ermenilerle çatışma içinde olan Roma’ya tabii ayrı bir kilise kuran katolikler için de bu söz konusudur. Katolik Ermenilerin içinden Mihitar adlı bir rahibin kurduğu Mihitarist tarikatı mensupları, Ermeni kültürünü enternasyonalize ettiler. Önce Venedik’te, sonra Viyana’da, giderek Avrupa’daki mühim merkezlerde seminer, kütüphane ve matbaalar kurdular. Matbaalarda sadece Ermenice incil, Ermenice eserler basılıyor değildi. Hatta ve hatta Arapça ve tabi ki Türkçe eserler de basılıyordu. Bir yerde Türk alfabesini ilk defa hayata geçirenler de bunlar olmuştur. Yaptıkları sadece Roma papasının doğrultusundaki dini yorumlar, Katolisizm değildi. Doğrudan doğruya Ermeni milli tarihini, Ermeni dilini, Ermeni uyanışını temsil ettiler. Demek ki kilise, ortodokslar arasında olduğu gibi katolik tebaa arasında da rolünü oynamaya başlamıştı. Bu iş en geç kimler tarafından takip edildi?

Tabii ki Türkler ve imparatorluğun Yahudileri. Araplar dahi yine aynı kanalla, Lübnan’daki Maruniler ve Filistin ve Lübnan’daki Melkit dediğimiz katolik inançtaki Araplar tarafından batıyla bağlarını kurmuşlardır. Matbaalar dışarıdaydı. Gelen sadece incil ve dua kitapları dini yorumlara hasmetinden değildir. Pekala Arap tarihiyle, Arap medeniyetiyle ilgili eserler de çıkıyordu. Arabistan’ın hristiyanları, menşeileri, dilleri ve medeniyetleri bakımından Müslüman kardeşleriyle derin bir çatışma içinde değillerdi. Arap tarihinin ne olduğunu, İslam devrindeki Arap fütühatını, İslamiyet’in Arapça yorumunu yapanlar Georgi Zeydan, Butrus gibi önemli hristiyan münevverlerdir. Bunlar yeni bir ekol kurmuşlardır. Beyrut, İskenderiye ve Filistin gibi merkezlerde ortaya çıkmışlardır. 19.yy’da Paris menşeili “Alliance Israel” okulları gelene kadar ve tabi imparatorluk facia ile Rumeli’deki topraklarını kaybedene kadar Türk münevverlerin içinde ne hristiyan Arap tarihçi ne Georgi Zeydan bulunmaz. Ancak ondan sonradır ki, Türklüğün tarihi, Türk edebiyatı, Türk coğrafyası üzerinde yarı ciddi, yarı polemik dolu eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Bunun üzerinde durmalıyız.

Şüphesiz ki bir imparatorluğu yöneten ana unsurun milliyetçi parçalanmanın başını çekmesi beklenemez. O sadece, o devleti,o coğrafyayı muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu nedenledir ki, Türk dilinin ve Türk tarihinin yeşerdiği coğrafyada bu işi yapacak olanlar daha çok Çarlık Rusyası’nın hükmüne geçmiş 16.yy’dan beri Volga boyundaki ve Kırım’daki ve 19.asırdan itibaren de Orta Asya’daki ve Kafkas’da, Azerbaycan’daki gibi münevverlerdir. O nedenledir ki 2.Meşrutiyet yıllarında bir düşünce, bir his halinde mevcut olan Türk ulusçuluğu teşilatlanmaya başlamıştır. Türk teşkilatlanması ve hatta muhassır örgütlenme bakımından çok çarpıcı örnekler vardır. Birkaç yıl içinde Türk Ocakları, Tuna boyundan Çin sınırlarına kadar her yere yayılmıştır. Yine 1880’lerde Bahçesaray’da bir okul olarak başlayan, yani Arap harfleriyle imlayı düzelterek hızlı okumayı öğretmeye başlayan Usul-i Cedid mektepleri İsmail Gaspıralı’nın 20 yıl içinde beş bine ulaşan bir sayıyla Tuna mansabından Çin sınırlarına kadar yayılmıştır. En çok okunan gazete “Tercüman” dır. Bizim tarihçiliğimizin yeterince dikkat sarfetmediği bu olaylar, zamanın Rus matbuatında ve siyasi idari çevrelerinde çok etki uyandırmıştır. Mesela herkesin bildiği gibi İstanbul’daki sefir Zinovyev, jöntürklerin siyasi saldırganlığıyla Gaspıralı okullarının yarattığı maarif reformu ki maarif reformu Rusya Türkleri ve müslümanları arasında Rus halkı arasından daha başarılı olarak yayılmıştı. Belki münevverlerimizin, ediplerimizin miktarı Ruslarınki oranında değildi ama okuma yazma oranı daha yüksekti, ürkütmekteydi. Bir panturanist, bir panislam gelişmeden daimi surette çekinilmekteydi.

İsrail’in kurulmasına kadar giden siyonist modern milliyetçi akımlar ise Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden değil daha çok Avrupa Rusyası’ndan, Polonya’dan kaynaklanmıştır. Yahudilerin orada yaşadığı zor şartlar dolayısıyla Filistin topraklarına göç başlamış, bilhassa Theodore Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı eserinden ve Fransa’daki antisemit Yahudi düşmanı aksiyon hareketinden sonra bu akım ve düşünce güçlenmiştir. Öyle ki 2.Abdülhamid döneminden itibaren Filistin topraklarında artık siyonist amaçlı yerleşmeler başlamaktadır. Bunların üzerinde de hassasiyetle durmak gerekir.

