30 Nisan 2014 Çarşamba

Richard Sennett: Kamusal insanın Çöküşünden Yeni Kapitalizmin Kültürüne



GiRiŞ.


Günümüz çağdaş sosyolojisinin en önemli ve en üretken sosyologlarından biri olan Richard Sennett’in sosyolojisi modern toplumda duygusal ilişkilerin/bağların ve endüstriyel kapitalizmin bu duygusal ilişkilerde yarattığı erozyonun araştırılması olarak tanımlanabilir. Sennett, bireylerin yaşadıkları ve çalıştıkları yerlerle ilgili maddi gerçeklikleri nasıl anlamlandırdıklarını ve toplumsal engellere rağmen insanların kendi deneyimlerini nasıl kendi kendilerine yorumlayabildiklerini ortaya koymaya çalışır.


Kent sosyolojisi çalışmaları da bulunan Sennett, kentsel yasamı toplumsal bütünlük çerçevesinde çözümleyen sosyologlardan biridir. Ona göre kentin en önemli özelliği, kişisel farklılıkları gizlemeden ve kişisel değerleri başkasına dayatmadan başkalarıyla ilişki kurma fırsatı veren bir kamusal alan olmasıdır.


Sennett, kent tasarımının toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini inceledigi Gözün Vicdanı adlı eserinde, modern kültürün “iç” ve “dış” arasında bir ayrımdan kaygı olduğunu belirtir. “Açılma korkusu”ndan kaynaklanan bu ayrım, öznelyaşantı ile sosyal yaşantı arasında, benlik ile kent arasındadır. Kentte insan ilişkilerialışveriş ve turizm etkinliklerine indirgenerek, kent anlamsızlaştırılmış ve kimliksizleştirilmistir. insanlar bu duruma gönüllü olarak katlanır görünmektedir.


Açılma, incinme olasılığını içerir. Bu nedenle, kentli insan temkinli olmakta ve açılmaktan korkmaktadır. Sennet’e göre, modern kültürün sorunu, kamusal mekânların nasıl düzenleneceği, kişiliksizliğin ve kimliksizliğin nasıl giderileceği ve kentsel mekânın yeniden insan yaşantısının bir boyutu haline nasıl getirileceğidir. Sennett, Düzensizliğin Kullanımları: Bireysel Kimlik ve Kent Yaşamı adlı çalışmasında sınıf, kent yaşamı ve kimlik üzerinde durur. Kamusal insanın Çöküşü (1996) kitabında ise modern toplumda kamusal ve özel yaşamın değişen dengelerini ele almaktadır. Sennett’e göre, modern batılı kentlerde kamusal alan canlılığını kaybetmiş, narsist bir kişilik gelişmiş ve kentlerin topluluklara parçalanması sonucunda mahrem bir toplum ortaya çıkmıştır.


Sennett, kamusal alanın oluşumunu ve değişimini ele alırken 19. yüzyılda özellikle sanayi kapitalizmi ve sekülerleşme süreçleri ile değişime uğrayan kamusal alan üzerinde durmaktadır. Kamusal alan tartışması ekseninde bu alan büyük ölçüde Sennett’e göre kişiselleştirilmiştir. Kamusal alan, özel alan, aile,
kent yaşamı çerçevesinde sanayi kapitalizmi ve sekülerleşme süreçleri ile birlikte ele alınmalıdır. Sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı kentler, kentlerdeki ortak kullanım ve karşılaşma alanları olarak kahvehaneler, parklar ve mağazalar kamusal alanın ortaya çıkmasında ve aynı zamanda dönüşmesinde önemli mekânlardır.


Richard Sennett: Kamusal insanın Çöküşünden Yeni Kapitalizmin Kültürüne


Sennett’in en önemli vurgusu kapitalizmin kamusal alanın dönüşümünde
ve çöküşünde meydana getirdiği değişimlerdir. 20. yüzyılda artık kamusal
alan 18. yüzyıldaki önemini yitirmiş, mahrem alan önem kazanmış ve insanlar
kendilerini özel alanlarına kapatmaya başlamışlardır. (www.richardsennett.
com; Özyurt, 2007: 117-118).


Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü (2009) ve Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde işin Kişilik Üzerindeki Etkileri (2008) adlı kitaplarında ise yeni kapitalizmin çalışanlardan esneklik, değişime ve yeniliğe açık olma, seri hareket etme, rekabetçi olma, risk alabilme ve belirsizliklerle baş edebilme gibi beklentilerinin çalışanlar üzerindeki etkilerini konu edinir. Yeni kapitalizmin çalışma koşullarının kişisel bazı sonuçları olduğunu; esneklik, kontrol, merkezsizleşme, değişim, uzun süreli bağlılığın ortadan kalkması gibi nedenlerle bireylerin yönlerini kaybettiklerini ifade eder. Çalışma koşullarının sürekli olarak değişmesi ve esnekleşmesi bireylerin duygusal ve psikolojik iyiliklerini tehdit etmektedir.




KAMUSAL ALANIN DÖNÜŞÜMÜ YA DA KAMUSAL iNSANIN ÇÖKÜŞÜ.


Sennett, Kamusal insanın Çöküşü (1996) eserinde modern toplumda kamusal ve özel yaşamın tarihsel süreç içerisinde nasıl farklılaştığını inceler. Kamusallık/kamusal alan, özel alan, aile ve mahremiyet olgularının ve bu olgulara yönelik algıların geçirdiği dönüşümü Paris ve Londra’daki kent yaşamı, gündelik hayat ve davranış kalıpları bağlamında ele alır.





Richard Sennett (1943-) 1943 yılında Chicago’da doğan Richard
Sennett eğitimini Chicago ve Harvard Üniversiteleri’nde tamamlamıştır. 1970 yılında New York Üniversitesi’nde New York Beşeri Bilimler Enstitüsü’nün kurucularından biri olmuştur.
Harvard ve New York Üniversiteleri ile London School of Economics’te çalışmaya devam ederken 1980’lerde UNESCO’ya danışmanlık yapmış, ayrıca Amerikan Çalışma Konseyi’nin başkanlığını üstlenmiştir. Sennett New York Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarına devam etmekte, ayrıca Londra’da London School of Economics’de ders vermektedir. Özellikle kent sosyolojisi, kapitalizmin değişen karakteri ve çalışanlar üzerindeki etkileri, bedenin tarihi üzerine çalışmaları bulunan Sennett’in eserlerinin büyük bölümü Türkçe’ye de çevrilmiştir. Richard Sennett’in Türkçe yayımlanmış kitapları arasında Kamusal insanın Çöküşü, (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 1996) Gözün Vicdanı, Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam, (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999); Ten ve Taş, (istanbul: Metis Yayınları, 2002); Otorite, (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005) Saygı, (istanbul: Ayrıntı Yayınları,2005); Karakter Aşınması, (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008); Yeni Kapitalizmin Kültürü, (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 2009) ve Zanaatkar, (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 2009) sayılabilir. 




Sennett, bu dönüşümü ayrıca sanayileşme, kapitalizm ve sekülerleşme olgularıyla ilişkilendirerek analiz eder. Bu analizde kapitalizmin kamusal alanın dönüşümünde ve çöküşünde meydana getirdiği değişimler merkezi önemdedir.


Sennett, kamusal alanı bireylerin kahvehane, park, mağaza gibi kamusal mekânlarda toplumsal ilişkiler kurma fırsatlarını değerlendirdikleri daha bir sivil alan olarak görürken, Habermas halkın devlet otoritesinden bağımsız olarak kendi düşüncesini, söylemini ve eylemini inşa ettiği daha siyasal bir alan olarak ele alır.




Kendi alanlarında çığır açan, onlarla hesaplaşmadan yeni bir şey söylemenin zor olduğu kitaplar vardır. Richard Sennett’in düşünce tarihinin başyapıtlarından biri olan Kamusal insanın Çöküşü böylesi bir kitaptır: Tarihten sosyolojiye, psikolojiden antropolojiye entelektüel bir şölendir.
Sennett, Kamusal insanın Çöküşü’nde özgünlük ve entelektüel derinlikle dengesizliğin yol açtığı sorunları inceliyor. Ona göre, hayatın, aile ve yakın dostlar dışındaki parçası olan “kamusal hayat” bir zamanlar “hayat dolu”ydu ve kişiler için çok önemliydi. “Yabancı”larla duygusal bağlar kurarak insanın oyun yeteneğini çoğaltan, toplumsallaşmasını/medenileşmesini sağlayan bir kamusallık vardı.
Bütünlüklü ifadesini 18. yüzyıl Avrupa şehirlerinde bulan bu kamusallık zamanla ağırlığını yitirerek yerini “özel hayat”a bıraktı. Kamusal hayat artık özel hayatın gerektirdiği oranda önemli olmaya başladı. Sennett, bugün, tanımadığımız ama aynı şehirde yaşadığımız insanlarla kurulacak çok boyutlu ilişki ve hazlardan yoksun kaldığımızı söylüyor ve şu soruları soruyor: Yabancı, nasıl tehdit edici bir unsura dönüştü? Sessiz kalarak
seyretme, kamusal hayatın tek yolu haline nasıl geldi? Yalnız kalma, bir hak
olarak nasıl oluştu? Özel hayat ilgi odağı haline nasıl geldi? Politikacıları neden yaptıklarına ve programlarına bakarak değil de kişisel özelliklerine göre değerlendiriyoruz?
Evlerimize özen gösterdiğimiz halde sokaklarımız neden pis?
Sennett, kamusal alanların yaşanan mekânlar olmaktan çıkıp gelip geçilen yerlere dönüşmesiyle yüreklerimizi sevgili ve dostlarımızın dışında kimseye açamadığımızı, özel hayatına kapanan kişiliklerimizin giderek güdükleştiğini, başka insanlarla oyun oynama yeteneğimizi yitirmemizin bizi nasıl eksilttiğini tarihsel/toplumsal bir perspektişe işliyor. Bu süreci Balzac ve Diderot’nun yazılarına, Paganini ve Liszt’in müziğine, tiyatro ve izleyicinin davranışlarına, mimariye, Dreyfus olayına ve Richard Nixon’ın kariyerine, özel ve kamusal hayatın konuşma ve giyim biçimleri gibi gündelik örneklerine bakarak anlatıyor. Modernlikle birlikte özel hayatına tutsak olan insanın kamudaki sessizliğini, yalnızlığını, yaşayan değil seyreden bir insan haline gelme tarihini inceliyor. Sennett, bütün bunlara rağmen umutsuzluğa kapılmıyor. Yitik bir kamusal cenneti hayal etmek yerine, kişilerin yakın dostları arasındaki kadar rahat ve güvenli olduğu, oyuna önem verdiği, nezaketi elden bırakmadığı bir ortamda, şüpheyi en aza indirerek “ötekini tanıma”nın imkânlarını araştırıyor. Sokakta “öteki”ne “merhaba” demek isteyenler için...
[Richard Sennett’in Kamusal insanın Çöküşü (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 1996) kitabının arka kapak yazısı]




Habermas’ın ilk kez 1962’de yayınlanan ve 1989’da ingilizceye çevrilen (Türkçe’ye de 1998 yılında çevrilmiş olan) ve Kamusallığın Yapısal Dönüşümü adlı çalışmasında Habermas, kamusal alanın tarihsel oluşumunu, dönüşümünü ya da yozlaşmasını anlatır. Faklı bir ifadeyle, 17. yy sonunda, feodalizme ve merkezi devlete karşı, akılcı-eleştirel bir tartışma zemini etrafında oluşan, görece eşitlikçi yapıdaki bir kamusallıktan, 20. yy başında, modern refah devletinin ortaya çıkmasıyla, kamusal alanın eşitlikçi niteliğinin azalmasına dek geçen süreci analiz eder. Şimdi kısaca Habermas’ın çalışması üzerinde duralım.


Habermas ve Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü.


Habermas, kamusal alanı iki dönem çerçevesinde inceler. I- Rekabetçi pazar anlayışı ve birey temelli liberal kapitalizmin hakim olduğu, Habermas tarafından oldukça idealleştirilen, burjuva kamusal alanın ortaya çıkışının ve kurumsallaşmasının yaşandığı birinci dönem. II- Birinci dönemde oluşan eşit katılım, herkes için ulaşılabilir olma, rasyonal-eleştirel tartışma gibi ideal ilkelerin yozlaştığı, gelişmiş örgütlü kapitalizmin hakim olduğu sosyal refah devleti dönemini içeren ikinci dönem.


Habermas’a göre, tarihsel olarak burjuva kamusal alanı 17. ve 18. yüzyıllarda
devlet-kapitalizm ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aslında Klasik Yunan’dan beri varolan özel-kamusal farklılaşması, kapitalist ekonominin hızlı geliştiği ve burjuva anayasal devletin kurulduğu 17. ve 18. yy. Avrupası’nda daha değişik ve yeni bir biçim almıştır. Habermas, feodal devletten modern devlete geçişi, ‘temsili kamu’dan ‘kamu otoritesine’ geçiş olarak nitelendirir. Tabii ki, burada sözedilen temsil, feodal hükümdarın halkını temsil etmesi değil, halkın önünde, iktidarın cisimleşmiş hali olarak bizatihi kendisinin temsilidir. Habermas, temsili kamunun kurumlarının, yani soyluluğun, krallığın ve kilisenin çözülmesi sonucunda temsili kamunun yerini kamu otoritesine terkederek ortadan kalktığını belirtir. Habermas’a göre, kamu otoritesi, meşru zor kullanma tekelini elinde tutan bürokratik bir aygıtın, bu aygıt içerisinde mevki sahibi olmayan ‘toplum’ üzerinde kurduğu düzenleme ve denetleme faaliyetini ifade eder (Habermas, 1995). Gerçekten de, ortaya çıktığı haliyle burjuva kamusallığının belirleyici özelliklerinden birisi kamusal alan ile özel alanın birbirinden ayrılmasıdır. Burada önemli bir nokta Habermas’ın burjuva kamusal alan derken bu alanı oluşturanın burjuvazinin sınıfsal konumu değil, toplumun ‘burjuva’ niteliğiydi ve bu burjuva toplumu belli bir kamusal alan çerçevesinin oluşumuna yol açtı. 16. yy’da ticari kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan sivil toplum, kamusal otoritenin/devletin egemenliğine rakip ve buna alternatif kaynağı olarak göründü. işte bu tarihsel konjonktür içinde devlet ile kaynağını devletten bağımsızlaşmış iktisadi ilişkilerde ve ailede bulan özel alan arasında yeni bir kamusal alan ortaya çıktı. Burjuva kamusal alanı, akıl yürüten bireylerin devletin yönetimine dair bir araya geldikleri, tartıştıkları, karar ürettikleri bir zemin olarak ortaya çıktı. Bu zemin kamusal otoritenin/devletin bir parçası olarak değil, bizatihi kamusal otoriteye karşı oluşturulmuş bir eleştirel alan olarak gelişti. Kamusal otorite ile kamusal alan arasındaki bu çatışmanın nedeni ise esas olarak egemenlik iddialarının meşruluğu üzerindeydi.


Özel alanın ekonomik alanla birlikte en önemli unsurlarından birisi olarak, Habermas, burjuva aileyi gösterir. Ailede oluşan ve kamusal alanda temsil edilen kimliğin özellikleri ise ‘burjuva’ ve tabii ki ‘erkek’ olmasıdır. Bu alanda elde edilen kimlik ve özgürlüğün aileyle sınırlı kalmaması ise 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan günlüklerin ticari olmayan mübadelesi ve mektupların, romanların, biyografilerin yaygınlaşması ile gerçekleşti


Ayrıca Habermas, eleştirel dergilerin ve gazetelerin 17. yüzyıldan itibaren görülmesine de özel bir önem atfetmektedir zira, bu tür yayınlar edebi ve kültürel konuların yanı sıra politik tartışmaları ve görüşleri de içermekteydi. 17. yy sonları ile 18. yy başlarında Paris ve Londra’nın salon ve kahvehaneleri bu tartışmaların merkezleri olmuştur. Bu yerler, kişilerin karşılaşıp, önceleri edebi sonraları ise genel meseleleri tartıştıkları başlıca yerler haline gelmiştir. 

Tartışmalarda statüler önemsenmeyerek, muhakemelerin niteliği göz önüne

alınmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar ilke olarak kültürel sermayeye - kitaplar, dergiler, gazeteler yoluyla - erişebilen herkese açıktır. Özgürlüklerini özel alanda kazanan bireyler devlete ve topluma ait meseleleri rasyonel-eleştirel bir tarzda tartışmak üzere herkes için erişilebilir olan kamusal alanda bir araya gelmektedirler.


Habermas’ın tarif ettiği kamusal alanın önemi özel alan tarafından belirlenen bu alanın akılcı-eleştirel tartışmanın tek zemini olmasından kaynaklanır. Habermas’ın en azından teorik olarak herkesi kapsadığını belirtirken, buradaki ‘herkes’ aslında burjuva ya da mülk sahibi erkeklerdir.


Bu tartışma zemininde topluma ve devlete dair yapılan tartışmaların sonunda
varılan kararların devleti de şekillendirmesi gereğinin önemi vurgulanmaktadır.


Bu şekillendirme çabası, Habermas’a göre, toplumsal ilişkileri düzenleyen ve
devlet eylemlerini yöneten kurallar bütünün meşruiyetini kamusal alandaki tartışmalardan elde etmesinin gerçekleştirilmesi mücadelesidir. (Habermas, 1962).


Ancak devlet kendi özgün yapısı ve mekanizmasıyla burjuva kamusal alanın otorite sağlamasına karşı mücadele eder. Yani, akılcı eleştirel tartışma zemini olarak burjuva kamusal alanla devlet arasındaki ilişki gerilimli bir ilişki olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gelişmiş örgütlü kapitalizmin hakim olduğu, sosyal refah devleti dönemi ise Habermas tarafından kamusal alanın yozlaştığı dönem olarak addedilir. Habermas’a göre, özel alanın kurumlarından ekonomik alan, bu dönemde, devletten bağımsız ve özgürlüğün kazanıldığı alan olmaktan çıkıp, devletin müdahalelerine açık bir hale gelmiştir. Ekonomi ile devlet arasındaki kurumsal-örgütsel ayrılık ortadan kalkmış, ve devlet ile ekonomi iç içe geçmiştir. Bu dönemde aile ise daha da özelleşmiş, mahremiyeti iyice yoğunlaşmış ve aile içi meseleler kamusal alanın tamamen dışına itilmiştir. Liberal kamusal alan en önemli dönüşümü ise katılımın birey temelli olmaktan çıkıp yerini büyük ölçekli örgütlere terk etmesiyle yaşanmıştır. Siyasal partiler, sendikalar, çıkar örgütleri şeklinde örgütlenen dernekler vb. kamusal alana katılımın temel unsuru haline gelmiştir. Fakat Habermas’a göre katılımın kapsayıcı olması, yapılan tartışmaların niteliğini arttırmaz.



17-18. yüzyıllarda kısmen de olsa yaşanmış olan ‘ideal demokratik kamusal alan pratiği’ ortadan kalkmıştır. Refah devletinde “toplumsal” alan sadece doğrudan üretimle ilgili çıkarların değil, doğum, ölüm, hastalık, kıtlık, zenginlik, işsizlik, göç, suçluluk gibi çeşitli sorunların tartışıldığı ve müdahalelerin örgütlendiği bir alan olarak yeniden tarif edilmiş ve kurulmuştur. Toplumsal alanın bu şekilde kurulması, özel/kamu, devlet/sivil toplum siyaset/ekonomi gibi ayrımları muğlaklaştırarak, bunlar arasındaki geçişkenlikler üzerinden işleyen yeni bir iktidar tarzına işaret etmiştir. Bu gelişme özel alanın ve kamusal alanın yapısında ciddi bir dönüşüme yol açmıştır. Refah devletinin tarihsel gelişimi içinde mülkiyet, yeniden üretim ve aile ilişkilerinin giderek daha fazla kamusal düzenleme konusu olması nedeniyle özel alan salt bir tüketim ve mahremiyet alanı olarak görülmeye başlanmıştır (Özkazanç, 1997).





Sennett: Kamusal insanın Çöküşü


Sennett’e göre, kamu ya da kamusal alan, aile ve yakın arkadaş ortamı dışında kalan yaşam bölgesi anlamına gelir. Bu kamusal alanda çok çeşitli ve karmaşık toplumsal gruplar kaçınılmaz olarak bir araya gelir. Kamusal yaşamın odak noktası ise büyük şehirlerdir. Sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı kentler, kentlerdeki ortak kullanım ve karşılaşma alanları olarak kahvehaneler, parklar ve mağazalar kamusal alanın ortaya çıkmasında ve aynı zamanda dönüşmesinde önemli mekânlardır.

Kentlerde tanıdıklar kadar yabancılarla da ilişki kurulur. Kamusal alanın oluşumu kentlerin farklılaşmasıyla ilişkili ve eşzamanlıdır. Farklılaşmış kentin insanı, her yere girip çıkan ve her yerde rahat davranabilen “kozmopolit insandır” (Sennett, 1996: 33-4). Sennett, 18. yüzyıla kadar pek kullanılmayan “kozmopolit” sözcüğünün, 18. yüzyılın Londra ve Paris şehirlerinde var olan toplumsal yaşamı anlamada kılavuzluk sağlayacak önemli bir ipucu sunduğunu belirtir. Kimdir kozmopolit?



Kozmopolit, köksüz olandır, yaşadığı coğrafyayla kurduğu ilişkilerle kimliğini
açıkla(ya)mayandır, bir yabancıdır. “Başka bir dünyadan gelen bir yaratık değil, bir meçhuldür.” Sennett, bir anlamda “yabancının” hem toplumsal hem de kişisel yaşamlarımızdan silinişinin, yani “kozmopolit”in yavaş yavaş ölüşünün hikayesini anlatır (Sezer, tarihsiz: 1).


Modern dünya, bireyleşmeyle birlikte özel alanın ayrıştığı, kamusal ortak mekânların doğal olarak geliştiği bir toplumsal örgütlenme getirmiştir. Gazete, soyut bir okurlar kitlesini bir arada tutan kitlesel bir mecra olarak, kamusal alanın yapılanmasında çok merkezî bir rol oynamıştır. Zira kamusal alan, sadece fizikî bir yer değil, aynı zamanda orada somutlaşan bir fikir alış-verişi, tartışma, polemik, sınıf bilinci, örgütlenme vb. toplumsal eylem ve oluşumlara yol açan soyut bir ortaklık zeminidir. Bu bağlamda, gazete, sadece bireylerin farklı tipteki enformasyonları tüketmelerini değil, aynı zamanda bir fikir platformu olarak, toplumsal ve siyasî hareketlerin yapılanmalarını da sağlamıştır. Belli bir gazetenin okuyuculuğu, aynı zamanda belli bir siyasî duruş sergileme, buna bağlı olarak bir kimlik edinme yordamı anlamına gelmiştir. Bununla birlikte, kamusal mekân, toplu eylemin gerektirdiği belli bir disiplini, yoğunlaşmayı, bunun sonucunda da, aşağıda göreceğimiz gibi,
kitlesel bir suskunluğu da beslemiştir (Sennett, 1996; Ergur, 2012: 3).


Ancak 18. yüzyıl sonunda meydana gelen büyük devrimler ve sanayi kapitalizminin yükselişinin ardından kamusal ve özel olana dair fikirlerde temel bir değişim belirir. Sennett’e göre, bu değişimde rol oynayan üç etken söz konusudur:


Birincisi, büyük şehirlerdeki kamusal yaşam ile 19. yüzyıl sanayi kapitalizminin girdiği ikili ilişkiydi. ikincisi, 19. Yüzyıldan başlayarak, insanların yabancıyı ve bilinmeyeni yorumlama tarzını etkileyen yeni bir sekülerizm anlayışının oluşturulmasıydı. Üçüncüsü ise ancien régime’de (eski rejim) bizzat kamusal yaşamın yapısından meydana gelen ve sonraları bir zayışık haline dönüşmüş bir güçtü (Sennett, 1996: 35).


Sennett, 18. yüzyıla ait ideal kamusal yaşam görünümünün ancien régime’in çökmesiyle gerilemeye başladığını düşünür. “...Kitabımızın temel tezi, dengesiz bir kişisel yaşamın ve içi boşaltılmış bir kamusal yaşamın göze batan belirtilerinin uzun zamandan beri oluşmakta olduğudur. Ancien régime’in çökmesi ve yeni bir kapitalist, seküler, kentli kültürünün oluşmasıyla başlayan bir değişimin sonuçlarıdır bunlar” (Sennett, 1992: 31). Kamusal alan 18. yüzyılda sahip olduğu önemi yitirmiş ve insanlar özel alana çekilmişlerdir. Ona göre, kamusal yasamdan önce aristokratlar ve burjuvazi çekilmistir. Kentlerin topluluklara parçalanması sonucunda mahrem bir toplum ortaya çıkmıstır.




Modern insanın dağarcığında “mahremiyet” sıcaklık, güven ve duygusal yakınlıgı ifade eder. Toplumsal yasam bu imkânları sunamadıgı için gayrı şahsi, yararsız ve anlamsız görünür. Ne var ki, mahrem alan da bireyin beklentilerini karşılayamaz (Özyurt, 2007: 118). “Şimdi yığınla insan daha önce hiç görülmemiş ölçüde kendi yaşam öyküleri ve özel tutkularıyla ilgileniyor. Oysa bu ilginin özgürleşme değil, bir tuzak olduğu ortaya çıkmıştır” (Sennett, 1996: 18). Senett’e göre, çağdaş toplumun kamusal sorunu iki yönlüdür: Kişisel olmayan davranışlar ve meseleler güçlü bir heyecan uyandırmazlar; davranışlar ve konular ancak insanlar onları kişilik sorunlarıymış gibi ele aldıklarında heyecan uyandırırlar. Bu iki yönlü kamusal sorunun varlığı özel yaşamda da sorun yaratır. Mahrem duygular dünyası sınırlarını yitirmekte olup artık mahrem alan kamusal dünya tarafından sınırlandırılmaz. Bu yüzden, güçlü bir kamu yaşamının aşınması, içtenlikle ilgi duyulan mahrem ilişkileri deforme etmektedir (Sennett, 1992:20).


19. yüzyıla gelindiğindeyse kamusal alanda insan ilişkileri artık değişmiş ve insan ilişkileri gayrı şahsileşmeye başlamıştır. Hoşgörünün yerini hosgörüsüzlük almıştır. insanlar duygularını, zevklerini ve kişiliklerini gizlemek için özel bir çaba göstermektedirler. insanların incindiklerini hissetmeden, kamusal alana katılmaları nın tek yolu artık sessiz kalmaktır. Yabancıların birbirleriyle konuşma hakkı, yerini kamusal bir hak olarak, herkesin arkasına gizlendigi bir maskeye sahip olma ve “yalnız kalma hakkı”na bırakmıştır. Artık kamusal davranış gözlemek, pasif düzeyde katılmak, yani bir nevi röntgencilik yapmaktır. Modern insan artık hem “görünür” hem de “yalıtılmış”tır ve “sessiz kalma hakkı”nı kullandıgı sürece kamusal yaşama katılabilmektedir. “Modern kamusal yaşamın başına dert olan görünürlük
ve yalıtım paradoksu, son yüzyılda biçimlenen kamu içinde sessiz kalma hakkından doğmuştur” (Sennett; 1996: 45; Özyurt, 2007: 118-120). fiüphesiz 19. yüzyılda kamusal yaşamın giderek daha çok suskunluk, görünürlük, yalıtılmışlık, izleyicilik gibi imgeler etrafında şekillenmesinde sanayi kapitalizminin toplumsal yaşamı örgütleme ve denetleme gücünün etkisi açıktır.



Modern şehir, kalıcı yükümlülüklerden, geleneksel bağlardan kurtulma gayreti içindeki insanın sığınağı olmuş olsa da, özgürlüklerinin bedelini yalnızlıkla ödeyen insan için modern şehrin kamusal alanı, kişi dışı ve samimi olmayan bir ortamdı ve artık kendi deneyimleri, benliği ve yaradılışı onun için özel bir ilgi alanı halini alıyordu...


Sennett’ın ısrarla göstermeye çalıştığı da, günümüz mahrem toplumunun cemaate/yerele/farklı olana yaptığı vurgunun, 19. yüzyılın maddi düzeninin ve kültürel ikliminin şekillendirdiği mahremiyet üzerine söylemin bir uzantısı olduğudur.Cemaat yalnızca bir mahalle, harita üzerinde bir yer değildir; ya da “bir dizi töre, davranış ve öteki insanlara karşı takınılan tavırla sınırlandırılamaz” (279). Günümüz mahrem toplumunun cemaate yaptığı güçlü vurgunun ardında insanların kimliklerine dair hakikatlerin cemaat tarafından üretilmesi yatar: Cemaat, kolektif bir kimlik yaratır, insanların “kim olduklarını” dile getirme biçimidir. Sennett’a göre, "kolektif bir kişiliği paylaşarak bir cemaat olma fantezisinin tohumları” 19. yüzyılın kültürel ikliminde ekilmiştir.


Sennett’ın “mahremiyet ideolojisi” olarak adlandırdığı, günümüzde iyice yaygınlaşmış üç görüşün bileşkesidir: Kişiler arası yakınlık manevi bakımdan iyidir, başkalarıyla yakınlaşma ve samimi deneyimlerle bireysel kişiliğimiz geliştirilebilir, toplumdaki bütün kötülükler kaynağını kişidışılıktan ve yabancılaşmadan alır. Bu bağlamda, “her türden toplumsal ilişki her bir kişinin içsel psikolojik kaygılarına ne denli yaklaşırsa odenli gerçektir, inandırıcıdır ve sahicidir” (325). Bu durumun toplumsal yaşamdaki ve kamusal alan içinde insanların bir araya gelip örgütlenişindeki yansımaları, çelişkiliymiş gibi görünen bir sonuç yaratır: insanlar, kamusal alanı ortak bir kimliğin paylaşılması yoluyla birbirlerine açılma fırsatı olarak gördükçe, toplumsal yaşamın onları rahatsız eden koşullarını “ortak” kimliklerinin sonucu olan kardeşlik duygularını kullanarak değiştirmekten gittikçe uzaklaşırlar. Artık cemaatin varlığının korunması ve sürdürülmesi kendi içinde bir amaca dönüşür. “Sistem olduğu gibi kalır, ama belki kendi çöplüğümüz de bize bırakılmıştır” (367). Bu da, Sennett’ın deyişiyle, aynı olmak zorunda olmaksızın insanların birlikte hareket edebilecekleri bir alan olan kamusal alanın çöküşü anlamına gelmektedir.


Devrim Sezer, Mahremiyetin Despotlukları: Kamusal insanın Çöküşü Üzerine Bir Deneme, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=0,102,0,0,1,0




Sennett, sosyal bilimcilerin toplumdaki kötülüklerin kökenini kamusal alanın
gayrı şahsiliğinde ve soğukluğunda aramakla, geleneksel toplumu ve topluluğu mitleştirdiğini düşünür. “Geçmişi mitleştirme” yönelimi, 19. yüzyıldan itibaren modern toplumun ve büyük şehirlerin karmaşıklığını anlamaktan bir kaçış haline gelmiştir.Sennett’in bu tespiti önemlidir (Sennett, 1996: 35-45; Özyurt, 2007: 118-120).


Özel alan, yani günümüzdeki örneğiyle aile kamusallık/mahremiyet ikiliğinde
çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü aile ortamı kişinin kendisi olabildiği, kendisini açabildiği yegane alandır (Sennett,1996: 31). Sennett, Gözün Vicdanı isimli eserinde Viktorya çağındaki aile algısı üzerine John Ruskin’in Susam ve Zambaklar eserinden yaptığı alıntı, ailenin konumuna dair yapacağımız betimlemeyi netleştirecek niteliktedir (Özsöz, 2011: 21).


Evin gerçek niteliği bir huzur yeri olmasıdır: Yalnızca her türlü incinmeye değil; her türlü korkuya, kuşkuya ve anlaşılmazlığa karşı da bir sığınak. Böyle değilse eğer, orası bir ev değildir; dışarıdaki yaşamın gerginlikleri evin içine sızarsa ve karı ya da koca dış dünyanın, o uyumsuz, sevgisiz ya da düşman toplumunun eşikten içeri girmesine izin verirse orası ev olmaktan çıkar; dış dünyanın, üzerine çatı çekip içinde ateş yaktığımız bir parçası olur yalnızca. Bir ev ancak kutsal bir yer, bir Vesta tapınağı, bir aile ocağıysa... bir evdir (Sennett, 1999: 37-38’den akt. Özsöz, 2011: 22).


YENi KAPiTALiZMiN KÜLTÜRÜ.


Richard Sennett’in çalışmaları genel olarak kapitalizmde işin değişen karakteri ve özellikle işçi sınıfının duyguları, istekleri ile beklentileri üzerinde kapitalizmin etkileri üzerinedir (Turner, 2006: 546). Çalışmalarında “yeni ekonomi” veya “yeni kapitalizm” olarak adlandırdığı dönemin işçilerin yaşamları üzerindeki etkilerini araştıran Sennett, yeni kapitalizmin esnek üretim sürecinde, “iş”in çalışanların kişilik yapısını nasıl bozguna uğratıp yıprattığını ve nihayetinde “karakter aşınması”na yol açtığını gösterir. Yeni kapitalist ekonominin ve esnek üretimin, kapitalizmin önceki dönemiyle karşılaştırıldığında, çalışma yaşamı açısından daha faydalı ve özgürleştirici
sonuçlara yol açtığını öne süren -literatürde de yaygın olan- tezlere karşın, Sennet’in, çalışanlarla yaptığı görüşmeler ve gözlemlerle, yeni kapitalizmin çalışanlar üzerindeki yıpratıcı etkilerini göstermesi önem arz eder.
Kapitalizm’in ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşam üzerindeki etkileri hep tartışma konusu olmuştur. Sürekli bir devinim içinde olan kapitalizmin zaman zaman içine girdiği krizler kapitalist sistemin öylesine doğal bir parçası haline gelmiştir ki, belirli aralıklarla sistemin kendini yenilemesi, bazen de topyekün dönüşümü kaçınılmazdır.


Kapitalizm özü itibariyle çok değişmese de her kriz sonrası kapitalizme “yeni”, “post”, “neo” v.b. birtakım sıfatların takıldığı görülür. Günümüz kapitalizmi “neoliberalizm” olarak adlandırılmakta ve onun da krizde olduğu ifade edilmektedir.





iletişim ve imalat teknolojilerindeki gelişmeler küresel ölçekte ve hızlı bir üretimi zorunlu kılmıştır. Geleneksel emir-komuta zincirindeki üretim ve karar alma süreçleri dönüşerek neredeyse gerçek-zamanlı bir hal almıştır. Sennett’in örneğiyle, 1960’larda otomobil endüstrisinde yöneticilerin verdiği bir kararın fabrikaya iletilme süresi yaklaşık beş ayken, günümüzde bu süre birkaç haftaya inmiştir (Sennett, 2009a: 36). Otomasyon özellikle çalışanlar piramidinin alt tabanını derinden etkilemiştir. Ağır işlerin otomasyonu işgücünün azaltılmasına neden olmuş, tasarruf için olanak sağlamıştır. Sürekli yeni beceriler öğrenen, “bilgi temelleri”ni durmadan değiştiren bir birey olarak idealleştirilen yeni bir benlik ortaya çıkmıştır (Sennett, 2009a: 37-38).


Küresel düzeyde sermayenin, tarihte hiç olmadığı kadar esnek örgütlenme imkanına kavuşması, üretim sürecinin her anlamda esnekleştirilmesiyle eş zamanlı olarak emeğin de esnek hale getirilmesi emeğin niteliğini ve doğasını değiştirmiştir.


Yeni kapitalizm özellikle çalışanlar üzerinde var olan katı kontrol biçimlerinin
yerine esnek, yeni kontrol biçimlerini dayatmaktadır. Çalışanların sadece iş yaşamlarını değil aynı zamanda günlük yaşam pratiklerini de değiştiren esnek çalışma koşulları Sennett’e göre bireyin kişilik yapısı üzerinde birtakım olumsuz sonuçlara, kısaca “karakter aşınması”na neden olmaktadır. işte yeni kapitalizmin emek üzerindeki bu olumsuz etkileri üzerine odaklanan Sennett yeni kapitalizm kültürünün çalışanlara özgürlük getirmediğini belirtir. Aksine sendikaların gücü azaldıkça
ve “güvencesiz bir esneklik” hakim hale geldikçe -çalışanlardan ziyade- kapitalizmin
gücü artmaktadır.


Kapitalizm son elli yıllık geçmişinde müthiş bir servet yaratımına yol açmıştır. Ancak bu servet yaratımı, geçmişteki örnekleriyle karşılaştırılamayacak düzeyde, büyük bir ekonomik eşitsizlik ve toplumsal istikrarsızlık (Sennett, 2009a: 10) yaratmıştır. Sennett, toplumsal kurumların da parçalandığı böylesi bir dönemde hangi değerlerin ve pratiklerin insanları kültürel olarak bir arada tuttuğunu (Sennett, 2009a: 10) merak etmektedir. Ona göre, yeni kapitalizmin parçalanmış yapısı hem bireylerin çalışma zamanları ve vasışarı konusunda kontrolü yitirmelerine hem de geleceğe dair güvenlerini yitirmelerine neden olmaktadır. Çalışanların emekli olana kadar kendilerini ve yaşamlarını garanti altına alan bir çalışma ortamı artık söz konusu değildir.


Neoliberalizm, kapitalizmin 1970’lerde girdiği krize yeni bir çıkış sağlayan, klasik liberalizmin -bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler- anlayışının yeniden değerlendirilmesine karşılık gelen ve esas olarak 1980’lerde etkinlik kazanan bir düşünce bütünüdür. 


Friedrich von Hayek ve Milton Friedman gibi düşünürlerin felsefi olarak geliştirdiği, dönemin ingiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve dönemin ABD Başkanı Ronald Reagen’ın siyasetlerinde uygulama alanı bulan ideolojidir. Neoliberalizm, ekonomik anlamda serbest piyasa ekonomisinin kuralsızlaştırıldığı, devletin özelleştirmelerle küçültüldüğü ve piyasaya müdahelelerinin yok denecek kadar azaltıldığı (ya da sadece sermaye lehine müdahalelerinin meşru görüldüğü), sosyal devlet anlayışının, özellikle de sosyal politikaların terk edildiği ve esnek kapitalizmin küresel hareketliliğin arttığı ve kapsama alanının yaygınlaştığı bir anlayışı temsil eder.




Yeni kapitalizmde çalışanların esnek çalışma koşulları nedeniyle artık modern kapitalizm dönemindeki gibi bireylerin tüm yaşamları süresince yapabilecekleri planları geçersizleşmiştir. Hükümetlerin sosyal yardım ve güvenlik ağlarının da kısa vadeli ve daha dengesiz hale geldiği yeni kapitalizmde, ömür boyu istihdam artık mazide kalmıştır (Sennett, 2009a: 24-25).


Diğer taraftan, yeni kapitalizmde devletin en büyük işveren olarak konumu da son bulmuştur. Artık yeni kapitalizmin küresel ölçekte örgütlendiği, üretimin coğrafi ve mekânsal olarak esnekleştiği çokuluslu şirketler ve bu şirketler etrafında örgütlenen yerel şirketler ve taşeron firmalar istihdam olanakları sunmaktadır. Ancak yeni kapitalizmin istihdam olanakları ve çalışanlar için sağladığı imkanlar da işveren olarak devletin sağladığı olanaklarla kıyaslanamayacak kadar kötü durumdadır. Yeni çalışma koşullarında tek bir kurumda ömür boyu çalışabilmek gibi bir düşünce artık hayaldir. Sosyal yardım ve güvenlik ağları ise olabildiğince gevşetilmiştir. Devlet, refah devleti uygulamalarını uzun zaman önce terk ettiği için ne uzun vadeli, yani emekliliğe kadar bir iş garantisi sunabilmekte, ne de sosyal yardım ve güvenlik bakımından vatandaşlarına arka çıkabilmektedir. Dolayısıyla yeni kapitalizm bireylerin piyasa mekanizması içinde istihdam fırsatlarını kovaladıkları, sosyal yardım ve güvencelerini ise topluca değil, bireysel olarak çözmek zorunda kaldıkları bir sistem oluşturmuştur. Bu durum çalışanlarda güvencesizlik hissini ortaya çıkarmakta; zaman bakımından karakterlerinde bir aşınmaya neden olmaktadır.


Düne kadar alt mevkilerde çok sayıda çalışanın devlet tarafından istihdam edilmesi sorun teşkil etmezken, yeni kapitalizmin kültüründe bu durum artık önemli bir soruna dönüşmüştür. Bu nedenle artık çalışanların sayısı kamu kurumlarında bile azaltılmaktadır. Dahası kamu kurumlarında çalışanların sözleşmeli personel olarak alımı gerçekleştirilmekte, performansa dayalı bir ücretlendirme ve sözleşme akitleri yapılmaktadır. Devletin giderek üstündeki hantal yapıdan kurtulmasıyla günümüzde istihdam ve çalışma koşulları yeni kapitalizmin beklentileri doğrultusunda
revize edilmiştir.


Esnek Şirket/Çalışma Modeli.


Geleneksel üretim ve yönetim biçiminden farklı olarak yeni bir piramidin ortaya çıktığını ifade eden Sennett, yeni oluşan yapıyı bir MP3 çalara benzetmektedir. MP3 çalara yüklenmiş şarkıların belli bir zamana ve sıraya bağımlı olmaksızın esnek bir biçimde çalmaya programlanabilmesi gibi, esnek şirket modelinde de seçilen işlevlerden birkaç tanesi istenilen zamana göre ayarlanıp, işlevlerini yerine getirmesi sağlanabilir (Sennett, 2009a: 39-40). Bu yönetimin ya da hissedarların arzusuna göre esnetilebilen bir durumdur. Sennett (2009a: 40) bu durumu “sabit işlevli değil, görev-yönelimli emek” olarak tanımlamaktadır. Yeni çalışma biçimi “kurumların katmansızlaştırılması”nı (Sennett, 2009a: 40) mümkün kılar. Artık firmalar işin belli bölümlerini ya da parçalarını taşeron firmalara yüklemektedir. Bu süreçte emek gücü de esnekleştirildiği için çalışanların sözleşmeleri kısa süreli dönemler halinde yapılmakta, kısa vadeli sözleşmeler sağlık ve sosyal sigorta primlerinin ya hiç ya da düzensiz ödenmesi söz konusu olabilmektedir. Dolayısıyla çalışanlar hem çalışma koşulları ve hem de verilen görevler-işlevler bakımından sürekli bir değişikliğe tabi tutulur hale getirilmiştir. Bu nedenle küçük ya da büyük bütün ekonomik krizlerde en çok etkilenenler esnek çalışma koşullarında çalışanlar olmaktadır.





Mesai kavramı ve esnek çalışmaya ilişkin güncel bir araştırmanın bulgularına aktaran bir
haber metni için aşağıdaki bağlantıya bakabilirsiniz: http://www.muhasebedergisi.com/ekonomi/mesai-kavrami-tarihe-karisacak.html


Tablo 1’de görüldüğü üzere, AB ülkelerinde yıllara göre yarı zamanlı çalışanların oranı her geçen yıl artmaktadır. AB ülkelerindeki benzer bir eğilim şüphesiz Dünya’da da yaşanmakta ve esnek çalışma koşulları çalışanlar için kaçınılmaz bir seçenek haline dönüşmektedir. Artık refah devleti/toplumunun sağladığı tam zamanlı ve her türlü sosyal güvenlik imkanlarını sağlayan çalışma biçimleri yerini
hızla çok daha esnek ve yarı zamanlı zamanlı çalışma biçimlerine bırakmaktadır. Türkiye’de yarı zamanlı çalışmaya ilişkin resmi rakamlar çok sağlıklı olmasa da sermayeye sınırsız olanaklar, düşük maliyet ve esneklik sağlaması nedeniyle geçiş sürecinin hızlı olduğu öngörülmektedir. işsizlik oranının yüksek olduğu Türkiye’de yarı zamanlı çalışmanın daha fazla çalışanı istihdam etme fırsatı sunduğu gerekçesiyle bazı sendikalar tarafından savunulduğu da göz ardı edilmemelidir.


Esnek üretim ve esnek çalışmanın çalışanlar üzerindeki etkileri hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için ilker Belek’in Esnek Üretim Derin Sömürü (istanbul: Nazım Kitaplığı, 2004) kitabını okuyabilirsiniz.


Sennett’e göre (2009a: 41) esnek çalışma koşullarında, “kısa vadeli” ve “görev odaklı emek” işçilerin bir arada çalışma koşullarını değiştirmektedir. Sürekli olarak değişen koşullar karşısında çalışanlardan beklentiler de değişmektedir. Yeni belirsizlikler karşısında çalışanların proaktif olması, yani ilerisini düşünerek hareket etmesi beklenir. Bilinmeyen karşısında biliyormuş gibi görünmeyi de gerektiren bu yeni durum karşısında, esnek şirketler haliyle “insan ilişkileri becerileri” ve “kişilerarası eğitim” (Sennett, 2009a: 41) gibi özellikleri sürekli vurgulamaya başlamışlardır. Artık iş ilanlarında aranan niteliklerin en başında “insan ilişkilerinde beceri sahibi,”“uyumlu” ve “kişilerarası eğitim”e açık olunması, seyahat engeli olmaması ile “ekip çalışmasına yatkın olunması” gelmektedir.


Esnek Üretim Modelinin Çalışanlar Üzerinde Etkileri.


Büyük şirketlerde, yönetici iktidarından hissedar iktidarına geçiş yaşanmıştır. Artık klasik şirket yapıları terkedilmiş, tek ya da bir kaç işveren değil, hissedarlar şirketlerin her türlü karar alma mekanizmasını etkileyebilir, yönetebilir hale gelmiştir. Hissedarlar uzun vadeli değil, kısa vadeli sonuçların, başarıların, kârların peşine düşmüştür. Artık “istikrar” sözcüğü piyasada yenilik üretememe, yeni fırsatlar bulamama ve değişimden yoksun kalma olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (Sennett, 2009a: 35).


Erkek Kadın Toplam


2002 5.8 26.2 15.7


2003 6.1 26.7 16.1


2004 6.4 28.7 16.7


2005 6.7 30.5 17.3


2006 7.0 30.7 17.5


2007 7.0 30.7 17.6





Tablo 6.1


AB ülkelerinde yıllara göre yarı zamanlı çalışanların oranı (%)
Kaynak: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/yari-surelilik-ve-esnek-istihdam-30188




Bu yüzden yöneticiler kendilerini sürekli yeniden tasarlamak, yenilemek zorunda kalmaya başlamışlardır (Sennett, 2009a:36). Oluşturulan rekabet ortamında “kazanan her şeyi alır” mantığı geliştirilmiştir. Verimliliği akıl almaz ölçülerde artıran bu yeni strateji öte yandan çalışanlar arasında yüksek düzeyde kaygı ve stres üretmektedir (Sennett, 2009a: 42-43). Duygusal açıdan firmaya bağlılık üzerinde olumsuz etkileri olan bu uygulama eşit koşullara sahip olmayanlar arasındaki kişisel ilişkileri ve iş ilişkilerini dönüştürmektedir. Yaratılan belirsizlik ve kaygı ortamı çalışanlar arasındaki eşitsizliğin farklı bir görünüm kazanmasına neden olmaktadır. Çalışanlar arasındaki piramidin şeklinin değiştiği yeni kapitalizmin çalışma ortamında, diğer bir deyişle
“kazananın her şeyi” aldığı bir çalışma ve rekabet ortamında, üst düzey yöneticilerin, CEO’ların ve en alt kademedeki çalışanların aldıkları ücretler/primler kıyaslandığında maddi eşitsizliğin devasa boyutları görülebilir. Bu durum tıpkı orta sınıfın giderek eridiği toplumsal tabakalaşmadaki genel görünümün bir yansıması biçiminde şirket yapılarında da gelir uçurumunun boyutlarını ortaya koymaktadır.


Weber’in otorite tanımlamasında gönüllü yani rızaya dayalı bir itaat söz konusudur.


Otorite tiplerinden karizmatik otorite tipinde ise itaat edenler, kendilerinde eksik olan her ne ise, karizmatik lider tarafından tamamlanacağını düşünürler.


Merkezi kontrolün yoğun olduğu geleneksel çalışma prensiplerine bağlı işletmelerde çalışanlar üst düzey yöneticilerin yönlendirmelerini bekler. Oysa yeni çalışma kültüründe CEO bir karizmatik lider pozisyonu alabilir ancak kurumsal olarak çalışanların üzerinde bir otorite duygusunu hissettirmez. Kontrollü “özgürlük” ve “serbestlik” alanı içinde verimlilik arzulanır. Sennett, “bürokrasinin demir kafesini parçalamanın beraberinde getirdiği yapısal değişimlerin üç temel eksiklik yarattığını” belirtir. Yazara göre yeni kapitalizmin geleneksel bürokratik yapıyı yıkması, çalışanların kurumsal sadakatini azaltmakta, işçiler arasındaki dayanışmayı azaltmakta ve çalışılanların kurumun işleyişi hakkında yeterli bilgi sahibi olmasını zorlaştırmaktadır:


1. Düşük kurumsal sadakat: Eğer kurum çalışanına kısa dönemli sözleşmeler öneriyorsa, her yıl sözleşmelerin yenilenip yenilenmeyeceği belirsizliğini koruyorsa ya da bir gün sözleşmenin feshedildiği bildiriliyorsa kuruma sadakat haliyle ya düşük olacak ya da hiç olmayacaktır. Ani değişimlerin yaşandığı piyasada artık işveren ve çalışan arasında karşılıklı sadakate yer yoktur.


2. işçiler arasında enformel güvenin azalması: işçiler arasında ilişkiler örgütsel olarak o denli zayıf kurulur ki herhangi bir kriz anında beklenen dayanışma ve işbirliği gibi temel güven sağlayıcı unsurlar oluş(a)maz. Dolayısıyla asgari insan ilişkilerinin bile yerleşemediği kurumsal yapılar ortaya çıkar.


3. Kurumsal bilginin zayışaması: Eski bürokratik piramitte çalışanların her birinin ne yapacağı net bir şekilde tanımlandığı için sistemin işleyişine dair bilgi birikimi sabitti. Ancak yeni durumda çalışanların ne yapacakları piyasanın beklentisine göre yapılandırıldığı için bilgi birikimi de değişkenlik göstermektedir. Bu nedenle kurumsal bilginin zayışaması söz konusudur(Sennett, 2009a: 49-55).



işe Yaramazlık Kabusu.


Küresel emek arzı nedeniyle istihdamın emeğin ucuz olduğu bölgelere kayması, otomasyon nedeniyle makinelerin insanlardan daha verimli hale gelmesi ve formel eğitimin hızla değişen ihtiyaçları karşılamaması nedeniyle sürekli eğitim ve kişisel gelişimin bir zorunluluk haline gelmesi nedeniyle insanlar kapitalizmin önceki dönemlerine oranla işe yaramaz olmaktan giderek daha fazla korkmaktadırlar. Sennett’in işe yaramazlık kabusu” olarak tanımladığı durum, insanların vasışarı ve ne işe yaradıklarına ilişkin algılarıyla ilişkilidir.


Modern kapitalizmin ilk dönemlerinde vasıfsız işçilerin yığınsal çokluğu karşısında sürekli vasıf çıtasının yükseltilmesi, yani “daha eğitimli, daha kalifiye” işgücü aratmanın kendisi istihdam edilmenin bir önkoşulu olması söz konusu olmuştur.istihdam piyasası tüm dünyada artık daha vasışı işgücünün peşine düşmüştür. Modern kapitalizmde bireylerin istihdam edilmesini sağlayan en temel kriterler bugün için olağan kabul edilen “sıradan” eğitim ve özel bir beceri sahibi olmaktı. Örneğin yakın zamana kadar lise mezunu olmak en azından memur olmak için yeterliyken, bugün üniversite mezunu olmak bile iş bulmada yeterli değildir. Ancak bireysel çabalarla kişisel gelişimlerinde farklılık yaratanların, farklı kursları tamamlayarak sertifikalarına yenilerini ekleyenlerin ve birkaç yabancı dil bilenler istihdam olanaklarını arttırmaktadır.


Sennett’in (2009a: 63) “beceri toplumu” olarak tarif ettiği günümüz toplumsallığında gelişmiş ülkelerde eğitimli ve vasışı oldukları halde işsizlik sorunu yaşayanların çoğunun talip oldukları işlerin artık emeğin daha ucuz olduğu, benzer vasıf ve eğitim düzeylerinin yakalandığı çevre ülkelere kaydığı bir gerçektir. Özellikle Daniel Bell’in sanayi sonrası toplum tasavvurunda “profesyonel ve teknik sınıf”tan beklenen teorik bilgi ve becerilere sahip olmaktır. Bu gerçeğin en çarpıcı özelliklerinden birisi eğitim sisteminin kitlesel olarak istihdam edilemez eğitimli gençler ve eğitildikleri alanlarda istihdam edilemeyen gençler yaratmasıdır (Sennett, 2009a: 64).


Eğitim sisteminin istihdam edilemez eğitimli gençler ve eğitildikleri alanlarda istihdam edilemeyen gençler yaratmasıyla ilgili olarak Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve ilknur Üstün’ün “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı işsizliği, (istanbul: iletişim Yayınları, Mayıs-2011) kitabını okuyabilirsiniz.


.


Bir Türkiye gerçeği!


Kim Milyoner Olmak ister adlı yarışmada dün akşam çok çarpıcı bir yarışmacı vardı. 35 yaşındaki Elif Ayça Seren URAL, Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun. Bir kız bir erkek çocuk annesi olan Ayça, Şişli meydanında simit satıyor, eşi de geceleri bisikleti ile çay satıyor. Türkiye’nin korkunç gerçeğinin bir kez daha yüzümüze çarpıldığı yarışmada Ayça, sadece seyirci ile joker hakkını kullanarak 15 bin lira olan baraj sorusunu geçti.


Vatan Gazetesi-20 Temmuz 2012  http://haber.gazetevatan.com/Haber/466337/1/Gundem




işe Yaramazlık Kabusunun Nedenleri.


Sennett “işe yaramazlık kabusu”nun nedenlerini 3 başlık altında toplamaktadır: 

1. Küresel emek arzı: Yeni kapitalizm emek nerede ucuzsa orada örgütlenmeye 
gitmektedir. Bu nedenle gelişmiş merkez ülkelerden, gelişmekte olan çevre ülkelere doğru bir kayma söz konusudur. Sennett (2009a: 65) örnek olarak Hindistan’daki çağrı merkezlerini göstermektedir. Türkiye’de benzer bir yöneliş özellikle çağrı merkezi sektöründe yaşanmış, çağrı merkezleri istanbul gibi emeğin ve maliyetlerin daha pahalı olduğu bir kentten, benzer
vasışara sahip emek gücünün olduğu Türkiye’nin doğusundaki illere doğru kaydırılmıştır.





“Diploma = iş” denklemi gitgide geçersizleşiyor. Genç işsizliği ve ‘okumuşların’ işsizliği, dünyada da Türkiye’de de istisnai olmaktan çıktı. Zamanımız kapitalizminde işsizliğin yapısal niteliği aşikâr
hale gelirken, tahsilli, kalifiye çalışanlar yani “beyaz yakalılar” da güvencesizleşme sürecinin kurbanı oluyor, imtiyazlarını kaybediyorlar. insanlara atfedilen ve onların kendilerine atfettikleri ‘anlamın’ iş durumuna göre belirlene geldiği bir yaşam dünyasında, işsizlik sadece iktisadi olmayan derin bir kriz kaynağıdır.


Bu araştırma, Türkiye’de beyaz yakalı işsizliğinin sosyal-psikolojik yanına odaklanıyor. işsizliğin bir sosyal deneyim olarak nasıl yaşandığına ve “hissedilen işsizliğe” bakıyor. Üniversite mezunu işsizler işsizlikle nasıl baş ediyor, hangi yöntemlerle iş arıyorlar? Ne gibi ayrımcılık mekanizmalarına tâbi kaldıklarını düşünüyorlar? Güvencesizleşen hayatta, nelere -mesela aileye- ne kadar güvenebiliyorlar? işsizlik deneyiminden duygusal olarak nasıl etkileniyorlar? Kendilerini nasıl ifade ediyor/edemiyorlar? işsizlik deneyiminin orta sınıf ‘değerleri’ ve ‘kimliği’ ile etkileşimi nasıldır? Beyaz yakalı işsizler, işsizlik sorununun kaynağını nerede görüyorlar? Neye, kime kızıyorlar? işsizlik, onları ‘bir şeyleri düşünmeye’, ‘bir şeyler yapmaya’ sevk ediyor mu?


KPSS ‘belası’, ataması yapılmayan öğretmenlerin sıkıntıları ve mücadeleleri, ‘kullanat’
tarzı istihdamın belli başlı örneklerinden banka çalışanlarının işsizlik deneyimleri ile ilgili gözlemler de bu sorgulamaya eşlik ediyor. Beyaz yakalı işsizleri dinleyen ve onları konuşturan bir kitap...


[Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan ve ilknur Üstün’ün “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı işsizliği, (istanbul: iletişim Yayınları, Mayıs-2011) kitabının arka kapak yazısı]


2. Otomasyon: Otomasyon her anlamda esnekliğin en önemli aracı haline gelmiştir. Talepteki ani artış ve düşüşe çok hızlı yanıt verebilme yeteneği sayesinde emekten de tasarruf edilmesine olanak tanımaktadır. Makinelerin insanlardan daha verimli araçlar haline gelmesi ve ekonomi yaratması “işe yaramazlık kabusu”nu derinleştirmektedir.


3. Yaşlanmanın yönetimi: Bir beceri edinildiğinde ya da herhangi bir işin mesleki anlamda eğitimi alındığında, o becerinin ya da eğitimin geçerlilik süresini ayarlamak tamamen piyasanın vicdanına bırakılmış durumdadır. Bir mühendisin üniversitede aldığı eğitimin piyasada ne kadar geçerli olacağı tartışmalı bir hale gelmiştir. Reklam sektöründe çalışanlarınsa yaratıcılığının yaşa bağlı olarak sektörel anlamda çok daha erken tüketildiğini söylemek olasıdır. Bu anlamda sürekli bir eğitim ve kendini yenileme durumu zorunlu hale gelmektedir. Esnek firmalarda sürekli genç olanlarla bir yer değiştirme söz konusudur zira genç olan hem daha ucuz hem de daha az sorunludur
(Sennett, 2009a: 71).
Sennett kamusal alanın işe yaramazlık kabusunu ya da belirsizliğini hafişetebilecek çözüm önerilerinden önce insanların yeteneklerini tanımlayan iki kavramdan bahseder. Bunlardan birincisi zanaatçılık/zanaatkârlık ve ikincisi ise meritokrasidir.


Zanaat, zanaatkâr ve zanaatçılık üzerine Richard Sennett’in Zanaatkâr (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 2009) kitabını okuyabilirsiniz.


Zanaatçılık/zanaatkârlık, Sennett’e göre, gündelik yaşamda kullanageldiğimiz eşyaları güzelce yapabilme becerisi olarak yüksek derecede gelişmiş bir beceri üzerine kuruludur (Sennett, 2009b: 19, 33). Zanaatkârlık sanayi toplumunda ortadan kalkmış gibi görünse de aslında halen varlığını korumaktadır. Çünkü zanaatkârlık temelde “bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapma” (Sennett, 2009a: 76) ve “kendi iyiliği için bir görevi güzel yapma arzusu”na dayanır. Dolayısıyla Sennett’e göre bir bilgisayar programcısının, doktorun, ressamın işine yarayabilir, hatta yurttaşlık ve ebeveynlik bile “ustalıklı bir hüner” olarak icra edildiğinde daha etkin olur (Sennett, 2009b: 20). Kendi içinde anlamlı bir şey yapmak olarak “nesneleştirme” zanaatçılık tarafından vurgulanan bir durumdur. Zanaatçı herhangi bir şey üretirken, o ürünün nesne olarak kendisine odaklanır. Bu anlamda nesneleştirme önemlidir.


Resim 6.1 Resim 6.2
Çağrı merkezleri, küresel ve ulusal düzeyde kapitalizmin emeğin daha ucuz olduğu bölgelerde örgütlenmesinin en sıklıkla karşılaşılan örneklerindendir. Kaynak: kobipostası.net arşivi




Çünkü en vasıfsız bir işçinin bile kendi içinde anlamlı bir somut üretimi ve günün sonunda işini iyi yapmış olmanın verdiği huzur aslında işiyle gurur duyması için yeterlidir. Ancak Sennett’e göre “Bu şekilde anlaşıldığında zanaatçılık esnek kapitalizm kurumları içinde huzursuzca oturur” (Sennett, 2009a: 76). Bu nedenle sürekli bir değişim üzerinden işleyen esnek kapitalizmde meritokrasi önem kazanmıştır. Meritokrasi yönetim erkinin yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne, liyakat’a dayandığı yönetim biçimidir. Sosyolojik olarak ise bireylerin toplumda yetenekleri göz önünde bulundurularak rollerini gerçekleştirdikleri duruma verilen addır.


Meritokrasi, Sennett’e göre modern öncesi toplumlarda mirasla ilintili bir kavramdı. Bu toplumlarda sadece toprak değil; statüler de birer mülktü. Yani, statüler, mevkiler yeteneğe göre değil miras yoluyla elde edilirdi. Mevkilerin miras yoluyla devredilebildiği bir ortamda yeteneğin o kadar da önemi yoktu. Ancak zaman içinde yeteneğin önemi görüldü. fiimdi modern zamanlarda ise yetenek yeni bir toplumsal eşitsizlik biçimi ortaya çıkarmıştır. “Yaratıcı ve zeki olmak, başkalarından üstündaha değerli bir insan olmak anlamına” gelmektedir. Sennett’e göre zanaatçılıktan meritokrasiye geçit burada gizlidir (Sennett, 2009a: 78-79). Yeni kapitalizmin kültüründe yetenek çeşitli “nesnel” testler ile ölçülmektedir. Bu testler sonucunda yeterli ya da yetersiz olmak bireyi mevcut iş piyasasının içerisine alabilir ya da tamamen dışına atabilir. Bugün pratikte pek çok şirkete ya da kamu kurumuna başvuruda bulunulduğunda bile pek çok testten ve sınavdan geçilmek zorundadır.


Küresel ölçekte neo-liberalizmle eşgüdümlü olarak devasa boyutlara ulaşan yeni kapitalizm, ekonomik anlamda büyümüştür. Ancak bu büyüme çalışanlar açısından yeni iş ilişkilerini ve biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Artık çalışılan kurumların yapısı değişmiştir ve sürekli değişmektedir. Çalışılan kurumlara sadakat ve genel olarak üretim süreçlerine katılım azalmakta, enformel güven ve işe yaramazlık hissi kaygı derecesini artırmaktadır. Zaman açısından ise endişe verici bir değişim söz konusudur (Sennett, 2009a: 126).


Sennett, görüşme yaptığı kişilerin özellikle “son on yıldır fazlasıyla endişeli, huzursuz, değişim kalkanı altında kendi belirsiz yazgılarına çok az boyun eğmiş durumda” olduklarını belirtir. Onların en çok gereksinim duydukları şeyin “zihinsel ve duygusal bir çapa; yani iş, ayrıcalık ve iktidardaki değişimlerin zahmete değer olup olmadığını tartan değerler” olduğunun altını çizer (Sennett, 2009a: 127-128).


Bu bağlamda kültürel anlamda bir çapanın harekete geçirilmesi mevcut koşulların değişimi için bir dinamik oluşturacak niteliktedir. Geleneksel sendikaların odaklandığı ücretlerin ve maddi koşulların iyileştirilmesi beklentileri revize edilerek kısa vadeli, esnek örgütlerin yapısına uygun bir şekilde strateji geliştirmesi bir çözüm arayışı olabilir. Sennett farklı coğrafyalardan verdiği olumlu örneklerle bir anlatı geliştirilmesi önerisinde bulunur. Anlatının geliştirilmesi deneyimin birikmesi anlamına gelmektedir. ilk olarak Sennett, geleneksel sendikaların yanı sıra “paralel kurumlar”ın oluşturulmasını örnek verir. Paralel kurumların amacı esnekleşen örgütlerde eksik olan süreklilik ve sürdürülebilirliği işçilere sağlamaktır. Bu çerçevede işçi sendikası iş ve işçi bulma kurumu gibi üyeleri için emekli maaşı ve sağlık hizmeti satın alır, kreşler açar, tartışmalar ve sosyal etkinlikler düzenleyerek işyerinde eksik olan cemaat duygusunu yaratmaya çalışır (Sennett, 2009a: 128). Diğer örnekte ise Hollanda’da gerçekleşen “iş paylaşımı”dır. Taşeron kullanımı ve işlerin gelişmekte olan ülkelere kaymasından fazlasıyla etkilenen Hollandalılar işleri ikiye, üçe
bölen bir sistem tasarlayarak daha fazla kişinin işleri paylaşmasına olanak sağlamış oldular (Sennett, 2009a: 129). Böylelikle piyasa koşullarının izin verdiği miktarda birden fazla yarım-gün işte çalışma olanağı yaratılmış oldu.
Bu sistem sayesinde daha fazla kişi, haftanın ya da günün yalnızca bir bölümünde çalışarak “işi olması öz saygısı”nı yaşamaktadır (Sennett, 2009a: 129).


Önemli sayılabilecek bir başka durum ise, kişinin kendini işe yarar hissetmesidir. Bu anlamda “kişinin başka insanlar için önemli olan bir şeye katılması”, kişinin gönüllü ya da kamu yararına çalışması, kendisini işe yarar hissetmesinin halen geçerli olduğu bir durumdur. Refah devleti uygulamalarında gördüğümüz yaygın kamu istihdamı itibar açısından önemini korumaktadır. Sennett’e göre “ilerici bir siyaset anlayışı kamu hizmeti işini özel şirketlere vermektense bir işveren olarak Devlet’i güçlendirmeye çalışacaktır” (Sennett, 2009a: 133).


KARAKTER AŞINMASI.


Sennett, “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde işin Kişilik Üzerindeki Etkileri” adlı çalışmasında yeni kapitalizm olarak nitelendirdiği esnek üretim biçiminin yaygınlaşması, işin ve çalışma zamanlarının esnekleşmesi gibi faktörlerin karakter üzerindeki yansımalarını ele alır. Esnek üretim ve yönetim biçimlerine dair öne sürülen olumlu argümanlardan farklı olarak Sennett, esnek üretimin ve buna bağlı olarak işyerinde ortaya çıkan hızlı değişmelerin işgücü üzerinde zihin bulanıklığına yol açtığını, işçilerin aidiyet duygularını ve kimliklerini alt-üst ettiğini ve tüm bu değişime çaresizce ayak uydurmaya çalışırken yönlerini kaybettiklerini Amerikalı işçilerin hikayeleri üzerinden göstermeye çalışır.





Yeni ekonomik düzenin büyülü sözcüğü “değişim” in doğası nedir, insanlara nasıl yansıyor? Her zaman kısa vadeye endeksli bir ekonomide kişi nasıl kalıcı değer ve hedeşere sahip olabilir? Her an parçalanan veya sürekli yeniden yapılanan kurumlarda, kişi kendi kimliğini ve yaşam öyküsünü nasıl oluşturabilir?
Küreselleşme olgusunu makro düzeyde inceleyen birçok kitap yayımlandığı halde, bu sürecin mikro düzeyi, insan karakteri üzerindeki etkileri pek az incelendi. Richard Sennett, Karakter Aşınması’nda bunu yapıyor. Ona göre sermayenin, günümüz ekonomisinin bütün dünyaya yayılmış dalgalı denizlerinde “hızlı kar”ın dışında başka bir amacı yok; şirketlerini piyasadaki anlık değişimlere müdahele edecek biçimde esnekleştirip, yeniden yapılandırıyor. Kişilerden sürekli kendisini yenilemesini, seyyar olmasını, risk almasını, rekabet becerisini geliştirerek yırtıcı bir karakter edinmesini, takım çalışmasında uyumlu olmasını bekliyor. Ancak eski kapitalizmin rutin ve monoton yapısına karşı savunulan bu politikaya yakından bakıldığı zaman sadece eski iktidar yapılarının rengini değiştirdiği görülüyor. Çalışanlar için esnekliğin anlamı ise yaşam boyu iş güvencesinin yok olması; sürekli iş ve şehir değiştirerek yön duygusunu yitirmek; istikrarlı işlerin yerini geçici projelere bırakması ve bir işten diğerine, dünden yarına sürüklenen yaşam parçacıklarından beslenen, rekabetin körüklediği “güvensizlik” ve “kayıtsızlık” duygusu... Ve bir de karakter aşınması... Oysa insan karakteri, duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli olması ve başkalarıyla girdiğimiz ilişkilere yüklediğimiz etik değerler üzerinden gelişir.


Sennett, bu kitabı yazarken formel veri kaynaklarından ziyade enformel veri kaynaklarından yararlandığını, antropolog gibi yaşadığı toplumdaki gündelik yaşama dair gözlemlerinden faydalanır. Ayrıca analizinin çatısını yıllar önce yazdığı Sınıfın Gizli Yaraları adlı çalışmasında görüşme yaptığı Enrico adında bir işçi ile bu işçinin Rico adlı oğlu ile yıllar sonra tesadüfen bir yolculuk sırasında gerçekleştirdikleri görüşme üzerine kurar. Sennett baba ile oğlunun hikayelerinden yola çıkarak değişen yeni kapitalizm olgusunun üretim biçimi üzerindeki etkilerini iki nesli karşılaştırarak ortaya koyar. Başka bir ifadeyle, esnekleşmenin ve değişen üretim biçiminin ve ilişkilerinin karakter üzerindeki aşındırıcı etkilerini iki nesli karşılaştırdığı bu aile örneği üzerinden açıklamaya çalışır. Baba Enrico, düşük gelirli rutin bir işte çalışmakta ve kıt-kanaat geçinmekte olsa da “ailesine hizmet” edebildiği için sahip olduğu işe şükretmektedir. Çocuklarının, toplumsal tabakalaşmada dikey hareketliliği sağlayabilecek en önemli araç olan, üniversite eğitimi alabilmelerini sağlamak için yaşadıkları gettoyu terk ederek banliyöden bir ev sahibi olmuştur. Oğlu Rico’nun kendisinin sahip olamadığı yüksek ücretli, üst düzey bir iş sahibi olabilmesi için çabalamaktadır. Babanın hikayesinin Sennett’i en etkileyen yanı yaşamında zamanın son derece doğrusal akması, her günü neredeyse aynı olan işlerde yıllar yılı çalışmasıdır (Sennett, 2008: 14). Bugünün yeni kapitalizm koşullarında imkansız gibi görünen zamanın doğrusal akışı, sahip olunan işin garantisi, sendikal güvence, emeklilik geliri, özdisiplininin bir sonucu olarak maddi ve manevi başarıya ulaşması, sürprizlere yer olmayan bir yaşantıyı olağan kılmıştır.


Sennett, yıllar sonra tesadüfen karşılaştığı Rico ile yaptığı görüşmede Rico’nun


üniversite eğitimi aldıktan sonra babası gibi işçi olarak değil bir beyaz


yakalı olarak yüksek gelirli bir işe sahip olduğunu, pahalı bir takım elbise giydiğ


ini ve parmağında da Amerika’nın saygın üniversitelerden mezun olanların


taktığı “armalı yüzük” olduğunu görür. Bu durum babasının çocuklarının sınıf


atlama arzusunun gerçekleştiğini göstermektedir. Ne var Rico iyi okullardan


mezuniyetin ardından on dört yıllık başarılı bir kariyere sahip olmakla birlikte


bu kariyer uğruna kurduğu aile ile birlikte yaşadıkları kenti sürekli değiştirmek


durumunda kalmıştır. Sahip olduğu işi sürekli yenilikler gerektirmekte, işi gere-


ği sürekli seyahat etmekte ve dolayısıyla ailesine de yeterince zaman ayıramamaktadı


r. “Kendi yaşamı üzerindeki kontrolü yitirme korkusu” duymakta ve yeni


ekonomi anlayışı içinde ayakta kalabilmenin koşullarını sağlayabilmek için


“kendi duygularında, iç dünyasında sürüklenme” yaşamaktadır (Sennett, 2008:


18-19). Rico’ya göre babasının çalışma hayatı, sadakati ve bağlılığı olumlu bir örnek olarak kendisine sunulmuştu; ona göre de aile “sorumluluğu, güvenilirliği, bağlılığı ve hayatta bir hedef sahibi olmayı vurgulamalı”ydı.







Karakter, içsel bütünlük, ilişkilerde karşılıklı bağlılık ve uzun vadeli bir hedef için çaba


harcamak biçiminde kendini gösterir. Yeni kapitalizm ise güvenmeyi, bağlanmayı


ve uzun vadeli planlar yapmayı karlı bulmaz, reddeder.


Sennett Karakter Aşınması’nda gelişmiş bilgisayarlarla üretilen ekmeğin kalitesinden


çok, ekmeği yiyenlerin hayatına bakıyor ve soruyor: “Bu sistem insanın yaşamına değer ve anlam katıyor mu?” Ve ekliyor “değişim, kitlesel ayaklanmalarda değil,


ihtiyaçlarını birbirleriyle paylaşan insanların arasında, toprakta yeşerir. insanları


birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağı


ndan eminim.”


Richard Sennett’in Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde işin Kişilik Üzerindeki


Etkileri (istanbul: Ayrıntı Yayınları, 2002) kitabının arka kapak yazısı.




örnek olarak kendisine sunulmuştu; ona göre de aile “sorumluluğu, güvenilirliği, bağlılığı ve hayatta bir hedef sahibi olmayı vurgulamalı”ydı. Ancak yeni ekonominin
“yüzergezer” değerleri olan kısa vadeli planlar, esneklik ve sadakatsizlik
tüm bu erdemleri imkansız hale getirmektedir (Sennett, 2008: 25). Rico’nun
işi, yeni kapitalizmin “beyaz yakalı” çalışanlardan beklentilerinin çalışanlar üzerindeki etkilerinin adeta bir göstergesi gibidir. Nitekim Rico’nun çalıştığı işler istikrarlı ve uzun dönemli olmayan, sürekli yenilik ve değişim gerektiren ve kalıcı bir iş güvencesi olmayan işlerdir.
Karakter “kendi arzularımıza ve diğer insanlarla aramızdaki ilişkilere yüklediğ
imiz etik değer”ken, yaşadığımız dünyayla bağlantısı çerçevesinde “kendimizde
değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel
özelliklerimizdir” (Sennett, 2008: 10-11). Karakterin uzun dönemli amaçlarla, sadakatle
ve karşılıklı bağlılıkla ifade edildiğini belirten Sennett, geçici işlerle, iş
güvencesinin olmayışıyla ve çalışma koşullarının sürekli değişmesiyle karakterize
edilen yeni kapitalizmde artık uzun vadeli amaçlar söz konusu olamadığı için
karakter aşınması yaşandığını vurgular (Sennett, 2008: 10). Sennett, bu duruma kesin bir çözüm sunmasa da insanlara birbirlerini umursamaları için makul gerekçeler sunamayan bir rejimin uzun süre meşruiyetini koruyamayacağına inanmaktadır.


YENi KAPiTALiZMDE iŞiN KiŞiLiK ÜZERiNDEKi


ETKiLERi


Sennett, karakter aşınmasını yeni kapitalizmin kişilik üzerindeki etkileri çerçevesinde


çözümler. Merkeziyetçi, katı, hiyerarşik Taylorist yönetim anlayışının yerini,


çalışanların katılımına ve paylaşımına açık olan yeni yönetim biçimlerinin alması


yönetimde de değişimi getirmiştir. Esneklik olgusunun üretim ve yönetim sürecine


yerleşmesi çalışanların hem bireysel olarak karakterlerini hem de sosyal ilişkilerini


değiştirmiştir. Sennett’a göre esneklik insanları özgür kılacak yeni koşullar yerine


iktidarın ve kontrolün yeni biçimlerini üretmiştir. Esneklik, insanların çalıştıkları


yerlerde gelecekleriyle ilgili planlar yapmalarını, bir tarih oluşturmalarını zorlaştırmaktadı


r. Esneklik nedeniyle insanların amaçları parçalanmakta ve yönlerini kaybetmektedir.


Yeni çalışma sisteminin ve yönetim anlayışının “yenilik”, “özgürlük”,


ve “serbesti” gibi prensipleri çalışanların gündelik yaşamlarını eskisine oranla daha


fazla kontrol eder hale gelmiştir.


“Katı bürokrasi biçimlerini eleştiren ve risk almaya vurgu yapan esnekliğin, insanlara


kendi yaşamlarını şekillendirmede daha fazla özgürlük tanıdığı söyleniyor. Oysa


yeni düzen, sadece geçmişin yürürlükten kaldırılmış kurallarının yerine yeni kontrol


biçimlerini geçiriyor” (Sennett: 2008: 10).


Sennett, topluma dayatılan yeni kurallar ve kontrol biçimlerinin insanlara sanı


ldığı gibi seçme şansı ve özgürlük alanı yaratmadığını belirtir. Bugün emek piyasası


nın içinde olan ve bu piyasaya atılmak üzere olan yığınla insan kendi araları


nda bir “fark yaratma” telaşı içindedir. Kimsenin bilmediği bir yabancı dili öğ-


renmek, sertifikalar elde etmek ve sonrasında hizmet içi eğitimler almak yeni


kontrol biçimleri olarak değerlendirilebilir. Tüm bu “kişisel gelişim” çabalarının


sürekli hale gelmiş olması, çalışanlar üzerindeki denetimin artmasına ve yeni üretim-


yönetim sistemine ayak uyduramayanların dışarıda kalmasına neden olmaktadı


r. Asıl ironik olan ise tüm bu kişisel gelişim etkinliklerine katılımın iş güvencesi anlamına gelmediğini de çalışanlar bilmektedir.







Geleneksel anlamıyla kariyer


de, kariyer planlaması da bitmiştir. Artık becerilerin sürekli ama sürekli olarak yenilenmesi


gerekmektedir.


Günümüz toplumlarında bireylerin iş piyasasındaki nitelikleri değişim değeri


üzerinden değerlendirmektedir. Vasışarı ve çalıştığı kuruma/şirkete katkısı ölçüsünde


birey, karakterinin değerli olduğunu hissettiği bir dönemde yaşamaktadır.


Dolayısıyla birey çalışma yaşamı üzerinde yitirdiği denetimi, kendi özel yaşamında


da yitirme tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu anlamda çalışma ve kişisel yaşama dair


zamanın denetimi kişinin elinden çıkmıştır. Öte yandan çalışma edimi, değişen


birçok özelliğine karşın hala aileye hizmet etme kaygısını taşımaktadır. Sennett’in


örnek baba-oğul figüründe çocuklara ve genel olarak aileye gösterilen önem, bu


düzeyde benzerlik taşımaktadır. Ancak kritik olan farklılık ise babanın çalışma hayatı


nın başlı başına örnek oluşturabilecek bir etik davranış olmasına karşılık “Rico’nun


en derin kaygısı, kendi çalışma hayatını, çocuklarına bir etik davranış olarak


sunamaması”dır (Sennett, 2008: 20).


Artık günümüz kapitalizminde uzun vadeli planlar söz konusu değildir. Çünkü


esnekleşme bu çerçevede de kendini göstererek kapitalist örgütlerin kâr marjlarını


artırabildiği oranda kısa vadeli kazançların peşine düşmüştür. Sermaye artık sabırsızdı


r. Yapılan işte uzun vade diye bir şey artık yoktur. Rico örneğindeki gibi işler artık


kısa projeler şeklinde ve bir projeden diğerine sürekli koşma şeklinde yürümektedir.


Çalışanlar emekli olana kadar sabit bir işte çalışma garantisine sahip değildir. Her anlamda


belirsizlik kapitalizmin ruhuna işlemiştir. Korku, kaygı ve sürekli bir istikrarsı


zlık güven ve sadakat bağlarını zayışatmaktadır. insanlar artık geleceklerini öngörememektedir.


Bu durum toplumdaki gerginliğin artmasına da neden olmaktadır.


Rutin Zaman Köleliği.


Modern toplumların en önemli özelliklerinden biri işin düzenlenmesinde yarattığı rutindir. Çalışma yaşamında herkesin görev tanımları yapılmış olması hem işin hem de zamanın bir rutine sahip olmasını beraberinde getirmiştir. Ancak esnekleşme zamanın ve işin de esnekleşmesine neden olmaktadır.


Sennett’ göre, rutin, bireyin karakterinin pasişeşmesine yol açmaktadır. Modern toplumda vasıfsız işlerde çalışan uzmanlaşmış işçiler çalışmayı rutinleştirdiği gibi, çalışma zamanını da rutinleştirir. Aslında gerçekleşen şey çalışma zamanının rutinleşmesidir. Ancak Sennett’e göre “rutin zaman köleliği” pasifçe kabullenilmemiştir.


işçiler işyerindeki zaman-iş kontrollerini sabote etmekte çeşitli yöntemler geliştirmişlerdir. Bir işyerinde giriş-çıkışlarda imza atılması ya da kart basılması uygulamasıyla mesai saatleri denetimi yapılsa da sigara yasağı nedeniyle çalışanların, çalıştıkları mekân dışında sigara içmeye çıkmaları ve bu zamanı da uzatmaları buna örnek olarak gösterilebilir. Bu örnekte görüldüğü gibi, ‘rutin’ kırılabilir bir öge olabilmektedir. Yine de, Sennett’e göre, rutin yok oluyor da değildir. “Yeni çıkan esneklik söylemi ekonominin en dinamik sektörlerinde rutinin yok olmak üzere olduğunu ima ediyor. Ancak çalışanların büyük çoğunluğu hala Fordizm çemberinde hapis”tir (Sennett, 2008: 45).


Esneklik, günümüz toplumunda üretim ilişkilerinden bireyler arası ilişkilere kadar yaşantımızın bir parçası haline gelmiştir. Sennett ideal anlamda esnekliği insanın “değişen koşullara uyum sağlayarak, onlardan zarar görmemesi” ölçüsünde değerlendirir. Oysa günümüzde esnekliğin insanı özgürleştirdiği düşüncesi karşılık bulamamaktadır. Sennett’in (2008: 48-49) sözleriyle,





“değişime açık olmayı ve koşullara ayak uydurabilmeyi özgür eylem için gerekli karakter özellikleri olarak görüyoruz; insan değişme yeteneği olduğu için özgürdür diye düşünüyoruz. Ancak günümüzde yeni ekonomi politik, özgürlüğe duyulan kişisel arzuya ihanet ediyor. Bürokratik rutine karşı isyan ve esneklik arayışı, bizi özgürleştirecek koşulları yaratmak yerine yeni iktidar ve kontrol yapıları üretti (Sennett, 2008: 48-49)


Artık kapitalist toplumdaki üretim kurumları yönetim ve üretim düzeyinde esnekleşmenin sonucu olarak süreksizlik temeli üzerinden kendilerini var etmektedir.


Çalışan sayısı ve çalışanların çalışma süreleri, verimlilik-üretkenlik parametreleri göz önünde bulundurularak zamanla düşürülebilir, atıl yapılar yok edilebilir.


Farklı bir ifadeyle, “bürokratik rutini hedef alan esnek değişim, kurumları kesin ve geri dönülemez biçimde dönüştürmeyi amaçlar; öyle ki bugünle geçmiş arasındaki süreklilik bozulur” (Sennett, 2008: 49). Böylelikle kapitalist işletmelerde var olan yönetim sistemleri tam anlamıyla dönüşüme uğrar.


“Merkezileşme olmadan yoğunlaşma” kavramından bahseden Sennett örgütlerdeki işleyişin esnek görünse de klasik hiyerarşik yapıdan daha fazla baskıya ve kontrole neden olduğunu örneklerle açıklamaktadır. Ayrıca çalışanların çalışma saatlerinin esnekleştirilmesi modern organizasyonun standartlaştırılmış rutine yönelik saldırısının gerçek bir yararı olarak “çalışma zamanının özgürleşmesi gibi görünmesi” oldukça aldatıcı bir durumdur. Zira çalışanların çalışma zamanlarının esnekleştirilmesi demek, pratikte zaman ve mekân boyutunun giderek belirsizleşmesi anlamına gelmektedir. Oysa çalışanlardan esnek zaman diliminde yapılması gereken işleri yapmalarını istemek göreli bir özgürlük alanı sağlamaktan bile uzaktır.


Gelişmiş teknolojik yöntemlerle çalışanların zamandan ve mekândan bağımsız olarak da denetime tabi olmaları söz konusudur. Ancak esnek çalışma prensibi cinsiyet, sınıfsal ve ırksal birtakım kategorilere göre farklılık göstermektedir. Sennett bu durumu şöyle özetlemektedir:


“Rutine karşı başlatılan isyanın vaat ettiği yeni özgürlük sahtedir. Kurumlarda işleyen ve bireyin yaşadığı zaman, eskinin demir kafesinden kurtulmuş olsa da, yukarıdan aşağıya işleyen yeni bir denetime ve gözetime tabidir. Esnekliğin zamanı yeni bir iktidarın zamanıdır. Esneklik düzensizlik yaratır, ancak sınırlamalardan kurtulmamızı sağlamaz” (Sennett, 2008: 62).


Yaşadığınız kentte 24 saat üretim yapan bir fabrikada çalışanların sekiz saatlik üç vardiya halinde çalıştıklarını göz önüne getirin. Bir tam günü üçe bölmekte olan bu zamansal esnekliğin çalışanların karakteri üzerinde oluşturabileceği olası etkiler neler olabilir?


Klasik anlamdaki sınıf bilincinin ve aidiyetinin Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da geçmişten günümüze farklı algılandığı bilinmektedir. ABD’de “sınıf bir kişisel karakter meselesi olarak algılanır” (Sennett: 2008: 67) Avrupalılar kendi sınıfsal konumlarını “objektif toplumsal koşullar” ve kriterler üzerinden değerlendirirlerken, ABD’de bireyler “ırk ve etnisite” üzerinden değerlendirirler. işin karakterinin değişmesi, esnek üretimin ve uzmanlaşmanın teknolojik üretim araçlarıyla yoğunluk kazanması aslında işçilerin yapılan iş karşısındaki konumunu da etkilemiştir. iş bilgisayarlara
ve makinelere bağımlı hale geldikçe, işçinin emeğinin sınırları daraltıldı
kça, yapılan işe karşı bağlar da zayıflamıştır. Sennett’in kitabında verdiği fırıncılık örneğinde olduğu gibi çeyrek yüzyıl öncesinde ekmek üretiminin her aşamasının usta-kalfa-çırak ekseninde gerçekleşirken ve şimdi el değmeden bilgisayar ekranı üzerinden üretimin organize edilmesi, öncelikli olarak çalışanların vasıfsızlaşmasına neden olmuştur.


Diğer önemli bir nokta ise işçinin olası bir olumsuzluk halinde, yani bilgisayarın ya da yüksek teknoloji ürünü makinelerin arızalanması durumunda elinin kolunun bağlı olmasıdır. Kısaca, işçiler artık nasıl ekmek yapıldığını bilmemektedir.


“Bilgisayar programına bağımlı emekçiler olarak, hiçbir pratik bilgiye sahip değiller. işleri, ne yaptıklarını anlayabilme anlamında, onlara hiç de okunaklı görünmüyor” (Sennett, 2008: 71).


Risk Alarak Yaşamak.


Günümüzde risk kavramı sadece kapitalist girişimcilerin gündeminde değildir, aksine “kitleler tarafından her gün omuzlanması gereken bir sorumluluk” haline gelmiştir (Sennett, 2008: 84). Esnekleşen iş organizasyonlarının parçası olan çalışanlar kendi geleceklerini sağlama alma kaygısı içinde artık risk almak zorundadır. iş yaşantısındaki süreksizlik, bireysel olarak risk almayı zorunlu hale getirdiği için, sürekli bir iş değiştirme, farklı pozisyonlar yaratma ve bu pozisyonları değerlendirme anlamına gelmektedir. Sürekli olarak yeni bir işletmede yeni bir pozisyonda işe başlamak, her defasında sanki sıfırdan başlıyormuşçasına hareket etmek, yani sürekli risk altında yaşamak, Sennett’e göre, yine karakter aşındırıcıdır. 


“Esnek organizasyonlarda risk alıp hareket eden kişiler genelde yeni pozisyonları hakkında pek az bilgiye sahip olduğundan, yanlış bir karar verdiklerini, ancak iş işten geçince anlarlar. Bilselerdi risk almazlardı. Organizasyonlar sık sık iç akışkanlık halinde bulunduğundan, kişinin, şirketin mevcut yapısına bakarak geleceğine dair rasyonel kararlar alması çok zordur” (Sennett, 2008: 89).


Risk alarak iş değiştirme yoluna gidenlerin büyük ölçüde ücret artışına yönelik umutları olduğunu vurgulayan Sennett, aslında bu durumun çok da gerçeği yansıtmadığını söyler. Bu anlamda çalıştığı firmayı değiştiren çalışanlar genellikle bu durumdan zararlı çıkmaktadır. Ancak yine de risk almak mevcut sistem içinde bir zorunluluk olarak dayatılmaktadır.


Geçmişte iş etiği “kişinin zamanını öz disiplin çerçevesinde kullanması ve mükafatları ertelemesi” anlamına gelmekteydi (Sennett, 2008: 104), çok çalışmak ve sabretmek altın kuraldı. Çünkü süreklilik esastı, emeklilik öngörülebilen bir hedef ve ödül olarak durmaktaydı. fiüphesiz bu durum ancak istikrar vaat eden kurumların var olduğu bir üretim sistemi içinde geçerliydi. Post-Fordist üretim ve yönetim anlayışının esnekleşmeyle birlikte takım çalışması gibi yeni iş ilişkileri aracılığıyla yeni bir iş etiği ortaya çıkmıştır. Takım içinde otorite olmadan bir iktidar oyunu oynanır. Bu durum da Sennett’e göre yeni bir karakter tipi ortaya çıkartır. Bundan böyle “amaçlı insan gitmiş, yerine ‘ironik’ insan gelmiştir” (Sennett, 2008: 122).


Takım içinde her bir birey artık kendini çok da fazla ciddiye almaz. Başarısızlık, ağın (network) dışında kalma, kapitalist örgütlenmenin safrası durumuna düşme ve yoksullaşma gibi korkuları içinde barındırmaktadır. Günümüzde başarısızlık sadece alt sınışarı ilgilendiren, yoksulları kuşatan bir süreç olmanın ötesinde orta sınışara da kabus gördüren, başarılı olanları da tehdit eden bir olgu haline gelmiştir. “Kazanan hepsini alır” prensibine dayanan yeni kapitalist düzen geride kalanları başarısızlığa hapseden bir yapıya sahiptir. Başarısızlığı “hayatı anlamlı kılamamak, kendinde değerli bir şey görememek, salt var olmanın ötesinde gerçekten yaşamayı başaramamak” şeklinde değerlendirmek gerekmektedir.





Kapitalizmin yeni biçimi, artık bireylerin ağın içinde kendilerini hangi noktada
herhangi bir ihtiyaca cevap verdiklerini düşünmelerine neden olmaktadır. Karşılıklı güvensizlik ve risk egemen çalışma kültürünün önemli unsurları olarak bireylerin güvensizliklerini arttırmaktadır. Güvensizlik ve bireyin herhangi bir somut ihtiyaca yanıt vermediği düşüncesi, çalışanların çevreye ve yaşananlara karşı duyarsız hale gelmelerine neden olmaktadır. Sonuçta da insanlar birbirleri için kaygılanmaz hale gelmektedir. Sennett’e göre bu kaygısızlık, rejimin meşruiyetini zedeleyecek düzeye ulaşmaktadır.


Yeni kapitalizmin kültürünün kişilik üzerindeki etkilerini özetleyiniz.



Necmi Erdoğan, Türkiye özelinde karakter aşınmasının birbiriyle iç içe olan iki kaynağına işaret etmektedir: Birincisi “...sermayenin emeği geçicileştirme, yarınsızlaştırma veya “esnekleştirme” yönündeki ekonomik stratejisidir (Ki “kayıt dışı istihdam”ın, “sigortasızlık”ın Türkiye kapitalizminin hiç bitmeyen ilkel birikim mantığının asli bir bileşeni olageldiği düşünüldüğünde, emek açısından tümüyle yeni bir “risk toplumu” manzarasından söz edemeyiz). ikincisi ise, bu stratejinin uygulanmasını mümkün kılan kültürel-ahlaki zemini de kuran ideolojik-politik ve kültürel iklimdir. Temelleri 1980’lerde Özal’ın...neoliberal pragmatizmi öne sürmesinde...”gemisini kurtaran kaptan” veya “başarı hikayesi” kahramanı olmak için “kendine yatırım yapmak”, “risk almak”, “yeniliklere ve rekabete açık olmak” gerektiğini vazeden “yeni insan” anlatısının bireyci, pragmatik, narsist ve kendisiyle meşgul bir kendilik yaratması; “katı olan herşeyi buharlaştıran” kapitalist modernliğin “akışkanlığının” ve “hız”ının metropol hayatından internete kadar çok çeşitli alanlarda yaygın bir şekilde yaşantılanmasının (yaşanan mekana, yapılan işe, insani ilişkilere) bağlılığı erozyona uğratması ve aidiyetleri gelgeçleştirmesi vb. bu iklimin özellikleridir. Bu bakıma, Türkiye’deki karakter aşınmasında en az emek sürecinin “esnekleşmesi”, kısa süreli taahhütler veya kişiye özel iş sözleşmelerinin yaygınlaşması kadar, insanın başka insanlar, kolektif kişilikler, zaman, mekan ve hatta kendi emeği ile kurduğu ilişkinin kültürel kodlarını dramatik bir şekilde dönüştüren hegemonik süreçlerin de etkili olduğunu iddia edebiliriz” (Erdoğan, 2011: 103-104).