Bir kadını başörtülü diye devlet dairelerine, okullara, üniversitelere sokmamak…
Seçildiği meclisten “Dışarı!” diye bağırarak kovmak… “Bu kadına haddini bildirin” diye üzerine yürümek…
Diğerini başı açık veya perçeminden saçının teli görünüyor diye karakola götürmek, fotoğrafını çekmek, ısrarı halinde beş yıl şehirden sürmek…
Bir esnafı ezan vakti dükkanı açık tutuyor diye azarlamak, kapatmaya zorlamak…
Diğerini oruç tutmuyor diye sigaya çekmek, azarlamak, hatta pataklamak…
***
“Kim yapıyor bunları” diye sormayın; kaynak gayet sağlam, kimi yaşanmış, kimi de halen yaşanmakta...
Namaz kılmayana kaç sopa (veya kırbaç) vurulacağını tartışmak…
Kılmamakta ısrar ederse hapis, hatta mürted cezası (ölüm) gerektiğini “ulema içtihadı” diye savunmak…
“Nerede yazıyor bunlar” diye sormayın; kaynak gayet sağlam, yazılmış, kayda geçmiş “mezhep içtihadı” bunlar…
Din ya da laiklik adına yapılmış ne fark eder?
Türkiye, İran, Suud-i Arabistan, Afganistan olmuş ne yazar?
Yargıtay içtihadı olmuş, mezhep içtihadı olmuş ne önemi var?
Argümanlar farklı ama mantık aynı, önemli olan bu değil mi?
***
Tarih boyunca din ve devlet putları üretip duran coğrafyamız “özgürlüğü” ne zaman teneffüs edecek?
Tanrı adına insanı öldüren doğu ve insan adına Tanrı’yı öldüren batı, bu iki arasında kopmaz bir bağ, interaktif ve yaratıcı bir ilişki olduğunu ne zaman görecek?
İnsanların seçtiği din yani dünya görüşü ve yaşam tarzı karşısında, örneğin başörtülü ise Tanrılık taslamak, başı açık ise Tanrı’nın bekçisi pozlarına bürünmek doğru olabilir mi?
İslami dünya görüşü ve yaşam tarzı üzerinde yapılan zorbalıklara karşı, yazı yazmaktan öte, meydanlarda, sokaklarda ve nihayet mahkemelerde klasörler dolusu cevabım olduğu için, bu yazıda daha çok zorbalığın “dini dünyadaki” teorik kökleri ile yüzleşeceğim. Zira işin bu yanı “orada öylece duruyor.”
Yani yine iş başa kalmış durumda anlayacağınız…
***
Şimdi…
Allah’ın kitabı der ki: “Sen hatırlat, sen ancak bir hatırlatıcısın. Dayatan bir zorba değilsin.” (Ğaşiye; 88/21-22)
Ayette geçen “Sen musaytır değilsin” ifadesindeki musaytır, Türkçe’de “satır sallamak” deyimindeki satır ile aynı kökten gelir. Kasap (sâtır, settâr), kasap bıçağı (sâtûr) kelimeleri de bu kökten…
Buradan “dayatan, zorba” manası çıkıyor.
Kimi müfessirler Mekke’de inen bu ayetin, Medine’ye gelince savaş ayetleriyle birlikte nesh edildiği görüşündedir.
Bu durumda muhalefet yıllarında caiz olmayan bu iş, iktidara gelince meşru olmuş oluyor.
Konuştuğum bir Taliban görüşünü buraya dayandırmıştı da ne söyledimse ikna olmamıştı.
Mekke’de “Sen bir dayatan zorba değilsin” diyen Kur’an, Medine’ye gelince “Artık dayatan bir zorba olabilirsin, nasıl olsa güç eline geçti” diyor öyle mi?
Eğer zorbalık Mekke’de kötüyse Medine’de nasıl iyi olabiliyor?
Kur’an’da savaş ayetleri zorbalık yapılsın diye değil; tam tersi zorbalığı ortadan kaldırmak için inmiştir. Tamamı böyledir ve hiçbir istisnası yoktur. Buradan “Bütün sosyal içerikli ayetler ezilenlerden, mağdurlardan yanadır” gibi, “Bütün savaş içerikli ayetler zorbalığa maruz kalanlardan yanadır” şeklinde bir tefsir ilkesi daha çıkarabiliriz:
“Fitne (baskı, zorbalık) sona erinceye ve din (adalet) Allah için sağlanıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet sona erdirirlerse zalimlerden (zorba, despot, tiran) başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara; 2/193) vb.
Oysa az önceki “Sen dayatan bir zorba değilsin” ayeti Medine’de de geçerli olmak icabeder ve kıyamete kadar da geçerli olması gerekir. Çünkü Medine’ye gelince, nesh (yürürlükten kaldırmak, silmek) bir yana “Dinde zorlama yoktur” (Bakara; 2/156) ayeti ile teyid edildiğini, sürdürüldüğünü görüyoruz.
Çünkü bu ayetler evrensel bir yaraya parmak basıyor.
Bu yara, eline gücü geçirenin öteki insanlar üzerinde bazen Allah ve din namına, bazen de modernlik, çağdaşlık, laiklik vs. namına dayatan bir zorbaya dönüşmesidir. Kur’an argümanlarla uğraşmamış, mantığı kökünden kesmiş ama dinleyen kim…
Kur’an, peygamber üzerinden tüm Müslümanlara, din adına satır sallayan zorba (musaytır) değil; hatırlatıcı, hatırlatan (müzekkir) olmaları gerektiğini söylüyor.
Peki, Kur’an insanları hiçbir şeyde zorlamaz mı?
Onun da “Yeter” dediği “kırmızı çizgileri” yok mudur?
***
Az önce geçti, Kur’an’da hemen herkesin bildiği başka bir ayet var: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 2/256)
Bu ayet bir kimsenin din ile (İslam) kuracağı üç tür ilişkinin üçünde de zorlama olamayacağı manasına gelmektedir. Çünkü herhangi bir tahsis (sınırlandırma) yapmamaktadır. Şurada var, burada yok dememektedir.
Bir kimsenin “din ile ilişkisi” mantıki olarak üç türlüdür: Dine girmek, dini yaşamak ve dinden çıkmak…
Kanaatimce ayette her üçünde de zorlama, hele de “devlet zorlaması” yasaklanmaktadır.
Şöyle ki:
1- Dine girerken zorlama yoktur. Bu konuda ulemanın hemfikir olduğunu görüyoruz. Bir kişiyi müslüman yapmak için zorlama yapılamayacağına dair hükümler gayet açıktır. Burada fazla söze hacet yok… Bu haliyle kiliseyi zorla kabul ettirmeyi teolojik bir zorunluluk olarak gören ortaçağ Hristıyanlığının fersah fersah ilerisindedir.
