10 Eylül 2016 Cumartesi

PLATON VE ARiSTOTELES’iN FELSEFELERiNDE VARLIK SORUNSALI.


Doç.Dr. Murat BAÇ*

       PLATON VE ARiSTOTELES’iN FELSEFELERiNDE VARLIK SORUNSALI.

Antik dönemin ilk düşünürlerinin ¾başka bir deyişle, Sokrates öncesi dönemde fikir üreten felsefecilerin ¾ ortak bir özelliği, doğanın düzeninin anlaşılması sorunsalına gösterdikleri özel ilgidir. Sokrates’le gelen önemli bir değişim ise, insanın etik varlığı ve yaşama biçimi konularının felsefede ön plana çıkmaya başlamasıdır. Etik ve politik konular, Sokrates’i izleyen Platon ve onun öğrencisi olan Aristoteles için de çok büyük önem taşırlar. Buna karşın, Sokrates-Platon-Aristoteles çizgisi, Sokrates öncesinde ortaya çıkan ve yukarıda kısaca incelediğimiz esas bir konu üzerine fikir üretmeye ve oradaki tartışmaları ileri taşımaya devam edecektir. Bu esas konu, genellik sorunudur.

Platon ve Tümeller Kuramı.
Sokrates’in dikkatimizi çekmeye çalıştığı önemli bir nokta, bir kavramın örneklerinin o kavramın kendisine eşlenik olmadığı düşüncesidir. Kavram, algıyla değil akılla anlaşılır. Her ne kadar Sokrates’in sorgulamaları insanları zihinsel uyuşukluktan kurtarmaya ve bilgi eksikliklerini göstermeye yönelmiş olsa da, onun öğrencisi olan Platon oldukça farklı bir felsefi kaygıyla hareket etmiştir. Platon’un temel amacı yalnızca düşünsel sorgulamayı sürdürmek ve kavramlar konusunda insanların cahilliklerini sergilemek değil, onun da ötesinde, büyük çapta bir felsefi kuram veya model sunmaktır. Atinalıların son derece haksız bir yargılama sonucu hocasını ölüme mahkûm etmelerinden çok etkilenen Platon, bu gibi olayların yaşanmaması için, devleti yönetenlerin “evrensel ilkelerin bilgisine” yönelmiş kişiler ¾kısaca, “filosofoi¾ olması gerektiğini savlamıştır. Bu amaca yönelik olarak Platon’un savunduğu kuram, tümeller kuramı olarak bilinir. Felsefe tarihini derinden etkilemiş olan bu kuramı şimdi ana hatlarıyla kısaca gözden geçirip anlamaya çalışalım. Bu ünitenin önceki bölümlerinde, ilk felsefecilerin doğaya egemen olan genel ilkeleri keşfetme çabasına girdiğinden söz etmiştik. Platon’un felsefesinin de bu yönde bir girişim olduğunu ancak kapsam ve derinliğinin çok daha büyük olduğunu belirtebiliriz. Platoncu bir gözle bakarsak, çevremizde algılamakta olduğumuz nesneleri belli kategoriler (cinsler, türler, vb.) altında toplayabilmemiz, oldukça ilginç ve açıklamayı gerektiren bir yön içermektedir. Bu noktada, tartışmayı daha ileriye taşıyabilmek için, sıradan bir varlıksal-dilsel duruma “felsefi” bir gözle bakarak sıradan olmayan bir yorum getirelim. Çevremizdeki fiziksel nesnelerin her biri kendi başlarına var olan ayrı nesneler olsa da, onların ne oldukları sorusu gündeme geldiğinde “tek tek nesnelerin kendilerinin ötesinde” bazı unsurlara bakmamız gerektiği açıktır. Örneğin, tam karşımda duran bir nesneye parmağımla işaret ediyorum ve “işte bu!” kelimelerini söylüyorum. Bu elbette hiç de aydınlatıcı bir betimleme değildir.

(Platon’un kuramı kavramların varlıksal ve bilgisel önemini ortaya koyar.)

