28 Şubat 2008 Perşembe

İnsan akıl ve idrakle üstündür. -A. Gölpınarlı

“İNSAN AKIL VE
İDRAKLE ÜSTÜNDÜR…”

XXXIII. sûrenin (Ahzâb) 72-73 âyetleri “ Şüphe yok ki biz arzettik emaneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara ; derken onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu yükledik insana; şüphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hâle geldi. Emanete hıyanet etmeleri yüzünden Allah, münafık erkeklerle kadınları ve şirk koşan erkeklerle kadınları azaplandıracak, hıyanette bulunmayan erkeklerle kadınlara da tövbe nasîp edecektir ve Allah suçları örter, rahimdir” mealindedir.

Emaneti, yapılması emredilen, yapılmaması buyurulan şeyler, Tanrı farzları, emanete ve ahde vefa etmek gibi manalar verilmiş, göklere, yeryüzüne, dağlara arzetmekten maksat, göklerde, yerlerde dağlarda bulunanlara arzetmektir diyenler olmuştur. Âyetin hükmündeki zâlim ve câhil olmak, emaneti yüklendikten sonra ona hıyanet etmek dolayısıyladır yahut emâneti yüklenmeden önceki hâldir ve bu hükümden Peygamberler, onlara yakın olanlar müstesnadır; onlar, bu hükümdeki tamamı dâhil değillerdir. Ragıb-ı Isfahânî, emanet akıldır demiştir; doğrusuda budur; çünki Allah’ın birliği onunla anlaşılacağı gibi adaletde onunla yürür; bilgi de onunla elde edilir; insan, akıl ve idrakle öbür yaratıklardan üstündür der (Al-Mufradât fî Garîb’il-Kur’ân, Muhammed Seyyid-i Giylânî tahşiyesiyle; Tehran, s. 25-26)

….VE TANRI AKL’A “BEN SENDEN
ÜSTÜN ŞEY YARATMADIM” DEDİ

Hadîs-i Kudsîde, yani Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla ve melekle değil de rüyada yahut ilhamla bildirilen ve Kur’ân-ı Kerîm’e dâhil olmayan, Hz. Peygamber (S.M) tarafından, “Allah dedi ki, der ki” tarzında bildirilen Allah sözlerinden birinde, akıl hakkında deniyor ki “Allah aklı yaratınca ona, gel dedi, geldi; git dedi gitti. Otur dedi, oturdu; söyle dedi, söyledi; sus dedi, sustu. Sonra Allah, bana senden sevgili, senden yüce bir şey yaratmadım; seninle tanınırım; seninle bana hamdedilir; seninle itaat edilir;seninle alırım ; seninle veririm; sevap da sanadır; senin yüzünden kazanılır, azap da buyurdu” (Al-İthâfât’üs-seniyye fi’l-Ahâdîs’il-Kudsiyye; Haydarâbâd 1323, s. 178-179). Kur’ân-ı Kerim’de, akıl, sayılamayacak kadar çok âyette övülmektedir. Hz. Peygamber (S.M.), “Allah, kullara akıldan üstün bir şey ihsan etmemiştir; akıllı kişinin uyuması, bilgisiz kişinin, gecelerini ibadetle geçirmesinden üstündür; akıllı kişinin yiyip içmesi, bilgisizin orucundan üstündür. Allah, hiçbir Peygamber göndermedi ki onun aklım tam ve kâmil kılmasın; onun aklı, bütün ümmetin aklından üstün olmasın” buyurmuştur (Sefînat’ül-Bıhâr, II, s. 214)

İslâmda teklif, tam aklîdir, akla dayanır. Aklı olmayanın sorımluluğu yoktur; ergenlik çağına girmek de teklif için şarttır. Dini emirlerde, tümden yahut bir kısmında İslâmı şart koşanlar olmuş, Hz. Peygamber’in (S.M.) bütün insanlara gönderilmiş olması bakımından bu şartı kabul etmeyenler de bulunmuştur; fakat cezaî hükümlerde İslâmın şart olmadığında ittifak vardır. Burada Hz. Peygamber’in (S.M.), “ Bize, insanlarla, akılları miktarınca konuşmamız emredildi” buyurduğunu (Künûz’ül-Hakaaık, Câmi’us-Sagıyr haşiyesinde, I, s. 69) ve onun sözlerinin de, LIII. Sûrenin (Necm) 4. âyetinde beyân buyurlduğu veçhile vahye müstenid olduğunu da söyleyelim.



Sosyal Açıdan İslam Tarihi -Abdülbaki Gölpınarlı sh.186-187 -2006
Derin Yayınları

Aşk-ı Mevlânâ'da Yananlar...

28 Şubat 2008 18:17
Mesnevî, Aşk-ı Mevlânâ'da Yananlara Konuşur.



Yüzakı: Hocam, Mevlânâ’dan günümüze Mesnevî, yazıldığı günkü kadar canlı, engin ve gündemde. Mâlumunuz kaleme alınan eserler, ya tâlihi yaver gider de kitlelere mâl olur, ya da kendi muhtevâ ve ifade ağırlığını ortaya koyarak… Mesnevî bu noktada nasıl bir yerde duruyor?

Mahmud Erol KILIÇ: Mesnevî yazıldığı tarihten itibaren kıymetli bir ilham eseri olarak, âdeta mukaddes bir eser olarak görülmüştür. Özellikle Mevlevîlik tarihinin ilk devirlerinde Mesnevî’nin Mevlevîler elinde âdeta hatmedilen bir kitap olduğunu görüyoruz.

Ancak daha sonraki dönemlerde Mevlevîlik dışı tarîkatlerin de önemli bir kitabı hâline gelmiştir. Bugün Mesnevî üzerine yapılan şerhlere baktığımız zaman şârihlerin sadece Mevlevîlik yolundan gelmeyen, Mevlevîlik dışı yollardan da gelen insanlar olduğunu görmekteyiz. Halvetî, Nakşî, Kâdirî… ilh. gibi çok değişik kesimlerden insanların şerhler yaptığını görmekteyiz. Hattâ İran çevrelerinde Molla Hâdi-yi Sebzevârî gibi İşrakî bir feylesofun dahî Mesnevî üzerine şerhi vardır.

Mesnevî’nin muhtevasına baktığımız zaman daha çok mukaddes kitaplarda gördüğümüz bazı hakikatlerin, misâller yardımıyla, hikâyeler yoluyla anlatılması usûlünü görmekteyiz. Bu açıdan Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde yer alan bu hikâyelerin bazıları tarihî anlamda vâkî olmuş bir takım hadiseler üzerinden Mevlânâ’nın bir irfan aktarışıdır; fakat diğer bazıları da olmamış hâdiselerdir, Mevlânâ tarafından kurgulanmıştır. Binâenaleyh Mevlânâ Hazretleri’nde anlatım sanatlarının yani şiiriyet tarafının ve tahkiye yönteminin de kuvvetli olduğunu görmekteyiz.

Cenâb-ı Allah Kur’ân’da: “Biz sizlere birer misâl veriyoruz.” buyurur. Akıl sahipleri için, verilmiş bu misâllerde çok büyük örnekler ve alınacak ibretler olduğu bildirilir. İşte Mevlânâ Hazretleri’nin takip ettiği tarîk de budur. Mesnevî’de anlatılan hikâyeler sadece kuru birer hikâye değildir. Burada aktarılmak istenen hikmetler vardır. Hissettirilmek istenen bir ruh vardır. Hikâyeler bu ruh için kurgulanır.

Hattâ Molla Câmî, Mevlânâ için: «Sanki bir nebî ama kitabı yok» der ki bu vahyedilen bir kutsal kitap kendine gönderilmemiş bir elçi mesabesindedir, anlamındadır.

Mesnevî-i Şerîf’e bu denli kıymet atfeden bakış açılarının tarihteki yansımalarına gelince… Osmanlı’da birçok kişinin Farsça öğrenmesi Mesnevî yönüyle olmuştur. Yani insanların büyük kısmı, Farsçayı doğrudan öğrenmek yerine: «Ben Mesnevî’yi öğreneyim…» diye Farsça dersi alarak bu dili öğrendiklerini görmekteyiz.

Yahyâ Kemâl’e sormuşlar:

“–Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?” diye… O da:

“–Türkler Viyana kapılarına kılıçla mı gitti zannediyorsunuz? Hayır Osmanlı, Viyana kapılarına bulgur pilâvı yiyerek ve Mesnevî okuyarak gitmiştir.” cevabını vermiş.

Burada kastedilen şey şudur:

Pirinç pilavı zenginlik alâmetidir. Zaten Osmanlı’ya da çok sonraları dışarıdan gelmiştir. Ama Anadolu halkının çok tükettiği gıdalardan olan bulgur bir mütevâzılık alâmetidir. Dolayısıyla bu sözü şöyle yorumluyoruz: Osmanlı Viyana kapılarına kadar çok büyük zenginlikler eliyle değil, mütevâzı yaşantılarıyla bir yandan bulgur yiyerek, bir diğer yandan da ruhlarını Mesnevî çeşmesinden doldurarak gitmişlerdir.

Zaten Balkanlar’ın İslâmlaşması sürecine baktığımız zaman bunu açık bir şekilde görüyoruz. Macaristan’ın Pec isimli şehrine varana kadar birçok Balkan şehrinde Mevlevîhâne vardır. Sarayevo’da da bir Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Nitekim Bosna’dan çıkmış bir hayli Mevlevî veya Mevlânâ uzmanı görmekteyiz. O kadar ki, Selânikli bir Yahudi dönmesi olan Avdetî Es’ad Dede isimli bir zât bile İstanbul Fatih Tahir Ağa’daki ders halkasında Mesnevî dersleri ve sohbetleri yapmakta ve o Mesnevî derslerinden bir hayli insan etkilenip istifade etmektedir.

Mesnevî bugün birçok yabancı dile çevrilmiş bir kitaptır. İngilizceden Fransızcaya birçok dilde tercümeleri bulunmaktadır. Üzerinde çok fazla şerhler yapılmıştır. Çevrilmekle kalmayıp çevrildiği dillerdeki bazı entelektüelleri de etkilemiştir. İşte günümüzün meşhur, Türkçeye bile çevrilip, bir hayli baskı yapan kitabı hakkında Brezilya asıllı Paul Coelho isimli edebiyatçıyla yapılan bir röportajda: «Ben bu Simyacı romanının hikâye örgüsünü okumuş olduğum Mesnevî’den bir bölümden aldım.» demiştir. Bu itiraf güzel bir şeydir. İtiraf edenler var, itiraf etmeyenler var. Malûm-i âlîniz Şeyh Gâlib yıllar evvel şiirlerini söylediğinde bazıları:

«–Efendim, bunlar Mesnevî’ye benziyor. Söylediğiniz beyitler Hazret-i Mevlânâ’nın beyitleriyle aşağı-yukarı aynı, hattâ bazıları aynısının tekrarı gibi, ne dersiniz?» deyince:

«–Evet, çaldım. Çaldımsa da mîrî malı çaldım.» demek sûretiyle Mevlânâ’nın eserlerini bu tür insanların ortak malı, yani sultanın arazisi olarak görmüş ve bundan istimalde bulunmakta da bir beis görmemiştir.

Mesnevî okunması, üzerinde tefekkür, teemmül edilmesi Mevlevî geleneği içerisinde seyr u sülûk açısından da önem arzetmiştir. Yani Mesnevî’nin altı defterinden değişik nefs mertebelerindeki mürîdan için ayrı ayrı dersler çıkarılmıştır. Yani Mesnevî’yi bir seyr u sülûk kitabı olarak da görmek mümkündür.

Mevlevî kültürü içerisinde Mesnevî dersini geçenler ancak Dîvân-ı Kebîr’i okuyabilirler. Tabiî zaman içerisinde Mesnevî’ye verilen bu önem, beraberinde bazı sanat dallarının da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ne gibi?
Meselâ; Mesnevî’lerin özel olarak kıraat edileceği, tedris edileceği, tâlim ve şerh edileceği, zevk edileceği mekânlara ihtiyaç duyulmuştur. Böylece belki de İslâm medeniyeti içerisinde başka kitaplara nasip olmayan -meselâ, bir Fusushâneler oluşmamıştır, Mektûbathâneler oluşmamıştır- bir Mesnevîhâneler geleneği oluşmuştur. Burada Mesnevî dersleri yapılmıştır. Tabiî ki burada Mesnevî dersini yapan üstâdın, hocanın hem zâhirî ilim müktesebâtı, hem de mânevî zevki oranında değişik Mesnevî dersleri yapılmıştır.

Bu açıdan bakıldığında Mesnevî bizim coğrafyamızdaki İslâm anlayışının şekillenmesinde çok önemli rolü olan bir kitaptır. Tabiî ki Arap dünyasında, Orta Asya’da başka kitaplar çok müessir olmuş olabilir. İslâm düşüncesinin şekillenmesinde özellikle Anadolu ve Rumeli’deki İslâm anlayışında çok merkezî bir yerde oturmaktadır Mesnevî.

Yüzakı: Mesnevî’yi buraya ve bu ölümsüz noktaya taşıyan temel özellikleri nelerdir?

Mahmud Erol KILIÇ: Bir eseri ölümsüz kılacak olan şey; ölümsüzlük noktasını yakalamasıdır. Ölümsüzlük noktası rûhâniyettedir. Ruh, Allah’ın emâneti olarak bütün yeryüzüne, bütün mahlûkata, başta insan olmak üzere üflenmiştir. Bütün bedenî vasıflar, bütün cismânî, maddî, materyal vasıflar ârızîdir, ölümlüdür, hepsi geçicidir. Ancak ruh, ölümsüzdür, bâkîdir. Çünkü rûhun kaynağı ölümsüzdür. Dolayısıyla rûhâniyet mertebesini yakalamış bütün eserler kalıcıdır. Bu eserler, kitâbî olsun veya olmasın, Mesnevî’nin bugün çevrildiği bütün dillerde karşılık buluyor olması, âdemoğlunun hangi milletten, hangi meşrepten, hangi dinden olursa olsun, o müşterek insanî özelliği bulduğunu vurguladığının bir göstergesidir. Mesnevî’yi ölümsüz kılan özellik, rûha hitap ediyor olması, rûhun ölümsüz olmasından dolayı, o eserin zamanını aşarak günümüze, hattâ günümüz sonrasına uzanmasıdır. Çünkü insanın rûhânî yönü; zamanî değildir, ırkî değildir, kavmî değildir, cinsî değildir. Yani insanın rûhânî özellikleri, hangi kavimden, hangi topraktan, hangi coğrafyadan, hangi cinsiyetten olursa olsun ortak insânî esaslardır. O eşref-i mahlûk olmanın verdiği bir özelliktir. Buna hitap ettiği sürece her türlü eser, ölümsüzlük suyundan içmiş olur ve de içirir. Bu tür eserlere «klâsikleşmiş eser» denir.

Yüzakı: Böyle bir başarı, hangi temel kültürün ve olgunluğun eseridir? Mevlânâ’nın Mesnevî’yi ortaya koyan dağarcığının özünde neler vardır?

Mahmud Erol KILIÇ: Her eserin bir doğum süreci vardır. Özellikle tasavvufî literatürde bir eserin yazılması modern yazarların yazılarını yazış tarzından farklı olarak daha çok ilham yoluyla olduğu için öncelikle böyle eserlere hâmile kalınır. Bu süreç içerisinde bir duygu yoğunluğu yaşanılır ve nihayet onun bir inficârı (patlaması) sûretiyle eser ortaya çıkıverir.

Mâneviyat âleminde hâmile kalmadan eser verenler, pek hoş görülmezler. Binâenaleyh Mevlânâ Hazretleri’nin eserlerini yazmadan evvel kendisinin çok güçlü bir mâneviyat hayatı yaşadığını görmekteyiz. Her ne kadar Mevlevî çilesi ile Halvetî erbaîninde bazı ufak farklılıklar varsa da çileye girdiğiniz zaman bir buçuk metreye bir buçuk metre olan bir alan içerisinde ve geceleri hiçbir şekilde sırtınızın yatağa veya duvara yaslanmadan uyumak sûretiyle sadece müttekâya çenenizi dayayarak uyumak sûretiyle geçireceğiniz bir 40 gün, ardından bir 40 gün, ardından bir 40 gün… Kırk üstüne kırk gün çıkardıktan sonra bu tür eserleri Şems-i Tebrizî isimli bir gönül çelici ile karşılaşması neticesinde zaten yanmaya hazır meş’ale birden alev almış ve bu eserler ortaya çıkmıştır. Bu mânâda Mevlânâ’da o eserlerin, o şiirlerin mânevî babası, bir bakıma Şems-i Tebrizî’dir. Bundan dolayı zaten eserine Külliyât-ı Şems demiştir. Yani bunları ben söylemedim hocam söyledi anlamında. Ne büyük bir edep. Tam bir fenâ fi’ş-şeyh hâli…

Mevlânâ bu eserlerin doğumundan evvel, birçok doğum sıkıntıları çekmiştir. Bunu hisseden has müridânından olan Çelebi Hüsâmeddin Efendi onu âdeta tatlı bir şekilde iknâ etmiş ve bu eserlerin zuhura gelmesine aracı olmuş, ebelik etmiştir.