2- Dine girdikten sonra da zorlama yoktur. Yani dini kabul ettikten sonra, yaygın görüşün aksine dinin içinde de zorlama yoktur. Namaz, oruç, hac, başörtüsü gibi hükümlerin yaşanması veya yerine getirilmesi gibi hükümlerde de zorlama olamaz. Çünkü daha çok hukukullah (Allah’ın hakları) sınıfına giren bu gibi hükümlerde, ne Kur’an’da ne de Hz. Peygamber’in sünnetinde herhangi bir zorlama, hele de devlet zoruyla ceza öngörüldüğü görülmemiştir. Bu tür Müslüman bireye mahsus ibadetlerin ihlal edilmesi durumunda irşat, nasihat ve hatırlatıcı (müzekkir) olmak dışında yapılacak bir şey yoktur. Herkes hesabını yevm-i kıyamette Allah’a verir. Tabiri caizse bunların hesabını Allah kendisine bırakmaktadır.
Kur’an’ın müeyyide (cezaî yaptırım) öngören kırmızı çizgilerinin hukuku’l-ibad (kul hakları) sınıfına giren konularda olduğunu görüyoruz. Bu noktada iş ahirete bırakılmayıp dünyevi cezalar öngörülüyor: Öldürmek, çalmak, yol kesmek, gasp, hırsızlık, vurgun, soygun, iftira, fuhuş, zina gibi can, mal, ırz ve namus güvenliğini tehdit eden, ortak iyiyi (maruf) yani insan (kul) haklarını alenen çiğneyen suçlarda hukuk (şeriat) vazedildiğini görüyoruz. Dünyanın her yerinde hukuk, özü itibariyle bundan ibarettir.
Demek ki bu suçları işleyenler veya işlemeye yeltenenler “devlet zoruyla” etkisiz hale getirilebilir. İslam tarih, kültür ve dil evreninde “şeriat” dediğimiz şey, bugün adına “hukuk” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Dolayısıyla “Şeriat isteriz” demek, “Hukuk isteriz” demektir.
Devlet zor kullanma yetkisini elinde bulunduran yegane meşru otorite olduğundan, bu zor kullanma, zorbalığa karşı zor kullanmadır. Bu nedenle de, Hz. Ömer’in dediği gibi adalet mülkün (devletin) temelidir. Bundan saptığı an meşruiyetini kaybeder.
Şu halde devletin “ibadet-i mersume” dediğimiz -dar anlamıyla- ibadet yaptırma veya bunların bekçiliğini yapma gibi bir görevi bulunmuyor: Namaz kılmayana hapis, oruç tutmayana sopa, başörtüsü takmayana sürgün gibi uygulamalar dinde zorlama olacağından gayr-ı meşrudur. Veya tam tersi namaz kıldı diye hapis, oruç tuttu diye sopa, başörtüsü taktı diye sürgün vs. cezaları da kişiyi haklarından mahrum etmek olacağından gayr-ı meşrudur. Her ikisi de zor kullanma yetkisinin istismar edilmesidir.
İşte burası, zorbalığı önlemekle görevli meşru otoritenin, bizzat kendisinin zorbalığa dönüştüğü yerdir. Bu durumda ise düğümü “ma’şeri vicdan” yani saf bir yürek temizliği içindeki halk uyanışı, kitle itirazı çözer…
3- Dinden çıkmak isteyen için de zorlama yoktur. Dine girerken veya dine girdikten sonra zorlama olmadığı gibi dinden çıkarken de zorlama yoktur. Yani “Ben bu dinden çıkmak istiyorum” diyen birisine “Çıkamazsın” diye zorlama yapılamaz. Kur’an’da dinden dönenin (mürted) öldürülmesi diye bir ceza göremiyoruz. Böyle bir yola girenlere herhangi bir dünyevi ceza öngörülmüyor. Nasihat, irşat ve ahireti hatırlatma ile yetiniliyor (bkz. Bakara; 2/217, Maide; 5/54).
Yani musaytır (zorba) değil; müzekkir (hatırlatıcı) olmamız burada da isteniyor.
“Dinden döneni öldürün” veya “Müslümanın kanını dökmek ancak şu üç durumda caiz olur: Evlendikten sonra zina etmesi, cinayet işlemesi ve dinini terk edip cemaatten ayrılması…” türünden rivayetlerinin ise aslı yoktur. Sonraki çağlardaki iç savaşlarda ve isyan olaylarında iktidar çevrelerince meşruiyet kazanmak için uydurulduğu anlaşılıyor. Bu tür hadislerin uydurma olduğu defalarca ispatlanmıştır (ör. bkz. İslam’a yamanan sanal şiddet: Recm ve irtidat meselesi, Prof. M. Hayri Kırbaşoğlu, İslamiyat dergisi, Ocak-Mart, 2002).
Daha iyimser bir yorumla, dönemin şartları gereği, namaz kılmamak, zekat vermemek, sultanın kıldırdığı cuma namazını protesto etmek gibi tavırlar otoriteye itaatten dönerek cemaatten ayrılmak yani dinden dönmek olarak algılanmıştır. Dini bir toplumda siyasi bir kalkışma dini terimler kullanılarak bastırılmıştır.
Çağımızda parayı yırtmanın veya bayrağı yakmanın devlete karşı gelmek olarak algılanması, hatta bazen anayasal düzeni zorla değiştirmek olarak yorumlanıp ölüm veya müebbet hapisle dahi cezalandırılması gibi. Oysa o çağdaki insanlar bunu duysa “Bir kağıdı yırttı veya bir bezi yaktı diye ceza mı olurmuş” derler ve şaşarlardı.
Tıpkı bizim Ebu Hanife’nin Emevi sultanının kıldırdığı cuma namazına zorla götürülmeye çalışılması ve zindanda işkence altında öldürülmesine şaşmamız gibi…
Yine günümüzde, örneğin İran’da, yönetimdeki mollayı eleştirmenin İslam’a, Allah’a, peygambere ve imamlara hakaret veya Türkiye’de bir generali eleştirmenin, halkı ordudan soğutmak, cumhuriyete ve Atatürk’e hakaret olarak algılanması gibi.
O çağlarda da sultanı eleştirmek, ona biat etmemek, verdiği hutbeyi protesto için cuma namazına gitmemek, vergi vermeyi reddetmek vs. namazı, zekatı inkar etmek, peygamberin vekili olan sultana hakaret, ona itaatten dönmek, cemaatten ayrılmak yani irtidat etmek (vatandaşlıktan çıkmak, vatana ihanet!) olarak algılanıyordu. Bir de savaş çıkıp da “bağiler” öldürülünce, “mürtedler” cezalandırılmış oluyordu.
***
Demek ki “siyasi iktidar için dini fetva” olarak doğan irtidat fıkhının, iktidarı tarih olmuş fetvası hala sürüyor. Bugün için artık bunlar alelade dinden dönme olaylarına nasıl uygulanır?
Artık Müslüman askeri tarım imparatorlukları (ihya) çağlarında, onların teyidi ve ikamesi için üretilen irtidat fıkhının manası kalmamıştır. Üstelik Kur’anî bir dayanağı da yoktur, temelsizdir…
***
Bakınız, “Din bir vicdanı işi” değil; “Vicdanla başlayan bir iştir.” Kökünde sevgi ve merhamet, gövdesinde akıl ve vicdan, dallarında özgürlük ve adalet, meyvelerinde ise dünya ve ahiret mutluluğu vardır.