Öte yandan “şuradaki gemi” ifadesini kullanırsam durum tamamen değişir. “işte bu!” ifadesinden, türlerin (veya cins isimlerin) kullanımına geçiş büyük bir fark yaratır. Yürütmekte olduğumuz tartışmanın varlık ve bilgi konularında neden çok ilginç bazı sonuçlara gebe olduğunu anlamak için somut bir örnek üzerinde duralım. Diyelim ki, bizimkine çok benzeyen olanaklı bir dünyada, aynı bizimkinde olduğu gibi, insanlar (örneğin, ‘Mustafa Kemal Atatürk’), hayvanlar (örneğin, ‘Minnoş’) ve bazı yerler (örneğin, ‘Ankara’) özel isim alabilmekteler. Ancak, bizimkinden farklı olarak, o dünyada cins isimlerin hiç kullanılmadığını varsayalım. Mutfağımdaki bardaklardan her birinin ‘Hakan’ veya ‘Yasemin’ gibi bir adı olduğunu düşünelim.
Aynı durumun, dünyadaki kuşlar, elektrik direkleri, eller, vb. için de geçerli olduğunu kafamızda canlandıralım. Böyle bir dünyada tahminen bilgi ve iletişim son derece zor olurdu. Örneğin, bir insan kimsenin daha önce görmediği ve isim takmadığı bir çam ağacını görüp diğerlerine anlatmaya kalktığında, elinde fazlaca bir iletişimsel gereç bulunmayacaktı. Böylesi garip bir dünyanın dilsel düzeni bizimki ile karşılaştırıldığında aradaki büyük fark kolayca ortaya çıkar. “Bir kırmızı karanfil” ifadesini kullanan bir kişinin verdiği bilgiyi kolayca alırız çünkü nasıl bir nesneden bahsettiği hemen kafamızda canlanır. Peki, bu örnekte anladığımız ve bildiğimiz şey nedir? Açıkça görüleceği gibi, anladığımız ve bilgisine ulaştığımız şey “kırmızı” ve karanfil”dir. Başka bir deyişle bilgi, genel deyimler veya cins isimler ile taşınmaktadır.
Bunu daha iyi anlayabilmek için, tikel ve tümel kavramlarını net bir şekilde tanımlayalım. “Tikel”, nesnelerin tekliğini ve kendileri olma durumunu ifade etmek için kullanılır. “Tümel” kavramı ise, tikelleri tanımlayan tür adları ve tikellerin edindiği nitelikler için kullanılmaktadır. Örneğin, bu satırları okuyan insanların her biri, bahçemdeki ceviz ağacı, vazomdaki kırmızı karanfil ve Mars gezegeni tikel birer nesnedir. “insan”, “ağaç”, “karanfil”, “kırmızı” ve “gezegen” ise tümellerdir. Elbette, doğadaki nesneler söz konusu olduğunda tümellerle tikeller fiziksel olarak ayrılabilir şeyler değillerdir. Masamdaki vazonun içinde duran karanfilden kırmızı rengini (veya “renk” özelliğini) çıkarıp alamazsınız. Benzer şekilde, “karanfil” adını verdiğimiz tür, nesnelerden kopuk bir hâlde çıkıp kendi başına evrende dolaşamaz. Her tür ve özellik kendini nesneler üzerinde veya onlara bağlı olarak gösterir. Buna karşın, felsefi çözümleme ve açıklama çabalarının bir parçası olarak, tümellerin ve tikellerin varlıksal konumlarını veya işlevlerini kavramsal olarak ayırıp irdeleyebiliriz. Platon ve Aristoteles’in bu alanda yaptığı irdelemeler çok kritik bir önem taşır ve kendilerinden sonra gelen düşünce biçimlerini felsefenin her alt alanında çok büyük bir oranda belirlemişlerdir.
Bu konuyu biraz daha derinlemesine irdeleyelim. Nesnelere verilen isimler söz konusu olduğunda biz hem tikel hem de tümel boyutta hareket ederiz. Özel isimler (örneğin, ‘Atatürk’) tikellere özgüdür ve ¾ilkece¾ evrende bulunan tek bir nesneye yöneliktir. Buna karşın ben işaret parmağımı birden çok nesneye uzatarak “insan” kavramını kullanabilirim. Benzer şekilde, “kırmızı”, “ağır”, “uzun” gibi nitelemeler çok sayıda nesneye uygulanabilir. Ancak bu nasıl olanaklı olmaktadır? “Kırmızı” tektir, ama birden çok şeyde bulunabilir. Tek olan bir şeyin aynı zamanda çok olması, Platon’un da dikkatini çektiği gibi, kafa karıştırıcı bir yön taşımaktadır. Birbirinden farklı tikel varlıklar için aynı tanımlayıcı ifadeyi kullanmamız nasıl olanaklıdır?
Platon’un buna verdiği yanıt özünde şudur: Örneğin, bizim “domates” olarak bildiğimiz farklı nesneler için aynı cins ismi (‘domates’) kullanmamız o nesnelerin “domates olma” adını verebileceğimiz evrensel bir özelliği içlerinde barındırmaları yüzünden olanaklıdır.

