19 Ekim 2009 Pazartesi

Türkçede Heceleme

http://www.alinesin.org/popular_math/S_00_turkcede_heceleme.doc

Türkçede Heceleme

Ne ilginçtir, insanların binlerce yılda buldukları yazıyı, çocuklarımız 6 yaşlarında öğrenebiliyorlar. Her düşünüşümde çocukların bu öğrenme yetisine şaşarım.
Ama bilim dallarında da durum böyle değil midir? Ondokuzuncu, hatta yirminci yüzyılda bulunmuş soyut matematik kavramlarını, fizik yasalarını, kimya olgularını çocuk sayılacak yaşlarda öğrenmiyor muyuz?
Bir bilimci için hem güzel hem de üzülesi bir şey bu. Güzel, çünkü büyük çabalarla bulunan olgu geniş bir halk kitlesine tanıtılıyor. Üzülesi, çünkü büyük çabalarla bulunan olgu o derece basitmiş ki bir çocuğa bile öğretilebiliyor.
Çocukluğumda, ilkokula giden her çocuk hecelemeyi öğrenirdi. Çünkü okumayı harf harf, hece hece öğrenirdik. Öğretmen B’yle A’yı karatahtada yanyana koyup BA yazardı. Öğretmen BA’yı yazar yazmaz, biz çocuklar hep birlikte, “BAAA” diye bağırırdık. Öğretmen BA’nın arkasına K koyduğunda da “BAAAK” diye bağırırdık. Örneğin BAKKAL sözcüğünü okumak için birinci harften başlardık okumaya. Birincincisinden sonuncusuna dek teker teker harfleri gözden geçirerek okurduk sözcükleri. Okumayı aşağı yukarı söktüğümüzde de, bir sözcüğü hecelere ayırmasını öğrenirdik. Sınıfımda herkese çok kolay gelirdi bu. Kimsenin hecelemeden zayıf not aldığını anımsamıyorum. Geç okumaya başlayanlar vardı ama, geç heceleyenler yoktu. Bilmediğimiz, hatta uydurma sözcükleri bile hecelere ayırabiliyorduk. Örneğin, KASTURAMIYFATOM uydurma sözcüğünü pek zorluk çekmeden, KAS–TU–RA–MIY–FA–TOM diye hecelere ayırabilirdik.
Yıllar geçiyor ve yıllar geçtikçe de eğitim yöntemleri değişiyor. Çocuklarım okumayı benim gibi harf harf, hece hece öğrenmediler; sözcük sözcük, kalıp kalıp öğrendiler. Bu okuma yöntemini bilmeyenler için açıklayayım.
Günümüz eğitimcilerinin birçoğu şoyle düşünüyor: “Bir yetişkin bir sözcüğü okurken harf harf, hece hece okumaz. Örneğin BAKKAL sözcüğünü okumak için B’den başlamaz. BAKKAL sözcüğünü bir kalıp olarak görür ve sözcüğü bir çırpıda okur. Hatta SENİ SEVİYORUM gibi kısa ve sık görülen tümceleri de öyle bir çırpıda okuruz. Çocuklarımıza da okumayı harf harf, hece hece değil, kalıp kalıp öğretmeliyiz. Çünkü biz de öyle okuyoruz.”
Kızımın gittiği yuva sınıfında bu yöntem kullanılıyordu. Dersliğin duvarlarında BAKKAL, KİTAP, OKUL gibi, kartonlara yazılmış basit sözcükler asılıydı. Öğretmen, bu sözcükleri arada sırada çocuklara okur, çocukların, bu sözcüklerin kalıplarını ayrımına varmadan öğrenmelerini isterdi. Onbeş gün sonra duvarlara yeni sözcükler asılırdı.
İnsanlar genellikle yeniliklere karşı direnirler. Tutuculuğun insanın doğasında olduğuna inanıyorum. İnsanlar nasıl kulaklı, burunlu, kaşlı, gözlü doğarlarsa, aynı zamanda da tutucu doğarlar. Tutuculuk, bir bakıma, kendini koruma içgüdüsünün bir dışavurumudur, yani ölmemek için, yaşamak için gerekli olan (en azından gerekli olduğu sanılan) bir tavırdır. Kuşaklar arasında her zaman varolan ve umarım her zaman varolacak olan kavga da bundan kaynaklanmaz mı zaten? Ve bir insanın (örneğin bir sanatçının, bir bilimcinin, hatta hatta karıkocadan, anababadan birinin) kendini yenilemesi, değişmesi, kendini aşması işte bu tutuculuk yüzünden zor değil midir?
Eğitimdeki bu yeniliğe ben de başlangıçta karşı çıktım. Bizlere harf harf, hece hece okumayı öğrettiler de, kötü mü oldu? Bişeyimiz mi eksik kaldı? Bak, ben nasıl çatır çatır, hem de hızlı ve anlayarak okuyorum!
Kızım biriki ay içinde ve birdenbire ve çok küçük yaşta okumayı söktü, hem de hiç zorluk çekmeden... Oğlum da aynı yöntemle okumayı başarınca, eğitim diye bir bilim dalının varlığına bir kez daha inandım, insan beyninin olanaklarına bir kez daha şaşırdım. Çocuklarımın ve okul arkadaşlarının, sanki bir okuma hapı yutmuşçasına, nasıl birdenbire okumayı söktüklerini bugün bile anlamış değilim. Akla akıl ermiyor, hele çocuk aklına...
Neyse, konumuz bu değil. Konumuz heceleme. Bugün nedense çoğu kimse sözcükleri hecelere ayırmasını bilmiyor. Ya hiç öğrenmemişler ya bildiklerini unutmuşlar... “Nerden biliyorsun?” diye soracak olursanız... Hem Nesin Vakıf yöneticisi hem de bu derginin bir yazarı olarak bana gelen mektuplardan biliyorum: Birçok kişi satır sonlarına sığmayan sözcükleri, sanki bu konuda hiç kural yokmuş gibi, gelişigüzel ayırıyor.
Belki de bu yanlış gazetelerden kaynaklanıyor. Eskiden gazeteler elle, harf harf dizilirdi. Dizgici, ilkokul eğitiminden geçmiş her Türkiye yurttaşı gibi hecelemeyi bilir ve satır sonlarına sığmayan sözcükleri doğru, yani hece sonundan ayırırdı. Bugün her şey bilgisayarla yapılıyor. Bilgisayarda kullanılan yazılımlar (programlar) yabancı malı olduklarından, bu yazılımlar Türkçe hecelemeyi bilmiyorlar. Sonuç olarak Türkçe gazetelerde satır sonlarına sığmayan sözcükler çoğu zaman yanlış ayrılıyor. Bu, birkaç yıl öncesine değin çok sık olurdu. Galiba şimdi biraz daha dikkat ediliyor, ama gene de heceleme yanlışları görüyorum gazetelerde. Öyle sanıyorum ki gazetelerdeki hece ayırma yanlışlarını göre göre, birçok kişi satır sonlarına sığmayan sözcüklerin gelişigüzel ayrılabileceğini düşünmeye başladı[1].
Oysa Türkçede heceleme çok kolaydır. Kanıt olarak yukardaki KASTURAMIYFATOM sözcüğünü verebilirim. Bu uydurma sözcük hiç zorluk çekmeden hecelere ayrılabilir. Bizim kolaylıkla yapabildiğimizi, bilgisayar da yapabilmeli. Türkçe heceleme kolaylıkla bilgisayara öğretilebilir.
Bir bilgisayara Türkçe sözcükleri hecelere ayırmasını nasıl öğretebiliriz? Öyle bir kural bulmalı ki, hiç Türkçe bilmeyen, hatta Türkçeyi doğru düzgün okumasını bilmeyen bir insan bile, sözcüğün yazılışına bakıp bu kuralı Türkçe sözcüklere uyguladığında, sözcükleri doğru olarak hecelere ayırabilsin. Arkadaşım Doç. Dr. Eşref Eşkinat ve birkaç arkadaşı böyle bir kural bulmuşlar. Bu kuralı görelim.
Türkçe sözcükleri hecelere ayırabilmek için her harfi bilmeye gerek yok. Bu iş için, sesli harflerle sessiz harfleri birbirinden ayırdedebilmek yeterli. Örneğin her sesli yerine A harfini, her sessiz yerine B harfini koyarsak, hecelemeyi gene doğru yapabiliriz. Yukardaki uydurma KASTURAMIYFATOM sözcüğü, o zaman BABBABABABBABAB olur. KASTURAMIYFATOM sözcüğüyle BABBABABABBABAB sözcüğü aynı biçimde hecelere ayrılırlar:
KAS–TU–RA–MIY–FA–TOM
BAB–BA–BA–BAB–BA–BAB
Bu gözlem, Türkçe hecelemeyi otomatikleştirmenin, bilgisayarların anlayabileceği bir biçimde açıklayabilmenin ilk adımıdır.
Genel kural şöyle: Sözcüğü okumaya baştan değil sondan başlayın. En son seslinin solunda bulunan ilk sessizden heceyi ayırın. Örneğin KASTURAMIYFATOM uydurma sözcügünün son seslisi “O” ve bu seslinin solundaki ilk sessiz “T”. İşte T’den itibaren heceyi ayırın: TOM bir hecedir. O heceyi sözcükten atın ve geri kalan sözcüğe aynı kuralı uygulayın. TOM hecesini atarsak, geriye KASTURAMIYFA kalır. Gene sondan başlayacağız. En son seslimiz “A”. A’nın solundaki ilk sessiz “F”. F’den itibaren heceyi ayırın, FA bir hecedir. Geriye KASTURAMIY kalır. En son sesli “I” ve bu seslinin solunda “M” sessiz harfi var. “M” ve M’nin sağındaki harfler bir hece oluştururlar. Yani MIY bir başka hecedir. MIY’ı da atarsak geriye KASTURA kalır. Bunu böyle sürdürerek, KASTURAMIYFATOM sözcüğünü hecelere ayırabiliriz. Türkçe sözcüklerin çok büyük bir çoğunluğuna bu kuralı uygulayarak, sözcükleri doğru biçimde hecelere ayırabiliriz.
Ama bu kuralı BABAANNE, KAİNAT, TABİAT, AİLE, TABİİ, MAALESEF, SUAT sözcüklerine uygularsak, doğru hecelemeyi elde etmeyiz, şunu elde ederiz:
BA–BAAN–NE
KAİ–NAT
TA–BİAT
Aİ–LE
TA–Bİİ
MAA–LE–SEF
SUAT
Oysa doğru heceleme şoyledir:
BA–BA–AN–NE
KA–İ–NAT
TA–Bİ–AT
A–İ–LE
TA–Bİ–İ
MA–A–LE–SEF
SU–AT
Bu sözcüklerde ne bozukluk var da kuralımızı uygulayamıyoruz? Bu sözcüklerde iki sesli yanyana geldiğinden sorun çıkıyor. Eğer bir sözcükte iki sesli yanyana gelmişse, o zaman bir başka kural bulmak gerekir. O kural da şu: Sözcüğün en son seslisinin hemen solunda gene bir sesli varsa, heceyi o en son sesliden itibaren ayırın. Bu kuralı yukardaki sözcüklere uygulayacak olursak, doğru hecelemeyi buluruz.
Şunu da belirtmeliyim: Türkçede bileşik sözcükler hecelere ayrılırken, bu sözcüklerin iki sözcükten oluştukları dikkate alınmaz. Örneğin, ULUSLARARASI sözcüğü U–LUS–LAR–A–RA–SI olarak değil, U–LUS–LA–RA–RA–SI olarak hecelere ayrılır. DEMİREL’i, KIRKLARELİ’ni nasıl DE–Mİ–REL, KIRK–LA–RE–Lİ diye hecelere ayrılırsa, ULUSLARARASI da öyle hecelere ayrılır.
Bu (iki) kuralla hemen hemen her Türkçe sözcük doğru olarak hecelere ayrılabilir. Kuraldışı sözcükler de var ne yazık ki. Örneğin SPOR sözcüğüne (birinci) kuralımızı uygulayacak olursak, bu sözcüğü S–POR olarak hecelemiş oluruz ki, bu yanlıştır elbet. SPOR’da bir tek hece vardır, o da SPOR hecesidir. TRABZONSPOR, TREN[2], TRAMVAY, TROLEYBÜS, KREM, KREMA gibi sözcükler için de yukardaki genel kural geçerli değildir. Çünkü yukardaki kuralı bu sözcüklere uygularsak,
T–RAB–ZONS–POR
T–REN
T–RAM–VAY
T–RO–LEY–BÜS
K–REM
K–RE–MA
elde ederiz. Oysa doğrusu,
TRAB–ZON–SPOR
TREN
TRAM–VAY
TRO–LEY–BÜS
KREM
KRE–MA
olmalıdır. Birincisi dışında, bu sözcükler için de bir kural bulabiliriz: Eğer sözcükte (heceleri ata ata) bir tek harf kalmışsa ve bu harf sessizse, o zaman o sessiz harfi bir önceki heceye ekleyelim. Demek ki bu sorun ilk hecede ortaya çıkıyorsa, sorunu bu yeni kuralla giderebiliriz.
Ne yazık ki TRABZONSPOR, FOTOSTAR, ŞOKOKREM, ELEKTRİK, ELEKTRON gibi sözcükler için geçerli bir kural bulamadım. Yukardaki kurallar bu sözcüklere uygulanacak olursa,
TRAB–ZONS–POR
FO–TOS–TAR
ŞO–KOK–REM
E–LEKT–RİK
E–LEKT–RON
hecelemeleri elde edilir, ki bu hecelemelerin hiçbiri doğru değildir. Bu ve bu gibi sözcükleri bilgisayara teker teker yüklemek yada bu sözcükler için daha ayrıntılı kurallar bulmak gerekir. Bu gibi sözcüklere bir kural bulabilmek için salt sesli–sessiz ayrımını bilmek yeterli değildir. Çünkü örneğin yukardaki ŞOKOKREM sözcüğüyle SİLAHŞOR sözcüğünün sesli–sessiz yapısı aynı olmasına karşın (her ikisi de BABABBAB biçimindedir), bu sözcükler ayrı biçimlerde hecelere ayrılırlar.
Yukardaki kuralları – biraz değiştirerek – şöyle özetleyebiliriz[3]:
KOMUT 1. Sözcükte hiç sesli harf yoksa (hiç harf yoksa da), sözcüğü en son ayrılan heceye ekle ve işlemi durdur. Eğer sözcükte sesli harf varsa ikinci komuta git.
KOMUT 2. En sağdaki sesli harfin hemen solunda bir sessiz harf yoksa (hiç harf yoksa da), heceyi o en sağdaki sesli harften itibaren kes, bu heceyi sözcükten at ve elde edilen yeni sözcükle birinci komuta git. Aksi halde üçüncü komuta git.
KOMUT 3. En sağdaki sesli harfin hemen solunda bir sessiz harf varsa, heceyi o sessiz harften itibaren kes, bu heceyi sözcükten at ve birinci komuta git.
Bir örnekle bu programın nasıl işleyeceğini göstereyim. Diyelim TRAMAİFSAY uydurma sözcüğünü hecelere göre ayırmak istiyoruz. Birinci komuttan işe başlayalım:
BİRİNCİ KOMUT: Sözcükte sesli harf var. Demek ki ikinci komuta gideceğiz.
İKİNCİ KOMUT: En sağdaki sesli “A” ve bu “A” seslisinin solunda bir sessiz harf (S) var. Demek ki üçüncü komuta gitmemiz gerekiyor.
ÜÇÜNCÜ KOMUT: A’nın hemen solunda “S” sessizi var. Heceyi S’den itibaren kesmemiz gerekiyor. Demek ki SAY bir hecedir. Bu heceyi sözcükten atalım. Geriye TRAMAİF kaldı. Bu yeni sözcükle birinci komuta gidelim.
BİRİNCİ KOMUT: Sözcükte sesli harf var. İkinci komuta gidelim.
İKİNCİ KOMUT: En sağdaki sesli harf “İ” ve bu İ’nin hemen solunda sessiz bir harf yok. Demek ki heceyi İ’den itibaren keseceğiz. İF bir hecedir. O heceyi atalım. Geriye TRAMA kaldı. Bu yeni sözcükle birinci komuta gidelim.
BİRİNCİ KOMUT: Sözcükte sesli harf var. İkinci komuta gidelim.
İKİNCİ KOMUT: En sağdaki sesli harf “A” ve bu A’nın hemen solunda bir sessiz (M) var. Demek ki üçüncü komuta gideceğiz.
ÜÇÜNCÜ KOMUT: En sağdaki sesli harf olan A’nın hemen solunda “M” sessizi var. Heceyi M’den itibaren bölelim. MA bir hecedir. Bu heceyi sözcükten atalım. Geriye TRA kaldı. Bu yeni sözcükle birinci komuta gidelim.
BİRİNCİ KOMUT: Sözcükte sesli harf var. İkinci komuta gidelim.
İKİNCİ KOMUT: En sağdaki sesli harf “A” ve bu A’nın hemen solunda bir sessiz (R) var. Demek ki üçüncü komuta gideceğiz.
ÜÇÜNCÜ KOMUT: En sağdaki sessiz harf olan A’nın hemen solunda “R” sessizi var. Heceyi R’den sonra bölelim. RA (şimdilik) bir hecedir. Bu heceyi sözcükten atalım. Geriye T sözcüğü kaldı. Bu sözcükle birinci komuta gidelim.
BİRİNCİ KOMUT: Sözcükte hiç sesli harf yok. T’yi, en son ayrılan hece olan RA’ya ekleyelim. TRA elde ederiz. TRA bir hecedir. (artık RA bir hece olmaktan çıkmıştır.) İşlemi durdur.
Satır sonlarına sığmayan sözcükler ayrılırken, hecelemeden öte dikkat edilmesi gereken iki kural daha vardır Türkçemizde. Bir tek harf satır sonuna yada satır başına gelmez. Örneğin AİLE sözcüğü satır sonuna sığmıyorsa, satır sonuna A–, bir alttaki satırın başina İLE yazılmaz. Ya satır sonuna Aİ– ve bir alttaki satıra LE yazılır ya da bir alt satıra geçilip sözcük bölünmeden AİLE yazılır. Bunun gibi TABİİ ya da NİHAİ sözcüklerinin en sonundaki İ harfi bir alt satırın başına konamaz. Türkçenin bu özelliğini dikkate alacak bir kural kolaylıkla bilgisayarlara öğretilebilir: Eğer ilk yada son hece bir tek (sesli) harften oluşuyorsa, o tek harfli heceyi yanındaki heceye ekleyelim.
Satır sonlarına sığmayan sözcükleri ayırmada dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta daha vardır. Örneğin İSTANBUL’UN sözcüğü satır sonuna sığmıyorsa, sözcük İSTANBU–L’UN diye ayrılmaz, İSTANBUL’–UN diye ayrılır. Ayrıca İSTANBUL’ parçasından sonra çizgi çizilmez. Bu da kolaylıkla bilgisayara öğretilebilir. ‘ iminden sonra birden fazla harf varsa, sözcüğü ‘ iminden sonra böl ama çizgi çekme. Bu yeni kuralla, KIRKLARELİ’NDEN sözcüğü KIRK–LA–RE–Lİ’–N–DEN olarak bölünür.
Bu kurallar bilgisayarlara yüklenirse, çok az heceleme yanlışı yaparız. Yükleme işi de pek zor olmasa gerek. Ben yapamam ama işin tekniğini biraz bilen birinin kolaylıkla yapabilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Not: Bu yazıyı yazdıktan sonra ODTÜ Elektrik Mühendisliğinden, Doç. Dr. Güney Gönenç’in bu yazıdaki bilgileri 1973’te İtalya’da bir konferansta sunduğunu ve bildirisinin yayımlandığını öğrendim.