///

Şurası bir gerçek, Yunanlılık 14. yüzyıldan itibaren Türk hakimiyetindedir. İstanbul’un fethinden önce Mora Yarımadası daha önceden kuzey Yunanistan çoktan Türk hakimiyeti altındaydı ve tabii Anadolu’nun batı kesimleri. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Yunanlı kolonilerin yani Helen unsurun, Osmanlı Devleti’yle ve devlet yapısıyla içiçe geçişi, Rum Ortodoks Patrikliğin imparatorlukta diğer ortodoks milletler üzerinde hakimiyet kurması daha doğrusu bu hakimiyetin onlara verilmesi dolayısıyla bir refah ve idarede katılmadan dolayı bir üstünlük göze çarpar. Çok kısa zamanda İtalya’da Cenova, Liurna giderek Roma ve bilhassa Venedik gibi yerlerde helen, Rum-ortodoks kolonilerin ortaya çıkması Girit’teki Venedik hakimiyeti, Kıbrıs’taki Venedik hakimiyeti dolayısıyla bu bölgelere kadar İtalya’nın taşınması, Osmanlı hakimiyeti döneminde Paris, Londra, Amsterdam ve Viyana gibi yerlerde Helen kolonilerin kiliselerini ve okullarını kurması, onların rönesans dünyasıyla yakın ilişkisini sağladı. Bilhassa Roma’da paplık nezdinde Bessarion gibi entellektüel bir Rum-Ortodoks adamının katolisisizme dönüşü ve kardinal tayin edilmesiyle bu bağlantılar kuvvetlenmiştir.

Yunanlılık Osmanlı İmparatoluğu’nda daha başlangıçtan Yunan milliyetçiliğini taşıyan bir unsurdur. Bu belki aydınlanmada Avrupa’nın yaptığı şekilde çok rafine ve çok şaşalı bir şekilde değilse de her zaman için Yunan milliyetçiliğinin imparatorluktaki ilk yeşeren ve modernleşen etnik milliyetçöilik olduğunu kabul etmek gerekir. Keza Slavlar üzerinde de Rusya’dan önce İtalyan rönesansının etkisi olmuştur. Machiavelli’nin Il Principe, Prens adlı eserindeki İtalyan irredantist motivasyonunun bilhassa İtalya’yla çok yakın ilişkisi olan di Browning gibi, Adriyatik sahillerindeki Hırvat şehirleri gibi bölgelerde etki yaptığı açıktır. Katolik Slavları, bu bölgenin Hırvatlar, İtalyan dünyasına, felsefesine, siyasetine çok yakındılar. Ve buralardan çıkan Yunar Kriyaniç gibi bir filozof, politika olarak Osmanlı Slavları’nın Polonya’nın önderliğinde bir irredantizme, bir kurtuluş hareketine gitmesini önermiştir. ve giderek bu fikirler Rusya’ya yönelmiştir. Büyük Petro’nun babasına sunulan lahiyada, Rusya’nın modernleşmesi, batılılaşması tavsiye ediliyor. Ancak bu sayade Rusya kuvvetlenecek ve Slavlar’ın hürriyete kavuşmalarında öncülük yapabilecektir. Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun bir imparatorluk olması, yani tabanın dini işlerini rahatça yürütebilmesi hatta bunun teşvik edilmesi, kendi okullarında ve kendi dilinde eğitim yapabilmesini teşvik etmesi, teşvik etmese bile göz yumması, bu işi kolaylaştırmıştır. Ne var ki Slav milletlerinin bu önündeki bu milli uyanışta bilhassa maarif hizmetindeki en önemli engel Türkler, Türk idaresi, Bab-ı Ali değildi. Onların dini işlerine, mali işlerine, maarif işlerine bakmakla yükümlü olan Rum-Ortodoks Patrikhanesi’ydi. Demin sözünü ettiğimiz Aprilov öncülüğünde gelişen Bulgar maarifi, bir yerde kilisede Bulgarca ibadeti bile sağlayamamakla mükellefti. Evet, ücra Bulgar köylerinde cahil papazların, Helen unsurun uğramadığı kiliselerde Bulgarca halen din diliydi.

Bulgar milli hareketi, kiliselerine özerklik istediği zaman en başta buna karşı çıkan sırf Fener değildi. Fener’i korumayı bir iş edinen, politika olarak takip eden, Rusya da onların tarafını tuttu. Ne var ki, gururu incinen ve ümitsizliğe kapılan, Ortodoks Bulgarlar, bu sefer Katolik Kilisesi’ne meylettiler. Roma, doğu katolikleri için ayrı bir statü tanıyordu, uniyat adı altında öyle ki, kilise dili resmi dil olacaktı Ermeni katoliklerde, Süryani katoliklerde, Kopt katoliklerde, Ukrayna Katolik Kilisesi’nde ve şimdi de Bulgarlar’da ve Makedonlar’da olduğu gibi. Hatta ruhanileri de yerel rahipler ve halk seçecek halkın temsilcileri, Katolik Kilisesi Roma da bunu tastik edecekti. Bu tatbik edilmiştir. Bulgar katolik Kilisesi de ortaya çıktıktan ve taraftar çekmeye başladıktan sonra - 1860’lar - Rusya hatasını anlamış, Fener’e karşı Bulgar kilisesinin özerkliğini desteklemiştir ve Rus-Türk savaşından evvel, Bulgar otonom kilisesi hayata geçmiştir. Hiç şüphesiz ki Bulgar maarifi, Bulgar Kilisesi’nin birarada yürüyüşü, yayın hayatının genişliği bunu gösterir. Bu bir imparatorlukta olur.

İlk Bulgar gazetesi süreli yayın organı nerede çıkmıştır? Ne bugünkü Bulgaristan’da ne de Avrupa’da, İzmir’de. İzmir’deki bir Bulgar tacir olan Fotinov, Lyuboslovie adlı sırf haber değil edebiyat, tarih ve ideolojiden söz eden gazetesini hayata çıkarmıştır. Arkadan Kristos Tapçlişte’nin ikinci bir gazeteyi çıkardığını biliyoruz. Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçiliği, daha çok Araplık etrafında cereyan etmiştir. Ve müslümanlığı Arap tarihine bağlayarak kendini ifade etmiştir. İster hristiyan Butrus EI-Bustani veya müslüman Abdurrahman Kavakibi gibi mütefekkirler olsun, isterse diğerleri. Araplık müslümanlığı bile milli motifleri içinde yorumlamaya başlamıştır, bilhassa hristiyan araplar, fakat üzerinde durdukları ne bir siyasi ayaklanmadır, ne de bir bağımsızlık hareketidir. Hilafetin Türkler’de değil Kureyş mensubu Araplar’da olmasını ileri sürmektedirler. Bilhassa bu son durum 2. Abdülhamit Devri Osmanlı idaresini son derece kızdırmıştır. O kadar ki padişahın emirleriyle maverdenin ahkamı saltanı adlı eseri veya hilafetin encamından bahseden modern Arapların kitaplarının toplatılıp hamam külhanında yaktırıldığı malumdur.

