19 Ocak 2008 Cumartesi

Politik-Ezoterizm: Mahmut Erol Kılıç ile Röportaj

RÖPORTAJ
http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=1113&pid=905

Politik-Ezoterizm: Mahmut Erol Kılıç ile Röportaj Gönder Yazdır

René Guénon der ki; “Aydınlanma, Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir.” Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Bununla beraber aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ezoterik akımlar olduğu ortaya çıktı.
Röportajı gerçekleştirdiğimiz Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç buna son derece ilginç bir anekdotla cevap veriyor.

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, “Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı, çevresinden bağımsız değildir. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein, buluşlarını ve çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri, öyle bir gecede gelmiş görüşler değildir. Hitler bu görüşleri gençliğinden beri içlerinde bulunduğu Viyana Beyaz Kartal locasının ezoterik ırklar teorisinden almıştı” diyor.

Çalışmalarını genel olarak Tradisyonel ve Ezoterik ilimlerde, özel olarak da İslam Tasavvufu alanında yoğunlaştıran Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, devletlerin iniş-çıkış dönemlerinden, ömürlerine ve hatta devlet örgütünün oluşumunda ezoterizmin önemli olduğuna dikkat çekiyor.

Röportaj: A.Tarık Çelenk

Ekopolitik(A.Tarık Çelenk): Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Mahmut Erol Kılıç: İstanbul doğumluyum. Sırasıyla Hırka-i Şerif İlkokulu, Vefa Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenim gördüm. Öğrenim sürecimle birlikte bazı alimlerden klasik tarzda dersler aldım. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra 1988'de İstanbul Üniversitesi İslam Felsefesi Anabilim dalında asistanlığa başladım ve "İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce" isimli yüksek lisans tezimi tamamladım. Türkiye Üniversitelerinde "Tasavvuf Anabilim Dalı"nın kuruluşunun ardından bu anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi sayılan "İbn Arabî’de Varlık ve Mertebeleri" isimli tezimi savundum. Türkçe ve yabancı dillerde birçok ansiklopedi ve dergilerde, kendi sahamla ilgili makaleler yayımladım. Tasavvuf düşüncesi merkezli, uluslararası konferanslarda tebliğler sundum ve konuyla ilgili radyo ve televizyon programlarına katıldım. Sufi ve Şiir isimli kitabım 2004 yılında inceleme-araştırma dalında yılın kitabı seçildi. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf Bilim Dalı Başkanıyım ve ayrıca İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin başkanlığını yürütüyorum. Merkezi Oxford’ta bulunan Muhyiddin İbni Arabi’s Society’nin şeref üyesiyim. İslam Elyazmaları Birliği’nin “The Islamic Manuscript Association(TIMA)'nın da yönetim kurulu başkanıyım.

Ezoterizm Kavramı Batı’da ve bizde neleri çağrıştırıyor?

Ezoterizm kavramının bizde iki türlü karşılığı var ki manası doğru verilmezse problemlere yol açabilir. Bunun sebebi 20. yüzyılın başında yaşadığımız zihni dönüşümün kavramlara yansımasından kaynaklanmaktadır. Biz 20. yy’ın başından itibaren daha çok batılı kavramlarla düşündüğümüz için maalesef hakikatin bizdeki anlam haritaları parçalanmış oldu. Bir kelimenin eş anlamlıları bile farklı manalar taşır hale geldi. Mesela “bâtınî” dediğinizde -ki bu “ezoterizmin” karşılığıdır- Türk-İslam kültürü içerisinde daha çok ideolojik çağrışımları olan bir kavram anlaşılır. Buna karşılık “ezoterizm” dediğimizde yani kavramın batılı karşılığı kullanıldığında daha bilimsel, daha ciddi ve kuşatıcı bir anlam ifade edilmektedir.

Yeryüzünde görülen, oluşa gelen her şey, her eylem ve her nesne aslında bir hakikatin dışavurumudur. Hakikat sabittir, değişmez ve evrenseldir. Bu yüzden içtedir. Eşyanın hakikati sabittir. Görünen şeylerin asıl kaynakları içte yatmaktadır. Ezoterizm’de bilgelik, hikmet yazıya geçirilmez. Bir şey yazıya geçirildiği zaman kayıt altına alınmış olur. Her türlü kayıt onu zuhur haline getirmek demektir, zuhur alemi ise, oluşlar ve bozuluşlar alemidir, kayıtlar alemidir. Binaenaleyh, bu açılardan bakıldığında ezoterizm, bâtın ilmi demektir. Anlaşılacağı üzere İslam’da ezoterizmin karşılığı, tasavvuftur. Ezoterizm, tasavvufî ilimlerin üzerinde yoğunlaştığı bir sahadır. Ezoterizmin temeli; gördüğümüz her şey hakikat değildir, beş duyu organıyla algıladığımız bütün eşyalar yansımadır. Ezoterizm, beş duyuyla algıladığımız eşyânın hakikatlerinin içte yattığını kabul eder. Ezoterizmde, algıladığımız bu eşyalar, aslında içlerinde bulunan hakikatlerin dışa vurumudur. Dolayısıyle ‘hakikat göründüğü gibi değildir’ denildiğinde, ezoterizm bizde ‘derinde yatan’, ‘batında yatan’ anlamlarına geliyor. Yani ezoterizm, içte yatan hakikatların asıl olduğu, dışta görünenlerin de ikincil olduğu görüşünden yola çıkar. Ezoterizm dinlere, hayata, hayatta zuhura gelen her şeye; insana, insan ilişkilerine, ekonomiye, siyasete, siyasi tarihe bu gözle bakmaya çalışır.

Anadolu İslam geleneğinde, bunların izleri, modernlik öncesi dönemlere gelinceye kadar çok baskındır. Mesela Osmanlı tarihini, İsmail Hakkı Bursevi gibi bir şeyh efendi, ezoterik bir şekilde yorumlamıştır. Bu konuda kendileri bir kitap yazmıştır. Kitabın bir bölümünü, tez konusu olarak bir öğrencime verdim. Muhteşem bir eserdir. Bu eserde Sultan ne demek? Devlet ne demek? Vezir ne demek? Hariciye Vekili ne demek, Dâhiliye Vekili ne demek? Anadolu Kazaskeri ne demek? Rumeli Kazaskeri ne demek? Anadolu ne demek? Rumeli ne demek? Bu soruların hepsinin ezoterik açıklaması var.

Ezoterizmin de çeşitleri vardır. İslama ait ezoterizm var, Yahudiliğe, Hristiyanlığa ait ezoterizmler var, bütün dinlere ait hatta şamanizme ait ezoterizm var. Ezoterizm’in bağlı olduğu bir doktrin vardır. Bu sahada da önemli üstatlar yetişmiştir. Bu üstatlar da mühim ekoller kurmuşlardır. Herkes kendi zaviyesinden yola çıkar. Ezoterizmin bazı türleri her çeşit dışsallığı reddettiği için panteizme varan görüşleri savunurlar. Bunlar daha çok Hinduizm kalkışlı akımlardır. Veya ezoterizmi eklektik bir yapı olarak gören ve bir sentez çıkarmaya çalışan guruplar vardır. Bu sonuncusu, daha çok masonik yapılarda görülür.

Ancak bunun haricinde bir de, Réne Guénon, Frithjof Schuon, Titus Burckhardt gibi sufi olmuş üstatların oluşturduğu bir “Tradisyonalizm” ekolü vardır. Bu ekolün bütün dünyada birçok mensubu vardır ki bendenize göre en otantik “ezoterizm” tarifini bu ekol yapmıştır. Bu ekol aleyhine Against Modernity yani ‘Moderniteye Karşı’ diye kitaplar dahi yazıldı. Bu düşünce biçimini biraz da ajitatif bir dille anti-modernist ve bir gün geleneği yeniden inşa edecek ekol olarak lanse ettiler. Batı içerisinde bazı ezoterik çevreler bu akıma şiddetle karşılar.

Batı ezoterizmini Réne Guénon gibi anlayan bir düşünür bizden neden çıkmadı?!

Çıkmamasının nedenleri var. Ezoterizmde her şeyin bir sebebi vardır. Neticede batı düşünce dünyasının bir problemidir bu konu. “Religion” kelimesi Batıda bizdeki “Din “ kelimesinin çağrıştırdığı her şeyi kuşatamamaktadır. “Religion” kelimesi bizim Vahabilerin aklındaki dini karşılamakta bir bakıma fakat deruni ve manevi konuları çok fazla ihtiva etmemektedir. Müesseseleşmiş dini, kiliseyi ifade etmektedir. Fakat bir İsmail Hakkı Bursevi, Niyazi-i Mısri v.b.gibi mütefekkirlerimiz bu konuları çok iyi anlamış kişilerdir. Guénon der ki, Doğu aklı aydınlanma esaslıdır, kategorik değildir; yaşama esaslıdır, seyyaldir; Batı aklı ise tasnifçidir, sıralama, kategorize etme peşindedir.

En katı dogmatik aydınlanmacıların geri planlarında güçlü ezoterik ilişkiler gözlemleyebiliyoruz., bunu bir tarih anlama metodolojisi olarak kullanabilir miyiz?
Müsaade ederseniz öncelikle sizinle bir memnuniyetimi paylaşayım. Bu meseleye bu seviyede dikkat çeken ve merak duyan, görüntünün arkasındakileri görebilen insan Türkiye’de çok fazla yok. Bana böyle sorular sorduğunuz için size teşekkür ederim. Sizin beni dinlerken ‘Allah Allah bunun arkasında bu çıktı, şunun arkasında şu ezoterik yapı var’ şeklindeki hayretleriniz, diğer bir ifadeyle komplo gibi algıladığınız konular yüzyıllardır aslında var olan şeyler. Şimdi eğer geleneksel dünya içerisinde kalsa idik, sizin bu hayret ettiğiniz şeyler hiçte hayretle aktarılmayacak olan doğal, vakâ-yı âdiye’den konular olacaktı.
Ezoterizm, din kalkışlı bir felsefedir. Anlayış seviyelerinin içeriye doğru veya piramidin tepesine doğru yükselmekle daha rafineleşeceği anlayışına dayanır. Olayların ve nesenelerin hakikatinin ve bütünün ancak piramidin tepesine çıkıldığında görülebileceği ve tabanda kalanın (avam denilenlerin) hiçbir zaman satıhtan daha öteyi göremeyeceği, dolayısıyla çok kolay yönlendirilip kandırılabileceği gerçeğine dayanır. Yönlendirilemeyeceklerin veya kendileri yönlendirecek olan kişiler piramitte yukarılara yükselmiş kişilerdir.

Felsefenin modern dönemlerde ezoterik köklerinden, asli köklerinden koparılmış hali, özellikle Aydınlanma sonrasında gelişen modern insanın parçalayıcı bakış açısının oluşumunu sağlanmıştır. Guéneonien düşünürler gerçek Bilgeliğin Babilonya’dan, Mısır’dan yani Ortadoğu’dan Grek’e geçmesiyle beraber bir devrin kapanıp başka bir devrin başladığını söylerler. Çünkü Ortadoğu’da yaşanan bilgelik Grek’e geçince yazıya döküldü ve bu süreçte “yaşantı” kısmı ihmal edildi, elde sadece metin kaldı. Metin elde kalınca da felsefesinin inisiyatik ve ezoterik yönü unutuldu, ihmal edildi. Batı’da dinin ekzotik yönünü, yani dışla, şekille ilgili yönünü acımasız bir şekilde temsil eden papazların, inancı kurumsallık içinde boğmaları sonucunda Kilise, baskıcı bir kurum haline geldi. Aydınlanma bu Kilise’ye başkaldırıdır. Bizde ise böyle bir süreç yaşanmamıştır.

Diğer taraftan batıda, siyasetin öncesinde, her zaman bir dini ve felsefi arka plan söz konusu olmuştur. Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı bu çevrelerden bağımsız değildir. Newton, Einstein gibi bilim adamlarının mistik eğilimleri, tarikat bağlantıları Batıda iyi bilinirken bizde maalesef bu konular ihmal edilmiştir. Dünya bilim tarihinde buluş sahiplerinin çoğu ezoterik akımlara dahil insanlardır, çünkü arkada yatan sebepleri araştırırlar. Batı’da bazı ezoterik akımların fizik literatürü ve fizik alimleri üzerindeki tesirleri incelenmiştir. Majisyenler yeni dönemde fizikçiye dönüşmüştür. Maji, fizik alemdeki tesirleri inceleme ilmidir. Maji, fiziğe tekabül eden bir çok şeyi önceden bulmuştu. Simya, maddeler arası dönüşümler üzerinde uzun yıllar araştırmalar yaptı ve modern kimyayı doğurdu. Ezoterik düşünce, sonsuzluk nedir, sonsuz olan nedir gibi konular üzerinde yoğunlaşınca bu düşünceler matematiği doğurdu, Pi sayısını doğurdu. Asal sayı nedir, türevler nelerdir, bunların hepsi aslında ezoterik, felsefi sorulardır. Einstein’ın izafiyet teorisi sadece bir fizik dersi için icat edilen bir denklem değildir. O bir varlık sorunudur. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri öyle bir gecede gelmiş görüşler değildi. Hitler’in bu görüşleri gençlik çağlarından beri içinde bulunduğu bir grubun ezoterik ırklar teorisine dayanır. Hitler “Beyaz Kartal” locasına bağlıydı. Onlara göre âri ırk hikmet esaslıdır ve yöneticidir diğer ırklar paryadır vs.

Dünya Tarihindeki sosyal ve politik değişimlerin arka planına baktığımızda farklı ezoterik grupların etkisini de görebiliyoruz. Bu açıdan baktığımızda tarih bize ne anlatıyor?

Batı Ezoterizmi, kendine has oluşumu içinde sadece içeriyle uğraşmakla kalmayarak dışa da bunu yansıtmak esasını benimsediği için sosyo-politik teorileri de vardır. Ezoterizm dünya siyasetini yönlendirmede her zaman etkin rol almıştır ve hala almaktadır. Ezoterizmin birçok alt dalı vardır. Mesela bu alt dallardan biri de politik ezoterizmdir. Fransız İhtilali’nin, Rus Devriminin, ABD’nin kuruluşunun, Avrupa Birliğinin, Osmanlı’nın kuruluşu, yükselişi ve yıkılışının ezoterik yorumları vardır.

Türkiye’de tarafçılık açısından bir çatışma var. En azından felsefi bir suçlama karşılığı olan bir çatışma var. Örneğin Laik-Antilaik gibi… Bu çatışmanın ana unsuru da, bir kesim diğer kesime diyor ki biz aydınlanma çağına uymadık şimdi ise uyduğumuzda siz bize muhalefet ediyorsunuz ve biz buna uyarak muasır medeniyet seviyesine ulaşacağız. Ancak aydınlanma çağı bu ezoterik yapılarla iç içe geçmiş bir çağ. Bu örtü nasıl kalkabilir?

Ezoterizm Türkiye’de çok bilinmiyor. İyi bilinmediği içindir ki Türkiye ezoteristlerin elinde oyuncaktır. Türkiye’de Müslümanların elinden ezoterizm alındı, kupkuru hale getirildi ve şu an kullanılıyorlar. Burada bize biçilen yeni elbise içerisindeki ultra-militan sekülerizm karşılığında, bizim manevi boyutumuz alındı. Ancak manevi boyutumuzu alan bu kimseler kendilerine ait ezoterizmi bırakmış değiller. Hala ezoterik çalışma yapıyorlar. Binanaleyh bana göre bu ülkedeki çatışma, aslında bir ezoterizmler çatışmasıdır.