[1] Sonradan eklenmiş not: Artık Türkçe hecelemeyi yapabilen bilgisayar yazılımlarımız da var. Sanırım bu yazılımlar bu yazıda anlatılan yöntemi kullanıyorlar.
[2] Kimi yazar, TREN yerine TİREN yazar.
[3] Bu kurallar, bir sonraki örnek okunmadan anlaşılamayabilir.

8 Ekim 2009 Perşembe

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe - Risaleler 1

İmam-ı Âzam'ın


Oğlu Hammad'a Öğüdü

Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, oğlu Hammad'a şöyle dedi:

Oğlum Allah seni olgunlaştırsın ve desteklesin; sana birtakım öğütler verece­ğim. Eğer bunları tutar ve yolunca gidersen, ümit ederim, Allah'ın izni ile dünya ve âhiret saadetine ulaşırsın.
Bu öğütlerin birincisi: Bedeninin her uzvunu Allah korkusu ile kötülüklerden korumak ve Allah'a kulluk maksadı ile O'nun emirlerini yerine getirmek suretiyle takva yolunu tutmaktır.
İkincisi: Bilinmesine ihtiyacın olan şeylere karşı cahil kalma.
Üçüncüsü: Din ve dünya işlerinde kendisine muhtaç olduğun adamlardan başkasıyla düşüp kalkma.
Dördüncüsü: Nefsine âdil ol, zaruret olmadıkça ona insaf etme.
Beşincisi: Müslim ve gayr-i müslim kimseye düşmanlık etme.
Altıncısı: Allah'ın verdiği mala ve mevkie kani ol.
Yedincisi: İnsanlardan müstağni kalmak için elinde olanı iyi idare et.
Sekizincisi: İnsanların gözünü üzerine çekme.
Dokuzuncusu: Lüzumsuz işlere dalmaktan kendini koru.
Onuncusu: İnsanlarla buluşunca işe selâm ile başla, tatlı tatlı konuş. Hayır ehline sevgi ile, şer' ehline müdârâ ile [dost gibi davranarak] muamele et.
On birincisi: Allah'a zikri, Peygamber'e salâtı artır.
On ikincisi: Büyük istiğfar ile meşgul ol. İstiğfar Peygamber'in şu duasıdır:
"Allahümme ente Rabbi lâ ilâhe illa ente halakteni ve ene abduke ve ene alâ ahdike ve va'dike mesteta'tu euzubike min şerri ma sana'te ebûu leke bini'metike aleyye ve ebûu bizenbî fağfirlî feinnehû lâ yağfiru'z-zunûbe illâ ente."

**Tercümesi: "İlâhi, Rabbim sensin, senden başka ilâh yok. Beni yarattın, ben de senin kulunum ve gücüm yettiği kadar sana olan ahdim ve va'dimde dururum. Yarattıklarının şerrinden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetlerle de, günahlarımla da sana gelirim. Beni bağışla. Günahları senden başka kimse bağışlamaz."
Bu duayı akşam okuyup da o gece ölecek olursan veya sabahleyin okuyup da gündüz ölecek olursan Cennete girersin.
Ebû'd-Derdâ Hazretleri'ne, "Evin yandı" denildiği zaman; "Benim evim yan­maz." dedi. "Zira ben Resûllullah'tan şu kelimeleri işittim. Bunları sabahleyin oku­yan akşama kadar musibetten emîn olur. Akşamleyin okuyana da sabah oluncaya kadar musibet gelmez."
"Allahümme ente Rabbî lâ ilâhe illa ente aleyke tevekkeltü ve ente rabbü'l -arşi'l-azim. Mâşâallahu kâne ve mâ lem yeşe' lem yekun, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l-azîm. İ'lem ennellâhe alâ külli şey'in kadîr ve ennellâhe kad ehâta bi külli şey'in ilmen. Allahümme inni eûzubike min şerri nefsî ve min şerri külli zi şerrin ve min şerri külli dâbbetin. Ente âhizun binâsiyetiha. İnne rabbî ala sırâtın müstakîm."

Tercümesi: "İlâhî, Rabbim sensin, senden başka ilâh yok. Sana güvenirim. Büyük arşın Rabbi sensin. Allah ne dilerse o olur. Binaenaleyh dilemediği şey olmaz. Kuvvet ve kudret Yüce ve Büyük Allah'ındır. Biliniz ki, Allah her şeye kudretlidir. Allah'ın ilmi her şeyi kaplar. İlâhî, ben nefsimin şerrin­den, her şirretin ve her hayvanın şerrinden sana sığınırım. Hepsinin nahiyesinden tutacak sensin. Muhakkak Rabbim doğru yolun sahibidir."
On üçüncüsü: Her gün Kur'an okumaya devam eder, sevabını Peygamber'e, anana, babana, hocalarına ve diğer Müslümanlara hediye edersin.
On dördüncüsü: Düşmanlarından ziyade dostlarından sakınırsın, zira insan­larda fesat çoğaldı; düşmanın, dostundan faydalanır (veyahut düşmanın dostun­dan faydalıdır).
On beşincisi: Sırrını, paranı, yolunu, gidişini gizlemendir.
On altıncısı: İyi komşuluk etmen ve komşunun eziyetine sabretmendir.
On yedincisi: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebine tutunup, cehâlet ve dalâlet erbabından kaçınmandır.
On sekizincisi: Bütün işlerinde niyetini hâlis kılman ve her hâlde helâl yemeye çalışmandır.
On dokuzuncusu: Şu beş hadîs-i şerif ile amel etmendir: Bu hadîsleri ben, beş yüz bin hadîs içinden derledim:
a) Ameller, niyetlere göredir. Her kişi, niyet ettiği şeyi elde eder, ilâh.
b) Kişinin Müslümanlığındaki güzellik, kendisine fayda vermeyen şeyleri terk etmesidir.
c) Hiçbiriniz kendi nefsi için sevdiği şeyi, din kardeşi için sevmedikçe mümin olamaz.
d) Helâl de belli, haram da bellidir. Bunların arasında birtakım şüpheli olanlar vardır ki, bunları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden sakınanlar dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli işlere girenler, harama girmiş olurlar. Bir koru kenarında sürüsünü güden çobanın korunan yere girmesinden şüphe edildiği gibi, hakikaten her melîkin bir korusu vardır. Allah’ın korusu ise, haram kıldığı şeylerdir. Hakikaten insanın cesedinde bir et parçası vardır, eğer o düzgün ise bütün ceset düzgün olur, bozuk ise bütün ceset bozuktur. İşte kalp budur.

e) Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emîn olduğu kimsedir.
Yirmincisi : İnsanın, sıhhat hâlinde iken havf (korku) ile recâ (ümit, dileme) arasında bulunması, ölüm yaklaşınca da Allah’a güvenin artması ve sağlam ve temiz bir kalp sahibi olan ümidinin sarsılmaz olmasıdır.
Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir.


İMAM-I ÂZAM'IN AKAİDİ
"FIKH-I EKBER"


Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adı ile başlarım.
Eserin sahibi: İmam Ebû Hanîfe Nûman ibn-i Sabit.
Rivayet: Nusayr bin Yahya'nın İmam Mukatil'den naklen İmam-ı Âzam'ın talebesinden İsâm bin Yusuf ve oğlu Hammad rivayetleriyle.
İmâm-ı Âzam diyor ki:

Bu eser, Allah'ın birliği temel inancına (tevhid) ve inanılması doğru olan ger­çeklere (itikada) dairdir.

Her mükellefin, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, resûllerine, öldükten sonra kabirlerden ölülerin diriltilip kaldırılacaklarına,206 kadere, mukadder olan hayrın da, şerrin de Allah'tan olduğuna, hesap sorulacağına, sevap ve günahın ölçüle­ceğine, Cennete ve Tamuya inandım, bunların hepsi haktır, demesi vaciptir.

Allah teâlâ birdir. Birliği, sayılan sayı bakımından değil, kendine eş, akran ol­mamak bakımındandır. Doğmamış, doğurmamış ve kendisine hiçbir şey eş olma­mıştır. Yarattığı şeylerden hiçbirine benzemez. Yaratılanlardan hiçbir şey de O'na benzemez, başlangıcı olmayan ezelden, sonu gelmeyen ebede zatî ve fiilî sıfatları ve isimleri ile daimdir.

Zatının sıfatları: Hayat, kudret, ilim, kelâm, semi', basar ve iradedir.

Fiilî sıfatları: Yaratmak, rızk vermek, inşa, ibdâ', sun' ve diğer fiil sıfatlarıdır.

Allah bütün sıfatları ve isimleri ile başlangıcı olmayan ezelde ve sonu gelmeyen ebedde hep beraber olup O'na sonradan bir isim veya bir sıfat hâdis olmuş değildir. O ilmi ile âlimdir, ilim ezelî sıfatıdır. Kudreti ile kadirdir, kudret ezelî sıfatıdır. Kelâmı ile mütekellimdir, kelâm ezelî sıfatıdır. Yaratması ile yaratıcıdır yaratma ezelî sıfatıdır. Fiili ile fâildir, fiil ezelî sıfatıdır. Fail Allah'tır, mef'ul mahlûktur. Fakat Allah'ın fiili mahlûk değildir. Allah'ın ezelî sıfatları sonradan olmuş, yaratılmış şeyler değillerdir. Bir kimse, "Bunlar sonradan olmuş sonradan yaratılmıştır." derse yahut bu sıfatların ezelî olduğundan şüphe eder veya hüküm vermekten geri durursa, Allah'a küfretmiş olur.

Kur'an mushaflarda yazılan, zihinlerde ezber edilen ve ağızlarda okunan ve Peygamber(s.a.s.)'e indirilmiş olan Allah'ın kelâmıdır. Kur'an'ı bizim okumamız mahlûk, yazmamız mahlûk, anlayıp anlatmamız mahlûktur; Kur'an ise mahlûk değildir. Allah'ın Kur'an'da Hz. Musa'dan ve diğer peygamberlerden, Firavun’dan ve şeytandan hikâye yolu ile söylediği sözlerin hepsi, onlardan ihbar olarak Allah kelâmıdır. Allah kelâmı gayr-ı mahlûk, Musa'nın ve mahlûklardan diğerlerinin ke­lâmları ise mahlûktur, Kur'an Allah'ın kelâmıdır, onların kelâmı değildir.

Musa aleyhisselâm Allah'ın kelâmını işitti. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, "Allah Musa'ya söz söyledi." buyrulmuştur. Fakat Allah Musa'ya kelâm etmemiş iken zaten mütekellim idi. Keza Allah halkı yaratmamış iken de ezelde hâlik idi.Şu hâl de, Allah'ın Musa'ya kelâm etmesi, ona kendinin ezelde sıfatı olan kelâm ile söylemesidir.

Allah'ın bütün sıfatları, mahlûkların sıfatlarının hilâfınadır. O bilir, bizim bilmemiz gibi değil; kadirdir, bizim kudretimiz gibi değil; görür, bizim görmemiz gibi değil; söz söyler, bizim sözümüz gibi değil; işitir bizim işitmemiz gibi değil. Biz âletlerle ve harflerle söz söyleriz. Allah harfsiz ve vasıtasız söz söyler. Harfler mah­luktur. Allah sözü ise mahlûk değildir.

Allah bir şeydir, fakat eşya gibi değil. "Şey"in mânâsı, varlığının cisim, cevher ve araz olmaksızın sabit olmasıdır. O'nun hududu da yoktur. O'na (zıt) karşı koyacak da yoktur. O'na ortak olacak eş de yoktur. Kendisine akran olacak benzeri de yoktur.

O'nun yed'i ve vechi (eli, yüzü) ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği vech, yed ve nefsten her biri, onun keyfiyetsiz sıfatıdır. Allah'ın yed'inden maksat, kudreti veya nimetidir denilemez. Zira bu, kader ve Itizâl ehlinin sözü olup Allah'ın sıfatını iptal etmektir. Ve lâkin Allah'ın yed'i, Allah'ın bilâkeyf bir sıfatıdır. Gazabı ve rızâsı da, Allah'ın sıfatlarından keyfiyetsiz iki sıfatıdır, denilir.

Allah teâlâ eşyayı (bir şeyden değil, evvelden sabit bir şey veya maddeden olmayarak) şeysiz yarattı.207 Allah, eşyayı olmadan evvel ezelde biliyordu. Zira eş­yayı takdir ve kaza eden O'dur. O'nun dilemesi, bilmesi, hükmü, takdiri ve levh-i mahfuz'da yazısı olmadıkça, dünyada ve âhirette hiçbir şey olamaz. Lâkin Allah'ın yazısı vasıf ile olup hüküm ile değildir. İmdi, kaza, kader, meşiyyet Allah'ın ezelde keyfiyetsiz sıfatlarıdır.

Allah yok olanı, yokluk hâlinde yok olarak bilir. Ve vücuda getirdiği zaman onun nasıl olacağını da bilir. Allah var olanı da varlık hâlinde var olarak bilir ve onun "fena" [yok] olmasının nasıl olacağını da bilir. Allah ayakta duran bir kimse­yi ayakta durmakta iken, ayakta bilir. Oturduğu zaman ilmi teğayyür etmeksizin veya kendisine yeni bir ilim gelmiş olmaksızın oturanı, oturur bilir, bu hâllerdeki değişiklik mahlûklarda hadis olur.

O, halkı küfürden ve imandan sâlim olarak yaratmış, sonra onlarla hitaplaşarak onlara emir ve nehiyler vermiştir. Bunun üzerine kendi ameli ile, inkârı ve inadı ile kâfir olan, Allah'ın onu zillete ve başarısızlığa uğratması ile kâfir olmuş­tur. Kendi ameli ile, ikrarı ve tasdiki ile iman eden de, Allah'ın ona başarı vermesi ile ve yardım etmesi ile mümin olmuştur.

Allah Âdem'in zürriyetini, onun neslinden çıkarıp hepsini akıl sahibi kılmış, onlarla hitaplaşarak onlara emir ve nehiyler vermiş; onlar da Allah'ın rubûbiyyetini ikrar etmişlerdir. Onların bu ikrarı imandır ki, hepsi bu yaradılış üzere ana­dan doğarlar. Bundan sonra kâfir olan, ikrarını tebdil ve tağyir etmiş,208 iman ve tasdik eden de ikrarında durmuş ve devam etmiş olur. Bu suretle Allah, halktan hiç kimseye, küfür veya iman üzerine, cebretmemiş ve hiçbir kimseyi mümin . veya kâfir olarak yaratmamış ve lâkin her iki tarafı kabiliyetli şahıslar olarak yaratmıştır.

Şu hâlde iman ve küfür insanın kendi fiilidir. Allah, kâfir olanı küfür hâlinde iken kâfir bilir; bundan sonra mümin olursa onu mümin hâlinde iken mümin bilir ve bundan Allah'ın ilminde ve sıfatında asla değişiklik husule gelmez.

İnsanların hareket olsun, sükûn olsun, bütün fiilleri hakikatte kendi kesb­leridir. Bunların hâliki ise, Allah'tır. Bütün fiiller Allah'ın dilemesi, bilmesi, kazası ve kaderi iledir. Vacib olan bütün ibadetler Allah'ın emri, muhabbeti, rızâsı, ilmi, meşiyyeti, kazası ve takdiri iledir. Bütün günahlar ise ilmi, kazası, takdiri, meşiyyeti iledir; muhabbeti, rızâsı ve emri ile değildir.

Bütün peygamberler (aleyhimüssalât) büyük ve küçük günahlardan, küfürden ve kötülüklerden münezzehtirler. Bazen kendilerinden sürçme ve hatalar olmuştur. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ise, Allah'ın peygamberi, kulu, elçisi ve seçilmişidir. Putlara asla ibadet etmemiş, bir an bile Allah'a şirk koşmamıştır Küçük ve büyük bir günah dahi asla irtikâp etmemiştir.

--

206 “Ve’l-ba’sü ba’del-mevt” cümlesinden önce “ve’l-yevmi’l-âhiri” nüshası da vardır. Bazı nüshalarda ise metin Allah’a, ahret gününe, meleklerine diye devam eder. Aliyyü’l- Kârî, sahih olan nüsha “ve’l-yevmi’l-ahiri ve ve’l-ba’sü ba’delmevt”tir. Dediği hâlde, diğer nüshalar, metni bizim tercümede aldığımız gibi almıştır.

207 İmam-ı Âzam, bu kitabın biraz yukarısında "şey"i, cisim, cevher ve araz olmayan sabit mânâsına almıştı. Bu, yokluk ile varlık üstünde bir şeydir; tasavvur edilen mefhumât-ı külliyeye benzer bir şey veya hiçbir kayda bağlı olmayan mutlak varlık gibi bir şeydir. Şimdi ise Allah eşyayı şeysiz yarattı deniliyor ki, bu, ademden vücuda geldi demektir. Bu fikir, eşyanın hakikatleri sabittir akîdesi ile bağdaşmaz. Bkz: Şerh-i Akaid.