Pekala hakimiyetin korunması bakımından makul görülen bu hareketi 2.Meşrutiyet’ten sonra, 31 Mart Vakası’ndan sonra Abdülhamid’in hallinde onun aleyhinde bir delil olarak kullanılır. Fetva makamında ve makamı tarafından ileri sürüldüğü ve hal vakası tahttan indirlişin temellendirildiği bilinir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda siyonizm farklı bir yönde gelişmiştir. Theodor Herzl başkanlığındaki siyonistler yani modern milliyetçiler ilk başta sadece kültürel bir otonomi ve giderek bölgesel bir idari otonomi peşinde koşmuşlardır. Hatta bunun için Osmanlı Devleti’ne tamamıyla sadakat, mali zorlukları halletme ve borçları önleme teklifiyle padişaha çıkmışlardır. Hiç şüphesiz ki bu otonomi, özerklik talebi de reddedilmiştir ama gelen siyonistlerin de bir kısmı yerleşme izni alamasa da yerleşme de başlamıştır. İlk önce bugünkü Hayfa civarında yani o zaman Beyrut vilayetine tabi olan bölgelerde satın alınan çiftliklerde koloniler kurulmaya başlamıştır ve bu kolonilerde etrafa verilen hizmetle sulhçu bir yerleşme imkanı aranmıştır. Şunun üzerinde açıkça durmalıyız, bu başka bir gelişmeye öncülük edebilir miydi?

Birinci Cihan Harbi ki, bu tip yerleşmelerde İngilizlerle işbirliğine sebep olmuş ve İngiltere’nin bölgedeki ilerlemesiyle de bir Yahudi devletinin kurulması Lord Balfour’un deklerasyonuyla ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz ki Filistin’de Yahudiliğin ve siyonizmin yerleşmesi doğrudan doğruya ikinci harp öncesi ve sırasındaki Nazi Holocaustuyla ilgilidir. Zaruri göç ve yerleşmeyle o bölgede bir nüfus artışı ve kuvvetlenme göz önünde bulunmuştur.

Kala kala Arnavutluk kaldı. Arnavut milliyetçiliği var ama o milliyetçiliğin aynı zamanda Türk milliyetçisi olduğunu görürsünüz. Şemseddin Sami gibi mütefekkir ve alim bir Arnavut Fraşeri hanedanından eserlerinde Arnavut milliyetçiliği kadar Türk milliyetçiliği yatar. Arnavutlara ilk tiyatro eserlerini ve Türklere ilk romanı, Arnavutlara ilk grameri Türklere bir imla ıslahatı ve Arnavutlara da Latin harflerini o getirmiştir. Hiçbir zaman imparatorluğun parçalanması Arnavutluk’un istiklali şöyle dursun bu imparatorluğun kuvvetli olmasını istemiştir ve bunu da garip bir şekilde Türk milliyetçiliğiyle yapmıştır.

Milliyetçilik Osmanlı düzeninin yıkılması demektir ve o düzenin bir daha tesisi mümkün değildir. Bahsettiğimiz millet sistemi, dini kompartmana dayalı millet sistemi de etnik aidiyetin kuvvetlenmesiyle ön planda Balkanlarda fire vermiştir ve bu kaçınılmazdır çünkü Osmanlılık klasik bir imparatorluk yapısının yeniçağlarda Avrupa topraklarında yaşaması demektir. Bunu büyük bir başarıyla birkaç asır yürütmüşse de kaçınılmaz akibet gelmiştir.

17 Haziran 2008 Salı

Attila İlhandan Şeçmeler




Türkiye ulusal sentezini yapmak zorundadır

Türkiye ne yapıp yapıp kendi ulusal sentezini yapmak zorundadır. Ulusal kültür sentezi yoktur.Osmanlı ve Selçuklu inanılmaz güzellikte bir ümmet kültür sentezi sunmuştur. Gazi, Dil Kurumunu ve Tarih Kurumu'nu bunlar için kurmuştur. Biz burdan Batı kültürü, Batı kültürü deyip duruyoruz, oraya gidince Batı kültürünün olmadığını görüyorsunuz. Fransız kültürü, İngiliz kültürü, Alman kültürü, Amerikan kültürü var. Hepsi birbirinden çok farklıdır. Tek ortak değerleri; Hristiyanlık. Onlar, Batı Hıristiyan Kültür çevresini oluşturmuş. Burda da bir doğu müslüman kültür çevresi var. Müslümanlık din olarak ayrı, ama bir de kültür boyutu var. Kültür olarak bunu bırakıp Hıristiyan kültüründen yararlanıp ulusal sentez yapamazsınız. O zaman ne oluyor aydınla halk arasında şimdi yaşadığımız karşıtlık çıkıyor. Halk aydını benimsemiyor, itiyor. Aydın da halkı benimsemiyor, bundan da gavur yararlanıyor. Aydını kullanıyor istediğini yaptırıyor. İşte görüyorsunuz; milyon dolarlar gönderip istediği gibi kullanıyor. Çünkü senin kendi değer ölçülerini ortadan kaldırıyorlar. Bu defa halk pusulasını şaşırıyor. Kültürsüzleştiriliyor...
Milli Gazete 2003

“Öğrensin keratalar”

