24 Şubat 2009 Salı

"Kanlı pazar"ı savunmak, olabilecekle,cezayı savunmaktır! İşbirlikçilik değilse

http://elestiriler.blogspot.com/2009/02/kanl-pazar-savunmak-olabilecekle-cezay.html

Kimi neyi savunmuşlar Kanlı Pazarda?




Milliyeti mukaddesatı mı?




Sosyalizm gelecek din elden gidecek bunu engellemek için manda olalım, bununla da yetinmeyelim, sopa, balta, satır, bıçak şiş saldıralım denerek mi kutsallar savunuluyor? Yakarak, yıkarak, işbirlikçilik yaparak?




Kapitalizm eleştirilemez, biz zenginliklerimizle öbür dünyada tartılacağız denilmeye burada başlanılmıştır.




Sosyalizm gelir din elden gider diyenlerin o zamanlar önünde sultan Galiyev gibi bir örnek var, şimdilerde daha eleştirel değerlendirilse de.




Sosyalizmlerde dindarları ürküten bir şeyler yokmuydu? Elbette vardı. Sosyalistleri dahi ürküten şeyler vardı.




Fatsa'da tek tip insan önermeyen, değişik duruş, görüş, gelenek ve inancı yalnız bir arada tutabilen değil, tutmayı hedefleyen bir geleneğin bağımsızlık için yürüyüşüne karşı saldırıyı dinden mukaddesattan yola çıkarak meşrulaştırabiliyor bir yazarımız.




Soğuk Savaşın derin kurumlarında yer alabilirsiniz. Bunu üstelik para pul almadan da yapabilirsiniz. Hattâ o dönemler bunu içinizden bir şeyler koparak yapmak durumunda kalmış olabilirsiniz. Aradan yıllar geçti,kten sonra, pişkince katliamlara, pogromlara, saldırılara sahip çıkmak, tereddüt göstermemek, yanılmazlıktan konuşmak, dini savunmayı da yanılmayan, hep haklı, eylemleri tartışılmaz insanlara mal etmek ancak siyasi bir dinin, hattâ ancak ideoloji haline getirilmiş bir dinin ifadesidir.




Bizde peygamberler dahi insandır. Yanılmazlık, ölümsüzlük, tanrısallık iddiasında değillerdir.




Burada bir başka din anlayışıyla karşı karşıyayız.




Ben, bağımsızlık diye inleyen o samimi topluluğa azrail gibi dalmayı hiç bir ahlâka sığdıramıyorum. Karşısındakinin yanlışı kanıtlansa bile, kimse insanların, düşüncelerin, toplumların gideceği, geleceği yeri önceden sabitlecek, donduracak bir haktan konuşamaz. Böyle bir hukuk yok! Onca yangın, bunun üzerinde temellendirilmekte!




Mecdeli Magdayı taşlayanlar haklı olsaydı, O'na ömrünü bağışlayan bakış haklı çıkmazdı.




Peygamberine kılıç çekeni doğrayacak bir kültür olsaydık, en yiğitlerimiz saflarımızda olmazdı. Hangi seçilmiş halife canını yakana acıyarak bakmadı? Hançere sırt dönen taraf başka bir taraf, sırta hançerle dönen başka.




Kanlı Pazarda kan dökmüş, ama acı çeken kimseye bir kinim yok. Ölenlerle hepimiz öldük, öldürenlerle bir tarafımız katil oldu. Bunu temizlemeliydik. Temize çıkarmalıydık, insan olarak geleceğimizi. Ölenin ve öldürenin çocuklarının geleceğini.




"Gelecekte insanlar fikir değiştirir, hayırsızsa hayra meyleder, hayırlıysa şerre de meyleder" düşüncesinden değil. Onların savunduklarını savunma haklarından dolayı, kendi hayırsızlık ve hainliğimizi onlara yazmamamız gerektiğinden dolayı bunu söylüyorum.




Onların dedeleri Çanakkalede bizim dedelerimizin yanındaydı. Memleket için bir gelecek önerme hakları yok? Çünkü dinleri yok? Kimin dini yok? Sosyalist dinsiz de, Mandacı, İşbirlikçi dindar mı, vicdan sahibi mi, her yerde ve her daim hep haklı mı?




Her daim her yerde haklılık şirktir. Başkalarını ilerde yapacaklarından dolayı öldürmek tanrısallık iddiasındandır. Bu derece ileri gidilmiyorsa din adına, hakikatten yola çıkılarak konuşulmalıdır. O zamanlar, şuna şuna inandık, şu konuda yanıldık, şu konuda haklıydık demek dururken neden şirkin diliyle konuşmak?