208 Yukarıda, Allah halkı küfürden ve imandan sâlim olarak yarattı, denilmiştir ki, bu fıkra ile diğerini te'lif güçtür.

İslâm Akaid Sisteminde Gelişmeler – Prof.Dr. Yusuf Ziya YÖRÜKÂN 201-208

6 Ekim 2009 Salı

EBÛ MANSÛR-İ MÂTURİDÎ





EBÛ MANSÛR-İ MÂTURİDÎ’NİN
TEVHİD KİTABI



Tevhid Kitabı, sünnet ve cemaat ehlinin reisi, saygı değer büyük imam, Şeyh Ebû Mensûr-ı Mâturidî tarafından yazılmıştır. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin.

Bu kitap on fasıldır.


Birinci Fasıl

Allah bütün sıfatları ile başlangıcı olmayan Bir(vâhid-i kadîm)dir. Sıfatları, zatının aynı da değildir, gayrı da… Allah’tan başka varlıklar, sıfatları ile beraber sonradan olma(hâdis)dırlar. Bunları Allah kendi dileğiyle sonradan var etmiş, bildiğine göre de her birinin miktarını oranlamış(takdir etmiş)tır.


İkinci Fasıl

Allah ortağı, dengi, benzeri, başlangıcı, sona ermesi, sınırı ve sonu olmayan Bir’dir. O’nun birliği gerçekten, hakikî mânâsıyla birliktir. Allah’tan başkasına Bir denilirse de mecazî mânâsıyla denilebilir, zira Allah’tan başkası belirli, belirsiz parçalara ayrılabilir, bu ise onlarda gerçek birlik olmadığını gösterir.


Üçüncü Fasıl

Allah ezelî(lemyezel=öncesiz)dir. Ezelde yalnız o vardı, başka bir şey yoktu; ne mekân, ne zaman, ne duman,230 ne arş, ne gök, ne hava vardı. O nasıl ise öyledir, yine de olduğu gibi kalacaktır. O’nun hâlleri değişmez, çünkü hâlleri yaratan O’dur. Bulunduğu durumun değişmesi vehmedilmeksizin, O, arş üzerine istiva etmiş (ilâhî tahtına oturmuş)tir; arşın da göklerin de üstündedir. Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de : “Allah, günahlardan sakınanlarla beraberdir.” (Nahl 128) ve “ Allah kötülüklerden sakınmış olanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir” (Bakara 194 ve Ankebût 69 ) ve “ Biz O’na şah damarından daha yakınız” (Kaf 16) ve “ Üç kişinin arasındaki sırda Allah onların dördüncüsüdür” (Mücâdele 7 ) ve “ Mahzun olma, Allah bizimle beraberdir” (Tevbe 40 ), buyurmuştur. Bunların hepsi, Allah’ın olduğu durumda değişmesi vehmedilmeksizin ve ancak akla doğru gelecek şekilde, halktan ayrıldığı veya onlara ulaştığı, halktan çıktığı veya onlara girdiği ve buna benzer mânâlarla vasıflandırılmaksızın öyledir, mânâsındadır; bunu böyle anlamalı.

Dördüncü Fasıl

Allah teâlâ zihinlerde tasavvur olunamaz, ilimler ve anlayışlar O’nu kavrayamaz. O, cisim, cevher ve araz diye adlandırılamaz. Sonu, sınırı yoktur ki, akıl onu kavrayabilsin. Cisimlerin sıfatları ile ve arazlarla vasıflandırılamaz. Her ne zaman zihnine böyle bir tasavvur gelecek olursa, bilmelisin ki Allah yaratıcıdır. O’nun zatı, yaratıkların zatına asla benzemez; zira O, başlangıcı olmayan bir varlıktır. Böyle noksanlardan ve kendisini ihtiyaç ve za’iflik ile vasıflandırmaktan çok yüksektir.

Beşinci Fasıl

Allah teâlâ hazrestleri, ilim (bilgi), kudret (güçlülük), hikmet (her şeyi yerli yerinde yapmak), rahmet (yarlıganmak), cûd (cömertlik), irade (isteme), meşiyyet (dileme), tekvîn (iş görme), azamet (büyüklük), celâl (yücelik) ve bunlar gibi bütün sıfatlarıyla teşbihe ve ta’tile gitmeksizin, hakikî 231 surette ezelde vasıflandırılmıştır. İş görme sıfatı, yapılan işten (tekvîn, mükevvenden) başkadır. Zira tekvîn, Allah’ın sıfatıdır, yapılan şey (mükevven) ise yaratılmıştır; yapma sonradan olma değil, yapılan sonran olmadır. 232


Altıncı Fasıl


Allah’a, var olma (şey’iyyet), sabit kılma ve sabit olma mânâsıyla şey denir; zira şey değilidir demek, yok demektir. Bunun gibi zattır, nefistir de denir. Fakat cisimdir, denemez. Zira cisim, var olana has değildir. Çünkü, cisim değildir demek, yok demek değilidir.

Yedinci Fasıl

Allah teâlâ, ancak Kitap ve Sünnette ve Müslümanların sözlerinde kullanılan isimleri ve sıfatları ile adlandırılır. Allah'a sabırlı (sabur) sıfatı verilir mi, verilmez mi? Ulema bunda ihtilâf ettiler, şu hâlde bu sıfatla Allah'ı vasıflandırmaktan sakınmak en sâlim yoldur. Allah'a utanma sıfatını vermekte de ihtilâf ettiler, bundan da sakınmak iyidir, ancak Allah'ı bu vasıf ile vasıflandıran günahkâr olmaz, çünkü eserlerde ve Müslümanlar arasında bu sıfat kullanılmıştır. Allah'a dua ederken "Ey zarar verici ve ey faide verici" denilmesini birçokları caiz görmüşlerdir. Amma söz arasında olmadığı zaman, yalnızca Allah'a "zarar verici" demeyi caiz görmemiş­lerdir. Allah'a, "Ey nur" denilebilir, eğer bu sözden, nur verici veya hidayet edici veya nuru ve karanlığı yaratan, yahut da her türlü eksiklerden beri olan mânâları kastedilmiş olursa...

Sekizinci Fasıl

Allah ki, rahmân (her nimeti veren), rahîm (rahmeti çok), âlim (bilgin), kaadir (güçlü), mâlik (egemen), kuddûs (kutlu), selâm (güvenli), mümin (iman verici), muheymin (her şeyi gözeten), azîz (şerefli), cebbar (eksikleri tamamlayıcı), mutekebbir (büyüklük gösterici), hâlik (yaratıcı), bâri' (yoktan var edici), musavvir(kılık, suret verici)dir; O'nun ilmi, kudretidir (kudretinden ibarettir) denilmediği gibi, kud­retinden başkadır da denilemez; şu kadar ki, Allah'ın ilmi, kudretinin aynı da de­ğildir, gayrı da değildir, denilebilir; Allah'ın sıfatı, zatının aynı da değildir, gayrı da, denildiği gibi. Diğer sıfatlar hakkında da işlem böyledir. Rivayet edildiğine gö­re Hazret-i Peygamber, "Allah'ın, yüzden bir eksik, doksan dokuz adı var, bu adla­rı sayan kimse Cennet'e girer." buyurmuştur.
İmam hazretleri diyor ki, bu (Allah'ın doksan dokuz adı olması), halkın adlandırması bakımındandır. Allah'ın adlandığı ad ise sıfatının kendidir.233 Allah'ın sıfatları ise birbirinden başka şeyler değildir, adet ile ifade edilir şeyler de değildir. Böylece Allah'ın sıfatı olan Kelâmullah şöyle başladı ve şöyle sona erdi şeklinde had ile, nihayet ile vasıflanamadığı gibi, harflerle ve hecelerle veya ses ile de vasıflanamaz; zira Allah'ın sıfatlarının sınırı da, sonu da yoktur; zatının haddi ve nihayeti, iptidası ve gayesi de yoktur.

Dokuzuncu Fasıl

Kur'an-ı Kerim 'deki "Attığın zaman sen atmadın, Allah attı." (Enfâl 17) âyetine, keza "O'na biz ruhumuzdan nefh ettik." (Tahrîm 12) âyetine ve bunlar gibi olan âyetlere iman etmek gerektir. Bununla beraber Allah atıcıdır, üfürücüdür sıfatları ile adlandırılamaz; çünkü dinde böyle bir adlandırma yapılmamıştır. Ama Allah yapı­cı, yaratıcı ve buna benzer sıfatlarla adlandırılır, zira bunlarla adlandırma yapılagelmiştir. Allah'ın diğer adları hakkında da işlem böyledir.

Onuncu Fasıl

Ebû Hanîfe'nin şu sözü söylediği rivayet ediliyor: Zihninde Allah diye tasarla­dığı hayale ibadet eden kimse, zihne ve hayale sığmayan Allah'a ibadet etmedik­çe küfürden kurtulamaz. Şeyh (Mâturidî) diyor ki: zira Allah teâlâ, halkı yaratma­dan önce, mekân tasavvuru ve mesafe fikri yok iken, herhangi bir şeyin içinde veya herhangi bir şeye bitişik ve ondan ayrı veya bir şey üstünde veya onun altın­da veya bir şeyin sağında veya solunda olma imkânları yok iken var olan, baş­langıcı, sonu olmayan (ebedî) bir varlıktır. Binaenaleyh O'nun sınırı ve sonu (had­di, nihayeti) olması, tasavvur edilemez. O, nasıl idi ise, olduğu gibi olmaktadır. Zira O, olduğu gibi olmanın zail olmasından ve kendisindeki hâllerin değişmesin­den çok yüksek(müteal) tir. Nitekim Cenab-ı Allah, İbrahim Peygamber kıssasında İbrahim'in ağzından: "Ben durumu değişenleri sevmem." (En'âm 76) buyurmuştur. Şeyh (İmam-ı Mâturidî) âyetteki âfil (zâil), hâli değişir mânâsınadır, bu ise Allah'ın devamlı olarak bulunduğu gibi durur olduğunun delilidir, diyor.

On Birinci Fasıl

Rivayet ediliyor ki, Ebû Hanîfe hazretlerine, Allah teâlânın halkı yaratmadan önceki hâli (nerede idi ve ne yapıyordu, diye) soruldu. O da, kudretle bulunuyor­du, cevabını verdi. Kimin kudretiyle, denilince de, kendi kudretiyle, dedi. Şeyh (Ebû Mansûr-ı Mâturidî) diyor ki: İşte bu söz, Allah'ın kudreti vardır, zatının aynı da değil, gayrı da, demek olduğuna delildir. Yine bu söz Allah'ın sıfatları kendisi­ne nisbet edilir, Allah sıfatına nisbet edilmez, demek olduğuna da delildir. Bu fik­rin dayandığı esas, sıfatların Allah'a izafe edilmesidir. Bu yüzden Allah'ın ilmi veya kudreti denir, fakat Allah ilmi ile âlimdir ve kudretiyle kaadirdir, denmez. Sıfatı âlet veya vasıta yaparak, Allah ilmiyle âlim, kudretiyle kaadir'dir de denmez. Eğer kimin ilmiyle ve kimin kudretiyle, diye sorulursa, kendi ilmiyle, kendi kudretiyle ce­vabı verilir, diğer sıfatlarda da işlem böyledir.

On İkinci Fasıl

Allah'ın sıfatları, vasıflandırılamaz.234 Zira sıfatı vasıflandırmada Allah'ın sıfatlarının zatından ayrı şeyler, vasıflanan nesneler olmaları şüphesi vardır. Bunu izah edelim: Allah'ın ilmi kadîmdir veya kudreti ebedîdir, başlangıcı, sonu olmayan rahmeti, ezelî tekvîni vardır. Ve bunun gibi Allah'ın herhangi bir sıfatı kadîmdir, denemez. Keza Allah'ın ezelî kudreti veya ilmi (lemyezel ve lâ yezal ilmi) denemez. Belki, Allah sıfatları ile kadîmdir. Allah sıfatları ile ezelî(lemyezel)dir, denir; sıfatlar, Allah'a nispet edilir, sonra Allah sıfatları ile kadîmdir, diye vasıflandırılır. Bu esasa göre, Allah'ın sıfatı, mutlak olarak şeydir, denilemez. Zira bu, sıfatların ayrı şeyler olmaları vehmini uyandırır; şu kadar ki zatının gayrı olmayarak sabittir mânâsına şey, Allah'ın sıfatıdır, denilir. Allah'ın sıfatı şey değildir, denilemez; zira bu yok de­mektir. Ancak teşbih ve ta'til etmeksizin şey, Allah'ın hakikî sıfatıdır, denir.235 Sıfatları ayrı nesneler yapmak, Allah'ın birliği esasıyla uyuşamaz.
Allah'ın vasıflanacağı sıfatlarda dikkat edilecek kıstas, O'na nispet edilecek sıfatların ilim (bilgi), kudret (güçlülük), azamet (büyüklük), celâl (yücelik) gibi Allah'a yaraşan şeyler olmasıdır. O'na yaraşmayan çocuklu, karılı, işkence eden, zulmedici, yaramaz gibi sıfatları nispet etmek caiz değildir. Yaraşıp yaraşmadığın­da şüphe edilen sıfatları ise Allah'a isnat etmekten çekinmek en sâlim yoldur.
Keza, Allah durmadan yaratır, durmadan söyler ve durmadan merhamet eder, denilmesi uygun olmaz. Allah'ın diğer adlarında ve sıfatlarında iş yine böyle­dir; O'na nispet edilmesi yaraşıp yaraşmayacağında şüphe edilenlerden sakınmak uygundur. Bunun gibi İslâm ümmeti arasında kullanılmamış herhangi bir sıfatla Allah'ı vasıflandırmaktan sakınmak, salim yoldur. Keza Allah'a hürmeti ihlâl etme şüphesi bulunan sıfatları O'na nispet etmekten de sakınmak uygun olur.
Mânâsı akıl ile de, nakil ile de anlaşılmayan (müteşâbih) sıfatlara gelince bunları tevile gitmeyerek, mânâlarını Allah bilir demek en sâlim ve en güzel yoldur. Zira müteşâbih sıfatların mânâlarını bilen Allah'tır.
Şeyh (Ebû Mansûr) ihlâs kelimesi olan "La İlâhe İllâllah"ın tefsiri hususunda diyor ki: Bu kelimenin evveli, Allah'tan başkasından ulûhiyyeti nefydir. Âhiri de ulûhiyyeti Allah teâlâya ispattır. Şu hâlde ihlâs kelimesi başından sonuna kadar tevhiddir.
Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini tasdik, dinde inanılıp kabul edilmesi gerekli olan geçmiş kitapların ve peygamberlerin hepsinin doğruluğunu bilmektir. Şu kadar ki, bu tasdiki yaptıktan sonra onu bozacak ve inancı sarsacak bir şey yapmamak gerek. Başarı veren Allah'tır, Allah'ın yardımı ile kitap tamam oldu.

--

230 Arapçada gamam, ak bulut demektir. Varlıkların yaradılamsından evvelki “kaos hâli” demek olacak. Biz bunu duman diye tercüme ettik; Thales, kâinat, hilkattan evvel duman hâlinde idi, Herakleitos, ateş hâlinde, sonrakiler nebuleuse hâlinde idi derler, maksat bunları redir.

231 Teşbih, Allah’ı insan sıfatlarına benzetmek; ta’til ise bir sıfatı, eseri yok, Allah bomboştur, demektir; hakikî, gerçekten, mecâzî değil, mânâsınadır.

232 Eş’arî’ye göre tekvîn, mükevvenin sıfatıdır, bunu için de sonradan olmadır. İmam, bu fikri red ediyor.
233 İmam'ın, hadîste Allah'ın doksan dokuz adı vardır, denilmesinden bu adlar doksan dokuz sıfatı ifade eder mânâsı çıkarılmasın; adlar değiştikçe sıfatlar değişmiş olmaz, bu "adlar" aynı sıfatın halka göre değişen tabirleridir, hakikatte Allah'ın vasıflandığı sıfat birdir, diğer sıfatlardan ayrı bir şey değildir, çünkü bunların ayrı şeyler olmaları için hadleri, nihayetleri bulunmak lâzımdır, Allah'ın sıfatında ise had ve nihayet yoktur, demek istiyor ki, bu takdirde Allah'ın zat sıfatları, fiil sıfatları, sübut sıfatları, diye bir ayırma yapmak ve bunların sekiz veya altı olduğunu söylemek yanlış olur. Adlandırma bakımından ise zat sıfatları sekiz değildir.
234 Meselâ Allah'ın ilim sıfatı, zatı gibi, kıdem sıfatı ile muttasıftır, denemez. "Azîzün Hakîm" denilince, hakîm, azizin sıfatı değildir. Her ikisi zatın sıfatıdır. İlm-i vâsi'dir, denilir, ama bu, tavsif değil, bir genişletme, kuvvetlendirme veya izahtır.
235 Bu ibarenin metnine bakınız. Mesele şu: Allah'a şey denir mi, sıfat şey midir, şey sıfat mıdır, şey, varlık demek midir, sabit demek midir? Bu mesele, yokluk (adem), âlem-i emir, vücut, sübut, mahiyyet ve eşyanın hakikatleri meselesiyle ilgilidir


EBÛ MANSÛR-İ MÂTURİDÎ'NİN
AKAİD RİSALESİ


Bu akaid risalesi, Peygamber'in ve arkadaşlarının yolunu güdenlerin (Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in) başkanı, İslâm dininin hükümlerini açıklayan, Müslüman­ların öğütçüsü, bilgin önder, Şeyh Ebû Mansûr-ı Mâturidî'ye mensuptur. Allah onu rahmet deryasına daldırsın ve büyüğümüz Muhammed hazretlerine, arkadaşlarına ve ona uyan bütün Müslümanlara esenlikler versin!

1. İlim Meselesi

İlim husule getiren araçlar üçtür. Bunlar, sağduyu veya duyu organları, doğ­ru düşünen akıl, özü sözü doğru, aldatmayan (doğruyu söyleyen) insanların ver­dikleri haberlerdir. Sofistler ilim husule gelmez, derler. Zira bilgi veren araçların hükümleri birbirini bozar. Bunlardan duyulara dayanmak doğru olmaz, çünkü şaşı olan kimse bir şeyi iki görür. Akla da dayanılmaz, zira akıl ile yapılan uslamlama (istidlâl) yanlış da olur, doğru da. Haberler ise bazen doğru bazen de yanlış çık­maktadır. Biz bu görüşe şöyle cevap veririz: Duyu organları bilgi verir denilince, bundan sağ duyuları, hastalıklı olmayanları kastediyoruz; sizin söylediğiniz söz ise bozuk olan bir duyu organına dayanıyor. Akla gelince bundan maksat da olgun bir akıldır. Haber ise, yanılmadan korunmuş olan Peygamber'in sözleri ile birçok kimse tarafından söz birliği hâlinde verilmiş (tevatürle sabit) olanlardır.

