54. BÖLÜM- Birisi, Kadı İzzeddin'in selâmı var; boyuna sizi Övüyor dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Kim bizi iyilikle anarsa Dünyada adı, İyilikle anılsın.
Bir kimse, bir kimse hakkında iyi söylerse o hayır, o iyilik, kendisinedir, gerçekte kendisini övüyor demektir. Bu, şuna benzer: Birisi, evinin çevresine güller, fesleğenler eker; evinin bahçesini güllükgülüstanlık yapar. Ne vakit bakarsa gül görür, fesleğen görür, boyuna cennettedir. İnsan, insanların hayrını söylemeyi huy edinirse birisinin hakkında hayırlı sözler söylemeye koyulur; o da onun sevgilisi olur; onu andı mı, sevgilisini anmış olur. Sevgiliyi anış güldür, gül bahçesidir, güzel kokudur, esenliktir. Fakat birisinin kötülüğünü söylerse onun nefretini .kazanır; o adam da onu andı mı, hayâli gözünün önüne geldi mi, yılan, akrep görmüşe, yahut tiken, çöplük görmüşe döner. Madem ki gece-gündüz, güller, gül bahçeleri, İrembagları görebilirsin, elindedir bu; peki, ne diye tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezerdolaşırsın? Herkesi sev de boyuna güllükte-gülüstalıkta yaşa. Herkesi düşman bilirsen düşmanların hayalleri gelir gözünün önüne; gece-gündüz tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezip dolaşırsın âdeta. Erenler, herkesi severler, iyi görürler ya; bunu başkaları için yapmazlar, kendileri için bu işe girişmişlerdir; kötü, tiksinilen bir hayal görmemek isterler. Madem ki şu dünya da insanları anmaktan, hayallerini görmekten kaçınmaya imkân yok; nefret edilen bir kötülük, yollarını kesmesin diye anışlarının da, hatırlayışlarının da hep sevimli, hep güzel olmasına çalışırlar. Demek ki halka ne yapıyorsan, halkı nasıl hayırla, şerle anıyorsan hepsi de dönüp sana geliyor. Ulu Tanrı bunun için «Kim bir iyilik ederse kendisinedir o; kim kötülük ederse gene kendisinedir o» buyurur; «Zerre ağırlığınca hay-reden hayrını görür; zerre ağırlığınca şer eden şerrini görür» buyurur
25 Haziran 2008 Çarşamba
22 Haziran 2008 Pazar
Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da milliyetçilik
Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da milliyetçilik
2. Mahmut tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle tanınır. Bunlardan biri çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır, diğeri büyük bilgin ve tarihçilerin bu sırada öldürülmesidir.
NTV-MSNBC
Güncelleme: 16:39 TSİ 18 Haziran 2008 Çarşamba
İSTANBUL - Adaletli mahlasıyla yani adli olarak tanınan sultan 2. Mahmut, onun tamamlanmamış bir tuğrası yanındayız. 2. Mahmut, adli unvanını taşımasına rağmen tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle de tanınır. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz gerekli olan fakat çok şedit, çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır. İkincisi bu ocağın lağvı sırasında büyük bir iftira mekanizması işlemiş ve Şanizade gibi çok önemli bilgin ve tarihçiler bile bu furyanın içinde eriyip gitmişlerdir ama hiç şüphesiz o, Osmanlı tarihinin Büyük Petrosu’dur. Hiç acımasız, hiç tereddütsüz yürüttüğü inkılaplarla Türkiye İmparatorluğu’nu yeni bir döneme götürdüğü açıktır.
Haberin devamı
Bir konunun üzerinde duralım. Bu şiddetli yeniçeri düşmanlığı sırasında bazı konularda affedilmeyen hatalar da yapmış mıydı? Mesela, Mehter’i de ortadan kaldırmıştı.Musikiden anlayan bir padişahtı ve bu musikinin bu asra hitap etmeyeceğini söyledi ama 1908’de başka inkılapçılar, ordunun geleneğe ve morale de ihtiyacı olduğunu ileri sürerek Mehter’i yeniden ihya ettiler. Bu 2.Meşrutiye devrine ait bir olaydır. 2.Mahmut, uzun bir yönetim sergiledi o devir için. Parçalanma halindeki bir imparatorlukta merkezi otoriteyi tesis etti ve acımasız bir politikayla bunu gerçekleştirdi. Bazı yönleri üzerindeyse çok az duruyoruz. Bugün İstanbul’da , Anadolu ve Rumeli’deki birçok kiliselerin önünde, eğer zamanın tahribatına ve insanların ihmaline ve antikacıların hırsızlığına maruz kalmadıysa, hemen hemen her kilise önünde bir 2.Mahmut çeşmesi bulunur. Demek ki o, bir imparatorluğun muhtelif dinlerden ve dillerden oluşan bir tebaanın başında olduğunun şuurundadır. Bunun çeştli örneklerini görürüz.