Aydınlanma devrimcileri ile ezoterik ilişkilere örnek verebilir misiniz?

Aydınlanma derken Nirvana’yı yani manevi aydınlanmayı kastetmiyoruz tabii ki. Aydınlanmacılar buradan çalmışlardır bu kavramı. Tabii ki yine içini boşaltarak veyahut içini dışa çevirerek.. Hakikatte bu kavram tamamen spiritüel ve din kaynaklı bir kavramdır. Aydınlanma veyahut “işrak” dediğimiz düşünce içerisinde siz bir ağacın altında aydınlanacaksınız yani Gothama Buda olacaksınız, veya Şeyhu’l- İşrâk olacaksınız ki ulvi nurlar alemi size açılsın ve böylece siz de münevver olun. Bu da görüleceği üzre tamamen dikey anlamdaki bir enfüsi kavramdır. Rönesansçılar bunu çalarak yatay hale getirmişlerdir. René Guénon der ki; “Aydınlanma ve Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir. Yani eldiveni yırtıp yerine yeni bir eldiven giymiyorlar. Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Aydınlanmacıların paradigması tabir caizse şu şekildedir: “Sen ezoteristsin!”, “Sen spirütüalistsin, dindarsın!”, “Sen hep ruhla ilgilendin, maddeyi ihmal ettin. Oysaki bu dünya, yeryüzü maddi süreçtir. Maddenin şekil değiştirmesidir. Madde derken, bunun içerisine ceset te girer, ekonomi de girer, politika da girer. Referansları gökten yere indirmek lazım. Her şey yerde ve maddi olanda”. Hal böyleyken aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ruhsal yönelimlerin ve ezoterik akımların yine de bulunduğu ortaya çıktı. Aydınlanmacılar, hakikatin maddede olduğunu ileri sürüyorlar. Onlara gore gerçek aydınlanma, gerçek ilerleme bu dönüm (kırılma) noktasıyla başladı. Yani, ruhun tasallutundan dünyayı kurtardık düşüncesi hâkim oldu. Böyle bir kalkış noktası başlangıçta haklı ve masum bir düşünce gibi gelebilir. Kim maddeyi inkar etmek ister ki? Hatta başlangıçta buna katkıda bulunan din adamları da vardı. Descartes gibi. Bazı Yahudi filozofları gibi. Zaten Yahudi filozoflarına göre, maddi olan spirütüel olandan çok daha önemlidir. Dolayısıyla bugün Yahudilerin politik teorileri, ekonomik teorileri, bir Budistin teorilerinden çok daha materialist ve pozitivisttir. Bizde ise böyle sert bir ayrım olmadı. Bizde madde ile ruh arasındaki evliliğinin bozulmasının ilk defa ne zaman başladığı konusunda farklı görüşler vardır. Bunun tarihini çok geriye götürenler de vardır daha geç dönemlere getirenler de. Kırılmanın başlangıç noktasını, yani ruhani olana maddi olanın baskın gelmesini, bazıları Kabil’e, bazıları Peygamber Efendimiz’in vefatına, bazıları Hz. Ali’nin vefatına, bazıları Kerbela’ya, bazıları Yavuz’un Mısır Fethine, Lale devrine v.s. dayandıranlar bulunmaktadır. Bendeniz ise bunu 1940 – 1960’lara kadar yakına çekenlerdenim. Çünkü gerçek kırılmalar ontolojik bakış açısında olur ve bunun toplumsal alanda da benimsenmesiyle bir kitlesel zihniyet dönüşümü asırlar alan bir süreç olarak gelişir. Bu sürecin tamamlanmadığı dönüşümler arızidir. Evet Hz. Peygamber’in vefatıyla veyahut Hz. Ali’nin vefatıyla bazı problemler, bazı arızalar meydana geldi, Lale Devrinde bazı yeni yönelimler öne çıktı. Ancak bütün bu türden gelişmeler dünya görüşünün ontolojik omurgasını kırarak tam aksi bir ferd ve toplum yaratmadılar. Zaten böyle bir hedefleri de yoktu. Lakin asrın başındaki zihniyet dönüşümleri radikal dönüşümlerdi ve 1960’lara doğru bu tohumlar yeşermeye diğer bir ifadeyle kendi çocuklarını doğurmaya başladı. Sonra bu çocuklar kendi şeriatlarına, kanunlarına dayalı despotik politik görüşlerini hakim kılmaya başladılar ve kurumsallaştılar. Yeni dönem aydınlanması bu yeni “kiliseye”(?) karşı gelişecektir. Tarih tekerrürden ibarettir ve çevrimsel yasalara dayanır. Şimdilik bu kadar yeter…





17 Ocak 2008 Perşembe

Mevlevilik İslâmiyet’i Naif Yaşama Biçimidir

Mevlevilik İslâmiyet’i Naif Yaşama Biçimidir
http://www.hikayeler.net/yazilar/mevlevilik-isl-miyet-i-naif-yasama-bicimidir/

Güzin Osmancık
“Edep bir taç imiş nur-u Hüdâ’dan. Giy o tacı emin ol her beladan” der şair.
Edep denilince akla ilk gelen isimlerdendir Hayat Nur Artıran Hanımefendi. Değerli Şefik Can hocamızın Tahirü-l Mevlevi Hazretleri gibi büyük bir Mesnevihan’dan aldığı manevi emaneti ehline tevdi etmek için seçtiği kişidir Nur Hanım. Çünkü o zarafeti, duygusallığı, hizmet aşkı, tevazuu, edebi ile herkese örnek bir kişidir. Şefik Can Hoca, o manevi emanetleri taşıyacak en ehil kişinin o olduğunu düşünmektedir. “Bu işler kadın, erkek işi değil, gönül işidir. Kim yüreğinde o aşkı taşırsa, kim o denizler kadar engin yüreğe sahipse ancak onlar kutsal emanetleri taşıyabilirler” der Şefik Hoca.
İşte Nur Hanım da aldığı ilmi ile etrafına ışık saçan, ismi gibi bu işe gönül vermiş kişilere hayat veren edep timsali bir hanımefendidir. O kıymetli Şefik Can hocamızın postnişini kendisine inanarak devrettiği manevi kızıdır. İşte Nur Artıran’ın dilinden Hazreti Mevlânâ ve Şefik Can hocamız…

“Erkek ve kadın vahdette bir olunca o bir olan sensin. Adetleri meydana getiren binler yok olunca, kalan bir yine sensin” - Hazreti Mevlânâ -

OSMANCIK: Sevgili Nur Hanım, bize Şefik Can hocanızdan biraz bahseder misiniz?

ARTIRAN: Şefik Can hocam öyle bir deryaydı ki, bizim gibi katrelerin onları algılayabilmesi, en doğru bir şekilde de ifade etmesi bile düşünülemez. Ama idrakimiz ölçüsünde bildiklerimizi de paylaşmaktan bahtiyar olurum. Peygamber Efendimiz “Mümin müminin aynasıdır” der. Böyle kutlu insanlar kutlu aynalardır. Bizim onlara bakıp kendimizi düzeltmemiz gerekir. Şefik Can Hocamız ibret alınacak çok kutlu bir aynaydı bizler için. Şefik Can ismi her yerde Mesnevi’yle Hazreti Mevlânâ ile bir bütün olarak anılır. O, Mevlânâ aşkını dönemin âlimlerinden Müftü olan babası Tevfik Efendi’den almıştır. Daha çocukluk yaşlarında Arapça ve Farsça’yı öğrenmiş. Mevlânâ aşkı da onda çocukluk yaşlarında başlamıştır. Şefik Can hocamız “Konuşmayı Mevlânâ’nın beyitlerini ezberleyerek öğrendim” der. Daha sonra Tahirü’l Mevlevî Hazretleri’nin yanında eğitime başlayarak Mevlevî aşkına ulaşır.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ aşkı ne demektir?

ARTIRAN: Herkes Hazreti Mevlânâ’yı sever. Her dilden her dinden kişiler onu sever. Hazreti fark etmeyen yoktur. Gönül gözü açık olan onun manevi halini görüp seviyor, görmeyen de sıcaklığını hissederek seviyor. Onun için onu her kesin sevmesi çok normal. Şefik Can hocamızın da Hazreti Mevlâna’yı sevmesi de çok normaldir. Ama aradaki fark şudur. O Hazreti Mevlânâ’yı dili ile değil, hâl olarak yaşamıştır. Onun yaşantısını ahlâk edinmiştir. Herkes hoş görü, hoş görü diyor ama yeri geldiğinde bunu gerçekleştiremiyorlar.

OSMANCIK: Şefik Can hocamızın asıl mesleği nedir?

ARTIRAN: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çok şanlı bir askeriydi. Emekli albaydı.
Aynı zamanda öğretmendi ve öğretmenliğe âşıktı. Şöyle derdi. “Binlerce defa dünyaya gelsem hep öğretmen olurum.” Onun bir mesleği de edebiyat öğretmenliğidir. Özellikle Kuleli Askeri Lisesi’nde, çeşitli askerî okullarda öğretmenlik yapmıştır.

Kendileri 96 yaşında Hakka yürümüşlerdir. Son nefesine kadar talebe yetiştirdi. Şöyle dua ederlerdi “Ya’ Rabbim hak ve hakikat yolunda Mevlânâ gibi hizmet edeceksem yolunu bana aç, nefesini ver hizmet edebileyim. Eğer edemeyeceksem beni daha fazla da bekletme. Ama bilsemki yarın canımı alacak ona derdim ki. “Allah’ım yarın Mesnevi dersim var, onu vereyim de öyle canımı al.” Şefik hocamın hayatının yaşama gayesiydi Mevlânâ ve Mesnevi.

OSMANCIK: Ölmeden önce Postnişini size bıraktı. Bunun sebebi nedir acaba?

ARTIRAN: Elbette hepiniz bilirsiniz ki bunlar manevi sorumluluktur. Hocam lütfettiler, kerem buyurdular, İlahi takdir böyle tecelli etti. Bize düşen bu manevi sorumluluğu yerine getirmektir. Şefik Can gibi Tahirü-l Mevlevi gibi Cenabı Allah her kulu bu âlemde bir işle vazifelendirmiş. Bu iki Ali Sultanın bıraktığı boşluğu bu aciz nasıl doldursun? Gönül sesimdir bu, haddim değil bunu kabullenebilmek. Bu yola baş koymak müsaade ettikleri ölçüdedir. Varsa bir lokma ekmeğimiz onu da paylaşmak. Elbette bunun da bir zekâtı var. Onların eteğinde olmak, cemalini görmek ve gördüğümüz ne varsa dostlarla paylaşmak vazifemizdir.

OSMANCIK: Mesnevi “Dinle” diye başlar. Bunun anlamı nedir?

ARTIRAN: Çok önemlidir. Hazretin bir Divan-ı Kebir Beyti vardır. “Bu âleme Cenabı Allah aşkı dağıtırken onda dokuzunu bana, birini de bütün âşıklara verdi” demiştir. Elbette kendisi Mesnevisi’nde “Mesnevi Kur’an’ın şerhidir” demiştir. Onun için “Dinle” veya “Duy” diye tercüme edilir. “Dinle” diye başlıyorsa elbette bunun çok büyük önemi vardır. Kendisi bunu şöyle açıklar. “Hayvan ağızdan, insan kulaktan beslenir.” Çünkü bizim yediğimiz bütün gıdalar ancak nefsimizi besler, ruhla hiç alakası yoktur. İşte bende kutsal ilahi bir emanet var. Onu da beslemek lâzımdır. Ruhumuzu beslemenin yolu dinlemektir. Kur’an’ı okumak sünnettir, dinlemek ise farzdır.
Baş kulağı işitir, gönül kulağı duyar. Bu gönülden duyabilmektir. Kulağını öyle çöplük yapmışsın ki kulaktan kalbe giden bütün yolları tıkamışsın. Kulağını temiz tut, çöplerle doldurma. Abdestle baş kulakları temizlenir, dinlemekle gönül kulağı temizlenir. Duymanın diğer bir yolu da boş sözlere kulağı tıkamaktır. Her söz vücutta bir yer bulup yerleşir. İşte abdestle zahir kulağı yıkarız. Peki, batın kulağı nasıl yıkayıp temizleyeceğiz? Boş sözlere kulağımızı tıkayarak temizleriz.
Mesnevinin bir yerinde de şöyle der.“Kapat kulağını boş sözlere kapat, pamuk tıka ki duymayasın.”
.
OSMANCIK: “Sema” ne anlama geliyor?

ARTIRAN: Sema derken insanlar bunu dönen insanlar olarak algılıyorlar. Aslında “Sema” semi’den gelir “İşitendir”. Semada bir musiki vardır. Sema musikiyle icra edilir. Çok ünlü musikişinasların pek çoğu Mevlevihanelerde yetişmiştir. Musiki bir ibadettir ama hangi musiki? Hazreti Mevlânâ’ya göre musiki Cenabı Allah’ın sesini sembolize etmektedir. İşte o sema ayini sırasında semazen Cenabı Hakkın sesini duyar, vecde gelir ve dönüp sema etmeye başlar.

OSMANCIK: Sema niçin Cenabı Allah’ın sesini sembolize etmiştir?

ARTIRAN: Araf suresi 172. ayetinde “Elestü bi Rabbeküm” hitabında “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiştir. Ve bütün ruhlar da “belâ” derler. “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye tasdik ederler. Mevlânâ Hazretleri “O gün Kâlu belada o sesi duymayan, o cemali görmeyen bir kişi varsa ben imansızım” der. O kadar büyük bir yemindir bu. Demek oluyor ki o Elest hitabında yaratılan ve yaratılacak herkes Cenab-ı Hakkın cemalini görmüştür.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ’dan bahsederken Mevlevi müziğinden bahsetmeden olmaz. İslâmiyette müziğin yeri nedir?

ARTIRAN: Hani müzik ruhun gıdasıdır derler ya, işte pirimiz der ki musikiden alınan zevk, ruh bir anda o Elest de Rabbinin sesini duymuş gibi zevk alır, sesini hatırlar, o anı hatırlayarak vecde gelir ve mutlu olur, semaya başlar. Mesnevi’de şöyle geçer.” Gönül ehli kişiler musiki nağmelerini gökyüzünün dönüşünden ve gökyüzündeki meleklerin tespih sesinden almışlardır. Dede Efendiler, Zekayi Dedeler, Itriler hem kalbini Hakka açmış, hem de kulağını Allah’a vermişler. “O gökyüzü âşık olmasaydı, aşkından dönmeseydi başı döner yere düşerdi” diyor pîr. Gökyüzü âşık, gökyüzü aşk ile dönerken onunda bir zikri var. Kâinatta Allah’ı zikretmeyen bir zerre var mıdır ki? Zaten bir Kur’an ayetidir. Yaratılan her şey kendi dilleri ile Allah’ı zikrederler. Her şey kendi dilleri ile Allah’ı zikreder diyor Muhittîn Arabi Hazretleri. Ve gökyüzünün zikrini duyuyorum diyor. Mesnevi beytinde diyor bunu. Onun için musikiye bazı insanlar hoş bakmış bazıları da hoş bakmamıştır.

Musiki denilen şey âşığın aşkını, fasığın fıskını artırır. Bu hangi niyetle dinlediğine bağlıdır. Hazreti Mevlânâ şöyle diyor: “Ben Ut sesinde Ente Hasbi, Ente Kâfi ya Vedud” sesini duyuyorum. (Ey sevgili, sen bana yetersin, sen bana kâfisin, başka bir şey istemem).