2. Âlemin Sâni'i

(Bu evrenin başlangıcı ve sonu olmayan (ebedî= kadîm) bir yapıcısı var).
Bu âlem, sonradan yapılmadır. Zira araştırılacak olursa, âlemdeki şeylerin aynlara ve arazlara ayrılmış olduğu görülür. Araz olanlar sonradan olmadır. Zira araz, var değil iken sonradan olan şeye denir. Buluta, havada yok iken sonradan geldiği için Arap dilinde "ârız" denilmesi de bundandır. Aynlar ise bunlarsız bulunamaz. Bunlar birbirinden ayrılmadıkları ve biri bulunmadan diğeri bulunamaya­cağı ve bu yüzden var olmada ikisi de ortak olduğu için, bunlar da onlarla bera­ber sonradan olmadırlar. Bu suretle a'yândan ve arazdan yapılmış olan evrenin sonradan olma olduğu belli olunca, onun diğer bir varlığın var etmesiyle sonra­dan olma olduğu da sabit olur.236

Bu evrenin bir yapıcısı olduğu sabit olunca da, bu yapıcının (ebedî) başlangı­cı ve sonu olmayan bir varlık olması gerekir. Zira bu yapıcı, başlangıcı ve sonu olmayan bir varlık olmazsa, o da sonradan olma olacaktır. Sonradan olanın ise, hiç şüphe yok, diğer bir yapıcısı bulunacak, o yapıcı da sonradan olma olursa bir üçüncü yapıcıya muhtaç olacak, bu suretle sonsuzluğa kadar yaratıcılar sürüp gidecek (teselsül edecek)tir. Bu ise gerçek olmayan bir şey(bâtıl)dir.237 Şu hâlde baş­langıcı ve sonu olmayan ebedî bir yapıcı vardır.

Tabiat filozoflarına (dehrîlere) göre bu evren, başlangıcı olmayan bir balçık(tiynet-i kadîme, ebedî asıl)tan yapılmıştır ki, bu da ilk madde (heyulâ)dır. Zira hiçbir asıl olmaksızın bir şeyin yapılması, onlara göre, olabilir şey değil(muhal)dir.238


3. Allah Bir'dir

Şimdi bu, başlangıcı ve sonu olmayan, yoktan var ediciye gelelim. Bu var edici muhakkak ki Bir'dir. Eğer iki olsaydı, bu iki yaratıcı, evrendeki varlıkları ya­ratmakta ya birleşmiş, uyuşmuş olurdu, bu uyuşma ise ikisinin de yalnız yapama­malarından veya biri yapar, diğeri yapamaz olmasından ileri gelirdi, çünkü hürri­yeti elinde olan ve kendine güvenen bir varlık zora gelmedikçe veya sıkıntıya düş­medikçe diğer biri ile birleşip yardımlaşmak ihtiyacını duymaz, yahut da birleşmemiş, uyuşmamış olurdu; bu suretle ikisinin de ya dileklerinin yerine gelmesi ge­rekirdi, bir işte birbirine uymayan dileklerin birden husule gelmesi ise olur şey de­ğildir; yahut da her ikisinin de dileği yerine gelmezdi, bu ise yetersizliktir, yetersiz olanların ise yaratıcı (rab) olmaya salâhiyetleri yoktur. Bu düşünce vetiresi,239 Al­lah'ın Kur'an'daki, "Eğer yerde, gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, yer de gök de fesada uğrarlardı." (Enbiyâ 22) âyetinden alınmıştır.

Mecusîler, bu evrenin iki yaratıcısı vardır, birisi iyilikleri yaratan ve iyilik kaynağı olan Yezdan'dır, öteki ise kötülükleri yaratan ve kötülük kaynağı olan Ehremen'dir; kötülüklerin yaratıcısı, aşağılığa düşkün olduğu için, kötülükler Yezdan'a nispet edilemez, derler. Biz bunlara şöyle cevap veririz: Kötülükleri yaratanın ya­ratmasında, eğer en aşağı şer' vasıtalarıyla zalimleri yere sermek gibi hikmetler olmasaydı, o zaman ona işini çevirmeye yetkisiz, aşağılığa düşkün denirdi. Halbu­ki yaradanın her işinde hikmet vardır, bu yüzden kötülükler için ayrı bir yaratıcı gerekmez.

4. Allah Maddî Bir Varlık Değildir

Yaratıcının kendisi araz da değildir, cevher de. Zira cevherler bileşik şeylerin dayanağı, özü(aslı)dür. O, ne hariçte bir işlem ile hakikî olarak, ne de zihinde ha­yalî olarak parçalanmayan bir cüz(cüz'ü lâ yetecezza)dür ve şöyle tarif olunur: Cevher, biri gidip yerine başkası gelmek suretiyle birbirine zıd olan sıfatları kabule elverişli ve kendi kendine yeterli bir şeydir. Yaratıcının kendisinin böyle bileşik şey­lerin birleşmesine ve böyle sonradan olma şeylere ve arazlara dayanak (mahal) olması ise olabilir şey değildir.
Yaratıcının cisim olması da düşünülemez, zira cisim iki veya üç cevherin bir araya gelip birleşmesinden var olur.


5. İsim ile Müsemma

Allah'ın adı ile kendisi (ibadet edilmek bakımından olacak) aynı şeydir. Zira Kur'an-ı Kerim'de, "Rabbinin adını kutla, ismini tesbih et." (A'lâ 1), buyurulmuştur. Eğer Allah'ın adı kendinden başka bir şey olsaydı, âyet Allah'tan başka bir şeye ibadet edilmesini emretmiş olurdu. Böyle bir şey olamayacağı için ad ile adlanan aynı şeydir.240

Bazıları Allah'ın adı, zatından ayrı bir şeydir, zira Allah Kur'an-ı Kerim'de, "Allah'ın birçok güzel adları vardır." (Haşr 24) buyurmuştur. Eğer ad, adlandırılanla bir olsa idi, Allah'ın birçok adları olduğuna göre, zatının da çok sayıda olması gerekirdi, derler.

Biz bunlara şöyle cevap veririz: Âyetteki, Allah'ın güzel adları vardır, sözü, adlandırmak bakımındandır. Bu sebeple adlardan bazılarının diğerlerine üstünlü­ğü yoktur, zira adlanan Bir'dir; İsm-i Âzam'dan maksat, Allah adını zikretme se­vabının daha ziyade olduğunu ifade etmektir.

6. Allah'ın Görülmesi

Allah, âhirette görülür, zira vardır; her var olanın görülmesi ise mümkündür. Var olanlardan görülmeyen şeyler varsa da bunların görülmemesi, Allah'ın, ka­nunları onları görmemize elverişli yapmamış olmasından ileri gelmektedir. Hazret-i Peygamber, "Siz Rabbinizi, Bedir gecesinde ay'ı gördüğünüz gibi apaçık göre­ceksiniz." buyurmuştur. Mu'tezile ile Hâricîler, "Allah görülmez, zira Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de 'Gözler (basar), O'nu idrak etmez' (En'âm 103) buyurmuştur." derler. Biz bunlara şu cevabı veririz: Evet, biz de Allah idrak olunmaz deriz; zira idrak bir şeye etrafıyla vâkıf olmaktır. Lâkin biz Allah görülür, diyoruz (yani ihsas, idraktan başkadır). Onlar yine diyorlar ki, görmek vasıta ve âlet iledir, bunun için de karşılaşmak, yüz yüze gelmek, arada mesafe olmak, hepsini veya bir kısmını görmek gibi şartlar vardır. Biz de onlara Allah'ın görme ve ilim sıfatlarını ileri sü­rerek, vasıta ile görmenin bâtıl olduğu cevabını veririz; zira Allah bizi mesafesiz ve cihetsiz görür ve yüz yüze gelmeden ve mesafe olmadan bilir; Musa Peygamber'in Allah'ı görmek istemesi de Allah'ı görmenin caiz olduğuna delildir.

Eğer onlar bize karşı, Allah teâlânın, "Len terânî" (A'raf 143) "Sen ben/ göre­mezsin" âyetini Allah'ın ebediyen görülmeyeceğine delil olarak, bu âyette "len" kelimesi "ebedî olarak" manasınadır, diye ileri sürecek olurlarsa, biz de kendileri­ne "len" ebedî olarak mânâsını ifade ettiği gibi, "belli bir vakitte", mânâsını da ifade eder diyoruz. Nitekim kâfirler hakkında Kur'an-ı Kerim'de "Len yetemen-nevbu ebeden", "Onlar ölümü asla temenni edemezler" (Bakara 95), buyurulmuştur. Halbuki onlar âhirette ölümü temenni edeceklerdir. Bu âyette "len", görülüyor ki, "muvakkat zaman" mânâsınadır, cevabını veririz. Bunlar Allah'ın, "O gün bazı yüzler şenlenir ve Rablarına nazar eder." (Kıyâmet 22) âyetindeki "nazar eder" keli­mesini tevil ile, "intizar ederler" mânâsınadır, derler. Biz de intizar bir meşakkattir. Cennet ise meşakkat yeri değildir. Bundan başka "Allah'a bakıyorlar" "İlâ Rabbiha nazire" (Kıyâmet 23) âyetindeki nazar kelimesi "ilâ" harfiyle beraberdir. Nazar kelimesi "ilâ" harfiyle sıralanınca, ancak gözle görmek mânâsına gelir, deriz.

7. Allah'ın Sıfatları

Allah'ın sıfatları, zatının aynı da değildir, gayrı da; bir şeyin rengi o şeyin kendisi ve başkası olmadığı gibi. Bu sıfatlar, ister fiil sıfatlarından, ister zat sıfatla­rından olsun, hiçbiri (sonradan olma) hâdis değildir. Kaderiyye ve Eş'ariyye mez­heplerinde olanlar, Allah'ın diriltmek, öldürtmek gibi fiil sıfatları hâdistir ve zatının, gayrıdır, derler. Bunlara göre: fiil sıfatları, yapmak(tekvîn)tan ibarettir. Yapmak ise yapandan başkadır, zira mektup, ancak yazmak ile yazılmış olur.241

Bu mebdeden hareketle bunlar, Allah (halk ile hâlik) yaratmakla yaratıcı olur, derler. Biz ise Allah ezelî yaratıcı olarak hâliktır. Nasıl ki, zat sıfatlarında da Allah âlimdir, ezelî olarak bilicidir, zira yazan, yazmasa da yine yazıcıdır, deriz. Zat sıfatları: Celâl, Kibriya, Kudret, İlim, Semi', Basar ve Kelâm (yücelik, ululuk, güçlülük, bilginlik, işiticilik, görücülük ve söyleyicilik sıfatları)dır. Bunlardan maadası ise fiil sıfatlarıdır.

8. Kur'an Ezelîdir

Kur'an, Allah kelâmıdır. Allah'ın kelâmı, zatı ile kaim, ezelî bir sıfattır. Harf ve ses cinsinden değildir, o Bir'dir, bölünmez (tecezzi etmez), Arapça da değildir, Süryanice de. Şu kadar ki insanlar, bir olan Kur'an'ı değişik ibarelerle okurlar; nitekim Allah'ın zatı türlü adlarla, keza zat sıfatlarından olan hayat, irade, beka sıfatları türlü türlü ibarelerle dile getirilmiştir.242 Mu'tezile diyor ki; Allah'ın kelâmı bu ibarelerden başkadır ve hâdistir. Zira ezelî olsaydı ezelde Allah, kelâm ile emir verici ve nehyedici, haber verici ve haber alıcı olurdu. Bunları insanlar ve mahlûk­lar yaratılmamış iken yapmak ise hafiflik (sefeh) olurdu.

Biz bunlara karşı, eğer verilen emir derhal uyulması vacip olan emir olursa o zaman hafiflik olur; kaldı ki, önce yapmak, sonra yapmak, bunlar zamana ve me­kâna taallûk eden şeylerdir. Allah kelâmının ise zaman ve mekân ile ilgisi yoktur, cevabını veririz. Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, "Biz onu Arapça Kur'an yaptık." (Zuhruf 3) buyurmuştur, yapmak sözü Kur'an'ın sonradan yapıldığını ifade eder, denilecek. Buna da: hayır yapmak, halk etmek demek değildir. Zira Cenab-ı Al­lah Kur'an-ı Kerim'de, "Allah'ın kulları olan melekleri onlar dişi yapıyorlar." (Zuhruf 19) buyurmuştur. Buradaki yapmak yaratmak demek olamaz, cevabını veririz.

Eş'arîler, Mushaf'ta olanlar Allah kelâmı değildir, Allah kelâmının ibaresi(tabir veya ifadesi)dir, zira Allah'ın kelâmı bir sıfattır, sıfat ise mevsuftan ayrılmaz, derler. Biz ise, Mushaf'ta olanlar Allah'ın kelâmıdır, lâkin harfler ve sesler mah­lûktur, deriz. Ancak, biz Allah'ın kelâmı Mushaf'a hulûl etmiştir demiyoruz ki, sıfat mevsuftan ayrılmaz sözüne yer olsun. Hem de Allah'ın ilmi ile malûm olan bir şey için, Allah'ın ilim sıfatı, Allah'tan ayrıldı da malûma girdi, denilebilir mi?243

9. "Allah Arş Üzerinde" Âyetinin Mânâsı

Müşebbihe ile Kerramiyye mezheplerinde olanlar, Allah, yüksek bir yerleşme mânâsına, arş üzerindedir ve bizim bildiğimiz cisimler gibi değil ama yine cisim­dir, zira Cenab-ı Allah, "Rahmân arş üzerine istiva etti." (Tâhâ 5) buyuruyor, diyor­lar. Bu anlayışı, biz istivanın mânâsı, istilâ etmek(kaplamak)tir, diye cevaplandırı­rız. Allah cisimdir, demelerini de, Cenab-ı Allah'ın Kur'an'daki, "Hiçbir şey ona benzemez." âyetine dayanarak reddederiz. "O'nun misli gibi bir şey yoktur." (Şûrâ 11) âyetindeki (k) teşbih edatı, ziynet için, ziyade olarak gelmiştir, O'nun benzeri yok demektir. Eğer onlar, Allah'a eşya gibi olmayan şeydir, deniliyor da, cisimler gibi olmayan cisimdir, niye denilmesin, derlerse, kendilerine şey olmak var olmak­tan ibarettir, cisim olmak böyle değildir, cevabını veririz. İşte bundan dolayı Mu'tezile'ye muhalif olarak biz, yok olan (ma'dum), şey değildir, deriz. Pek iyi ama, diyecekler, Cenab-ı Allah, "Ben ellerimle yarattım." (Sâd 75) diyor; buna karşı da Kur'an'da Allah'ın el, yüz, göz, ayak sıfatları, kudret manasınadır, cevabını veririz.

Mu'tezile ile Kaderiyye, Allah her yerde(mekânda)dir, zira Cenab-ı Allah, Kur'an'da "Gökte ilâh olan O'dur, yerde ilâh olan O'dur." (Zuhruf 84) buyurmuş­tur, diyorlar. Bunlara da, bu âyetten maksat, ulûhiyyetin her yere nüfuzu olduğu­dur, yoksa bu dediğiniz, Allah'ın yırtıcı hayvanatın ve haşaratın içinde olması davasına kadar gider, cevabını veririz.

Bizim bu meselede tuttuğumuz yol, Allah'ın arş üzerinde olmasının mânâsı, yüksek bir mekândadır demek değil, yüksek azameti ile arşı kaplamıştır, demektir. Nitekim Ebû Hanîfe hazretleri, biz Allah'ı yüksekte düşünürüz, aşağıda değil, demiştir. Keza Peygamber hazretleri, bir cariyeye "Sen mümin misin?" diye sordu, o da "Evet." dedi, sonra, "O hâlde Allah nerede?" deyince, kadın göğü işaret etti. Bunun üzerine Peygamber, "Bunu azat et, bu mümindir." buyurdu.244


10. İnsan Hürriyeti (Ef'âl-i İbâd) Meselesi

İnsanların yaptıkları işler, Allah'ın (halk'ı) yaptıklarıdır; beşer hürriyeti, irade ve fiil kudreti, insanların kendi ellerine verilmiş, tefviz edilmiş değildir. Kaderiyye mezhebinde olanlar bu esasa muhaliftirler. Bunlar şu âyete dayanırlar: "Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun." (Kehf 29). Biz bunlara karşı, bu âyet korkutmak içindir, ihtiyarın kullara tefviz edildiğini beyan için değildir; zira Cenab-ı Allah bu âyetin devamı olarak, "Zalimlere ateşi biz hazırladık." (Kehf 29) buyurmuştur. Diğer bir âyette de, "Sizi ve sizin amellerinizi Allah yarattı" (Saffât 96) buyurmuştur; bu yüzden bu görüşünüz yerinde değildir, cevabını veririz.

İnsanların yaptıkları eğer Allah'ın halk'ı ile ise, Allah niçin onları azaplandırıyor denilecek olursa, şu cevap verilir: Sevaplanmak veya azap görmek, kişinin meydana gelen işe fiilini kullanmasından, işi işlemesinden ötürüdür, meydana gelen asıl işten dolayı değildir; işlediğine göre ceza görmesi, iyilik yapmaya da kötülük yapmaya da elverişli olan gücünü harcadığı içindir, gücünü meydana getirdiğinden dolayı değil.245

11. İnsan Gücü (Güç Yeterliliği)

İnsanın iş görme gücü (istitaası), işten önce kendinde mevcut olmayıp, yaptığı işin her cüzü meydana gelirken onunla birlikte vücuda gelir. Kaderciler, insanın gücü fiilden evvel vardır; kişi onu istediği gibi kullanır diyorlar. Biz ise bu, Al­lah'tan müstağni olmak, Allah'a lüzum yok demektir ki, sonu küfre varır, deriz.246

12. Fiilin Mânâsı

İnsanın fiili vardır, dediğimiz zaman, bu, hakikat mânâsındadır, mecaz değil­dir. Cebriyye mezhebinde olanlar, kişinin fiili yoktur, ona hakikaten fiil vardır de­nemez, mecazen denir, derler. Halbuki bu Allah'tan ümidi ve korkuyu kesmeye varır, sorumluluk fikrini ortadan kaldırır. İşte bunun için Ebû Hanîfe, bu iki anlayı­şın ortasını bulmuş ve halk Allah'ın fiilidir, bu ise (istitaayı) insan gücünü ihdas et­mek, insana kudret ve irade vermektir; bu gücü kullanmak ise hakikat mânâsına insanın işidir, demiştir.