Çok sorulmuştur. Belki sen de soracaksın, dönem romanlarında dönemin dilini kullanıyorum. İnsanlar öyle konuşuyorlar. Buna itiraz ettiler. Hepsi de ayağa kalktı. Hatta son kitapta burada konuşma yaparken bir hanım yazarımız, meselâ “istihkâm” diyorsunuz. “İstihkâm” ne demek ben bilmiyorum, dedi. Dedim, sen yazarsın yahu. Sen bilmiyorsan hiç kimse... şimdi mesele çok basit. Cevabını vereyim. İlk ben bunu ortaya çıkardığım vakit bu soruldu bana. Küstah bir cevap verdim. Gençler, bu dili bilmiyorlar, anlayamayacaklar, ne dersiniz, dediler. Öğrensin keratalar, dedim. Bu da yayımlandı. Çünkü İngilizce öğreniyor, anasının dilini öğrenmiyor. Bu olmaz. Öğrensinler, dedim. Şimdi bu defa cevabım başka türlü oldu. Bunları anlamazlar, doğru. Anlamazlar iyi de bu romanlar hep dörder beşer basım yaptı, bunları kim okuyor? Demek ki sizin söylediğiniz hikâye. Halk okuyabiliyor, öbürleri pekala anlayabiliyor. Onlar kendileri anlamak istemiyorlar.
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi 2003

http://www.tilahan.net/default.asp?lang=0&pId=16"aId=26

Ecnebi Eğitim, ´Vazgeçilmez´ imiş!




http://www.tilahan.net/default.asp?lang=0&pId=6&fId=5&prnId=91&hnd=1&ord=90&dbId=696

“...Ecnebi Eğitim, ´Vazgeçilmez´ imiş!..”

(...meraklısı, elbette hatırlayacaktır; ’misyoner’ okullarını irdelerken, en aşağı otuz yıl kadar önce, ele geçirdiğim şöyle bir demeci yayımlamıştım ki; ’mazlum halklara’ İngilizce -ve tabii, Hıristiyanlık- öğretmeye giden bu ’kültür yuvaları’ nın (!), maksad-ı aslilerini pek güzel anlatıyordu:

’’...American Bord of Mission, yaklaşık 65 yıldır, Türkiye’de faaliyette bulunmaktadır. (Dikkat!) Ticari ilişkiler bakımından, misyonlar bu bölgede elverişli bir ortam yaratmışlardır; bu ortam misyonerlerin iki yönlü çalışmaları sayesinde gerçekleşmiştir: 1/ Geniş bir eğitim düzeni 2/ Geniş bir basın yayın faaliyeti! (Dikkat!..) Biz bu bölge halkını, yalnız bizim sattıklarımızı almaları için değil; gelecekte kurulacak tesisleri geliştirip yaşatabilecek bir düzeye gelmeleri için de eğitiyoruz; bu yoldan, Amerikan yatırımlarına yeni alanlar açmak umudundayız...’’

’’...örgütün devamlı olarak yaşayabilmesi için yapılan harcamalar, yıllık altı milyon dolar civarındadır. (Dikkat!..) Amerikalılar Asya Türkiyesi’nde şimdiden kâra geçen bir iş kurmuşlardır. Bu durum, bütün bölge halkının, bir gün bizim müşterimiz olacağına dair umudumuzu gerçekleştirmektedir. Şu anda Asya Türkiyesi’nde, değişik bölgelerde 435 okulumuz ve bunlarda eğitim gören, 19.795 öğrencimiz mevcuttur!..’’

Bu müthiş beyanatı kim vermiş? Sıkı durun! American Bord of Mission adına, Mr. H.O. Dwight , verdiği tarih 1895 . Peki, dediği gibi, ’’bölge halkının bir gün onların müşterisi olacağına dair umudunu gerçekleştire’’ bilmişler midir? Bunu anlamak için, aşağıdaki faks mesajıyla misyoner okulları tartışmasına İzmir ’den katılan, Lâtif Karadağlı ’nın (asıl adı değil) yazdıklarına lütfen bir göz atar mısınız?..)

Üstelik ’cebri olarak yapılmalı’ymış...

’’...şunu biliyoruz ki, evrensel dil İngilizce’dir; bunun yanında Fransızca ve Almanca’nın kıymet-i harbiyeleri, birçok alanda vardır. Siz, onların neden bizim dili öğrenmedikleri ve kendi dilleriyle eğitim yaptıklarını sorgulayarak, bizim de kendi dilimizle eğitim yapmamız gerektiğini, sonuç olarak çıkartıyorsunuz. Onların bizim dili öğrenmeye ihtiyacı yok, çünkü kendi dilleri evrensel dil ve uluslararası birçok kurumda kullanılıyor. Türkçe’nin böyle bir geçerliliği yok. İşte bu yüzden, biz gençlik, en başta evrensel dil İngilizce olmak üzere, sırası gelirse Fransızca ve Almanca’yı da öğrenmek zorundayız. Bunun sağlanması kişilerin otokontrolüne bırakılamaz, bunun için de cebri olarak yabancı dille eğitim yapılmalıdır, bu genç neslin faydasına olacaktır...’’

’’...ancak ortaöğretimde İngilizce dersi hakkıyla verilmemektedir, çok yanlış öğretim metotları yüzünden veya dil dersi umursanmadığından dolayı, ortaöğretimden çıkan çoğu öğrenci, İngilizce mantığından, gramerinden ve sözcük bilgisinden yoksun olarak üniversiteye geliyor. Ortaöğretim’deki başıbozukluğa son verilmeli ve üniversitelerdeki İngilizce dersler artırılmalı ve öğrenciler iyice yontulmalıdır. Ben iktisat bölümünde okuyorum; İngilizce olarak gördüğümüz derslerde çoğu kez öğretmenler Türkçe konuşmak zorunda kalıyor, çünkü öğrenciler anlamadıklarını belirtiyorlar. Ancak bu durum İngilizce eğitimin gereksizliği fikrine çıkış noktası olamaz; İngilizce temelde hakkıyla verilirse ve hocalar İngilizce öğretimde ısrarlı ve katı olurlarsa, durum düzelir...’’

’’...emin olun ki yabancı dille eğitim Türkiye için vazgeçilmezdir!..’’ (25 Şubat 04)

’Ateşli’ ama, ’bilgili’ sayılmaz!..