Büyüklük taslamak, en iyi, en ılımlı anlamıyla dahi ne kadar dinle ve dinden savunulabilir?




Öldürülenler kardeşlerimizdi. Hepimiz bilmiyorsak bile, bağımsızlık düşüncemize karşı insanları silahlandıranlar, kışkırtanlar ne yaptıklarının pekâla farkında idiler.




Farkında olmayanlar şimdi farkındalar! Vicdanlarında yaprak kıpırdamayanları, insanlığa yüz çevirenleri yakalarımızdan silkelemeyenlere de veyl olsun!




Hiç bir haklılık, hiç bir kutsal değer başkalarının hak ve hukuklarını çiğneyerek, iftira ve kışkırtmayla, kan ve zulümle, yalan ve propagandayla ayakta tutulamaz.




Eğer bağımsızlık istiyorsan, karşındakiler de yanlış yolda ise, daha doğrusunu öner. Onlara yol göster. Zulme uğratma. İftira etme. Geleceklerini ellerinden alma. Yarın onların çocukları bizi işgale, sömürgeciliğe karşı savunacaklar. Yalancının, işbirlikçinin yetiştirdikleri değil!




Onlar, kendilerine zulmedenlerin çocuklarına bile analık babalık ettiler. Gelecek, diğerkâmların, çok bilmemişlerin, işbirlikçilikle kutsallarımızı savunabileceğimizi düşünmeyenlerin emekleri üzerinde yükselecek. Eğer adam gibi bir geleceğimiz olsaydı.




Ömerimiz ve Hamzamız zamanlarının zalimlerini, çokbilmişlerini hak ve hakikat adına konuşturmayacak bir hakikatlilikte kendilerini buldular.




Yanılanın, farklı olanın, bizim gibi düşünmeyenin cahil zulmüne karşı celâlleneceğimize; Zalim'in zulmüne, zulmü tutarlı bir biçimde uygulayan, savunan, meşrulaştıranlara celâllenelim, mümkünse, cesaretimiz varsa. Ama esaretimiz var. Zalim'e dahi isyan zulüm işi değildir. İnsanlık, işidir.




Yanılan, yanılgısını kabul eder. Farklı olanla ortak bir hukuk bulunur insanlık üzerinden, bizim gibi düşünmeyen, bunun farkına varır, ezberden değil, kendinden konuşur, yakınlaşır bir gün, arayışta olanlar . Sabredemiyorsan, kapışırsın, ama insanlık birleştririr, birleştiricidir.




Zulme tapınanı dost bilenin, zulme farklı önermelerle itiraz edene dünyayı cehennem etmesi, sadece ve sadece zebaniliktir!




Vicdansız , ahlâksız, insafsız insan yüzünü nereye çevirise çevirsin kendisini bulur. Her yer ben, her şey ben der.




Başkasını farketmek, onun dünyasını, taleplerini, itirazlarını, geleceğinin hikmetini de okumaktır. Kainatı okuyamayan, geleceğe cellat olmasın. Eleştirsin, önersin, kendini eleştiriye, yani Hakikatle düzelmeye açsın.




Önce 6-7 Eylül. Sonra Kanlı Pazar. Sonra? Daha sonra?




Hakkaniyet zebanilere çıraklıktan geçmiyor. Bu kadar gürültü, toz duman, ona yafta, buna yafta, sonra?




Tevazu diliyorum, zalimlerin çıraklarına, yarın Hakkın Divanında söyleyebilecekleri olsun istiyorum. Afeettiklerimizden ve affedilenlerden olsunlar. Yanlışta inat edip, sırlarını örten karanlık ve merhametli geceyi, başkalarının bedenlerinin ateşiyle aydınlatmasınlar.




Zulme kimse kapalı değil! Zulme ancak, hakikatle düzelmeye açık olan, yanılabilir olan, yanlış yapabilir olan insan karşı durabilir: Zulme karşı duruş, başkasını şeytanlaştırarak değil, önce kendi zulmünün önünü kapatanların duruşudur.




Yanılan da, çok bilmiş de, hançeri tutan el de, insana güvenen, rıza sahibi, cesur insanlar da bizim.




Ebu Cehilliğimiz, bilmediğimizden değil, bildiğimizi esir edişimizden, yani bilmeyi bilemediğimizden.