13. İstitaanın Şümûlü

Eş'arîlere göre, kötü iş işlemeye yeterli olan insan gücü, iyi işleri işlemeye ye­terli değildir. Bu fikir açıkça cebirdir. Zira, eğer insan gücü iyilikleri işlemeye yetkili değil ve insanların yaptığı iyilikler Allah'ın eseri ise, kişi fiilinde mecbur olmuş olur. Eş'arîler, kabul ettikleri bu fikirden hareket ederek, gücümüz yetmeyen bir şeyin Allah tarafından bize teklif edilmesini tecviz etmişlerdir. Biz onların bu sözü­nü de, Kur'an-ı Kerim'deki, "Allah kişiye gücü yettiği kadar teklif eder." (Bakara 286) âyetiyle reddederiz. Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre Peygamber hazretle­rinin, "Yarabbi bize takatımızın yetmeyeceği şeyleri yükleme." sözü ile dua etmesi, onlara göre küfür mü oluyor? Nitekim eğer,"Yarabbi bize zulmetme." dese idi,
küfür olurdu denilecek olursa, bu söze şu cevabı veririz: Peygamber'in duası hafifletme yolu iledir. Takat-i nef'î247 mânâsına değildir, nitekim Allah teâlânın, "Ya rab! Bize ağır yük yükleme." (Bakara 286) âyetinde de mânâ böyledir.


14. İşlenen Günahlarda Allah'ın Meşiyyeti ve Rızâsı Var mıdır?

İnsanların işledikleri günahlar Allah'ın iradesi, dilemesi, kazası, takdiri iledir. Rızâsı, muhabbeti ve emriyle değildir.248 Zira Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, "Allah bir kimseyi sapıtmak isteyince onun göğsünü darlaştırır ve sıkıntılı kılar." (En'âm
125), diğer bir âyette de, "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (Dehr 31) bu­yurmuştur. Eğer günah işleme, kişinin meşiyyeti, dileği ile olsaydı bu dileğin Al­lah'ın dileğine (meşiyyetine) galebe etmesi lâzım gelirdi ki, böyle bir şey düşünü­lemez.

Mu'tezile diyor ki: Allah'ın meşiyyeti yoktur. Zira Kur'an-ı Kerim'de, "Ben insanları ve cinleri ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyât 56) buyuruluyor. Bu, ben onları küfr için yaratmadım demektir, binaenaleyh Allah küfrü irade etmemiş oluyor. Biz bu söze şu cevabı veririz: Bu âyet, "Biz insanları ve cinleri kendilerine iba­deti emredeyim diye yarattım." manasınadır, nitekim Allah onlara bunu emretmiş­tir de... Burada, "Allah kullarına zulm irade edici değildir." (Mü'min 31) âyeti de de­lil olarak ileri sürülemez. Zira bu âyet, Allah kullarına zulm etmesini irade etmez demektir. Bunda ise hiç kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Mu'tezile'nin, "Günah­lardan birisi de kişinin kendine sövmesidir, bu ise hafifliktir." (yani Allah'ın böyle bir kötülüğü dilemesi ona nasıl yaraşır) demesi de yerinde değildir. Zira nasıl kişi Allah'ın iradesinden çıkmaya muktedir değil ise, ilminden çıkmaya da muktedir değildir. Binaenaleyh bu özür olamaz. Şu hâlde Kur'an-ı Kerim'deki, "Başına ge­len kötülük kendindendir." (Nisâ 73) âyetinin mânâsı nedir, denilecek? Bunun ce­vabı şudur: Kötülük, edebe riayeten ayrı olarak Allah'a izafe edilemez. Nitekim Allah'a, domuzları yaratan, diye hitap edilemez, fakat umumî bir ifade ile hay­vanları yaratan, denilir. Kaldı ki, Cenab-ı Allah, "Söyle her şey Allah tarafındandır." (Nisâ 78) buyurmuştur. İşte âyetin mânâsı budur.

15. Allah'ın Rızâsı

Allah küfrü yaratır, onu diler, fakat emretmez, bu yüzden Allah kâfire imanı emretmiş, fakat iman etmesini dilememiştir. Denilecek ki, Allah her dilediği şey­den hoşnut mudur, değil midir? Cevabı şu: Evet Allah'ın meşiyyeti, rızâsı iledir. Şu hâlde Allah kendisinin razı olduğu bir işten dolayı niçin azap ediyor, diyecekler. Bunun da cevabı şu: Hayır, Allah razı olduğu şeyden dolayı değil, razı olmadığı şeyden ötürü azap verir. Zira meşiyyet, kaza ve Allah'ın bütün sıfatları, Allah'ın hoşnut olduğu şeylerdir. Şu kadar ki, kişinin meydana getirdiği fiil, bazen Allah'ın razı olduğu bir iş olur, bazen de gazap ettiği bir şey olur ve bunun üzerine azap veya sevap verir.

16. Tevlit Meselesi

Bir fiili işlemekten doğan ikinci derecede işler (tevlit suretiyle husule gelenler), Allah'ın eseri(mahlûku)dirler. Zira tevlit, bir şeyin içinde bulunan diğer bir şeyin meydana gelmesinden ibarettir. Mahlûk olan iş, zarf olsun da, zarfın içinde bulu­nan iş mahlûk olmasın, bu olamaz. Kişi, oku attıktan sonra okun geçip gitmesine mâni olmaya muktedir değildir. Eğer kudret kişinin elinde olsaydı, bunu yapması lâzım gelirdi. Kaderiyye mezhebindekiler diyorlar ki: "Bunların sebeplerini insanlar ihdas ettikleri için fiiller ve fiillerden doğan eserler bütünü ile insanların vücuda getirdiği eserlerdir ve kendilerinin mahlûklarıdır."


17. Ecel Meselesi

Katledilen bir adam, kendi eceliyle ölmüştür. Eğer kendi ecelinden gayrı bir şey ile ölseydi, Allah'ın maktulü kendi eceline ulaştırmaktan âciz kalması ve o adamın ecelinden Allah'ın cahil olması lâzım gelirdi. Halbuki Allah'a cehil ve acz isnadı küfürdür. Mu'tezile: Katledilen, kendi ecelinden gayrı ile ölmüştür, zira kaatile kısas ve diyet vacip olmaktadır, diyorlar. Biz bunlara kısasın vacip olması, Allah'ın yasağını tanımamasındandır, cevabını veririz. Esasen onlarla aramızdaki bu ayrılık, insan fiilinin hâlikı midir, meselesindeki ayrı görüşlerden başka bir şey değildir.


18. Haram Olan Bir Şeye Rızk Denir mi?

Haram rızktır; zira rızk, mülk demek değil, gıda demektir. İnsanların bir kısmı ömrü boyunca haram yer, böyleleri için ise dünyadan çıktı gitti, Allah'ın rızkından bir şey yemedi, demek mümkün değildir.

Mu'tezile rızkı, mülk mânâsına alarak, haram rızk değildir, diyor. Halbuki rız­kı mülk mânâsına almaya yol yoktur. Zira davar, sığır gibi mahlûkların çoğu, hiç­bir mülke sahip olmadıkları hâlde Allah onlara rızk verir. Nitekim Kur'an-ı Ke-rim'de: "Yer yüzünde hiçbir hayvan yoktur ki, Allah onlara rızk vermemiş olsun." (Hûd 6) buyurulmuştur. Rızkı mülk mânâsına almak bu âyeti inkâra varmaktadır.

Bu mesele de, insan fiilinin hâliki midir, meselesindeki ihtilâf kabilindendir; zira onlara göre kişi başkasının rızkını yemeye muktedir olur.


19. Allah İnsanlara En Uygun Ne İse Onu Yapar

Allah'ın insanlara en uygun olanı yapması, kendine vacip değildir. Kur'an-ı Kerim'de, "Biz onlara günahlarını arttırsınlar diye mühlet veririz." (Âl-i imrân 178) buyurulması bunun delilidir. Zira günahı arttırmak için ömrü uzatmak, günahkârın faydasına uygun (salâh) değildir, bilâkis mühleti kesse daha iyilik ve lütufkârlık etmiş olurdu. Bunun diğer bir delili de şudur: Eğer Allah'ın insana en faydalı olanı yapması vacip olsaydı, Kur'an-ı Kerim'deki, "Allah pek büyük ikram ve ihsan sahi­bidir." (Bakara 105) âyeti, yersiz olurdu.

Mu'tezile diyor ki: Allah'ın insanlara en uygun olanı yapması vaciptir. Nite­kim herkes, kudretini sarf ile elde ettiği imanın veya küfrün icabını yerine getirmiş­tir. Yapmasaydı zulmetmiş veya cimrilik etmiş olurdu.


20. İlim ve Fıkıh

Dinde derinleşmek ki, buna "ilm-i tevhid" denir, güdülecek amelî hükümler­den ibaret olan fıkıh ilminde derinleşmekten daha faziletlidir. Bundan dolayı "İlim tahsil etmek, farzdır." sözünden maksat, ilm-i hâl tahsilidir, denilmiştir. İlm-i hâl ise imana müteallik hükümlerden ibarettir.249

21. İman Meselesi

İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir. Kişi ikrar eder de kalbi tasdik etmeden ölürse mümin sayılmadığı gibi, eğer imkân bulunduğu hâlde dili ile ikrar etmezse, yine mümin sayılmaz; zira özür mevcut olmadan dil ile açıklamayı bırakmak, tas­dikin olmadığına delâlet eder.

Kerramiyye mezhebinde olanlara göre iman, yalnız dil ile ikrardan ibarettir. Bundan başka bir şey değildir. Zira diyorlar, Hazret-i Peygamber, "Ben insanlarla, Allah var [lâ İlâhe İllâllah) [Allah'tan başka tanrı yoktur] deyinceye kadar mücade­le etmeye memurum." demiştir. Bize göre böyle değildir, zira Cenab-ı Allah, "On­lar ağızları ile iman ettik, dediler; halbuki kalbleri iman etmiş değildir." (Mâide 45) buyuruyor. Hem de onların bu sözlerine göre münafıkların müminlerden sayılması lâzım gelir; bu ise zayıf bir sözdür.

İmam-ı Şafiî, iman, ikrar, tasdik ve iyi iş işlemektir (yani amel imana dahildir), zira Cenab-ı Allah'ın, "Sizin imanınızı Allah zayi edecek değildir." (Bakara 143) âyeti, Allah namazlarınızı zayi edecek değildir, demektir. Âyette namaza iman de­nilmiştir, diyor.

Biz amelin imana dahil edilmesi doğru değildir, deriz. Cenab-ı Allah, "Al­lah'a iman eden ve iyi iş işleyen." (Talâk 11) âyetinde amelden ayrı olarak kişiye mümin demiştir. Âyette amel işleyen cümlesi, iman eden cümlesine atfedilmiştir. Atfedilen bir şey, atf olunandan başka bir şeydir. Şu hâlde âyette imandan mak­sat, kalb ile tasdikdir. Eğer ameller imanda dahil olsalardı, iman esaslarında nes­hin [iman esaslarından bazılarını kaldırmanın] caiz olması lâzım gelirdi; halbuki, iman konularında nesh caiz değildir, amele dair hükümlerde ise caizdir; bu da imanın amelden ayrı olduğunu gösterir.250

22. İman ve İslâm Nedir; Mukallidin İmanı Makbul mudur?

Ulemadan bir kısmına göre, iman ile İslâm birdir. Bunlar şu delile dayanıyor­lar: Kur'an-ı Kerim'de, "Bir kimse Müslümanlıktan başka bir din ararsa bu asla kabul edilmeyecektir" (Âl-i imrân 285) buyurulmuştur. Diğer bir kısmına göre; iman ile İslâm başka başka şeylerdir, bunların delili de şu âyettir: "Çöl Arapları iman ettik dediler, onlara de ki, siz iman etmediniz, lâkin İslâm olduk, deyiniz." (Hucurât 14)

Bu meselede en doğru söz, İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî'nin söylediğidir.251 İslâm, Allah'ı keyfiyetsiz olarak bilmektir, bunun yeri göğüstür. İman, Allah'ı allah-lığı ile bilmektir, bunun yeri de yürektir, bu ise göğsün içindedir. Marifet, Allah'ı sıfatları ile bilmektir, bunun yeri de gönüldür, bu da kalbin içindedir. Tevhid, Al­lah'ı birliği ile bilmektir, bunun yeri sırdır, bu ise gönül içindedir. Bunlar, Allah tealânın, "Allah'ın nurunun misali, kandillik gibidir ki, içinde kandil vardır, kandil, billur cam içerisindedir; billûr cam şecere-i mubareke-i zeytuneden yanan inciden bir yıldız gibidir." (Nûr 35) âyetinin benzeridir; şu hâlde bunlar dört gerdanlıktır ki, dördü de birbirinden ayrı gayrı değildir; hepsi birleşince din olur.259

Bir kimse eğer, ben bu şeyin hâliki kimdir, bilmiyorum veya bana namaz farz kılındı mı, bilmiyorum, yahut ben kâfir diye bir şey tanımıyorum, yahut kâfirin gi­deceği yer neresidir, bilmiyorum derse, kâfir olur. Türk topraklarında, Orta Asya içlerinde yaşayan bir adam, ben Müslümanlığın hepsine inandım der, fakat dinî ahkâmdan hiçbir şey bilmez ve hiçbirini de yerine getirmezse onun mümin olduğunda şüphe yoktur. Bunlar, mukallit imanının sahih olduğunu ifade eder; Mu'tezile ile Eş'arîler bilmeyerek iman eden mukallitlerin imanı sahihtir fikrine muhalif­tirler. Bunların dedikleri, Allah'ın peygamber göndermesindeki hikmetleri ortadan kaldırır; zira taklit, sahih olmazsa peygamberlikten maksat ve fayda hâsıl olmaz. Şu kadar ki, delillere dayanan ilmî imanın derecesi, taklidî imandan şüphesiz yük­sektir. Çalışarak elde edilen imanın sahibi, uyanmış ve nurlanmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber, "Ebû Bekir'in imanı, bütün halkın imanı ile tartılsa üstün gelirdi." diyor. Bu hadîsteki üstün gelme, ziyade ve noksan olmak bakımından değil, vu­kuflu ve nurlu olmak bakımındandır; zira ikrar ve tasdik artıp eksilen şeylerden de­ğildir. İman, ikrar ile tasdikten ibaret olunca da, insanın kesbi ve eseri (mahlûk) olmuş olur.

Âlimlerin bir kısmı, iman mahlûk (kesbî) değildir, zira o Allah'ın (tevfiki) başa­rı vermesiyle husule gelen bir şeydir, Allah'ın tevfiki ise mahlûk değildir, derler. Biz ise, evet iman Allah'ın muvaffak kılması iledir. Ancak bu kadarla insanın fiili Allah'ın fiili olmaz; o fiil yine, namaz ve oruç gibi, insanın eseri ve kesbi (mahlûk) olarak kalır, deriz.

23. İman İnsanın Her Tarafındadır

İman, insanın belli bir yerinde değildir. O, öyle bir şeydir ki, nuru insanın bü­tün azasına yayılmıştır. Fakat azasından biri kesilince, iman parçalanmaz olduğu için oradan kalbe gider. Burada bir soru var; insan ölünce iman nereye gider, ruhu ile beraber mi kalır, yoksa cesedi ile mi? Bu sorunun cevabı şudur: Hayır, ne ruhla gider ve ne de cesedde kalır. O, kişinin imana ehliyet kazandığı mânâ ile beraberdir. Bu mânâ nasıl bir şeydir, diyeceksiniz; evet bu mânâ Allah'ın kişiyi gizliden nurlandırması veya Allah'ın insanın içindeki gizli mahiyeti ışıklandırması, demektir.253 Şu soru da var, insanın diğer amelleri nereye gider? Bunun cevabı da şudur: Bunlar, Allah'ın sevabına veya ikabına (cezasına) ulaşır. Şunu da ilâve edelim: Eğer Allah ne ile bilinir, diye sorulacak olursa, buna bazı âlimler, akıl ile bilinir, cevabını vermişlerse de, bu hususta gidilecek doğru yol, Allah'ın bildirmesiyle bilinir, demektir. Zira Kur'an-ı Kerim'de, "Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kim­se, Rabb'inden bir nur üzeredir." (Zümer 22) buyurulmuştur.

24. Umutsuzluk İmanı

Umutsuz kalmış, ye's hâlinde imana gelen kimsenin imanı makbul değildir. Zira böylesi gayba iman etmiş değildir.254

25. İmanda İstisna ("Ben Müminim İnşallah" Demek)

İman ifadesinde "İnşallah" demek, şekçiler [şüpheciler] ile aramızda çıkmış ihtilâflı bir meseledir. Şekçiler, imanı Allah'ın meşiyyetine bırakmak caizdir, derler. Biz bunların sözlerini, Kur'an'da sihirbazların "İnandık." (A'raf 121) deyip inşallah dememelerini, keza Kur'an'da, "Onlar hakkıyla mümindirler." (Enfâl 74) âyetinde inşallah mümindirler denilmeyip, kesin olarak mümin denildiğini delil göstererek reddederiz. Bundan başka iman bir akiddir, "Allah dilerse" sözü ise akdi bozar.