OSMANCIK: Ut sesi de Ney sesi gibi ilahi midir?

ARTIRAN: Bir kere ud’u Fârabi Hazretleri bulmuştur. O zaman da çok kişi buna karşı çıkmıştır. “Bu nefsin hoşuna giden bir şeydir, bu şeytan aletidir” demişledir. Hazreti Farabi de “Ben size bunu ispat edeceğim” diyor. Ve “Develere 40 gün tuz yedirip hiç su vermeyin” diye tembihliyor. “40 gün sonra develeri su kenarına getirin, ben de udumu çalacağım. Eğer develer su içmezlerse benim ud’um Rabbanidir. Eğer develer suya saldırırsa benim ud’um şeytanidir” diyor. Ama hiçbir deve ut sesini duyunca su içmemiş. Bunun üzerine Farabi Hazretleri “İşte hayvan hayvanken benim ud’umdaki Rahmanın sesini duyuyor da siz insan olduğunuz halde duyamadınız” diyor. Tabiî ki baş kulağı duyanlar anlar bunu. Hayvan hayvanken kaval duyunca ottan başını kaldırıyor da sen ki eşrefi mahlûksun şu otlardan başını kaldıramadın.

OSMANCIK: Mevlânâ Hazretleri Mesnevi’sinde sağlık konusu ilgili bir şeyler söylemiş mi?

ARTIRAN: Hiç söylemez olur mu? Bu konuda az yemekle ilgili birçok deyişleri var. Zayıflamak isteyenlere diyorum ki, diyetisyene gidene kadar alın Mesnevi’yi okuyun. Hazret derki “Az yemek ilaçların padişahıdır.” Az yiyerek bütün hastalıklarınızı tedavi edebilirsiniz. Büyük veliler, Peygamber Efendimiz hep buna riayet etmişlerdir.

Dinimiz “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” buyurur. Biz bunu yanlış anlıyoruz. 1 kilo yiyecek aldık, yarısını yedik yarısını çöpe attık bu israftır diyoruz. Bu o israf değildir. Asıl israf Hazreti Mevlânâ’nın mürşidi Necmeddin-i Kübra Hazretleri söylemiştir. “Günde 1 defa yemek normaldir, 2 defa fazladır, 3 defa israftır. Allah adamları Allah değildir ama Allah’ dan da gayri bir şey değildir. Niye israftır. Eğer bir insanın günde 1500 kaloriye ihtiyacı varken 3000 kalori alıyorsa bu israf değil de nedir? Hazreti pîr Mesnevi’de “Yağlı ballı yiyeceklerle beslenirsen maneviyattan da o kadar nasipsiz kalırsın” diyor. Sen eğer maneviyattan nasiplenmek istersen önce şeytanı sütten keseceksin. Yemek bir amaç olmamalı, sadece bu bedeni ayakta tutacak kadar yemek yenmeli. Ağızdan aldığımızın ruhumuza hiç bir faydası olmadığı gibi tam tersine bizi köreltir, hapseder, benliğimizin egosunu içinde sıkıştırır. Beden az beslenince ruh özgür kalır.

OSMANCIK: Ruhun özgür kalması ne demektir?

ARTIRAN: Ruh ötelerden gelmiştir, bu âlemde gariptir. “Gariplere yardım ediniz” derler. Bizler dışarıdan gelenlere, mültecilere yardım ediniz anlarız bunu. Bu işin zahiri boyutudur. Bir de işin batıni boyutu vardır. Zahir batının gölgesidir. Nefis bu dünyaya ait olduğu için kendi evinde hükümrandır, güçlüdür. O’na yardım ediniz ona sahip çıkınız denmek isteniyor. Önce ruhuna sahip çık. Ruha sahip çıkmak ne demektir. Peygamber efendimizin sünnetleri bize bunun yolunu gösteren ışıklardır. Hazreti Mevlânâ, Ahmed- Er-Rufai, Abdülkadir Geylani Hazretleri, Cüneydi Bağdadi Hazretleri, Bayezid-i Bestami Hazretleri bunların hepsi Allah kullarını çok sevmiş ve onlara her devirde bir sultan, bir ışık yollamış kulları yollarını bulsunlar diye. Allah, Hazreti Muhammed’i bu âleme büyük ilahi rahmet olarak yolladı ama Hazreti Muhammed’in varisi olan büyük veliler de bu âleme rahmet olarak geldiler. Onlar ruhumuza sahip çıkabilmemiz için bize yol gösteren en güzel velilerdir.

“İşte yine etraf Şems’lerle dolu ama onu görecek Mevlânâ’lar nerede.”

Aşk şehri boş kaldı deme. Hiç kimsenin yeri boş kalmaz. Allah her sene bir peygamber varisini dünyaya getirir. “Size bir şey bildirmeden size zulmetmem” diyor. “Biz bilmiyoruz, anamız babamız da bilmiyordu, biz bilmeyen bir kavimdik, haberimiz yoktu demeyesiniz” diye size bildirdim diyor. İslâmiyet’te bir şart vardır, dilin dediğini kalp tasdik edecek. İşte bu hâle bürünmektir. Peygamber Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmaktır.

OSMANCIK: Bu dünya insanlar için bir imtihan mıdır?

ARTIRAN: Evet şimdi dünyaya imtihan dünyası diyoruz ya. Kulunu yaratan Allah, kulunu yaratıyor da kulunun ne olduğunu çok iyi biliyor. Ve bize bizim ne olduğumuzu bildiriyor. Ve “Ey kulum sana haksızlık yapılmadı yapılmaz da” diyor. Kuran “Allah birdir” der. Allah iki oldu diyen yoktur zaten. Hazreti Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Allah’ın tekliği hakkında kimse tartışmaz, bir şey demez ama veli kulları ve peygamber hakkında tartışır.” İnsan kendini Allah ile eşleştirmez, onun birliğini peşinen kabul eder ama peygamberleri ve büyük velileri kendinle eşleştirir. “Ya o da benim gibi bir insan, neden peygamber olsun ki?” der. Onları beşeri halleri ile görür. Gözlerinin körlüklerinden anlayamazlar. Bir kamış vardır içi boştur, bir kamış vardır, içi şeker doludur. İki arı vardır, biri bal yapar. Biri defalarca sokar. Ama ikisi de arıdır.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ’ya göre Allah’ın birliğine iman nasıldır?

ARTIRAN: Bunu Hazreti Mevlânâ şöyle açıklıyor. “Allah birdir demekle Allah bir olmaz. Onun birliğine inanmak için kazaya ve belaya eyvallah dediğin zaman işte onun birliğine inandın demektir. Başına gelen her şeye eyvallah ettiğin zaman, her şeyi Allah’tan bilip sabredip eyvallah dediğin zaman odur onun tekliğine inanmak. Her şeyi kullardan bilip kullardan bekleyen, Cenabı Hakkı sanki bizi gökten seyreden bir Rab gibi görmek, düşündükçe başına gelen belâlara rıza ve sabır göstermedikçe hâl olarak Allah birdir dememiş olur. Elbette dili birdir diyor ama dili dese bile kalp tasdik etmiyor.

OSMANCIK: Bir tekkede dervişe en öncelikle öğretilen şey nedir?

ARTIRAN: Tekkede bir dervişe önce “eyvallah” demesi öğretilir. Ne olursa olsun. “Su içer misin?” “Eyvallah”, “Oturur musun?” “Eyvallah”, “Yer misin?” “Eyvallah”, “Yemez misin?” “Eyvallah…”
İşte dilin desin de bir gün, kalbinde mutlaka eyvallah der tasdik eder.
Bu da bir Kur’an ayetidir “Başınıza ne gelirse elinizden gelir. Belâlar ilahi rahmettir. Çünkü işin içinde sabır vardır.
Hiçbir ibadet sabır derecesine ulaşmamıştır. Bütün yolları sabır ile aşıp geçebilirler. Sabır da sabretmek vardır, istemediğiniz bir olaya zoraki katlanmak vardır. Ama ona rıza gösterdiğinizde orada rıza vardır. Her şeyin özünü görürsünüz her şeyin sonunu görürsünüz. Bizler bir olayı çözemiyorsak vardır bir sebebi deriz. Ama rıza makamına gelen artık bilir sebebini ve sabreder. Burada açılacak kapı Rıza kapısıdır. O makama gelince zaten sabretmek zorunda kalmazsınız.
Hani deriz ya hep. “Vardır bir hikmeti”. Rıza makamına gelen bilir niçin öyle dediğini. O zaman sabra gerek yok. O belâ denen şey önce peygamberlere, sonra velilere daha sonra halka gelirmiş. Allah belâ dağıtırken onlar elini açıp bana Allah’ım bana ver derlermiş.

OSMANCIK: Eğer hiç ummadığımız bir anda başımıza bir musibet gelirse buna da şükretmemiz mi gerekiyor?

ARTIRAN: Hazreti Mevlânâ Mesnevi’sinde “Eğer sana kendiliğinde hiç ummadığın bir anda bir belâ gelirse yat kalk ona secde et. Çünkü mutlaka her belâ giderken sana çok büyük ikramlar bırakarak gider” buyururlar. Peygamber Efendimizin başına gelenleri düşünün. İşte Zekeriya peygamber testere ile kesildi, Hasan Efendimizin başı kesildi, Hüseyin efendimiz zehirlendi. Yani saymakla bitmez. Allah muktedir değil miydi bunları saraylarda yaşatsın. Veya peygamber efendimiz muktedir değil miydi Karun gibi yaşasın.

OSMANCIK: Mevlânâ Hazretleri herkes tarafından çok seviliyor. Ama sanki İslam’ın dışında bir inanç sergiliyor gibi algılanıyor?

N. ARTIRAN: Ne yazıktır ki Hazreti Mevlânâ hem kendi yurdunda, hem de dışarıda İslam’ın dışında gibi görülüyor. Sanki kendine göre bir ekolü, bir felsefesi var, kendi düşünceleri var. Bir kere Mevlânâ’nın felsefesi olmaz, onun her dediği Kuran hükmündedir. Herkesin hoşuna gidecek hale getirmiş, İslam’ı yumuşatmış ılımlaştırmış. Hiç olur mu böyle bir şey. 25 bin Mesnevi Beyti, 50 bin Divanı Kebir Beyti var. 70 bin beytini nasıl özetlersiniz dediğinizde gönül rahatlığı ile “Ben Kuranın kulu kölesiyim, Hazreti Muhammed’in bastığı yerin toprağıyım. Her kim ki benim dışımda sözlerimden ne anlarsa o sözden de naklederse huzuru ilahide nakledenden Huzur-u İlahide davacım” .her söylediği söz Kuran hükümlerindendir. Ancak Mesnevide 1500 ayet şerh edilmiştir. Ayet numaraları verilerek, bir o kadar da hadis-i Şerif şerh edilmiştir. Diğer ayetlerde sırlı olarak şerh edilmiştir. Bunu farklı görenin kendi düşüncesidir.

OSMANCIK: Neden Hazreti Mevlânâ denince farklı, Hazreti Muhammed denince farklı bir anlayış söz konusu oluyor?

ARTIRAN: İşte Hazreti Mevlânâ’da Muhammedî ahlâkı en zarif şekilde sergiler. Mevlevilik nedir derlerse “İslâmiyet’i en zarif en naif yaşama biçimidir” denilebilir. Eğer Hazreti Mevlânâ bütün toplumlar tarafından kabul görüyorsa bu Hazreti peygamberin ahlâkını en güzel şekilde ahlâklanmasının işaretidir. Ama bunun kaynağı vardır. Peygamber Efendimiz kâinatın ışığıdır. Şu güneşe bile başınızı kaldırıp bakamazsınız. Peygamber Efendimiz o güneşe bile nur veren nurdur. Güneşin içinde Muhammedî nur olmasaydı mümkün müydü onun ışığı ile yeryüzünde ot bitsin. Kâinatın Efendisi o kadar büyük bir nurdur ki, herkesin gözü dayanmaz onu görmeğe. Peygamber Efendimiz “Yarabbi bende bu kadar ilahi nur zahir iken bu kullar neden beni fark etmiyorlar” diyor. İşte sen öyle ilahi bir nursun ki seni görmeye bir bedel lazım. Bizler gerçekten Hazreti Muhammed’in ümmeti olsaydık bu gün böyle mi olurduk? Benim ümmetim veren eldir, alan el değildir demiştir. Kim bu gün veren eldir. Var mı dünyada bu gün Muhammed ümmetiyiz deyip de el ele yürek yüreğe birlik olan bir ülke var mı kardeş kardeşe yaşayan.

OSMANCIK: İnsanlar bu gün dünyaya düşkünler. Nedir kula göre dünya?

ARTIRAN: Dünya seni Allah’tan gafil bırakan her şey dünyadır. Dünya deniz gibidir. İnsan gemidir, ama gemiye su alırsan gemi batar. Yani dünya malını gönlüne alma. İslâmiyet dengedir. Dengeyi kuracaksın. Muhammed İslâm âlemine zekât olarak gelmiştir. Birlik beraberliktir Muhammed ümmeti olmak. Mümin uyanık olmalı diyor peygamberimiz. Allah, Allah derken dilin onun hakikatinden uzak olmadan peygamberin yolunu yol edinecek, ahlâkını ahlâk edinecek. Her şeyin bir Batıni, bir zahiri vardır.

OSMANCIK: Sahabilerin en büyük özelliği neydi?

ARTIRAN: Sahabilerin en büyük özelliği sohbet ile yetişmiş olmalarıdır. Sohbet çok önemlidir. Hazreti Mevlânâ Mesnevi’de “dinle” demiştir. Cenabı Allah’ın kuvvet ve kudretini idrak edenler için 100 çeşit namaz, 100 çeşit rükû, 100 çeşit secde vardır. Elbette beş vakit namaz, namazdır. Ama sohbetler de namazdır.

OSMANCIK: Mesnevihan ne demek?

ARTIRAN: Mesnevi okuyan demektir. Mesneviyi en iyi okumuş, anlamış ve bunu da en iyi yorumlayandır. Can hocamız en iyi Mesnevihandır. Bunu da lütuf ettiler, bu fakire bıraktılar. Manevi sohbetlerimiz vardır. İlgilenen herkes bu derslerde Mesnevi’yi öğrenebilirler.

8 Ocak 2008 Salı

HZ. MEVLÂNÂ'NIN ESERLERİNDE GÖNÜL

HZ. MEVLÂNÂ'NIN ESERLERİNDE GÖNÜL



Dr. Celâleddin Bâkır Çelebi



A gönül, vuslat diyarının devletkuşusun sen; uç, ne diye uçmuyorsun? Kimsecikler tanımaz seni, ne insansın ne peri.

Sen dilbersin, gönül değilsin, fakat binlerce gönlü elde edesin de alıp götüresin diye hileyle, düzenle gönül şekline girmişsin.

Bir an vefâlı ol da toprağa karıl; toprakla birleş, sonra bir anda kalk, Arş'tan da ferşten de, iki dünyanın sınırından da geç.

Can neden seni bulamaz? Onun kolusun- kanadısın sen; göz neden seni göremez? Görüşün aslısın, temelisin sen.

Tövbenin ne haddi var ki sana tövbe etsin? Haber kim oluyor ki seninle olsun da bir şeyden haberi olsun?