Ebu Cehillik insanın bir yanıysa, İnsanlık öte yanı. Kimsenin hatadan dönmemesini bekleyenlerden olmayalım. Yanılalım, yanıltılalım, önyargılarımızda.




Kınalı kekliği ürkütmeyelim, gül yaprağını yüksek sesle dahi dağıtmayalım, ama, solucanı, yılanı da çiğnemeyelim. Herkesin bir dostu, düşmanı var. Karganın yavrusu karga. Herkes için geçerli objektif nefret ve paspas etme objeleri aramayalım. Nefretimiz, yalanınımız, dolanımız, talanımız ayak altında dolaşır durur da mesele etmeyiz nedense.




Onlar, ipek donlarla, başkalarına çamur atan büyük arabalarla dolaşmadılar. Bıraksak belki dolaşacaklardı, belki dolaşmayacaklardı. Bilemeyeceğiz. Ahkâm kesmede bir hikmet yok. Bağımsızlık için kendi taburelerine tekme atan bir kuşağı sadece kucaklıyorum ve rahmetle anıyorum.




Bağımsızlık, öncelikle düşüncede bağımsızlıktır: Zincirlerini kıran, yalanla yaşamayı terkeyleyen insanlığın özlemiyle.




Zincirden boşalmış zulmü alkışlayan, ve zulme karşı koyanın hayatını karartan bizden değildir, değildir de haksız, hukuksuz da değildir.




Zalime çıraklığı marifet bilen, affedilebilirliğe inanmayan bir kardeş gibi.




Meşru müdafaayı savunmadığınızın farkında mısınız Ey İnsanlar, İnsanlarımız?

7 Şubat 2009 Cumartesi

TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN ÖĞÜDÜ

Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 27



TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN ÖĞÜDÜ




Birisi bir hileyle kuşun birini tuzağa düşürerek ya­kaladı. Kuş dile gelerek yalvardı:

"Ey ulu kişi sen bir çok öküzler, koyunlar yedin, develer kurban ettin. Bu dünyada onlarla bile doyma­dın, benimle mi doyacaksın. Eğer beni bırakırsan ben sana üç öğüt vereceğim ki bunlara uyarsan her müşkü­lün hallolur.

Birincisini elindeyken vereyim eğer beğenirsen beni bırakırsın. O zaman ikincisini şu dama konarken, üçün­cüsünü de şu ulu ağaçta söylerim," dedi.

Adam kuşu sıkı sıkıya tutarak:

-Haydi söyle bakalım eğer beğenirsem seni bırakı­rım.

Kuşcağız ilk öğüdünü söyledi:

-Olmayacak söze kim söylerse söylesin, inanma.

Adam kuşu bıraktı kuş uçarak damın saçağına kondu. İkinci öğüdünü söyledi:

-Geçmiş gitmiş şey, kaçmış fırsat için üzülüp ah vah etme, dedi. Biraz daha geriye çekilerek orada bulunan ulu ağaca kondu:

-Benim karnımda on bir dirhem ağırlığında paha bi­çilmez bir inci vardı eğer beni elinden kaçırmasaydın o şimdi senin olacaktı, dedi.

Bunu duyan adam ağlayıp inlemeye, saçını başını yolmaya başladı. Bu saçmalık karşısında kuş seslendi:

-Ben sana geçmiş gitmiş fırsat için ah vah edip üzül­me demedim mi? Madem fırsatı kaçırdın, neden üzülüp duruyorsun. Ya öğüdümü dinlemedin yahut da sağırsın. Ayrıca sana olmayacak şeye inanma demedim mi? Devam etti:

-Benim bütün ağırlığım üç dirhem, karnımda nasıl on bir dirhem ağırlığında inci bulunabilir!. Bunun üzeri­ne adam kendine geldi:

-Tamam söylediklerini iyice anladım. Haydi şimdi de üçüncü öğüdünü söyle bakalım," dedi. Kuş:

-Allah için o iki öğüdü güzelce tuttun da benden üçüncüsünü mü istiyorsun. Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmak gibidir. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama tutmaz, diyerek uçup gitti. (Mesnevî, c. IV, beyit: 2245-2265)


AÇIKLAMA

“Üç öğüt” hikâyesi oldukça yaygındır. Demek ki kökü çok eskilere dayanmaktadır.