(‘Tikel’ deyimi tek tek nesneler, ‘tümel’ ise genel kavramlar için kullanılır.‘Tikel’ ve ‘tümel’ öz Türkçe deyimlerdir. Anadolu’nun belli bölgelerinde ‘tikel’ deyimi “tek bir parça” anlamında kullanılır‘Tümel’ deyimi ‘tüm’ kökünden gelir ve felsefeciler için büyük öneme sahiptir.)

Doğal olarak, tek tek domatesler ayrıntılarda birbirlerinden farklı olabilir; bazıları ezik veya zedelenmiş veya yamru yumru iken bazıları daha parlak ve çekici bir görünüm arz eder. Ancak ayrıntıda birbirlerinden çok farklı olan domatesler, her şeye rağmen, “domates olma” kıstasına uydukları için bu adı almışlardır. Bu “domates olma” veya “domates-lik” durumunun, tikel domateslerin başına gelebilecek olaylardan genelde bağımsız olduğunu da not etmeliyiz. Tek tek domatesler dünyada var olur ve sonra dünya üzerinden kaybolurlar. Bazıları doğal yollardan bozulur, bazıları da başka canlıların besini olurlar. Tüm bu değişimlere karşın, bizim farklı nesnelere ‘domates’ adını vermemize olanak sağlayan “domates olma”nın tanımı veya kavramı ise değişmez. Ben domatesler üzerine yoğunlaşıp onların genel olarak ne olduğunu anlamaya çalışırsam, zihinsel bir hedef
olarak belirlediğim şey şu ya da bu domates olmaz; ne de olsa onlar tikel nesnelerdir ve o nesnelerin tikel nitelikleri ve örneğin, tikel kusurları vardır. Benim bir şeyin “ne olduğunu anlama” çabamın nesnesi o şeyin dünyadaki örneklerinden ziyade, onun kavramıdır. O yüzden bilgi, en kritik anlamıyla, kavramlara veya tanımlara yönelmek durumundadır. Elbette dünyadaki domatesler üzerine yargı üretebilmek de bir tür bilgilenmedir. Örneğin, “işte kırmızı bir domates” veya “Bu domates tezgâhtaki diğer domateslerden daha olgun” gibi gözlemlerde bulunabiliyorsam, bu dar bir anlamda takdir edilebilecek bir zihinsel başarıdır.

Ancak Platon’a göre, insan aklının “bilgi” ve “kavrama” adına gerçekleştirebileceği esas başarı, dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin hangi durumda ve ne özelliklerde olduğunu gözlemlemek değil, tümellerin veya kavramların bilgisine ulaşmaktır. Bilgisine ulaşılacak tümellerin (ki bunların değişmeyen şeyler olduğunu söyledik), gözlemlenen dünyanın içinde olamayacağı açıktır. Dünyada domateslerin, insanların, masaların, erdemin, iyiliğin, güzelliğin yalnızca mükemmellikten uzak örnekleri vardır. Dünyamız üzerinde, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, değişim ve bitimlilik esastır. Fakat bir “kavram” bozulup yaşamını sonlandırabilecek bir şey değildir. insan bilgisine ve anlayışına temel teşkil eden bu değişmezler için Platon ‘idea’ ve ‘form’ (biçim) deyimlerini kullanmıştır. Örneğin, dünyamızda insanların, atların, ve erdemin örnekleri bulunabilir. Ancak “insan ideası”, “at ideası” ve “iyilik ideası” değişmeyen şeyler olarak doğanın dışında olmalıdır. Değişken dünyamızda bir nesnenin “at” olması, onun “at ideası”nı barındırması yüzünden mümkündür. Bu idealar veya formlar –daha önce tanımladığımız bir deyimi kullanırsak– yeryüzündeki nesnelerin “at olma”sının normunu sağlarlar. Bu bağlamda, ideanın hem varlıksal hem de bilgisel anlamda nasıl belirleyici olduğuna dikkat etmekte yarar var. idealar tikel nesnelerin belli türden şeyler olmalarının varlıksal koşullarını sunarlar. Doğadaki bir domates, “domates” olarak varlık alanında belirebiliyorsa, bunun nedeni değişmeyen ve yok olmayan domates ideası yüzündendir.
Bu, işin ontolojik (yani varlıksal) tarafıdır. Öte yandan, eğer biz doğadaki bir nesneyi “domates” olarak niteleyebiliyorsak ve ona dair bilgilenme çabasına girebiliyorsak, bunun da nedeni domates ideasının var olması ve bizim bilgisel olarak ona yönelmemizdir. Bu da işin epistemolojik (yani bilgisel) boyutudur. Platon’un varlık tasarımında çarpıcı olan bir nokta, onun varlıksal hiyerarşiyi kurgularken, irdelemeyi “asıl ” ve “kopya” kavramları üzerinden yürütmesidir. Bunu şöyle bir örnekle anlayabiliriz. Eğer ben bir arabanın binlerce fotoğrafını çeker ve yağlı boya resimlerini yaparsam, bunların hepsinin birer kopya olarak arabaya ait olduğu ve onun görünümünü yansıttığını düşünebilirim. Ancak nihayetinde gerçek olan “araba”dır, onun resimleri ise ¾ne kadar başarılı ve gerçeğine yakın olsalar da¾ birer kopyadır.