Öğrenci Lâtif Karadağlı (asıl adı başka), anlaşılan dünyadan habersiz, ne Emperyalizm ’den haberi var, ne Kültür Emperyalizmi’ nden, yani ’Kültürsüzleştirme’ den! Coğrafyası da, sağlama benzemiyor; Rusya (Rusça), Çin (Çince), Asya Türk Cumhuriyetleri (Türkçe), İran (Farsça), Aden Körfezi ’nden Atlas Okyanusu ’na uzanan Arap/İslam ülkeleri (Arapça); Amerika ’daki Brezilya, Meksika, Arjantin gibi, kalabalık devletleri (İspanyolca ve Portekizce); bunların toplam nüfusunu, hiç hesaba katmadan, İngilizce’yi evrensel ilan etmiş, -bilindiği gibi- bu aslında Anglosakson Misyon Okullarının iddiasıdır; ve ötekilerin hepsi, hele Avrupa ’dakiler - Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, vs. - bunun tam karşısındadır!

Daha güzeli delikanlının, tartışılanı yanlış anlamış olması; sorun, niye onlar Türkçe okutmuyor da, biz İngilizce okutuyoruz sorunu değil; Türkiye’de kimse İngilizce öğrenmesin, diyen de yok; tam tersine, isteyen istediği dili öğrensin ama, hiçbir ulusal devlette, -tam da yurttaşlık bilincini edineceği çağda-, çocuklara ecnebi bir ülkenin diliyle o yabancının kültürü aşılanamaz; bu ancak, sömürgelerde görülen bir uygulamadır.

Üstelik bu konu yeni tartışılmıyor; alın size tabloit bir dergi, arka sayfasındaki manşet, boydan boya şöyle ’atılmış’ : ’’Yabancı Dil Eğitimine, EVET! / Yabancı Dille Eğitime, HAYIR!’’ ; işte meselenin özü ve özeti budur; o derginin adı CÖNK , tarihi -sıkı durun- 1 Aralık 1988 : yöneten de, benim! Bu manşet, iç sayfalardaki, büyük soruşturmayı haber veriyor; o soruşturma ki, katılanlar arasındaki Mümtaz Soysal, ’Yabancı Dille Öğretim Veren Ulusal Devlet Yok’ diye cevap vermiş; Refik Erduran, ’Dilin Korunması Ulusal Onur Sorunudur’ demiş. İsmet Özel, ’’(O) Eğitimin Amacı Uşak Olmaya Yetecek Kadarını Bilmektir’ diye kestirip atmış!

Belki de beyhude mi? Baksanıza, geçen yirmi yıl içinde, o ’sistem’ ne ateşli ’ecnebi dille öğretim’ taraftarları yetiştirmiş! İnsan kendini Mütareke’ de İstanbul gazetesi okur sanıyor...


Cumhuriyet, 05.03.2004

7 Haziran 2008 Cumartesi

Tarih Dersleri’nde “Milletler Tarihi”

Tarih Dersleri’nde “Milletler Tarihi”

Osmanlı İmparatorluğu’nda tarihte hiç görülmemiş ölçüde bazı dinler bir aradaydı. İşin ilginç yanı, 18. asra kadar bu farklılıklar bir sorun teşkil etmezken bu asırdan sonra yeni dünyada en önemli sorun etnik ayrılıkların ortaya çıkması oldu.


NTV-MSNBC
Güncelleme: 17:40 TSİ 04 Haziran 2008 Çarşamba


İSTANBUL - Osmanlı İmparatorluğu tebaasının dini ve lisani renkliliği açısından hiç şüphesiz ki tarihteki Büyük Roma’dan sonra en ilginç olanı. Eski Roma pagan bir imparatorluktu ve hayatının belli bir safhasına kadar bu imparatorlukta tek tanrılı yani semavi dinler mensubu, tarih icabı sadece Filistin’deki yahudilerdi. Yahudilerle diğer çoktanrılı dinlerin , en başta Romalılar’ın kendilerinin birarada olmaları ve bulunmaları hiç şüphesiz ki belirli sorunları getirmiştir. Bizzat Hristiyanlığın çıkışı ve Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi olayları sırasındaki çatışma noktaları da bunu göstermektedir.
Haberin devamı


Bizim asıl üzerinde önemle duracağımız konu şudur: Aradaki Hristiyan Roma yahut yanlış bir deyimle Bizans denen camianın çekilmesinden sonra Osmanlılık, Balkanlar’da Tuna boyundan Mezopotamya denen bölgede yani bugünkü Irak’ta, Fırat kıyılarına, Kafkasya’dan hatta Ukrayna Kırım’dan güneydeki Somaliya, Etiyopya’ya kadar bir kere üç semavi dinin , üç büyük dinin hemen hemen bütün mezheplerini, varyantlarını da bulundurmuştur.

Bu, müslüman bir imparatorluktur. Müslüman imparatorlukta da birçoklarının yarı bilir, yarı bilmez tekrarladıkları bir durum söz konusudur. Efendim, bu müslmanlığın sünni ve hanefi yorumudur. Doğru değildir. Biraz sonra üzerinde duracağız. Onun dışında asıl en önemli unsur hristiyanlık dediğimiz bu semavi üç üniversal dinin bütün kiliselerinin, yani bütün yorumlarının birarada bulunmasıdır. Hele 19. asırda protestanlığın ortaya çıkması milletlerarası diplomasi ve çatışma alanlarının bu mezhebin rengiyle ortalığa kendini tanıtması daha başka sorunları ortaya çıkarmıştır.

Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu tarihte hiç görülmemiş ölçüde birtakım dinlerin, cemaatların bir arada bulunmasıdır. Daha da ilginci belki 18. asırda hatta 19.asırda değil, 18. asrın ortalarına kadar dil farklılıklarının bir sorun teşkil etmemesine rağmen bu asırdan sonra yeni dünyada asıl en önemli sorun dile ve dil farkına dayanan etnik ayrılıkların ortaya çıkmasıdır. İşte o zaman bilinen kiliseler ve inanç grupları arasında da çatışmalar çıkmakta ve imparatorluğun hazin sonunu hazırlayan dramatik gelişmelerle bu tarih sayfası kapanmaktadır diyoruz.

Kapandı mı acaba? Hayır. Zamanımızdaki olaylar gösteriyor ki Osmanlılık bazı safahatta dönemini çok daha rasyonel bir kuruluşla götürebilmiştir. Bugün en azından Ortadoğu coğrafyasına baktığımız zaman, bunu görmemek mümkün değildir.