Hikâyedeki kuşun birinci öğüdü “olmayacak söze inanma” şeklindedir. Dilimizde “Kabul olmayacak duâya âmin denmez” şeklinde bir deyim de vardır. İlk nazarda her iki söz, her ne kadar hepimizin katıldığı ifâdelerse de, biliriz ki, insanoğlu olağan üstü şeylere meraklıdır. Bu merak ve tecessüs makul seviyede kalırsa ne âlâ. Aşırılığa kaçtığı durumda ise; ayağı yere basmayan, hayal dünyasında gezen, irrasyonellikten kurtulamayan bir tip ortaya çıkabilir.

Tabiat kanunları genellikle değişmeksizin süre gelir. İnanmış insana göre bu kanunları koyan ve yürüten Yüce Allah’tır. Bunlara, Allah’ın koyduğu kanun ve nizam demek olan “sünnetullah” da denir.

Buna göre belli sebepler hep belli sonuçları doğurur. Tabiatta belli ölçüde bir determinizm vardır. Ateş yakar, su boğar. İnancımıza göre onlara yakma ve boğma özelliğini veren de Allah’tır. Allah dilerse özel bir sebeple, onların bu vasfını durdurabilir. Gazâlî peygamberlerin gösterdiği mûcizeleri bu anlayışla izah etmektedir. Velîlerin kevnî kerâmetlerini de buna dâhil edebiliriz.

Bize düşen epeyce bir yere kadar sebep-sonuç ilişkisini kabul etmek, sünnetullaha uymaktır. Ama bu arada bunların hepsinin üstünde küllî irâdenin bulunduğunu; onun da “lâ yüs’el ammâ yef’al” (yaptığından dolayı sorgulanamaz) olduğunu hatırdan çıkarmamaktır.
*

Kuşun ikinci öğüdü “geçmişe gam yeme, fırsatı kaçırınca boş yere üzülme” idi. Tasavvuf düşüncesindeki “lâ fâile illallah”, “rızâ” ve “ibnü’l-vakt” gibi kavramlar bu konuya ışık tutar.

Evet fâil-i hakîkî, yâni gerçekte her şeyi yapan yaptıran Allah’tır. Olup bitenden şikâyet etmek, ah vah etmek O’ndan gafil olmak anlamına gelir. Bir isteğimizin gerçekleşmesi için elimizden gelen her şeyi yapmak görevimizdir. Daha ciddî bir görevimiz ise, sonuca râzı olmaktır. Bu sonuç bizim istemediğimiz yönde gelişse de şikâyet etmemek, hattâ hoşnutlukla karşılamaya çalışmak inanmış insanın özelliğidir.

Enes b. Mâlik anlatır: “On yıl Resûlüllah’a hizmet ettim, onun yanında bulundum. Hiçbir gün bana yaptığım bir şey için neden yaptın, yapmadığım bir şey için de niçin yapmadın demedi.” (Tirmizî, birri 19) Ayrıca Peygamberimizin “Olan bir şey için keşke olmasaydı, olmayan bir şey için de keşke olsaydı demediği” ifâde edilir.

Tasavvufta derin anlamlı bir “zaman” anlayışı vardır. Bu konuda “ibnül-vakt” diye ilgi çekici bir kavram doğmuştur. Dikkatli ve bilinçli insan, ibnül-vakt yâni vaktin çocuğu olmalıdır. Bunun anlamı şudur: Olgun insan vaktin çocuğudur, yâni geçmişi veya geleceği değil, sâdece içinde bulunduğu ânı düşünür ve onu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır. Geçen geçmiştir, gelecekten emin olamayız. Tek sermayemiz, şu içinde bulunduğumuz andır. Onu iyi değerlendirirsek ve her ana bu gözle bakarsak, kendiliğinden bütün zamanları dolu geçireceğiz demektir.

Bu, dinamik bir zaman anlayışıdır.”Her nefes son nefes olabilir.” Böyle düşünen kimse aktif, hareketli, gafletten ve tembellikten uzak, yapıcı ve gayretli insan olacaktır.

Geçen geçmiştir ân-ı müstakbelse mübhemdir

Hayâtından nasîbin bir şu geçmek isteyen demdir

Geçmişteki bir takım olumsuzluklar için aşırı şekilde üzülen kimse, bu üzüntü anlarını da boşa geçirmiş olur. Bu demek değildir ki geçmişten ders almayacağız, hatalarımızı tekrarlayıp duracağız. Hayır, kasıt o değildir. Denmek istenen boş yere ah vah edip üzülerek verimsizliğe yol açmaktır.

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=594