(Platon ideaların veya tümellerin doğanın içinde yer alamayacağını savlar.)

Arabanın kendisi ile kopyalarını karıştırmak veya kopyaları asıl araba sanmak oldukça gülünç bir hata olurdu. Platon’a göre, herhangi bir şeyin ideası ile onun dünya üzerindeki örneklerini karıştırmak da bu türden bir hatadır. O yüzden Platon varlık hiyerarşisinde en alta ¾kelimenin tam anlamıyla¾ “kopyaları” (yani, sudaki yansımaları, fiziksel nesneleri tasvir eden sanatsal çalışmaları, vb.) koymuştur. Varlıksal değer sıralamasında bunların bir üstünde, fiziksel dünyanın algılar aracılığıyla kavranabilecek nesneleri (yani doğadaki nesneler)
gelmektedir. En tepede ise akıl yoluyla kavranabilecek “ideal” ve “değişmeyen” varlıklar, yani matematiksel nesneler ve idealar bulunmaktadır. Bir insan fiziksel (yani değişken) bir nesneyi algıladığında belli bir bilgilenme durumu içindedir. Ancak bilginin nihai hedefi kopya değil, asıl olan varlıktır. Başka bir deyişle, bilgi esas olarak kavramın örneklerine değil, kavramın kendisine yönelmek durumundadır. Platon felsefesinin en çarpıcı sonuçlarından biri budur.


Platon ve Epistemoloji.
Bu değerlendirmelerin ışığında Platon’un felsefesinin “bilgi” ve “epistemoloji” kavramlarına nasıl yaklaştığını açık bir şekilde ifade edebiliriz. ikinci ünitede epistemoloji alanını tanıtırken, deyimin kendisinin “bilgibilim” veya “bilgi kuramı” gibi anlamlara gelebileceğini, ancak bu yargının belli nitelemelere ve açıklamalara gereksinimi olduğunu belirtmiştik. Epistemolojiyi sistematik bir şekilde uygulayan ve bir alan olarak kimliklendiren ilk düşünür olan Platon açısından bakıldığında, “bilgi”nin diğer bilişsel hâllerden ayrılması hassas bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Platon, bizim gündelik kullanımımızdan oldukça farklı bir şekilde, ‘bilgi’ (episteme) sözcüğünü “ideaların bilgisi” olarak ayrı bir statüde tutmuş ve normal algısal yollardan edinilen bilgi için ‘kanı’ (doksa) deyimini kullanmıştır. Bu açıdan bakıldığında ‘epistemoloji’ deyimini “bilgibilim” anlamında kullanmak anlaşılır olsa da, Platon’un bu kelimeye felsefi olarak nasıl bir anlam yüklediğini kaydetmemiz gerekmektedir. Her insan bakma ve görme yoluyla kanı sahibi olabilir. Ancak Platon’a göre yalnızca bilgelik arzusu olanlar, yani felsefeciler, episteme’ye ulaşmaya çalışırlar. Tümellerin veya ideaların bilgisi gerçek bilgidir. Platon’un varlıksal ve bilgisel kuramı, Thales gibi Eski Yunan’ın ilk felsefecilerinin el yordamıyla başlattıkları felsefe serüveninin olgunlaştığı çok temel bir noktayı temsil eder. Bir diğer önemli durak noktası olan Aristoteles’ten bir sonraki bölümde bahsedeceğiz. Bu bağlamda, not etmemiz gereken daha genel bir konu, Platon’un devleti yönetecek kralların, yöneticilik yapabilmeleri için, epistemoloji yeteneklerinin olması gerektiğini düşünmesidir. Sıradan insanlar erdemin, doğrunun, adaletin ve benzeri kavramların örnekleri üzerinde konuşup, düşünsel yaşamlarını o düzeyde sorun yaşamadan sürdürebilirler. Ancak bir kral, erdemin, doğrunun veya adaletin kendisiyle ilgilenmiyorsa, Platoncu açıdan, üzerinde oturduğu tahtı hak ediyor diyemeyiz. O yüzden, burada “bilgi” kavramı bağlamında yaptığımız tartışmaların felsefi olarak çok daha geniş ve önemli sonuçları olduğunu söylemeliyiz.


(Platon episteme (bilgi) ile doksa (kanı) kavramlarını ayırır.)

Aristoteles’in Platon Üzerine Yorumu ve Töz Kavramı.

Aristoteles hocası Platon’u yakından izlemiş ve onun tümellerin önemi konusunda savladığı fikirleri özünde benimsemiştir. Aristoteles’e göre, insan bilgisi söz konusu olduğunda “tikelliğin” çok yardımcı olmayacağı kesindir ve bu konuda Platon temelde haklıdır. Ancak bu tabloda Aristoteles’in karşı çıktığı nokta, nesnelere kimliklerini veren özsel unsurların “değişen dünyanın içinde olamayacağı” yönündeki Platoncu düşüncedir. Aristoteles’in kuramı bu noktada Platon’dan belirgin bir şekilde ayrılır. Etkisini günümüzde de sürdüren bu önemli kuramı şimdi kısaca anlamaya çalışalım. Platon’a göre, nasıl bir resimdeki görüntü varlığını görüntünün fiziksel karşılığı olan nesneye borçluysa, fiziksel nesneler de varlıklarını idealara borçludur. Eğer bu doğruysa, kendi başına bağımsızca var olabilen şeyler idealardır. Aristoteles’in bu konuya getirdiği yaklaşım ise oldukça farklıdır. Bu farkı daha iyi anlamak için “töz” kavramını açıklamamız gerekiyor. Aristoteles’in önde gelen amaçlarından biri “varlık” kavramının bir sınıflandırmasını yapmak ve varlık hiyerarşisini sergilemektir. “Var olmak” ilginç bir kavramdır çünkü bu kavram evrende karşılaşabileceğimiz her şeye uygulanabilir. Var olan şeylere örnekler: toprak, hava, tavşanlar, şarkılar, kar taneleri, üzüntüler, kırışıklar. Bunların bir şekilde var olduğunu söyleyebiliriz, ancak bu var olma biçimlerinin birbirinden çok farklı olduğu da açıktır. Bir tavşanın varlığı ile onun gölgesinin varlığı birbirine benzemez. Peki, “gölge” gerçekten var mıdır? Gölgeler doğal veya fiziksel nesneler değillerdir. Ancak, gölge bir “hiç” de değildir. Benzer düşünceler “üzüntüler” ve “kırışıklar” için de dile getirilebilir. şimdi, “kendi başına bağımsızca var olabilme” konusuna dönelim. Aristoteles, Platon’dan farklı olarak, kendi başına var olabilme olgusunu dünyanın içinde arar. Başka herhangi bir varlığa bağlı olmaksızın var olabilen şeylere verdiği isim “töz” veya “cevher”dir. Aristoteles her tözün iki temel özelliği olduğunu söyler. İlk olarak, tözler bir “bu” olarak gösterilebilir. ikincisi, tözler “ayrı durabilme” özelliğine
sahiptirler. Bu ifadeleri örneklerle açıklamaya çalışalım. Belli bir ağaç veya belli bir kaplan gösterilebilir bir “bu”dur. Ancak, şekilsiz çamur veya bir avuç toprak (sınırları belirli bir nesne olma anlamında) bir “bu” değildir. Diğer ölçüte dönersek, örneğin bir insanın bedeni başka hiç bir şeye bağlı olmaksızın evrende var olabilir ancak, örneğin “tendeki yanık” kendi başına var olamaz; ancak bir beden üzerinde varlık kazanabilir.

Aristoteles’e göre, tikel her nesne bir tözdür. Bir insan, bir papatya, bir tencere töz statüsünde olan şeylerdir. (Aristoteles buna ek olarak insan, kurbağa, martı gibi doğal türlerin de bir anlamda töz olduğunu söyler.) Peki, bir kedinin veya bir tencerenin temel bir anlamda töz olduğunu söylemenin tartışmamız açısından ilginç tarafı nedir? Bunun yanıtını almak için Aristoteles’in tözlerin ¾yani tikel fiziksel varlıkların¾ kavramsal bileşenleri konusunda ne dediğine bakmamız gerekir. Sıradan her nesnenin maddesi (veya materyali) ve bir biçimi (veya formu) vardır. (Buradaki “biçim” kavramını “şekil”den ziyade, söz konusu nesneyi belli bir türe ait kılan ve onu tanımlayan yön olarak anlayabiliriz.) Bu unsurlardan birincisine dair bir not düşelim: Bir kedinin “maddesi” ile başka bir kedinin “maddesi” doğal olarak farklıdır çünkü onlar farklı nesnelerdir. Bunu biraz basitleştirip karikatürize ederek söylersek, örneğin iki kediden her biri kendi hücrelerini, kendi moleküllerini taşır; ikisinde birden bulunan bir doku veya hücre olamaz. Ancak ikisinin ortaklaştığı nokta ¾Platon’un da düşündüğü gibi¾ kedi olma durumu, kedi-lik, kediliğin özü veya kedi formudur. O hâlde, nesneleri belli bir türe ait kılan “unsur” veya “sebep” Platon’da değişen dünyanın dışındayken, Aristoteles’te nesnelerin içindedir.


(Aristoteles, töz kavramı ile, Platon’un tümeller kuramını bir açıdan devam ettirmekle birlikte, o kuramı önemli anlamlarda değiştirmeye de yönelir.)

Platon ve Aristoteles’in ortak noktası, farklılıklarından daha önemlidir. Her iki düşünür için de bilginin olanaklılığı tümellerden veya genel karakterlerden geçmektedir. Platon’un fikirlerini incelerken göz önüne aldığımız örnekleri düşünelim. Tikel bir nesne tikelliği ile alınırsa (örnek: “işte tam şurada duran şey!”), bilinecek bir şey değildir. Ancak nesne için, örneğin, “bir at” nitelemesi yaparsak nesnenin bilinebilir bir yönünü ifade etmiş oluruz. Aristoteles de tikel bir nesnenin bilinebilir tarafının onun biçimi veya özü olduğunu kabul eder. Biçim ve öz, bir türün tüm üyelerinde bulunan (yani tekrarlanabilen) unsurlardır. insanın özü, diyelim ki, “akıllı hayvan” olmasıdır. insanlar sarışın, esmer, uzun, kısa, yaşlı, genç olabilirler. Fakat insan olmanın özü (biçimi, formu, onu tanımlayan şey) her insanda aynı olmak durumundadır. Özetlemek gerekirse, Aristoteles de bilginin tümeller aracılığıyla olanaklı olduğuna ancak, bununla birlikte, tümellerin fiziksel nesnelerin kavramsal parçalarından biri ¾yani onları tanımlayan kısım, onların özleri¾ olduğuna inanır.



METAFiZiK, ONTOLOJi VE EPiSTEMOLOJi.
Varlık üzerine Eski Yunan’da üretilen önemli bazı fikirleri bu şekilde inceledikten sonra, bu ünitenin hareket noktasına dönüp “metafizik ” deyimini tanımlayabiliriz. Günlük yaşamda bu kavram çoğunlukla ruhsallık, uzaydan gelen canlılar, gizemli doğaüstü güçler gibi konularla ilintilendirilse de, felsefecilerin uğraştığı metafizik, esas olarak, gerçekliğin yapısının akılcı yöntemlerle ortaya konulması, “varlık” kavramının aydınlatılması ve varlık alanında egemen olan temel ilkelerin açığa çıkarılması gibi düşünsel işlevleri kapsar. Kısacası, fiziksel bilimlerden farklı olarak metafizik, varlığın kendisiyle ilgilenir. “Metafizik” ile ilgili bir diğer deyim “ontoloji”dir. “Ontoloji” felsefede “varlıkbilim” veya “varlık kuramı” anlamlarında kullanılmaktadır. Bazı felsefeciler bu iki deyimi eş anlamlı alırken bazıları da aralarındaki ince farklara dikkat çekmişlerdir. Genel kabul gören bir yorum, ontolojinin, metafiziğin “varlık” kavramı ile doğrudan ilgilenen dalı olduğudur. Böylesi bir tartışma, doğal olarak, bu kitabın sınırlarını aşmaktadır. Bizim buradaki irdelemelerimiz açısından, yukarıda belirttiğimiz genel kabul gören yorumu doğru olarak kabul edeceğiz. Önceki bölümlerde Eski Yunan dünyasında felsefenin ne tür ilgilerin sonucu ortaya çıktığından söz etmiştik. Kitabın bu ünitesini ontolojik (varlıkbilimsel) konulara ayırmamızın temel bir nedeni bulunmaktadır. Felsefenin Batı dünyasında şekil aldığı Eski Yunan’da felsefecilerin metafiziksel veya ontolojik ilgileri çok merkezcil bir yer işgal etmişti. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük felsefeciler bilgi konusunda önemli fikirler üretmiş olsalar da, özellikle Platon ve Aristoteles’in epistemolojik görüşleri onların metafizik tasarımlarına sıkı sıkıya bağlıydı. Bu anlamda, felsefenin Batı’nın düşünsel ufkunda belirdiği çağda “varlık” sorusunun alana egemen olduğunu söylemek abartı olmaz. O yüzden, epistemolojik araştırmalarda yer yer varlıksal düşüncelerin ve tezlerin işin içine girmesi kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Burada sunduğumuz ontolojik irdelemelerin epistemolojik sorunların çözümüne yönelik ne tür önemli ipuçları sağladığını sergilemek için Platon ve Aristoteles’in metafizik görüşlerindeki kritik bir noktayı tekrar vurgulayalım. Hem Platon hem de Aristoteles için tümeller (yani, Platon’da idealar, Aristoteles’de ise doğadaki özler veya biçimler) nesnelerin ne olduğunun normunu verir, onların ne olduğunu belirler.


 (“Ontoloji” felsefede “metafizik” alanının özellikle varlık konusunun irdelenmesi ile ilgilenen dalıdır.)

Benzer şekilde tümeller bilgiyi de olanaklı kılan şeylerdir çünkü insan tikel nesneleri tümeller olmaksızın bilemezler. Tümeller hem nesnelerin kimliğini hem de insan bilgisinin olanaklı olmasını sağlar. Metafizik ve epistemoloji alanları arasındaki sıkı ilişkinin kayda değer bir örneği Eski Yunan’ın bu büyük felsefecilerinde kendini açıkça gösterir.

*Anadolu Üniversitesi AÖF Yayınları - Epistemoloji sh.49-54 * 2011


23 Ocak 2016 Cumartesi

Tahsin Yücel’in 'son dileği': ‘Beni çağıma tutsak etme’

Kaynak : http://kulturservisi.com/p/tahsin-yucelin-son-dilegi-beni-cagima-tutsak-etme

Türkiye’deki göstergebilim çalışmalarının öncüsü, Türkçenin en özenli seslerinden, yazar, eleştirmen, çevirmen Tahsin Yücel, bugün 83 yaşında hayata veda etti. Tahsin Yücel’in cenazesi yarın Şişli Camisi’nde öğle vakti kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.
Yaşamına öykü, roman, deneme, anlatı, derleme alanında pek çok eser sığdıran Yücel’in, 2012'de yayımlanan “İnsan Yazdığı Şeydir” kitabının sonunda, “tanrıdan son dileği” yer alıyordu. “Son dileğim şu senden: dilimde ve düşüncemde çağıma tutsak etme beni, ama ondan çok da uzak düşürme” diyen Tahsin Yücel’in o metnini aktarıyoruz:
Sonsöz: Dilek
Tanrım, şu sıcak temmuz gününde, uzaktan bir avuç deniz gören şu köy evinde, yani her zamanki çalışma ortamımdan uzakta, elimde bir kurşunkalem, dizimin üstünde bir küçük defter, içimde incecikten bir coşku, bu kitabı yazmaya girişirken, önce sana seslenmek geliyor içimden. Sana seslenmek ve yeryüzünde yetkilendirilmiş görevlilerin olduklarını söyleyenlerin hiç hoşlanmadıkları bir alanda, her şeyi yeniden sorgulayan yazının alanında yol almaya çabalayan bir yaratığa yardımcı olmanda sakınca yoksa, bu alçakgönüllü kitaba ilişkin dileklerimi sıralamak istiyorum.
Tanrım, bizlerle sıradan yaratıkların içinden geçenleri bile bilecek ölçüde, tek tek ilgilendiğin doğruysa, seni tanık göstererek söyleyebilirim ki, bildiğimi eksiksiz bilmek gibi bir savım olmadı hiçbir zaman; tam tersine, kendi uzmanlık alanımda bile, eksiklerimi hep gördüm, gizlemek için de fazla çaba harcamadım. Gene de, yazacağım küçük kitapta, bilgi yanlışlıklarına düşmeme izin verme, okurlarım söylediğinin doğruluğunu iyice araştırıp kesinleştirmeden kitap yayımlamaya kalkan bir saygısız sanmasın beni.
Tanrım, yeteneklerimizi sınırlı, yaşam süremizi kısa tutmuşsun; koşulumuz sonucu, yüzeysel bilgilerle, yüz kızartıcı önyargılarla donanmışız, yaşamımız acıklı koşulumuzun örnekleriyle dolu; gene de hiç değilse kitaplarımda, içi sıra da bu kitabımda, okurumun karşısına yüzeysel bilgilerle, yazarlıkla bağdaşmayan önyargılarla çıkacak olursam, beni durdur demiyorum, her iş bitti de sıradan bir yazara çobanlık mı edeceksin, ama içime fazladan bir tepke yerleştir de beni sürekli uyarsın; kalıplaşmış bilgilerle, taşlaşmış önyargılarla okurumu yanlış yola sürüklemeyeyim.
Tanrım, gözlerini bir an için şu sıradan kulunun üzerine çevirecek olursan, açıklıkla görürsün ki, kendi kendimle başbaşa kaldığım zamanlarda bile, benzerlerinden daha iyi ya da daha doğru düşündüğünü sananlardan olmadım, farklı verilerin ve farklı alışkıların farklı sonuçlara götürdüğünü de çoktan öğrendim; ayrıca, yalnızlığında azıcık eğlenmek istediğinden olacak, saçmalık ve çelişki dağıtımında bizlere fazlasıyla cömert davrandığını bilmez değilim. Gene de şu kitapta okurumun karşısına yalan yanlış düşüncelerle çıkarma beni.
Tanrım, “Çıkarma!” diyorum ya çıkardıklarının çok olduğunu da iyi biliyorum. Ne yapalım, sağlam bilgilerle donatmıyorsun bizi, biz de, hemen her konuda sanılar, varsayımlar, eğretilemeler arasında bocalayıp duruyoruz. Birkaç yıl önce, şimdi elimin altında olmayan o eşsiz araçla çalışmaya yeni başladığım sıralarda, hem de kaç kez, parmaklarımın camda görünür kıldığı söylem benim kendi görüntümmüş, en azından benim kendi görüntümden bir şeyler yansıtıyormuş gibi bir sanıya kapılarak donup kaldığımı anımsıyorum. Şimdi, elde kalem, dizde defter, düşünüyorum da izlenimim çok aykırı gelmiyor bana. “Önce söz vardı,” diyen aracıların haklıysa, hepimizin sözden geldiğini, sözün de tıpkı bedenimiz gibi, bedenimizle birlikte, bedenimizle kaynaşmış olarak varlığımızın özünü oluşturduğunu kesinlememiz gerekmez mi? Gerekirse, hatta gerekmese bile, sözüm de tıpkı bedenim gibi, bedenimle birlikte, bedenimle kaynaşmış olarak beni hem benzerlerimle birleştiren, hem onlardan ayıran özüm, özdeşim değil mi? Öyleyse, okur karşısına aksak bir dille çıkmama izin verme Tanrım. Güzel yazmak bir yetenek işi, ama aksak yazı ortak özümüze değer vermediğimizi gösterir ya da bu öze yabancı olduğumuzu. Benimki konuğunun karşısına en düzgün kılığıyla çıkmak isteyen yoksulun dileği.
Tanrım, söylemimi görmemişler gibi süsleyerek gülünç düşmeme de izin verme.
Tanrım, yazarken kızarıyorum ya, belli mi olur, bakarsın şu alçakgönüllü kitapta doğru sözler de ederim, olur ya, yeni şeyler bile söylerim belki; böyle bir tansığın gerçekleşmesi durumunda, yazdıklarım benzerlerimin önyargılarına takılıp kalmasın, onlara gerçekten ulaşsın isterim; bu nedenle, son dileğim şu senden: dilimde ve düşüncemde çağıma tutsak etme beni, ama ondan çok da uzak düşürme.
Benden istemesi.
İnsan Yazdığı Şeydir/ Tahsin Yücel/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 314 s