Binâenaleyh Çelebi Hüsâmeddin olmasaydı, belki Mevlânâ bu eserleri, bu sözleri söylemiş olmayacaktı, söylemeden gidecekti. Çünkü tıpkı diğer âriflerde de olduğu gibi, Mevlânâ’nın da yazmak arzusu, derdi taşımadığını görmekteyiz. Zira ârifler bir şeyi yaşamayı tercih ederler. Yaşamanın lezzeti içerisinde müstağrak olan bir kişi bunu başkasına aktarmayı hem uygun görmez ve hem de bir sevgi hâlini, bir özel hâli, bir mahrem hâli, başkasıyla paylaşmayı ahlâken kendilerine yediremezler. Bunu sadece Mevlânâ’da değil, İbn Arabî’de, Yunus Emre’de, Niyâzî-i Mısrî’de ve sâir birçok ârifte görmekteyiz.

Ancak birçoğuna -İbn Arabî örneğinde de görüleceği üzere- emr-i ilâhî işaretiyle yazdırılıyor. Bu zâtlar bu kitabı yazdıktan sonra, şu şiirleri söyledikten sonra, şunlara güzel bir çeki-düzen vereyim, bir tanzim edeyim, bu kitaba güzel bir isim vereyim, baskısı şöyle olsun, cildi böyle olsun gibi kaygılar taşımadıklarından dolayı söyler geçerler. Bundan dolayı bakın Mevlânâ’nın eserine özel bir isim dahî aramadığını görüyoruz. «Mesnevî» diyor. Mesnevî aslında bir kitaba konacak bir isim değildir. Mesnevî malûm, iki beyitte her bir mısraın sonunun aynı kâfiyede olması ile oluşan kısa vezinli bir şiir söyleyiş tarzıdır.

Mesnevî-i Şerîf’in ulaştığı başarı şüphesiz İslâm irfanına ait en üst ilmeklerden insanlık sırrının açılmasıyla alâkalıdır. Şüphesiz Hıristiyan, Mûsevî vesâir geleneklerde de bir takım metafizik eserler üretilmiştir. Ancak şu gerçek ki, Hıristiyan ve Mûsevîler başta olmak üzede gayr-i müslim uzmanların da itiraf ettiği üzere, Mevlânâ’nın eserlerindeki lezzet ve yüksek seviye hiçbir beşerî eserde görülmemiştir.

Mesnevî, İslâm’a mahsus bir eserdir. Kendisi bunu beyitlerinde açıkça belirtir. Benim eserlerimde Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mirasından başka bir şey aramayınız, der. Nitekim O, “Men bende-i Kur’ân’em” diye başlayan o meşhur rubâîsinde meâlen şöyle söyler:

Kur’ân-ı Kerim bendesiyim ben yaşadıkça,

Yalnızca Muhammed yolunun toprağıyım ben!

Bundan öte bir söz dese her kim, karışıkça,

Israrla şikâyetçiyim ondan ve o sözden!..

Mevlânâ Hazretleri bu rubâîsinde, bağlı bulunduğu çizgiyi net bir şekilde ifade etmektedir. Mevlânâ’ya başka bir çizgi arama beyhûde bir çabadır. Hâsılı, Mesnevî’nin sahip olduğu mıknatıs o hakikat-i Muhammediyye’nin aşk mektebindeki ifadesidir.

Yüzakı: Muhtelif dillere tercüme edilen Mesnevîler, gerçek Mesnevî’yi ne kadar yansıtıyor? Batı dünyası, Mesnevî’ye, gerçekten ondan faydalanmak için mi; yoksa hümanist yaklaşımlarını desteklemek için mi yöneliyor?

Mahmud Erol KILIÇ: Her türlü filozofun, bilgenin, ârifin sözü söylendikten sonra artık insanlığın ortak malı olur. Bu insanlıkta kim ne niyetle anlarsa anlar veya anlamaz. Binâenaleyh Mevlânâ’nın sözleri de, bazılarınca kendi itikat ve inanışlarına uydurulmaya çalışılmıştır. Oysa Mevlânâ’yı doğru anlamak, onu kendi havuzu içerisinde anlamak demektir. Onun buna yönelik de beyitleri vardır zaten. Mesnevî’nin ilk 18 beytinin içinde buna da cevap veriyor:

“Hiç kimse benim derûnumda yatanı araştırmadı. Herkes beni kendine uydurmaya çalıştı. Herkes bana bir yönden baktı. Herkes bana kendi görmek istediği, bakmak istediği şekliyle baktı…” anlamında bir söz söylüyor. Yani onların görmek istediği Mevlânâ değilim ben, diyor.

Muhtelif dillere tercüme edilen Mesnevî’lere gelince, onların gerçek Mesnevîleri ne kadar yansıttığı, tercümede anlayışlar ve aktarışlar nispetinde ne kadar ne yapılabildiğine paralel olarak değişir…

Meselâ: Nicholson’ın İngilizceye yapmış olduğu tercüme, harfî bir tercümedir. Bu hâliyle gerçekten çok güzel bir çalışmadır. Tercümenin ötesinde bir de çok güzel notlandırmaları vardır Nicholson’ın. Kendi müktesebâtı, kendi bilgi kaynakları doğrultusunda geniş şerhler düşmüştür. Nicholson bu tercümeyi en eski nüshalara dayanarak yapmıştır. Konya nüshasını tercümeyi bitirmesine yakın inceleyebilmiştir. Binâenaleyh tavsiye edilebilir.

Lâkin bazı İngiliz yazarlarınca bu tercümenin çok fazla şiiriyet özelliğini gözetmeyip, mânâyı doğru aktarmayı hedeflediğinden dolayı şiir zevki açısından zayıf kaldığı söylenmiştir. Bundan dolayı Nicholson’ın bu tercümesini alıp onu şiiriyet yönünden işleyen yeni tercümeler de yapılmıştır. Bunlar daha çok tutulmuştur. Meselâ: Bugün Amerika’da kitaplarının en fazla sattığı söylenen ve kendisi de şair olan Coleman Barks isimli bir Amerikalı, Nicholson tercümesini alarak bir adaptasyon yapmıştır. Bu yapmış olduğu adaptasyon gerçekten çok zevkli tercümeler hâline gelmiştir ve Coleman Barks tercümeleri hâlâ çok okunmaktadır.

Fransızcada da Havva Hanım’ın (Eva Meyerovitch) yapmış olduğu bir tercüme bulunmaktadır. Fakat bu tam bir tercüme değildir. Fransızcaya tam tercüme İran asıllı bir Fransız olan Emir Müezzî tarafından yapılmıştır.

Gabriel Mandelkhan da Mesnevî’yi İtalyancaya çevirmiştir. Rusçaya, Almancaya, Sırpçaya tercümelerinin yapılmakta olduğunu duyuyorum ama bu diller hakkında bilgim olmadığı için bu tercümeler hakkında iyidir, kötüdür diye bir şey söyleyemeyeceğim.

Yüzakı: Bu noktada; “Gönülleri temiz insanlardan, hakikati sevenlerden başkalarının Mesnevî’ye dokunmalarına müsaade yoktur.” cümlesini değerlendirir misiniz?

Mahmud Erol KILIÇ: Bu, bazı mânevî metinlerin otomatik kilitlenmesidir. Metin, kendini otomatik olarak kilitler. Nâ-ehle, nâdâna o metin kendini kilitler. Bunu yüce kitabımızda da görmekteyiz. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Lâ yemessühû illâ’l-mutahharûn” âyetine göre tathir, yani temizlenme faaliyetinden geçmeyenlerin Kur’ân-ı Kerîm’e dokunamayacağı bildirilir. Bunu hukukçular hukuk düzeyinde algılamak sûretiyle «abdesti olmayanlar dokunamaz.» şeklinde tercüme etmişlerdir ki, Fıkıh Usûlü mantığı açısından doğrudur. Ancak zâhire ait olan bu mânânın rûha ait olan yönü de vardır. Bu birbirinin alternatifi değildir. Her iki mertebedeki anlamı da muhafaza etmek gerekir. Tasavvufî açıdan bakıldığında meshetme, Kur’ân-ı Kerîm’in mevzû ve muhtevasına nüfûz edebilmeyi ifade eder ki, ârifler bu âyeti o şekilde tercüme etmişlerdir. Onun derin anlamlarına nüfûz edebilmek için tathir, temizlenme (nefis temizlenmesi, nefis tezkiyesinden geçmiş olmak) gerekir.

Mesnevî de böyledir, Fusûsu’l-Hikem ve Fütühât-ı Mekkiyye de böyledir… Belirli bir düzeye gelmeyen insanlar bu metinlerden bir şey anlamazlar. Metinlerden bir şey anlamayacakları için de «Mesnevî’ye dokunmalarına müsaade yoktur.» denmiştir. Bu mecâzî olarak söylenmiş bir sözdür. Yoksa ellemesinler, el sürmesinler anlamında değildir. El sürüyorlar zaten, herkes sürüyor. Ama şu bir gerçektir ki, eline alan bazı insanlar: «Ben bu Mesnevî’yi okudum, hiçbir şey anlamadım, hikâye anlatıp duruyor.» veya «Bana uygun olmayan gayr-i ahlâkî ifadeler var.» diyerek elinden atabilmektedir. Tarihte Hâricîlerin bir zümresi vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Yusuf kıssasını kendi Mushaflarından çıkarmışlardı. Bunun vahiy olduğunu inkâr etmiyorlardı. «Vahiydir ancak biz bunu namazda okumayı edebe mugâyir ve ahlâka aykırı görüyoruz.» diyerek -sümme hâşâ- Allah’tan daha ahlâklı olduklarını bir bakıma iddia ediyorlardı.

Rahle-i nebevîden geçmeyen kişi Kur’ân-ı Kerîm’den bir şey anlamamıştır ve onu inkâr etmiştir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmeden evvel, önce Hazret-i Muhammed’in mektebinde eğitilmiş olmak gerekir. Bu durum yüksek hikemî eserler olan Mesnevî-i Şerîf ve Fusûsu’l-Hikem gibi eserler için de geçerlidir. Gerekli tâlimden geçmeksizin bunları eline alıp hakkında yorumlar yapmak yanlıştır. Önce Aşk-ı Mevlânâ’da yanmazsanız Mesnevî size konuşmaz. İrfân-ı Muhyiddîn’den feyz almaksızın, bu potada pişmeksizin, Fusûs, size hiçbir şey söylemez.
Yüzakı: Mevlânâ, böyle bir cümleyi anlamayan, art niyetli muhalifler için söylüyor şüphesiz. Oysa kendisi, kapalı meseleleri bile anlaşılır hâle getirmek için hikâye üslûbuyla idrakleri açmıştır. Hâl böyleyken kimilerinin aydın kimliği ile kalkıp Hazret-i Mevlânâ’ya ve Mesnevî’ye bugün de haksız tenkitler yöneltmesine ne diyorsunuz?
Mahmud Erol KILIÇ: Bu tabiî bir süreçtir. Âyette ne buyurulur: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Dolayısıyla bilgide ve zevkte dereceler vardır. Herkes kendi durduğu yerden hakikate bakar, Hazret-i Peygamber’i anlamak bir seviye işidir. Herkes Hazret-i Peygamber’i anlayamayacağı gibi Urfalı Nâbî’nin tâbiriyle:

Herkes çekemez kemân-ı Muhyiddîn’i…
Herkes Muhyiddîn’i Arabî’nin kemanını yani yayını çekecek pazuya sahip olmadığı için onu anlayamayacaktır. Aynı şekilde herkesin Mevlânâ’yı anlamasını beklemek de beyhûde bir uğraştır. Bu tabiî bir hâdisedir. Tabiî olmayan burada iftiraya varan, Hazret’e -iftira düzeyinde kendi yorumlarını Hazret’e yakıştırmaktan ibaret- olan bu iftiralardır. Ehlullah bundan rencide olur. Hem onlar bunu sîneye çekse bile Hak kabul etmez. Gayretullaha dokunur. Tokat da fena çıkar. Kabağın sahibi var efendiler.

Yüzakı: Mesnevî gibi üst seviyede kaleme alınmış eserlerin hem hâiz oldukları kıymet hem de anlam dünyasının birçok kişiye kapalılığı bu tür eserler üzerinde tarih boyunca sayısız çalışmalar yapılmasını da beraberinde getiriyor. Mesnevî üzerine yapılmış en önemli çalışmalardan bir kısmını sayabilir miyiz?

Mahmud Erol KILIÇ: Sadece birkaç örnek vereyim…

Mesnevî-i Şerîf deyince akla gelen ilk isimlerden birisi hiç şüphesiz İsmail Ankaravî (Rusûhî Dede)’dir. Ankaravî, Mesnevî üzerine farklı özelliklerde eserler kaleme almıştır. Bunlardan en önde geleni Minhâcü’l Fukarâ isimli şerhidir. Yine aynı şahsın Mesnevî’yi seyr u sülûk derecelerine yani nefis mertebelerine göre tanzim ettiği bir kitabı bulunmaktadır: Nisâb-ı Mevlevî adında.. Bunun gibi birçok klâsik şerh ve tasnif örneği saymamız mümkün. Ancak bu bir röportajın hududunu aşan bir mevzu… Sadece şunu söyleyeyim: İrfan geleneğimizde yüzü aşkın Mesnevî Şerhi bulunmaktadır. Bunun en son örneklerinden birisi de son devir Mevlevîlerinden Ahmet Avni Bey’in şerhidir.
Şerhlerden sonra tercümelere gelecek olursak… Diğer dillere yapılmış tercümelerinden bahsettik. Türkçeye yapılan tercümelere baktığımızda iki tür tercüme görmekteyiz. Birisi manzum diğeri ise mensur tercüme… Manzum tercümenin en önde gelenlerinden birisi Nahîfî’nin tercümesidir. Merhum Âmil ÇELEBİOĞLU bu kıymetli çalışmayı kültür dünyamıza kazandırmıştır. Mensur tercümelere ise günümüzden iki örnek Abdulbâkî GÖLPINARLI’nın ve Şefik CAN’ın tercümeleridir. Özellikle Şefik CAN Hoca’nın tercümesi anlaşılırlık noktasından gayet güzel bir çalışmadır. Şiiriyet çok gözetilmemiştir.

Yüzakı: Hocam, bir de şöyle bir önemli nokta var: Mevlânâ’yı ve Mesnevî’yi günümüzde farklı mihraklardan pek çok kimse farklı şekillerde sahipleniyor. Bunu nasıl yorumlamalı? “Ne olursan ol gel!” ifadesindeki maksadı bu çerçevede açıklar mısınız?

Mahmud Erol KILIÇ: Her şeyden önce, Hazret-i Mevlânâ portresini doğru çizmemiz gerekiyor. Bu portreyi ancak kendisinin söylediklerinden yola çıkarak doğru çizebiliriz. Söylediklerinden hareketle ona baktığımızda Hazret-i Muhammed’in mektebine bağlı, silsilesi belli, yolu belli bir ârif görmekteyiz. Bu noktada tablo tümüyle nettir.
Ancak tabiî bazı insanlar kendi tuttukları yolu ve görüşü meşrûlaştırıp kendi propagandalarını yapmak için, böyle bilgelerin isimlerini ve eserlerini kullanabilmektedirler. Bu eserlerden bazı pasajlar siyak ve sibakları cımbızla ayıklanmak sûretiyle öyle bir şekilde ortaya konmaktadır ki, karşınızda bambaşka bir şahsın portresi oluşmaktadır. Ondan dolayıdır ki, Mevlânâ’yı doğru anlamak için onu bütün olarak değerlendirmek gerekir.

Ancak bir de şöyle bir noktayı gözden kaçırmamamız gerekiyor: Bizim âriflerimiz öyle âriflerdir ki, bu aşk mektebinde eriyenler kadar, onları art niyetle ve kötü niyetle alanlar bile bir müddet sonra dönüşürler, değişirler, güzelleşirler.