Tapınak ve keşiş dininden değil; gerçek hayat dininden bahsediyoruz.
Bu dinin kilisesi, papazı, din adamı, keşişi, rahibi yoktur. İslam imanı halkın gönlünde yaşar, “ma’şeri vicdanda” kök salar, özgür vicdanlarında boy atar. Toplum için yaşam kaynağı olan “Adalet devleti” vardır. Onunla da can, mal, akıl, nesil, ırz gibi insanoğlunun temel değerlerini koruyup kollar; her tür zorbalığa mani olur. İslam’da devletin manası bundan başka bir şey değildir.
Bir kimse İslam’dan döndü diye İslam’ın şerefi azalmaz. İslam kişiyle değil; kişi İslam’la şeref kazanır. İzzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir.
Dünya zaten zorbalardan geçilmiyor. “Şu kalpsiz dünyanın kalbi”, insanlığın basireti ve vicdanı olan Kur’an’dan dahi din namına zorbalık çıkarılacaksa, artık tuz da kokmuş demektir…
http://www.haber10.com/makale/7403/
21 Ekim 2007 Pazar
15 Ekim 2007 Pazartesi
Simurg

Rivayet olunur ki,
Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Agacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.
Kuşlar Simurg'a inanır,
O'nun kendilerini kollayacağina ve zor günlerde kendilerini kurtaracagına güvenirmiş..
Gel zaman, Git zaman, Kuşlar Dünyası'nda işler ters gitmeye baslamis.
Simurg bekleniyormus. Ancak ne gelen varmış ne de giden.
Simurg ortada gorunmedikce varligi sorgulanir ve de umutlar yiter olmus.
Derken bir gun, uzak bir ulkede bir kus surusu, Simurg'un kanadindan bir tuy bulmus.
Simurg'un var oldugunu anlayan tum kuslar toplanmislar ve
hep birlikte Simurg'un huzuruna varip yardim istemeye karar vermisler.
Ancak Simurg'un yuvasi etekleri bulutlarin uzerinde olan Kaf Dagi'nin tepesindeymis.
Oraya varmak için Yedi Dipsiz Vadi'yi aşmak gerekirmiş.
Kuşlar hep birlikte havalanmışlar.
Yolda yorulanlar ve de dusenler olmus. Vaz gecenler de cokca imis.
Once Bulbul geri donmus - Gul'e olan askini hatirlayip ;
Papagan o guzelim tuylerinin yiprandigini bahane etmis, Oysa tuyleri yuzunden kafese kapatilirmis ;
Kartal yukseklerdeki kralligini animsayip donmus geriye ;
Baykus yikintilarini özlemiş ;
Balikcil ise batakliginin ozlemine dayanamamis...
Vadiler uzerinden uctukca sayilari gittikce azalmis ucan kuslarin.
Bes Vadiden gecen gecmis.
Altinci Vadi " Saskinlik " ve Yedinci Vadi " Yokolus " ta kalan kuslar umutlarini hepten yitirmis.
Kaf Dagi' na vardiklarinda geriye sadece Otuz Kus kalmis.
Simurg'un yuvasini buldukarinda ogrenmisler ki, Simurg Anka ' Otuz Kus ' demekmis.
Onlar birer Simurg'mus.. Her biri bir Simurg..
Feridüddin-i Attar
GÖNÜL KÂBESİ - H.Nur Artıran
Şefik Can Divân-ı Kebir clt.3.1356.
Şefik Can Divân-ı Kebir clt.2.no: 870
Eğer senin gönlün varsa,
git gönül kâbesini tavaf et!
• Eğer senin gönlün varsa git de gönül kâbesini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe'nin mânası gönüldür!
• Cenab-ı Hakk , görünen ve bilinen sûret kâbesini tavaf etmeyi, kirlillklerden temizlenmiş bir gönül kâbesi elde edesin diye sana farz kılmıştır!
• Şunu iyi bil ki, sen, Allah evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe'ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez!
• Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin!
• Allah'ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk; "Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!" diye buyurur!
• "Çünkü. altın ve gümüş, bizim için hiç bir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir!"
• Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsi'den de, Levh'den de, Kalem'den de!..
• Harap gönül, Hakk'ın nazargahıdır, Hakk'ın baktığı, Hakk'ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kuvvetlidir!
• Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk'ın nazarında hacdan da, umreden de değerlidir!
• Hakk'ın defineleri, harap gönüldedir! Harabelerde, pek çok defineler gömülüdür!
• Mutlu olmak, manen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak!
• Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynaklan fışkırır, akar!
• Dilinden sel gibi ab-ı hayat akar; nefesin, Hz. İsa'nın nefesi gibi, hastalıklara deva olur!
• iki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; "Sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım!" hadîsinin manasını düşün!
• Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekanın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı?
• Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz!
Şefik Can Divân-ı Kebir clt.2.no: 870
Eğer senin gönlün varsa,
git gönül kâbesini tavaf et!
• Eğer senin gönlün varsa git de gönül kâbesini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe'nin mânası gönüldür!
• Cenab-ı Hakk , görünen ve bilinen sûret kâbesini tavaf etmeyi, kirlillklerden temizlenmiş bir gönül kâbesi elde edesin diye sana farz kılmıştır!
• Şunu iyi bil ki, sen, Allah evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe'ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez!
• Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin!
• Allah'ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk; "Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!" diye buyurur!
• "Çünkü. altın ve gümüş, bizim için hiç bir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir!"
• Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsi'den de, Levh'den de, Kalem'den de!..
• Harap gönül, Hakk'ın nazargahıdır, Hakk'ın baktığı, Hakk'ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kuvvetlidir!
• Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk'ın nazarında hacdan da, umreden de değerlidir!
• Hakk'ın defineleri, harap gönüldedir! Harabelerde, pek çok defineler gömülüdür!
• Mutlu olmak, manen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak!
• Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynaklan fışkırır, akar!
• Dilinden sel gibi ab-ı hayat akar; nefesin, Hz. İsa'nın nefesi gibi, hastalıklara deva olur!
• iki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; "Sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım!" hadîsinin manasını düşün!
• Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekanın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı?
• Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz!
12 Ekim 2007 Cuma
Tebaa ve itizalciler
TEBAA VE İTİZALCİLER
(İtaat edenler ve karşı çıkanlar)
İnsanlar var ki güçlü iktidarlara hayrandırlar; disiplini ve ordularda görülen, amiri ve memuru belli olan düzeni severler.
Yeni kurulan şehir semtleri, sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı olan evleriyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formları, gösterileri, resmi geçitleri ve bunlar gibi hayatı " güzelleştiren" ve kolaylaştıran şeyleri beğenirler. Bilhassa her şey " kanuna uygun" olsun isterler. Bunlar tebaa zihniyetli insanlardır ve tabi olmayı; emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince methedilmeyi, onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst vatandaşlardır. Tebaa iktidarı, iktidar da tebaatı sever. Onlar beraberdir, bir bütünün parçaları gibi. Otorite yoksa bile tebaa onu icad eder.
Öbür taraf mutsuz, lanetlenmiş veya lanetli ve daima gayri memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni bir şey isterler ; ekmek yerine hürriyetten, intizam ve barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler. Geçimlerini hükümdara borçlu olduklarını kabul etmeyip, bilakis, hükümdarı da kendilerinin beslediklerinden bahsederler. Bu daimi itizalciler umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa, insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve isyancılar ise tek bir tanrıya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa, hakiki din de hüriyete mani değildir.
Bu iki gruptan hangisine mensup olduğunuza kendiniz karar verin.
Doğu ve batı arasında İslam- Ali İzzetbegoviç sh.243
(İtaat edenler ve karşı çıkanlar)
İnsanlar var ki güçlü iktidarlara hayrandırlar; disiplini ve ordularda görülen, amiri ve memuru belli olan düzeni severler.
Yeni kurulan şehir semtleri, sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı olan evleriyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formları, gösterileri, resmi geçitleri ve bunlar gibi hayatı " güzelleştiren" ve kolaylaştıran şeyleri beğenirler. Bilhassa her şey " kanuna uygun" olsun isterler. Bunlar tebaa zihniyetli insanlardır ve tabi olmayı; emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince methedilmeyi, onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst vatandaşlardır. Tebaa iktidarı, iktidar da tebaatı sever. Onlar beraberdir, bir bütünün parçaları gibi. Otorite yoksa bile tebaa onu icad eder.
Öbür taraf mutsuz, lanetlenmiş veya lanetli ve daima gayri memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni bir şey isterler ; ekmek yerine hürriyetten, intizam ve barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler. Geçimlerini hükümdara borçlu olduklarını kabul etmeyip, bilakis, hükümdarı da kendilerinin beslediklerinden bahsederler. Bu daimi itizalciler umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa, insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve isyancılar ise tek bir tanrıya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa, hakiki din de hüriyete mani değildir.
Bu iki gruptan hangisine mensup olduğunuza kendiniz karar verin.
Doğu ve batı arasında İslam- Ali İzzetbegoviç sh.243
11 Ekim 2007 Perşembe
Canlar canını buldum
Canlar canini buldum bu canim yagma olsun
Assi ziyandan geçdim dükkanim yagma olsun
Ben benligimden geçdim gözüm hicabin açdim
Dost vaslina ulasdim gümanim yagma olsun
Benden benligim gitdi hep mülkümü dost tutdu
La-mekan kavmi oldum mekanim yagma olsun
Ikilikden usandim ask donunu donandim
Derdi hanina kandim dermanim yagma olsun
Varlik çün sefer kildi ondan dost bize geldi
Viran gönül nur doldu cihanim yagma olsun
Geçdim bitmez saginçdan usandim yaz-u kisdan
Bostanlar basin buldum bostanim yagma olsun
Taalluktan üzüstüm ol dostdan yana uçtum
Ask divanina düstüm divanim yagma olsun
Yunus ne hos demissin bal u seker yemissin
Ballar balini buldum kovanim yagma olsun
Assi ziyandan geçdim dükkanim yagma olsun
Ben benligimden geçdim gözüm hicabin açdim
Dost vaslina ulasdim gümanim yagma olsun
Benden benligim gitdi hep mülkümü dost tutdu
La-mekan kavmi oldum mekanim yagma olsun
Ikilikden usandim ask donunu donandim
Derdi hanina kandim dermanim yagma olsun
Varlik çün sefer kildi ondan dost bize geldi
Viran gönül nur doldu cihanim yagma olsun
Geçdim bitmez saginçdan usandim yaz-u kisdan
Bostanlar basin buldum bostanim yagma olsun
Taalluktan üzüstüm ol dostdan yana uçtum
Ask divanina düstüm divanim yagma olsun
Yunus ne hos demissin bal u seker yemissin
Ballar balini buldum kovanim yagma olsun
10 Ekim 2007 Çarşamba
KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK
Aşağıdaki öykü çok hoşuma gitti ve sizlerle paylaşmak istedim. İngilterede
çoçukları böyle eğitiyorlarmış.
Sevgi ve sağlıcakla kalın
Sanki öykü değil, Türkiye’nin son 50 yılı.
Ya bu öyküyü yazan Türkiye’den esinlendi,
ya da Türkiyeyi “Kırmızı ibikli Tavuk”a çevirenler
bu öyküden esinlendiler.
Yok bunun başka açıklaması.
KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK
Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük
bir tavuk yaşarmış.
Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel
çiftlikte çok mutlu
bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş
ve bunları ekerek
daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak
nasıl ekeceğini
bilmediği
için
arkadaşlarından yardım istemiş:
“- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım
edecek ?”
Ördek cevaplamış:
“- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve
tohumu satabilirim.
Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve
istediğin kadar
buğday
alırsın.”
Domuz oradan seslenmiş:
“- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen
ürünlerini ben satın
alırım.”
Fare hemen atlamış:
“- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek
için gereken parayı
sana borç verebilirim, sonra ödersin.”
Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli
şirin tavuk, bu sözler
sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan
vazgeçmiş. Ancak
kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım
istemiş:
“- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?”
Ördek:
“- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi
için gereken
gübreyi sana satabilirim” demiş.
Domuz:
“- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri
zararlı
böceklerden
korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana
satarım” demiş.
Fare de:
“- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana
borç olarak veririm
” demiş.
Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış,
çalışmıııııış
çalışmış. Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten
daha zormuş ve daha
çok
gübre
ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok
zengin olacağını hayal
ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve
gerçekten de tavuk
çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren
arkadaşlarına
seslenmiş:
“- Kahveleri satmama kim yardım edecek?”
Ördek:
“- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve
paketlemek için benim
fabrikama getirmelisin.”
Domuz:
“- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve
ektiği için kahve
fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.”
Fare:
“- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana
verdiğim borçları ödemen
lazım.”
Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına
varmış ve buğday
yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu
anlamış, çünkü borç
içinde
imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan
ölmemek için yine
yardım istemiş:
“- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?”
Ördek:
- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.”
Domuz:
“- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği
için buğday eken de
kalmadı, yiyecek yok.”
Fare:
“- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını
ödemediğin için para
yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk
olursan, belki
senin
o
tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday
yetiştirmene izin
verebilirim.
Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz,
artık farenin olan
eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını
doyurmaya çalışıyor.
Kaynak : İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı
olarak okutulan “The
Little Red Hen” kitabı
çoçukları böyle eğitiyorlarmış.
Sevgi ve sağlıcakla kalın
Sanki öykü değil, Türkiye’nin son 50 yılı.
Ya bu öyküyü yazan Türkiye’den esinlendi,
ya da Türkiyeyi “Kırmızı ibikli Tavuk”a çevirenler
bu öyküden esinlendiler.
Yok bunun başka açıklaması.
KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK
Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük
bir tavuk yaşarmış.
Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel
çiftlikte çok mutlu
bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş
ve bunları ekerek
daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak
nasıl ekeceğini
bilmediği
için
arkadaşlarından yardım istemiş:
“- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım
edecek ?”
Ördek cevaplamış:
“- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve
tohumu satabilirim.
Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve
istediğin kadar
buğday
alırsın.”
Domuz oradan seslenmiş:
“- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen
ürünlerini ben satın
alırım.”
Fare hemen atlamış:
“- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek
için gereken parayı
sana borç verebilirim, sonra ödersin.”
Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli
şirin tavuk, bu sözler
sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan
vazgeçmiş. Ancak
kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım
istemiş:
“- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?”
Ördek:
“- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi
için gereken
gübreyi sana satabilirim” demiş.
Domuz:
“- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri
zararlı
böceklerden
korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana
satarım” demiş.
Fare de:
“- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana
borç olarak veririm
” demiş.
Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış,
çalışmıııııış
çalışmış. Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten
daha zormuş ve daha
çok
gübre
ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok
zengin olacağını hayal
ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve
gerçekten de tavuk
çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren
arkadaşlarına
seslenmiş:
“- Kahveleri satmama kim yardım edecek?”
Ördek:
“- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve
paketlemek için benim
fabrikama getirmelisin.”
Domuz:
“- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve
ektiği için kahve
fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.”
Fare:
“- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana
verdiğim borçları ödemen
lazım.”
Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına
varmış ve buğday
yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu
anlamış, çünkü borç
içinde
imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan
ölmemek için yine
yardım istemiş:
“- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?”
Ördek:
- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.”
Domuz:
“- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği
için buğday eken de
kalmadı, yiyecek yok.”
Fare:
“- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını
ödemediğin için para
yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk
olursan, belki
senin
o
tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday
yetiştirmene izin
verebilirim.
Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz,
artık farenin olan
eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını
doyurmaya çalışıyor.
Kaynak : İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı
olarak okutulan “The
Little Red Hen” kitabı
Sünnî veya Şiî olmak zorunda mıyız?
Sünnî veya Şiî olmak zorunda mıyız?
Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi
-----------------------
Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi.
“Büyük Şaytan”, daha önce Şiîlere saldırttığı, Kürtlere kimyasal bomba attırttığı Saddam’ı, döndü Kürtlere yargılattı, Şiîlere astırdı. Malum, yargılayanlar Kürt, asanlar Şiîydi.
Hani o tipik “emperyalist” taktik vardı ya; böl, parçala, yut politikası…
Tıkır tıkır işliyor.
Ve hiç birimiz hiçbir şey yapamıyoruz.
Müslüman dünya tam bir akıl tutulması yaşıyor.
Şiîlik veya Sünnîlik artık para da etmiyor.
Iraklı ve İranlı Ayetullahlar “Sünnînin kanı Şiîye haramdır” diye açıklama üstüne açıklama yapıyor. Mekke’de Şiî ve Sünnî alimler toplantısından ortak beyanatlar çıkıyor; ama nafile…
Türkiye’de bir zamanlar, sağcı ve solcu kahvehanelere “aynı silahla” ateş edildiğinin ortaya çıkması gibi, Sünnî ve Şiî camilere “bir el” aynı silahlarla ateş ediyor, bomba atıyor. Tam anlaşma sağlanmışken, bir de bakıyorsunuz patlamalar, kurşunlamalar yeniden başlıyor.
“Büyük Şeytan”, zayıf karnımızla oynamayı, oraları deşmeyi çok iyi beceriyor. Buldu kaynağı, keyifle deşeliyor, yarayı kanatıyor, kışkırtıyor, bizimle oyum oyum oynuyor.
Ve biz, hepimiz çaresizlik içinde seyrediyoruz.
***
Peki, suçu büyük şeytana atıp, işin işinden çıkmak öyle kolay mı?
Düştüğümüz bu halden Müslüman dünyanın hiç mi kabahatı yok?
Bir “yara” var ki adamlar deşeleyip duruyor.
Bu yarayla sen zamanında yüzleşmemiş, yangına körükle gitmişsin. Şiî ve Sünnî itikatları oluşturmuşsun. “Şiî veya Sünnî olunmadan Peygamberin yolundan gidilemez” demişsin yıllarca. “Şiî veya Sünnî olmak zorunda mıyız?” diyenlere mezhepsiz, telfikçi, itikadı bozuk vs. diyerek dışlamışsın. Velhasıl Şiîliği veya Sünnîliği bütün zamanların “imanı” haline getirmişsin, din yerine koymuşsun.
Şimdi çek ceremesini, dövünmek vaktidir bu an.
***
Hz. Peygamber, veda hutbesinde “Bu söylediklerimi, burada olanlar olmayanlara anlatsın, belki onların içinden daha iyi anlayan çıkar” buyurmuş…
“Bu ümmetin başı mı sonu mu hayırlıdır bilinmez” demiş…
Ne demek bunlar?
Bunu, Şiîliğin veya Sünnîliğin rantını yiyenler söyleyemez, ben söyleyeyim:
“Öncekiler de yanlış yapabilir” demek!
Öncekiler de sonrakiler de…
Demek ki “Öncekiler hep iyi yaptı, ne yaptılarsa iyiydi. Biz onlardan farklı bir şey yapamayız” diye bir şey yok.
Akif’in dediği gibi “Böyle gördük dedemizden” sözü dinen merdud.
Şimdi, kendisine Şiî veya Sünnî diyerek, İslam’ı iyi anlamanın yegane yolu olarak bu ikisinden birine tabi olmayı şart görenlere soruyorum: Elinizde “Böyle gördük dedemizden” mazeretinden başka ne var?
Boşuna eyet hadis sıralayarak Şiî veya Sünnî olmamızın vacip olduğu edebiyatı yapmaya kalkmayın. Bunların hepsinin yeri tarihin çöp sepetidir. Tarih ve hayat bunun böyle olmadığını göstermiştir. İspatı işte Irak’tır. Dahası Çaldıran’dır, hatta Sıffin’dir.
Bütün o küf bağlamış sayfalar, varaklar, Şiî ve Sünnî itikatları, amentüleri fostur.
İstediğiniz kadar ayet, hadis sıralayın. 72 fırka edebiyatı yapın, fırkay-ı naciyeler düzün. Hz. Peygamber ne Şiî idi, ne de Sünnî. Ne Hz. Ali Aleviyim dedi, ne de Hz. Ebubekir Sünnîyim.
Bütün bunlar hep onlardan sonra ve “onlara rağmen” ortaya çıktı.
Fakat gel gör ki onları geçti.
İnsanlar şu an Şiî veya Sünnî olduğu için mutlu mu oluyorlar?
Ne işe yarıyor sizin bu Şiîliğiniz veya Sünnîliğiniz?
Hesaplaşma, kan, revan, kıyım…
Tarihte de böyleydi. Çünkü işin doğuşu sakat, yanlış.
Bunların hepsi tarihin altında ezilmek, geçmişi kutsamak, öncekileri yanılmaz kabul etmek, zamanı onların çağında dondurmaktan başka bir şey değil.
Tarih, şu an derin bir sessizlik içinde değil mi?
Kulak ver dinle; bir ses, bir seda işitebiliyor musun Çaldıran’dan, Sıffin’den, Cemel’den…
Tarih bir olaylar yığınından, tecrübe ve birikimden, bundan dolayı da zenginlikten başka nedir ki? Ve bu olaylar yığınından, zenginlik, tecrübe ve birikimden bir sonuç çıkaramıyor, tarihi tekerrür ettirip duruyorsan, müstahaksın, çek ceremeni, dövünmek vaktidir bu an.
***
Tabiîki bu tarih, o geçmiş, şu kalbura dönmüş coğrafya her şeye rağmen bizim. Acısıyla tatlısıyla, günahı ile sevabı ile üstleneceğiz. Geçmişin yükünden kaçmayacağız. Yenilmiş ve yıkılmış bir uygarlığın sorumsuz nesilleri olmak bize yakışmaz. Bu tarihin ve coğrafyanın, varsa insanlığa bir borcu hepsi bizimdir, üstleneceğiz. Varsa bir suçu, hepsi bizimdir onlar adına hesabını vereceğiz. “Bize ne” demiyeceğiz. Bu tarihi sahipleniyorsak, kendimizi onların yerine koyuyoruz demektir. Onlar adına insanlığın önünde şu an biz varız ve onları savunmasız ve yapayalnız bırakmayız. Bizden sonrakilerin, bize de aynısını yapmasını istemiyorsak bu sürekliliği gözetmek zorundayız.
Bu cennet bu cehennem bizim.
***
Fakat bütün bunlar tarihin altında ezileceğimiz anlamına gelmez.
Geçmişe “sünger” çekmekten değil “süzgeç” olmaktan bahsediyorum.
Tarih akıyor ve “Zamanın Sahibi” her an yeni bir iş ve oluşta…
Yepyeni alemler/durumlar mümkündür. Yeniden doğuş, tazeleniş muhal değildir. İbret geçmişte olabilir; ama umut bugünde ve gelecektedir.
Şurası bir gerçek ki, bir mağarada varoluş sancıları çeken bir öksüzün dünyaya getirdikleri, bir güneş gibi insanlığın şafağında doğan o muazzam mesaj, ne yazık ki doğduğu topraklara gömülmüştür. Pers’in ve Bizans’ın köhnemiş telakkileri onu istila etmiştir. “Rum” suresinin öncesine dönülerek, Pers-Roma rekabetinin, İslâm içinde Şiî-Sunnî kılıfı altında yeniden hortlatılmasına mani olunamamıştır. Buna çanak tutulmuş ve fakat farkına bile varılamamıştır. Dünya, var gücüyle, içerden ve dışarıdan o mağaradan yükselen sesin üzerine yürümüş, onu boğmak ve yok etmek için elinden geleni ardına koymamıştır. “Söyletmen vurun” diyerek, “Böyle gördük dedemizden, bu de nereden çıktı” diyerek saldırmışlardır; hala da saldırmaktadırlar.
Oysa o mağaradan dünya semalarına yayılan, karanlık dehlizleri yırtarak yükselen bir insanlık parıltısıydı.
Bunları şunun için söylüyorum:
Kur’an’da şöyle bir ayet var: “Size söz verilen şey de rızkınız da göktedir (sema).” (Zariyat, 51/22)
Yani: 1- Size sözü edilen cennet ve cehennem ile yediğiniz rızıkların kaynağı göktedir. 2- Kendine bak, yeryüzüne bak, kendine güven ve göklere yönel. İstikbalin, geleceğin, rızkın, sana söz verilen engin ufuklar oradadır. 3- Bir şeyi aşmanın yolu ondan daha yükseğe (sema) sıçrayabilmektir. Bu nedenle içinde bulunduğun durumdan ümitsizliğe kapılma. Tarihin, geleneğin, tabiatın, kendinin ve konjoktürün zindanlarından kurtul. Bunların seni ezmesine fırsat verme. Tıkandığın yerde, tıkanıklığı aşacak yeni bir hamle yap; tıkanıklığa neden olan şartları aş, gerilimin dışına çık, seni boğan karanlık dehlizleri yırtarak yüksel…
***
Şimdi, şu Şiîlik-Sünnîlik gerilimini “yırtarak aşmanın” zamanı gelmedi mi?
Hep böyle geçmişin olumsuz mirası altında ezilip duracak mıyız?
Tarihin tortularını sürdürmek zorunda mıyız?
Bizim olmadığımız bir dünyada ortaya çıkmış gerilimleri, ayrılıkları, gayrılıkları, hataları, yanlışları sürdürüp durmak akıl tutulması değilse nedir?
Rızkımız (ekmeğimiz, aşımız, geleceğimiz, hayatımız) ve bize vaat edilen şey (vahdet, birlik, güç, kudret) bu gerilimleri aşmada, yeni bir hamle ile sıçrama yapmada değil midir?
Bu sıçramayı yapmaya engel olan nedir?
İran devrimi günlerinde söylenen ve fakat kendilerinin de aşamadığını gördüğüm o sloganı tarihî, siyasî, mezhebî bütün gerekleri ile birlikte hayata geçirmenin zamanı çoktandır geldi geçiyor; “la Şiîyye la sünniye İslâmiyye İslâmiyye…”
Ben bunu laf olsun, birlik beraberlik mesajları versin diye söylemiyorum. Bütün gerekleri ile birlikte teorik ve pratik olarak yaşıyorum: “Şiî imamet mitolojisini” ve “Sünnî saltanat ideolojisini” aşmadıkça İslam dünyasının önünde yeni ufuklar açılmayacaktır!
İnşa çağında, ihya çağlarından kalma bu gerilimleri artık aşmalıyız. İnşa çağının Müslümanı kendini Şiî veya Sünnî olarak adlandırmak zorunda değildir. Hele bu davaları sürdürmek zorunda hiç değildir.
Geçmişin iyilikleri, güzellikleri, doğrulukları bizim; hepimizin, yanlışlıkları kendilerinindir. Hesabı bize kalsa da, ceremesini biz çekiyor olsak da yanlışlar ilelebet süremez; iyilik, güzellik, doğruluktur baki olan.
Şu Şiî-Sunnî davası Müslüman dünyanın bir yanlışıydı. Bunu kabul edelim. Tevhid dinine, bölgeyi ve insanlığı Pers-Roma rekabetinden kurtaran vahdet dinine hiç yakışmadı, yakışmıyor. Hala dava edip durmanın kime ne faydası var?
Makus talihi çevirecek, yaraları saracak, tekrar Rum suresinin o muazzam mesajını diriltecek bir önder, bir fikriyat, bir heyecan, bir topluluk çıkacak elbet bu ümmetten; yeter ki bu ülküye çağırın, icabet edilecektir.
Allah’a ve ahiret gününe inanan, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alan, bizzat peygamberi uyulacak en güzel örnek kabul eden, doğruluk ve dürüstlük yolundan (sırat-ı müstakim) şaşmayan, saf bir yürek temizliği içinde (ihlas) yüzünü fıtrat dinine çeviren, ana insanlık yolundan (hablun minennas) yürüyen, bunu aynı zamanda Allah’ın yolu belleyen sade bir “Müslüman” olmak yetmiyor mu? Bundan daha güzel ne olabilir?
Akif’ten ilhamla, söz geldi, tam yeri:
Ne Sünnî ne Şiî, bırakınız, sade Müslüman olunuz.
Ben ki “Sünnî” bir muhittenim bunu benden duyunuz.
Her hizip kendinde olanla sevinir; bense kurtuluşu O’nda buldum.
“Hâşa, asla” derseniz, başka bir şey diyemem işte perişan yurdum.
recepihsan@gmail.com
Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi
-----------------------
Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi.
“Büyük Şaytan”, daha önce Şiîlere saldırttığı, Kürtlere kimyasal bomba attırttığı Saddam’ı, döndü Kürtlere yargılattı, Şiîlere astırdı. Malum, yargılayanlar Kürt, asanlar Şiîydi.
Hani o tipik “emperyalist” taktik vardı ya; böl, parçala, yut politikası…
Tıkır tıkır işliyor.
Ve hiç birimiz hiçbir şey yapamıyoruz.
Müslüman dünya tam bir akıl tutulması yaşıyor.
Şiîlik veya Sünnîlik artık para da etmiyor.
Iraklı ve İranlı Ayetullahlar “Sünnînin kanı Şiîye haramdır” diye açıklama üstüne açıklama yapıyor. Mekke’de Şiî ve Sünnî alimler toplantısından ortak beyanatlar çıkıyor; ama nafile…
Türkiye’de bir zamanlar, sağcı ve solcu kahvehanelere “aynı silahla” ateş edildiğinin ortaya çıkması gibi, Sünnî ve Şiî camilere “bir el” aynı silahlarla ateş ediyor, bomba atıyor. Tam anlaşma sağlanmışken, bir de bakıyorsunuz patlamalar, kurşunlamalar yeniden başlıyor.
“Büyük Şeytan”, zayıf karnımızla oynamayı, oraları deşmeyi çok iyi beceriyor. Buldu kaynağı, keyifle deşeliyor, yarayı kanatıyor, kışkırtıyor, bizimle oyum oyum oynuyor.
Ve biz, hepimiz çaresizlik içinde seyrediyoruz.
***
Peki, suçu büyük şeytana atıp, işin işinden çıkmak öyle kolay mı?
Düştüğümüz bu halden Müslüman dünyanın hiç mi kabahatı yok?
Bir “yara” var ki adamlar deşeleyip duruyor.
Bu yarayla sen zamanında yüzleşmemiş, yangına körükle gitmişsin. Şiî ve Sünnî itikatları oluşturmuşsun. “Şiî veya Sünnî olunmadan Peygamberin yolundan gidilemez” demişsin yıllarca. “Şiî veya Sünnî olmak zorunda mıyız?” diyenlere mezhepsiz, telfikçi, itikadı bozuk vs. diyerek dışlamışsın. Velhasıl Şiîliği veya Sünnîliği bütün zamanların “imanı” haline getirmişsin, din yerine koymuşsun.
Şimdi çek ceremesini, dövünmek vaktidir bu an.
***
Hz. Peygamber, veda hutbesinde “Bu söylediklerimi, burada olanlar olmayanlara anlatsın, belki onların içinden daha iyi anlayan çıkar” buyurmuş…
“Bu ümmetin başı mı sonu mu hayırlıdır bilinmez” demiş…
Ne demek bunlar?
Bunu, Şiîliğin veya Sünnîliğin rantını yiyenler söyleyemez, ben söyleyeyim:
“Öncekiler de yanlış yapabilir” demek!
Öncekiler de sonrakiler de…
Demek ki “Öncekiler hep iyi yaptı, ne yaptılarsa iyiydi. Biz onlardan farklı bir şey yapamayız” diye bir şey yok.
Akif’in dediği gibi “Böyle gördük dedemizden” sözü dinen merdud.
Şimdi, kendisine Şiî veya Sünnî diyerek, İslam’ı iyi anlamanın yegane yolu olarak bu ikisinden birine tabi olmayı şart görenlere soruyorum: Elinizde “Böyle gördük dedemizden” mazeretinden başka ne var?
Boşuna eyet hadis sıralayarak Şiî veya Sünnî olmamızın vacip olduğu edebiyatı yapmaya kalkmayın. Bunların hepsinin yeri tarihin çöp sepetidir. Tarih ve hayat bunun böyle olmadığını göstermiştir. İspatı işte Irak’tır. Dahası Çaldıran’dır, hatta Sıffin’dir.
Bütün o küf bağlamış sayfalar, varaklar, Şiî ve Sünnî itikatları, amentüleri fostur.
İstediğiniz kadar ayet, hadis sıralayın. 72 fırka edebiyatı yapın, fırkay-ı naciyeler düzün. Hz. Peygamber ne Şiî idi, ne de Sünnî. Ne Hz. Ali Aleviyim dedi, ne de Hz. Ebubekir Sünnîyim.
Bütün bunlar hep onlardan sonra ve “onlara rağmen” ortaya çıktı.
Fakat gel gör ki onları geçti.
İnsanlar şu an Şiî veya Sünnî olduğu için mutlu mu oluyorlar?
Ne işe yarıyor sizin bu Şiîliğiniz veya Sünnîliğiniz?
Hesaplaşma, kan, revan, kıyım…
Tarihte de böyleydi. Çünkü işin doğuşu sakat, yanlış.
Bunların hepsi tarihin altında ezilmek, geçmişi kutsamak, öncekileri yanılmaz kabul etmek, zamanı onların çağında dondurmaktan başka bir şey değil.
Tarih, şu an derin bir sessizlik içinde değil mi?
Kulak ver dinle; bir ses, bir seda işitebiliyor musun Çaldıran’dan, Sıffin’den, Cemel’den…
Tarih bir olaylar yığınından, tecrübe ve birikimden, bundan dolayı da zenginlikten başka nedir ki? Ve bu olaylar yığınından, zenginlik, tecrübe ve birikimden bir sonuç çıkaramıyor, tarihi tekerrür ettirip duruyorsan, müstahaksın, çek ceremeni, dövünmek vaktidir bu an.
***
Tabiîki bu tarih, o geçmiş, şu kalbura dönmüş coğrafya her şeye rağmen bizim. Acısıyla tatlısıyla, günahı ile sevabı ile üstleneceğiz. Geçmişin yükünden kaçmayacağız. Yenilmiş ve yıkılmış bir uygarlığın sorumsuz nesilleri olmak bize yakışmaz. Bu tarihin ve coğrafyanın, varsa insanlığa bir borcu hepsi bizimdir, üstleneceğiz. Varsa bir suçu, hepsi bizimdir onlar adına hesabını vereceğiz. “Bize ne” demiyeceğiz. Bu tarihi sahipleniyorsak, kendimizi onların yerine koyuyoruz demektir. Onlar adına insanlığın önünde şu an biz varız ve onları savunmasız ve yapayalnız bırakmayız. Bizden sonrakilerin, bize de aynısını yapmasını istemiyorsak bu sürekliliği gözetmek zorundayız.
Bu cennet bu cehennem bizim.
***
Fakat bütün bunlar tarihin altında ezileceğimiz anlamına gelmez.
Geçmişe “sünger” çekmekten değil “süzgeç” olmaktan bahsediyorum.
Tarih akıyor ve “Zamanın Sahibi” her an yeni bir iş ve oluşta…
Yepyeni alemler/durumlar mümkündür. Yeniden doğuş, tazeleniş muhal değildir. İbret geçmişte olabilir; ama umut bugünde ve gelecektedir.
Şurası bir gerçek ki, bir mağarada varoluş sancıları çeken bir öksüzün dünyaya getirdikleri, bir güneş gibi insanlığın şafağında doğan o muazzam mesaj, ne yazık ki doğduğu topraklara gömülmüştür. Pers’in ve Bizans’ın köhnemiş telakkileri onu istila etmiştir. “Rum” suresinin öncesine dönülerek, Pers-Roma rekabetinin, İslâm içinde Şiî-Sunnî kılıfı altında yeniden hortlatılmasına mani olunamamıştır. Buna çanak tutulmuş ve fakat farkına bile varılamamıştır. Dünya, var gücüyle, içerden ve dışarıdan o mağaradan yükselen sesin üzerine yürümüş, onu boğmak ve yok etmek için elinden geleni ardına koymamıştır. “Söyletmen vurun” diyerek, “Böyle gördük dedemizden, bu de nereden çıktı” diyerek saldırmışlardır; hala da saldırmaktadırlar.
Oysa o mağaradan dünya semalarına yayılan, karanlık dehlizleri yırtarak yükselen bir insanlık parıltısıydı.
Bunları şunun için söylüyorum:
Kur’an’da şöyle bir ayet var: “Size söz verilen şey de rızkınız da göktedir (sema).” (Zariyat, 51/22)
Yani: 1- Size sözü edilen cennet ve cehennem ile yediğiniz rızıkların kaynağı göktedir. 2- Kendine bak, yeryüzüne bak, kendine güven ve göklere yönel. İstikbalin, geleceğin, rızkın, sana söz verilen engin ufuklar oradadır. 3- Bir şeyi aşmanın yolu ondan daha yükseğe (sema) sıçrayabilmektir. Bu nedenle içinde bulunduğun durumdan ümitsizliğe kapılma. Tarihin, geleneğin, tabiatın, kendinin ve konjoktürün zindanlarından kurtul. Bunların seni ezmesine fırsat verme. Tıkandığın yerde, tıkanıklığı aşacak yeni bir hamle yap; tıkanıklığa neden olan şartları aş, gerilimin dışına çık, seni boğan karanlık dehlizleri yırtarak yüksel…
***
Şimdi, şu Şiîlik-Sünnîlik gerilimini “yırtarak aşmanın” zamanı gelmedi mi?
Hep böyle geçmişin olumsuz mirası altında ezilip duracak mıyız?
Tarihin tortularını sürdürmek zorunda mıyız?
Bizim olmadığımız bir dünyada ortaya çıkmış gerilimleri, ayrılıkları, gayrılıkları, hataları, yanlışları sürdürüp durmak akıl tutulması değilse nedir?
Rızkımız (ekmeğimiz, aşımız, geleceğimiz, hayatımız) ve bize vaat edilen şey (vahdet, birlik, güç, kudret) bu gerilimleri aşmada, yeni bir hamle ile sıçrama yapmada değil midir?
Bu sıçramayı yapmaya engel olan nedir?
İran devrimi günlerinde söylenen ve fakat kendilerinin de aşamadığını gördüğüm o sloganı tarihî, siyasî, mezhebî bütün gerekleri ile birlikte hayata geçirmenin zamanı çoktandır geldi geçiyor; “la Şiîyye la sünniye İslâmiyye İslâmiyye…”
Ben bunu laf olsun, birlik beraberlik mesajları versin diye söylemiyorum. Bütün gerekleri ile birlikte teorik ve pratik olarak yaşıyorum: “Şiî imamet mitolojisini” ve “Sünnî saltanat ideolojisini” aşmadıkça İslam dünyasının önünde yeni ufuklar açılmayacaktır!
İnşa çağında, ihya çağlarından kalma bu gerilimleri artık aşmalıyız. İnşa çağının Müslümanı kendini Şiî veya Sünnî olarak adlandırmak zorunda değildir. Hele bu davaları sürdürmek zorunda hiç değildir.
Geçmişin iyilikleri, güzellikleri, doğrulukları bizim; hepimizin, yanlışlıkları kendilerinindir. Hesabı bize kalsa da, ceremesini biz çekiyor olsak da yanlışlar ilelebet süremez; iyilik, güzellik, doğruluktur baki olan.
Şu Şiî-Sunnî davası Müslüman dünyanın bir yanlışıydı. Bunu kabul edelim. Tevhid dinine, bölgeyi ve insanlığı Pers-Roma rekabetinden kurtaran vahdet dinine hiç yakışmadı, yakışmıyor. Hala dava edip durmanın kime ne faydası var?
Makus talihi çevirecek, yaraları saracak, tekrar Rum suresinin o muazzam mesajını diriltecek bir önder, bir fikriyat, bir heyecan, bir topluluk çıkacak elbet bu ümmetten; yeter ki bu ülküye çağırın, icabet edilecektir.
Allah’a ve ahiret gününe inanan, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alan, bizzat peygamberi uyulacak en güzel örnek kabul eden, doğruluk ve dürüstlük yolundan (sırat-ı müstakim) şaşmayan, saf bir yürek temizliği içinde (ihlas) yüzünü fıtrat dinine çeviren, ana insanlık yolundan (hablun minennas) yürüyen, bunu aynı zamanda Allah’ın yolu belleyen sade bir “Müslüman” olmak yetmiyor mu? Bundan daha güzel ne olabilir?
Akif’ten ilhamla, söz geldi, tam yeri:
Ne Sünnî ne Şiî, bırakınız, sade Müslüman olunuz.
Ben ki “Sünnî” bir muhittenim bunu benden duyunuz.
Her hizip kendinde olanla sevinir; bense kurtuluşu O’nda buldum.
“Hâşa, asla” derseniz, başka bir şey diyemem işte perişan yurdum.
recepihsan@gmail.com
Samuray iş adamlarının ahlak kodları
Küçük işlerle vakit kaybetmeyin; büyük işletmeler kurun.
Bir işletmeyi başlattığınızda, başaracağınızdan emin olun. (Kendinize güvenin.)
Spekülatif işlere girişmeyin.
Bütün işletmeleri, millî çıkarı gözeterek çalıştırın.
Halka hizmetin saf ruhunu aklınızdan çıkarmayın.
Gayretli ve tutumlu olun; başkalarını da düşünün.
Uygun personelle çalışın.
İşgörenlerinize iyi davranın.
Girişime başlarken cesur olun; fakat işi yürütürken kılı kırka yarın
Bir işletmeyi başlattığınızda, başaracağınızdan emin olun. (Kendinize güvenin.)
Spekülatif işlere girişmeyin.
Bütün işletmeleri, millî çıkarı gözeterek çalıştırın.
Halka hizmetin saf ruhunu aklınızdan çıkarmayın.
Gayretli ve tutumlu olun; başkalarını da düşünün.
Uygun personelle çalışın.
İşgörenlerinize iyi davranın.
Girişime başlarken cesur olun; fakat işi yürütürken kılı kırka yarın
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)