Burada bir soru var: Hazret-i Peygamber, bir kabrin yanından geçerken, "Biz de sizlere iltihak edeceğiz, inşallah." diyerek ölüm hakkında inşallah tabirini kul­lanmıştır; halbuki ölüm muhakkak bir şeydir. Bu soruya, şu cevabı veririz: Pey­gamber, ölüm için değil, kabristandaki ölülere iltihak için inşallah, demiştir. Hem de bir kimse için, "Bu bir adamdır inşallah." denilemez. Amma şöyle bir soru so­rulacak: Mescid-i harama Müslümanların gidecekleri, Allah'ın bildirmiş olması ile muhakkak olduğu hâlde, Kur'an-ı Kerim'de "İnşallah oraya gireceksiniz." (Feth 27) buyurulmuştur. Bu, muhakkak olacak şeylere inşallah demenin caiz olduğunu göstermez mi? Cevap verelim: Burada inşallah, Allah dilediği vakit gireceksiniz demektir; yahut inşallah, âyette (âminine) kavline dahil olduğu için, inşallah eminlik içinde gireceksiniz, demektir. Şöyle bir sual de sorulabilir: Kişinin, sonu (hüsn-ü hatimesi) için, inşallah bu dünyadan iman ile gideriz, demek suretiyle Allah'ın meşiyyetini dilemek vaciptir bile, bunda söz yok; söz, böyle bir şeyin iman konula­rında caiz olup olmamasındadır. İbn-i Me'sud hazretlerinden rivayet edilen: "İn­şallah ben Müslümanım demek caizdir." sözü, son nefeste hüsn-ü hatime için demek caizdir mânâsınadır; yahut da bu söz bir sürçme(onun bir hatas.)dir, bu hatalardan rücû etmiş olacaktır.

26. Saadet ve Şekavet

Bir insanın dünyada ve âhirette saadet ve şekavet hâlleri bize göre değişebi­lir. Eş'arîler, buna muhaliftirler. Bundan dolayı da, "Ebû Bekir ile Ömer hazretleri, putlara taptıkları sırada da mümin idiler." derler. Biz onların bu sözlerini reddet­mek için şu âyeti ileri süreriz: "Kâfirlere söyle yâ Muhammed! Eğer bu küfürlerini sona erdirirlerse Allah onların geçmişte yaptıklarını af eder." (Enfâl 38) Eğer küfre­denler, putlara taptıkları hâlde mümin idiyseler, Allah'ın af ve mağfiret etmesinin, bağışlamasının faidesi kalmazdı. Keza, Cenab-ı Allah, Kur'an-ı Kerim'de, "Allah dilediğini imha eder, dilediğini tespit eder [bırakır]." (Ra'd 39) buyurmuştur. Bu, gü­nahları imha eder ve yerine tövbesini tespit eder, demektir. Eğer, "Şekavetin saa­dete tebeddül etmesi, Allah'ın yarattığını geri çevirip yeniden başlaması(bedâ)dır, demek olmaz mı?" denilecek olursa, buna karşı da, levh-i mahfuzda yazılmış olan şey, kişinin sıfatıdır, bu değişir, Allah'ın kazası değişmez, cevabını veririz.255


27. İyiyi Emir, Kötüyü Nehyetmek

Her insanın, gördüğü bir kötülüğü, kendiliğinden menetmeye kalkması veya iyiliği emretmesi, artık farz olmaktan çıkmıştır. Zira bunlar hasbî olarak (Allah için) yapılmıyor, bundan dolayıdır ki, zalim olan hükümdara karşı, kan dökmeye sebep olmamak için, (huruç etmek) kötülükleri kaldır diye kılıç çekerek isyan çıkarmak, caiz değildir.

28. Amel İmanda Dahil midir?

Bir insan büyük günah işlerse kâfir olur mu? Bize göre olmaz. Hâricî ve Mu'tezile mezhebinde olanlar, eğer günahkâr tövbesiz ölürse kâfir olarak gider ve Cehennemde sonsuz (muhalled) olarak kalır; bu, âyetle sabittir, derler.256 Biz de
yine Peygamber'den rivayet edilen hadîslere (nakle) dayanarak, "Büyük günah işlerse" sözü, haramı (burada katli) helâl sayarsa, demektir. Yahut âyetteki, "Cehennemde muhalled kalır." sözünden maksat, uzun müddet kalacak demektir, de­riz. Bunun gibi Hazret-i Peygamber'in, "Namazı kasden terk eden kimse kâfir olur." sözünden maksat da namazı inkâr etme suretiyle terk ederse, demektir. Eğer günahkâr kâfir olsaydı, Peygamber (veya Allah) bize, "Fâsık olanın verdiği haberi araştırıp inceleyin." diye emretmezdi. Yahut Maiz hazretlerine İslâm'a dönmesi ve imanını yenilemesi için emrederdi.257 Murcie mezhebinde olanlar, büyük günah işlemenin imana asla zararı yoktur, bunun delili de genç(şâb)'in meşhur olan sözüdür, derler. Biz diyoruz ki, şâb'ın, "İmana bir şey zarar vermez." sözü, iman günah-ı kebire ile zail olmaz, demektir. Yoksa bu söz, Allah korkusunun büsbütün kalkmasına varır.258

29. Kabir Azabı

Bize göre, kabirde azap vardır. Mu'tezile ile Cehmiyye mezhebinde olanlara göre, yoktur. Bunlar, biz görüyoruz ve muayene ediyoruz ki ölü, kendisine verdiğimiz elemleri duymuyor; bu iş, göz önünde nasıl ise, gâipte de öyledir, diyorlar. Görüneni esas alıp da görünmeyeni ona kıyas etme mebdeinden hareket eden bu mezheplerin taraftarları, cansız varlıkların Allah'ı tesbih ettiklerini, mizanı, sıratı, iman etmiş olanların Cehennemden çıkacaklarını ve Mirac'ı inkâr eder. Biz ise bunlar haktır, ancak akıl bunların mahiyetini idrakten âcizdir, demekteyiz. Nasıl ki, Hazret-i Peygamber, "Allah'ın yarattıkları üzerine düşünün, yaratıcı üzerine düşünmeyin." buyurmuştur. Bu sözü ile Hazret-i Peygamber insan aklının zayıflığını göstermek istemiştir. Halbuki bunların inkâr ettikleri şeylerin doğruluğuna ayrı ayrı deliller vardır. Cenab-ı Allah, "Biz onlara yakında iki defa azap edeceğiz." (Tevbe 101) buyuruyor. Bu iki defadan biri kabirde, biri de âhirettedir. Diğer âyette, "Bu azaptan başka bir azap." keza, "Onlara büyük azapdan başka en yakın azabı tat­tıracağız." (Secde 21) buyuruyor. Bu yakın azap da kabir azabıdır. Keza, "Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tesbih etmesin." (İsrâ 44) ve "Biz mizanları dosdoğru ku­racağız." (Enbiyâ 47) buyrulmuştur.
30. Arzularına Uyanlar

Bid'at, dinde türeyen âdetler veya Müslümanlığa sonradan giren şeylerdir. Bunları benimseyenler ile arzularına ve heveslerine uyanlar ateşte kalacaklardır. Bu, hadîs ile sabittir.259

31. Cennet ve Cehennem

Cennet ile Cehennem ikisi de yaratılmış bulunmaktadırlar. Mu'tezile, Kaderiyye ve Cehmiyye mezhebinde olanlar, halen Cennet ve Cehenneme ihtiyaç ol­madığı için bunların yaratılmış olduğunu kabul etmezler, Allah âciz değildir, ihti­yaç olunca onları yaratır, derler. Halbuki Kur'an-ı Kerim'deki, "Gökler ve yer ge­nişliğinde olan Cennet günahtan sakınanlar için hazırlanmıştır." (Âl-i imrân 133) âyeti bunların hazır olduğunu açıklamaktadır. Onların dediği söz ise, Allah'ın bu
haberini yalanlamaya varır.260 Bu mesele içinde diğer bir mesele var, bize göre Cennet ile Cehennem "şey" dir, kıyamet ise mevcut olmadığı için ona "şey" deni­lemez. Mu'tezile ise kıyamet, mahlûktur, fakat gözümüze görünmez; insan ölünce açıklanır, görünür, zira Hazret-i Peygamber, "Bir kimse ölürse kıyameti kopar." buyurmuştur, der. Halbuki bu hadîs, öldükten sonra insana saadet veya şekavet hâli görünür mânâsındadır. Bir de onlara göre, Cennet ve Cehennem sona ere­cektir; zira her ikisi amellerin sevaplandırılması veya cezalandırılması içindir. Ameller ise mahdut ve sonu gelen şeylerdir. Bu fikirleri de yanlıştır, zira Kur'an-ı Kerim'de "Onlar için noksanlanmayan mükâfat vardır." (Fussilet 8); keza, "Ne tü­kenir, ne yasak edilir." (Vakıa 33) buyurulmaktadır ki, bu açık beyan karşısında bunlar fânîdir, denir mi? Ama denilecek ki, Cennet ile Cehennem sonsuz olurlar­sa "beka" sıfatında Allah'a ortak olurlar. Buna cevap veririz: Cennet ile Cehenne­min sonsuz devam etmesi Allah'ın beka sıfatına iştiraki gerektirmez; zira bunlar yok iken sonradan var edilmişlerdir.

32. Melekler

Meleklerin hepsi, günah işlemekten korunmuş(ma'sum)turlar. Harût ile Marût adını taşıyan iki melekten maadası itaat için yaratılmışlardır.

Şeytanlar ise şer' için yaratılmışlardır. Yalnız bunlardan bir tanesi, Heyyimoğlu Hâme müstesnadır. Zira bu Müslüman olmuştur.

33. Yaradılış (Fıtrat)

İnsanlarla cinler, hepsi fıtratlarına göre yaratılmışlardır. Fıtrat, Mu'tezile'ye ve Eş'arî'lere göre İslâm demektir. Bundan ötürü kâfir, kendi fiiliyie kâfir olur, derler. Ehl-i Sünnet ise fıtrat, hilkat demektir. Çünkü Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, "Allah'ın fıtratı." (Rûm 30) buyurmuştur, bu ise Allah'ın hilkati, demektir. Peygamber'in hadîsindeki fıtrat da bu mânâdadır. Peygamber diyor ki: "Her çocuk fıtratı üzere doğar, sonra anası, babası onu Yahudîleştirir veya Hristiyanlaştırır, içindekini dile getirinceye kadar. "261 Bu, çocuk doğduğu yaradılışı üzerine bırakılırsa, yaratıcının varlığını düşünüp bulurdu, ama ana ve babası onun Hristiyan veya Yahudî olmasına sebep oluyorlar, demektir.

Bu konu ile ilgili meseleler: Bir kimse ben, Allah gökte midir, yerde midir, bilmiyorum derse, Allah'a mekân düşünmüş olduğu ve onu mekânda aradığı için kâfir olur. Allah arş üzerindedir, demek de böyle. Eğer Lokman veya Zülkarneyn peygamber midir, değil midir, bilmiyorum derse kâfir olmaz, ama Musa ve İsa hazretleri hakkında bilmiyorum, derse kâfir olur. Zira bunların peygamber olduk­ları mensûstur (Kur'an âyetleriyle açıkça bildirilmiştir). Eğer bir kimse yarın kâfir olacağım, diye niyet ederse, daha o saat kâfir olur. Kişi küfür kelimesini kendi ihtiyarı ile söylerse, söylediğine inanmasa da kâfir olur. Sarhoş iken böyle bir söz sarf ettiği takdirde ise kâfir olmaz.

34. Yezid'e Lanet Edilir mi?

Yezid'e lânet etmek caiz değildir. Zira o fâsık bir adamdır; fâsıkların ise bağışlanması caizdir.

35. Peygamberler

Emir ettikleri şeylerle vazifelenmek ve nehy ettikleri şeylerden kaçınmak için, Allah'ın peygamber göndermesi haktır. Birtakım kimseler buna lüzum yok, zira Allah'ın emredilen şeylerden menfaati ve nehy edilenlerden zararı yoktur, faydası olmayan bir şeyle meşgul olmak ise hafifliktir, derler. Halbuki bu emir veya nehy edilen şeylerde memur olanların menfaatlanması hikmeti vardır. Onlar, Allah'ın peygamberler göndermesi, iyilikleri ve kötülükeri bildirmek için ise akıl buna kâfidir, derler. Biz ise dinin hükümlerini ve eşyanın tabiatını bilmek hususunda aklın payı yoktur, deriz.

36. Evliya'nın Kerameti

Evliyanın kerametleri bulunduğu doğrudur. Bu hususta Mu'tezile'nin şüphesi yersizdir. Onlar, eğer evliyanın kerameti caiz olsaydı, insanlar mucize ile keramet
arasını ayırmaktan âciz kalırlardı, diyorlar. Halbuki mucize, peygamberlik davası zamanında zuhura gelenlerdendir; keramet, böyle değil; hem de kerameti inkâr etmek, Meryem'in kerameti zikredilen şu Kur'an âyetini: "Ne zaman Zekeriyya mihrabda Meryem'in yanına girdi ise orada yiyecek bulmuştur." (Âl-i imrân 37) ve Belkıs'ın tahtını zikreden âyeti ve Hazret-i Ömer'in İran'da harb eden komutana, "Ey Sariye! Dağı tut, dağıl" diye nidasının işitildiğini inkâra varır.262


37. Peygamberlerde İsmet

İnsanlar ve cinler günahtan korunmuş (ma'sum) değildirler, ancak resûller ve nebîler büyük günah işlemekten korunmuşturlar; eğer bunlar günahtan korunmuş olmasalardı, yalan söylemek ihtimali tamamen ortadan kalkmış olmazdı, lâkin bunlar küçük günahlardan korunmuş değildirler. Zira bir kimse belâya uğrama­dıkça belâya uğrayanlara şefkati olmaz. Peygamberlerin şefkati ve şefaatleri zayıf olmasın diye bunlar küçük günahlardan korunmamışlardır. Mu'tezile diyor ki, peygamberler küçük, büyük bütün günahlardan ma'sumdurlar; zira bunlar pey­gamberlerin şefaata salâhiyetleri bulunduğunu kabul etmezler.

38. Resûl ve Nebî

Resûl ünvanı taşıyan peygamberler, Cebrail vasıtasıyla Allah'ın vahyine nail olmuş zatlardır. Nebî olanlar ise, ya diğer bir meleğin vasıtasıyla vahye nail ol­muşlar veya uykuda sadık rüya hâlinde bu hâl gösterilmiş yahut kendilerine ilham edilmiştir.

39. Peygamberlerde Zelle

Peygamberlerin sürçmesi, bir hatayı vahyden evvel yapmalarıdır: Davud'un vahyden evvel Orya'nın karısıyla evlenmesi gibi. Yahut daha iyiyi bırakarak iyiye meyletmeleridir. Adem aleyhisselâmın Allah'ın adını saygılamak (Cennette ebedî
kalmak istemesi demek olacak) için menedildiği şeyden sakınmayı bırakması gibi ki, bu yüzden Cenab-ı Allah, "Âdem Rabbına isyan etti ve azdı." (Tâhâ 121) buyur­muştur. Allah'ın bu sözü, menetmek bakımındandır. Yoksa günah-ı kebirenin ve azgınlığın gerçekten varlığını belirtmek için değildir. Nitekim diğer bir âyette, "Âdem unuttu, biz onda azim ve sebat bulamadık." (Tâhâ 115) buyurulmuştur.

40. Efdal Olanlar Meselesi

En faziletli olan kimdir konusunda türlü türlü sözler söylenmiştir. Bunların içinde doğru olan, Hazret-i Muhammed'in Âdem aleyhisselâmdan efdal olduğu­dur. Ondan sonra peygamberler bütün yaratıkların en faziletlileridir. Hazret-i Muhammed'in ümmetinden en efdal olanı ise Ebû Bekir, sonra Ömer, Osman, Ali'dir. "Allah hepsinden razı olsun."

İnsanoğullarının içinde peygamberler gibi seçkinler, meleklerin seçkinlerin­den daha efdaldırlar. Meleklerin seçkinleri, âdemoğullarının halk kısmından efdaldir. Halk tabakası da meleklerin seçkin olmayanlarından (avam tabakasın­dan) efdaldir. Rafızîler, Hazret-i Ali'yi, Ebû Bekir hazretlerine ve diğer Ashaba tafdil ederler. Bunlar şu hadîse dayanırlar: Peygamber, "Yâ Rab! Kullarından sana en sevgili olanı yanıma gönder, şu kuştan benimle beraber yesin."263 diye dua etti­ği zaman yanına Ali gelmiştir. Aynı zamanda Ali, Sahabelerin en şecii ve küfürden en uzak kalmış olanı ve en âlimidir, derler. Ehl-i Sünnet'in delili ise Hazret-i Peygamber'in şu, "Ebû Bekir size orucun ve namazın çokluğu ile üstünlük sağlamış değildir, onun sizden efdal olması kalbini dolduran mânâdan, muhabbet ve sadakattendir." hadîsidir. Ömer'in oğlu Abdullah'tan da, "Biz daha Peygamber'in sağlığında, Hazret-i Muhammed ümmetinin en faziletlisi Ebû Bekir, sonra Ömer, Osman, Ali'dir derdik." diye bir hadîs nakledilmiştir. Yukarıda rivayet edilen kuş hadîsinin mânâsı ise; kullarından bana en sevgili olanı gönder, demektir. Ali'nin Ashab'ın en şecii [cesur ve yürekli olanı] ve en âlimi olduğuna dair söylenilen söz­ler ise doğru değildir. Ehl-i Sünnetten bazıları Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Osman'a tafdil ederler.

Bazılarına göre Hazret-i Ayşe, Hazret-i Fâtıma'dan daha efdaldir. Zira onun derecesi Peygamberlerle beraberdir. Bazıları ise Hazret-i Fâtıma efdaldir, zira Ayşe'nin derecesi Peygamber'e tebaan yükselmiştir, derler.

41. İmamet Meselesi

Nebîlerden ve resûllerden sonra bir imam veya devlet başkanı seçimi, amme tarafından kabul edilmiş bir hak(bir vecibe)tır. Fikir adamlarından bir kısmı, imam seçimi insanlara gerekli (dini bir farz) değildir, zira imama zulmün ve fitnenin giderilmesi için ihtiyaç hâsıl olur. Zulm ve fitne kalkınca da hükümdara ihtiyaç kalmaz, derler. Biz bu müessesenin gerekli olduğu fikrindeyiz; zira Peygamber hazretlerinin ölümünden sonra Ashab bir imamın vacip olduğunda ittifak etmişlerdir. Gerçi o günlerde ihtilâf vukua gelmişti, ancak bu ihtilâf tayin hususunda idi.