Kim oluyor o yoksul bakır ki, ilkbahar gelsin de ağaç gibi boy atıp tohumluktan çıkmasın?

Kim oluyor yoksul odun ki, ateşe düşsün de kıvılcımlar saçan bir ateş koru olmasın?

Bütün akıllar, bütün bilgiler, yıldızlardır, sense onların perdelerini yırtan bir dünya güneşisin.

Dünya, sanki kardır, buzdur, sense temmuz ayı; sen tesir etmeye başladın mı ondan bir eser bile kalmaz, erir gider.

Kim oluyor şu yoksul, kimim ben ki seninle olayım da, gene de varlığıma sahip bulunayım? Bana doğru bir baktın mı, ben de yok olur giderim, benim gibi yüzlercesi de.

Sahibimiz Tebrizli Şems'in sıfatlarının olgunluğu cebrî'nin vehimlerinden de üstündür, kaderî'nin vehimlerinden de.

***

Hakkımızda birisi birşey mi söyledi, yoksa bu iyilik, kötülük, kendiliğinden mi meydana geldi, bilmem; hoca henüz burda sakalına bak da anla artık.

Tuhafı şu ki hoca bir düzene başvurdu; çocuktu, çocuk kaldı; halbuki sakalı karaydı, başka bir renge girdi şimdi.

Söyleyeyim mi sana, hoca, yukardan-aşağıdan ne diye bahsetti durdu? Kendisi alt-üst olmadı da ondan.

Dört ayakla, iki ayakla dünyanın çevresini döndü-dolaştı amma deniz, hiç başından aşmadı hocanın.

Hoca, kendince pek iyi bir hale gelmiş, öyle sanıyor, halbuki hummaya tutulmuş hasta gibi, hattâ ondan da beter.

Delil getirmede, inad etmede, savaşmada aşırı vardıkça vardı; fakat candan, can zevkine dair delilden hiçbir haberi yok.

Bahis yolu, inattır, itirazdır, delil getirmedir; gönül yoluysa baştan başa zevktir; şevktir, baldır, şekerdir.

***

Gönlüm, hem yol gösterir; hem yol keser; hem bir çengeldir, herşey ona asılır, hem herkesin ihtiyacı olan padişah altınını basar.

Hem feryâd eder, yolumu vurdular diye bağırır gönlüm; hem de aptal yankesicilerin yolunu vurur.

Gönlüm, hem şahne gibi hırsızları arar, hem de hırsızlar gibi geceyarısı yol keser.

Gâh Tanrı buyruğu gibi başlara kasd eder gönlüm; gâh başı kesilmiş kuş gibi çırpınır, Allah-Allah der.

***

Gönlün varsa, gönül Kabe'sini tavaf et... anlam Kabe'si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?

Allah, sûret Kâbe'sini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur.

Bir gönül incittin mi, bin kez yaya gitsen de, Kabe'yi tavaf etsen Allah kabul etmez.

Malını-mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda o kapkara gecede ışık versin sana.

Allah kapısına binlerce altın torbası götürsen, Allah: "Bize bir şey getireceksen gönül getir" der.

Çünkü der, altın gümüş kapımızda hiçbir şey değildir. Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.

Senin bir saman çöpü kadar, değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan üstündür, Kürsî'den de, Levh'ten de, Kalem'den de.

Yıkık gönül, Allah'ın baktığı varlıktır; onu yapan can ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönülü yapmak, Allah'a Hac'tan da yeğdir, Umre'den de.

Allah'ın defineleri yıkık gönüldedir... Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür.

Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da, sırlar yolu yüzüne açılsın.

Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.

Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse, kalbinden hikmet kaynakları akar.

Dilinden sel gibi, âb-ı hayat akar; soluğun Mesîh'in soluğu gibi hastalıklara ilâç olur.

İki dünya da, bir gönülceğiz için var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan "Sen olmasaydın" hadîs'ini duy.

Yoksa varlığın,mekânın, güneşin, ayın, yerin, şu gök kubbenin vücûdu nerden olacaktı?

Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül gene de anlatışa sığmaz.

***

Gerçek aşka tutulmamış, o sevgiyi iş edinmemiş canın, yok olması daha iyi; çünkü varlığı, ancak ayıptır onun, ardır ancak.

Aşkla sarhoş ol, ne varsa aşktan ibarettir; aşka koyulmaktan başka dosta lâyık bir iş-güç yoktur.

Aşk nedir derler. De ki: Dileği, isteği, yapıp yapmamak arzusunu, iradeyi-ihtiyân terk etmektir aşk; ihtiyârı terk etmiyen-de hayır yoktur.

Aşık, bir padişahlar padişahıdır ki iki âlem de ona saçılıp dökülür; fakat padişahın saçıya; bağışa iltifatı yoktur ki.

Ebedî olarak kalan yalnız aşktır, aşıktır, bundan başkasına gönül verme, çünkü aşktan başka ne varsa iğretidir, geçicidir.

Ölmüş sevgiliyi ne vakte dek kucaklayıp duracaksın? Canı kucakla, canı, onun ne kıyısı vardır, ne ucu-bucağı.

Baharda doğan güzün ölür gider, fakat aşkın gül bahçesinin, baharın yardımına ihtiyacı yoktur.

Baharda açılan gülün dostudur diken; üzümcük cibresinden yapılan şarap, mahmurluk verir adama.

Bu yolda bakınıp durma, bekleyip kalma; vallahi hiçbir çeşit ölüm bekleyişten beter olamaz.

Kalp değilsen yarına bırakma, bugün, hemen gönüle sarıl küpen yoksa bile bu sözümü duy, kulağına küpe et.

Beden atının üstünde titreyip durma, in, ondan daha yürük bir yaya kesil; Tanrı bedene binmeyene kanat ihsan eder.

Düşünceyi bırak, tamamıyla arıt gönlünü, hani aynada ne resim vardır, ne süs, tıpkı öyle olsun gönlün.

Bütün resimlerden, şekillerden arındı mı artık her resim, her şekil ordadır, ona vurur. O yüzü tertemiz, pırıl pırıl ayna hiçbir yüzden utanmaz artık.

Ayıptan, ardan kurtulmanı istiyorsan sına kendini, bir ona bak; çünkü o tertemiz ayna, doğru söyler, kimseden utanmaz, çekinmez.

Demirden yapılan ayna bile bu arılığa erişebildikten sonra üstünde bir toz bile kalmayan gönül ne hale gelir? Bir düşün artık.

Söyliyelim onun nelere eriştiğini; hayır-hayır söylemiyeyim, susayım da sevgili de benden duyduğunu söylemesin, çünkü sır saklayamaz o.

(Dîv.Keb.: Gölpınarl( C:2/32012 - Furûzanfer C: 1/6455)

28 Aralık 2007 Cuma

Kediler

Evvel Zaman İçinde
Kalbur Zaman İçinde
Çok Uzak Değil
Yakın Bir Ülkede
Sevimli Uslu Küçücük Gözlü
Küçük Kediler Yaşarmış

Yemekleri Ortak
Yatakları Birmiş
Sevinçleri Hepsininmiş
Duman Renkli Açık Kahverengi
Küçük Kediler Yaşarmış

Yakın Ülkenin Yanında
Dönemeci Dönerken
Rüzgarların Sağında
Ormanların Solunda
Sesli Hırslı Kocaman Gözlü
Büyük Kediler Varmış

Sabahları Okumakla
Akşamları Düşünmekle
Gündüzleri Konuşmakla
Geceleri Çalışmakla
Yorgun Gözleri
Şişmiş Elleri
Büyük Kediler Varmış

Siz Kardeşler
Hangi Kedileri Seversiniz
Hangi Kediler Gibi
Yaşamak İstersiniz
Sevimli Uslu Sesli Hırslı
Hangi Kedilerdensiniz

Bülent Ortaçgil

16 Aralık 2007 Pazar

Yorum Bilgisi Notları

Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler adlı kitaptan notlar

Retorik, der Gadamer, "eski gelenekler arasında, bilimin yalnızca ısbatlanarak test edilen şeyi doğru kabul etme iddiasına karşı muhtemel olanı ve sıradan aklı ikna eden şeyi savunan biricik doğruluk iddiası savunucusu gelenek olmuştur."(1976a,s.26) Retorik aynı zamanda, söylenen şeyin anlaşılmasına bir mesafe unsuru koyar ve değerlendirici anlamayı süregelen konuşmanın seyrine tabi tutar. Retorik, saf bilme ve anlamayı içeren tartışmanın olamayacağını söyler. Gadamer'in retoriğe hermeneutiğin paradigması olarak atıfta bulunması, yoruma dayalı anlamanın teorik bilgiden farklı olduğunu göstermek içindir. Sözün gelişi, tarihsel geleneğimizin bilgisi temelde, argümanları etkileşim durumu konteksinde anlama tarzımıza çok benzer. Dolayısıyla retorik ve Rönesans'tan bu yana hümanist gelenek, herhangi bir kişinin hümaniter disiplinleri bilimsel yöntem idealinin sınırlıyacı rolünden kurtarmak amacıyla kullanabileceği iki tarihsel ana akımdır.

Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler adlı kitabından - Hüsamettin Aslan sh.75


sh.25 den
---------

Yorumcunun (öznenin) kendisiyle nesneyi, yazarın özgün yaratıcı aktivitesini yeniden üretecek tarzda kavrayacağı üçlü bir süreç olarak tesbit etmek için Dilthey zihinsel nesnelleştirmeler ve anlamlı form - zihinin nesnelleşmesi olarak anlamlı form- görüşüne döner. ( Betti yorumu )

sh.26 Dipnotta - E.D.Hirsh
----------------------------

Youmcunun asli görevi kendisini yazarın "mantığında" tutumlarında, kültürel verilerinde, kısacası yazarın dünyasında yeniden üretmektir. Doğrulama süreci her ne kadar büyük ölçüde zor ve karmaşık ise de, nihai doğrulayıcı ilke çok basittir- konuşan öznenin muhayyilede yeniden inşası.
Yorumu, geçerli olması için yorumlanan nesnenin kesin anlamı yeniden üretilmelidir ve Hirsh e göre bu kesinlik şartını karşılayacak biricik anlam yazarın kastettiği anlamdır.

sh.85

Birinden hermeneutik tecrübeye sahip biri olarak sözederken Gadamer gerçekten de 'öğrenmeyi öğrenmiş olan.' kendikendini incelemeye ve tarihsel durumun incelenmesine adamış kişiyi düşünür. İncelenecek hakikatlerin pratik bir yanı vardır. Onların, hayatımızın sevk ve idaresiyle ilgilidir. Gadamerin dikkatle sürdürülen diyolog örneğini, hermeneutik tecrübenin ne olduğunu en iyi açıklayan şey olarak tercih etmesinin nedeni budur.

Konuşmada/diyalogda anlamaya varmak, her iki partnerin de buna hazır olmalarını onlara yabancı ve karşıt olan şeyin tam değerinin farkına varmaya çalışmalrını gerektirtir. Eğer bu, parternelerden herbiri aynı zamanda kendi argümanlarını savunuyor, karşı-argümanları hesaba katıyorken gerçekleşiyor ise, birbirlerinin konumunun keyfi değil, kendidiliğnden karşılıklı tercümeleri dahilinde bir ortak dile ve bir ortak ifadeye/önermeye ulaşmaları mümkündür./(1975,s.348)

Hem tarihsel metinlerin yorumu durumunda hem de Gadamer'in hemen yukarıda tasvir ettiği üzere incelikli bir diyalogun gerçekleştirilmesi durumunda, hakikat iddiaları, incelemeye ilgi pratik bir ilgi ise de, diskursif tarzda gözden geçirilir. Keza her iki durumda da, argümanların uygunluk, yeterlik ve ikna edicilik
kriterleri, konuşmanın/diyologun işleyişi sırasında. "Ufukların kaynaşması sözkonusdur" (1975, s.273)

----

eklektik =“kurulmus olan dizgelerden degisik duşunceleri secip alan ve kendi ogretisinde birlestirerek yeni bir ogreti olusturan.” anlaminda kullanilmaktadir.

sozun bu anlami icin turk dil kurumunca "secmeci" karsiligi onerilmistir

dikotomi : mantıklı bir sınıfın belli bir nitelik tasıyan ve tasımayan 2 alt sınıfa ayrılmasıdır. bu değişkenler ancak birbirine zıt iki değer alabilir.
kavramların kapsamlarını ikiye bölerek yapılan incelemedir. bu incelemede bazı unsurlar dışarda bırakılarak önemli kabul edilen olay ya da olgu incelenir

praksis: yaşamı, (var)oluşu değiştirme/dönüştürme edimlerinin tümüne verilen ad. özellikle hegel felsefesinde çok önemli bir yeri vardır.

dilemma : açıklamasında ikilem diye özetlense de kullanış olarak dilemma, ikilem, çelişki ve paradoks farklı kelimelerdir.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Yorumbilgisi

Gadamer’in Hermeneutiği: Hakikat ve Yöntem ’de Gadamer, amacının insan bilimlerinin ne olduğunu keşfetmek olduğunu belirtir. Takdim edilen iki tema , Hakikat ve Yöntem projesi için canalıcı öneme haizdir. İlki; amacının insan bilimlerinin gerçekte ne olduklarını araştırmak olduğu ifadesinde bulunur. Bu arayış Gadamer’i insan bilimlerinin evriminin, “modern bilimin ruhunun” onların gelişimleri üzerindeki etkisinin ve hümanistik mirasın bazı temel unsurları korumaları olgusunun analizine götürür. Kitabın ilk yarısında, Vico, Dilthey ve hümanist geleneğin diğer temsilcileri tarafından tanımlanan temel hümanistik kavramlara değinilir. Ayrıca sanat deneyiminin hakikat bağlamında analizi yer alır. İkinci tema; yapıtın merkezi ilgisini oluşturur.” Anlama” nasıl olanaklıdır. Kitabında insan bilimlerinin keşfi yerine getirilmesi ilk görev olmakla birlikte , o çok daha zor olan “anlama” nın bizatihi kendisinin nasıl mümkün olduğuna yoğunlaşır. Buradan , anlamanın hangi türünün insan bilimlerine uygun olduğu sorusuyla ve dolayısıyla evrensel anlamanın kendisinin ne olduğu sorusuyla ilgilenmeye sürüklenir. Onun bu soruya cevabı, bütün anlamanın hermeneutik olduğu ve bu yüzden , anlamanın doğasıyla ilgili bir analizin “evrensel heremeneutik” in analiziyle örtüştüğüdür.