Şimdi dilenirse, büyük dinlerin ortaya çıkışında ve bunların bu imparatorluktaki devamındaki bazı esasları ele alalım. Bir kere Roma İmparatorluğu’nda hristiyanlık tabi ki gayri resmi, tabi ki muhalif, “clandestin” denen adeta bir yeraltı teşkilatlanması şeklinde gelişmiştir. Zaman zaman Roma imparatorlarının ve idaresinin bu dini harekete ihtiyatlı da olsa toleranslı veya umursamaz bakışı, zaman zaman oldukça düşman bakışlar dolayısıyla hayatı çok zor götüren ama imparatorluğu da zorlyan geniş bir inanç grubudur bu. Filistin’de çıkan Mesih bazılarının zannettiği gibi yahudilikte çıkan ve o dinin yasalarını, yaşayış biçimini denetleyen, yorumlayan bir hareket olarak kalmamıştır. Hz. İsa’dan sonra onun havarileri ve hayatta kendisini görmeyen Tarsuslu haham St-Paul, - Shaul ‘dur adı - yeni yorumuyla Mesih ve bu inanç üniversaldir. Bütün milletlere gelmiştir ve göklerin melekutunu , yani öbür dünyanın hakimiyetini bu günahkar dünyaya göstermektedir. O zaman kilisenin teşkilatlanması söz konusudur. Çok açıktır, bu teşkilatlanma başladığı zaman yani kilise doğrudan doğruya, işte eyaletlerde piskoposlar onların altında papazlar, bu gizlilikte veya açıklıkta bu şekilde devam etmiştir.

St-Paul’ün kurduğu ilk kiliseler olan Antakya, Efes, İskenderiye vs. ki İstanbul bunların içinde yoktur ve buralardan gelişen cemaatlerla bu yapılanma artmaktadır. Daha da ilginci, St- Paul yeni dinini ve düşünceleri yaydığı zaman şehirlerde mevcut yahudi cemaatinin ibadet yerlerini, yani sinagogları kullanmıştır çünkü her yetişkin yahudinin hele St.Paul gibi çok etkileyici çok güzel konuşan bir hahamın, oradaki kürsülerde cemaata vaaz verme, yorum getirme hakkı vardır. Yavaş yavaş sinagogdan dışarı çıkmıştır. Her zaman çok dostça karşılanmadığı bellidir. Nitekim kilisenin asıl iki kurucusu St.Petrus, St.Pierre ve St.Paul idam edilmişlerdir. Bu zaman içerisinde hristiyanlığın çeşitli yorumları ortaya çıkmıştır. Bir tanesi İskenderiyeli rahip Arius’tur. Ona göre İsa’nın uluhiyetinden çok bir mesih rolü önemlidir. Ve Ariusçuluk ilk zamanlarda daha çok, şaşılacak bir şey, şehirli olamayan kitlelerin arasında tutulmuştur. İlk konsül, büyük bir yetki çatışmasının, büyük bir yorum çatışmasının sonunda ortaya çıkmıştır. Ne derecede Hristiyan olduğunu bilmediğimiz ama hristiyanlığa sempatiyle bakan, koruyucu rol oynayan İstanbul şehrinin gerçek kurucusu Büyük Konstantin, İznik şehrinde bu sorunları çözmek için bir konsil toplamıştır. Hristiyanlığın ve kilisenin hayatını tayin eden asıl konsil de budur. Burada bir kere sayısız incillerden bazıları ref edilmiştir. Sadece dört tanesi kabul edilmiştir. Hristiyan inancını, Hz İsa’yı ve hayatını ve söylediklerini nakleden kitaplardan dördü: Lukas, Marcus, Matta, Yuhanna. Bunların anlattıkları birbirlerini tamamlıyor ve Hristiyan inancının ve vahyin, tanrının dediklerinin, İsa’nın söylediklerinin, doğru yorumu olarak gösteriliyor.

Bunların üstüne onu görmeyen fakat onu tanıyan, onunla aynı fikirde birleştiğini kabul eden ve ileri süren St.Paul’ün Efes, Galatya, Selanik, Antakya, vs yerlerdeki misyonu, ordaki halka yazdığı mektuplar, yani hitabeti ve esasları da İncil’in arkasına konuyor. Dahası, hristiyanlığı yaymak için ıstırap çektiği ileri sürülen kişilerin mektupları yer alıyor. İşte bu İncil ve dini kilise hiyerarşisi orada kabul ediliyor. Daha mühim bir şey var. Bir karar değil, bir tahkir, bir lanetlemedir Yahudi dini ve o inanış Hz. İsa’yı çarmıha germiştir. Bu konsilden sonra hiç şüphesiz ki ortalık durulmamıştır. 425’te Efes’te bir konsil daha toplanmıştır. Bu konsilde İstanubul patriği Nasturius’un yorumlarına, Hz. İsa yorumlarına karşı İskenderiye, Antakya ve Ermenistan takımının yorumu söz konusudur. Aradaki büyük çatışma dolayısıyla tarihte monofisizm denen, yani bugünkü Mısır Kopt Kilisesi’nin, Süryani Kilisesi’nin ve Ermeni Kilisesi’nin esasını teşkil eden ayrılma ortaya çıkacaktır. Henüz erken. Burada, Efes Konsili’nden sonra 451’deki Kadıköy Konsili’ni beklemek gerekir. Orada işte bu ayrılık artık kesinleşmiştir Bizans’ın resmi kilisesiyle arasında ayrılmayla ortaya bugün bildiğimiz Ortodoks Kilisesi, Ermenistan kilisesi, Kopt kilisesi ve Süryani Kadim kilisesi çıkmıştır. Osmanlılık da 5.asrın ortasındaki bu mirası devralmaktadır.