19.yy’a geldiğimiz zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun artık eski dünyası yoktu. Bu eski dünyada insanlar dillerine ve dinlerine göre kompartmanlarda yaşarlardı yani bir Rum ortodoksun, bir Ermeni ortodoksun -Gregoryen deniyor- , bir Ermeni katoliğin, bir Süryaninin, bir Yahudinin yükselmesi ve yaşaması kendi cemaatinin, kendi ruhani yahut dini liderlerinin etkisi altında görülürdü. O kompartmanın içinde devlet memuru olurdu,dışişlerini yürüten Fenerli Rumlar gibi, o kompartmanın içinden çıkar sarraflık yapardı. O kompartmanın içinden çıkar, Ermeniler gibi mimar başı olabilir, barutçubaşı olabilir, darphane nazırı emini olabilirdi ama hiçbir zaman birisinin kendi yaşadığı dini kompartman içinde ruhani liderlere, milletin başındakilere itaatsizliği veya ayrı akımları çekmesi hoş karşılanmazdı. Oysa 18.yy’ın dünyasına gelindiği zaman durum değişmeye başladı. Bir kere Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan bu kompartmanların içinde herkesin dil beraberliği yoktu. Din beraberliğinin yetmez olduğu görüldü. Bulgar milliyetçiliği uyanmaya başladı. Hem de laik unsurlar değil, bizati din adamları tarafından. Aynaroz’daki sayısız manastırın içinde Bulgar keşişlerin yaşadığı Hilander Manastırı’nda Paissij adlı bir keşiş, Slavyen Bulgar tarihini kaleme aldı ve eserine şöyle başlıyordu: Ey Bulgar! Kendi dilini, tarihini bil. Arkasından Sofroniy Vraçansky çıktı. Sofroniy Vraçansky’nin söyledikleri biryana, 19.asırda eğitimi dolayısıyla kendisini Helen sayan Aprilov diye bir tüccar, Odessa ve Ukrayna’daki iş hayatı boyunca tanıdığı Benelin gibi bir tarihçi sayesinde Slavlık bilincine ulaştı ve döndüğü vakit Bulgaristan’da milli okulları açmaya başladı.
Kısa zamanda Bulgar maarifi, içtimai hayata öğretmenlerin yanında, muallimlerin yanında, mullime hanımı da getirdi. Bulgaristan’ın milli uyanışı da böylelikle arttı. Bu, ileride Türk unsurun, ittihatçıların da hayranlığını çekecek bir gelişmeydi aslında. Tabii ki, Slavlık üzerindeki bilinç bazılarının zannettiği gibi öyle Fransız İhtilali’nin etkisiyle değildir. İmparatorluğun içindeki unsurlar bazen aynı dini kompartmana, ruhani liderlere sahip olsalar da etnik yapıları dolayısıyla çatışmaya girerler. Sırplar, Sırbistan, ortodoks dünyanın içindeki bu çatışmanın ilk alevlendiği yerdir.
Sokullu Mehmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük sadrazamı ve hiç şüphe yok ki Müslüman Türk kültürünü benimsemiş bir devlet adamı ve asker, en uzun süreli sadrazam bir Sırp ruhban ailesinden geliyordu. Sadareti sırasında kardeşini yeni kurduğu Sırp Pec Patrikliği’nin başına geçirdi. Bu ruhani bir gayret değildir. Bir yerde Rum-Ortodoks kilisesinin parçalanmasıyla ilgili bir ameliyedir. Tabii kendisinden sonra bu patriklik çok yaşamadı ama Sırpların da Helen unsurlarla birarada bulunmayacağı anlaşılmıştır. Nitekim, Sırp ayaklanmasından ve kimi özerklikten, otonomiden sonra, Sırbistan kilisesi ayrı bir patriklik olarak ortaya çıktı. Bunu belki Fener, çok uzun zaman tanımamakta ısrar etti ama bir vaka ki artık otosefal bir sırp kilisesi vardı. Sırp milliyetçiliği, kilisede Yunanca duaya ve okulda Yunanca eğitime tahammül edemezdi. Bu Karadzic gibi önemli bir maarif uzmanı, bir öğretmen: “Düşündüğünüz gibi yazınız” sloganıyla halk dilini, halk Sırpçasını hayata geçirdi. O kadar da değil, Rusya ile olan yakın ilişkiler Sırpların diline aynı zamanda yeni Rusça kelimelerin de kazandırılmasına neden olmuştur.
Şurası bir gerçektir; Osmanlı İmparatorluğu’nda Fener dediğimiz, Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzunu tehdit eden bir unsur vardır. Bizzat Moskova’daki Rusya Patrikliği. 15.asırda Rus başpiskoposları patrik ünvanını aldılar ve Rusya bundan sonra Balkan Slavları ve Balkan kiliseleri üzerinde çok önemli bir etkide bulunmaya başladı: Dil ve eğitim. Bu gittikçe gelişen bir Balkan milliyetçiliğini yaratacaktır. Peki bu milliyetçiliğin tek müsebbibi dili yakın,dini bir olan Ruslar mıdır?
Şaşılacak başka yönler de vardır. Dininin bunlarla bir alakası yok, dilinin de yok çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin sürükleyici gücü var. Bahsettiğimiz Avusturya. Avusturya’nın üniversiteleri, Viyana gibi metropoller ve hatta Macaristan kısmındaki Peşte gibi Erdel gibi yerlerdeki şehirler Slav milletinin, Slav milletlerin kültürel gelişmelerinin merkezi haline geldiler. Sadece Slavların mı, bizzat Osmanlı İmparatorluğu’nda, Haçlı Seferlerinden beri var olan ve çoğunluğu teşkil eden Gregoryen Ortodoks Ermenilerle çatışma içinde olan Roma’ya tabii ayrı bir kilise kuran katolikler için de bu söz konusudur. Katolik Ermenilerin içinden Mihitar adlı bir rahibin kurduğu Mihitarist tarikatı mensupları, Ermeni kültürünü enternasyonalize ettiler. Önce Venedik’te, sonra Viyana’da, giderek Avrupa’daki mühim merkezlerde seminer, kütüphane ve matbaalar kurdular. Matbaalarda sadece Ermenice incil, Ermenice eserler basılıyor değildi. Hatta ve hatta Arapça ve tabi ki Türkçe eserler de basılıyordu. Bir yerde Türk alfabesini ilk defa hayata geçirenler de bunlar olmuştur. Yaptıkları sadece Roma papasının doğrultusundaki dini yorumlar, Katolisizm değildi. Doğrudan doğruya Ermeni milli tarihini, Ermeni dilini, Ermeni uyanışını temsil ettiler. Demek ki kilise, ortodokslar arasında olduğu gibi katolik tebaa arasında da rolünü oynamaya başlamıştı. Bu iş en geç kimler tarafından takip edildi?
Tabii ki Türkler ve imparatorluğun Yahudileri. Araplar dahi yine aynı kanalla, Lübnan’daki Maruniler ve Filistin ve Lübnan’daki Melkit dediğimiz katolik inançtaki Araplar tarafından batıyla bağlarını kurmuşlardır. Matbaalar dışarıdaydı. Gelen sadece incil ve dua kitapları dini yorumlara hasmetinden değildir. Pekala Arap tarihiyle, Arap medeniyetiyle ilgili eserler de çıkıyordu. Arabistan’ın hristiyanları, menşeileri, dilleri ve medeniyetleri bakımından Müslüman kardeşleriyle derin bir çatışma içinde değillerdi. Arap tarihinin ne olduğunu, İslam devrindeki Arap fütühatını, İslamiyet’in Arapça yorumunu yapanlar Georgi Zeydan, Butrus gibi önemli hristiyan münevverlerdir. Bunlar yeni bir ekol kurmuşlardır. Beyrut, İskenderiye ve Filistin gibi merkezlerde ortaya çıkmışlardır. 19.yy’da Paris menşeili “Alliance Israel” okulları gelene kadar ve tabi imparatorluk facia ile Rumeli’deki topraklarını kaybedene kadar Türk münevverlerin içinde ne hristiyan Arap tarihçi ne Georgi Zeydan bulunmaz. Ancak ondan sonradır ki, Türklüğün tarihi, Türk edebiyatı, Türk coğrafyası üzerinde yarı ciddi, yarı polemik dolu eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Bunun üzerinde durmalıyız.