42. İmam Olacak Kimsede Aranılan Şartlar

İmamlık makamına seçilecek kimselerin Kureyş kabîlesine mensup olması şarttır. Rafızîler, Haşimîlerden başkalarının imam olmaya salâhiyetleri yoktur, derler. Haşimî olarak da Ali'yi ve Ali evlâdını tâyin ederler. Biz bunlara şöyle ce­vap veririz: Hadîs mutlaktır, şu kabîleye veya bu kabîleye tahsis edilemez.264 Sonra imamın ma'sum olması da şart değildir. Zira Peygamber: "Sevap işlemiş olanın da, günahkâr olanın da arkasında namaz kılınız." buyurmuştur. Hem de eşyanın memnu veya mubah olması kitap ile sabit olur. İmamlık (yani imam olana ma'sum olmak şartı) hakkında böyle bir kayıt yoktur. Peygamberlerin ma'sum olmaları şartı ise başka bir şeydir. Rafızîler, imamın ma'sum olmasını şart koşar­lar. Keza imamın müctehid olması da şart değildir; ama kavî, kahraman, savun­ma ve saldırma ilmine vâkıf, kanunların hükümlerini yürütmeye muktedir olması şart olmaya yaraşır.265


43. Hilâfet Meselesi

Peygamber'den sonra hilâfet 30 yıl sürmüştür. Zira rivayet edildiğine göre Peygamber, benden sonra hilâfet 30 senedir, sonra melik, sonra da mutagallibe olur,266 demiştir.

Peygamber'den sonra ilk halife Ashab'ın ittifakı ile Ebû Bekir'dir. Hattâ Ömer, kendisine "Allah'ın Resûlü, bizim din işimiz için sana rızâ göstermiş iken, biz dünya işlerimiz için sana rızâ göstermez miyiz?" demiştir. Rafızîlerin, Ebû Bekir Ali'nin hakkını gaspetmiştir, demesi yersizdir. Zira bu, Ashab'ın zulm üzerine icma ettiklerini kabul etmek olur. Ali'nin bir müddet Ebû Bekir'e bi'at etmeyip sonra is­temeyerek bi'at ettiğine dair Rafızîlerin söyledikleri söz de yerinde değildir. Zira Ali Ebû Bekir'in hak üzere olduğunu bildiği hâlde, eğer bi'attan geri durdu ise, Ali'den böyle bir hareket beklenmez; eğer Ebû Bekir'in haksız olduğunu biliyor ise hareketi mâkul olurdu, lâkin Ali'nin itikadınca böyle bir şey yoktur; zira kılıcını çe­kip bunu men'e kalkmamıştır. Bu suretle Ebû Bekir'in halife olduğu sabit olunca, Ömer'in de halifeliği sabit olur; zira kendinden sonra yerine Ömer'i halife edinen Ebû Bekir'dir. Ömer kimseyi kendine halife olarak namzet göstermemiş, bu işi altı kişilik bir şûraya terk etmiştir. Bunlardan biri Osman'a bi'at edince diğerleri de buna rızâ göstermişlerdir; bu suretle Osman üzerinde ittifak husule gelmiştir. Onun ölümünde Ashab, Ali'nin hilâfeti üzerinde ittifak etmiştir. Ömer'in şûra için yazdığı vesikada (kitapta) zikri geçen altı kişi, Osman, Ali, Abdurrahman ibn-i Avf, Talha, Zübeyr ve Sa'd ibn-i Ebî Vakkas'tır. Allah hepsinden razı olsun.

-O-



---
Dipnotlar

236 Ayn (çoğulu, a'yân) yer işgal eden şeylerin zatı, "kendisi" demektir. Araz (çoğulu, a'râz) o zatın üzerindeki sonradan gelme vasıflardır. Meselâ bir odun parçasının katılığı, beyazlığı, şekli, ağırlığı arazlardır. Bu arazlarla vasıflanan veya arazların mahalli olan şey ise ayn'ı veya zatıdır. Bazı filozoflara göre, bir şeyin ayn'ı, onun cevheridir; bu cevherin vasıflandığı suretler de arazlardır. Aristo'ya (Aristoteles'e) göre heyulâ ile suret-i cismiyyenin her ikisi de cevherdir, diğer suretler arazdır. Kelâmcılara göre cevher-i fert veya madde cüz'ü lâ yetecezzadır; her maddenin bir ayn'ı bir de arazı vardır, iki veya üç madde bir araya gelmedikçe cisim husule gelemez. Bunlara göre bir şeyin ayn'ı, varlığıdır. Mutasavvife'ye göre a'yânın vücudu (varlığı) yoktur.

Eflâtun'a (Plâton'a) göre hakikî a'yân idelerdir. Kısaca a'yân eşyanın hakikati, varlıkların zatı (kendisi), maddenin cevheri mânâlarına, araz da sonradan katılan ve değişen varlıklar veya var olmada bir mahale muhtaç olan beyazlık, karalık gibi vasıflar, ha­reket ve sükûn gibi hâller mânâlarına gelir.

237 Bu tarza, hudûs delili denir. Bu delil, illiyet kanununa bağlıdır. Hiçbir şey sebepsiz ola­maz, bu sebeplerin de bir başlangıcı olmak lâzımdır. Zira teselsül edecek, ilânihaye gidecek olursa, kâinatın olmaması ve işin başlamaması lâzım gelecekti, halbuki işin başladığı vakıadır. Şu hâlde başlangıç vardır. Bu delili evvelâ Mu'tezile kullanmıştır. Mâturidî'nin tarzı ise metindedir. Filozofların kullandığı delile, imkân delili denir. Bu da vücudu tercih edecek bir müreccihin lüzumu esasına dayanır.

Kur'an'da Allah'ın varlığı delilleri çoktur. Eserden müessire istidlâl usûlüne, "hikmet-i ilâhîye" veya "illet-i gaîye" delili denir. İnsanın kendi varlığından hareketle Allah'ın varlığına intikal etmelerine de "fıtrat delili" denir.

238 Bu sözler Allah'ı inkâr demek değildir. Hudûs delilini kabul etmemek ve imkân de­liline gitmektir. İmkân delili, Allah'ın varlığını ispat eder, fakat bu âlemin kadîm ol­duğunu da kabul eder; bu takdirde ise tercihin mânâsı değişir.
239 Bu şekilde tasvir edilen "vahdaniyyet delili"ne mantıkta "taksim-i mukassim" denir. Kıyasın bu şeklinde bütün ihtimaller ileri sürülür, her ihtimal birer birer delillerle çürütülür, bu suretle diğer iddialar reddedilince aksi dâva sabit olmuş olur ki, bu tarzın en meşhur misali buradakidir. Bu delilin Kur'an âyetindeki ifadesine "Bürhân-ı temânu" denir.

240 Bundan maksat, Allah adının, hissin de aklın da aracılığına muhtaç olmadan, Allah'ın zatını ifade ettiğini anlatmaktır.

Eşyanın varlıkları ya duyu organlarıyla veya akıl yollarıyla idrak edilir, duyularımızla bilinen şeylere medlûl, zihnimizle bilenen şeylere mefhum denir. Allah ise mahsûs da değildir, mefhum da; hâricî sureti de yoktur, zihnî sureti de, fakat zatı ve adı vardır Adlar, adlandırma bakımından çoğalır, ama zat yine odur. Ad ile adlanan arasında bi: vasıta olmadığı için, onun adını anma, kendini anmadır. Bu, bir nominalist görüş değil, realist görüştür.

241 Eş'arîlere göre yapmak (tekvin), yapılan şeyin kendisidir. Mektup, yazmak ile yazılmış­tır. Yani fiil failin değil mefulün sıfatıdır. Mâturidîlere göre yapmak, yapanın sıfatıdır, yapılanın değil. Tekvîn sıfatının, birincilere göre hâdis, ikincilere göre ezelî olması bu anlayış farkından ileri gelir. Birincilere göre sıfatların hâdis olması, Allah'ın hâdisata mahal olmasını ve sonradan Allah'ın bu fiillerle değişmiş olmasını icap ettirir. Zira bunlar taallûklardan ibarettir, derler. İkincilere göre fiil sıfatlarının kadîm olması hâdisatın (kadîm) ebedî olmasını ve ezelde Allah'ın fiillerle değişmesini icap ettirmez, zi­ra değişme mahlûktadır, fiil, iradenin taallûkuna bağlıdır, Allah ise iradesinde muhtar(dilediğini yapıcı)dır, derler.

242 Burada müellif, Kur'an'ın muhtelif dillerde okunacağını açıklıyor. Kur'an harf ve ses cinsinden değildir. Arapça da, Süryanice de değildir. İnsanlar bunları kendi dillerince dile getirirler; nasıl Allah'ın zatına her dilde ayrı bir ad konur, hayat ve irade sıfatlan her dile göre başka tabirlerle ifade edilirse, Allah kelâmının da, Allah'ın ezelî sıfatı ve onunla kaim bir mânâ olması bakımından, lâfızlardan ibaret olması caiz olamaz, dillerin ve ibarelerin ayrılığı, onun birliğine zarar vermez. Mâturidî'nin bu görüşü, Ebû Hanîfe'nin koyduğu esaslara dayanmaktadır.

243 Bu bahislerde müellif, Allah'ın varlığını, başlangıcı sonu bulunmayan bir varlık oldu­ğunu, birliğini, maddî olmadığını, adlarının mahiyetini, âhirette görülür olduğunu, sı­fatlarının mahiyetini ve Kelâmullah (Kur'an) meselesini ve bundan sonra müteşâbih sıfatlar meselesini anlatmaktadır. Bunlar, ilâhiyat bahislerinin ana hatlarıdır. Burada, nerelerde diğer mezheplerden ayrıldığını göstermekle beraber, bilhassa Hanefî görü­şünün diğer Ehl-i Sünnet, Selef ve Eş'arî mezhepleri görüşlerinden ayrıldığına işaret eder. Bunlar, Mâturidî görüşünün esaslarıdır.

244 Ebû Hanîfe'nin Fıkh-ı Ebsat adlı eserinde, Allah'a üstten dua edilir, aşağıdan değil; zira esfel, rububiyet sıfatlarından değildir dediği yerde, bu hâdise şu suretle anlatılıyor:

Adamın biri yanına siyahî bir cariye alarak Peygamber'in huzuruna gelmiş, bana bir mümin köle azat etmek farz oldu, acaba bu kadını azat edersem farz yerini bulmuş olur mu, diye sormuş. Bunun üzerine Peygamber, bu siyahî cariyeye, "Sen mümin misin? Allah nerede?" diye sormuş ve gökte işareti üzerine de, "Mümindir, azat et, farz yerini bulur." cevabını vermiştir.

245 İnsanlar, yaptıkları işlerde hür müdür, mecbur mudurlar? Eğer hür iseler bu hürriyet mutlak mıdır, mahdud mudur? Mecbur iseler, cebir Allah'tan mıdır, cemiyetten midir, psikolojik midir, tabiat kanunlarının icabı mıdır? Yoksa insan, iradesinde müstakil değil, Allah ile beraber mi veya irade ve ihtiyar insanın, fiil Allah'ın mıdır? Bu fikirleri ayrı ayrı kabul edenler vardır.

Mu'tezile, insan mutlak surette hürdür, iradesi ve kudreti var ve eser vücuda getirir; aksi takdirde mes'uliyetin ve mükellefiyetin mânâsı kalmaz, der.

Cebriyye, insanların hürriyeti yoktur, Allah nasıl yazdı ise insan öyle hareket eder. Mükellefiyet ve sorumluluk Allah'ın, ibtilâsı ve takdiridir, der.

Ehl-i Sünnet'in üç nevi anlayışı vardır: Selef, insanlar iç yüzünde mecburdur, görünüşte hürdür, der. Eş'arî, insanlar iç yüzünde hürdür, görünüşte mecburdur, der. Bu­na, mutavassıt cebir, denir. Mâturidî, insan iç yüzünde de dış yüzünde de Allah'a bağlı olarak hürdür. Allah, insanda fiil ile beraber her an kudret yaratır ve bununla insan, fiile tesir eder. Sorumluluğun sebebi budur, yani Mûtezile'nin zannettiği gibi Allah insanları mutlak olarak koyuvermemiştir, onları kudretinin altında tutmaktadır, der. Mutasavvife, Allah'ın iradesiyle insanın iradesi aynı şeydir, insanın fiili, Allah'ın fiilidir, Allah'ın iradesinden başka irade yoktur. İnsan mes'uliyeti bir tecellidir, der. Feylesofların bir kısmı, insanlar tabiat kanunlarının tesiri altındadır ve hayat şartları ve icapları insanları muayyen tarzda harekete sevk eder, der. Psikologlar, insanlar ruhî âmiller ve sebepler tesiriyle hâdiselere sevk edilirler, der. Farabî, bunlardandır. Bir kısmı da hâdiseler sosyolojik kanunlara tâbidir, insanlar muayyen sosyal şartlar altında muayyen surette hareket eder, der.

Kur'an-ı Kerim'de, hem "İnsan ne yaparsa kendi yapar.", hem de "Allah'ın takdirinden dışarı çıkamaz.." denilmekte ve beşer hürriyeti ile sorumluluğun birbirine bağlı olduğu ifade edilmektedir. Mâturidî'nin yolu, bu esası en güzel şekilde izah etmektedir.

246 İstitaa, güç yetmesi, bir şeyi itaat altına almak demektir. Takat götürmek, vüs'u [gücü] yetmek tabirlerinin, kuvvet, kudret ve istitaa kelimelerinin mânâları birbirine yakın­dır. Burada, iş yapma veya yapmama kudretinin menbaı, beşerî bir sıfat veya araz mâ­nâsına alınmıştır. Tesir şartlarını toplayan tam kudret mânâsına da; âmillerin, sebep­lerin ve araçların sâlim olması mânâsına da gelir ki, bu, bir nevi psikolojik icaba ben­zer ve Allah'ın kudret ve iradesine müterafık olan beşerî kudret ve iradeyi tazammun eder. Bu takdirde Allah'ın kudretiyle beraber insanın kudretinden fiil mevcut olur; halk Allah'ın, fiil beşerindir. Bu, tasavvufî mânâda iki kudretin birliği değil, iki ayrı kudretin eserde birliği demek olur.

247 Metinde ibare böyledir; lâkin fikrin güzelce anlaşılması için ibarenin şöyle olması lâzımdır: Yoksa takatimizin yetmeyeceği bir şeyin yüklenmesini istememek demek değildir ki, Allah'a yaraşmayan bir şeyi Allah'tan istemek nevinden olsun.

248 Elimizdeki yazma nüshada, günahlar, Allah'ın iradesi, meşiyyeti, kazası, kaderi, rızâsı, muhabbeti ve emri iledir, denilmiştir. Bu ibare yanlış olacaktır. "Ve rizaihi, lâ birizaihi" olmak lâzımdır. Bu cihet İmam-ı Ebû Mansûr'a nisbet edilen Fıkh-ı Ebsat Şerhi'nde, İmam Ebû Hanîfe'nin Vasiyet kitabında ve sonradan bulduğumuz Gerede nüshasında da böyledir. Aynı zamanda biraz aşağıda "Liya'büdûne" âyeti "emr ile" şeklinde tefsir edilmekte ve sonra daha aşağıda "Allah küfrü diler, fakat emretmez.", "Allah razı olduğu şeylerden değil, razı olmadığı şeylerden dolayı azap verir." denilmektedir.

İbareyi bu suretle düzelttikten sonra bu konu üzerinde ayrıca durmak lâzımdır. İzaha göre, kişinin fiili, Allah'ın rızâsı ve muhabbeti hilâfına oluyor. Şu hâlde rızâ ve muhabbet, sıfat-ı ilâhiyyeden midir, yoksa evamir-i ilâhiyye gibi âlem-i emirden midir, meselesi ortaya çıkar; Allah'ın sıfatları ezelî ve tahavvül kabul etmez olduğuna göre, kulun iş yapma durumu güçleşir ve Allah'ın rızâsı iradesinden, muhabbeti rızâsından, meşiyyeti muhabbetinden, tevfiki meşiyyetinden başka şeyler midir, yoksa rızâ, takdir ve tevfik, âlem-i emirden veya sıfat-ı fiiliyyeden midir? Burada her mezhep erbabı kendi usûlüne göre tefsirde bulunmaktadır. Keza istitaa ve takat kelimeleri ve kudret, irade, meşiyyet sıfatları üzerinde, bunlar aynı mânâyı ifade eder mi, diye ihtilâf edilmiştir. Tahlik, tekvîn, inşa, ihdas, sun, fiil kelimeleri de bir mânâya gelir, diyenler çok. İrade ile iradî fiil ve bunlar arasındaki nisbet, meşiyyeti, fiili ve kudreti izah eder mi? Bunlar üzerinde vuzuha varmadan müellifin usûlü ile bu müşkülü çözmek güçtür.

249 İlm-i hâl tabirinin eski mânâsını burada görüyoruz. Bu mânâda ilm-i tevhid ve ilm-i kelâm, ilm-i hâl ile birleşiyor. Sonraları ilm-i hâl daha geniş bir mânâya alınmış ve bugün ilm-i hâl mevzuuna haram ve helâl, amele ve ibadete müteallik farzlar da girmiştir. Din bilgisi tabiri daha geniştir. Din bilgisine Peygamber'in hayatı ve siyeri, imamların ictihadları ve İslâm ahlâkı, hadîs ve tefsire müteallik umumî hükümler girer. Burada, dinî meselelerin, şer'î hükümlerden ayrı olduğu; kelâm ilminin, fıkıh ilminden muteber olduğu gösterilmektedir.

250 İman, bir şeyi bilerek gerçeklemek ve diliyle ikrar vermektir. Bu tarife göre imanda hem ilim (zihn-i ameliyye), hem irade (kalb-i ameliyye), hem de fiil veya ikrar (hâricî ameliyye) vardır. Bu yüzden iman, kesbîdir ve teklif mevzuudur.