Diğer bir ayrılık hiç şüphesiz ki, 10 ve 11. asırlarda yeşeren ama 1050’de kesinlikle birbirinden kopan İstanbul ve Roma arasındadır. Hristiyan alemi Justinianus’tan beri özellikle bu memleketin hristiyanları, Roma’daki papayı birinci sayar. Bu bir ihtiram, bir idare, bir öncülüktür. Roma’daki papaya bir uluhiyet vermek onların zihniyetinde yoktur. Roma bu iddiayı benimsedi ve İncil’in tercümesinde ve deyişlerdeki bazı yorum farklarına gittiği ölçüde bir kavga dövüştür. Filiocve , yani baba ve oğulu, tanrıyı ve İsa’yı bir hamurun , bir mayanın, bir cevherin içine koyan görüşle, Bizans’ın bunları ayıran görüşü, bir ilahiyat çatışmasına dönüşmüştür. Ama o asırdaki karşılıklı afaroz yetmez. 1204’te İstanbul, Avrupa’dan gelen Haçlı sürülerince yağmalandığı, halkın can mal ve ırzı ihlal edildiği, katledildiği dönemden itibaren Batı ve Doğu kiliseleri birbirinden nefret eder hale gelmiştir.

İşte Osmanlılık bu iki dünyayı da bulmuştur. Doğrusu İtalya’daki papanın etrafındaki geniş katolik alemiyle yeni girdiğimiz vatandaki ortodoks dünyanın arasındaki çatışmadan Osmanlı İmparatorluğu hem yararlanacak hem yeni bir teşkilatkanmanın tohumlarını temellerini atacaktır. Diğeri hiç şüphesiz ki Hristiyan dünyanın devamlı olarak tahkir ettiği suçladığı ve benimseyemediği yahudi alemidir.

Yahudilik bu topraklarda ne kadar vardı? Miladın ilk asırlarından itibaren Milet tiyatrosuna gidersiniz, abonmanla satılan sıralardan birinin üstünde Simeon Judeon der, Sartagi dersiniz kazılarda bir yahudi sinagogu ortaya çıkar. Antakya’nın bir yahudi cemaati vardır. Kapadokya’nın vardır. Bitinya’nın, Bursa havalisinin vardır. İskenderiye’de zaten yahudilik bu şehir kurulduğundan beri vardır. Demek ki Akdeniz dünyasında hatta Roma’ya, hatta yeni kurulan koloniler, Marsilya gibi kentlere kadar yahudilik çoktan yaygındı. Roma İmparatorluğu’nda denilebilir ki coğrafi bakımdan en yaygın din yahudilikti. Bu hayatına nasıl devam etti ve Osmanlılık bu dinle, yani tek tanrılı dinlerin inancı, inanç kaynağı olan bu anlayışla, bu cemaatla nasıl aynileşti bunun üzerinde durmak gerekir.

///////

Tarihi bir vakadır. Tiberius’un zamanında Kudüs’teki mabet yakıldı ve şehrin yahudi nüfusu özellikle Bar Kohba Ayaklanması’ndan sonra sürüldü. Masada’da Filistinliler, kendilerini kahramanca müdafaa ettiler. Bu olaydan sonra Filistin ülkesindeki geniş yahudi grupları Roma İmparatorluğu’nun her tarafına yayılmak durumunda kaldı. Bu coğrafya açıkça konuşmak lazımdır bugünkü Türkiye’yi, hemen Suriye, Filistin’in bütün bölgelerini, Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve ortaçağlarda Endülüs’ü İspanya’yı kapsadı. İtalya’da zaten bir yahudi grubu vardı. Şurası tartışılan bir konu. Ortaçağ boyunca Alpler’in ve İspanya’daki Pireneler’in kuzeyine geçen ve coğrafya itibarıyla Aşkenaz dediğimiz Doğu Avrupa Yahudileri nasıl oluyor da Roma İmparatorluğu’nun ve yahudilerin anayurdundaki nüfusun dokuz misli fazla olabiliyor. Bunun cevabını vermek çok zordur. Tarihi demografik meselerle bunu bilemeyiz. Yalnız şurası bir gerçektir. Osmanlılık, Bizans’tan tevaris ettiği cemaatiyle yaşamaya baştan alışmıştır. O kadar ki, Fatih Sultan Mehmet gibi büyük bir hükümdarın tarihini yazan üç kaynak, birisi Tursun Bey, ikincisi Kritovulos Rum Ortodoks, üçüncüsü de Kapsali’dir. Kapsali’nin yazdığı eser yerli yahudi nüfusun artık Osmanlı cemiyeti ve idaresine karşı duydukları yakınlık ve bütünleşmenin de bir ifadesidir. Ama 15. asırda Endülüs’ün tamamiyle hristiyanlaştırılmasından ve giderek engizisyonun kurulmasıyla yahudiler dalga dalga Kuzey Afrika üzerinden, İtalya’dan oralarda da tutunamayarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar. Mesela 15. asrın sonunda İstanbul’da birdenbire 53 adet Kahal, çoğulu kahalim, yani cemaatlar çıktı. Her sinagog ve etrafındaki mahalli halkına kahal tabir edilir.Hiç şüphesiz ki 16.asır boyunca bu cemiyet Avrupa’nın iktisadi mali sanatlarını, matbaayı, hekimliği Türkiye’ye getirmiştir.

Dolayısıyla, İstanbul’un dışında o vakte kadar iki kere Venedik’ten alınan , 2. Murat’tan evvel tamamen Osmanlı’da kalan Selanik şehri de kesif surette yahudi göçüne sahne oldu. Rumeli’nin Kastorya, Selanik ve Florina ve Bosna’da ve Arnavutluk’taki birtakım şehirlerde yahudi gruplar ortaya çıktı. Osmanlı İmpartorluğu’nun hristiyanlardan sonra en kalabalık grubu yahudilerdir. Klasikten beri imparatorlukta oturan yani bugünkü Güneydoğu Anadolu’daki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, zaten Mezopotamya bölgesinde, Irak’taki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, ve nihayet Yahudilerin anayurdu olan Filistin’de bilhassa Sfat ve Kudüs’te oturan vardır. Bunların içinde hatta çok gariptir ki semitik, yani yahudi asıllı oldukları, İsrailoğulları’ndan oldukları halde Karay Mezhebi’ni seçenler de görülür. İmparatorlukta bir de Kırım ve Kıpçak bölgesinde Türk asıllı olarak Karay mezhebine geçen şamanizmden yahudiliğin Karay Mezhebi’ne geçen, veya gene Kırımçaklar gibi Türk asıllı olduğu halde Tevrat, Talmud , yani bildiğimiz Ortodoks Yahudilik’i seçen gruplar vardı. Bunların hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nda hristiyan dünyaya bir denge olarak düşünülmüştür.

Fatih, İstanbul’u aldığı zaman şehre bir de önemli ölçüde Ermeni nüfusun göç etmesini teşvik etti. İstanbul haraptı ve boştu. Bu sanatkar milletin, birtakım dallarda temayüz etmiş bu grubun başkente yerleşmesi şarttı. Görülmemiş bir şey daha yaptı. Ermeni kilisesinin Ermeni milletinin ruhani merkezi Eçmiyazin, yani Erivan civarındaki Eçmiyazin ve Van’daki yani Ahtamar ve Sis dediğimiz Çukurova Katolikosluğu olmasına rağmen ve tabi Kudüs ‘te bir patriklikleri bulunmasına rağmen , İstanbul’da bir patriklik ihtas etti. Başına Bursa metropoliti Hovakim’i getirdi. Yıl 1461. Ermeniler ruhani reislerinin Eçmiyazin’de olduğunu söylediler. Bu, idareyi çok ilgilendirmiyordu. Ermeni milletinin mali, idari işlerine, eğitim sorunlarına, hukuk işlerine İstanbul Patrikhanesi bakacaktı. Herkes oradaki , millet başına, yeni tayin edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni Patriği’ne tabi olacaktı. Eçmiyazin’deki ruhani otorite bile idari ve mali işler bakımdan ona tabiydi. Bu büyük bir değişiklikti. Ve Osmanlı Ermeniliği’nin bilhassa Batı Ermeniliği’nin kültürel bakımdan da tarihi yolunda kandine özgü bir inkişafını sağlamış oldu.

Görülüyor ki Osmanlı imparatorluğu’nda sayısı hayli kalabalık hristiyan grupların yanında Mezopotamya Bölgesi’nde sünni hukuk doktrinin farklı yorumları olan Şafilik’e, Kuzey Afrika’da Hambelilik’e ve esas itibarıyla Sünni yorumun esası olan Hanefilik’e mensup müslümanlar vardır. Mesela Diyarbakır’da, mesela Musul’da, mesela diğer Arap eyaletinde Şafi Müftüsü’nü görmek bazı yerlerde mümkündü. Müslümanlar mahkemeye gittikleri zaman kendi davalarının bu mezhebin yani Ebu Hambel, imam Şafi, İmam Hambeli ve Ebu Hanife veya İmam Maliki’nin içtihatlarına göre bakılmasını ileri sürerlerdi. Bu, onların hakkıydı. Mısır’da bu dört mezhep de birarada bulunduğu için Osmanlı’nın tayin ettiği kadı adeta başkadı rolünü oynuyordu. Böyle bir imparatorluka , protokoldaki üstünlük Bizans’tan kalma bir alışkanlık olarak İstanbul’daki Rum Ortodoks Patriği’ne verilmiştir. Bizzat Floransa ve Ferrara Konsilleri’nde hristiyanlığın iki büyük dalını katoliklik ve ortodoksluğu birleştirmek isteyen çabalara ve orada şampiyonluğu götüren ortodoks metropolit Bessarion’a karşı bayrak kaldıran eski patrik Gennadius Skolarius, ki Bizans’ın son senelerinde işten atılmış fakat halk ona eskisinden daha fazla saygı göstermekteydi, Fatih tarafından son derece onurlandırılmış. Protokolde padişah kimseyle yemek yememesine rağmen patrikle birlikte davet edilmiş ve yemek yemiştir. Kendisine verilen hediyeler ve veziranın gösterdiği ihtiramla Bizans devrinde bile görmediği bir statüye kavuşmuştur. 19. yy da Tanzimat Devri’ne kadar rum patriği ve kendisine bağlı eyaletlerdeki metropolitler gayrimüslimlerin arasındaki protokolda birinci derece gelirlerdi. Bu 15. asırdan kalmadır. Rum ortodoks patriği ki Roma Ortodoks Patriği demektir. Sadece dini değil, idari, mali ve eğitim işlerine de bakardı. Fatih bir Roma Kaiseri’ydi. Kaiser-i Rum ünvanını taşırdı. İleride İtalya’yı fethedebilseydi hiç şüphe yok ki katolik gene ayrı bir statüyle ayrı olarak tutup kendine tabi kılacaktı. İmparatorluğun Rum ortodoks anlayıştaki bütün tebasını kendisine tabi tutmuştur yani kendisi dediğimiz burada Rum Ortodoks Patriği’dir.

16. yy’ ın sonunda da muhtemelen Fatih Çarşamba’da bulunduğu yerden patrikhane bugünkü Aya Yorgi kilisesine Fener semtine inmiştir. Rum patriği bütün ortodokslar üzerindeydi hatta Arnavut ve Arap ortodokslar bile ona tabiydi. Ne var ki bu kiliseyle doğan ihtilaf yüzünden de yavaş yavaş bilhassa Araplar Melkit dediğimiz katolik kilisesine doğru yönleneceklerdir. 19.yy’da kuvvetlenen bütün milliyetçilik dolayısıyla Balkan milletlerinin hemen tümü Rum ortodoks kilisesinden ayrılma, Bulgarların yaptığı gibi bir katolik kilisesi kurma veya autosefal diyebileceğimiz kendi başına buyruk özerk kiliselerini teşkil edecektir. Daha evvel hristiyanlığın ilk zamanlarında sadece Kıbrıs ve Sina kiliseleri müstakilken 16.yy’da, 15. yy’ın sonlarında bir de Moskova Kilisesi’nden ayrı bir patrik ortaya çıkmıştır. Fakat 19.yy’da en başta yeni kurulan Yunanistan’ın milli kilisesi, Sırp kilisesi , ardından büyük kavgalarla Bulgar Etharnası ve Romen Patrikhanesi kendi başına buyruk kiliseler olarak Fener’den ayrılacaktır. Ulusalcılığın yükselmesi, Osmanlı imparatorluğunun modernleşmesi asıl Rum Ortodoks Kilisesi’ne darbeyi indirmiştir. Millet sisteminde gayrimüslim unsurlar nasıl yaşıyordu, hakları neydi, yaşayış düzeni neydi bunu başka bir programa bırakacağız.