Gadamer heremeneutik’i; “sonluluğunu/sınırlılığın ı ve tarihselliğini oluşturan ve bu yüzden dünyayla tecrübesinin tamamını içeren Orada –varlık’ın hareket halindeki temel varlığı” olarak tanımlar. Bu yüzden hermeneutik inceleme Varlık incelemesi ve nihai noktada dil incelemesidir; çünkü anlaşılabilen varlık dildir. Ona göre insan bilimlerinde anlamanın dil ortamında incelenmesi gerekmektedir. Anlamanın dilselliği Gadamer’in yaklaşımının anahtarıdır. Hakikat ve Yöntem’de insan bilimlerinin doğasını keşfetmek amacıyla yola koyulan Gadamer şu kapsayıcı sorunlar dizisinin tartışmasına girişir; estetik deneyimin doğası, oyunun rolü, insan bilimlerinin ve ontolojinin tarihi. Dil Gadamer’in tartıştığı bütün konuları gölgede bırakır. Onda dil sorunu ontoloji sorununun yerini alır. Sanat, oyun ve insan bilimlerinin doğası. Eserin ilk iki bölümünün konusu sanat deneyiminin incelenmesidir. Gadamer’in amacı insan bilimleriyle ilgili bir kavrayışın 19.yy. ın yönteme dar ilgisinde ve doğa bilimleriyle ilişkisinde değil , “kesintiye uğramamış bulunan retorik ve hümanist kültürde” yattığını göstermektedir.Ancak bu gelenek kesintiye uğradığından söz konusu geleneği yeniden ele geçirmek gerekir. Gadamer’in sanat tecrübesinin analizinde öncelikli amacı, bu tecrübede bulunan anlama tarzının , insan bilimlerindeki anlama tarzına doğa bilimlerinkinden daha yakın olduğunu göstermektir. Sanat deneyiminin iki karakteristik anlama tarzı; Estetik deneyimde anlama daima, anlaşılan başka bir ilişkide gerçekleşen kendini –anlamadır. Ve estetik deneyim daima, onu yaşayanları kendi hayat kontekslerinin(bağlamının) dışına çıkararak varoluşlarının bütünüyle yeniden ilişkiye sokar. Gadamer, bu iki özelliği belirledikten sonra , estetik deneyimin bir oyun türü olduğunu iddia ederek , dar anlamıyla estetikten oyun analizine döner. Oyun analizi, araştırmakta olduğu “anlama” kipinin üç ilave özelliğini gözler önüne serer: *Oyun daima öznesizdir. Yani oyunun onu oynayanların bilincinden bağımsız kendine ait bir özü vardır. *Oyun daima kendi – kendini temsili içerir *Oyun daima, şimdiki olana katılmayı gerektiren bir katılımcı seyirciyi içine alır. Gadamer, sanat oyununun özünün temsil ya da yeniden üretim olduğunu ve bunun aynı zamanda herhangi bir türden okumanın da özü olduğunu öne sürdüğünde apaçık hale gelir.

Hakikat ve Yöntem’in bir sonraki bölümünde Gadamer, şimdiki teziyle yakından ilgili bir dizi eleştiri hamlesinde bulunur. O, 19.yy. a ait bir çok eserle , çalışmaları insan bilimlerinin kendi kendilerini anlamalarının şekillenmesini etkilemiş bulunan 20.yy. düşünürlerini ele alır. Bu eleştiriler önemlidir ; çünkü bunların her birinde Gadamer, olgucu nesnelciliğin kaba aşırılığından kaçınan düşünürlerden övgüyle söz ettiği halde , bu düşünürlerin her birinin yine de kendi teorisine olguculuğu taklit eden bir objektivizm soktğunu ortaya koyar. Bu düşünürlerden her birini yeri geldiğinde eleştirerek Gadamer, insan bilimlerinin , objektivizmi bütünüyle silip süpürerek ortadan kaldıran ve mutlak/kesin temellere herhangi bir başvuruyu reddeden ana hatlarını sunar. Dilthey ve Husserl bağlamındaki yaklaşımı şudur. Dilthey her ne kadar bilmenin tarihsel ve bilimsel kipleri arasında bir farklılık olduğunu kabul ediyorsa da , buna rağmen, doğa bilimleriyle sosyal bilimler için aynı objektivite/nesnellik iddiasında bulunur. Diltehey’ın düşüncesindeki bu objektivizm, Husserl’in fenomenolojisiyle aşılır . Husserl’in yaşantı/hayat –dünyası kavramı , yaşantı-dünyasını bütün bir bilmenin kaçınılmaz temeli olarak konumlandırdığı için her tür objektivizmin antitezidir. Fakat Husserl’in yaklaşımı da kusurludur. Husserl, önemli bir insan bilimlerini yaşantı- dünyası analizi içinde temellendirme ve yaşantı- dünyasının nesnel bilimden önce geldiğini gösterme hamlesi yaptığı halde, hem Husserl hem Dilthey , spekülatif idealizm ile deneysel konum arasındaki gediği kapatmayı başaramazlar; çünkü tecrübe kavramı her ikisi için de öncelikle epistemolojiktir.

Gadamer için Heidegger şunları öne sürek onları aşar: Anlama Dilthey’daki gibi , ruhun eski çağlarında benimsenen tekedilmiş bir insani tecrübe ideali değildir; üstelik, Husserl’deki gibi , üzerinde kafa yorulmayan hayatın bönlüğü karşısında felsefenin son yöntemsel ideali de değildir; tam tersine o , bu-dünya-içinde- varlık olan Orada – varlık’ın gerçekleşmesinin orijinal formudur. Hermeneutik tecrübenin doğası. Gadamer Heidegger’in öğrencisi olarak onun yaklaşımından yararlanmıştır. Heidegger’in yaklaşımındaki üç ana unsur üzerine odaklanır.
1.Heidegger’in varlığın ufkunun zaman olduğu düşüncesini kullanarak, Husserl’in tranzendantal fenomonelojisinin temel probleminden kaçınır. Husserl’in özne ve nesne tartışması özneyi, bir seyirci , dünyada hiçbir yeri bulunmayan biri olarak dünyanın dışına çıkarır. Heidegger bunu , anlamayı diğer kişiyle iletişim probleminden kurtararak değiştirir. Onun temel ontolojisi sağlam olarak dünyanın kendisi içinde durur. O, insanların varolma tarzlarına ve nesnelerle dünyada karşı karşıya gelinme tarzlarına titiz bir dikkat harcar. Bu öngörü , Gadamer’in “dünyaya atılmışlığın hermeneutiği” diye adlandırdığı şeyin temeli haline gelir. O , Husserl’e karşı , insanın kendi varlığıyla hiçbir tercih edilmiş ilişikinin , bu varlığın dünyaya atılmışlığının ötesine geçemeyeceğini öne sürer. Gadamer daha sonra, Heidegger’in yaklaşımının bu unsurunu , anlamın tarihselliği etiketi altına kendi kuramıyla birleştirir.

2. Heidegger’in çalışmalarının Gadamer’in yararlandığı ikinci unsuru, anlamanın zaten mevcut- yapısı/ön-yapısı kavramıdır. Bu unsur, Gadamer’in hermeneutik’e yaklaşımının köşetaşı durumundaki “önyargı” (prejudice) kavramıdır. Gadamer, bütün bir anlamada önceden varolduğu kabul edilen önyargının keyfi olmadığı iddiasını geliştirmek için Heidegger’in “zaten mevcut-yapı/ön-yapı” anlayışına dayanır. O bunu şöyle dile getirir: Fakat anlama tam gizli gücüne yalnızca, kullandığı ön-anlamlar/zaten mevcut anlamlar keyfi olmadıklarında ulaşır. Bu yüzden, yorumcunun, yalnızca anında emrine amade ön-anlama dayanmak suretiyle metne dolaysızca yaklaşamayacağı, aksine, açıkça içinde ön-anlamların meşruiyetini, yani kaynağını ve geçerliliğini gözden geçireceği tabii ki doğrudur.

3.Heidegger’in yaklaşımının Gadamer’in ilgisini çeken üçüncü unsuru, hermeneutik daire anlayışıdır. Diğer hermeneutik filozoflarının aksine, Gadamer’in hermeneutik daire konusu üzerine yazmaması anlamlıdır. Bunun nedeni, Heidegger’in kavrama getirdiği tanımda bulunabilir. Heidegger, hermeneutik dairenin, metedolojik bir problemi tanımlamadığı için bir dezavantaj/sınırlama olmadığını, başka bir söyleyişle, “fasit” daire/”kısır” döngü olmadığını açıkça ortaya koyar. Yalnızca özne ve nesne karşıtlığına göre dile getirildiğinde, hermeneutik daire “fasit” daire olarak sahneye çıkabilir. Bununla birlikte, Heidegger hermeneutik daireyi, ‘anlamadaki ontolojik yapı unsuru’ olarak tanımlar. Heidegger için olduğu kadar Gadamer için de hermeneutik daire bir “formel/mantıksal daire” değildir, hermeneutik daire anlamayı, geleneğin deviniminin iç oyunu (interpiay) olarak tasvir eder (Gadamer,1975: 261).

Gadamer Heidegger’i izleyerek hermeneutik daireyi ‘çözülmesi’ gereken metodolojik bir problem olarak değil, anlamanın ontolojisinin zaruri ve olumlu bir unsuru olarak tanımladığı için, çalışmalarında bu konuyla ilgili hiçbir kapsayıcı tartışma yoktur. Bunun yerine, ‘geleneğin deviniminin iç oyununu’ ve ondan doğan sonuçları tanımlama girişimi vardır.
http://felsefe-arsivi.blogspot.com/2007/12/hans-georg-gadamer.html

9 Aralık 2007 Pazar

Müslüman ve Para

Mehmet Şevket Eygi

09.12.2007


SAKIN bir kimsenin “sadece” namazına ve orucuna bakarak onun hakkında kıymet hükmü vermeyin. Onun iyi, sağlam, güçlü, güvenilir bir Müslüman olup olmadığını anlamak istiyorsanız, mutlaka ve mutlaka para ve menfaat ile alakalı muamelelerine ve “mâlî” ahlâkına bakınız. Müslüman elbette namaz kılar ve oruç tutar, lakin bunlar onun gerçek ve üstün Müslüman olup olmadığını anlamaya ve bilmeye yetmez. İlle de para, ille de dolar ve euro, ille de menfaat imtihanına ve araştırmasına tâbi tutacaksınız.

Borç aldı, (ödeyecek imkanı olduğu halde) ödemiyor. O kötü bir Müslümandır.

Para ve menfaat onun için din iman haline gelmiştir. Sakın o fâsık ve fâcirin namazı ve orucu seni aldatmasın. Sonra çok zarar ve ziyana uğrarsın.

İyi, ahlâklı, faziletli Müslüman senet verirse günü geldiğinde öder. Çek imzalarsa, o çek karşılıksız çıkmaz. Bırakın senedi sepeti, Müslümanın sözü yazılı senetlerden ve evraktan daha üstündür. O, söz verdi mi, sözünü yerine getirir.

Müslüman kesinlikle haram yemez. Bütün haram kazançlar domuz eti, lâşe gibidir. Hiç Müslüman bunları yer mi?

Dinimiz “Zaruretler mahzurlu/haram şeyleri mübah kılar” kaidesini koymuştur. Açlıktan ölmek durumuna gelmiş bir kimse, yiyecek başka bir şey yoksa, ölmeyecek kadar domuz eti yiyebilir, susuzluktan telef olmayacak miktarda şarap içebilir... Zaruret halinde bile “ölmeyecek kadar” şartı ve sınırı vardır. Peki, hiçbir ihtiyaçları olmadığı halde haram yiyenlere ne demeli...

Bir kimse ile dost mu olmak istiyorsunuz. Ona borç verin. Vadesinde parayı geri getirirse onunla dost olabilirsiniz. Getirmezse, kaçın bucak bucak ondan.

Bir adamın ne mal olduğunu anlamak mı istiyorsunuz? Onunla küçük bir ticaret, özel bir ortaklık yapın. Kısa zamanda içyüzü anlaşılır.

Birine bir emanet verin, bir müddet sonra iadesini isteyin. Bakalım ne olacak? İade ederse ne âlâ, etmezse o bir münafık ve fasıktır.

Müslüman elbette ticaret, sanayi, ziraat, hayvancılık, esnaflık, zanaatkârlık, hizmet yapar. Ama nasıl yapar? Müslümanca yapar.

Devletin ve belediyelerin bütçelerini hortumlayanlar iyi Müslüman değildir.

Haram yiyenler iyi Müslüman değildir.

Saçı bitmedik yetimlerin, fakir halkın hakkını yiyenler âsi, fâsık, fâcir, günahkâr, şaqi, şerir ve rezil kimselerdir.

Dünyayı çok sevenlerde hayır ve yümn (Başucunuzda mufassal bir Türkçe lügat bulunsun...) yoktur. Ed-dünya cifetün ve tâlibüha kilabun... Dünya bir laşedir, taliplileri köpektir.

Müslüman niçin zengin olur? Daha fazla hayır hasenat, daha fazla mâlî ibadet, daha fazla sevap kazanmak için... Nemrud ve Firavun gibi dünya saltanatı sürmek için değil.

Namuslu, şerefli, ahlâklı, faziletli, karakterli Müslüman ihalelere fesat karıştırmaz.

Rüşvet almaz.

Komisyon almaz.

Şaibeli, kara, kirli, necis servetler edinmez.

Benim yaşım ilerledi, çok şeyler gördüm. 1950’lerin başları... Dinî bayramlardan biri yaklaşıyor. Sultanhamamında kumaş ticareti yapan Hacı Beylerden biri, soruyor: “İmam-Hatip mektebinde kaç öğrenci var?..” Binden fazla diyorlar. Hacı Bey: “Hiç gecikmeden orada okuyan her çocuğa en iyi kumaştan ısmarlama birer kat elbise diktirelim...” diyor ve bu sözünü yerine getiriyor.

Müslüman zengin böyle olmalı.

Dünyanın 100 büyük Firması listesinde yer alan İKEA’nın sahibi, dolar milyarderi İsveçli zengin 13 yaşındaki eski bir Volvo ile geziyormuş. Bu adam gerçekten zenginmiş. Serveti onu kudurtmamış, çıldırtmamış, azdırmamış.

Zengin Müslüman bir emanetçi olduğunu bilir ve serveti ile fahr etmez, gururlanıp kibirlenmez.

Müslüman zenginlerin işleri dünyada da zor, ahirette de zor. Ahirette hesap kitap var. Dünyada ise, başlarına tebelleş olup onlardan para sızdırmaya çalışan şahıslar, cemaatler...

Zenginlerin servetlerinin zekatında fakirlerin, miskinlerin, muhtaçların hakları var. Bu zekatlar doğru dürüst, yerli yerinde dağıtılsa ülkemizde bir tek sefil vatandaş kalmaz. Ne yazık ki, birtakım cemaatler zekatlara bile göz dikmişlerdir. Neymiş efendim, hazret-i Hazret böyle istiyormuş. Yahu bu Hazret mutlak müctehid midir, din imamı mıdır? Hangi hakla ve selahiyetle zekatlara göz dikiyor?

Bendeniz bir zengine gitsem (gitmem ya) çok hayırlı bir iş veya mutlaka yardım edilmesi gereken bir öğrenci için birkaç bin lira istesem; bu küçük meblağın bir kuruşunun bile zimmetime geçmeyeceğine dair garanti versem, bu isteğim gerçekleşmez. Son yedi- sekiz sene içinde Kosovalı bir genç İmam-Hatip mektebinde, sonra İlahiyat Fakültesinde okudu. Kosova’daki ailesi fakir, burada bir kuruşluk geliri yok. İnanıyor musunuz bu muhtaç gence bir tek burs bulamadım. Sağdan soldan zekat ve yardım toplayıp zaman zaman eline bir miktar para verebildim.

Türkiye’de İslâmî kesimde para kazanmanın yolları yok değil. Mesela bendeniz şöyle bir kitap yazıp yayınlasam: “Efendim ben şimdiye kadar Hazretlerin Hazreti Filan kişi hakkında birtakım tenkitler yapıyordum. Meğerse onu tenkit etmekle çok büyük ve affedilmez bir hata ve günah işliyormuşum. Şimdi bunun farkına vardım, Tevbe ediyorum. Hazretlerin Hazreti çok büyüktür. O hiç yanlış yapmaz. Herkes onu desteklemekle, ona para vermekle mükelleftir. O ne söylerse doğrudur, ne yaparsa isabetlidir. O masumdur...”

Kitap kısa zamanda birkaç yüz bin nüsha satar, imza günleri tertiplenir. Taraftarlar kuyruğa girerler. Eskiden, tenkit ve uyanlarım yüzünden bana düşman olanlar ellerimi öperler.

Ölürüm de böyle yapmam. Dünyalık elde etmek için kalemimi ve vicdanımı kiralayıp satmam.

Benim çocukluğumda ve gençliğimde bugün olduğu gibi anormal ve akıl almaz bir zenginlik yoktu. Ahir zaman alameti kısa bir müddet içinde dehşetli bir zenginlik oldu.

Müslümanlar bu zenginlik imtihanını kazanabildiler mi?

Şeytanın tuzaklarına düştüler.

Saray yavrusu müzeyyen meskenler.

Lüks mü lüks yazlıklar.

Lüks ve gösterişli dabbeler/binitler.

Lüks giyim kuşam, lüks yeme içme, lüks dekorasyon... Herifler börek ve tatlı alırken bile lüksünü alıyor.

Servetli kişilerin cep telefonları ne kadar lüks...

Kanaatli, iktisatlı, zahidane bir hayat onları utandırıyor.

Serveti olup da yirmi bin liralık bir otoya binen gördünüz mü? Peki, İsveç’in dolar milyarderi mobilya kralı (İstanbul’da da satış yeri var) niçin 13 yıllık eski bir Volvo ile geziyor?

Hindistan’ın Sih dinine mensup sarıklı, sakallı bir başbakanı var. İktidara geçer geçmez, lüks ve zırhlı makam otomobillerini bir kenara koydu ve kendi ülkesinde üretilmiş eksi Moris otomobilleriyle gezmeye başladı. O mu akıllı ve faziletli, bizim lüks ve gösteriş hastaları mı?

Evet, Müslümanlık sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir. Namaz ve orucun yanında yüksek ahlâk, yüksek karakter, fazilet ve hikmet de olacaktır.

Sonradan görmeler, ne oldum delileri, türediler İslâm’ı temsil edemez.

Haram yakar.

Kibir ve gurur yakar.

Büyüklük Allah’a mahsustur. Kendilerini dev aynasında görenler büyük değil, küçüktür.

İşimize gelen bir İslâm türetme deliliğini ve beyinsizliğini bırakalım da gerçek İslâm neyse onu öğrenelim, onu yaşayalım, onun hükümlerine uyalım.

Ashabın büyüklerinden, Peygamberimize hizmet etmiş Enes radiyallahu anh âhir ömründe Şam’da yaşarken söyle dermiş: İslâm’dan bir namaz kaldı. O da ism ve resm olarak...

16 Kasım 2007 Cuma

MÜSLÜMAN MI YOKSA TEBAA MI YETİŞTİRİYORUZ - Aliya İzzetbegoviç

MÜSLÜMAN MI YOKSA TEBAA MI YETİŞTİRİYORUZ

Bu makaleyi, ebeveynlerimiz ve dinî Öğretmenlerimizle küçük bir sohbet olarak tasavvur ediyorum.

Kısa bir süre evvel, İyi ve heyecanlı bir Müslüman olan yakın dostumu, Müslüman gençliğin eğitimi hususunda bir makale yazarken buldum. Bitmemiş, fakat ana fikirleri ortaya konmuş olan makaleyi okudum. Dinin ruhuna uygun bir eğitimde ısrar ederken dostum, ebeveynleri, çocukları nezdinde nezaket, iyi davranma, tevazu, kendisini ön plana çıkarmama, merhamet, bağışlama, kadere boyun eğme, sabır vs. hasletlerini kazandırmaya çalışmalarını davet ediyor. O, çocukların sokaktan, kovboy ve kriminal filmlerinden, faydasız basından, saldırganlığı ve yanş-macılık ruhunu tahrik eden sporlardan vs. uzak tutulmaları hususunda eğiticileri Özellikle ikaz ediyordu. Yine de dostumun makalesinde en sık rastlanan kelime "itaat" idi. Evde çocuk ana ve babaya, mektepte hocaya, okulda öğretmene, sokakta düzen koruyucusuna (polise), yarın ise işte müdüre, şef ve sorumluya karşı itaatkâr olmalıydı.
"İdealini" tasvir etmek maksadıyla yazar, her türlü kötülükten sakınan, sokakta dövüşmeyen, kovboy filmleri seyretmeyen (onun yerine müzik okuluna giden), futbol oynamayan (çünkü bu spor çok fazla serttir), uzun saçı olmayan, kızlarla gezmeyen ("zamanı gelince ana ve babası onu evlendirir") bir çocuğu tasvir etmektedir. O asla bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde teşekkür eder ve özür diler. Yazar söylemiyor ancak devam edebiliriz: Hakkını yiyorlar o susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor. Tek kelimeyle o "karınca bite ez-meyenler" dendir vs.

Bu makaleyi okurken, cehenneme giden yolun iyi niyetlerle döşendiğini ifade eden o sözü anladım. Ve sadece bu değil, bizim son asırlardaki gerilememizin en az bir sebebini tespit ettiğimi düşünüyorum: İnsanların hatalı eğitimi.

Aslında, asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslamî fikrinin an-laşılamamasının neticesi olarak biz, gençliğimizi yanlış eğitiyoruz. Düşmanımız eğitimli, sert ve pervasız, Müslüman ülkeleri teker teker işgal ederken biz gençliğimize nazik olmasını, "sineğe bile kötülük düşünmemesini", kaderine boyun eğmesini, "her türlü iktidar Allah'tan olduğuna göre "her türlü iktidara İtaat içinde olmasını öğretiyoruz.

Gerçek kökenini bilmediğim, fakat kesin olarak İslam'dan kaynaklanmayan itaatin bu mutsuz felsefesi mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: Bir taraftan o, canlı olanları ölü haline getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam'ın etrafına toplamaktadır. O, normal insan mahlûklarından, suç ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır.

Günümüz uyanış asrında, bizzat İslam düşüncesinin savunucuları veya kendini öyle tanımlayan kimselerin her türlü karşılaşmayı (kavgayı) rutin olarak kaybetmeleri ancak bu şekilde açıklanabilir. Yasaklar ve ikilem felsefeleriyle ağa yakalanmış olan yüksek ahlak sahibi bu insanlar, ne İstediklerini bilen ve hedeflerine ulaşmak için her aracı mubah gören, daha az ahlaklı, az medenî fakat kararlı ve acımasız karşıtlarıyla karşılaştıklarında kendilerini ikinci derecede (alt, aşağı seviyede) görmektedirler.

Müslüman halkları idare eden kimselerin İslam içinde terbiye görmüş ve İslam düşüncesinden esinlenmiş kişilerden olmalarından daha tabii ne olabilir? Ancak onlar bunu basit bir sebepten dolayı başaramamaktadırlar: İdare etmek için değil idare edilmek için eğitilmişlerdir.

Müslüman ortamında bizzat Müslümanların topraklarına hâ-
kim olan yabancılara, yabancı fikirlere ve siyasî vo ekonomik zulüme karşı direnç göstermelerinden daha mantıklı bir şey ne olabilir? Ancak onlar bunu yine o bilinen sebepten dolayı yapamamaktadırlar: Seslerini yükseltmek için değil, itaat etmek için eğitilmişlerdir.

Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu!
Fitne, esaret ve adaletsizlik dolusu olan bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir?

Söz konusu psikolojinin birçok bakış açısı vardır. Onlardan biri her zaman tekrarlanan geçmiş hakkındaki hikâyedir. Gencimize İslam'ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır. O, Alhambra ve geçmişteki fetihleri, Binbir Gece'nin şehrini, Semerkand ve Kurtuba'daki zengin kütüphaneleri bilir. Onun ruhunu devamlı olarak geçmişe doğru çevirmektedirler ve o, ondan yaşamaya başlar. Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, eski atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha Önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba. Eğer, geçmişte yaşanamayacağmı ve kendimizin bir şeyler yapmamız gerekeceğini öğrenmemiz şart olacaksa, o muhteşem abideleri yakmak daha iyi olur.
Bu yıkıcı teslimiyetçilik ve karşı gelmeme pedagojisinin, en az elli yerinde mücadele ve direniş prensiplerinin zikredildiği Kur'an adına öğütlenmesi ayrı bir paradokstur. Rahatlıkla söylenebilir ki Kur'an teslimiyetçiliği yasaklamıştır. Çok sayıda sahte büyüklük ve otorite yerine Kur'an, sadece tek ve biricik teslimiyeti tesis etmiştir: Allah'a olan teslimiyet. Ancak Allah'a olan bu teslimiyette Kur'an insan için özgürlük İnşa ederek, onu bütün korkulardan ve diğer bütün teslimiyetlerden kurtarmıştır.

Şimdi, ana babalara ve eğitimcilerimize ne tavsiyelerde bulunabiliriz?

Her şeyden evvel, gençlerde bulunan güçleri öldürmemelerini tavsiye edebiliriz. Öyle yapacaklarına, onları yönlendirsin ve belli bir şekle soksunlar. Onların uyuşuğu Müslüman değildir ve ölü birini İslam'a "çevirmenin" imkânı yoktur, Müslümanları eğitmek için insanları eğitsinler, hem de en mükemmel ve kapsayıcı şekilde. Onlara tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet hakkında konuşsunlar. Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil yetiştirsinler.

Çünkü aklımızda hep tutalım: İslam'ın ilerlemesini -her türlü ilerlemeyi olduğu gibi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itiraz (isyankâr) ruhlu kimseler gerçekleştirecektir.
(Kasım, 1971)

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI

15 Kasım 2007 12:45
MESNEVÎ’DEN HAREKETLE

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI



Son dönemlerde Mesnevî, Gülistan ve Baharistan gibi önceki asırlarda Müslüman toplumun amaç ve yönelişini, hayata bakışını yansıtan klâsik edebî eserlerle günümüz insanının arasına birçok engel girmiştir. Bu engellerin ne kadarının iç bünyemizden ve ne kadarının dış dünyadan kaynaklandığını tespit etmek güçtür. Düşünce dünyamızı saran yeni arayışlar sonucunda masumca başlayan özü yakalama amacı sonuçta her şeyin irdelenmesi, hatta olumsuzlanması noktasına kadar varmıştır. Eldeki klâsik kitaplara değer verilmemesi ve bazı dinî eserlerin yarar sağlamayacak şekilde eleştirilmesi, arkada kalan birikimin üzerine artık herhangi bir ilave yapılamayacak şekilde dışlanması, ilk cümlede adları anılan günlük hayata dönük eserlerin iyice gözden uzaklaşmasına yol açmıştır. Kimi zaman ideolojik din anlayışı adına, kimi zaman ulusçuluk adına ve kimi zaman da modernlik adına düşünen ve hareket eden birçok okumuş kişi, geleneği ve onu yansıtan klâsikleri dışlamıştır.

Ortak geçmiş her üç koldan ideolojik dindarlık, ulusçuluk ve modernlik adına yerilirken, gerekçeler farklı ama sonuç aynı olmuştur. Basit bir deyişle birine göre Selçuklu ve Osmanlı sahih İslâm’ı yaşamamış, saltanatı ve keyfiliği öne çıkarmıştır. Diğerine göre Selçuklu ve Osmanlı, Türk unsuru dışlamış, başka ulusların kültürel etkisinde kalmış ve yabancı unsurları devlet yönetiminde etkin hâle getirmiştir. Modernistler ise geleneği ve birikimi, yetersiz hatta utanılacak bir mazinin ürünü görmüştür. Her üç kesimin, iyimser bir deyişle bazı mensupları farklı yollardan, İslam sonrasına ait Anadolu medeniyetini küçümseme konusunda ortak özelliğe bürünmüştür. Bu üç yolun öncüsü sayılabilecek şahıslara ve eleştiri noktalarına değinmek mümkündür ve ancak zannımca, hiç olmazsa şimdilik yersizdir.

Müslüman toplumda maddeci-batıcı bir anlayışla başkalaşmayı amaçlayan çevreler, geçmişle bağlantıyı koparma arzusuyla fikir ürettikleri için burada söz konusu edilmeyecektir. Dolayısıyla ideolojik dindarlık ile yeni ulusçuluk anlayışları konumuz için daha önemlidir. Çünkü bu akımlar bir yandan topluma ve geçmişe masum kanallardan bağlı iken, diğer yandan modernist özellikler taşımakta ve gerçekte geçmişle geleceğin makul ve ürün verici şekilde bütünleşmesine engel teşkil etmektedirler.

İdeolojik dindarlık “Sahih İslâm” arzusuyla veya iddiasıyla Peygamber Efendimiz ve Raşit halifeler dönemi dışında yararlanılacak bir geçmiş yoktur noktasına varmış, daha cesur olanlar sünnet ve hadis üzerinde verimsiz, sonuçsuz tartışmalara girişmiş ve bazıları Peygamber Efendimizi aracı-aktarıcı beşer noktasına yerleştirmiştir. Yine de unutulmamalıdır ki bu düşünce sahipleri arasında olumlu sayabileceğimiz duraktan olumsuz durağa kadar birçok noktada bulunanlar olmuştur.

Konuyu özelleştirmekte yarar vardır. Meselâ Anadolu’daki ilk İslâmlaşma dönemiyle ilgili bugünü dahi huzursuz edecek abartılı tespit ve görüşler ortaya atılmaktadır. 11. asrın sonlarına doğru yaygın şekilde Müslümanlaşmaya başlayan Anadolu’da oluşan kültür ve yönelişler, bazılarınca bugünün ideolojik bakışıyla değerlendirilmektedir. Farklılık ve karşıtlık üretme çabası gibi gözüken bu bilgece çözümlemelere göre Anadolu’da farklı iki kültür çevresi vardır. Biri Türk kültür çevresi Amasya, diğeri İran kültür çevresi Malatya ve de Konya yahut “Konya ekolü” ve “Kayseri-Kırşehir ekolü”. Daha ağır ifadelerle Moğolcu “Konya ekolü” ve işgal karşıtı “Kayseri-Kırşehir ekolü”.

Türkistan, Horasan ve İran bölgesinden batıya doğru ilerleyen büyük nüfusun hem kendi gelişimini, hem yeni toprağı vatan edinmeyi, hem de yerli nüfusun İslamlaşmasını sağlayan bir gücü ve kaynağı beraberinde taşıdığı açıktır. Böyle olduğunun delili ise sahip olduğumuz Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri ile yeni medeniyetimizdir.

Anadolu’da İran kültür ve kimliğini temsil eden bir çevre veya ekol bulunduğunu söylemek, bilgin ve şairlerimizden bazılarını bu özellikte görmek doğru değildir. Bu iddia ilk önce batılı bazı şarkiyatçılar tarafından ileri sürülmüştür. Türkiye’de de bu görüşler bazı bilim adamlarınca savunulmuştur.[1] Meselâ bir televizyon programında eğitmen olduğunu söyleyen milliyetçi çevreden aydın birinin, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini başta sona okuduğunu ve maalesef İran kimliğinin bu esere hâkim olduğunu gördüğünü dile getirmesi bu iddiaların bir yansımasıdır. Gerçekte Mevlânâ’nın doğduğu Belh şehrinin nüfus yapısı ve siyasî tarihi ile atalarıyla ilgili kaynaklarda bulunan bilgiler ve Mesnevî’sindeki ifadeleri hiç de bu özellikte değildir.