Tasdik, bir şeyi ilim yoluyla gerçeklemektir. Esasında bu, zihnî bir ameliyedir. İkrar, ihtiyarını kullanmaktır. Akîde, bir şeye gönülden bağlanmaktır, kalb işidir, vehbî de olabilir. Kanaat, delili olmayan bir kabuldür. Bunda ilim unsuru yoktur. Hristiyanlar, imanı, aklın ispat kabiliyeti dışında olan şeylere kalbin bağlanması mânâsına alırlar ki, bu anlayış imanı, kanaat seviyesine indirir. Ve teklif mevzuu olmaktan ziyade bir ge­lenek, bir insiyak mahiyetini arz eder. İman Yahudilerde millî bir şuurdan ibarettir. Zerdüşt ve Mani dinlerinde ise, âyinler ve ameller mecmuasıdır. Hurremîlerde ve me­selâ Bâtınîlik ile ilgili mezheplerde iman, birtakım geleneklerden ve âyinlerden iba­rettir; bunlarda imanın fikir tarafı yoktur.

İslâm âleminde, imanın mahiyeti konusunda türlü anlayışlar vardır. İman için, yalnız kalb işidir, yalnız marifetten ibarettir, yalnız lisanın ikrarı, fiilidir veya bütün dinî amellerin heyet-i mecmuasıdır, iradî değildir, Allah'ın mevhibesidir, diyenler vardır. Halkta (mukallitlerde) yaşayan anlayış, imanın kalb işi olduğu ve bunun tezahürü olan ikrar ile tamamlandığı merkezindedir. Ebû Hanîfe bu umumî temayülü ilmîleştirir; iman, ilmî kabul mânâsına kalbin tasdikidir, ikrar bunun şartıdır, der. Mâturidî bu fik­ri müdafaa eder.

Ebû Hasan el-Eş'arî, iman tasdiktir, tasdikin sahih olmasının şartı marifettir, der. Zihnî ameliye, kalbin fiiline mukaddemdir demek olur. Bu anlayışa göre mukallitlerin imanı sahih değildir, bu takdirde ise peygamberliğin hikmeti kalmaz. Şiîlere ve Ka­dercilere göre de iman, marifetten, yalnız zihnî ameliyeden ibarettir. Bu fikri ilk defa ileri süren Cehm ibn-i Safvân'dır.

Abdullah ibn-i Küllab, iman hem marifet, hem tasdiktir, der. Burada marifet şart değil, rükündür.

Cebriyye mezhebinde olanlar, iman Allah'ın hidayetidir, ikrar ise onun ifadesidir, der. Bunların aralarında, ikrar da Allah'ın halkı ve takdiri iledir, diyen müfritler vardır. Mücessime ve Müşebbihe mezhebinde olanların çoğu bu fikirdedirler. Bunlardan Kerramiyye mezhebinde olanlar iman yalnız ikrardan ibarettir, der.

Hâricî mezhebinde olanlar, iman hem tasdik, hem ikrar, hem ameldir der. Bunlar pek şiddetlidir; Kur'an haricinde amel edenler, hattâ bir farzı terk edenler kâfir olur, derler. Hanbelîler de, Vahhâbîler de bu fikirdedirler. Mu'tezile'nin çoğunluğu bu fikirdedir. Ancak, bunlar amel etmeyen kâfir olmaz, Müslüman olarak da kalmaz, derler. Selef, Muhaddisîn ve Fukahâ içinde imanın kesbî ve mahlûk olmayıp Allah'ın irade ve hidayetine bağlıdır, diyenler vardır. Aralarında insan tarafından ihtida kesbîdir, Allah tarafından hidayet ve tevfik gayr-ı mahlûk ve vehbîdir, diyenler vardır. Mutasavvifeye göre iman, mükaşefenin mahsulüdür, bunda ilmin de, iradenin de tesiri yoktur. Vahdet-i vücutçular ise her şey Allah'ın tezahürüdür ve iman, şuhudîdir, der; halbuki bu nevi iman makbul değildir. Gaybe imana, makbul iman denir. Meleklerin imanına basma kalıp iman, peygamberlerin imanına korunmuş, müminlerin imanına makbul, sapıkların imanına tutuklu, münafıkların imanına merdud adları verildiği gibi. İmanın mevzuu, kesin hükümlerdir, bunlar da: Allah'a, Peygamber'e ve âhirete müteallik katî hükümlerdir. Gayesi, dinî emirlere itaati sağlamaktır. Bu hükümlerde her mezhep sâliki müttefiktir. İman asıldır, küfür ârızîdir. "Ben Müslümanım" diyene İslâm mua­melesi yapılır.

251 İmam-ı Mâturidî'nin bu sözü nâsihler tarafından buraya sonradan alınmış olacaktır. İmam-ı Mâturidî'ye nisbet edilen "Fıkh-ı Ebsat Şerhi”nde de bu ibare aynen böyledir. Bununla beraber bu parça, kitabın Ebû Mansûr kaleminden çıkmamış, fikirlerini benimsemiş bir âlim tarafından onun akîdeleri toplanıp böyle bir risale hâline sokulmuş olduğu fikrini de uyandırmaktadır. Kitabın bazı yerlerinde Eş'arî demeyip de Eş'ariyye demesi de bu fikri teyid eder mahiyettedir, eğer bu kayıtlar nâsihler tarafından değiştirilmiş değilse.

252 Nasıl göğüs, yürek, gönül, öz dediğimiz zaman bunların mânâları, ayrı hususiyetler taşıdıkları hâlde, birbirinden ayrı şeyler değil ise, İslâm, iman, marifet ve tevhid dizisi de öyle bir kül teşkil eder ve birleşmelerine din denir; mişkat, misbah, zücace, kevkeb-i dürrî; birbiri içinde bulunan bu dördüne nur dediğimiz gibi. Bu anlayışa göre iman, İslâm'da dahildir. İslâm mefhumu daha geniştir. Sırada marifet, imandan sonraya alınmıştır. Çünkü iman, Allah'a; marifet, sıfatlarına; tevhid ise bu sıfatların zatından gayrı olmayıp aynı olduğuna ve vahdaniyyet bilgisine taallûk etmektedir. Bu izahın veya temsilin hedef tuttuğu fikri ve cevaplandırdığı mezhepleri anlamak için 250 numaralı nota bakınız.

253 Metindeki ibare (hufyeten) veya (hufyetehu) okunduğuna göre iki türlü tercüme edil­miştir.

254 Bu hükümden anlaşılıyor ki müspet ilim mevzuundaki tasdik ile iman edilecek tasdik mevzuları başka başkadır. İman edilecek şeyler, gaybe ait olanlardır. Bir adam ölüm hâlinde iken gözü önüne âhiret ahvali serilir de görerek iman ederse, gark olurken Firavun'un iman etmesi gibi, şuhuda müstenit olan bu imana, "İman-ı ye's" denir. Her şeyden ümidi kesilmiş, yapacak bir işi kalmamış olmaktan doğan iman, "mecburî iman"dır. Harp içinde ölüm korkusu sebebiyle edilen iman veya zorlamak veya işkence etmek neticesinde edilen iman da böyledir. Bunlar "ye's imanı"na dahildir. Nitekim Ammar ibn-i Yasir'i işkence ile dinden döndürmüşlerdi. Hazret-i Peygamber ona "Üzülme, zor, imanı bozmaz." dedi.

255 Ebû Hanîfe'ye ve Ebû Mansûr-ı Mâturidî'ye göre, insanların mukadderatı levh-i mah­fuzda umumî hatlarla (vasıflarıyla) yazılıdır. Muayyen ve müşahhas hareketler hâlinde yazılmış değildir. Eğer böyle teferruat yazılmış olsa idi, onların saadeti şekavete, şekaveti saadete değişemez ve insanlar fiillerinde mecbur olurlardı. Halbuki bunlar umu­mî vasıflarla yazılmış olduğu için değişir ve kişi fiilinden sorumlu olur. İmam-ı Ebû Hanîfe bu suretle hem mukadderatı, kaza-i ilâhî mânâsına kabul eder, hem de bunun beşer hürriyet ve mes'uliyetine zararı olmadığı, mukadderatını insanın kendi tâyin ettiği reyinde bulunur. Bu da telifçilik yoludur. Fıkh-ı Ekber ve Fıkh-ı Ebsat risalelerinde Ebû Hanîfe'nin bu konudaki görüşü açıktır.

256 Burada bahsedilen âyet şudur: "Bir kimse önceden kurup hazırlanarak (mütaammiden) bir Müslümanı öldürürse, bunun cezası sonu gelmez olarak [sonsuza dek] Ce­hennemde kalmaktır" (Nisa 93). Zira Peygamber'den muhtelif şekillerde gelmiş olan hadîslere göre, farzı inkâr eden veya haramı helâl itikat eden kâfir olur. Bu hadîslerden metinde olanlar, bu ciheti gösterdiği gibi bu mealde diğer hadîsler de vardır.

257 Burada bir âyete, bir de hadîse işaret edilmektedir. Âyet şudur: "Fâsık'ın biri size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın" (Hucurât 7). Hadîste ise, adı geçen Maiz (İbn-i Mâliki'l-Eslemî) hakkındadır. Bu adam işlediği büyük günahtan dolayı Pey­gamber'in hükmü ile recm edilmiştir. Recm edilmeden önce imanını yenilemekle mükellef tutulmamıştır. Tarihte Gamitli adıyla meşhur olan bir kadın da böyle bir günah işlemiş, vicdan azabından kurtulmak için yaptığını gelip Peygamber'e itiraf etmiş, sonra recm edilmiş ise de, yaşadığı ve çocuk doğduktan sonra iki sene onu emzirdiği müddet zarfında Müslümanlığı hakkında hiçbir tereddüt gösterilmemiştir.

258 Burada bahsedilen şâb, Humus'ta Muâz ibn-i Cebel'e sual soran gençtir. Vak'a Ebû Hanîfe'nin Fıkh-ı Ebsat risalesinde tafsil edilmiştir. Bu genç, Muâz ibn-i Cebel'e sor­duğu sualler arasında, bir adam namaz kılmaz, oruç tutmaz, hac etmez, zekât vermez, fakat Allah'a ve Resûl'üne imanı vardır, bunun hakkında ne dersin, demiş. Muâz ibn-i Cebel, Allah'ın affını umar, cezalandırmasından korkarım deyince, genç, "Ya Muâz! Allah'a şerik koşanların amelleri fayda vermediği gibi iman edenlere de hiçbir şey zarar vermez." demiş. Genç gittikten sonra, Muâz ibn-i Cebel, "Bu ovada bu gençten daha iyi din ilmini bilen kimse görmedim." demiş. Muâz ibn-i Cebel, Ashab'ın ileri gelenlerinden ve muallimlerindendir, her sözü senettir. Metinde bahsedilen münakaşa Muâz tarafından tasdik edilen gencin sözleri üzerinedir.

259 Burada işaret edilen hadîs meşhurdur, muhaddis sahabi İrbas ibn-i Sariye'den rivayet edilen şu: "Dine sonradan sokulmuş şeylerden sakının, her sonradan olma, bid'attir, her bid'at dalâlettir, her dalâlet ateştir." hadîsinin sonundaki hükmün sonradan hadîse ilâve edil­diği de
söylenmektedir. Her bid'at dalâlettir, sözü, Câbir'den rivayet edilen hadîsde de aynen geçer. Ancak fıkıh bakımından her bid'at dalâlet değildir; bid'at-ı hasene de vardır. Akaid bakımından ise bid'at, eğer bir âyeti veya hadîsi tefsir veya izahtan doğ­muş ise, buna dalâlet denirse de, hak olmak ihtimali kaldırılamaz, zira bu gibi şeyler Ashab arasında da olmuştur. Eğer suiniyet ile akaid içine bir fikir sokulmuş olursa ona dalâlet denir. Burada bid'atın yanında, "heveslerine uyanlar" denildiğine göre, bid'atın bu nevi kasdedilmiştir. Bunlar da pek çeşitli şeyler olduğu için mesele güç bir durum arz eder. Akaid kitaplarına, Cennet, kıyametten sonra mı yapılacaktır, yoksa yapılmış mıdır? Ayşe, Fâtıma'dan faziletli midir, değil midir gibi, sonradan çıkma, lüzumsuz akideler sokulduğuna göre, bu mânâda bu gibi meseleler de bid'at olmak icabeder ki, eskilerin ilm-i kelâm bid'atdır demeleri de bundan ileri gelmekte idi. Halbuki biraz yukarıda ilm-i tevhidin diğer ilimlerden efdal olduğu ve "ilim farzdır" hadîsinin bu ilmin farz olduğuna delâlet ettiği söylenmişti.

260 Bu âyet, evvelâ mânâ bakımından müteşâbihtir. Saniyen hazırlamak, ileride olacağı muhakkak, mânâsına mecaz olabilir. Her iki bakımdan davaya delil olamaz. Bir âyetin tefsirine ise tekzip denilemez. Yani bu cevap kâfi değildir.

261 Câmiu's-Sağir'deki yazılışa göre hadîs şöyledir: "Her çocuk fıtratı üzerine doğar, diliyle içindekini izhar edinceye kadar, sonra anası babası onu Yahudîleştirir ve Hristiyanlaştırır veya Mecusîleştirir." Burada ibarenin yeri değişmiştir. Son fıkra bazı kitaplarda hadîse dahil değildir. Mesele şudur: Mu'tezile'ye ve Eş'arîlere göre çocuk aklını kullanmasa da yaradılışında Müslümandır. Ehl-i Sünnet'e göre yaradılışta her şeye müstaittir. Tesir altında kalmayıp aklını kullanacak olursa Allah'ını bulur ve Müslüman olur. Dikkat edilmelidir ki, burda Ehl-i Sünnet, Eş'arîlere mukabil alınmıştır. Bu karşılaşma henüz Eş'arî mezhebinin tebellür etmediği zamana aittir ki, bundan risalenin çok eski olduğunu anlayabiliriz.

262 Belkıs tahtının Süleyman'a getirildiğine dair olan Neml Sûresi'nin 41. âyetine işaret ediliyor. Bu âyete bir ilim sahibinin, ki Süleyman'ın veziri Asaf olması muhtemeldir, Süleyman'ın önüne, bir taraftan diğer tarafa dönünceye kadar, Belkıs'ın tahtını ge­tirdiği açıklanmaktadır.

"Ya Sariye! Dağı tut, dağı!" sözünü ise, Hazret-i Ömer bir gün Medine'de hutbe okurken söylemiştir. İranlılar Sariye-i Düelî'yi çevirecek bir duruma gelmişlerdi. Sariye ve arkadaşları Hazret-i Ömer'in bu sesini işitmişler ve dağa istinat ile muzaffer ol­muşlardı. Vak'a hadîs kitaplarının Menakıb-ı Ömer bahsinde ve tarih kitaplarının 23. Hicrî sene vukuatında tafsilâtıyla anlatılmaktadır.

263 Bu hadîs, [Abdurraûf el-Münâvî'nin eseri olan] Künûzü'l-Hakâyık'da Tirmizî'den şöyle naklediliyor: "Allahım! Halkın en sevgilisini bana gönder, bu kuştan yesin." yani (halkının sana en sevgilisi) cümlesinde (sana) yoktur. Metinde (bana) diye tefsir edildiğine göre, olmamak lâzım; lâkin biz elimizdeki iki nüshada yazılı olduğu üzere tercüme ettik.
264 Burada bahsedilen hadîs, Ebû Bekir'in rivayet ettiği, "İmamlar Kureyş'dendir." hadîsidir. Bu hadîsi yalnız Ebû Bekir rivayet etmiştir. Ancak rivayet ettikten sonra bütün Ashab sükût etmiş ve itiraz etmedikleri için bu, ittifakla kabul edilmiş bir karar mahiyetini almıştır [halbuki, son yıllarda yapılmış olan ciddî araştırmalar, bu hadîsin kabîlecilik zihniyetiyle uydurulmuş olduğunu ortaya koymuştur].

265 Şiîlere göre imamet, din ve dünya reisliği mânâsına, mânevî bir kuvvettir. Hilâfet ise zahirî ve dünyevî teşkilâttır. Birincisi mukaddes ve ilâhîdir, dünya bunlardan halî de­ğildir, idare başına geçmedikleri zaman (mahfî) gizlidirler, çünkü Müslümanlık bunlarsız olamaz. İmam olmanın birinci şartı, Ali evlâdından olmaktır, çünkü bunlar ma'sum, efdal, mansûs ve müctehiddirler. Ma'sum, günahtan korunmuş demektir ki, ne yaparsa yapsın hata olamaz ve ne derse ona itaat edilir. O dinî esasları ilga edebilir, yenisini vaz'edebilir. Herkesten efdaldir, çünkü hamuru başkadır, o tahsil görmese de müctehiddir. İçtihadında hata etmez, her re'yi doğrudur. Aynı zamanda mansûstur, yani kendinden evvel gelen imam tarafından, benden sonra imam budur, diye söylen­miştir, derler. Metinde: "İctihad şart değildir." denilmesi, diğer mezheplere karşıdır, çünkü bazı âlimlere göre imamın âlim ve kanun vaz'etmeye yetkili olması şart koşul­muştur

Ehl-i Sünnet'e göre bu şartların hiçbir dayanağı yoktur. Zamana göre harp işlerine vâkıf olması veya işleri yürütmeye ehil olması, ancak tercih sebebi olabilir. Ama Haşimî olmak, Talibî, Alevî ve Fatımî olmak şart değildir. Yalnız kabîleler içinde Kureyş, eski üstünlüğünü muhafaza ettikçe diğerlerine onun hâkimiyeti gerektir. Yine bunlara göre, imametle hilâfet bir şeydir ve devlet başkanlığı mânâsınadır, cumhur tarafından seçilir.

266 Bu hadîs, Künûzü'l-Hakâyık'da,, Davud'dan, ümmetimde hilâfet otuz senedir, sonra me­lik olur, diye kayıt ediliyor. Câmiu's-Sağir'de de Sefine rivayeti ve sahh işaretiyle, az farkla, bu kadardır. Metinde: "Sonra mutagallibe olur." fıkrası ilâve edilmiş oluyor. İbare değişikliği hadîsi hüccet olmaktan çıkarır. Kaldı ki Hazret-i Peygamber hayatında hilâfet mevzuundan hiç bahsetmediği hâlde onun 30 yıl süreceğini söylemesi, üzerinde durulacak bir şeydir. İbn-i Haldun, bu hadîsin mevzu olduğu mütalâasındadır. Bu hadîsi sahih olarak kabul ile onun Peygamber'den sonra 30 sene dinî hükümet, 30 seneden sonra gayr-ı dinî hükûmet mânâsına geldiğine işaret edenler vardır. (Azizî'ye bkz: c. 2, s. 276.)

İslâm Akaid Sisteminde Gelişmler – Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükân