15 Temmuz 2013 Pazartesi

Medya, Kitle İletişimi ve Toplum

Bugün dünyanın büyük kısmında, milyarlarca insanın günlük yaşamının en önemli parçasını kitle iletişim araçları, yani medya oluşturuyor. Yirminci yüzyılın son dönemi itibarıyla modern toplumların en önemli toplumsal kurumlarından biri hâline gelen medyanın “kapsama alanı” olağanüstü bir hızla genişlemeye devam etmektedir. Günümüz toplumlarında medyanın sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik alanda çok önemli bir yeri olduğu tartışmasız kabul ediliyor. Toplumsal yaşamın, kültürel alanın ve siyasi arenanın önemli bir ögesi hâline gelen medya; tüm toplumsal ilişkileri, günlük yaşam pratiklerini ve değer sistemlerini giderek daha çok etkilemektedir. Medya, hayatımızın içinde; hatta merkezindedir. Kısaca bugün medya kültürünü soluduğumuzu söyleyebiliriz.

içinde yaşadığımız toplumsal dünyanın anlamlandırılması sürecinde medya oldukça kritik bir rol oynamaktadır. Farklı bir ifadeyle günümüzün kalabalık ve karmaşık modern toplumlarında büyük çoğunluklar, kendi gündelik deneyimleri dışında, yaşadıkları toplum ve dünyada olan biten tüm olaylar ve gelişmelerden artık sadece medyada yer aldığı kadar ve yer aldığı şekilde haberdar olmaktadır. Yaşadığımız hayata ilişkin her türlü anlamın ya da bilginin yeniden üretimi ve geniş halk kesimleri tarafından tüketimi giderek artan bir şekilde kitle iletişim araçlarının aracılığıyla gerçekleşmektedir. Medya; günümüz dünyasında milyarlarca insanın içinde yaşadığı hayata, topluma ve dünyaya dair imgelerinin önemli bir kaynağı hâline gelmiştir. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü toplumsal hayatta ne “doğru” ne “yanlış,” ne “gerçek” ne “yalan,” ne ya da kim “normal” ne/kim “anormal/sapkın”, tüm bu anlam sistemi önemli ölçüde medya dolayımıyla oluşmaktadır. Diğer bir deyişle toplumsal/siyasal yaşamda “gerçeklik”(ler)in ne(ler) olduğu artık önemli düzeyde medya dolayımıyla inşa edilmektedir.
Kamusal alanın önemli bir bileşeni olan medyanın böylesi bir rolü giderek çok oynuyor olması, üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur. Çünkü önemi ve etkisi günbegün artan toplumsal bir kurum olan medyanın, eğitim kurumu dışında, diğer toplumsal kurumlardan çok önemli bir farkı vardır: Medya aynı zamanda her geçen gün daha da büyüyen ekonomik bir sektördür. Serbest piyasa koşullarında faaliyet gösteren ekonominin diğer sektörlerinde olduğu gibi aynı
mantıkla işlemektedir. Farklı bir ifadeyle günümüzde medya kurumları kapitalist piyasa koşullarında ve kâr maksimizasyonu mantığı/hedefi ile faaliyet gösteren birer endüstridirler. 1980’lerde ortaya çıkan neo-liberal politikalarla ivme kazanarak kısa bir sürede tamamlanan bu radikal dönüşüm ile medya endüstrilerinin yapısı ve işlevi karmaşıklaşmıştır. Zira medya kuruluşları kendilerini toplumun “aynası” olarak görmeye ve kamusal bir hizmeti yerine getiren bir kurum olduklarını öne sürmeye devam etmektedir. Aynı zamanda, dördüncü kuvvet olarak, demokratik/çoğulcu bir sistem için “olmazsa olmaz” olan kamuoyunu “bilgilendirme” işlevini “tarafsız” ve “nesnel” olarak yerine getirdiklerini ifade etmektedirler. Günümüzde bireyler, toplumsal çevrelerini  anlamlandırma/yorumlama sürecinde kullandıkları imgeler ve söz dağarcıkları için büyük ölçüde medya endüstrilerine bağımlı bir duruma gelmiş olduklarından bu endüstrilerinin kapsamlı ve bütünsel bir şekilde kavranmasının oldukça hayati bir önemi vardır.


iletişim ve enformasyon teknolojilerindeki çok hızlı gelişmeler ile hem küreselleşme sürecini mümkün kılan hem de küresel bir boyut kazanan günümüz medyası, bu doğrultuda toplumsal denetimin olduğu kadar toplumsal değişimin de önemli araçlarından biri hâline gelmiş durumdadır. Günümüzde medya hem sermayenin (sadece yerli değil, aynı zamanda yabancı sermayenin) hem de ideolojik yeniden üretimin önemli bir alanıdır. Modern kitle iletişim kurumlarının toplumsal ve ekonomik yaşamdaki yerinin ve öneminin genişlemesi, medyanın daha çok mercek altına alınmasına ve sorgulanmasına neden olmuştur. Ayrıca iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, medyaya ilişkin teorik tartışmalarda da yankı bulmaktadır. internet, uydu, cep telefonu/bilgisayarı gibi pek çok yeni teknoloji; televizyon, gazete, film gibi daha eski iletişim aygıtlarının işlevlerini farklılaştırırken düne kadar “kesin” olarak bakılan kimi görüşler değişmekle kalmıyor, aynı zamanda araştırmacılar için de yeni sorular ve araştırma alanları oluşturuyor.

Böylelikle medya çalışmaları, kültürel çalışmalar, sinema-televizyon, gazetecilik ve medya sosyolojisi gibi çok farklı disiplinlerin bir araya geldiği disiplinler arası özellikler
gösteren geniş kapsamlı çalışmalar ortaya çıkmıştır.
Genel olarak teorik düzeyde medya analizi; kitle iletişim teknolojilerinin, medya kurumlarının toplumlar üzerindeki etkisi ve insanların/toplumların bunları nasıl kullandığıyla ilgilidir. Her geçen gün daha çok sayıda insan bu iletişim teknolojilerini giderek daha çok kullanırken bunların içerikleri de her geçen gün daha çok küreselleşen medya endüstrileri tarafından belirlenmektedir. (Bilton vd, 2003:328- 329) Medya içerikleri nasıl ve ne şekilde belirlenmektedir? Medya endüstrilerinin mülkiyeti ve kontrolünde yoğunlaşma/tekelleşme var mıdır? Medya içeriklerinde ne tür anlamlar hakimdir? Medya kuruluşları ile devlet ve/veya siyasi iktidar arasında nasıl bir ilişki vardır? Medya içerikleri kimlerin çıkarlarına hizmet eder? Bireyler izledikleri/okudukları medya metinlerini olduğu gibi kabullenir, yani hap gibi yutarlar mı? Başta internet olmak üzere yeni iletişim ve enformasyon araçları ile geleneksel kitle iletişim araçları arasında ne tür benzerlikler ve farklılıklar vardır?
Kısaca günümüz dünyasında medyayı teorik olarak nasıl değerlendirebilir ve analiz edebiliriz? işte bu bölümde, tüm bu sorulara medya araştırmaları ve medya sosyolojisindeki
farklı yaklaşımların verdiği yanıtlar üzerinde bir tartışma zemini oluşturulması amaçlanmaktadır.

MEDYA NEDiR? MEDYAYI NASIL ANLAYABiLiRiZ?
Türkçedeki medya kelimesi ingilizcede araç, orta, ortam, aracı anlamlarına gelen medium (Latincede medius) kelimesinin çoğuludur. Bu kelimeyi karşılamak üzere
yakın zamana kadar kitle iletişim araçları kavramı kullanılmış olsa da günümüzde medya sözcüğü çok daha yaygın bir kullanım alanı kazanmıştır. Peki, kitle iletişim
araçları ya da medya deyince hangi iletişim araçlarını anlamamız gerekiyor? En geniş anlamında kullanıldığında kitaplar, gazeteler, dergiler, broşürler, billboardlar,
telefon, cep telefonu, VCD, DVD, radyo, sinema, televizyon, internet gibi iletişim araçları söz konusudur.

Ancak bu ünitede medya dendiğinde esas olarak “kitle medyası,” kitlesel düzeyde erişime imkân veren ve geniş toplum kesimlerine ulaşabilen araçlar, özellikle radyo,
gazete, televizyon ve internet kastedilmektedir. Dolayısıyla medya dediğimizde medyanın hitap ettiği/ulaştığı kitle, yani izleyiciler; hitap ederken aktardığı içerik ve de bu içeriği üreten/oluşturan bir kurumsal yapıdan söz ediyoruz.


(Yoğunlaşma: Medya kuruluşlarının belli kişi ya da grupların elinde toplanması durumudur.
Tekelleşme: Bir ya da birkaç kuruluşun zaman zaman
aralarında gizli ya da açık anlaşmalar yaparak pazarda
egemenlik kurmasına denir.)

işte özel olarak medyayı, genel olarak medya-toplum ilişkisini anlamak için bu üçlü sacayağını göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Kitle iletişim araçları ve medya sözcükleri aynı anlama mı gelmektedir?
 
Her ne kadar “izlemek” mastarı seyretmeyi, görmeyi ifade etse de medya çalışmalarında “izleyici” sözcüğü tüm medya kitlesine, yani bütün medya tüketicilerine karşılık gelecek şekilde kullanılmaktadır. Dolayısıyla izleyici dendiğinde gazete dergi okurları, radyo dinleyicileri, internet kullanıcıları ve televizyon izleyicileri düşünülmelidir. Peki izleyici olmak nasıl bir durumu anlatır? Farklı bir şekilde sorarsak izleyici olmak, izlenen medya ne aktarıyorsa, ne gösteriyorsa onu olduğu gibi kabul etmek anlamında edilgen bir konuma mı karşılık gelir? Yoksa izleyici olma konumunda, izlenen medyadaki içerikleri daha aktif bir şekilde değerlendirme ve yorumlama boyutu mu söz konusudur? Diğer taraftan izleyiciler medyayı farklı amaçları için kullanıyor olabilirler mi?
Medyanın içeriğine geldiğimizde ise acaba medya içeriği basitçe bir noktadan diğerine aktarılan yazılı ve/veya görsel imgelerle mi sınırlıdır, yoksa bu içerik bir toplulukta yaşayanlar arasındaki toplumsal ilişkilere katkıda mı bulunur? Medya içeriğinin izleyiciler arasında bir “referans çerçevesi” oluşturması söz konusu mudur?
Son olarak kurumsal anlamda medya dediğimizde ise öncelikle günümüzde medyanın kâr amacıyla işleyen kuruluşlar olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Dünyada ve Türkiye’de medya kuruluşlarının büyük çoğunluğu, doğrudan meslekle ilişkisi olmayan sermayedarların elindedir. Ancak “mutfakta” ise medya profesyonelleri yer almaktadır. Bu durumda medyayı kimler yönetmektedir? Kurumsal olarak medyanın yönetimi sadece onun mülkiyetini elinde bulunduran işverenlerin kontrolünde midir? Eğer öyleyse siyasi iktidarların medya üzerindeki doğrudan ya da dolaylı baskısı nereye konmalıdır? Diğer taraftan Türkiye’de RTÜK (Radyo-Televizyon Üst Kurulu) örneğinde olduğu gibi denetleme/düzenleme kuruluşlarının medyaya yönelik müdahaleleri yok mudur? Peki, medya sektörü dışındaki büyük holdingler gibi diğer güç odaklarının medya kuruluşları üzerinde doğrudan ya da dolaylı kontrolü nasıldır? (Nalçaoğlu, 2003:43-55). Gördüğünüz gibi şimdilik yanıtlardan çok sorular ön plana çıkmış durumda.
ilerleyen bölümlerde ise bu sorulara farklı yaklaşımlar ekseninde çok boyutlu bir tartışma içinde yanıt aranacaktır.
Dünden bugüne Türkiye’de Medya sektörü ile ilgili her türlü ayrıntılı bilgiyi D. Beybin Kejanlı
oğlu’nun Türkiye’de Medyanın Dönüşümü (Ankara: imge Kitabevi, 2004) adlı kitabında bulabilirsiniz
MEDYA TEORiSi: KISA BiR TARiHÇE
Kapitalizmin yayılması, bilimsel gelişmelerin artması, demokrasinin yaygınlaşması, kentleşmenin ve kitle iletişiminin ivme kazanması gibi gelişmeler Batı toplumlarının 19. yüzyılın ortalarında çok derin bir değişim içine girdiğini göstermiştir. Bu büyük dönüşümler ile modern bir toplumsallıktan, moderniteden bahsedilmeye başlanmıştır. Modernitenin getirilerinden biri kitle iletişimidir. Özellikle 1890 ve 1920 yılları arasında yüksek tirajlı gazeteler, sinema ve radyo yaygınlaşmıştır. Kitle
iletişim araçlarının ya da modern kitle medyasının ortaya çıkışı ile Batı toplumlarında modernitenin belirmesi eş zamanlı gerçekleşmiştir. Dönemin hem elitleri hem de önde gelen entelektüelleri modernitenin yıkıcı etkilerine ve ortaya çıkan “kitle toplumu”na karşı endişelerini dile getirmişlerdir.
Referans çerçevesi: Bu terim ile mesajların doğrudan anlattıkları şeyler değil de kendilerini “anlamlı kılan” gizil varsayımlar kastedilmektedir.
işte moderniteye ve kitle toplumuna ilişkin korkular ile kitle medyasının ivme kazanmasının aynı zamanda gerçekleşmesi medyaya ilişkin ilk dönem düşüncesinde oldukça etkili olmuştur.
Kitle ve iletişim olguları ilk defa bir araya geliyor, eni iletişim araçları “kitle” olgusu sayesinde bir anlam kazanıyordu. Ancak yüksek tirajlı gazeteler tamamen boş, değersiz ve sansasyonel haberler içeriyor, “ucuz” kitle sanatı ve kitle kültürü en düşük ortak paydayı tatmini hedeşiyordu. Bu nedenlerden dolayı kitle kültürü ve kitle medyasının toplum üzerinde olumsuz ve yıkıcı bir etkiye neden olacağı varsayılmıştır. Bu ilgi ve korku, medyanın insan davranışı üzerindeki etkisiyle ilgili, varsayımları o günden beri medya ve topluma dair düşünceyi şöyle ya da böyle etkilemiş
olan bir teoride bir araya geldi. Bu varsayımlar insanlar ve toplum üzerinde olumsuz ve yıkıcı etkisi olan “çok güçlü” medya anlayışı üzerinde odaklandı (Williams, 2003: 23-24).
işte bilimsel araştırmanın bir uzmanlık alanı olarak kitle iletişim (ya da medya) araştırmaları yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Kitle iletişim araştırmaları
nın ortaya çıkışından bu yana genel olarak üç dönem saptanabilir. Yirminci yüzyıl başından 1940’a kadar iki büyük dünya savaşı arasındaki yılları kapsayan ilk dönemde medyanın çok güçlü ve ikna edici bir etkisi olduğuna dair ortak bir görüş egemen olmuştur. Hem Amerika’daki muhafazakâr ya da liberal eğilimli hem de 5. ünitede gördüğümüz eleştirel Frankfurt Okulu geleneği içindeki çalışmalarda, “Kitle Toplumu” paradigmasının kötümserliğinin doğrudan etkisi görülmüştür.
Kitle iletişim araçlarının çok güçlü propaganda kurumları olduğu ve insanların bir anlamda beynini yıkadığına dair bir medya görüşü bu dönemde egemen olmuştur.
Bunun ise dört nedeni vardır (Curran vd., 1982: 229):
1. Yeni teknolojilerin yaşama geçmesiyle birlikte yeni izleyici kitlelerinin yaratılmış olması; yani radyo gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde eskiye oranla daha çok sayıda izleyiciye hitap ediliyor oluşu.
2. Kentleşme ve endüstrileşmenin “kaypak”, köksüz, yabancılaşmış ve manipülasyona açık bir toplum yarattığına dair bir görüşün moda olması.
3. Kent insanının artık savunmasız kaldığı ve kitle iletişim araçlarının kolay bir “avı” hâline geldiği fikrinin hakim olması.
4. Kitle iletişim araçlarının 1. Dünya Savaşı boyunca beyinleri yıkadığına ve sonraki yıllarda faşizmin yükselmesini sağladığına dair ikna edici bir durumun oluşmuş olması.
Bu faktörlerden dolayı, iletişim araçları edilgen kurbanlarına derinden işleyen “sözcük mermileri” fırlatacak kadar güçlü görülmekteydi. Bir silahtan çıkan mermi, nasıl kısa sürede hedefe ulaşıp onu tahrip ediyorsa medya mesajlarının da aynı hızla hedef kitledeki alıcıya ulaşarak yüksek bir tahribata yol açtığı düşünülmekteydi.
Kısaca nazizm ve faşizmin egemen olduğu dönemde egemen olan düşünce, medyanın her şeye kadir bir gücü olduğu idi. Bu dönemin hakim yaklaşımı olan hipodermik şırınga modeline göre medya mesajları, insanların beynine tıpkı bir
şırıngadan ilacın zerk edilmesi gibi veriliyordu. fiırıngadan damara zerk edilen ilaç nasıl çok kısa bir süre içinde ve güçlü bir şekilde etkisini gösteriyorsa kitle iletişim araçlarının mesajlarının da aynı hızla ve güçle hedef izleyicileri etkiliyor olduğu kanısı hakimdi. insanların gördüğü, duyduğu ve okuduğu verilerin doğrudan davranışlarını etkilediği düşünülüyordu. Kitlelerin çok güçlü olduğu kabul edilen medya tarafından kolayca manipüle edildiği yönündeki kitle toplumu teorisi, işte ilk dönem medya teorisi üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştur. Genel olarak medyayı elinde bulunduran ve iyi kullananların geniş yığınlara istediklerini yaptırabilecekleri varsayımı bu döneme damgasını vurmuştu (Mutman, 1995: 27; Curran vd., 1982: 230; Williams, 2003:23-28).
Kitle toplumu paradigmasının karamsarlığı, ilk dönem kitle iletişim araştırmalarına doğrudan yansımıştır.

Propaganda Analizi ve Harold Laswell
Kitle iletişim araştırmalarının iki büyük dünya savaşı arası dönemde; yani bir savaş konjonktürü içinde ortaya çıkmış olması oldukça önemlidir. 19. yüzyılda ortaya çıkan propaganda olgusu, yeni iletişim teknolojileri sayesinde çok daha etkili bir işlev kazanmıştır. Bundan dolayı fiikago Üniversitesinden Harold Laswell’in (1902- 1978) kaleme aldığı ve dönemin ilk önemli yapıtı olarak görülen çalışmanın isminin “Dünya Savaşında Propaganda Teknikleri” (1927) olması tesadüfi değildir. Kitle iletişim araçlarının 1. Dünya Savaşı sırasında propaganda araçları olarak çok kritik bir rol oynadığı görüşü 1930’larda Avrupa’da faşizm ve Sovyetlerde Stalinizm gibi totaliter rejimlerin kitlesel yükselişiyle zirveye tırmandı. 2. Dünya Savaşı sırası nda ise kitle iletişim araçları neredeyse propagandayla eş değer tutuluyordu. Laswell,
propaganda analiziyle, 1. Dünya Savaşı sonrasındaki olumsuz koşulların, büyük ekonomik bunalımın ve siyasal istikrasızlığın insanların psikolojisini kötü yönde
etkilediğini ve medyanın bir şırınga iğnesi gibi insanların bilincine girip onları manipüle edebileceğini söylemiştir.
Propaganda ile birlikte reklam bu dönemi karakterize eden bir diğer önemli mesaj biçimidir. Farklı bir ifadeyle mesaj denen araştırma nesnesinin propaganda ve reklam denen türlere uygun olarak tanımlandığını söyleyebiliriz. Çünkü artık tekelleşme olgusuyla birlikte reklam bir ürünü almayı özendirmekten çıkmış, onu almayı ikna etmeyi amaçlayan yeni bir söylem tarzına dönüşmüştü. işte Laswell’in
ünlü ifadesiyle “Kim, kime, hangi araçla ve nasıl bir etkiyle ne söylüyor?” sorusu dönemin temel sorusu olmuştur. Bu dönemde oldukça edilgen birer alıcı olarak görülen izleyicilerin daha sonraları kitle iletişim araçlarının mesajlarını aktif olarak yorumlayanlar olarak görülmeye başlanması, savaş sonrası dönemdeki medya teorisinin
oluşmasında önemli olmuştur (Williams, 2003:29-31).

“Sınırlı Etkiler” Yaklaşımı
Kitle iletişimi araştırmalarının, 1940-60’lar dönemini kapsayan ikinci evresinde totaliter tehlikenin gerilemesiyle, ilk döneme damgasını vuran çok güçlü ve her şeye gücü yeten medya anlayışı popülerliğini yitirmeye başladı. Bu dönemde ABD’de yapılan etki araştırmaları sonucunda medyanın “çok sınırlı bir etkisi” olduğuna dair yeni bir uç görüş ortaya çıktı. 1940’lardan 1960’ların ortalarına kadar medya teorisinde hakim olan bu paradigma, ampirik çalışmalar etrafında şekillendi. Medyanın etkisi niceliksel bir araştırma konusuna; neyin, kimin üzerinde ne kadar etkili olduğu sorunsalına dönüştürüldü. 1960’ların sonundan itibaren medyanın etkisizliği/sınırlı etkisine dair bu diğer uç görüş sorgulanmaya başlanacak ve kitle iletişim araçlarının uzun vadeli etkilerini ve kurumsal yapılarını araştıran liberal/çoğulcu eksendeki çalışmalar, hem de neo-Marksist eleştirel çalışmalar yaygınlaşmaya başlayacaktır.
ikinci döneme damgasını vuran “sınırlı etkiler” yaklaşımının gerisinde ise medyanı n çok güçlü olduğu sonucunun dayanağı olan kitle toplumu tezinin terk edilmesi
yatmaktadır. “Ana akım” ya da liberal/çoğulcu olarak adlandırılan çalışmaları n yeşerdiği bu evre, Batı ülkelerinin çoğunda sosyo-ekonomik olarak istikrarın sağlandığı ve refah devletinin yükseldiği döneme denk gelir. Dolayısıyla içinde yaşanılan toplum “kitle toplumu” olarak değil “çoğulcu” toplum olarak görülüyordu.
Modern toplumu kavramsallaştırmada ortaya çıkan bu önemli farklılıkla beraber sosyolojide işlevselcilik ve siyasetbiliminde liberal-çoğulculuk olarak nitelenen
perspektişer ikinci evrede geliş(tiril)en “sınırlı etki” bulgusuna yol açan etki araştırmalarına rehberlik etmiştir.
Bu dönemin kurucu ismi Paul Lazarsfeld (1901-1976)’dir. 1940 yılında Amerika’daki başkanlık seçimlerinde bir kasabadaki seçim kampanyasının etkisini araştıran Lazarsfeld ve arkadaşları, bu çalışma sonucunda kitle iletişim araçlarının etkisinin çok az olduğu sonucuna vardı. Zira kitle iletişim araçlarının aracılığıyla gerçekleşen seçim kampanyaları, seçmen kitlesindeki oy verme davranışında çok fazla bir etki ya da fark yaratmamıştı. Dolayısıyla kitle iletişim araçlarının oldukça sınırlı bir etkiye sahip olduğu sonucuna varıldı. Bu araştırmada kişiler arası ve iki
aşamalı bir iletişimin çok daha fazla etkiye sahip olduğu anlaşıldı. Kitle iletişim araçlarının mesajları verili grup içinde “kanı lideri” olarak nitelendirilen bir lidere ulaştığı ve oradan kitleye aktarıldığı belirlendi. Bu dönemdeki çalışmaların çoğu, izleyicinin doğasını ve medyanın hangi koşullar altında bilgide, tutumda ve davranışta değişikliğe yol açtığını anlamak amacıyla yapılmıştı. Örneğin dönemin bir diğer önemli araştırmacısı Hovland, savaş sonrası yaşanan tüketim patlamasında ve ikna sürecinde reklamcılığın etkisi üzerine yoğunlaşan çalışmalar yapıyordu. Bu ampirik araştırmaların çoğunun medya endüstrileri ya da hükümetlere yapılan profesyonel araştırmalar olduğu da göz ardı edilmemelidir (Curran vd., 1982: 231; Mutman, 1995: 28; Williams, 2003:46).
Kitle iletişim araştırmalarının ilk döneminde medyanın çok güçlü olduğu düşünülürken
ikinci dönemde medyanın neden çok güçlü değil aksine çok az etkili olduğu düşüncesi
hakim olmuştur.

Amerikan kitle iletişim araştırmalarında belirleyici olan bu ampirik araştırma geleneği, topluma dair birbiriyle bağlantılı iki teorinin rehberliğinde gelişmiştir. Bunlar işlevselcilik (fonksiyonalizm) ve çoğulculuktur (plüralizm). işlevselcilik ve çoğulculuk, topluma ve siyasete eleştirel olmayan iki yaklaşımdır. işlevselcilik ve onun siyasal manifestosu olarak görülebilecek çoğulculuk, medyanın rolünü istikrarlı bir toplumu koruyacak değerlerin aktarılması olarak görmüştür. Çoğulculuk, medyanın toplumdaki farklı gruplarının kendilerini duyurabilmesi için gerekli olduğunu söylerken işlevselcilik, medyanın demokrasinin ortak değerlerini insanlara özümseterek bir görüş birliği sağlamadaki rolüne dikkat çeker.

Bu bölümü okurken tam anlayamadığınız ya da daha ayrıntılı bilgi almak istediğiniz kavramlar için Erol Mutlu’nun iletişim Sözlüğü’ne (Ankara: Ayraç Yayınevi, 2008) ve/ve ya Hüseyin Köse’nin iletişim Sosyolojisi. Temel Kavramlar Antolojisi’ne (istanbul: Yirmidört Yayınevi, 2006) bakabilirsiniz.
MEDYA: FARKLI TEORiK YAKLAŞIMLAR
işlevselcilik
Sosyolojide 2. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilmiş teorik bir yaklaşım olsa da kökleri Durkheim’a kadar uzanan işlevselcilik, bildiğimiz gibi, toplumları canlılara ve toplumu oluşturan birimleri de canlıların organlarına benzetir. Toplumun “sağlığı” için bütün “organlarının” düzgün ve uyumlu bir şekilde işlemesi gerekmektedir.
Sosyal düzen, bireyler birbirinden izole oldukça bozulmaktadır ve “kolektif bilinç” in çökmesi sosyal felaketlere yol açacaktır. işte kitle iletişiminin işlevselci analizi medyanın sosyal düzen ve yapının korunmasındaki rolü üzerine yoğunlaşmıştır. Buna göre medya ampirik bir biçimde gözlemlenerek “işlevselliği” ortaya konabilecektir.
işlevselci yaklaşımın önemli bir temsilcisi olan Robert Merton, belirli bazı edimlerin niyet edilmiş ve edilmemiş sonuçları üzerinde durmuştur. Bazı medya işlevleri açık ve bariz (manifest) olarak gözlemlenebilirken bazıları da gizildir
(latent) ve gözlemlenmesi zor işlevlerdir. Örneğin bir savaşla ilgili haberin “açık” işlevi izleyiciye bilgi vermekse “gizil” işlevi de izleyicinin kafasındaki o ülke ve orda yaşayanlar hakkındaki düşünceleri şekillendirmektir. Gelgelelim işlevselci araştırmaların önüne çıkan en büyük engel ise bir işlevin ne olduğunun tamamen tanımlanamamasıdır. Hangi ve ne tür bir medya aktivitesinin toplum düzeni için işlevsel olup olmadığı belli değildir (Williams, 2003:47-49).

Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı
Ünitenin başında izleyicilerin izlenen medyadaki içerikleri daha aktif bir şekilde değerlendirmeleri ve medyayı farklı amaçları için kullanmalarının mümkün olup olmadığını sormuştuk. Elihu Katz (1926-), işlevselci bir bakış açısıyla geliştirdiği “Kullanımlar ve Doyumlar” yaklaşımı ile bu soruya olumlu yanıt vermiştir. Araştırmacı, medyanın insanlara ne yaptığını değil insanların medyayı ne amaçla kullandığına bakılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu, sonraki yıllarda artan bir ivmeyle medya araştırmaları içinde yer bulacak bir tespittir. Medya izleyicisinin pasif tüketici
konumunda olduğu görüşüne karşı çıkılmıştır. insanların “birey” olarak ne gibi beklenti ve amaçlarla medyayı kullandığının göz ardı edildiği düşünülmüştür.
Bu yaklaşıma göre izleyiciler, medyayı bazı ihtiyaçlarını tatmin etmek amacıyla kullanmaktadır. Farklı bir ifadeyle izleyiciler, günlük hayatın sıkıntılarından uzaklaşma,
eğlenme, yalnızlık duygularını hafişetme, güncel gelişmelerle ilgili bilgi edinme, dünya olaylarından haberdar olma gibi gereksinimlerini doyurmak amacı yla medyayı kullanırlar. Özellikle 1960 ve 70’li yıllarda iletişim çalışmalarında çok
etkili olan bu yaklaşım, izleyicilerin medyayı farklı şekillerde değerlendirebileceği vurgusuyla önemlidir. Ancak iletişim araçlarını işlevsel bir etkene indirgemesi ve kitle iletişim deneyimini salt “doyum” anıyla kısıtlaması nedeniyle eleştirilmektedir (Mutlu, 1994:140-141).
Çoğulcu Yaklaşım
işlevselciliğin siyasal manifestosu olarak nitelendirilebileceğimiz çoğulcu yaklaşıma göre Batı toplumlarında güç/iktidar, hiçbiri tek başına hakim olmayan çeşitli grupların elindedir. Toplum, hiçbir zaman bir grubun tam olarak egemenlik tesis edemediği, birbiriyle sürekli rekabet halindeki gruplar ve çıkarlar karmasıdır. Gruplar
arasındaki rekabet, gücün tek bir noktada toplanmadan dağılımını mümkün kılarken devlet, gruplar arası bu rekabette hakem rolündedir. Medya kurumları da
devletten, siyasal partilerden ve kurumlaşmış baskı gruplarından oldukça özerk bir yapıya sahiptirler. Medya; yasama, yürütme ve yargıya ek olarak dördüncü güç konumundadır. Nasıl toplumda bir çeşitlilik varsa medya içeriklerinde de aynı çeşitliliği gözlemek mümkündür. Bu doğrultuda medya, toplumdaki bu çeşitliliği aktaran bir organdır. Kısaca medya, toplumun bir aynasıdır.
Liberal-çoğulcu yaklaşım, ayrıca medyanın özel sermayenin mülkiyetinde olmasının medyanın içeriğini doğrudan etkilemeyeceğini savunur. Medya içeriğini belirleyen, mülkiyet sahipleri değil tüketiciler; yani izleyiciler, okuyucular ve onların istekleridir.
Tüketiciler/izleyiciler sunulan ürünleri beğenmezse başka yerlere yönelme şansına sahiptir ve bu yüzden belirleyici konumundadır. Çoğulculukta, izleyiciler pasif birer alıcı olarak değil aksine medya içeriklerini yorumlayabilen ve tercihleriyle medya kurumları üzerinde etkili olabilenler olarak görülür. Çoğulculuk, liberal demokrasi teorisinin merkezinde yer alır. Çoğulculuk ve işlevselcilik, medyanın liberal demokrasinin bugünden yarına var olabilmesi ve gelişimi açısından “olmazsa olmaz” bir parçası olduğu konusunda hemfikirdir (Williams, 2003:50-51).
Egemen paradigmanın ya da liberal/çoğulcu iletişim araştırmalarının başlıca odağı medya etkileri olagelmiştir. Temel sorun olarak medyanın izleyiciler üzerindeki
etkisi anlaşılmaya çalışılmıştır. “Sınırlı Etkiler” yaklaşımında gördüğümüz gibi medyanın etkisinin sınırlı olduğu görüşü hakimdir. Çünkü kitle iletişim sürecinin çeşitli değişkenler ekseninde tahmin edilemeyen şekillerde farklılaşabileceği öne sürülür. Bir taraftan kişisel, siyasal ya da teknolojik faktörler medyanın izleyiciler üzerindeki etkisini şekillendirir. Diğer taraftan medya içeriğinin biçimi, dili ya da sunumu izleyiciler üzerinde çok farklı sonuçlar doğurabilir. Ayrıca izleyicilerin farklı yaş, cinsiyet, eğitim ve siyasi düşüncelere sahip olmaları; bir medya içeriğindeki
anlamı farklı şekillerde alımlamalarına ya da yorumlamalarına neden olur (Fejes, 1985: 251; Trowler, 2008: 712-713). Liberal/çoğulcu kitle iletişim paradigması,
günümüzde de medya kurumlarının temel felsefesini belirliyor olması nedeniyle oldukça önemlidir.
*
Liberal/çoğulcu iletişim paradigması medya kurumlarının temel felsefesini, profesyonel
meslek ilkelerini belirlemektedir.
Liberal Çoğulcu Yaklaşım ve Haber Medyası
20. yüzyılın başından bu yana profesyonel basın ilkeleri belirlemekte olan liberal/çoğulcu yaklaşıma göre medya kurumları nasıl topluma ayna tutuyorsa haber medyası kurumları da toplumsal gerçekliğin aynasıdır. Medya, liberal demokratik bir sistemde yasama, yürütme ve yargı güçlerinden sonra bir toplumdaki dördüncü güçtür. Demokratik sistemin bugünden yarına devamı ve gelişimi için “dördüncü güç” payesi ile birlikte medya/haber medyası kurumlarına çok önemli iki görev atfedilmiştir.
Sistemin sağlıklı işleyebilmesi için yaşamsal olan bu görevler, kamu; yani halk adına gözetim yapma ve serbest düşünce pazarı oluşturmadır. Çünkü kamuyu oluşturan yurttaşlar; söz konusu yasama, yargı ve yürütme gücüne sahip yetkililerin
icraatlarını, sahip oldukları gücü/iktidarı suistimal edip etmediklerini ancak - onlar adına bu güç odaklarını gözetleme/denetleme görevi verilmiş olan- haber medyası sayesinde öğrenebilir. Bundan dolayı haber medyası kurumları üzerinde devlet sansürü ve müdahalesi olmamalıdır. Ayrıca yurttaşların doğruyu ve “gerçeği”
öğrenebilmesi için haber medyası da yayınlarında tarafsız ve nesnel olmalıdır.
Nesnellik ilkesi, haber medyası kurumlarının siyasal parti ve girişimci elitlerle iç içe olma durumundan 19. yüzyılın ortalarından itibaren sıyrılıp serbest pazarda yerini almasıyla aynı süreçte gelişmiştir. Diğer bir deyişle nesnellik ilkesi, ticari yayıncılığın piyasa ortamında yerini almasının zorunlu bir sonucu olarak ve oluşan bu “yeni” durumu meşrulaştırmak amacıyla ortaya çıkmıştır. Basın sektöründe çalışanlar kendilerini toplumsal gerçekliğin sözcüsü olarak görmeye başlamıştır. Nesnellik ilkesi ile birlikte gelişen bir diğer profesyonel ilke ise haberin olgusal; yani
gerçeğe ilişkin olması gerekliliğidir. Bu ilkeler kısa zamanda haber medyasının temel kuralları hâline gelmiştir.
Bu paradigmanın metodolojik ve epistemolojik geri planına bakıldığında ise kısaca pozitivist bir yaklaşımın olduğu görülür. Haber medyasına konu olan olaylar;
düşüncelerden, değerlerden bağımsız ve onlardan yalıtılmış biçimdedir. Doğalcı enformasyon görüşü olarak da adlandırılan böylesi bir bakış açısına göre haberlerin
olgusal oldukları için “şeffaf” bir şekilde, nesnel olarak yansıtılmaları mümkündür ve böyle olmaları gerekir. Farklı bir ifadeyle nasıl pozitivist yaklaşımım bilim
insanından beklentisi değer yargılarından sıyrılarak nesnel bir şekilde gözlemlenebilir gerçekliğin bilgisine ulaşmak ise haber medyası profesyonellerinden beklenen de siyasal yargılardan sıyrılıp nesnel ve tarafsız olarak olayları/olguları yansıtmaktır. Bu çerçevede dil; içinde yaşanan dünyayı, var olan “dış gerçekliği” nesnel bir biçimde yansıtan/yansıtabilen bir araç olarak görülür. Diğer bir deyişle dil,anlamların şeffaf bir taşıyıcısıdır. Dilin dünyayı temsilinin "yansımacı” (reflective) modeli olarak da adlandırılan bu yaklaşımda dil; ayna işlevi görerek nesneye, kişiye, olaya içkin olan anlamı yansıtma işlevi görür. Zira söz konusu yaklaşım, dilin “gerçekliğin kendisi”nin sunduğu hakikat karşısında şeffaf olduğunu öne sürer.

Diğer taraftan farklı düşüncelere dengeli bir şekilde yer verildiği takdirde medyada yanlılık gibi bir durum da söz konusu olmayacaktır. Çoğulcu toplumsal yapının hakim olduğu bir sistemde medya kurumları, yukarıdaki iki görevi yerine getirebilir.
Medyanın topluma, haber medyasının ise toplumsal gerçekliğe “ayna” tutan bir işlevle tanımlanıyor olması; medyanın toplumsal/siyasal alanın dışında ve bu dışsal konumu nedeniyle de toplumsalı yansıtabilen bir araç olarak kabul edilmesi ile iç içedir. Dolayısıyla medyanın gerçeklik tanımlarının her türlü değerden yalıtılmış ve ideoloji dışı olduğu iddia edilir. Ancak farklı görüşlerin medyada temsil hakkı bulacağına yönelik bu iyimser düşünce, haber medyasının yanlılığına ilişkin gözlemlerle sarsılıp liberal/çoğulcu literatürde bile önce yanlılığı sergileyen çalışmalara, sonrasında ise “temsil” kavramı ile medyayı ele alan eleştirel araştırmalara bırakmıştır (Hall, 1997; Hackett, 1985; inal, 1996; irvan, 1996). Modern toplumun çoğulcu bir toplum, bu toplum içinde medyanın özerk bir konumda olduğu ve demokratik bir sistem için kamu adına gözetim yapma ve gerçeklerin aynası olmak gibi bir misyona sahip olduğu şeklindeki çoğulcu/ana akım yaklaşıma, Marksist eleştirel gelenek içinden hareket eden yaklaşımlar tarafından da önemli eleştireler yöneltilmiştir. Böylece medyanın toplumsal gerçekliği nesnel olarak yansıtabildiği iddiası büyük yara almıştır.
Medya, gerçekten siyasal alanın dışında mıdır?
Marksizm

Bildiğimiz gibi Marx’a göre kapitalist sınıf, her türlü enformasyon ve bilginin üretim ve dağıtımını kontrol altına almıştır. Egemen sınıfın toplumu kendi çıkarları
doğrultusunda şekillendirmesi, toplumsal sınışar arasındaki eşitsizliğin korunmasına ve kapitalist sınıfının kendi zenginliğini artırmasına yol açmıştır. Ekonomik örgütlenmenin kontrolü ve ideolojik kontrol arasında doğrudan bir ilişkiye dikkat çeken Marx’a göre kapitalizmin ekonomik temeli ve organizasyonu, toplumun nasıl işleyeceğini belirler. işte Marx’ın bu bakış açısı medyanın egemen sınıf ideolojisini etkin kılmadaki rolüne dikkatleri yöneltmiştir. Modern kapitalist toplumda medyanı
n rolünü anlayabilmek için Marx’ın düşüncesinden hareket edecek olursak,medya; belli bazı görüş ve düşüncelerin yaygınlaşmasını, bunun dışındakilerin de dışlanmasında rol oynar. Çünkü medya kurumlarının mülkiyeti ve kontrolü kapitalistlerin elindedir ve egemen sınıf kendi çıkarları doğrultusunda alt sınıfları yönlendirmek için medyayı kullanır. Klasik Marksist bakış açısına göre medya; egemen kapitalist sınıfın çıkarlarını bugünden yarına koruyan, meşrulaştıran ve pekiştiren bir işleve sahiptir. Farklı bir ifadeyle medyada izlediklerimiz, okuduklarımız ve duyduklarımız; bizi şu an içinde yaşadığımız toplumsal sistemin ve dünyanın doğal, normal ve kaçınılmaz olduğuna ikna etmeye çalışır (Williams, 2003:36-37).
Çağdaş Eleştirel Yaklaşımlar.
1950’lerde ve 60’ların başındaki ekonomik refah döneminin, yerini ekonomik tedirginlik ve politik kargaşaya bırakmasıyla, medyanın toplumsal düzeni koruduğu
ve uyumu sağladığı görüşü zayışamaya başlamıştır. Aynı zamanda toplumsal istikrarın bozularak siyasal çatışmaların yeniden ortaya çıkması, medya teorisinde Marksizmin güçlenmesine neden olmuştur. Neo-Marksist teoriler arasında önemli farklılıklar olmasına rağmen hepsinin ortak noktası, medyanın hakim sınıfın ve burjuvazinin gücünü meşru kılmak için çalışan ideolojik bir aygıt olduğudur. Tartışmaların ve görüş farklılıkların nedeni ise medyanın bunu nasıl ve ne kadar gerçekleştirdiği üzerinedir.
Ancak savaş sonrası dönemde bu düşüncenin ciddi değişimlere uğradığı göz ardı edilmemelidir. En önemli değişim, Marx’ın ideoloji ve kültürü toplumun ekonomik
altyapısıyla ilintilendiren klasik modelinden ideolojinin görece özerkliğini vurgulayan yapısalcı yaklaşımlara geçilmesidir. Böylelikle medya, toplumun gerçek
doğasını gizleyerek ya da yanlış temsil ederek basitçe hakim sınıfın tahakkümünü sağlayan bir araç olarak görülmemeye başlandı. Bunun yerine medya, her ne kadar kimi düşünceler ve çıkarlar diğerlerinden çok daha güçlü olsa da farklı düşünce ve çıkarların rekabet ettiği mücadele alanı olarak değerlendirildi. Medyaya dair ekonomik determinist bir yorumdan uzaklaşarak medyanın yine de belirli/egemen
görüşleri nasıl yeniden ürettiği sorusuna odaklanan ilk teorisyenlerden biri Louis Althusser (1918-1990) olmuştur.Althusser, ideoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları
(1970) adlı çalışmasında devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları arasındaki farka dikkat çekmiştir. Polis ve asker gibi doğrudan ve şiddet kullanarak müdahalede bulunabilecek silahlı unsurlar devletin “baskı aygıtları”nı oluştururken eğitim, din ve medya gibi kurumlar; devletin ideolojik aygıtlarıdır. Althusser, klasik Marksist görüşten farklı olarak, diğer ideolojik aygıtlarla birlikte medyanın da egemen sınıfın doğrudan kontrolünden görece özerk olduğunu ifade etmiştir. Ona göre eğer medya, görece bağımsız görünmese ideolojik görevini yapması mümkün değildir. Diğer bir deyişle medyanın ideolojik rolünü oynayabilmesi
ancak görece özerk ve bağımsız görülmesi sayesindedir.
Althusser’in ideoloji olgusunu yeniden değerlendirmesi,
Marksist düşüncede çok önemli bir gelişmedir
(Williams, 2003:52-53).
ideolojinin yeniden üretiminde medyanın oynadığı rolün anlaşılmasına yönelik bir diğer önemli katkının sahibi de Roland Barthes’tir (1915-1980). Dil bilimci Saussure’den
etkilenen Barthes, medyanın bir ideolojiyi insanlara kabul ettirmede, göstergelerin, simgelerin ve mitlerin kullanımının büyük bir önemi olduğunu belirtmiştir.
Barthes, Çağdaş Söylenler (1957) adlı kitabında arkasında kapitalist çıkarların olduğu düşünme biçimlerinin nasıl mitler hâline dönüşerek doğallaştığını inceler.
Yazar, mitleşerek doğallaşan ve herkese aitmiş gibi gösterilen anlamlandırma biçimleri sayesinde ideolojinin işlediğini belirtir. Barthes, işte böylesine bir mitleştirme yoluyla kapitalist sistem içinde ortaya çıkan eşitsiz ilişkilerin kamuşe edildiğini belirtir.
Politikadan arınmış izlenimi veren sözler olan mitler sayesinde politik olan, gözlerden silinir. Kısaca mitler, güç/iktidar çatışmalarından kaynaklanan eşitsizlikleri
gizler ve doğallaştırır (inal, 2003:14).
 
Michael Foucault (1926-1984),her ne kadar doğrudan medya üzerine çalışmalar kaleme almamış olsa da özellikle iktidar olgusunu yeniden ele alışıyla ve söylem kavramı ile alanı önemli derecede etkilemiştir. Post-yapısalcı bir düşünür olarak tanımlanan Foucault; bireyin bilincinin, dünya algısının biyolojik ya da sınıfsal faktörlere dayandığı görüşünü reddeder. Bunun yerine kendimizin ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bakışımızın söylemler tarafından şekillendirildiğini vurgular. Foucault, Marx’a benzer şekilde, bilgi ve ideolojinin toplum içindeki güç/iktidar ilişkilerini yansıttığını söyler; ancak bunların ekonomik dinamiklerin kontrolüne bağlı olduğu görüşünü reddederek Marx’tan uzaklaşır. Foucault iktidar olgusunu, toplumun üzerine atılmış ve herkesi çevreleyen bir ağ olarak görür. Ayrıca bilginin değişik zamanlarda kitleleri kontrol etmek için bir iktidar biçimi olarak kullanıldığını belirtir. Ona göre iktidar tek bir grup ya da sınıfın tekelinde değildir, aksine iktidar herkesi kapsar. Ayrıca Foucault’un modern kurumlara özgü bir iktidar ve bilgi biçimi olarak tanımladığı disipliner iktidar biçimlerine benzer teknikleri; örneğin sıradan insanların özel hayatlarının gözetiminin normalleştirilmesini, yaygın medyada sıklıkla gözlemleriz. (Stevenson, 2002: 233-235;Williams, 2003-60-61).
Althusser’in hem ideolojiyi görece özerk olarak kabulü ve bu
doğrultuda medyanın ideolojik rolünü yeniden ele alışının temeli, Antonio Gramsci’nin (1891-1937) görüşlerinde yatmaktadır. 5. ünitede gördüğümüz gibi Gramsci’nin özellikle hegemonya teorisi, aynı zamanda Britanya Kültürel Çalışmalar Okulun teorik modelinin de merkezindedir. Gramsci’ye göre kültürel alan oldukça önemli bir hegemonik mücadele alanıdır. Medyanın kültürel alan, içindeki “kapsama alanı” göz önüne alınırsa kitle iletişim araçlarının hegemonik işlevinin muazzam bir düzeyde olduğu kuşku götürmez.
Stuart Hall ya da Britanya Kültürel Çalışmalar Okulu
Biritanya Kültürel Çalışmalar Okulu ve okulun uzun yıllar direktörlüğünü yapan Stuart Hall (1929- ), medyanın kültürel hegemonyanın oluşturulması ve sürdürülmesindeki
rolüne ilişkin görüşleriyle eleştirel medya çalışmalarında oldukça önemli bir yer edinmiştir.
ingiliz kültürel çalışmalar okuluna göre iletişim, “anlamlandırma” mekanizması içinde çalışır. Bundan dolayı bu mekanizmayı çözümlemek için ideoloji, dil, anlam, temsil, iktidar olguları üzerinde durulmalıdır. inşacı (constructionist) dil/temsil modeline dayanan bu yaklaşım, pozitivist teoride ve liberal/çoğulcu
yaklaşımda var olan yansımacı dil teorisinden (ayrıca klasik
Marksist yaklaşımda doğrudan olmasa da örtük olarak var olan yansıma anlayışından) çok farklıdır. inşacı modelde dil, kendi dışında var olan anlamın şeffaf taşıyıcısı olan bir iletişim aracı değildir. Dil, düşünceyi; düşünce de dili mümkün kılar. Anlam, dil içinde ve dil dolayımıyla inşa edilir. Dolayısıyla nesnel, saf hâlde dış dünyada duran bir toplumsal anlamdan söz edilemez.
Anlam, kendine özgü doğası gereği çok anlamlıdır ve bulunduğu bağlama bağımlıdır. Örneğin “demokrasi” ya da “özgürlük” kavramlarını düşünelim. Bu olguların tek bir anlamı olduğunu söyleyebilir miyiz?
işte anlam, sabit ve verili değil tersine oluşturulan bir şeydir ve aynı olaylara (ya da göstergelere) farklı anlamlar atfedilebilir. Bu durumda aynı olaya dair belirli bir
anlamın düzenli ve sürekli olarak üretilebilmesi için bu anlamın tek ve doğal olarak gösterilmesi gerekir. Bunun için de alternatif anlamların marjinalleştirilmesi veya gayrı meşrulaştırılması gerekir.
işte medya, anlamın bu şekilde toplumsal inşası sürecinde önemli bir rol oynar.
Yani medya, “gerçekliği” yalnızca yeniden üretmemekte; daha önemlisi onu tanımlamaktadır. Medyanın topluma, hayata ve dünyaya dair anlamın oluşmasında rol oynaması, onun ideolojik bir işlevi yerine getirdiğini gösterir. Hall, ideolojiyi belirli bir grubun kendi çıkarlarını/temsillerini gerçeğin dolaysız yansıması olarak temsil etme gücü olarak görür. Medya; modern toplumlarda, egemen söylemler içinde
“dünyayı sınışandırmak” gibi önemli bir ideolojik/hegemonik işlevin yerine getirilmesine hizmet eder. (Coward & Ellis, 1985: 29, 142; Hall, 1979: 208; 1997: 24;1984:72, 90-92; Hardt,1989: 37). Statüko içinde yer alan ve statükoyu sürdüren kurumların temsilcilerinin öznel görüşlerinin nesnel olarak temsil edilmesi, haber medyasının söylemi içinde ideolojinin işleyişinde oldukça önemlidir (Dursun, 2001:125). Ancak söz konusu egemen bölgeyi oluşturan farklı ideolojilerin kendi aralarındaki çelişkilerinden ve daha önemlisi bu ideolojilerin birbirleriyle de hegemonya
mücadelesi içinde olduklarından bu süreç karmaşık ve çelişkilidir. Yine de medya kurumları, “toplumsal gerçekliği” ayna gibi doğrudan yansıtan ya da basitçe çarpıtan bir işleve sahip olmaktan çok egemen söylemler doğrultusunda “toplumsal anlamın” (sürekli) inşasına katılmaları nedeniyle hegemonik bir işlev görürler.
Hall’un eleştirel medya çalışmalarına önemli bir katkısı da medya metinlerinin nasıl alımlandığı; yani izleyiciler tarafından nasıl okunduğu/değerlendirildiği üzerinedir.
Medya içeriklerini bir anlamda “hap gibi yutan” pasif izleyici modelinden önemli bir kopuşa yol açan makalesinde Hall, izleyicilerin potansiyel olarak üç farklı şeklide medya içeriklerini okuyabileceğini öne sürmüştür.

1. Egemen hegemonik okuma: Metinde oluşturulan anlamı kabul ederek okumadır. Örneğin akşam haberlerde tüm üniversite hocalarının maaşlarında bir ücret kesintisine hazır olmaları gerektiği söyleniyor ve ben buna ikna oluyorsam bunun egemen hegemonik bir okuma olduğunu söyleyebiliriz.

2. Müzakereci okuma: izleyici/okuyucu bu defa metindeki anlamın bir bölümüne katılırken bir bölümüne katılmaz. Örneğe devam edersek ücret kesintisinin olabileceğini; ancak sadece bir kereye mahsus ve yüksek unvanlı ve yüksek maaşlı hocalar ile sınırlı kalması gerektiği düşünülebilir.

3. Muhalif ya da karşıt okuma: Metnin,metindeki anlama tamamen karşı çıkılarak okunmasıdır. Yani eğer üniversite hocalarının ücretlerinde herhangi bir kesinti yapılmasının kabul edilemez olduğu yorumu yapılıyorsa karşıt bir okumadan söz edebiliriz (Stevenson, 2002:77-78). Şüphesiz izleyicilerin medya metinlerini nasıl okuyacakları/yorumlayacakları yaş, toplumsal cinsiyet, sınıf, etnisite, eğitim, siyasi düşünce ve (ünitenin sonundaki okuma parçasında göreceğiniz) medya eğitimi/okuryazarlığı gibi değişkenlere bağlıdır. Hall, bu tartışmanın temel referansı olan makalesinde (1980: 135) kodlamanın; yani metinde belirli anlam(lar)ın oluşturulmasının, kod açımlarını; yani okumaları sınırlandırıcı bir etkiye sahip olduğunu belirtmiştir. Bu yüzden çoğu metin egemen bir okumaya sahiptir ve medyanın ekonomik ve ideolojik konumu göz önüne alınırsa bu okumaların toplumdaki egemen değerleri yeniden inşa ettiğini söyleyebiliriz (Van Zoonen, 1991: 325).
Post-Modern Yaklaşım
Son dönemlerde post-modern düşünce, tüm akademik çevrelerde etkili olduğu gibi medya çalışmalarını da oldukça etkilemiştir. Jean Baudrillard (1929-2007), medyanın imge/gösterge ve gerçeklik arasındaki farkı silikleştirici bir rol oynadığını vurgulamıştır. Ona göre imgeler gerçekten
simgeledikleri şeylerden ayrılmış, post-modern dönemde imgenin gerçeklikle hiçbir bağı kalmamıştır. Haber ve eğlence arasındaki farkın belirsizleşmesi gibi medya içeriğinde bir bulanıklık rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Diğer taraftan izleyici, bir imge/gösterge bombardımanına tutulmaktadır. Bu durum, insanların gerçekliği değil oradaki imgeyi görmesine ve hemen ardından gelen yeni imgeyle bir öncekini unutmasına neden olmaktadır. Göstergeler bir bilgisayar oyunu ya da film kadar etki ancak bırakmaktadır. Baudrillard’a göre sıradan insan, medyanın sayısız ve anlamsız mesajı karşısında pasif bir durumdadır. Ancak bu aynı zamanda izleyiciye, mesajları reddetme ve özümsememe gücü vermektedir. Baudrillard, McLuhan’ın çalışmalarından etkilendiğini hep söylemiştir (Williams, 2003-63-64).

Marshal McLuhan (1911-1980), medya teknolojilerinin toplumların gelişimlerinde nasıl ve ne ölçüde rol oynadığı sorusu ile ilgilenmiştir. McLuhan’a göre “televizyonu
içindeki programlara bakarak anlamaya çalışmak, 15. yüzyıl matbaasını Gutenberg’in incil’ini okuyarak anlamaya çalışmak kadar sonuçsuzdur.” iletişim teknolojileri sayesinde, insanlar ve toplumlar arasındaki zaman ve mekân engellerinin yok olmasıyla, farklılıkların ortadan kalktığı ve benzerliklerin öne çıkarıldığı küresel bir köy oluşmuştur. Farklı bir ifadeyle McLuhan’a göre elektronik medya,
özellikle de televizyon, bütün dünyayı bir araya getirmiş ve dünyayı bir “küresel köy” şekline sokmuştur. Mcluhan, medya ve iletişim teknolojileri ile yaşanan bu gelişmelerin olumlu olduğunu düşünmektedir. Ona göre bu gelişmeler; insanların sesini duyurabildiği, daha demokratik ve eşitlikçi bir ortam hazırlamıştır. Ancak Mcluhan’ın iyimserliği tartışmalıdır. McLuhan sosyal yapılara değinmediği ve teknolojik belirleyici bir bakış açısına sahip olduğu için eleştirilmiştir. Ayrıca “küresel köy”ün sakinleri arasında giderek artan eşitsizliğe dikkat çekilmektedir. Ayrıca bilgi
alışverişi de karşılıklı değildir ve bilginin dağılımı da eşitsiz gerçekleşmektedir (Williams, 2003-65-66).

Feminist Yaklaşımlar
Feminist yaklaşımlar, genel olarak sosyolojide olduğu gibi, medya çalışmaları nda ve medya sosyolojisi alanında da küçümsenmeyecek bir etkiye sahip oldular.
Medyaya dair farklı feminist yaklaşımlar olsa da genel olarak medyada kadınların “eksik ve sorunlu” temsil edilmesi temel eleştiri noktasıdır. Medya, aynı zamanda, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini destekleyerek ataerkilliği yeniden ürettiği için eleştirilmektedir. Cinsiyetçiliğin hakim olduğu medya metinlerinde kadınlar, aynı zamanda cinsel bir obje olarak da sunulmaktadır.
Kimi feminist çalışmalar, kadın sorununa yer vermeyen medya çalışmalarındaki eksiklikler ve medyadaki kadın imajının çarpıklıkları üzerinde durmuştur. Kimileri de medyadaki kadın stereotiplerinin nasıl alımlandığı üzerine yoğunlaşmıştır. Kısaca feminist yaklaşım, ataerkil hegemonyanın bugünden yarına devamında medyanın önemli bir rol oynadığını vurgulamaktadır.
2005 yılında 76 ülkede 13.000 televizyon, radyo ve gazete haberi taranarak gerçekleştirilen çok geniş kapsamlı bir araştırmanın sonuçları oldukça çarpıcıdır. Haber
medyasında erkeklerin temsil oranı % 79 iken kadınların temsili sadece % 21’dir. Bütün dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlara medya haberlerinde ancak yüzde yirmi bir gibi bir oranda yer verildiğini görüyoruz. Kadınların “kurban” olarak temsil edildikleri haberlerin oranı % 19 iken erkeklerin ise % 8’dir. Mine Gencel Bek tarafından 2006 yılında Medya ve Toplumsal Katılım başlığıyla Türkiye’de
yapılan araştırma sonuçlarına göre de kadınlar erkeklere göre daha az temsil edilmekle beraber, bütün “ötekiler” arasında “öteki” olarak medyada en fazla temsil edilenlerdir. Bütün bu rakamlar, kadınların toplumsal olarak uğradıkları ayrı
mcılık ve eşitsizlerin medyada yeniden üretildiğini göstermektedir (Alankuş, 2007: 37-39).
 
MEDYANIN SAHiPLiK YAPISI VE ÜRETiM SÜRECi
Medya içeriklerinin/ürünlerinin üretimi şüphesiz medya kuruluşlarının yapısı ile yakından ilişkilidir. Medya kuruluşlarının serbest piyasa koşullarında faaliyet göstermesi, büyük sermayenin mülkiyetinde olması ve medya endüstrisindeki tekelleşme eğilimi; tarihsel olarak özellikle Marksist ekonomi politik yaklaşımın yoğunlaştı
ğı konulardır. Frankfurt Okulunun yaklaşımına paralel bir şekilde ekonomipolitik yaklaşımın ilk örneklerinde altyapı-üstyapı determinizmine oldukça sadık bir bakış açısı hakimdir. Medyanın kurumsal yapısının içinde yer aldığı kapitalist üretim tarzı tarafından belirlendiği ileri sürülür. Medya, ona sahip olanlar ve onu kontrol edenlerin sınıfsal çıkarlarını meşrulaştıran yanlış bilinç üretmektedir. Herman ve Chomsky (1988), “propaganda modeli” adını verdikleri yaklaşımlarında özel mülkiyet altındaki medya kurumlarını sınıf tahakkümünün araçları olarak nitelendirirler.
Onlara göre medya, egemen seçkinlerin mülkiyetindedir ve onlar tarafından doğrudan kontrol edilmektedir. Teorisyenler, egemenlerin halkın neyi göreceğine, duyacağına ve düşüneceğine karar verme ve düzenli propaganda kampanyalarıyla kamuoyunu yönetme gücüne sahip olduklarını vurgular.
 
Mülkiyet Doğrudan Kontrol Anlamına Gelir mi?
Peki, gerçekten medyanın mülkiyetine sahip olanlar medya ve medya içerikleri üzerinde doğrudan bir kontrole de sahip midir? Marksist teorik gelenek içindeki araçsalcı yaklaşımın bu soruya yanıtı evettir. Medya yöneticileri ile patronlarının farklı olması, bunların birbirlerinden tamamen özerk oldukları ya da birbirlerine karşıt oldukları anlamına gelmemektedir. 70’li yıllarda bir medya patronu olan Victor Matthews’in “Editörler benimle aynı politika üzerinde anlaştıkları sürece tamamen özgürdürler.” demesi bu duruma örnektir. Kısaca bu yaklaşım medyada mülkiyet ve yönetimin doğrudan birbirine bağlı olduğunu iddia eder. Medya patronları, hangi fikirlerin kitlelere ulaştırılacağı konusunda tartışmasız söz sahibidir. Ancak eleştirel ekonomi-politik yaklaşıma göre bu tür bakış açıları, “kısmen haklı” da olsalar
“sistemdeki çelişkileri gözden kaçırırlar.” “Medya sahipleri her zaman dilediklerini yapamazlar” (Golding ve Murdock, 1991:55). Medya ürünleri/metinleri, büyük sermaye sahiplerinin çıkarlarının “basit bir yansıması” olarak görülmemelidir.
Medyada bir dizi mesleki kodlar ağı içinde belirli kişisel ve toplumsal amaçlar doğrultusunda çalışan erkekler ve kadınlar vardır. Farklı bir ifadeyle medya profesyonellerinin
tamamen olmasa da kısmen görece özerkliği vardır. Medyada çalışanların görece “özerkliği” ekonomi-politikçiler için temel bir ilgi konusu olup “bu özerkliğin nereye kadar uygulanabileceği”ni keşfetmek ekonomi-politikçilerin temel
amaçlarıdır (Golding ve Murdock, 1991:63-67).
Yanlış bilinç: Hakikati gizleyen, böylece bireyin
kendi gerçekliği hakkında yanılma ya da yanıltılmasını
sağlayan düşünme ve gerçekliği anlama biçimi. Kaldı ki medya ve siyasal yapı arasındaki ilişki sadece doğrudan devlet müdahalesi bağlamında temellendirilerek analiz edilemeyeceği gibi medya ve ekonomik yapı arasındaki ilişki de sadece mülkiyet/sahiplik sorunu ekseninde anlaşılamaz.
Medyanın ürettiği bazı içeriklerin öne çıkması, bazı uzlaşımların ortaya çıkması gibi sorunları sorgularken üretim sürecini sadece iktidar sahiplerinin müdahaleleriyle anlamaya çalışmak, yapılaşmış üretim süreçlerini ve ardındaki toplumsal dinamikleri göz ardı etmektedir. Sadece güç/iktidar sahiplerinin kasıtlı, iradi müdahalelerinin varlığına odaklanan bakış açılarıyla yetinilmemeli ve medya metinlerine ideoloji, dil, özne ve güç/iktidar sorunlarına duyarlı bir yaklaşım içinden bakılmalıdır. (inal, 1999:21; 1997: 137).
Yine aynı gelenek içindeki yapısal yaklaşıma göre ekonomik yapı, medya sahiplerinin, medya yöneticilerinin ve çalışanlarının etkinliklerini şekillendirir. Ekonomik
yapının baskısı, maksimum kâr için hareket etmeyi ve bunun için daha fazla rekabeti gerektirir. Bundan dolayı bu yaklaşıma göre mülkiyet sahiplerinin niyet ve hareketleri değil medya profesyonellerine yönelik bu yapısal baskı ve sınırlamalar daha belirleyicidir (Williams, 2003:83-84).
Geleneksel liberal yaklaşım ve kültürel çalışmalar içindeki kimi modeller; medya sektöründe çalışanların iş güvencesinin olmaması, ücretsiz ya da düşük ücretle
çalıştırma, sendikasızlaştırma, toplu işten çıkarma ve uzun çalışma saatlerine rağmen bu sürenin fazla mesai olarak ücretlendirilmemesi gibi üretim sürecinin esas
faillerinin somut sorunlarını yok saymaktadır (Erdoğan ve Alemdar, 2002:314).
Türkiye örneğinde de rahatlıkla görülebileceği gibi süregelen ekonomik krizle birlikte gerçekleşen olağanüstü işsizlik ve işten çıkarma faktörünün “üretim” süreci üzerinde de oldukça olumsuz etkileri söz konusudur. Medya sektöründe binlerce çalışanın işsiz kalmış olması, işlerini kaybetmemiş olanların üretim sürecindeki görece özerklikleri üzerinde oldukça sınırlandırıcı, caydırıcı ve baskıcı etkiye ve otokontrol geliştirilmesine neden olabilmektedir. Kapitalist dinamikler, medyayı siyasi/ekonomik iktidara bağımlı hâle getirmektedir. Bu durum medya içeriğini etkilemekte,
kamusal fayda ilkesini ortadan kaldırmakta ve alternatif/ bağımsız medyanın ortaya çıkışını zorlaştırmaktadır.
“Toplumu, enformasyonun sosyal ve kültürel değeri konusunda bilgilendirmek; her alandaki
hak ihlalleri ile ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletmek üzere gerçekleştirilen düzenlemelerin uygulanışını izlemek ve haberleştirmek çok sesliliği ve kamu yönetimine katılımı artırmak için yerel medyayı desteklemeye ve güçlendirmeye devam edebilmek; insan, kadın ve çocuk haklarının medyada daha sık ve daha nitelikli bir biçimde ele alınmasını özendirmek” amacıyla faaliyet gösteren Bağımsız iletişim Ağına http://bianet.org/bianet
adresinden ulaşabilirsiniz.

Eleştirel Ekonomi-Politik Yaklaşım ya da Medyanın
Ekonomi-Politiği
Tüm dünyada neo-liberal politikaların egemen olmaya başladığı 1980’li yıllarda başlayan özelleştirme uygulamaları sonucunda bugün medya kurumlarının büyük çoğunluğu, finans ve endüstriyel sermaye alanında faaliyet gösteren büyük holdingler tarafından ele geçirilmiştir. Genel olarak bütün dünyada medyanın mülkiyet yapısının radikal olarak değiştiği bu süreç Türkiye’de de yaşanmıştır. Bugün (Mayıs-2009) Türkiye’deki bütün gazete, dergi, TV kanalı, radyo, online yayıncılık, haber ajansı ve GSM operatörleri Doğan, Çukurova, Ciner, Doğuş, Çalık, Albayrak ve Feza olmak üzere esas olarak yedi grubun elindedir.
Medyanın, ardındaki ekonomik çıkarlar ve kapitalist dinamikler ihmal edilerek analiz edilemeyeceğini
vurgulayan (eleştirel) ekonomipolitik yaklaşım; işte medya endüstrilerinde görülen tekelleşme ve denetimin yoğunlaşmasına odaklanmaktadır. Peter Golding ve Graham
Murdock gibi bu yaklaşımın temsilcileri; kamu sektöründeki
kurumların özel girişimcilere satıldığı ya da içeriden ticarileştirildiği, deregülasyon politikalarının ivme kazandığı ve sonuçta medyanın büyük sermayenin
eline geçerek tekelleşmenin giderek artmasının üzerinde durur. Medya sektöründe alanın en büyüğü olan şirketlerin toplumsal, kültürel ve siyasal yaşam üzerinde de kontrol gücüne sahip olabilecekleri tehlikesine dikkat çekilir. Artan
özelleştirme politikaları sonucunda muhalif kamusal alanın gücünün zayıflamakta olduğu artan tekelleşme eğiliminin de tek sesliliği beraberinde getirdiği vurgulanır (Murdock, 1990:6-10). Tüm kapitalist endüstrilerde olduğu gibi medya endüstrisindeki üretim de piyasa koşullarında ve kâr merkezlidir. Medya sektöründe daha çok kâr için, daha çok reklam almak, daha çok reklam almak; için de daha çok izlenme oranı ve/veya tiraja sahip olmak gerekir. Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir “reklam pastası” vardır. 2008 yılında Türkiye’de reklam yatırımları ekonomik kriz nedeniyle % 2 küçülmekle birlikte
3.24 milyar TL (2.16 milyar $) olmuştur (http://www.marketingturkiye.com/yeni/
Haberler/NewsDetailed.aspx?id=12729).
işte daha çok reklam geliri elde etmek için reklam verenlerin beklentilerine uygun yayın politikaları egemen olmuştur. Medya kurumları kamusal fayda ve toplumsal
sorumluluk ilkelerinden sıyrılarak giderek “eğlence medyası” haline dönüşmüştür. Günümüz medyasının büyük bir kısmını oluşturan “eğlence medyası; yurttaşlık erdemlerini geliştirmekten ziyade özel zevkleri geliştirmeye hizmet etmekte, insanlara yurttaş olarak seslenmekten çok tüketici olarak seslenmeyi tercih etmekte”dir. (Golding ve Murdock, 1991:74). Artık medyada ekonomi, politika, sanat
haberleri yerine daha çok şöhretlerin özel hayatları ve skandallar gibi sansasyonel ve eğlendirici içerikler sunulmaktadır. Ciddi konular ise daha fazla izlenme oranı
ya da tiraj çekebilmek için magazinelleştirilmektedir. Infotainment, günümüz medyasının merkezî bir olgusu hâline gelmiştir.
Haber medyasındaki magazinelleşme olgusuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi Hakan Ergül’ün
Televizyonda Haberin Magazinelleşmesi (istanbul: iletişim Yayınevi, 2000) adlı kitabında
bulabilirsiniz Günümüz medya dünyasında egemen olan rating/izlenme oranı mantığı ve kaygısının potansiyel tehlikeleri sizce nelerdir?
Infotainment Olgusu
Infotainment kavramı, belirli medya içeriklerini tanımlamak için ingilizce enformasyon,bilgi (info-rmation) ve eğlence (enter-tainment) sözcüklerinden 1980’li yıllarda türetilmiştir. Bilgi yarışmaları, talk-showlar, hobi programları, spor-magazin
 
(Deregülasyon: Bu kavram her ne kadar “kuralların
kaldırılması” demek olsa da esas olarak 1970’lerden
itibaren kamu yayıncılığı tekellerinin ortadan kalkması ve özel radyo/televizyon yayıncılığının yaygınlaşması yönünde kuralların değiştirilmesi sürecini anlatmak için
kullanılmaktadır.)
programları gibi programların yanısıra yakın zamanlarda eğlence ögelerini öne çıkaran haber programları da infotainment -ve tabloidleşme- sözcükleriyle tanımlanır hale geldiler. Eleştirel ekonomi-politik yaklaşım içindeki araştırmalar; sansasyonel gazeteciliğin giderek yaygınlaşan etkilerine, medya içeriklerinde politik olanın sulandırılmasına, gerçek iddiası taşıyan programlarla eğlence programları arasındaki sınırların kalkmasına ve haberin giderek ticarileşmesi ve metalalşmasına dikkat çekmektedir. Infotainment ve tabloidleşmeye görece olumlu yaklaşan ve daha çok kültürel çalışmalar perspektifinden hareket eden akademisyenler ise politik olanın popülerleştirilmesiyle politikaya karşı kayıtsız kalmayı seçen izleyicilerin ilgisinin yeniden bu noktaya çekilebileceğini belirtir (Ergül, 2007: 179-183). Ekonomi-politik yaklaşıma göre ise pazar mantığının egemen ve ticari kaygıların ilk planda olduğu medya sektörü; artık soyutlama yerine görselleştirmeye, insan karmaşıklığı yerine basmakalıp yargılara vurgu yapan basitleştirilmiş, kısaltılmış, kişiselleştirilmiş, klişeleştirilmiş ve bağlamsızlaştırılmış enformasyon sağlamaktadır (Curran, 1992:157,168).

Reklamcılığın/Reklam Verenlerin Gücü, Paranın Sansürü
Medyanın en önemli gelir kaynağı olan reklamlar, medyanın finansmanında “olmazsa olmaz” bir unsur haline gelmiştir. Bu durum, satış gelirleri olan gazeteler için de geçerlidir. Özellikle çok yüksek tirajlı olmayan gazetelerin ayakta kalabilmesinin tek yolu, hedef kitlesinin reklamcıları etkileyecek bir alım gücüne sahip olmasıdır. Reklamcıların hedefi, herkese ulaşmak değil esas olarak satın alma gücüne
sahip olan orta sınıf ve üstü kitleye ulaşmaktır. Medya, artık tüketicinin ilgisine göre değil reklamcıların gereksinimlerine göre şekillenmektedir. Murdock’a göre reklamcılığın önemi, tüketici egemenliği fikrini tersine çevirmiştir. Vincent
Mosco bu duruma “Tüketiciler pasif değil ancak üreticiler de aptal değiller.” şeklinde yorum getirmiştir. Bireyin karşı koyabilme gücü onun sosyo-ekonomik ve demografik konumuna bağlıdır. Ancak daha eğitimli ve bilinçli izleyiciler medyanın manipülasyonuna karşı koyabilir (Williams, 2003:89).
Ayrıca medya endüstrilerindeki kapitalistleşme, pazara girişi engellemekte ve egemen ekonomik güçlerin ayrıcalıklı bir konuma sahip olmalarına neden olmaktadır. Sorun sadece sahip oldukları birçok büyük şirketle birlikte çok sayıda medya kurumuna da sahip olan büyük sermayedarların sahip oldukları medya organları üzerinde doğrudan denetimleri değildir. Aynı zamanda medya sektöründe var olan ya da sektöre girmeye çalışan daha küçük gruplar üzerinde - yüksek maliyetli promosyon kampanyalarıyla ya da reklamcılara uygulanan indirimlerle- sahip oldukları baskı/iktidar potansiyelidir. Diğer taraftan medya kurumlarının sayısal olarak artmasının daha çok çeşitlilik ve seçenek ürettiğine dair liberal savın ihmal ettiği nokta, egemen hale gelen medya kurumlarının “çeşitliliğin” sınırlarını belirledi
ğidir. Medya sektörüne girebilmek için gereken oldukça yüksek maliyetlerden dolayı pazara girişte “bir sınıf süzgecinin” yerleştirildiği ve bu anlamda bir tahakküm
kurulduğu belirtilebilir. Ayrıca egemen liberal perspektif, reklamcılığın ticari yayıncılık ve basın üzerindeki mali gücünün önemini görmezden gelmektedir.
Reklam verenlerin reklam vermeme yoluyla medya içeriğini doğrudan etkileyebilme potansiyelleri söz konusudur ve bu potansiyel, medya sahiplerinin reklam verenlerin beklentilerine ve (ideolojik) çıkarlarına uygun yayın politikaları ve bu yönde bir otokontrol geliştirmelerine neden olabilir (Curran, 1992:147-148,155-164, Gurevitch ve Blumler, 1990:215-216).
Bir diğer önemli nokta da medya kurumları için izleyicilerin istatistiksel toplamlar olarak görülmesidir. Medyanın izleyicilere “rakamlar” olarak yönelmesi sonucu aritmetik kategorilere indirgenmiş olan izleyiciler, aşırı derecede bir örnekleştirilmekte ve bu süreçte korunmasız kalmaktadırlar. Böylelikle izleyicilerle ilgili olarak oldukça tutucu, medya endüstrilerinin kendi çıkarlarını pekiştiren ve kamusal iletişimde statükonun sürmesini sağlayan bir süreç yeniden üretilmektedir (Gurevitch ve Blumler, 1990:216).

Egemen liberal düşünceye göre serbest piyasadaki “gizli el”den dolayı medya kurumlarının yapısını son kertede belirleyen sadece izleyicilerdir. Serbest piyasa mantığının hakim olduğu sistemde medya sahipleri -eğer rekabetçi hedeflerinin tehlikeye düşmemesini istiyorlarsa- izleyicilerin isteklerini ve beklentilerini karşılamak zorundadırlar. izleyicilerin tutumlarına yönelik böylesi bir beklenti, medyanın demokratik idealleri karşıladığı şeklinde yorumlanmaya açık olsa da eleştirel ekonomi - politik yaklaşıma göre bir dizi sistemsel nedenden dolayı bu durumun gerçekleşemediği belirtilmelidir. Medya sektöründe egemen olan tekellerin medya ürünlerindeki/içeriklerindeki çeşitliliği, izleyici seçeneklerini ve de kamusal denetimi
azaltmış olduğu açıktır. Mülkiyet yapısındaki değişim, medyanın siyasi iktidarla da ilişkisini değiştirmiştir. Medya kuruluşlarının hükümetlerle kamu adına gözetim ilişkisi, büyük ölçüde kendi maddi çıkarlarını kollama ilişkisine dönüşmüştür.
Dolayısıyla üretim dinamiklerinin tüketim pratikleri üzerinde “sınırlandırıcı” bir etkiye sahip olduğuna dair vurgu, ne tüketim pratiklerinin kategorik olarak güdüp yönlendirildiği ne de tersine tüketicilerin tamamen özgür ve özerk bir konumda olduklarını ifade eder.
Ekonomi-politik yaklaşım ile kültürel çalışmalar okulu arasında önemli benzerlikler olduğu açıktır. Her iki yaklaşımda esas olarak eşitsiz güç/iktidar ilişkilerinin oluşumu ve yeniden üretimiyle ilgilidir. Bu anlamda her iki yaklaşım da kapitalist toplumların merkezî işleyişlerini genel olarak kabul eden liberal çoğulcu geleneğe oldukça mesafelidir (Golding ve Murdock, 1991:50). Bundan dolayı eleştirel bir medya çalışmasının medya metinlerinde anlamın nasıl kurulduğu ve nasıl okunduğu boyutuna odaklanan kültürel çalışmalar yaklaşımı kadar medyanın ekonomi
politiğine özel olarak duyarlı bu bakış açısını da içermesi gerekir.

MEDYA VE KÜRESELLEŞME

Küresel Çağda Yaşamak: Yeni Medya Teorileri
Küresel medya ve iletişimdeki büyüme hakkındaki ilk düşüncelerin modernleşme teorisi ile şekillendiğini söyleyebiliriz. 1950 ve 60’larda bir grup teorisyen
medyanın ekonomik ve sosyal gelişmelerdeki rolü üzerinde durmuşlardır. 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde anti-sömürgeci bir dönemin başlamasıyla, Afrika-Asya’da
bulunan sömürgeler özgürlüklerini kazanma savaşlarına girmişlerdi. Akademik çalışmalarda ise bu toplumların gelişebilmesi için geleneksel yapılarından ve değerlerinden arınmaları gerektiği sonucuna varıldı. Bu noktada modern değerlerin ve yapıların taşıyıcılığını yapmak gibi önemli bir rol medyaya verildi. Ancak 1970’lerin ortalarına gelindiğinde modernleştirme düşüncesinin hakimiyeti sona erdi. Modernleşme teorisi, geri kalmış ülkelerin gelişmiş ülkelerle aynı yolu izleyerek gelişebilecekleri tezine dayanmaktaydı. Gelgelelim 1960’lar ve 70’ler bu ülkelerin ekonomik açıdan daha da gerilediği dönemler olmuştu.
Modernleştirme teorisine ilk ve önemli bir meydan okuma, Batı ve dünyanın geri kalan kısmı arasındaki ayrılığı açıklamak üzere geliştirilen bağımlılık teorisinden geldi. Bu teoriye göre güney ülkelerinin eski sömürgeci sahiplerine bağımlılıkları devam ettiğinden gelişmeleri mümkün değildir. Politik bağımsızlığa rağmen bu ülkelerde kolonyalizmin; yani sömürgeciliğin etkileri hâlâ devam etmektedir.
Kolonyal güçler bu ülkelerden geri çekilirken arkalarında siyasal sistemlerini, dillerini, değerlerini ve yaşam tarzlarını bırakmışlardır. Bu etkiye neo-kolonyalizm adı da verilir. işte medya, Latin Amerika’da süregelen neo-kolonyalizmin ebedileştirilmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Eğer kolonyalizm emperyalizmin bir türü ise bu durum kültürel emperyalizm olarak adlandırılabilir. Medyanın bu kültürel emperyalizmde kuzeyin değerlerini güneye taşıma açısından önemi büyüktür (Williams, 2003:215-218).
Kimi eleştirmenler, yeni medya teknolojilerinin ve yeni medya formlarının gelişimini ve etkilerini bilgi/enformasyon toplumu ve küreselleşme olgularıyla açıklamaya çalışmaktadırlar. Enformasyonun/bilginin öneminin her geçen gün arttığı hepimizin malumudur. Şüphesiz bilgi, her birey için gereklidir; çünkü bilgi güçtür; ancak enformasyon/bilgi toplumunda bilgi aynı zamanda toplumun temel eksenidir. Yeni medya girişimcileri, hükümetler, kanun koyucular; bilgi toplumunun gelişimi konusunda iyimserdir. Örneğin bilgisayar yazılım devi Microsoft’un sahibi Bill Gates, bilginin gücü sayesinde eşitsizlik ve önyargılara meydan okunabileceğini iddia etmektedir. Bu bakış açısı McLuhan’ın görüşleriyle paralellik göstermektedir.
Post-endüstriyel çağın bilgi toplumunda medyanın da önemli bir yeri vardır. Kimi teorisyenlerin ise enformasyon toplumuna dair böylesi umut verici bir tablo konusunda şüpheleri vardır. Onlara göre bilginin yaşadığı bu patlama, kapitalizmin ve eşitsizliklerin devamını sağlamaktadır. Çünkü esas amaç, bilgi ve kültür ürünlerinin kamu yararına kullanılması değil her zaman maksimum kâr elde etmektir.
Schiller’in ifadesiyle zengin, bilgi cennetine kavuşurken fakir, bilgi çöpüyle idare edecektir. Medya ve kültür  endüstrisindeki gelişme ve bilgi toplumunun yükselişi; kültür, eğitim ve politik standartlarda yaşanan düşüşle aynı zamanda gerçekleşmiştir. Bazı eleştirmenlere göre bu durum rastlantısal değildir; zira daha çok bilgi, daha kalitesiz bilgiyi beraberinde getirmiştir. Medyanın bu süreçteki etkisi magazinleşme şeklinde açıklanmaktadır (Williams, 2003:223-227).
Medya ve Küreselleşme
Özellikle 1980’lerin başlarından itibaren yeni iletişim teknolojilerindeki radikal değişimle birlikte benzersiz gelişmeler yaşanmaktadır. Uydu, internet ve dijital iletişim araçları gibi yeni iletişim teknolojileri zaman ve mekân algısını değiştirmiştir.
Küresel medya sayesinde artık günümüzde insanlar, fiziksel olarak yaşadıkları yere/mekâna sıkışıp kalmak zorunda değildir. Ayrıca Türkiye’nin ya da dünyanın bir ucundaki gelişmeleri takip etmek ya da oradaki insanların deneyimlerini paylaşmak için kalkıp oralara kadar gitmemiz gerekmiyor. Yeni iletişim teknolojileri bunları ayağımıza kadar getiriyor. Küresel medya içerikleri artık dünyanın istisnasız her yerinde tüketilmektedir. Yeni iletişim teknolojileri sayesinde dünya, fiziksel olarak olmasa da algısal olarak daha önce hiç olmadığı kadar küçülmüş durumdadır. Bugün milyarlarca insan, uydu ve internet teknolojisiyle düne kadar sahip olmadıkları bir dizi kültürel ve sosyal deneyimi yaşayabiliyor. Hangi teorisyen ne isim verirse versin küresel medya ve kültürün etkisini çok açık bir şekilde görebiliyoruz.
 
Küreselleşme ve medya ilişkisini çalışan akademisyenler arasında önemli görüş farklılıkları vardır. 5. ünitede gördüğümüz gibi sürece sadece olumlu ya da olumsuz boyutundan bakanlar olduğu gibi sürecin her iki boyutuna da dikkat çekenler vardır. Kültürel emperyalizm tezinin savunucuları, küresel kültür ve medya devlerinin kontrolü tamamen ele geçirdiğini belirtirler. Gerçekten de günümüzde küresel medya piyasası medya ürünlerini üretip dağıtan büyük çok uluslu şirketlerin hakimiyeti altındadır. Örneğin 1979’da dünya haberlerinin % 80’i beş büyük Batı haber ajansından gelirken 2001 yılı itibarıyla ise dünya haber akışını büyük ölçüde AP (Associated Press), Reuters ve AFP(Agence France-Presse) sağlamaktadır.
Genel olarak küresel medya pazarına baktığımızda ise bugün 7 çok uluslu şirketin hakimiyetini görmekteyiz: AOL/Time Warner, Disney, Sony, News Corporation, Viacom, Vivendi ve Bertelsmann. Bu şirketlerin hiçbiri pazara bir medya şirketi olarak girmemiştir; medya piyasasına girişleri ise aşağı yukarı 15 yıl öncesine dayanmaktadır. Hepsi de 2001 yılında dünyanın en büyük 300 finansal olmayan şirketler listesinde yer almaktadır (Adaklı, 2006: 38; Bilton vd, 2003: 331-332).
Kimi teorisyenler ise küreselleşmeyle Batılı kültürlerin diğer kültürlerle kaynaştığını ve Batıdan olmayan yeni örneklerin ortaya çıktığını ileri sürmektedirler.
Ne tamamen Batılı ya da Amerikalı ne de yerel, dünyanın her tarafından gelen etkilereaçık bu tip kültürel karışımlara melez (hybrid) kültür denmektedir. Melez kültürlerin oluşmasında ise medya endüstrilerinin etkisi tartışmasızdır. Ayrıca yerel kültürler Batının medya teknolojilerini kullanarak kendi kimliklerini dünya çapında
yaygınlaştırabilmektedir.
5. ünitede gördüğümüz gibi kültürel emperyalizm teorisi, dünyanın herhangi bir bölgesindeki otantik, geleneksel ve yerel kültürlerin özellikle ABD’nin göz alıcı ticari
ya da medya ürünleri tarafından yok edilmeye çalışıldığını öne sürer. Bu tezin destekçileri, kültürel emperyalizmi çok farkı şekillerde açıklamaktadır. Örneğin Schiller’e göre medya ve medya teknolojilerinin, Amerikan’ın savaş sonrası dönemde ekonomik, politik ve askerî tahakkümünde önemli bir rolü vardır. Diğer bir deyişle Amerikan medya ürünlerinin küresel düzeyde yayılımı, Amerikan yaşam tarzının dünyanın dört bir yanına benimsetilmesini ve Amerikanın gücünün/etkisinin sürdürülmesini sağlamaktadır. Amerikanlaşma terimi, zararsız olarak görülen medya ürünlerinin -Hollywood filmleri ya da çizgi filmlerinin- izleyicileri Amerikan kültürüne adapte etmesi olarak tanımlanabilir. Amerikan medyasının egemenliği aslında sahip olduğu birtakım avantajlarla da açıklanabilir. Örneğin Amerikan TV programları daha çok izlenir; çünkü senaryoları daha karmaşıktır, oyuncular daha çekici ve tanınmış kimselerdir, daha yeni teknolojiler kullanılarak çekilmişlerdir ve yapımlar daha başarılıdır. Ancak en önemli neden, Amerikan piyasasının sahip olduğu ekonomik avantajdır. Ancak bu tez, Amerikan çizgi romanlarını okuyan ya da filmlerini izleyen insanların bunlardan doğrudan etkilendiği şeklinde anlaşılmamalıdır.
Medyanın küreselleşmesi ve küreselleşme ideolojisinin taşıyıcılığını yapması son derece önemlidir. Özellikle tüm dünyayı saran internet ağları ulusal sınırları bir anlamda geçersizleştirmiş, metaforik olarak ulus-devletin sınırları kalkmıştır.
Başta internet olmak üzere küreselleşme sürecinin en önemli taşıyıcıları olarak yeni iletişim teknolojileri, ulusal sınırların aşılarak ulus-ötesi kamusallıkların oluşmasını mümkün kılmaktadır. Böylece ulus-devletlerin türdeş ve dışa kapalı ulusal kültürleri korumaları oldukça zorlaşmıştır. Küresel kapitalizm, sadece küresel ekonomi-politiği yapılandırmakla kalmamakta; bu süreç içinde kapitalizmin ve tüketim kültürünün değerlerini ve yaşam felsefesini taşıyan ticarileşmiş medya ürünlerinin dağıtım yoluyla küresel kültürü de belirlemektedir.Gerçekten de günümüz tüketim kültürünün ve tüketimcilik ideolojisinin yeniden üretiminde medyanın çok önemli bir rolü vardır.
Günümüzde küresel bir görünüm arz eden kitle iletişim araçları, başından beri hem küreselleşme
sürecinin hem de küreselleşme ideolojisinin yeniden üretiminde belirleyici bir rol oynamaktadır.

iNTERNET
Yalnızca bir iletişim/enformasyon aracı olmayan, aynı zamanda bir kültür, kimlik, siyaset ve ekonomi alanı/aracı olan internet; 2000’li yıllarda toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamda kritik bir rol oynamaya başlamıştır. Tüm dünyada internete erişim imkânına sahip kullanıcı sayısı 1995 yılında 1 milyonken 2002 yılında yaklaşık 550 milyon olmuştur. Mart-2009 itibarıyla dünyada internet kullanıcı sayısı 1,5 milyarı geçmiştir. (http://www.internetworldstats.com/stats.htm). 16 yıllık internet geçmişi olan Türkiye ise yine Mart-2009 verileriyle nüfusun % 35’ine karşılık gelen yaklaşı
k 26.5 milyon internet kullanıcısı ile Avrupa’da en çok internet kullanıcısı olan 7. ülke konumundadır (http://www.internetworldstats.com/stats4.htm#europe).
internetle ilgili çeşitli ve en güncel istatistikler için http://www.internetworldstats.
com/stats.htm adresine bakabilirsiniz.
iletişim araçları, bilgisayar sistemleri ve telekomünikasyon sistemlerinin bir araya gelmesi ile ortaya çıkan internet, şimdiye kadar var olan iletişim ortamlarından oldukça farklı bir iletişim ortamı yaratmıştır. Televizyon, gazete gibi kitle iletişim araçları üzerinde gerçekleşen iletişim, tek yönlü olmasından dolayı merkeziyetçi bir görünüm arz eder. internetin başlıca özelliği ise adem-i merkeziyetçi doğasıdır.
internet ortamında gerçekleşen iletişim, tek yönlü değil iki yönlüdür. Kullanıcı,edilgen bir konumda bulunmamakta; kullanıcının etkin olarak hareket edebilmesi mümkün olmaktadır. Ayrıca kullanıcılar, sadece alıcı/tüketici değil aynı zamanlayıcı/üretici olabilmektedir. internet, etkileşimli doğası nedeniyle sürekli geri besleme alarak dönüşen ve yeniden şekillenen bir iletişim ortamıdır. Elektronik bir coğrafya olan internet aynı zamanda sosyal bir mekândır.
internetin ortaya çıkması geleneksel iletişim araçlarını ortadan kaldırmış mıdır?
Endüstri sonrası çağın teknolojik altyapısını oluşturan enformasyon ve iletişim teknolojilerinden en önemlisi olan internet, daha önceki dönemde gerçekleşmemiş
yeni “kimlikleri,” yeni “ilişkiler”i ve “sanal cemaatler”i gündeme getirmiş durumdadır. Yakın zamana kadar var olması için fiziki bir bedene ihtiyaç duyan kimlik(ler), artık somut bir beden olmaksızın var olabilmekte ve kamusal alana dâhil olabilmektedir. Diğer bir deyişle kişiler, gerçek kimliklerinden sıyrılarak başka kimliklere bürünebilmekte; karşısındaki ile aslında sahip olmadığı bambaşka bir
kimlikle iletişim kurabilmektedir. Ayrıca internet ortamında yüz yüze iletişimin olmayışı katılımı önemli ölçüde artırmakta ve kolaylaştırmaktadır. Çok sayıda insan fiziksel bir yakınlık ve temas olmaksızın sanal cemaatler içerisinde kendilerine yer bulmaktadırlar. internet, katılımcılar arasındaki mevcut sınıfsal, etnik, ırksal, toplumsal cinsiyet ve yaşa ilişkin farklılıkları görünmez kılan bir ortam sunmaktadır.
internetin oluşturduğu kamusal alan, çağımızın önemli teorisyenlerinden Habermas’ın ideal kamusal alan için şart koştuğu herkesin eşit katılımını bir düzeyde mümkün kılmaktadır. Ancak internet, on binlerce **laşama (chat) ve tartışma grubuyla,katılımı çok kolaylaştıran; fakat bir sonuca ulaşmanın, anlaşmasının aynı kolaylıkla gerçekleşmediği bir ortamdır. Bu çerçevede, kamuoyu oluşturma işlevinin
internet ortamında da çok geçerli olmadığı belirtilebilir.
Diğer taraftan sanal cemaatler, gerçek yaşamdaki ve toplumsal ilişkilerdeki kimi tehlikeli ya da istenmeyen durumlardan korunma imkânı verir. Böylelikle alternatif
ilişki ve toplumsallaşma imkânları sunar. fiüphesiz bu yeni ve alternatif ortamı benimseyenler için içe kapanma ve dışarıdaki gerçek yaşamı yok sayma tehlikesi de söz konusudur. Yine de sanal cemaatleri çekici kılan unsurlardan biri, modern toplumsal hayatın getirdiği tüm “maske”leri, başka maskeler takma pahasına, bir tarafa bırakmayı kolaylaştırmasıdır. Anonim bir karaktere sahip olan sanal cemaatlerde insanlar bir takma ad (nickname) arkasına gizlenebilirler. Toplumsal kontrol mekanizmalarının işlemediği bu ortamlarda “üst ben”den gelen toplumsal baskıları bir tarafa bırakarak "ben"lerini serbest bırakmanın verdiği hazzı ve keyfi yaşayabilirler. Gerçek yaşamlarında /ilişkilerinde çekingen ve içe dönük olanların sanal cemaatler içinde daha rahat hareketleri elirtilmektedir. Ayrıca “takma ad” arkasında inşa edilen yeni kimlikle insanlar, birer fantezi olarak içlerinde yaşattıkları birçok duyguyu kolayca ifade edebilmekte ve bir tür rahatlamayı yaşamaktadır. Peki, bu şekilde gerçekleşen yeni ilişki ve aidiyet biçimleri gerçek yaşamdaki gerçek ilişkilere alternatif midir? Sanal sohbetler ve ilişkilerin yüz yüze ilişkilerin yerini alma tehlikesi söz konusu mudur? Bu sorulara şimdilik olumlu yanıt vererek karamsar bir tablo oluşturmak zordur. Zira yapılan araştırmalar birçok insanın sohbet odalarını yüz yüze ilişkiye girmek ve fiziksel olarak bir arada olmak istedikleriyle tanışma yeri olarak gördüklerini göstermektedir.
Sanal cemaatlere daha olumsuz yaklaşanlara göre ise sanal cemaatler, "sahte cemaatler" dir. Mekânsal yakınlığın olmadığı, samimiyetten uzak olan ve yeterince güven
telkin edemeyen sanal cemaat ilişkilerinin yaygınlaşması, insanların gerçek yaşamdaki “gerçek” ilişkilerini zedelemekte ve yoksullaştırmaktadır. internet, güçlü toplumsal bağlar yaratma ve sürdürme konusunda fiziksel yakınlığın ve yüz yüze ilişkinin önemini azaltmaktadır. Ayrıca sanal cemaatler, insanların son derece değerli olan zamanını ailelerinden ve diğer yakın çevrelerinden çalmaktadır. Belirsiz ve değişken ilişkilerin belirleyici olduğu bu siber âlemde samimilik ve güvenilirlik son derece az olduğundan “yabancılaşma”yı artırıcı bir boyutu söz konusudur.
internette coğrafi mesafeler, sınırlar ve uzaklıklar ortadan kalkmış, ulus-devletin önemi ve etkisi silinmiştir. Hem ulus ötesi hem de uluslararası bir bağlam yaratan internet, küreselleşme sürecinin ivme kazanmasında da önemli bir rol oynamaktadır. Küresel internet uzamının bir üyesi olma durumuna işaret eden nettaşlık kavramı gündeme gelmiştir. Aynı ağı paylaşan insanlar zaman, mekân ve ulusdevlet
kısıtlamalarının var olmadığı bir üst kimlik/kültür oluşturabilmektedir. Bu doğrultuda internetin tarihsel birey-devlet ilişkilerini de önemli ölçüde değiştirme potansiyeli söz konusudur. internetteki iletişimin gözetlenmesinin zor oluşu, her türlü enformasyonu sonsuz yayma ve kullanma imkânları yaratması kayda değerdir.
internet kadar açık ve şeffaf olan bir başka iletişim aracı şimdilik söz konusu değildir. internet, siyasetle ilgili enformasyona ulaşma imkânlarını artırmakta ve
yurttaşlara demokratik siyasi katılım ve temsille ilgili yeni imkânlar sunmaktadır. (Gökalp, 2007; Bozkurt, 2000; Uğur ve Bilici, 1998; Subaşı, 2005).
Küreselleşme süreciyle artan gelir dağılımı eşitsizliğiyle birlikte hem bölgeler ve ülkeler arasında hem de tek bir ülke içinde internet gibi yeni iletişim araçlarından faydalanmada da eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Kişi başına düşen gelirin yüksek olduğu 1. dünya ülkelerinde toplumun büyük çoğunluğu, kişi başı gelirin düşük olduğu 2. ve 3. dünya ülkelerinde ise küçük bir azınlık internet erişimine sahiptir.
internete erişim için gereken kişisel bir bilgisayar, bu bilgisayarı ağa bağlayacak bir telefon hattı ve modem aracı ile bağlantı ücretini karşılayamayan henüz milyarlarca
insan söz konusudur.
Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi Mart 2009 verileriyle Kuzey Amerika kıtasında yaşayan her yüz kişiden 74’ü, Avrupa’da yaşayan her yüz kişiden 49’u internet
erişimine sahipken Orta Doğu’da yaşayanların % 23.3’ü, Asya’da yaşayanların ise % 17.4’ü ve Afrika’da yaşayanların ise sadece % 5.6’sı internet imkânına sahiptir.
Ekonomik olarak internete erişim imkânı olan insanlar farklı enformasyona ve bilgiye erişme imkânına ya da şansına sahip olurken internet erişimi olmayan düşük gelirli veya yoksul insanlar bilgi ve enformasyon yoksulu olmaya da devam etmektedir.
Başta internet olmak üzere dijital ortama erişim ve faydalanmada dünyadaki insanlar arasında oluşan bu uçurum literatürde dijital bölünme (digital division)
olarak adlandırılmaktadır. internetin bilginin ve enformasyonun demokratikleşmesinde
önemli bir rol oynayabilmesi için internete erişimde gereken asgari donanımın ucuzlaması ve gelir dağılımındaki eşitsizliklerin giderilerek geniş halk kesimlerinin
satın alma gücünün yükselmesi gerekmektedir. Yoksa internetin özgürleştirici boyutu ya da demokratik kullanımı, ona ulaşabilecek nüfus ile sınırlı kalacak,bu da sınıfsal tabakalaşmayı yeniden üretecektir.