Gerek Gazneli Mahmud’un önderliğindeki Gaznelilerin ve gerekse Büyük Selçukluların Farslaştığı ve Fars kültürünün etkisi altında kaldığı iddiaları günümüzdeki bilgi ve tespitler ışığında anlamsız ve geçersizdir. Bu konuda artık İranlı bilim adamlarından bazıları da farklı görüştedir. Yüz yılı aşkındır, Doğudaki klâsik edebî zevk ve şiir geleneğinin İran kültür ve medeniyetinin tesiri altında geliştiği iddia edilirken bugün bazı İranlı araştırmacılar dahi özellikle Gazneli ve Selçuklu dönemi şairlerinin şiir dünyalarıyla ilgilendikten sonra bu şairlerin büyük çoğunluğunu şiddetle eleştirmektedir. Farsça yazmış bu şairlerin Türkleri, Türk devlet adamlarını övdüklerini ve İran destan kahramanlarını küçümsediklerini, Sünnî sultanlara dalkavukluk yaptıklarını delillendirmektedirler.[2] Mevlânâ da bir dereceye kadar bu eleştirilere maruz kalmıştır. Mesela onun Gazneli Mahmud’u övgüyle anması ve yakın adamı Ayaz’ın üstün özelliklerinden söz etmesi tenkit sebebidir.

Mevlânâ ile Anadolu insanının arasına engel koyan düşünce ve iddia sahipleri bulunduğu için bu noktalara değinme mecburiyeti duymaktayız. Gerçekte ulusların ve insanların arasına girebilecek her engel üzerinde titizlikle duran ve insan oğlunu huzura ve barışa davet eden Mevlânâ’nın bu tartışmalarda anılması üzüntü vericidir. Ancak bugün maalesef ülkemizde kimi gönülleri buruklaştıran bazı iddialar sebebiyle ve Mesnevî gibi bir kaynaktan vazgeçmeyeceğimiz için bu satırlara ihtiyaç duyulmaktadır.

Fîhi Mâ Fîh’te Mevlânâ, günlük hayatımızda her an bizlere bir şekilde dünya değerlerine bağlılıktan uzaklaşmamıza yardımcı olacak uyarılar gelmektedir derken, bugün için önemli bir nükteye işaret etmektedir:

Bir şahıs imamlık yapıyordu. “Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir (Tevbe, 9/97)” ayetini okudu. Meğer Arap reislerinden biri orada bulunuyordu. Ona kuvvetli bir sille vurdu. İmam ikinci rekâtta “Bedevîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanan vardır (Tevbe, 9/99)” ayetini okudu. O Arap, “Sille seni islah etti” dedi .[3]

Bir ayet-i kerimeyi ayırımcılık sanıp aldanan bir Arabın hikâyesidir bu. Her an ayrılık için vesile arayan, söz ve davranışları hep kötülüğe yoran kişiler sözü ve davranışı, hatta ayetleri bile yanlış düşüncelerine alet edebilir. Sorun, bu örnekte olduğu gibi cahilce art niyet aramaktır, dürüst ve samimi olmamaktadır. Anlaşmayı ve uzlaşmayı gönülden amaç edinmiş kişiler toplumda huzur ve güven sağlayıcı olmuştur. Mevlânâ der ki:

Aynı dili kullanmak, akrabalık ve bağlılıktır. İnsan yakın olmayanlarla bir arada tutsak gibidir.

Nice aynı dili konuşan Hindu ve Türk vardır; nice yabancılar gibi iki Türk vardır.

Öyleyse yakınlık dili bizatihi başkadır. Gönüldaşlık, aynı dili konuşmaktan daha iyidir.

Gönülden konuşmasız, imasız ve kayıtsız yüz binlerce tercüman yükselir.[4]

Hulasa, gönülden konuşmanın ve anlaşmak için söyleşmenin yolları bulunmalıdır. Ayrılık için harekete geçenler, her ırktan insanı yaratan ve ona can veren Hakk’ın ayetlerini dahi ayrılık aracı yapmışlardır, yapabileceklerdir.

Anadolu’nun siyasî tarihi ve edebî geleneğiyle ilgili birçok husus art niyetlerle bir asır kadar önce ters yüz edilmiş hâliyle bugün doğruymuş gibi esas alınmakta ve bunun üzerinden yeni düşünceler geliştirilmektedir. Anadolu’ya Türkistan’dan ve Horasan’dan gelenlerle, daha önce İran sahasına yerleşen ve oradan Anadolu’ya ulaşanların ruhen ve manen yaşadıkları macerayı yakından izlemek ve tarihten yararlı sonuçlar çıkarmak, bizleri daha diri ve daha yeni hâle getirecektir. Bu açıdan Mevlânâ’nın elimizdeki eserleri günümüz için büyük kazançtır.

Türkiye’de geleneğe uzak çevreler klâsik eserleri bazı ifadeler ve söyleyiş biçimleri açısından eleştirmektedir. Onlara göre inanç açısından sakıncalı görülen noktalardan biri, bu eserlerde bazı şahıslar ve eserler için kullanılan yüceltici ifadelerdir. Örnek olarak, Mesnevî’nin birinci defterinde, mukaddimedeki Mesnevî Âlemlerin Rabbinden indirilmedir ifadesi, bugünkü nesillerin mecazsız ve benzetmesiz yalın ifadelerindeki yargılar gibi bir anlam taşımaktadır ve Mesnevî’nin kutsal bir kitap olduğu iddiasını içermektedir. Yine bu eserlerde şeyhe atfedilen özelliklerin de aynı şekilde peygamberlik, hatta ilahlık iddiası taşıdığı iddia edilmiştir. Meselâ şu beyitler onlara göre bu durumun örneğidir:

Velilerin Allah’tan -gelen- güçleri vardır; fırlamış oku, yoldan geri çevirirler.

Veli üzülürse, sebepten doğacak kapılar Hakk’ın eliyle kapanır.

İlahî lütufla söylenmişi söylenmemiş yapar; böylece ne şiş yanar, ne kebap.[5]

Uyanık ol! Veliler, zamanın İsrafil’idir. Onlarda ölüler için hayat ve zindelik vardır.

Her bir ölünün canı, onların sesiyle ten mezarından kefen içinde sıçrar.[6]

Genel bir değerlendirmeyle denebilir ki yüce Allah’a duyulan kalbî bağlılık, meydana gelen her şeyi Hak’tan bilmeyi gerektirir. Bir manada ilahî gücün varlığını her şeyde görmek mümkündür. Ankaralı İsmail Efendinin (ölm. 1631) çeviri ve izahına göre, Tezîlün min Rabbi’l-âlemîn ibaresi, Bu Mesnevî Âlemlerin seyyidinden veya mürebbisinden tedricen kalbe ilham olunmuş ve ilahî ilham yoluyla bırakılmıştır[7] anlamını taşımaktadır. Bu sakin ve duyarlı algılama nedeniyle asırlardır hiç kimse Mevlânâ’yı peygamber sıfatıyla anmamış ve Mesnevî’ye gerçek manada Kur’an dememiştir.

Mevlânâ Hakk’ın kudretinden bahsederken, insanın iradesi yokmuş gibi anlatır. Konu insan iradesine geldiğinde ise, insanda irade bulunduğunu ve onun tercih sahibi olduğunu güncel örneklerle açıklar, insanın çaba sahibi olması gerektiğini ısrarla vurgular. Aklına güvenenlerin nasıl âciz olduklarını izah eder. Ama aklın önemine de değinir,

Akıl akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli olur.

Nefis başka nefisle güldüğünde karanlık artıp yol gizlenir.[8]

der. Dostluğu ve rehberliği önemser:

Topraktan daha aşağı mısın? Zira toprak dost buldu; bir bahardan yüz bin nur elde etti.[9]

örneğini verir. Gerçekte yol gösterenin ne denli kutlu olduğunu açıklarken, Hak dostu görünüp yol kesenlerin özelliklerini de değinir. Samimi ve dürüst olanların her engeli aşacağını cesaret verici ifadelerle vurgular. Kılavuz olabilen dostun, rehberin ya da şeyhin büyük değere sahip olduğunu, Hak’tan himaye gördüğünü dile getirir. Netice olarak kelimeler mana ile ve bedenler ruhla özellik kazanır. Gönlü ölü kişinin manen dirilişini, ölü bedenin dirilmesinden daha önemli görür ve elbette bu dirilişe rehberlik edeni yüceltir.

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi önceki asırlarda kelimeler ve cümleler farklı üsluplarla kullanılmıştır. Onlara yüklenen anlamları anlamakta bugün güçlük çekebiliriz. Bu nedenle istek ve yönelişi dile getirmek, teşvik etmek ve yol göstermek için kullanılan bazı cümlelere günümüzde bazılarınca farklı ve kimi zaman olumsuz anlamlar yüklenmektedir. Gönülden ve şairce söylenmiş his ve mana yüklü nice söz, bugün bazı bilim adamlarınca maalesef yanıltıcı şekilde modernist bir anlayışla sahiplerini yıpratmak için kullanılmaktadır.

Bir sözün veya metnin taraflarca farklı algılanması ve yorumlanması her zaman için söz konusudur. Duygu ve üslup farklılığı, kişilere ve dönemlere göre anlama sorununu büyültmekte veya küçültmektedir. Bu nedenle anlaşmaya ve yakınlaşmaya istekli olmak, sorunun aşılması için en önemli adımdır. Aksi takdirde anlaşmazlık ve çatışma büyüyecektir. Mevlânâ der ki:

Dokunulmamış sözü yorumladın. Kendini yorumla, Kur’ân’ı değil.

Arzunca Kur’ân’ı yorumluyorsun. Yüce anlam, senin yüzünden alçaldı, eğrildi. [10]

Suretlerde kalırsan putperestsin. Sureti bırak ve manaya bak.

Hac adamısın, bir hacı yol arkadaşı ara; ister Hintli, ister Türk veya Arap.

Onun şekline ve rengine bakma; onun azmine ve niyetine bak.

O, siyah olsa da seninle aynı niyettedir. Sen ona beyaz de, zira seninle aynı renktedir.[11]

Niyet ve arzuların önemine işaret eden, samimi duyguların yol açıcı olduğunu gösteren aşağıdaki hikâyeyi, Anadolu’nun Müslümanlaşma süreci açısından irdelemek mümkün müdür acaba? Mevlânâ’nın,

Şimdi hikâyenin suretini dinle, ama dikkat et! Taneyi samandan ayır[12]

ikazını hatırda tutarak, Mesnevî’sindeki Hz. Musa ile Çoban Hikâyesi’ni gözden geçirelim[13]:

Musa yolda bir çobanı gördü; o, diyordu: “Ey Allah’ım! Ey Tanrım!

Sen nerdesin? Ben hizmetçin olayım. Çarığını dikeyim. Başını tarayayım.

Elbiseni yıkayayım. Bitlerini öldüreyim. Sana süt getireyim. Ey muhteşem!

Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyku vakti gelince yerini süpüreyim.

Ey! Bütün keçilerim sana feda olsun. Ey! Benim hayhuyum senin zikrinledir.”

O çoban bu tarz boş şeyler söylüyordu. Musa “Ey filan! Bu -konuşman-, kiminledir?” dedi.

-Çoban- “Bizi yaratanla; bu yeri ve göğü yaratanla” dedi.

Musa dedi: “Hey! Çok talihsiz oldun. Müslüman olmadan kâfir oldun.

Bu ne boş sözdür? Bu ne küfür ve hezeyandır? Ağzına pamuk tıka.

Senin küfrünün kokusu, dünyayı kokuttu. Senin küfrün, dinin ipek kumaşını parçaladı.

Çarık ve dolak sana lâyıktır. Bir güneşe böyle şeyler nasıl uygun olur?

Boğazını bu sözlere kapatmazsan bir ateş gelir, halkı yakar.”

Bir ateş gelmemişse, bu duman nedir? Kararmış can, kovulmuş ruh nedir?

Allah’ın âdil olduğunu biliyorsan, saçmalama ve küstahlığın nasıl bir inanmadır?

Akılsız bir dost, bizzat bir düşmandır. Yüce Hakk’ın, bu tür hizmete ihtiyacı yoktur.

Sen bunu kime söylüyorsun? Amcana, dayına mı? Cisim ve ihtiyaç, yücelik sahibinin sıfatlarında olur mu?

Sütü, büyüyüp gelişmekte olan içer; çarığı ayağa muhtaç olan giyer...

-Çoban- “Ey Musa! Ağzımı diktin. Pişmanlıkla sen, canımı yaktın” dedi.

Elbisesini parçaladı, yanık bir ah çekti. Çöle yönelip gitti...

Musa’ya Allah’tan vahiy geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Ben herkese bir davranış verdim; herkese bir terim/söyleyiş verdim.

Onun hakkında övgü, ama senin hakkında yergi; onun hakkında bal, ama senin hakkında zehir.

Biz temiz ve kirliden bütünüyle uzağız; bütün ağır davranışlılık ve çeviklikten de.

Ben fayda elde etmek için emretmedim. Bilakis kullara cömertlik yapmak için emrettim.

Hintliler için Hint adı, övgüdür; Sintliler için de, Sind adı.

Onların tesbihleriyle pak olmam; yine onlar pak olur, inci saçarlar.

Biz dile ve söze bakmayız; biz ruha ve hâle bakarız.

Lafız olarak söylediği huşulu bulunmasa da, huşulu olursa diye kalbe bakarız.”

Çünkü gönül, cevherdir; söylemekse araz. Öyleyse maksat, cevherdir; arazsa, ona bağlıdır.

Bu sözler, gizleme ve mecazla niceye dek? Yanış istiyorum, yanış; o yanışla buluş.

Canında aşktan bir ateş yak; baştanbaşa fikri ve ifadeyi yak.

Ey Musa! Âdab bilenler, başkadır; canı ve ruhu yanmış olanlar başkadır.

Âşıkların her nefesi yakıcıdır; yıkık köyün üzerinde vergi ve öşür yoktur.

Yanlış söylerse, ona hatalı deme. Kanlı şehit olursa, onu yıkama.

Şehitlerin kanı sudan evlâdır; bu hata, yüz doğrudan daha iyidir.

Kâbe’nin içinde kıble usulü yoktur. Dalgıcın kar ayakkabısı yoksa ne kederi olur?

Sen, sarhoşlardan bir kılavuz isteme; elbiselerini yırtanlara, yama ne buyurursun?

Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıklar için din ve mezhep, Allah’tır.

Yakutun damgası bulunmasa da, endişe yoktur. Aşk, gam denizinde kederli değildir...

Ondan sonra Hak, Musa’nın sırrında saklı söze sığmayacak sırlar söyledi.

Musa’nın gönlüne sözler döküldü; görmek ve söylemek birbirine karıştı.

Nice kere kendinden geçti ve nice kere kendine geldi; nice ezelden ebede uçtu.

Bundan sonra açıklarsam, aptallıktır. Çünkü bunu açıklamak, bilginin ardıdır.

Söylersem, akılları koparır; yazarsam nice kalemler kırılır.

Musa Hak’tan bu azarlamayı duyunca, çölde çobanın ardınca koştu.

Onun ayağı izi üzere şaşkınca koşuşturdu; çölün köşe bucağından toz kaldırdı.

Coşmuş adamın ayak izi, bizatihi başkalarının ayağından belli olur.

Bir adımı, -satrançtaki- ruh taşı gibi yukarıdan aşağıya; bir adımı da fil gibi eğri gitmiş.

Bazen bir dalga gibi, sancak yükseltmede; bazen balık gibi karnı üzerinde gitmekte.

Bazen kum falı bakan falcı gibi, kendi durumunu toprağa yazmış.

Sonunda onu bulup gördü. Ona dedi: “Müjde ver, izin geldi.

Hiç bir âdap ve tertip arama, kederli gönlün ne isterse söyle.

Senin inkârın, din ve dininse can nuru. Güvendesin, bütün cihanda seninle emniyette.

Ey, “Allah dilediğini yapar” sözüyle bağışlanmış kişi! Korkusuzca git, dilini aç.”

-Çoban- dedi: “Ey Musa! Ondan geçtim. Ben şimdi gönül kanıma bulandım.

Ben Sidre-i müntehayı geçtim, yüz binlerce yıllık öteye gittim.

Kamçıladın, atım sersemleyip şaha kalktı ve feleği aştı.

Madde âlemimizin mahremi, mana âlemi oldu. Eline koluna, aferinler olsun.

Şimdi benim hâlim, anlatmanın ötesindedir; bu söylediğim, benim hâllerim değildir.”

Bir aynada bulunan resmi görüyorsun; o, senin suretindir; o aynanın sureti değildir.

Neyzenin neye üflediği nefes, neye mi aittir? Adama ait değil midir?

Dikkat et, dikkat! Hamd etsen de, şükretsen de, o çobanın beyhude sözleri gibi bil.

Senin hamd edişin ona göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır...

Keşke secde ederken yüzünü çevirsen, “Sübhâne Rabbî (Rabbimi tenzih ederim)”nin manasını bilsen;

“Ey Rabbim! Secde edişim, varlığım gibi yaraşır değil. Kötülüğün karşılığını, sen iyilik ver” -desen-.

Bu toprakta Allah’ın hilminden/sabrından eser vardır; pisliği yok eder ve çiçekler yetiştirir.

O, bizim pisliklerimizi örter; karşılığında ondan goncalar yeşerir.

O zaman kâfir, kendisinin bağış ve cömertlikte topraktan daha eksik ve daha değersiz olduğunu görünce,

Vücudundan gül ve meyve bitmediğini; kötülükten başka hiç bir temiz şey meydana gelmediğini -görünce-,

Dedi: “Ben gidişte geri gittim. Eyvah! Keşke toprak olsaydım.

Keşke topraktan yola çıkmasaydım; toprak gibi tane toplasaydım.

Yolculuk yapınca, yol beni imtihan etti. Bu yolculuk yapmaktan hediyem neydi?”

Önünde yolculuktan bir fayda görmediği için yönelişi hep toprağadır.

Yüzünü geriye çevirmesi, ihtiras ve tamahtır. Yüzünü yola çevirmesi, doğruluk ve niyazdır.

Yukarıya yönelen bitki, artıştadır, canlı ve gelişmededir.

Başını yere doğru eğdiğinde eksilmede, kurumada, noksanlık ve ziyandadır.

Ruhunun yönelişi, yukarıya doğru olunca artışta dönüş yerin orası olur.

Başın yere doğru tersyüz olursa, batarsın. Hak, batanları sevmez.

Musa ve Çoban hikâyesi, toplumda bilgi ve görgü açısından eksik ama içten ve duyarlı insanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini anlatan çok anlamlı bir hikâyedir. Samimiyet ve dürüstlük, insanı dert ve beladan kurtarır. Kötü olan, art niyet ve peşin fikirliliktir. İkinci husus her ferdin görevi, toplumda yakınlaştırıcı ve doğruluğa yönlendirici olmaktır. Bu hikâyenin kurgusu içerisinde Hz. Musa’ya Hak Taâla tarafından yapılan ikaz çok manidardır.

Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Söylenen söz ve atılan adım ayrılık ve ıstırap sebebi değil, huzur ve yükseliş kaynağı olmalıdır. Olumsuz noktada kalmak ve her yeni zaman diliminde ilave bir olgunluk kazanmamak, insana yaraşmaz. Mevlânâ, Anadolu’daki yükselişin temel fikrini böylece geliştirmiştir. Sözü ve bilgisi eksik ama samimi fertlerin önünü böylece açmış, bilgilenme ve yükseliş yolunu göstermiştir. Bilgili kişilerinse ayırıcı ve engelleyici değil, yol açıcı ve birleştirici olmaları gerektiğini böyle bir hikâyeyle çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ona göre insanlar olgunlaşmalı ve önderler birleştirici olmalıdır. Bilgili olanlar, hep kendilerini eleştirir konumda bulunmalıdır. Zira kişi ancak kendi bilgi ve becerisine göre davranır, kulluk eder. Yaptıklarını kendi ölçü ve terazisine göre değerlendirir. Gerçekte ise değerlendirmeyi Hak yapacaktır. Öyleyse,

Senin hamd edişin ona/çobana göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır.

Sözü farklı yorumlanan bilgin şairlerimizden Şair Bakî (ölm. 1600) de aynı soruyu sormaktadır:

Aceb ol tâ’at u takva diyü zu’m itdügümüz

Varıcak n’olsa gerekdür nazar-ı Cebbâre...

Bu tasavvurlar eger bâtıl olursa nic’olur

Katı hayret yiridür bir gözün aç bîçâre[14]

Yani kulluk ve takva amacıyla yaptığımızı sandığımız şeyler, Hakk’ın huzuruna varıldığında acaba ne değerde olacaktır? Hatta batıl ve boş olursa ne olur hâlimiz?

Mevlânâ’nın, hayata zenginlik ve dirilik kazandıran izahların sahibidir. Bunlardan biri de âcizlikte mevcut olan güç ve kuvvetten söz etmesidir. Âciz olan veya âcizliğini bilen kişi, dert ve aşk sahibidir. Dert ve aşk sahibi olan da başarılı olur. İlginçtir, bu konuyu aç ve çıplak olan, ancak sonuçta saltanata erişen Moğollar üzerinden de örneklendirir. Fîhi Mâ Fîh’in bir yerinde Moğollarla ilgili birkaç soru ve cevap vardır.[15] Kendisine, Moğollar -bizim- malları alır ve zaman zaman da onlar bize mal bağışlarlar. Bunun hükmü acaba nasıldır? Diye sorulur. Mevlânâ izahtan sonra der ki: “Netice olarak bizim malımız onlara haramdır ve onların malı bize helaldir.”

Biri Mevlânâ’ya der ki: Moğollar bu vilayete ilk olarak geldiklerinde çırılçıplaktılar. Binekleri öküz ve silahları odundandı. Şimdi ihtişamlı ve doygundurlar. En iyi Arap atları ve güzel silahlar onların elindedir.

Mevlânâ cevap verir: Gönülleri kırık ve zayıf olduklarında, güçleri bulunmadığında Allah onlara yardım etti ve onların niyazını kabul etti. Böyle ihtişamlı ve güçlü oldukları bu zamanda Allah onları halkın zayıflığına rağmen helak edecek, böylece o yardımın Hak’tan olduğunu bilecekler...

Bu ifadelerin ardından Moğolların bu âcizlik hâllerini ve isteklerini sahneleştirir. Bu sahnede Moğol padişahı bir mağarada oruç tutar huşu ile yakarır. Hak’tan ona bir nida gelir: Yakarışını kabul ettim. Çık, nereye gidersen muzaffer olacaksın.

Fîhi Mâ Fîh’in bu satırlarındaki üçüncü nükte de şudur: Mevlânâ’ya biri, Moğollar da kıyamet gününe inanıyor ve yargılama olacak diyorlar dedi. Mevlânâ buyurdu: Yalan söylüyorlar. Kendilerini Müslümanlarla ortak etmek istiyorlar, yani biz de biliyoruz ve ikrar ediyoruz. Deveye, “Nereden geliyorsun?” dediler. “Hamamdan” dedi. -Soran kişi de- “Topuğundan belli” dedi. Şimdi eğer onlar haşre inanıyorsa, bunun alameti ve işareti nerede? Bu isyankârlıklar, zülüm ve kötülük kat kat toplanmış buz ve karlar gibidir...

Günümüzde bir bilim adamı art arda sıralanan bu üç nüktenin ikincisini doğrudan kaynak göstererek Mevlânâ Fihi Mâ Fîh’inde Cengiz Han’ın ilahî mesaj aldığını söyler şeklinde modernist bir mantıkla kendince ciddî bir yargı oluşturmuştur.

Kısaca, âcizlik hissiyatına Mevlânâ büyük anlamlar yükler. Hak, âciz ve düşkünün yanındadır. Âciz olan, yakarış ve istek sahibidir, hastanın Hakk’a yalvarması gibi. Samimi oluşu, yolunu açar. Güç ve iktidar sahibi olanlar, Hakk’ın kudreti karşısında âciz olduklarını unutmadıkları sürece gerçek iktidar sahibidir. Aksi takdirde güç kaybedip zelil olacaklardır, olmuşlardır. Mevlânâ’ya göre bu durum isyan etmekten ve zalim olmaktan koruyan âcizlik imrenilecek bir özelliktir. Hasta olmadan Hakk’ı anmak, iktidarda iken Hakk’a karşı âcizlik duygusunu taşımak ise büyük bir emniyet ve güç kaynağıdır.

Bir de Anadolu’da dehşet saçan Moğollardan söz etmeye mecburuz. Sivas ile Erzincan arasında, Kösedağ’da askerlerini bırakıp kaçan Sultan Gıyaseddin idaresindeki Selçuklu ordusunu 3 Temmuz 1243’te mağlup eden Moğolların önünde kalan halk ve bilginler çaresizdi. Sivas kadısı Kırşehirli Necmeddin, Moğollara mukavemet edilemeyeceği düşüncesiyle şehrin ileri gelenleriyle Moğol komutana hediyeler götürür. Sivaslılar hayatlarını ve mallarını kurtarır, ancak şehir yağmalanır. Kayseri halkı kahramanca müdafaa yapar, ancak hıyanete uğrar ve şehir düşer. Kayseri tarihinin en büyük felaketine uğrar, halk katledilir. Erzincan da yağmalanır, katliam yapılır. Malatya’da idareciler kaçar, halk düzeni sağlar. Geri dönen vali halktan topladığı altınlarla Moğolları ikna eder, halk bayram sevinci yaşar.

Amasya’ya çekilen vezir Mühezzibüddin Ali, Amasya kadısı Fahreddin’le oturup ağlaşır ve çare ararlar. Ülkeyi sulha kavuşturmak için geriye dönmekte olan Moğollarla görüşmek üzere arkalarından giderler. Erzurum hududunda onlara yetiştiler. Sonuçta büyük malî yükümlülükleri kabul ederek Anadolu’nun siyasî birliğinin Selçuklu sultanları tarafından sağlanması için izin alırlar. Böylece Anadolu’daki kargaşa ve fitnenin sona erdirilmesine çalışırlar. 1256 yılında bazı anlaşmazlıklar sonucu Moğol ordusu tekrar Anadolu’ya yönelir. Erzurum’dan Aksaray’a kadar şehirler talan edilir. Beceriksiz Sultan İzzettin, askerinin 14 Ekim 1256 tarihinde Sultan Hanı civarında perişan olduğunu haber alınca Konya’yı sahipsiz bırakıp kaçtı. Yine halk, bazı idareciler ve din adamları çareler arar ve hediyeler hazırlar. Bu arada Selçuklu sultanları ve devlet adamları kendi aralarında kavga ve savaş içerisindedir. Konya’nın bu badireyi atlatmasında Cuma hatibinin etkileyiciliğinden veya Mevlânâ’nın kerametinden söz edilir.

Bütün bu felaketler ve katliamlara rağmen Anadolu’da her açıdan gelişmeler sağlanmıştır. Sonunda Anadolu’da hiçbir Moğol unsuru kalmadığı gibi İran ve Horasan bölgesinde dahi Moğol varlığı yok olmuştur. Dönemin kimi devlet adamları, bilginleri ve sûfîleri buldukları çözüm yollarıyla bu sonucun oluşmasında elbette etkili olmuştur. Mevlânâ da bu gelişmenin en önemli mimarlarından biridir. Bu acılı yıllara bir de bu gözle bakıp, Müslüman Anadolu’nun derin ve güçlü yapısını hissetmek mümkündür. Bu da heyecan vericidir.

Yukarıda kısmen işaret edilen klâsiklerden yararlanma yolunu kapatıcı görüşlere başkaları da ilave edilebilmektedir. Bunlarla ilgili değerlendirmeyi sonraya bırakıp geleneğin güzel ve huzur verici bir tarafını göz önünde bulunduralım. Fatih Sultan Mehmet’in ve II. Beyazıt’ın mektup yazarak hürmetlerini bildirdikleri, Mevlânâ’yı sevenlerden Molla Câmî’ (ölm. 1492) Baharistan isimli kitabına şu cümlelerle son vermektedir:[16]

Okuyucuların, ahlak güzelliklerinden bir eksiklik gördüklerinde onu affetme ve görmezlikten gelme eteğiyle örtmeleri; ayıplama ve itiraz etme diliyle ifşa etmeye çalışmamaları ümit edilir.

Kıta:

Tanıdığının bir ayıbını görünce yabancılara söylememen daha iyidir.

Çünkü sonu düşünenlerin usulünce ayıp örtmek, ayıp aramaktan daha iyidir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Değerlendirme ve eleştiriler için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara, 2001 (Akçağ Yayınları)

[2] Örnek olarak bkz. şu eserler: [2] Nâdir-i Vezînpûr, Medh, Dâg-ı neng ber sîmâ-yi edeb-i Fârsî, Tahran, 1374 hş. /1995, 575 sayfa; Hüseyn-i Rezmcû, Şi‘r-i kuhen-i Fârsî der-terâzû-yi nakd-i ahlâk-i İslâmî, I-II, 1366 hş. /1987, 134+390 sayfa. Bu eserleri tekidi için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik İran Şiirine ve Şairlerine Yöneltilen İdeolojik Tenkitler: Övgü, Fars Edebiyatının Yüzünde Utanç Damgası ve İslâm Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri Kitapları, Nüsha, sayı 10. Yaz 2003, s. 7-17.

[3] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş., s. 183; krş. terc. A. Avni Konuk, İstanbul, 1994, s. 210.

[4] Mevlânâ, Mesnevî, I-II, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2004 (Akçağ Yayınları), I, 102; 1. Defter, 1206-1209. beyitler.

[5] Mesnevî, I, 126; 1. Defter, 1670-1672. beyitler.

[6] Mesnevî, I, 139; 1. Defter, 1930-1931. beyitler.

[7] İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-VII, İstanbul, 1289/1872, I, 11.

[8] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 25-26. beyitler.

[9] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 33. beyit.

[10] Mesnevî, I, 96; 1. Defter, 1081-1082. beyitler.

[11] Mesnevî, I, 188; 1. Defter, 2892-2895. beyitler.

[12] Mesnevî, I, 258; 2. defter, 200. beyit.

[13] Mesnevî, I, 331-335; 2. Defter, 1710-1805. beyitler.

[14] Bakî Dîvânı, Hazırlayan Sabahattin Küçük, Ankara, 1994, s. 364-365.

[15] Mevlânâ, Fîh-i Mâ Fîh, B. Furûzânfer, s. 64-65; krş. trc. A. Avni Konuk, 60-62.

[16] Molla Câmî, Baharistan, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2002 (Akçağ Yayınları), s. 137-138.