Malûm-i âlîniz Hazret-i Mevlânâ’ya izafe edilen bir söz vardır: “Ne olursan ol gel!” Bu söz hakikatinde Ebû Saîd Ebû’l-Hayr isimli bir zatın sözüdür. Ancak mânâ olarak Mevlânâ Hazretleri’nin meşrep ve tarîkine çok aykırı bir söz değildir. Çünkü o sözde: “İster putperest ol, isterse Mecûsî… Ne olursan ol gel!” denirken bir şey kastedilmektedir. Gel de, geldiğin gibi öylece kal anlamı yoktur burada. “Sen hele bir gel bakalım, bu eşikten içeriye hele bir adımını at; gerisi bize kalmış…” anlamı vardır. Nitekim Hazret-i Pîr’in dergâhının kapısının üzerinde şu ibâre yer almaktadır. Meâlen:

“Burası âşıklar Kâbe’sidir. Her kim ki buraya nâkıs gelir, buradan kâmil olarak çıkar.” Görüleceği üzre Mevlânâ: «Gel, buraya noksan olarak gel, noksan olarak çık.» demiyor.

Yüzakı: Hocam bu kıymetli ve istifadeli mülâkat için teşekkür ediyoruz.

Mahmud Erol KILIÇ: Ben de aynı şekilde size teşekkür ederim.



YÜZAKI Dergisi'nde yayınlanmıştır.

http://semazen.net/yazar_yazi.php?id=238

25 Şubat 2008 Pazartesi

Hz. Şemsden

38- Arif herkesin halini ve makamını bilir:

Gel! Bana söyle güneşin doğuşu ve evren nasıl oluşur? Acaba astrogların dediği gibi mi; yoksa Kur’ân’ın zahiri anlamına göre mi anlamalıyız?

Gel, bir bakalım; müminler araştırmacı olurlar. Astrologlar ne diyorlarsa kabul etmek gerek. Örneğin: birisi Şafi’dir, ama Hanefilik’te faydalı bir şey buldu ve onda yarar görmektedir. Eğer kabul etmezse inatçılık yapmış olur.

Arifler herkesin halinden anlar. Duyduğu her söze güler zira konuşanın hangi seviyede (makamda) olduğunu bilir ve kendisinin o makamda takılıp kalmadığını bilip şükreder.
Arifin bir sürü kulu(müridi) vardır ve o onların hallerini iyi bilir. Onların her birinden hikmet ve bilgi ister, ama müritler onun halini bilmezler. Aynı şekilde bir başkası var ki, o arif bilir ve görür fakat kendisini ancak Allah’dan başkası bilmez (Mak.M.183)

Sh.49

'Kul hakkı ile karşıma gelme'

http://www.haber10.com/makale/10418

'Kul hakkı ile karşıma gelme'
İhsan Eliaçık

Türkiye’de, herhangi bir kahvehaneye gidin, yandaki masadan, ortalama bir vatandaşın şöyle dediğini duyabilirsiniz; “Ne demiş Cenab-ı Hak; ‘Kul hakkıyla karşıma gelme!”


Nerede demiş? Hangi ayette demiş? diye itiraz etmenize gerek yok, çünkü bu söz, tam da Kur’an’ın ruhununun Müslüman halk muhayyilesinde yoğrularak dile gelmiş ifadesidir.


Türkçe’de deyim haline gelmiş böyle sözler çoktur; “Harama uçkur çözme”, “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yeme”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste”, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça; Hak bela yazmaz kul azmadıkça” gibi…


Bunların her biri aslında birer ayettir.


Hele “Kul hakkıyla karşıma gelme” sözü, tümüyle Kur’an’ın ruhunu yansıtır.


Burada şu denmek istenir; “Sakın kul hakkı yeme çünkü Allah kul hakkı yemeyi affetmez.”


Kimi dinî cemaat ortamlarında ise şu ayet popülerdir; “Allah şirk dışında bütün günahları affeder.”


Peki, Allah’ın “Affetmem” dediği suç ve günah hangisidir?


Acaba Allah, kendine karşı işlenen günaha mı (şirk), yoksa insanların birbirine karşı işlediği günaha mı (kul hakkı) “Affetmem” demektedir?


***


Bu, şunun için önemli…


Mesela, devlet, kendine karşı işlenen “devletin manevî şahsiyetini tahkir ve tezyif” gibi suçları affetmiyor da insanların birbirine karşı işlediği adam öldürme, hırsızlık, yolsuzluk, gasp, tecavüz gibi suçları affedebiliyor.


“Devlete karşı suç (şirk!) affedilmez, gerisi önemli değil” diyen siyasi anlayışla, “Allah’a karşı şirk affedilmez, gerisi önemli değil” diyen dinî anlayış arasında bir paralellik ve mantık birliği var.


Böylesi bir siyasî anlayışın aslında dinî anlayıştan yani Tanrı ve devlet tasavvurundan türediğini (kaynaklandığını) düşünüyorum.


Çünkü Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı ve T.C devlet tasavvurları tek bir tarihsel zaman süreci içinde “görüngü” değişikliğine uğramış ve fakat Tanrı ve devlet anlayışları hiç değişmemiş…


Asıl “derin devlet” de budur.


Bunun değişmesi için “derine” inilmesi; Tanrı ve devlet tasavvurlarının sorgulanması gerekmektedir.


***


Şimdi, işin köklerine inelim bakalım durum gerçekten öyle mi?


Kur’an’da 324 yerde “zulüm”, 174 yerde de “şirk” kavramı geçer.


Zulüm “ötekine haksızlık yapmak”, şirk de “Allah’a ortak koşmak” demek…


Kur’an’da bu iki kavramın nerede ve nasıl kullanıldığına baktığımızda, ikisi hakkında da “affetmez” dendiğini görüyoruz.


Mesela; “Zulmedenleri Allah affetmez ve onlara bir yol da göstermez.” (Nisa; 4/168) ve “Allah ortak koşanları affetmez, bundan başka dilediğini (layık gördüğünü) affeder.” (Nisa; 4/48).


Bununla ne kastedildiğini anlamak için Kur’an’ın Kur’an ile tefsirine gittiğimizde ötekine karşı “zulüm” ile ilgili bir affın olabildiğine dair başkaca bir açıklama göremezken, Allah’a karşı “şirk” ile ilgili affın olabildiğine dair şu ayeti görüyoruz;


“Kendilerine apaçık deliller gelmesinin ardından tuttular buzağıyı tanrı edindiler. Biz bunu da affettik ve Mûsâ'ya apaçık bir güç ve yetki verdik.” (Nisa; 4/53)


Keza Kur’an’da zulmün üç anlamda kullanıldığını görüyoruz; Allah’a karşı haksızlık, kendi nefsine karşı haksızlık ve öteki (insanlara) karşı haksızlık…


Buradan ilk ikisi için tek yanlı af ve mağfiret yolunun açık, ancak üçüncüsü için hakkını yediği kişiden daha dünyadayken helallik dilemedi ve bunu sonraki davranışları ile de ispat etmedi ise tek yanlı af ve mağfiret yolunun kapalı olduğunu görüyoruz.


Yani tabiri caizse “Bana veya kendi nefsinize karşı işlediğiniz suçları affedebilirim, ama kul hakkı ile karşıma gelmişseniz sizi ben bile kurtaramam. Bu, kurtarmaya gücüm yetmediğinden dolayı değil; kullarıma (insanlara) gösterdiğim saygı ile hak ve özgürlüklerin katımdaki değerinden dolayı böyledir.” denmek isteniyor.


Bunu şu tür ayetlerden çıkarıyoruz;


“İnsanlara zulmedenlere ve yeryüzünde zorbalık yapanlara yol yoktur. Onlara elem dolu azap vardır.” (Şura; 42/42)


“Senin Rabbin, halkı birbirine iyilik, güzellik, doğrulukla muamele ettikçe bir beldeyi zulüm (şirk) sebebiyle helak etmez, olacak şey değil!” (Hud; 11/117)


Yani: Allah, birbirlerine dürüst davrandıkları, aralarındaki muameleleri düzgün yaptıkları sürece yani birbirlerine zulmetmedikleri sürece bir beldenin halkını, örneğin sırf inkar etmeleri veya şirk koşmaları yüzünden helak etmez…

Razi, ayette geçen “zulüm”ün şirk anlamında kullanıldığını söyler ve buna şu ayeti örnek gösterir; “Şirk en büyük zulümdür; kuşku yok” (Lokman; 13). Ve ekler: Çünkü Allah’ın hakları (hukukullah) hoşgörü ve kolaylığa dayanır. Fakat insanların hakları (hukuku’l-ibad) inceden inceye elemeye ve sıkı tutmaya dayanır. Nitekim bir hadiste “Hâkimiyet küfürle devam eder ama zulümle devam etmez” buyurulmuştur (Razi).


Razi’nin dediği gibi aksi halde ayette çelişki ortaya çıkıyor. Çünkü iyilik, güzellik, doğruluk üzere olanlar (muslihun) zaten zulümden kaçınmış olanlardır. Demek ki bu ayetteki zulüm şirk anlamındadır. Burada Allah’ a karşı işlenen suç (şirk) ile insanların birbirine karşı işledikleri suçlar karşılaştırılmakta ve “Siz asıl birbirinize karşı davranışlarınıza bakın, Bana karşı davranışınız Bana kalmış.” denmek istemektedir.


Keza şu ayetler de bunu teyid ediyor; “Zulmedenlerin mazeret beyan edip yola gelmeleri için o gün artık çok geç!” (Rum; 57), “O, dilediği kimseyi sevgi ve merhametine alır zalimlere ise elem dolu bir azap hazırlamıştır.” (İnsan; 77/31).


Yine Kur’an’da insanlara önderlik etmenin ölçüsünün soy sop değil; adalet-zulüm ölçütü olduğunu görüyoruz;


“Bir zamanlar, Rabbi İbrahim’i bir takım olaylarla sınamış, kendini ispat edince ‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’ demişti. ‘Soyumdan da önderler yap.’ deyince Allah, ‘Zalimler önder olamaz’ buyurmuştu.” (Bakara; 2/124).


Yani: Ey “Tanrı ile yürüyen”in (İsrail) torunları olduklarını iddia edenler! Keza Ey “Allah’a kulak veren”in (İsmail) torunları olduklarını iddia edenler! Ey “Sevgi ve merhametin babası”nı (Ebrahim) ataları olarak kabul edenler! Dinleyin: Allah İbrahim’i sizden iki bin yıl önce tıpkı bu yetim Muhammed (s.a.v) gibi doğruluk ve dürüstlük (el-emin) üzere buldu. Onun Allah’ın yani vicdanın ve merhametin evrensel sesi olabileceğini gördü. Buna lâyık olduğunu gösterdi. İbrahim’le birlikte büyük bir yürüyüş başlattı. Onu iyilik ve adalet timsali olarak insanlığa önder yapacağına söz verdi. İbrahim soyumu da önder yap diye talepte bulununca ona, iyilik ve adalet yolundan ayrılanlar, zalimler önder olamaz dedi. Bu nedenle yeryüzünde seçilmiş bir soy yoktur. Kim iyilik ve adaleti ayağa dikerse, kim vicdan merhametin sesi olursa, kim doğruluk, dürüstlük yolunda yürürse ancak onlar insanlığa öncülük etmeye lâyıktır. Soyunuzla övünmeyi bırakın. İsrail oğulları veya İsmail oğulları olmak sizi kurtarmaz. Nitekim siz İsrail oğulları “Allah ile yürüyüşü” terk ettiniz; kuruntularınızla, vehimlerinzle yürüyorsunuz. Siz İsmail oğulları da “Allah’a kulak vermeyi” bıraktınız; Kâbe’yi putlarla doldurup Lat’a, Menat’a, Hubel’e kulak veriyorsunuz. Şu halde sevgi ve merhametin babası İbrahim’in yolunu sürdüren, küllenmiş o köze yeniden üfleyen işte şu aranızdaki yetim Muhammed (s.a.v) dir. Artık sevgi ve merhametin yeni sesi budur. Kuruntularınızı bir kenara bırakıp söylediklerine kulak verin, onun yürüyüşüne katılın…


Yine zulmedenlerden başkasına düşmanlık beslenemeyeceğini, dahası “savaşın” yegane sebebinin inkar, şirk veya başka dine mensup olma değil; baskı, zulüm ve zorbalık olduğunu okuyoruz;


“Hiçbir fitne (zulüm ve zorbalık) kalmayıncaya ve din (adalet) Allah için sağlanıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara; 2/193)


Yani: Halka eziyet eden, insanları baskı ve zulüm altında inleten, bundan vazgeçmeye niyetli olmadığını da her defasında ispat eden zorbalara anladığı dilden cevap vermeniz gerekiyor. Barış için gerekirse savaşmaktan çekinmemelisiniz. Unutmayın, savaşın bir tek sebebi vardır; baskı, zulüm ve zorbalık… Bunun dışında kimseye durduk yere saldırmayın…


Bu ayet bu şekilde yorumlanmazsa “Dinde zorlama yoktur” (Bakara; 2/256) ilkesi ile çelişilmiş olur. Zira fitnenin (zulüm ve zorbalık) zıddı adalettir.


***


Görülüyor ki Kur’an “zulüm” kavramına olağanüstü bir vurgu yapıyor. “Şirk en büyük zulümdür” demesinden de anlaşılacağı gibi, zulmü şirkten daha büyük bir suç ve günah olarak görüyor. Yeryüzün önderliğini (devlet, siyaset) ve savaşın yegane meşru sebebini buna bağlıyor. Ve nihayet ahirette affedilmeyecek yegane suç ve günahın da “zulüm” olduğunu söylüyor.


Zulüm kavramına kısaca “bir hakkı yerinden oynatmak; kul (insan) hakkı yemek” diyoruz. Adalet de yenen hakkın iadesi, yerine konması oluyor. Onun için tarih boyunca vahyolunan şeriatlar (hukuk) insanların canlarını, mallarını, akıllarını, nesillerini, dinlerini, ırz ve namuslarını koruma altına alıcı hükümler vazediyor. Dünyanın bununla ayakta durabileceğini, insanlığın, bu sayede, insanlıktan çıkmadan yoluna devam edebileceğini hatırlatıyor.


Demek ki Allah, kendine karşı işlenen suçlar dahil tüm günahları layık gördüğüne (dilediğine) affedeceğini söylüyor. O’nun merhametinden başka bir şey bu hususta kurtarıcı değildir.


Fakat kul hakkı yemeyi (zulmü), hakkı yenene sormadan affetmeyeceğini ısrarla hatırlatıyor. Bu hususta hakkı yenene (mazluma, mağdura) hem dünyada hem ahirette yetki (insiyatif) verdiğini, çünkü hak sahibinin o olduğunu söylüyor.


Bunun için de “Kul hakkıyla karşıma gelme” diyor.


Demek ki “Mazluma dini sorulmaz”, “Mazlumun ahından arş çatlar”, “Mazlumun bedduasından sakının, Onun ile Allah arasında perde yoktur”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” diye boşuna denmemiş. Tabiri caizse Kitap’ın “ciğerinden” konuşan sözler bunlar…


Demek ki “Kul hakkıyla karşıma gelme” diyen vatandaş acayip derinden konuşuyor. Gerçi “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında/ Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında” vaziyetlerinde, ama olsun o kadar…


İşlediği zulüm ayyuka çıkanların vay haline!


Ömrü kul hakkı yemekle geçenlerin vay haline!

23 Şubat 2008 Cumartesi

MOON” OLAYININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ VE “KÜLTLER”

“MOON” OLAYININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ VE “KÜLTLER”
11 Nisan 2002
Alev Alatlı

[ZAMAN]





Merkezi Londra’da olan “Kült Enformasyon Merkezi” (Cult Information Center, CIC) kült‘ü, “yakın bir tarihte, karizmatik bir liderin önderliğinde ortaya çıkan, militan dini/ideolojik örgütlenme” olarak tanımlar. Diğer bir anlatımla, “tarikat olma yolunda ama henüz yeterince itibar kazanmamış, taraftar toplayamamış bir oluşum.”


Bir örgütlenmenin kült sayılması için beş kritere uyması gereği öneriliyor:

1) örgütün üyelerini psikolojik baskı uygulayarak devşiriyor ve kendisine bağlı tutuyor olması,

2)cemaatin seçkinci totaliter bir yapısı olması,

3)liderinin kerâmeti kendinden menkûl, dogmatik, mesihi, sorgulanamaz ve karizmatik olması birisi olması,

4) amaçların araçları caiz kıldığı inancıyla para toplamada ya da üye devşirmede her yolu mübâh sayıyor olmaları,

5)örgüt fonlarının liderde toplanması ve üyelerin bu fonlardan yararlanamıyor olmaları.


CIC kriterlerine uygun ilk kült örneklerine 1990’ların sonralarında rastlıyoruz. Bunların en iyi bilinenlerinden birisi, Jonestown’da, dokuzyüz onüç müridini siyanürlü portakal suyu ile intihara sevkeden vaiz Jim Jones’un kültü. Bir diğeri, San Diego, California’daki “Cennet’in Kapısı kültü.” Bu kültün otuzdokuz üyesi de topluca intihar etmişlerdi. Daha sonra Waco, Texas’daki Cennet’in Elçiliği Kilisesi vaizi John Joe Gray’in “Branch Davidians” kültü. Bu üçüncüsü devasa bir cephaneliği de olan büyük bir çiftliğe kapanmışlar, elektrik dahil, tüm ihtiyaçlarını kendileri karşılıyorlardı. Devlet’ten bütünüyle bağımsızdılar, hiçbir müdahale kabul etmiyorlardı. Vaiz Gray’in bir polis memuruyla takışması sonucu çıkan olaylarda, Birleşik Devletler Savunma Bakanlığı, Hazine Bakanlığı ve FBI’ya bağlı özel timlere üç hafta direnmişler, sonunda kadın, erkek ve çocuklardan oluşan seksen kişi yanarak ölmüşlerdi.


Batılı örneklerinde rastlanılan kült mensuplarının temel özellikleri, hali vakti yerinde ailelerden, iyi eğitimli, zeki ve idealist kişiler olmaları. CIC, kült’lerin bu nitelikteki insanları ortalama üç-dört gün içinde devşirdiklerini saptamış durumda. Öte yandan, kültten ayrılmak girmekten daha güç. Ayrılmayı başaranlarda ‘Enformasyon Hastalığı’ denilen bir illete rastlanıyor. Enformasyon Hastalığı’nın belirtileri, hayaller, vehimler, uykusuzluk, unutkanlık, suçluluk duygusu, örgüt korkusu, duygusal patlamalar, kadınlarda adet bozuklukları, her iki cinste de cinsel sorunlar ve tedavi süresi belirsiz.


Kültler, “Zihin Kontrolu” diye bilinen yöntemi kullanıyorlar. Zihin kontrolunun silâhları, arkadaş baskısı, sevgi/aşk gösterisi, eski değerlerin reddi, akıl karıştırıcı söylemler, metafiziksel iletişim, kişinin mahremiyetinin ortadan kaldırılması, zaman kavramının yitimi, utanç duygularının yitimi, katı kurallar, aşağılanma, uykusuz bırakılma, ilişkilerin yön değiştirmesi, zikir, günah çıkartma, parasal yükümlülükler, suçlanma, tecrit, emir/komuta zinciri, gıda rejimi değişikliği, oyunlar, soru sorma yasağı, suçluluk duygularının kamçılanması, korku, giyim kuralları/üniforma ve hipnoz. Geçmiş kişiliğinden böylece ‘kopan’ kült taliplisi her türlü telkine açık hale geliyor.


İyi tanınan bir örnek, Amerika Birleşik Devletlerindeki “Trevnoc” kültü. Bu kült, devşirdiği genç kızların saçlarını kazıtıyor, özel üniformalar giydiriyor, isimlerini yabancı/Anglo-Sakson olmayan isimlerle değiştiriyor, üyelerinden mallarını dağıtmalarını, sert hasırlarda yatmalarını, vb. istiyor. Trevnoc üyelerinin aileleri ile görüşmeleri yasak. Kızlar belirli bir yaştan sonra sembolik olarak kültün ölmüş kurucusu ile evleniyorlar.


CIC’nin “Zihin Kontrolü”nü başarıyla uyguladığını saptadığını söylediği kültlerin sayısı İngiltere’de beşyüz, Amerika’da, ikibin beşyüzün üstünde ve üye sayıları çok daha büyük. Örneğin, “Scientologistler’in sekiz milyon üyesi olduğu hesaplanıyor. Üç bin kiliseleri, yüz yirmi ülkede misyoner irtibat ofisleri var.


Batı dünyasının en büyük kültlerinden birisi olan Scientologistler, 1954 Şubat’ında, Los Angeles’de, 1911 Tilden, Nebraska doğumlu, Lafayette Ronald Hubbard ve onsekiz havarisi tarafından kuruluyor. Hubbard, ikiyüzden fazla bilim-kurgu, gerilim, polisiye, macera romanı ve bir de o kadar da makalesi olan bir yazar. “Dianetics” ve “Scientology” araştırmalarının temelini 1938’de kaleme aldığı “Excalibur” başlıklı makalesi, teşkil ediyor. “Excalibur,” efsanevi Britanya Kralı, Yuvarlak Masa şövalyelerinin başı King Arthur’un kayadan çekip çıkarttığı güç sembolü bir kılıcın adı. Bizim kültürümüzdeki, örneğin, “zülfikâr” olarak düşünülebilir.


Scientologistler, “Zihin Kontrolu”nu “Auditor” dedikleri “Denetçi”ler aracılığı ile uyguluyorlar. Denetçiler, külte katılmak isteyenlere kişiye-özel istişare programları hazırlıyorlar. İstişarenin amacı, taliplinin hayatını gözden geçirmesi, kendisiyle yüzleşme yeteneği kazanması. Üye adayı, böylece hayatına damgasını vurmuş olan enigmaların/olayların etkisinden kurtuluyor ve “Clear” yani “Berrak” oluyor. ‘Berraklık’ mertebesine erişen talibin bir sonraki aşaması müridlik. Buradan “OT” dedikleri mertebeye geçiliyor. “OT” bedenini ve zihnini terkedebilen “Thetan,” yani ruh.


Thetan, “bakmadan görebiliyor, işitmeden duyabiliyor,” vs. Bu çerçevede, Scientology’de kitaplı dinlerin İsa dahil tüm peygamberleri ve Buda gibi diğer büyük dini liderler, “Berraklık” mertebesinin biraz üstüne çıkmış insanlar olarak kabul görüyorlar. Allah’ın varlığına inandıklarını ifade ediyorlar, ancak sıfatlarını belirtmiyorlar. Cennet, cehennem yok. Re-enkarnasyon, var. “Berraklık” mertebesine ulaşan kişinin doğum-ölüm silsilesinden kurtulacağı telkin ediliyor.
Denetçi’nin uyguladığı program, ayrıntılı ve ödünsüz. Seanslarda “Elektro-psikometre” denilen bir özel bir aygıt kullanılıyor. “Elektro-psikometre”nin patenti Volny Mathieson isimli bir kült üyesi tarafından 1966 yılında alınmış. “Aygıt,” denetçiler tarafından üyelerin “ruhsal sıkıntı merkezlerini saptamak için kullanıyor.”


Kültlerin bu denli yaygınlaşmalarının nedeni 1950’lerden itibaren Batılı halkların Hıristiyanlık’a yabancılaşıyor, hatta düşmanca tavır almaya başlamaları ile açıklanıyor. “New Age Hareketi,” ya da “NAM” denilen dönüşüm, Hinduizm, Budizm, Taoizm ve “Occultism”in* maddeci Batı kültürüne uyarlanmasından oluşan çok yönlü bir dini/felsefi sentez.


“Occultism,” ‘ruhların dünyasına ve Kâinat’ın sırlarına dair batıni bilgileri temel alan teoriler, uygulamalar ve ritüeller’ olarak tarif ediliyor. Büyücülük, ispritizma, falcılık, ruh çağırma gibi Mukaddes Kitap’ın kesin olarak yasakladığı yöntemler kullanılıyor. ‘New Age’ tanımlaması da astrolojiden alınma: dünyanın ve Kâinat’ın ‘aklı’ temsil eden Balık Burcu çağından, maneviyatı, mutluluğu ve ahengi temsil eden Kova Burcu çağına evrilmek üzere olduğu iddia ediliyor. New Age Hareketi’nin kökenleri Eski Ahit, Tekvin: Sure 3, Ayet, 1-5. İnsanın şeytana uyup elmayı yediği için günahkâr olduğuna/doğduğuna inanmıyorlar. “İnsan özü itibariyle ilâhi ve mükemmeldir. Allah’a uzaklığı kendi özündeki sonsuz potansiyeli tanıyamamasından,” deniyor. “Oysa, Kâinat’ın sırlarının bilgisi ile aydınlanan insan ‘Allah gibi’ olabilir.”


Günümüzün Batı dünyasında NAM, tıp, psikoloji, sosyoloji, ekoloji, bilim, sanat, eğitim, medya, eğlence, spor ve hatta yönetimde yüzlerce grup tarafından değişik şekillerde temsil ediliyor. “Christian Science” ve “Unity” mezheplerinde olduğu gibi açık, “Büyücülük” uygulamasında olduğu gibi nisbeten gizli olabiliyor. Transandantal Meditasyon, holistik tıp, holistik eğitim sıfatları altında akademik çevrelerde görülebiliyor. Kitleleri etkileyen taraftarlarının arasında Carlos Castanada, Beatles ve Shirley Maclaine en önemlilerinden. Maclaine’in, Hazreti İsa’nın suskun olduğu yıllarda Hindistan’a gittiği, oradaki “üstatlar”dan New Age doktrinlerini öğrendiği şeklindeki iddiası büyük taraftar topluyor.
Günümüz Batı dünyası halklarının yüzde otuz altısının astrolojinin “bilimsel” olduğuna, yüzde yirmibeşinin reenkarnasyona inandığını düşünürsek, “New Age”in yaygınlığı hakkında bir tahminde bulunabiliriz.
Kült Enformasyon Merkezi, NAM’ın saklı işaretleri olduğu konusunda da uyarıyor. “Astroloji, nefes, siyah-beyaz büyü, bio-enerji, Brahman, Budizm, şakralar, Çi, İsa-Bilinçliliği, Christian Science, Church Universal and Triumphant, kristaller, Druidizm, Doğu Mistisizmi, ESP, est, uzaylılar, Forum, ateşte yürüme, Gaia, Gnostikler, Hare Krişna, yüksek bilinç, Hinduizm, insan potansiyeli hareketi, Kaballa, karma, Magick, Zihin Bilim, Kızılderili maneviyatçılığı, ölüm tecrübesi, neo-putperestlik, nirvana, parapsikoloji, prana, psi, medyum, refleksoloji, reiki, reenkarnasyon, Dinsel Bilim, şamanizm, Silva Zihin Kontrolu, ispiritizma, Tai Çi, Taoizm, tarot kartları, Teosofi, tedavi teması, Transandental Meditasyon, transpersonal psikoloji, UFO’lar, Unity School of Christianity, Büyücülük, yin-yang, Yoga ve Zen” bu işaretlerden sayılıyor.


Tahmin edilebileceği gibi, Vatikan, kültlere karşı mücadele yürütüyor. Kardinal Joseph H. Retinger, bu mücadelenin etkin isimlerinden birisi. “’Hakikat’in bireysel ve göreceli olduğu telkin edilen New Age taliplerine, bireyler olarak yaklaşıyoruz,” diye anlatıyor. “Dönüşüm ve asimilasyon sürecinde olan kült üyelerini tanımaya çalışıyoruz. Dini arkaplanları nedir? Hayatlarında onları NAM’a iten ne gibi hadiseler var? Hangi kitaplardan, insanlardan, fikirlerden, deneyimlerden etkilenmişler? Bu sorulara verdikleri cevapların biz Hıristiyanların New Ager’lara yol göstermelerine yardımcı olacağını umuyoruz. Epistemolojiyi öne çıkarıyoruz. Göreceliğin akıl dışı olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. İnançlarındaki fiili ve tarihi yanlışlıkları, Hıristiyan dünya görüşünü reddetmek suretiyle içine düştükleri tutarsızlıkları gösteriyoruz. Gerçek Allah, İsa ve Kitap ile kendi inançları arasındaki farkı net olarak ortaya koymaya çalışıyoruz ki, meselelerin üstünü örtemesinler ve bir Hıristiyan olmakla bir New Ager olmak arasındaki farkı kesin olarak görsünler, seçimlerini kâfirlikten yana yaptıklarının ayırdına varsınlar. İncil’in reenkarnasyonu reddettiğini bilsinler. Dirilme ile reenkarnasyonun arasındaki farkı anlasınlar. Allah’ın onların iddia ettikleri gibi kişisel olmayan bir güçten ibaret olması durumunda sevginin ve merhametin anlamsızlaştığını idrak etsinler. Sürekli duanın ruhun kurtuluşu için şart olduğunu bilsinler. İnsanların Allah’ın mağfireti ile salâha ereceğini bilsinler.” (sürecek)

19 Şubat 2008 Salı

Şems-i Tebrizi Hz.lerinden

35- Allah her an yeni bir buluş ve iş peşindedir:

Ey dürüst arayıcı gönlünü hoş tut zira gönülleri mutlu eden (Allah) senin işini tamamlaman ve hayra ulaşman için senin yanındadır. Kur’ân’ da söylendiği gibi ,“ O her an yeni buluş ve iş peşindedir (55/29). O bir işte ya arayan (talip) ya da aranan (matlup)dır. Eğer birisi bu konuda bir başka şık önerirse aptallık etmiş olur. Ne var ki aptal kendini görmez. Allah nuru ile görenler, bu âlemde hüner ve ince düşünce olarak görünen nesnelerin burada yok olduktan sonra öteki âlemde aldatıcı birer perdeden ibaret olduklarını görecekler.

Öyle ise et sadık dost! Allah senin işlerini açıkça ve gizlice takip etmektedir. Senin bir kaybın yok. “İşler sizin isteğinize göre değil, ancak âlemlerin Rabb’ ının isteği ile tamamlanır” (81/29) âyeti ile “Ey Mustafa (S.A.V.) sen isteyince biz onu istedik” sözleri geçerlidir. Bu konuda kişisel nefse ve hevese yer yoktur. Kimilerine göre “Sizin isteğinize göre değil” ifadesi ashap ve ümmete hitap eder; yani ‘ Allah elçisi olmadan siz kendiniz yol bulamazsınız’ Sırlar hazinesi Muhammed (S.A.V.) olmadan ne açılır ne de kapanır.(Mak.M.97)

sh.48-49

39- İnsan aklı, Allah’ı idrak edemez:

Allah âlemi çok geniş ve büyüktür. Sen onu bir kutuya kapattın ve dedin ki, “İşte benim aklım ancak bu kadarını anlar”. Böylece aklın Yaratıcısını kendi küçük aklına hapsetmiş oldun. Peygamber senin düşündüğün gibi değildir; o senin peygamberindir, Allah’ın değildir. Sen hayalindeki resmi inceledin, dostun resmini değil. Sen kendi sayfanı okudun, dostununkini değil (Mak.M.738).

s.50

21- Fakr’ın anlamı :

Şimdi ‘ Fakrını tamamlayanlar Allah olur’ gibi ifadeler gelelim. Bu sözün asıl anlamı “ Fakr (istek ve muhtaçlık) yok olunca Allah belirir; O’nu bulursun ve görürsün”. Yani Allah olursun demek değildir. Diğer bir deyişle ‘ Eğer fakrı tamamlarsan Allah’a ulaşırsın’. Eğer bu ifade yanlış ise o zaman seninle Hiristiyan arasında ne fark kalır? Hz.İsa , Hallac-ı Mansur’dan da, Beyazıt’tan da ve hatta diğerlerinden de hafif bir ruha sahipti. Şu halde Hiristiyan “ İsa Allah’dır veya Allah’ın oğlu’dur” dediği için onu niye azarlarsın? Sen de buna benzer sözler söylüyorsun. Sonuç olarak, “Kim ki fakrı tamamlarsa Allah’ a ulaşır” bunun anlamı şudur: Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan arınır ve böylece Allah’a kavuşur. Ama hâşa! Allah olmak değildir, belki O’nun yoluna girmektir. (Mak.A.128;Kon.197)

Not: Burada Şems, Hind vahdeti-i vücudu ve hulul felsefesini ret ediyor. Bu konuda Mevlâna da Şems’in yolunu izlermiştir.

Şems-i Tebrizi’nin Öğretileri- Prof.Dr. Erkan Türkmen S.41- 2007

10 Şubat 2008 Pazar

Mesnev-i Şerifden Seçmeler

2071 Bu her şeyi mübah sayış, her yana bu topluluktan yayıldı da her kalleş bozguncuya da ruhsat fetvâsı kesildi.
Nerde Peygamber’in ashâbının yolu – yordamı; nerde namaz, tespih, nerde onun edebleri?

2071 – 2072. Her şeyi mübah saymaya “İbâha”, bu yolu tutana ve tutanlara “İbahî – İbâhiyyun”, bu yola da “ İbâhıyye” denir. Vahdet-i Vücut inancında aşırı gidenler göre her varlık, Hakk’ın zuhûrudur. Onlarca yapılan işleri, gerçekte yapan Tanrı’dır ve efâl, yâni işler, sıfatların zuhûrundan başka bir şey değildir; sıfatlarsa, zâtın zuhûru olduğundan, her şey O’dur; âlemdeki tezatlar, Tanrı’nın Esmâ ve sıfâtındaki tekabülden (karşılaşmadan) meydana gelir; çünkü Tanrı, hem acıyıcıdır, hem kahredici; hem verendir, hem vermeyen; hem diriltendir, hem öldüren… Bu bakımdan hayır, şer, lûtuf, kahır, hep nisbî ve izâfîdir ve herkes, istîdadına, yâni mazhariyetine göre iş yapar ve yaptığı iş, kendi mazhariyetine göre doğrudur, yerindedir. Bu inanç, âlemi Tanrı tanımak bakımından maddeciliğin ta kendisi olduğu gibi her işi, yapanına göre doğru ve yerinde bilmek bakımından da İbâhaya varır. Bu aşırı inancı, Şerîatçılar kabûl etmedikleri gibi Vahdet inacını şer’î bir şekilde kabûl eden Tasavvuf ehli de reddeder. Bu aşırı inançta, emir, nehiy kalmaz ve şerîatın, âlemin nizâmı için konmuş kanunlar olduğu kanaâti belirir. Mevlânâ, böyle hiç düşünmemiştir. Yunan felsefesinin İslâma tatbıykı gayretinden, hattâ dînî inanç ve hükümleri, dînî gibi gösterilen yorumlarla yıkmak gayretinden doğan ve İsmâîlîlerin Bâtınî kolu tarafından hayâta da uygulandırılan Hukemâ felsefesi, tasavvufa da tesîr etmiş, bu çeşit sûfiler, İbâha yolunu tutmuşlardır. Mevlânâ bu beyitlerde, bunları kınamaktadır. (Bâtınîlik için “Sımava Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin” adlı eserimizin “Sunuş” bölümünün II. kısmına; s. 12-30; Vahdet-i Vücut için I. c. in 18. beytinin ve 602-620. b. lerin ş. bk.)

Mesnevî Tercemesi ve Şerhi –Abdülbâki Gölpınarlı cilt 6

Batı dünyasında neler oluyor?

1800'lü yıllarda "Tanrı'nın ölümü" ile sarsılan Batı dünyası, 1900'lerde "İnsanoğlunun Çöküşü"ne şahit olur. Siyaset dinden ayrışır; dinî inanç, "özel tercih" meselesine dönüşür; merkezine insanlığı alan laik siyaset felsefesi, Tanrı'yı temel alan ilâhiyat siyasetinin yerine geçer.



Ancak, laik siyaset felsefesinin de bir inanca ihtiyacı vardır; bu inanç, insanoğlunun akla uygun hareket edebileceği, ahlâk sahibi olabilmek için uzak bir tanrının direktiflerine ihtiyacı olmadığı inancıdır. Gelin görün ki, yirminci yüzyıl, iki büyük dünya savaşı, atom bombası, soykırımlar, ekonomik krizler, diktatörlükler vb. felâketlerle insanoğlunun ferasetine duyulan inancı da sarsmayı başarır. Harvard Üniversitesi'nin sosyoloji fakültesinin Rus asıllı kurucusu Pitirim Sorokin, (1) çağın ruhunu şu cümlelerle özetler: "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra olan bitenin beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum. Beklediğim, barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden şekillenmesiydi, kanlı ihtilâller değil. Hümanizmaydı, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, keyfi diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil!" (2) Aynı yıllarda yazan (1947) şair W.H. Auden'in(3) demesiyle, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyılların "gün-ışığı dünyası," yirminci yüzyılda "gece-karanlığı dünyasına" dönüşmüş, "Endişe Çağı"na (Age of Anxiety) girilmiştir.

Ülkemiz entelijensiyasının gündeminde hemen hiç yer almayan "Endişe Çağı," Batı insanının ruhsal yalnızlık çektiği, olayların kontrolundan çıktığını hissettiği ruh hali olarak tanımlanır. Ondokuzuncu yüzyılda kendisini "yeryüzünün sahibi" olarak gören, (1880 itibariyle dünyanın %85'inin sömürgeleştirilmiş olduğunu hatırlayalım) bilimsel ilerlemelerle müftehir, hali vakti yerinde ben-merkezci Avrupalısı gitmiş, onun yerini kendi dışında oluşan olayların etkisiyle savrulduğunu hisseden, geleceğin nasıl şekilleneceğini kestiremeyen, olayları yönlendirememekten korkan bireyler almıştır. Benzeri endişeler, milletler ve medeniyetler söz konusu olduğunda da geçerlidir. Toplumlara yollarını kaybettikleri, siyasi ve ekonomik geleceklerinin kendi ellerinden çıktığı, başka birilerine tabi oldukları şeklindeki duygu yerleşirken, Batı medeniyetinin inişe geçtiğini hatta öldüğünü iddia eden tezler belirir. Önce Hıristiyan, sonra da sosyalizme revaç vermek suretiyle burjuva ahlâkını tepen Avrupa insanının başvurabileceği bir değerler sistemi kalmamış gibidir. George Orwell, C. Virgil Gheorghiu, Arthur Koestler (4) gibi Batı zihniyetinde derin izler bırakan yazar ve düşünürler, medeniyetlerinin "25. saat"ine girdiği" şeklindeki gözlemlerini dillendirmeye başlarlar. 25. saat dedikleri, "insanoğlunun kurtarılamayacak" noktaya geldiği saattir.

Berlin duvarının yıkılışı, sadece Sovyet despotizminin reddini değil, toplum-mühendisliğinden soğumayı da temsil etmektedir. İnsanlığın dünyayı iyileştirmek yolunda yaptığı her müdahale, işlerin daha kötüye gitmesiyle sonuçlanmış gibidir. Doğaya hakim olmak girişiminin küresel ısınma ve türlerin yok oluşuna neden olduğu saptanmıştır. Topluma hakim olmak iştiyakı, soykırım felâketlerini, toplama kamplarını, gulagları getirmiştir. Bütün bu olumsuzluklar, Batı entelijensiyasında "insanoğlundan korkulması gerektiği" şeklinde bir eğilimin yerleşmesiyle sonuçlanır. Gelinen nokta, "özgüven kaybından müzdarip gibiyiz; insanlığın ve diğer varlıkların dünyasını zenginleştirecek, ahlâki anlamı olan hayatlar kurma yeteneğimizi yitirmiş gibi duruyoruz" noktasıdır.

Gelişmelerden siyaset de nasibini alır. Geçen iki yüzyıl boyunca tarafların birbirlerine kastetmeleriyle sonuçlanan ideolojik farklılaşmaların sınırları silinmeye, kaybolmaya yüz tutar. Toplumsal yaşamın nasıl sürdürülmesi gerektiğine dair farklı ideolojilerin, dünya görüşlerinin çarpıştığı bir arena olmaktan çıkan siyaset, varolan sistemi kimin daha iyi yönetebileceğine ilişkin tartışmalarla kısıtlanır. Öte yandan, iktidar ve muhalefet uçlarının yakınlaşmasıyla daralan siyasi arenanın bireylerin kendilerini ve toplumsal birlikteliklerini tanımlamaları için birtakım başka aidiyetler aramalarına da yol açtığı görülür. Ülkemizden bir örnek vermek gerekirse, bir zamanlar, meselâ, MHP'li olmak, bireyin sosyal, ekonomik, dinî vb. tercihleri itibariyle kendisini tanımlaması için yeterli olabilirken, günümüz siyasi partilerinin ideolojik duruşları itibariyle yakınlaşmış olmaları, kişinin kendisini ifade edebilmesi için diğer başka aidiyetler de aramasına neden olacaktır. Siyasi partilerin çatıları altından böylece uzaklaşan aidiyet kökenli dayanışma, kültür, inanç, etnisite gibi diğer başka birleştirici unsurlara yönelir; siyaset ve ideolojiler yerlerini "kimlik siyaseti" olarak tanımlanan oluşuma bırakırlar.

Bireyin kim olduğunu kültür belirliyor

1960'larda ortaya çıkan "kimlik siyaseti" tanımının temel kabulü, toplulukların belirleyici niteliklerinin, dahil oldukları ekonomik sınıflar değil, kültürleri olduğu şeklindedir. Şöyle ki, örneğin, bir Türk sanayicisi, son tahlilde, kendisini bir Japon ya da Belçikalı sanayici ile değil, işçi sınıfından dahi olsalar, kendi kültüründen, geçmişini ve deneyimini paylaştığı birileriyle tanımlayacak, öncelikle onlarla dayanışacaktır. "Modernite"nin yarattığı sınıflandırmalarının reddi olarak değerlendirilen '60 sonrası Üçüncü Dünya özgürlük hareketleri, insan hakları örgütleri, feminist gruplar, gay hakları kampanyaları, vb. çıkışlar, sahici kimliklerin başkaldırısı olarak değerlendirilir. Nitekim, geçen kırk küsur yıl zarfında, marjinal gruplaşmaların başlattıkları hareketler büyümüş, günümüzde çok-kültürlülük olarak olumlanan anlayışı yaygınlaştırmıştır. Günümüz Batı dünyasında sıkça rastlanan bir argüman, ekonomik alanda revaç verilen liberalizm eğer "bireye eşit saygı anlamına geliyorsa, farklı kültüre sahip insanların yaşam biçimlerine ve dünya görüşlerine de saygılı olmak gerekir" şeklindedir. Böylece, başta dini inançlar olmak üzere, kültürel tercihlere, beğenilere ve yaşam biçimlerine saygı duyulacak ve farklılıkların kamusal alanda tanınmaları, haklarının teslim edilmesi sağlanacaktır.

Önceki yazımda açıkladığım "Büyük Kopuş" böylece yeni bir nikâh tazeleme ile sonuçlanırken, Batılı düşünürler, bu nikâhın, dinlerin yükselmeleri veya baskın çıkmalarından değil, kültürlerin doğasını ve önemini teslim eden seküler argümanların sonuçları olduğunda ısrarlıdırlar; bu bağlamda, yükselenin "iman" olmayıp, bireysel "kimlik" arayışı olduğu vurgulanır. Dinî inançlar, toplumların kültürel belleklerinin ayrılmaz parçaları hüviyetleriyle saygı görmelidirler; kaldı ki, dinî inançlar, kültürlerin dışa dönük ifadeleri olmanın ötesinde toplumsal değerlerinin de anahtarlarıdırlar.

"Ben kuşağı" dedikleri bir kavram var: "me generation." Bu kavram, ister "radikal İslam olsun, ister karizmatik Hıristiyanlık," deniyor, geleneksel dinlere dönüşü değil, tersine geleneksel dinlerden kopuşu anlatır çünkü, "ben kuşağı" dine takva için değil, "kimlik ve aidiyet" saikleriyle dönmektedir. Bu çerçevede, günümüzde din odaklı tartışmaların dinlerin muhtevalarına ilişkin konularda olmayıp, örneğin, "Bir Hıristiyan lisesinde Yahudi öğrenci olmak ne demektir?" ya da "İslam nasıl yaşanmalıdır?" şeklinde, bireyin kimliğini tanımlamasına hizmeti öne çıkardığına dikkat çekiliyor. "Kimlik yapılanmasının" harekete geçirdiği dönüşümün, Müslüman, Hıristiyan ya da Hindu, tüm dinlerde gözlemlendiği, din merkezli hareketlerin ortak noktalarının mensubu oldukları dinlerin ortak noktalarından çok daha fazla olduğu ifade ediliyor. Eylemcilerin küreselleşme-karşıtlığı, çevrecilik gibi özde dünyevi/seküler konularda da dayanışma içine girebildikleri düşünüldüğünde, Batı cenahında yükselenin "iman değil, kimlik arayışlarının dinî kanadı" olarak mütalâa edilmesi gerektiği şeklinde bir görüş ortaya çıkıyor. Bir örnekle açıklamak gerekirse, bu, Hazreti İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna iman etmemekle birlikte, Hıristiyan kimliğine diğer başka saiklerle sahip çıkmak gerektiğini düşünenlerin birlikteliği olarak tezahür ediyor.

Neticeyi kelâm, siyasi, kültürel ve ulusal aidiyetlerin aşınması; geleneksel iletişim biçimlerinin, fetva mercilerinin ve ahlâk ilkelerinin zayıflamasıyla doğru oranda yükselen toplumsal atomizasyon, özellikle de Avrupa göçmenleri, Afrikalı Amerikalılar, mutaassıp beyazlar gibi egemen liberal/laik kültürün seslerini kıstığı insanların dört başı mamur kimliklere ve ahlâki duruşlara duydukları özlemi artırıyor. Bu insanlar, özlemlerine bireysel kimliklerine sarılmak ve dünya ile doğrudan ve birebir ilişkiler geliştirerek kavuşmaya çalışıyorlar. Batı dünyasında neler olup bittiğini anlamak için Prof. Kenan Malik'in şu yorumuna kulak vermekte yarar var: "Kör olduğumu sanmıyorum, umarım deli de değilimdir ama 'Tanrı'nın ölümü' ne kadar doğru idiyse, 'dine dönüş'ün de o kadar doğru olduğunu düşünüyorum. Bence, Tanrı, ne o zamanlar/19.yüzyılda/ ölüydü, ne de şimdi canlı. Değişen bir şey varsa, o da dinin anlamı. Bugün dinin kucaklanıyor olmasının ne Tanrı, ne de dinbilimle ilgisi var; olan biten, 'kimlik' denilen o fevkâlâde dünyevi sorunun tezahüründen ibaret."

(1) Pitirim Aleksandroviç Sorokin, 1889-1968 (2) New York, 1941 (3) İngiliz asıllı Amerikalı, 1907-1973 (4) George Orwell'in asıl adı, Eric Arthur Blair, 1903-1950, İngiliz gazeteci ve yazar; Constantin Virgil Gheorghiu, 1916-1992, Romanya doğumlu Fransız yazar; Arthur Koestler, 1905-1983, Macar asıllı İngiliz yazar

ALEV ALATLI
03 Şubat 2008, Pazar

19 Ocak 2008 Cumartesi

Politik-Ezoterizm: Mahmut Erol Kılıç ile Röportaj

RÖPORTAJ
http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=1113&pid=905

Politik-Ezoterizm: Mahmut Erol Kılıç ile Röportaj Gönder Yazdır

René Guénon der ki; “Aydınlanma, Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir.” Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Bununla beraber aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ezoterik akımlar olduğu ortaya çıktı.
Röportajı gerçekleştirdiğimiz Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç buna son derece ilginç bir anekdotla cevap veriyor.

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, “Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı, çevresinden bağımsız değildir. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein, buluşlarını ve çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri, öyle bir gecede gelmiş görüşler değildir. Hitler bu görüşleri gençliğinden beri içlerinde bulunduğu Viyana Beyaz Kartal locasının ezoterik ırklar teorisinden almıştı” diyor.

Çalışmalarını genel olarak Tradisyonel ve Ezoterik ilimlerde, özel olarak da İslam Tasavvufu alanında yoğunlaştıran Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, devletlerin iniş-çıkış dönemlerinden, ömürlerine ve hatta devlet örgütünün oluşumunda ezoterizmin önemli olduğuna dikkat çekiyor.

Röportaj: A.Tarık Çelenk

Ekopolitik(A.Tarık Çelenk): Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Mahmut Erol Kılıç: İstanbul doğumluyum. Sırasıyla Hırka-i Şerif İlkokulu, Vefa Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenim gördüm. Öğrenim sürecimle birlikte bazı alimlerden klasik tarzda dersler aldım. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra 1988'de İstanbul Üniversitesi İslam Felsefesi Anabilim dalında asistanlığa başladım ve "İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce" isimli yüksek lisans tezimi tamamladım. Türkiye Üniversitelerinde "Tasavvuf Anabilim Dalı"nın kuruluşunun ardından bu anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi sayılan "İbn Arabî’de Varlık ve Mertebeleri" isimli tezimi savundum. Türkçe ve yabancı dillerde birçok ansiklopedi ve dergilerde, kendi sahamla ilgili makaleler yayımladım. Tasavvuf düşüncesi merkezli, uluslararası konferanslarda tebliğler sundum ve konuyla ilgili radyo ve televizyon programlarına katıldım. Sufi ve Şiir isimli kitabım 2004 yılında inceleme-araştırma dalında yılın kitabı seçildi. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf Bilim Dalı Başkanıyım ve ayrıca İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin başkanlığını yürütüyorum. Merkezi Oxford’ta bulunan Muhyiddin İbni Arabi’s Society’nin şeref üyesiyim. İslam Elyazmaları Birliği’nin “The Islamic Manuscript Association(TIMA)'nın da yönetim kurulu başkanıyım.

Ezoterizm Kavramı Batı’da ve bizde neleri çağrıştırıyor?

Ezoterizm kavramının bizde iki türlü karşılığı var ki manası doğru verilmezse problemlere yol açabilir. Bunun sebebi 20. yüzyılın başında yaşadığımız zihni dönüşümün kavramlara yansımasından kaynaklanmaktadır. Biz 20. yy’ın başından itibaren daha çok batılı kavramlarla düşündüğümüz için maalesef hakikatin bizdeki anlam haritaları parçalanmış oldu. Bir kelimenin eş anlamlıları bile farklı manalar taşır hale geldi. Mesela “bâtınî” dediğinizde -ki bu “ezoterizmin” karşılığıdır- Türk-İslam kültürü içerisinde daha çok ideolojik çağrışımları olan bir kavram anlaşılır. Buna karşılık “ezoterizm” dediğimizde yani kavramın batılı karşılığı kullanıldığında daha bilimsel, daha ciddi ve kuşatıcı bir anlam ifade edilmektedir.

Yeryüzünde görülen, oluşa gelen her şey, her eylem ve her nesne aslında bir hakikatin dışavurumudur. Hakikat sabittir, değişmez ve evrenseldir. Bu yüzden içtedir. Eşyanın hakikati sabittir. Görünen şeylerin asıl kaynakları içte yatmaktadır. Ezoterizm’de bilgelik, hikmet yazıya geçirilmez. Bir şey yazıya geçirildiği zaman kayıt altına alınmış olur. Her türlü kayıt onu zuhur haline getirmek demektir, zuhur alemi ise, oluşlar ve bozuluşlar alemidir, kayıtlar alemidir. Binaenaleyh, bu açılardan bakıldığında ezoterizm, bâtın ilmi demektir. Anlaşılacağı üzere İslam’da ezoterizmin karşılığı, tasavvuftur. Ezoterizm, tasavvufî ilimlerin üzerinde yoğunlaştığı bir sahadır. Ezoterizmin temeli; gördüğümüz her şey hakikat değildir, beş duyu organıyla algıladığımız bütün eşyalar yansımadır. Ezoterizm, beş duyuyla algıladığımız eşyânın hakikatlerinin içte yattığını kabul eder. Ezoterizmde, algıladığımız bu eşyalar, aslında içlerinde bulunan hakikatlerin dışa vurumudur. Dolayısıyle ‘hakikat göründüğü gibi değildir’ denildiğinde, ezoterizm bizde ‘derinde yatan’, ‘batında yatan’ anlamlarına geliyor. Yani ezoterizm, içte yatan hakikatların asıl olduğu, dışta görünenlerin de ikincil olduğu görüşünden yola çıkar. Ezoterizm dinlere, hayata, hayatta zuhura gelen her şeye; insana, insan ilişkilerine, ekonomiye, siyasete, siyasi tarihe bu gözle bakmaya çalışır.

Anadolu İslam geleneğinde, bunların izleri, modernlik öncesi dönemlere gelinceye kadar çok baskındır. Mesela Osmanlı tarihini, İsmail Hakkı Bursevi gibi bir şeyh efendi, ezoterik bir şekilde yorumlamıştır. Bu konuda kendileri bir kitap yazmıştır. Kitabın bir bölümünü, tez konusu olarak bir öğrencime verdim. Muhteşem bir eserdir. Bu eserde Sultan ne demek? Devlet ne demek? Vezir ne demek? Hariciye Vekili ne demek, Dâhiliye Vekili ne demek? Anadolu Kazaskeri ne demek? Rumeli Kazaskeri ne demek? Anadolu ne demek? Rumeli ne demek? Bu soruların hepsinin ezoterik açıklaması var.

Ezoterizmin de çeşitleri vardır. İslama ait ezoterizm var, Yahudiliğe, Hristiyanlığa ait ezoterizmler var, bütün dinlere ait hatta şamanizme ait ezoterizm var. Ezoterizm’in bağlı olduğu bir doktrin vardır. Bu sahada da önemli üstatlar yetişmiştir. Bu üstatlar da mühim ekoller kurmuşlardır. Herkes kendi zaviyesinden yola çıkar. Ezoterizmin bazı türleri her çeşit dışsallığı reddettiği için panteizme varan görüşleri savunurlar. Bunlar daha çok Hinduizm kalkışlı akımlardır. Veya ezoterizmi eklektik bir yapı olarak gören ve bir sentez çıkarmaya çalışan guruplar vardır. Bu sonuncusu, daha çok masonik yapılarda görülür.

Ancak bunun haricinde bir de, Réne Guénon, Frithjof Schuon, Titus Burckhardt gibi sufi olmuş üstatların oluşturduğu bir “Tradisyonalizm” ekolü vardır. Bu ekolün bütün dünyada birçok mensubu vardır ki bendenize göre en otantik “ezoterizm” tarifini bu ekol yapmıştır. Bu ekol aleyhine Against Modernity yani ‘Moderniteye Karşı’ diye kitaplar dahi yazıldı. Bu düşünce biçimini biraz da ajitatif bir dille anti-modernist ve bir gün geleneği yeniden inşa edecek ekol olarak lanse ettiler. Batı içerisinde bazı ezoterik çevreler bu akıma şiddetle karşılar.

Batı ezoterizmini Réne Guénon gibi anlayan bir düşünür bizden neden çıkmadı?!

Çıkmamasının nedenleri var. Ezoterizmde her şeyin bir sebebi vardır. Neticede batı düşünce dünyasının bir problemidir bu konu. “Religion” kelimesi Batıda bizdeki “Din “ kelimesinin çağrıştırdığı her şeyi kuşatamamaktadır. “Religion” kelimesi bizim Vahabilerin aklındaki dini karşılamakta bir bakıma fakat deruni ve manevi konuları çok fazla ihtiva etmemektedir. Müesseseleşmiş dini, kiliseyi ifade etmektedir. Fakat bir İsmail Hakkı Bursevi, Niyazi-i Mısri v.b.gibi mütefekkirlerimiz bu konuları çok iyi anlamış kişilerdir. Guénon der ki, Doğu aklı aydınlanma esaslıdır, kategorik değildir; yaşama esaslıdır, seyyaldir; Batı aklı ise tasnifçidir, sıralama, kategorize etme peşindedir.

En katı dogmatik aydınlanmacıların geri planlarında güçlü ezoterik ilişkiler gözlemleyebiliyoruz., bunu bir tarih anlama metodolojisi olarak kullanabilir miyiz?
Müsaade ederseniz öncelikle sizinle bir memnuniyetimi paylaşayım. Bu meseleye bu seviyede dikkat çeken ve merak duyan, görüntünün arkasındakileri görebilen insan Türkiye’de çok fazla yok. Bana böyle sorular sorduğunuz için size teşekkür ederim. Sizin beni dinlerken ‘Allah Allah bunun arkasında bu çıktı, şunun arkasında şu ezoterik yapı var’ şeklindeki hayretleriniz, diğer bir ifadeyle komplo gibi algıladığınız konular yüzyıllardır aslında var olan şeyler. Şimdi eğer geleneksel dünya içerisinde kalsa idik, sizin bu hayret ettiğiniz şeyler hiçte hayretle aktarılmayacak olan doğal, vakâ-yı âdiye’den konular olacaktı.
Ezoterizm, din kalkışlı bir felsefedir. Anlayış seviyelerinin içeriye doğru veya piramidin tepesine doğru yükselmekle daha rafineleşeceği anlayışına dayanır. Olayların ve nesenelerin hakikatinin ve bütünün ancak piramidin tepesine çıkıldığında görülebileceği ve tabanda kalanın (avam denilenlerin) hiçbir zaman satıhtan daha öteyi göremeyeceği, dolayısıyla çok kolay yönlendirilip kandırılabileceği gerçeğine dayanır. Yönlendirilemeyeceklerin veya kendileri yönlendirecek olan kişiler piramitte yukarılara yükselmiş kişilerdir.

Felsefenin modern dönemlerde ezoterik köklerinden, asli köklerinden koparılmış hali, özellikle Aydınlanma sonrasında gelişen modern insanın parçalayıcı bakış açısının oluşumunu sağlanmıştır. Guéneonien düşünürler gerçek Bilgeliğin Babilonya’dan, Mısır’dan yani Ortadoğu’dan Grek’e geçmesiyle beraber bir devrin kapanıp başka bir devrin başladığını söylerler. Çünkü Ortadoğu’da yaşanan bilgelik Grek’e geçince yazıya döküldü ve bu süreçte “yaşantı” kısmı ihmal edildi, elde sadece metin kaldı. Metin elde kalınca da felsefesinin inisiyatik ve ezoterik yönü unutuldu, ihmal edildi. Batı’da dinin ekzotik yönünü, yani dışla, şekille ilgili yönünü acımasız bir şekilde temsil eden papazların, inancı kurumsallık içinde boğmaları sonucunda Kilise, baskıcı bir kurum haline geldi. Aydınlanma bu Kilise’ye başkaldırıdır. Bizde ise böyle bir süreç yaşanmamıştır.

Diğer taraftan batıda, siyasetin öncesinde, her zaman bir dini ve felsefi arka plan söz konusu olmuştur. Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı bu çevrelerden bağımsız değildir. Newton, Einstein gibi bilim adamlarının mistik eğilimleri, tarikat bağlantıları Batıda iyi bilinirken bizde maalesef bu konular ihmal edilmiştir. Dünya bilim tarihinde buluş sahiplerinin çoğu ezoterik akımlara dahil insanlardır, çünkü arkada yatan sebepleri araştırırlar. Batı’da bazı ezoterik akımların fizik literatürü ve fizik alimleri üzerindeki tesirleri incelenmiştir. Majisyenler yeni dönemde fizikçiye dönüşmüştür. Maji, fizik alemdeki tesirleri inceleme ilmidir. Maji, fiziğe tekabül eden bir çok şeyi önceden bulmuştu. Simya, maddeler arası dönüşümler üzerinde uzun yıllar araştırmalar yaptı ve modern kimyayı doğurdu. Ezoterik düşünce, sonsuzluk nedir, sonsuz olan nedir gibi konular üzerinde yoğunlaşınca bu düşünceler matematiği doğurdu, Pi sayısını doğurdu. Asal sayı nedir, türevler nelerdir, bunların hepsi aslında ezoterik, felsefi sorulardır. Einstein’ın izafiyet teorisi sadece bir fizik dersi için icat edilen bir denklem değildir. O bir varlık sorunudur. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri öyle bir gecede gelmiş görüşler değildi. Hitler’in bu görüşleri gençlik çağlarından beri içinde bulunduğu bir grubun ezoterik ırklar teorisine dayanır. Hitler “Beyaz Kartal” locasına bağlıydı. Onlara göre âri ırk hikmet esaslıdır ve yöneticidir diğer ırklar paryadır vs.

Dünya Tarihindeki sosyal ve politik değişimlerin arka planına baktığımızda farklı ezoterik grupların etkisini de görebiliyoruz. Bu açıdan baktığımızda tarih bize ne anlatıyor?

Batı Ezoterizmi, kendine has oluşumu içinde sadece içeriyle uğraşmakla kalmayarak dışa da bunu yansıtmak esasını benimsediği için sosyo-politik teorileri de vardır. Ezoterizm dünya siyasetini yönlendirmede her zaman etkin rol almıştır ve hala almaktadır. Ezoterizmin birçok alt dalı vardır. Mesela bu alt dallardan biri de politik ezoterizmdir. Fransız İhtilali’nin, Rus Devriminin, ABD’nin kuruluşunun, Avrupa Birliğinin, Osmanlı’nın kuruluşu, yükselişi ve yıkılışının ezoterik yorumları vardır.

Türkiye’de tarafçılık açısından bir çatışma var. En azından felsefi bir suçlama karşılığı olan bir çatışma var. Örneğin Laik-Antilaik gibi… Bu çatışmanın ana unsuru da, bir kesim diğer kesime diyor ki biz aydınlanma çağına uymadık şimdi ise uyduğumuzda siz bize muhalefet ediyorsunuz ve biz buna uyarak muasır medeniyet seviyesine ulaşacağız. Ancak aydınlanma çağı bu ezoterik yapılarla iç içe geçmiş bir çağ. Bu örtü nasıl kalkabilir?

Ezoterizm Türkiye’de çok bilinmiyor. İyi bilinmediği içindir ki Türkiye ezoteristlerin elinde oyuncaktır. Türkiye’de Müslümanların elinden ezoterizm alındı, kupkuru hale getirildi ve şu an kullanılıyorlar. Burada bize biçilen yeni elbise içerisindeki ultra-militan sekülerizm karşılığında, bizim manevi boyutumuz alındı. Ancak manevi boyutumuzu alan bu kimseler kendilerine ait ezoterizmi bırakmış değiller. Hala ezoterik çalışma yapıyorlar. Binanaleyh bana göre bu ülkedeki çatışma, aslında bir ezoterizmler çatışmasıdır.

Aydınlanma devrimcileri ile ezoterik ilişkilere örnek verebilir misiniz?

Aydınlanma derken Nirvana’yı yani manevi aydınlanmayı kastetmiyoruz tabii ki. Aydınlanmacılar buradan çalmışlardır bu kavramı. Tabii ki yine içini boşaltarak veyahut içini dışa çevirerek.. Hakikatte bu kavram tamamen spiritüel ve din kaynaklı bir kavramdır. Aydınlanma veyahut “işrak” dediğimiz düşünce içerisinde siz bir ağacın altında aydınlanacaksınız yani Gothama Buda olacaksınız, veya Şeyhu’l- İşrâk olacaksınız ki ulvi nurlar alemi size açılsın ve böylece siz de münevver olun. Bu da görüleceği üzre tamamen dikey anlamdaki bir enfüsi kavramdır. Rönesansçılar bunu çalarak yatay hale getirmişlerdir. René Guénon der ki; “Aydınlanma ve Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir. Yani eldiveni yırtıp yerine yeni bir eldiven giymiyorlar. Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Aydınlanmacıların paradigması tabir caizse şu şekildedir: “Sen ezoteristsin!”, “Sen spirütüalistsin, dindarsın!”, “Sen hep ruhla ilgilendin, maddeyi ihmal ettin. Oysaki bu dünya, yeryüzü maddi süreçtir. Maddenin şekil değiştirmesidir. Madde derken, bunun içerisine ceset te girer, ekonomi de girer, politika da girer. Referansları gökten yere indirmek lazım. Her şey yerde ve maddi olanda”. Hal böyleyken aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ruhsal yönelimlerin ve ezoterik akımların yine de bulunduğu ortaya çıktı. Aydınlanmacılar, hakikatin maddede olduğunu ileri sürüyorlar. Onlara gore gerçek aydınlanma, gerçek ilerleme bu dönüm (kırılma) noktasıyla başladı. Yani, ruhun tasallutundan dünyayı kurtardık düşüncesi hâkim oldu. Böyle bir kalkış noktası başlangıçta haklı ve masum bir düşünce gibi gelebilir. Kim maddeyi inkar etmek ister ki? Hatta başlangıçta buna katkıda bulunan din adamları da vardı. Descartes gibi. Bazı Yahudi filozofları gibi. Zaten Yahudi filozoflarına göre, maddi olan spirütüel olandan çok daha önemlidir. Dolayısıyla bugün Yahudilerin politik teorileri, ekonomik teorileri, bir Budistin teorilerinden çok daha materialist ve pozitivisttir. Bizde ise böyle sert bir ayrım olmadı. Bizde madde ile ruh arasındaki evliliğinin bozulmasının ilk defa ne zaman başladığı konusunda farklı görüşler vardır. Bunun tarihini çok geriye götürenler de vardır daha geç dönemlere getirenler de. Kırılmanın başlangıç noktasını, yani ruhani olana maddi olanın baskın gelmesini, bazıları Kabil’e, bazıları Peygamber Efendimiz’in vefatına, bazıları Hz. Ali’nin vefatına, bazıları Kerbela’ya, bazıları Yavuz’un Mısır Fethine, Lale devrine v.s. dayandıranlar bulunmaktadır. Bendeniz ise bunu 1940 – 1960’lara kadar yakına çekenlerdenim. Çünkü gerçek kırılmalar ontolojik bakış açısında olur ve bunun toplumsal alanda da benimsenmesiyle bir kitlesel zihniyet dönüşümü asırlar alan bir süreç olarak gelişir. Bu sürecin tamamlanmadığı dönüşümler arızidir. Evet Hz. Peygamber’in vefatıyla veyahut Hz. Ali’nin vefatıyla bazı problemler, bazı arızalar meydana geldi, Lale Devrinde bazı yeni yönelimler öne çıktı. Ancak bütün bu türden gelişmeler dünya görüşünün ontolojik omurgasını kırarak tam aksi bir ferd ve toplum yaratmadılar. Zaten böyle bir hedefleri de yoktu. Lakin asrın başındaki zihniyet dönüşümleri radikal dönüşümlerdi ve 1960’lara doğru bu tohumlar yeşermeye diğer bir ifadeyle kendi çocuklarını doğurmaya başladı. Sonra bu çocuklar kendi şeriatlarına, kanunlarına dayalı despotik politik görüşlerini hakim kılmaya başladılar ve kurumsallaştılar. Yeni dönem aydınlanması bu yeni “kiliseye”(?) karşı gelişecektir. Tarih tekerrürden ibarettir ve çevrimsel yasalara dayanır. Şimdilik bu kadar yeter…





17 Ocak 2008 Perşembe

Mevlevilik İslâmiyet’i Naif Yaşama Biçimidir

Mevlevilik İslâmiyet’i Naif Yaşama Biçimidir
http://www.hikayeler.net/yazilar/mevlevilik-isl-miyet-i-naif-yasama-bicimidir/

Güzin Osmancık
“Edep bir taç imiş nur-u Hüdâ’dan. Giy o tacı emin ol her beladan” der şair.
Edep denilince akla ilk gelen isimlerdendir Hayat Nur Artıran Hanımefendi. Değerli Şefik Can hocamızın Tahirü-l Mevlevi Hazretleri gibi büyük bir Mesnevihan’dan aldığı manevi emaneti ehline tevdi etmek için seçtiği kişidir Nur Hanım. Çünkü o zarafeti, duygusallığı, hizmet aşkı, tevazuu, edebi ile herkese örnek bir kişidir. Şefik Can Hoca, o manevi emanetleri taşıyacak en ehil kişinin o olduğunu düşünmektedir. “Bu işler kadın, erkek işi değil, gönül işidir. Kim yüreğinde o aşkı taşırsa, kim o denizler kadar engin yüreğe sahipse ancak onlar kutsal emanetleri taşıyabilirler” der Şefik Hoca.
İşte Nur Hanım da aldığı ilmi ile etrafına ışık saçan, ismi gibi bu işe gönül vermiş kişilere hayat veren edep timsali bir hanımefendidir. O kıymetli Şefik Can hocamızın postnişini kendisine inanarak devrettiği manevi kızıdır. İşte Nur Artıran’ın dilinden Hazreti Mevlânâ ve Şefik Can hocamız…

“Erkek ve kadın vahdette bir olunca o bir olan sensin. Adetleri meydana getiren binler yok olunca, kalan bir yine sensin” - Hazreti Mevlânâ -

OSMANCIK: Sevgili Nur Hanım, bize Şefik Can hocanızdan biraz bahseder misiniz?

ARTIRAN: Şefik Can hocam öyle bir deryaydı ki, bizim gibi katrelerin onları algılayabilmesi, en doğru bir şekilde de ifade etmesi bile düşünülemez. Ama idrakimiz ölçüsünde bildiklerimizi de paylaşmaktan bahtiyar olurum. Peygamber Efendimiz “Mümin müminin aynasıdır” der. Böyle kutlu insanlar kutlu aynalardır. Bizim onlara bakıp kendimizi düzeltmemiz gerekir. Şefik Can Hocamız ibret alınacak çok kutlu bir aynaydı bizler için. Şefik Can ismi her yerde Mesnevi’yle Hazreti Mevlânâ ile bir bütün olarak anılır. O, Mevlânâ aşkını dönemin âlimlerinden Müftü olan babası Tevfik Efendi’den almıştır. Daha çocukluk yaşlarında Arapça ve Farsça’yı öğrenmiş. Mevlânâ aşkı da onda çocukluk yaşlarında başlamıştır. Şefik Can hocamız “Konuşmayı Mevlânâ’nın beyitlerini ezberleyerek öğrendim” der. Daha sonra Tahirü’l Mevlevî Hazretleri’nin yanında eğitime başlayarak Mevlevî aşkına ulaşır.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ aşkı ne demektir?

ARTIRAN: Herkes Hazreti Mevlânâ’yı sever. Her dilden her dinden kişiler onu sever. Hazreti fark etmeyen yoktur. Gönül gözü açık olan onun manevi halini görüp seviyor, görmeyen de sıcaklığını hissederek seviyor. Onun için onu her kesin sevmesi çok normal. Şefik Can hocamızın da Hazreti Mevlâna’yı sevmesi de çok normaldir. Ama aradaki fark şudur. O Hazreti Mevlânâ’yı dili ile değil, hâl olarak yaşamıştır. Onun yaşantısını ahlâk edinmiştir. Herkes hoş görü, hoş görü diyor ama yeri geldiğinde bunu gerçekleştiremiyorlar.

OSMANCIK: Şefik Can hocamızın asıl mesleği nedir?

ARTIRAN: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çok şanlı bir askeriydi. Emekli albaydı.
Aynı zamanda öğretmendi ve öğretmenliğe âşıktı. Şöyle derdi. “Binlerce defa dünyaya gelsem hep öğretmen olurum.” Onun bir mesleği de edebiyat öğretmenliğidir. Özellikle Kuleli Askeri Lisesi’nde, çeşitli askerî okullarda öğretmenlik yapmıştır.

Kendileri 96 yaşında Hakka yürümüşlerdir. Son nefesine kadar talebe yetiştirdi. Şöyle dua ederlerdi “Ya’ Rabbim hak ve hakikat yolunda Mevlânâ gibi hizmet edeceksem yolunu bana aç, nefesini ver hizmet edebileyim. Eğer edemeyeceksem beni daha fazla da bekletme. Ama bilsemki yarın canımı alacak ona derdim ki. “Allah’ım yarın Mesnevi dersim var, onu vereyim de öyle canımı al.” Şefik hocamın hayatının yaşama gayesiydi Mevlânâ ve Mesnevi.

OSMANCIK: Ölmeden önce Postnişini size bıraktı. Bunun sebebi nedir acaba?

ARTIRAN: Elbette hepiniz bilirsiniz ki bunlar manevi sorumluluktur. Hocam lütfettiler, kerem buyurdular, İlahi takdir böyle tecelli etti. Bize düşen bu manevi sorumluluğu yerine getirmektir. Şefik Can gibi Tahirü-l Mevlevi gibi Cenabı Allah her kulu bu âlemde bir işle vazifelendirmiş. Bu iki Ali Sultanın bıraktığı boşluğu bu aciz nasıl doldursun? Gönül sesimdir bu, haddim değil bunu kabullenebilmek. Bu yola baş koymak müsaade ettikleri ölçüdedir. Varsa bir lokma ekmeğimiz onu da paylaşmak. Elbette bunun da bir zekâtı var. Onların eteğinde olmak, cemalini görmek ve gördüğümüz ne varsa dostlarla paylaşmak vazifemizdir.

OSMANCIK: Mesnevi “Dinle” diye başlar. Bunun anlamı nedir?

ARTIRAN: Çok önemlidir. Hazretin bir Divan-ı Kebir Beyti vardır. “Bu âleme Cenabı Allah aşkı dağıtırken onda dokuzunu bana, birini de bütün âşıklara verdi” demiştir. Elbette kendisi Mesnevisi’nde “Mesnevi Kur’an’ın şerhidir” demiştir. Onun için “Dinle” veya “Duy” diye tercüme edilir. “Dinle” diye başlıyorsa elbette bunun çok büyük önemi vardır. Kendisi bunu şöyle açıklar. “Hayvan ağızdan, insan kulaktan beslenir.” Çünkü bizim yediğimiz bütün gıdalar ancak nefsimizi besler, ruhla hiç alakası yoktur. İşte bende kutsal ilahi bir emanet var. Onu da beslemek lâzımdır. Ruhumuzu beslemenin yolu dinlemektir. Kur’an’ı okumak sünnettir, dinlemek ise farzdır.
Baş kulağı işitir, gönül kulağı duyar. Bu gönülden duyabilmektir. Kulağını öyle çöplük yapmışsın ki kulaktan kalbe giden bütün yolları tıkamışsın. Kulağını temiz tut, çöplerle doldurma. Abdestle baş kulakları temizlenir, dinlemekle gönül kulağı temizlenir. Duymanın diğer bir yolu da boş sözlere kulağı tıkamaktır. Her söz vücutta bir yer bulup yerleşir. İşte abdestle zahir kulağı yıkarız. Peki, batın kulağı nasıl yıkayıp temizleyeceğiz? Boş sözlere kulağımızı tıkayarak temizleriz.
Mesnevinin bir yerinde de şöyle der.“Kapat kulağını boş sözlere kapat, pamuk tıka ki duymayasın.”
.
OSMANCIK: “Sema” ne anlama geliyor?

ARTIRAN: Sema derken insanlar bunu dönen insanlar olarak algılıyorlar. Aslında “Sema” semi’den gelir “İşitendir”. Semada bir musiki vardır. Sema musikiyle icra edilir. Çok ünlü musikişinasların pek çoğu Mevlevihanelerde yetişmiştir. Musiki bir ibadettir ama hangi musiki? Hazreti Mevlânâ’ya göre musiki Cenabı Allah’ın sesini sembolize etmektedir. İşte o sema ayini sırasında semazen Cenabı Hakkın sesini duyar, vecde gelir ve dönüp sema etmeye başlar.

OSMANCIK: Sema niçin Cenabı Allah’ın sesini sembolize etmiştir?

ARTIRAN: Araf suresi 172. ayetinde “Elestü bi Rabbeküm” hitabında “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiştir. Ve bütün ruhlar da “belâ” derler. “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye tasdik ederler. Mevlânâ Hazretleri “O gün Kâlu belada o sesi duymayan, o cemali görmeyen bir kişi varsa ben imansızım” der. O kadar büyük bir yemindir bu. Demek oluyor ki o Elest hitabında yaratılan ve yaratılacak herkes Cenab-ı Hakkın cemalini görmüştür.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ’dan bahsederken Mevlevi müziğinden bahsetmeden olmaz. İslâmiyette müziğin yeri nedir?

ARTIRAN: Hani müzik ruhun gıdasıdır derler ya, işte pirimiz der ki musikiden alınan zevk, ruh bir anda o Elest de Rabbinin sesini duymuş gibi zevk alır, sesini hatırlar, o anı hatırlayarak vecde gelir ve mutlu olur, semaya başlar. Mesnevi’de şöyle geçer.” Gönül ehli kişiler musiki nağmelerini gökyüzünün dönüşünden ve gökyüzündeki meleklerin tespih sesinden almışlardır. Dede Efendiler, Zekayi Dedeler, Itriler hem kalbini Hakka açmış, hem de kulağını Allah’a vermişler. “O gökyüzü âşık olmasaydı, aşkından dönmeseydi başı döner yere düşerdi” diyor pîr. Gökyüzü âşık, gökyüzü aşk ile dönerken onunda bir zikri var. Kâinatta Allah’ı zikretmeyen bir zerre var mıdır ki? Zaten bir Kur’an ayetidir. Yaratılan her şey kendi dilleri ile Allah’ı zikrederler. Her şey kendi dilleri ile Allah’ı zikreder diyor Muhittîn Arabi Hazretleri. Ve gökyüzünün zikrini duyuyorum diyor. Mesnevi beytinde diyor bunu. Onun için musikiye bazı insanlar hoş bakmış bazıları da hoş bakmamıştır.

Musiki denilen şey âşığın aşkını, fasığın fıskını artırır. Bu hangi niyetle dinlediğine bağlıdır. Hazreti Mevlânâ şöyle diyor: “Ben Ut sesinde Ente Hasbi, Ente Kâfi ya Vedud” sesini duyuyorum. (Ey sevgili, sen bana yetersin, sen bana kâfisin, başka bir şey istemem).

OSMANCIK: Ut sesi de Ney sesi gibi ilahi midir?

ARTIRAN: Bir kere ud’u Fârabi Hazretleri bulmuştur. O zaman da çok kişi buna karşı çıkmıştır. “Bu nefsin hoşuna giden bir şeydir, bu şeytan aletidir” demişledir. Hazreti Farabi de “Ben size bunu ispat edeceğim” diyor. Ve “Develere 40 gün tuz yedirip hiç su vermeyin” diye tembihliyor. “40 gün sonra develeri su kenarına getirin, ben de udumu çalacağım. Eğer develer su içmezlerse benim ud’um Rabbanidir. Eğer develer suya saldırırsa benim ud’um şeytanidir” diyor. Ama hiçbir deve ut sesini duyunca su içmemiş. Bunun üzerine Farabi Hazretleri “İşte hayvan hayvanken benim ud’umdaki Rahmanın sesini duyuyor da siz insan olduğunuz halde duyamadınız” diyor. Tabiî ki baş kulağı duyanlar anlar bunu. Hayvan hayvanken kaval duyunca ottan başını kaldırıyor da sen ki eşrefi mahlûksun şu otlardan başını kaldıramadın.

OSMANCIK: Mevlânâ Hazretleri Mesnevi’sinde sağlık konusu ilgili bir şeyler söylemiş mi?

ARTIRAN: Hiç söylemez olur mu? Bu konuda az yemekle ilgili birçok deyişleri var. Zayıflamak isteyenlere diyorum ki, diyetisyene gidene kadar alın Mesnevi’yi okuyun. Hazret derki “Az yemek ilaçların padişahıdır.” Az yiyerek bütün hastalıklarınızı tedavi edebilirsiniz. Büyük veliler, Peygamber Efendimiz hep buna riayet etmişlerdir.

Dinimiz “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” buyurur. Biz bunu yanlış anlıyoruz. 1 kilo yiyecek aldık, yarısını yedik yarısını çöpe attık bu israftır diyoruz. Bu o israf değildir. Asıl israf Hazreti Mevlânâ’nın mürşidi Necmeddin-i Kübra Hazretleri söylemiştir. “Günde 1 defa yemek normaldir, 2 defa fazladır, 3 defa israftır. Allah adamları Allah değildir ama Allah’ dan da gayri bir şey değildir. Niye israftır. Eğer bir insanın günde 1500 kaloriye ihtiyacı varken 3000 kalori alıyorsa bu israf değil de nedir? Hazreti pîr Mesnevi’de “Yağlı ballı yiyeceklerle beslenirsen maneviyattan da o kadar nasipsiz kalırsın” diyor. Sen eğer maneviyattan nasiplenmek istersen önce şeytanı sütten keseceksin. Yemek bir amaç olmamalı, sadece bu bedeni ayakta tutacak kadar yemek yenmeli. Ağızdan aldığımızın ruhumuza hiç bir faydası olmadığı gibi tam tersine bizi köreltir, hapseder, benliğimizin egosunu içinde sıkıştırır. Beden az beslenince ruh özgür kalır.

OSMANCIK: Ruhun özgür kalması ne demektir?

ARTIRAN: Ruh ötelerden gelmiştir, bu âlemde gariptir. “Gariplere yardım ediniz” derler. Bizler dışarıdan gelenlere, mültecilere yardım ediniz anlarız bunu. Bu işin zahiri boyutudur. Bir de işin batıni boyutu vardır. Zahir batının gölgesidir. Nefis bu dünyaya ait olduğu için kendi evinde hükümrandır, güçlüdür. O’na yardım ediniz ona sahip çıkınız denmek isteniyor. Önce ruhuna sahip çık. Ruha sahip çıkmak ne demektir. Peygamber efendimizin sünnetleri bize bunun yolunu gösteren ışıklardır. Hazreti Mevlânâ, Ahmed- Er-Rufai, Abdülkadir Geylani Hazretleri, Cüneydi Bağdadi Hazretleri, Bayezid-i Bestami Hazretleri bunların hepsi Allah kullarını çok sevmiş ve onlara her devirde bir sultan, bir ışık yollamış kulları yollarını bulsunlar diye. Allah, Hazreti Muhammed’i bu âleme büyük ilahi rahmet olarak yolladı ama Hazreti Muhammed’in varisi olan büyük veliler de bu âleme rahmet olarak geldiler. Onlar ruhumuza sahip çıkabilmemiz için bize yol gösteren en güzel velilerdir.

“İşte yine etraf Şems’lerle dolu ama onu görecek Mevlânâ’lar nerede.”

Aşk şehri boş kaldı deme. Hiç kimsenin yeri boş kalmaz. Allah her sene bir peygamber varisini dünyaya getirir. “Size bir şey bildirmeden size zulmetmem” diyor. “Biz bilmiyoruz, anamız babamız da bilmiyordu, biz bilmeyen bir kavimdik, haberimiz yoktu demeyesiniz” diye size bildirdim diyor. İslâmiyet’te bir şart vardır, dilin dediğini kalp tasdik edecek. İşte bu hâle bürünmektir. Peygamber Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmaktır.

OSMANCIK: Bu dünya insanlar için bir imtihan mıdır?

ARTIRAN: Evet şimdi dünyaya imtihan dünyası diyoruz ya. Kulunu yaratan Allah, kulunu yaratıyor da kulunun ne olduğunu çok iyi biliyor. Ve bize bizim ne olduğumuzu bildiriyor. Ve “Ey kulum sana haksızlık yapılmadı yapılmaz da” diyor. Kuran “Allah birdir” der. Allah iki oldu diyen yoktur zaten. Hazreti Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Allah’ın tekliği hakkında kimse tartışmaz, bir şey demez ama veli kulları ve peygamber hakkında tartışır.” İnsan kendini Allah ile eşleştirmez, onun birliğini peşinen kabul eder ama peygamberleri ve büyük velileri kendinle eşleştirir. “Ya o da benim gibi bir insan, neden peygamber olsun ki?” der. Onları beşeri halleri ile görür. Gözlerinin körlüklerinden anlayamazlar. Bir kamış vardır içi boştur, bir kamış vardır, içi şeker doludur. İki arı vardır, biri bal yapar. Biri defalarca sokar. Ama ikisi de arıdır.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ’ya göre Allah’ın birliğine iman nasıldır?

ARTIRAN: Bunu Hazreti Mevlânâ şöyle açıklıyor. “Allah birdir demekle Allah bir olmaz. Onun birliğine inanmak için kazaya ve belaya eyvallah dediğin zaman işte onun birliğine inandın demektir. Başına gelen her şeye eyvallah ettiğin zaman, her şeyi Allah’tan bilip sabredip eyvallah dediğin zaman odur onun tekliğine inanmak. Her şeyi kullardan bilip kullardan bekleyen, Cenabı Hakkı sanki bizi gökten seyreden bir Rab gibi görmek, düşündükçe başına gelen belâlara rıza ve sabır göstermedikçe hâl olarak Allah birdir dememiş olur. Elbette dili birdir diyor ama dili dese bile kalp tasdik etmiyor.

OSMANCIK: Bir tekkede dervişe en öncelikle öğretilen şey nedir?

ARTIRAN: Tekkede bir dervişe önce “eyvallah” demesi öğretilir. Ne olursa olsun. “Su içer misin?” “Eyvallah”, “Oturur musun?” “Eyvallah”, “Yer misin?” “Eyvallah”, “Yemez misin?” “Eyvallah…”
İşte dilin desin de bir gün, kalbinde mutlaka eyvallah der tasdik eder.
Bu da bir Kur’an ayetidir “Başınıza ne gelirse elinizden gelir. Belâlar ilahi rahmettir. Çünkü işin içinde sabır vardır.
Hiçbir ibadet sabır derecesine ulaşmamıştır. Bütün yolları sabır ile aşıp geçebilirler. Sabır da sabretmek vardır, istemediğiniz bir olaya zoraki katlanmak vardır. Ama ona rıza gösterdiğinizde orada rıza vardır. Her şeyin özünü görürsünüz her şeyin sonunu görürsünüz. Bizler bir olayı çözemiyorsak vardır bir sebebi deriz. Ama rıza makamına gelen artık bilir sebebini ve sabreder. Burada açılacak kapı Rıza kapısıdır. O makama gelince zaten sabretmek zorunda kalmazsınız.
Hani deriz ya hep. “Vardır bir hikmeti”. Rıza makamına gelen bilir niçin öyle dediğini. O zaman sabra gerek yok. O belâ denen şey önce peygamberlere, sonra velilere daha sonra halka gelirmiş. Allah belâ dağıtırken onlar elini açıp bana Allah’ım bana ver derlermiş.

OSMANCIK: Eğer hiç ummadığımız bir anda başımıza bir musibet gelirse buna da şükretmemiz mi gerekiyor?

ARTIRAN: Hazreti Mevlânâ Mesnevi’sinde “Eğer sana kendiliğinde hiç ummadığın bir anda bir belâ gelirse yat kalk ona secde et. Çünkü mutlaka her belâ giderken sana çok büyük ikramlar bırakarak gider” buyururlar. Peygamber Efendimizin başına gelenleri düşünün. İşte Zekeriya peygamber testere ile kesildi, Hasan Efendimizin başı kesildi, Hüseyin efendimiz zehirlendi. Yani saymakla bitmez. Allah muktedir değil miydi bunları saraylarda yaşatsın. Veya peygamber efendimiz muktedir değil miydi Karun gibi yaşasın.

OSMANCIK: Mevlânâ Hazretleri herkes tarafından çok seviliyor. Ama sanki İslam’ın dışında bir inanç sergiliyor gibi algılanıyor?

N. ARTIRAN: Ne yazıktır ki Hazreti Mevlânâ hem kendi yurdunda, hem de dışarıda İslam’ın dışında gibi görülüyor. Sanki kendine göre bir ekolü, bir felsefesi var, kendi düşünceleri var. Bir kere Mevlânâ’nın felsefesi olmaz, onun her dediği Kuran hükmündedir. Herkesin hoşuna gidecek hale getirmiş, İslam’ı yumuşatmış ılımlaştırmış. Hiç olur mu böyle bir şey. 25 bin Mesnevi Beyti, 50 bin Divanı Kebir Beyti var. 70 bin beytini nasıl özetlersiniz dediğinizde gönül rahatlığı ile “Ben Kuranın kulu kölesiyim, Hazreti Muhammed’in bastığı yerin toprağıyım. Her kim ki benim dışımda sözlerimden ne anlarsa o sözden de naklederse huzuru ilahide nakledenden Huzur-u İlahide davacım” .her söylediği söz Kuran hükümlerindendir. Ancak Mesnevide 1500 ayet şerh edilmiştir. Ayet numaraları verilerek, bir o kadar da hadis-i Şerif şerh edilmiştir. Diğer ayetlerde sırlı olarak şerh edilmiştir. Bunu farklı görenin kendi düşüncesidir.

OSMANCIK: Neden Hazreti Mevlânâ denince farklı, Hazreti Muhammed denince farklı bir anlayış söz konusu oluyor?

ARTIRAN: İşte Hazreti Mevlânâ’da Muhammedî ahlâkı en zarif şekilde sergiler. Mevlevilik nedir derlerse “İslâmiyet’i en zarif en naif yaşama biçimidir” denilebilir. Eğer Hazreti Mevlânâ bütün toplumlar tarafından kabul görüyorsa bu Hazreti peygamberin ahlâkını en güzel şekilde ahlâklanmasının işaretidir. Ama bunun kaynağı vardır. Peygamber Efendimiz kâinatın ışığıdır. Şu güneşe bile başınızı kaldırıp bakamazsınız. Peygamber Efendimiz o güneşe bile nur veren nurdur. Güneşin içinde Muhammedî nur olmasaydı mümkün müydü onun ışığı ile yeryüzünde ot bitsin. Kâinatın Efendisi o kadar büyük bir nurdur ki, herkesin gözü dayanmaz onu görmeğe. Peygamber Efendimiz “Yarabbi bende bu kadar ilahi nur zahir iken bu kullar neden beni fark etmiyorlar” diyor. İşte sen öyle ilahi bir nursun ki seni görmeye bir bedel lazım. Bizler gerçekten Hazreti Muhammed’in ümmeti olsaydık bu gün böyle mi olurduk? Benim ümmetim veren eldir, alan el değildir demiştir. Kim bu gün veren eldir. Var mı dünyada bu gün Muhammed ümmetiyiz deyip de el ele yürek yüreğe birlik olan bir ülke var mı kardeş kardeşe yaşayan.

OSMANCIK: İnsanlar bu gün dünyaya düşkünler. Nedir kula göre dünya?

ARTIRAN: Dünya seni Allah’tan gafil bırakan her şey dünyadır. Dünya deniz gibidir. İnsan gemidir, ama gemiye su alırsan gemi batar. Yani dünya malını gönlüne alma. İslâmiyet dengedir. Dengeyi kuracaksın. Muhammed İslâm âlemine zekât olarak gelmiştir. Birlik beraberliktir Muhammed ümmeti olmak. Mümin uyanık olmalı diyor peygamberimiz. Allah, Allah derken dilin onun hakikatinden uzak olmadan peygamberin yolunu yol edinecek, ahlâkını ahlâk edinecek. Her şeyin bir Batıni, bir zahiri vardır.

OSMANCIK: Sahabilerin en büyük özelliği neydi?

ARTIRAN: Sahabilerin en büyük özelliği sohbet ile yetişmiş olmalarıdır. Sohbet çok önemlidir. Hazreti Mevlânâ Mesnevi’de “dinle” demiştir. Cenabı Allah’ın kuvvet ve kudretini idrak edenler için 100 çeşit namaz, 100 çeşit rükû, 100 çeşit secde vardır. Elbette beş vakit namaz, namazdır. Ama sohbetler de namazdır.

OSMANCIK: Mesnevihan ne demek?

ARTIRAN: Mesnevi okuyan demektir. Mesneviyi en iyi okumuş, anlamış ve bunu da en iyi yorumlayandır. Can hocamız en iyi Mesnevihandır. Bunu da lütuf ettiler, bu fakire bıraktılar. Manevi sohbetlerimiz vardır. İlgilenen herkes bu derslerde Mesnevi’yi öğrenebilirler.

8 Ocak 2008 Salı

HZ. MEVLÂNÂ'NIN ESERLERİNDE GÖNÜL

HZ. MEVLÂNÂ'NIN ESERLERİNDE GÖNÜL



Dr. Celâleddin Bâkır Çelebi



A gönül, vuslat diyarının devletkuşusun sen; uç, ne diye uçmuyorsun? Kimsecikler tanımaz seni, ne insansın ne peri.

Sen dilbersin, gönül değilsin, fakat binlerce gönlü elde edesin de alıp götüresin diye hileyle, düzenle gönül şekline girmişsin.

Bir an vefâlı ol da toprağa karıl; toprakla birleş, sonra bir anda kalk, Arş'tan da ferşten de, iki dünyanın sınırından da geç.

Can neden seni bulamaz? Onun kolusun- kanadısın sen; göz neden seni göremez? Görüşün aslısın, temelisin sen.

Tövbenin ne haddi var ki sana tövbe etsin? Haber kim oluyor ki seninle olsun da bir şeyden haberi olsun?

Kim oluyor o yoksul bakır ki, ilkbahar gelsin de ağaç gibi boy atıp tohumluktan çıkmasın?

Kim oluyor yoksul odun ki, ateşe düşsün de kıvılcımlar saçan bir ateş koru olmasın?

Bütün akıllar, bütün bilgiler, yıldızlardır, sense onların perdelerini yırtan bir dünya güneşisin.

Dünya, sanki kardır, buzdur, sense temmuz ayı; sen tesir etmeye başladın mı ondan bir eser bile kalmaz, erir gider.

Kim oluyor şu yoksul, kimim ben ki seninle olayım da, gene de varlığıma sahip bulunayım? Bana doğru bir baktın mı, ben de yok olur giderim, benim gibi yüzlercesi de.

Sahibimiz Tebrizli Şems'in sıfatlarının olgunluğu cebrî'nin vehimlerinden de üstündür, kaderî'nin vehimlerinden de.

***

Hakkımızda birisi birşey mi söyledi, yoksa bu iyilik, kötülük, kendiliğinden mi meydana geldi, bilmem; hoca henüz burda sakalına bak da anla artık.

Tuhafı şu ki hoca bir düzene başvurdu; çocuktu, çocuk kaldı; halbuki sakalı karaydı, başka bir renge girdi şimdi.

Söyleyeyim mi sana, hoca, yukardan-aşağıdan ne diye bahsetti durdu? Kendisi alt-üst olmadı da ondan.

Dört ayakla, iki ayakla dünyanın çevresini döndü-dolaştı amma deniz, hiç başından aşmadı hocanın.

Hoca, kendince pek iyi bir hale gelmiş, öyle sanıyor, halbuki hummaya tutulmuş hasta gibi, hattâ ondan da beter.

Delil getirmede, inad etmede, savaşmada aşırı vardıkça vardı; fakat candan, can zevkine dair delilden hiçbir haberi yok.

Bahis yolu, inattır, itirazdır, delil getirmedir; gönül yoluysa baştan başa zevktir; şevktir, baldır, şekerdir.

***

Gönlüm, hem yol gösterir; hem yol keser; hem bir çengeldir, herşey ona asılır, hem herkesin ihtiyacı olan padişah altınını basar.

Hem feryâd eder, yolumu vurdular diye bağırır gönlüm; hem de aptal yankesicilerin yolunu vurur.

Gönlüm, hem şahne gibi hırsızları arar, hem de hırsızlar gibi geceyarısı yol keser.

Gâh Tanrı buyruğu gibi başlara kasd eder gönlüm; gâh başı kesilmiş kuş gibi çırpınır, Allah-Allah der.

***

Gönlün varsa, gönül Kabe'sini tavaf et... anlam Kabe'si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?

Allah, sûret Kâbe'sini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur.

Bir gönül incittin mi, bin kez yaya gitsen de, Kabe'yi tavaf etsen Allah kabul etmez.

Malını-mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda o kapkara gecede ışık versin sana.

Allah kapısına binlerce altın torbası götürsen, Allah: "Bize bir şey getireceksen gönül getir" der.

Çünkü der, altın gümüş kapımızda hiçbir şey değildir. Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.

Senin bir saman çöpü kadar, değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan üstündür, Kürsî'den de, Levh'ten de, Kalem'den de.

Yıkık gönül, Allah'ın baktığı varlıktır; onu yapan can ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönülü yapmak, Allah'a Hac'tan da yeğdir, Umre'den de.

Allah'ın defineleri yıkık gönüldedir... Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür.

Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da, sırlar yolu yüzüne açılsın.

Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.

Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse, kalbinden hikmet kaynakları akar.

Dilinden sel gibi, âb-ı hayat akar; soluğun Mesîh'in soluğu gibi hastalıklara ilâç olur.

İki dünya da, bir gönülceğiz için var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan "Sen olmasaydın" hadîs'ini duy.

Yoksa varlığın,mekânın, güneşin, ayın, yerin, şu gök kubbenin vücûdu nerden olacaktı?

Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül gene de anlatışa sığmaz.

***

Gerçek aşka tutulmamış, o sevgiyi iş edinmemiş canın, yok olması daha iyi; çünkü varlığı, ancak ayıptır onun, ardır ancak.

Aşkla sarhoş ol, ne varsa aşktan ibarettir; aşka koyulmaktan başka dosta lâyık bir iş-güç yoktur.

Aşk nedir derler. De ki: Dileği, isteği, yapıp yapmamak arzusunu, iradeyi-ihtiyân terk etmektir aşk; ihtiyârı terk etmiyen-de hayır yoktur.

Aşık, bir padişahlar padişahıdır ki iki âlem de ona saçılıp dökülür; fakat padişahın saçıya; bağışa iltifatı yoktur ki.

Ebedî olarak kalan yalnız aşktır, aşıktır, bundan başkasına gönül verme, çünkü aşktan başka ne varsa iğretidir, geçicidir.

Ölmüş sevgiliyi ne vakte dek kucaklayıp duracaksın? Canı kucakla, canı, onun ne kıyısı vardır, ne ucu-bucağı.

Baharda doğan güzün ölür gider, fakat aşkın gül bahçesinin, baharın yardımına ihtiyacı yoktur.

Baharda açılan gülün dostudur diken; üzümcük cibresinden yapılan şarap, mahmurluk verir adama.

Bu yolda bakınıp durma, bekleyip kalma; vallahi hiçbir çeşit ölüm bekleyişten beter olamaz.

Kalp değilsen yarına bırakma, bugün, hemen gönüle sarıl küpen yoksa bile bu sözümü duy, kulağına küpe et.

Beden atının üstünde titreyip durma, in, ondan daha yürük bir yaya kesil; Tanrı bedene binmeyene kanat ihsan eder.

Düşünceyi bırak, tamamıyla arıt gönlünü, hani aynada ne resim vardır, ne süs, tıpkı öyle olsun gönlün.

Bütün resimlerden, şekillerden arındı mı artık her resim, her şekil ordadır, ona vurur. O yüzü tertemiz, pırıl pırıl ayna hiçbir yüzden utanmaz artık.

Ayıptan, ardan kurtulmanı istiyorsan sına kendini, bir ona bak; çünkü o tertemiz ayna, doğru söyler, kimseden utanmaz, çekinmez.

Demirden yapılan ayna bile bu arılığa erişebildikten sonra üstünde bir toz bile kalmayan gönül ne hale gelir? Bir düşün artık.

Söyliyelim onun nelere eriştiğini; hayır-hayır söylemiyeyim, susayım da sevgili de benden duyduğunu söylemesin, çünkü sır saklayamaz o.

(Dîv.Keb.: Gölpınarl( C:2/32012 - Furûzanfer C: 1/6455)