Şüphesiz ki bir imparatorluğu yöneten ana unsurun milliyetçi parçalanmanın başını çekmesi beklenemez. O sadece, o devleti,o coğrafyayı muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu nedenledir ki, Türk dilinin ve Türk tarihinin yeşerdiği coğrafyada bu işi yapacak olanlar daha çok Çarlık Rusyası’nın hükmüne geçmiş 16.yy’dan beri Volga boyundaki ve Kırım’daki ve 19.asırdan itibaren de Orta Asya’daki ve Kafkas’da, Azerbaycan’daki gibi münevverlerdir. O nedenledir ki 2.Meşrutiyet yıllarında bir düşünce, bir his halinde mevcut olan Türk ulusçuluğu teşilatlanmaya başlamıştır. Türk teşkilatlanması ve hatta muhassır örgütlenme bakımından çok çarpıcı örnekler vardır. Birkaç yıl içinde Türk Ocakları, Tuna boyundan Çin sınırlarına kadar her yere yayılmıştır. Yine 1880’lerde Bahçesaray’da bir okul olarak başlayan, yani Arap harfleriyle imlayı düzelterek hızlı okumayı öğretmeye başlayan Usul-i Cedid mektepleri İsmail Gaspıralı’nın 20 yıl içinde beş bine ulaşan bir sayıyla Tuna mansabından Çin sınırlarına kadar yayılmıştır. En çok okunan gazete “Tercüman” dır. Bizim tarihçiliğimizin yeterince dikkat sarfetmediği bu olaylar, zamanın Rus matbuatında ve siyasi idari çevrelerinde çok etki uyandırmıştır. Mesela herkesin bildiği gibi İstanbul’daki sefir Zinovyev, jöntürklerin siyasi saldırganlığıyla Gaspıralı okullarının yarattığı maarif reformu ki maarif reformu Rusya Türkleri ve müslümanları arasında Rus halkı arasından daha başarılı olarak yayılmıştı. Belki münevverlerimizin, ediplerimizin miktarı Ruslarınki oranında değildi ama okuma yazma oranı daha yüksekti, ürkütmekteydi. Bir panturanist, bir panislam gelişmeden daimi surette çekinilmekteydi.
İsrail’in kurulmasına kadar giden siyonist modern milliyetçi akımlar ise Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden değil daha çok Avrupa Rusyası’ndan, Polonya’dan kaynaklanmıştır. Yahudilerin orada yaşadığı zor şartlar dolayısıyla Filistin topraklarına göç başlamış, bilhassa Theodore Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı eserinden ve Fransa’daki antisemit Yahudi düşmanı aksiyon hareketinden sonra bu akım ve düşünce güçlenmiştir. Öyle ki 2.Abdülhamid döneminden itibaren Filistin topraklarında artık siyonist amaçlı yerleşmeler başlamaktadır. Bunların üzerinde de hassasiyetle durmak gerekir.
///
Şurası bir gerçek, Yunanlılık 14. yüzyıldan itibaren Türk hakimiyetindedir. İstanbul’un fethinden önce Mora Yarımadası daha önceden kuzey Yunanistan çoktan Türk hakimiyeti altındaydı ve tabii Anadolu’nun batı kesimleri. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Yunanlı kolonilerin yani Helen unsurun, Osmanlı Devleti’yle ve devlet yapısıyla içiçe geçişi, Rum Ortodoks Patrikliğin imparatorlukta diğer ortodoks milletler üzerinde hakimiyet kurması daha doğrusu bu hakimiyetin onlara verilmesi dolayısıyla bir refah ve idarede katılmadan dolayı bir üstünlük göze çarpar. Çok kısa zamanda İtalya’da Cenova, Liurna giderek Roma ve bilhassa Venedik gibi yerlerde helen, Rum-ortodoks kolonilerin ortaya çıkması Girit’teki Venedik hakimiyeti, Kıbrıs’taki Venedik hakimiyeti dolayısıyla bu bölgelere kadar İtalya’nın taşınması, Osmanlı hakimiyeti döneminde Paris, Londra, Amsterdam ve Viyana gibi yerlerde Helen kolonilerin kiliselerini ve okullarını kurması, onların rönesans dünyasıyla yakın ilişkisini sağladı. Bilhassa Roma’da paplık nezdinde Bessarion gibi entellektüel bir Rum-Ortodoks adamının katolisisizme dönüşü ve kardinal tayin edilmesiyle bu bağlantılar kuvvetlenmiştir.
Yunanlılık Osmanlı İmparatoluğu’nda daha başlangıçtan Yunan milliyetçiliğini taşıyan bir unsurdur. Bu belki aydınlanmada Avrupa’nın yaptığı şekilde çok rafine ve çok şaşalı bir şekilde değilse de her zaman için Yunan milliyetçiliğinin imparatorluktaki ilk yeşeren ve modernleşen etnik milliyetçöilik olduğunu kabul etmek gerekir. Keza Slavlar üzerinde de Rusya’dan önce İtalyan rönesansının etkisi olmuştur. Machiavelli’nin Il Principe, Prens adlı eserindeki İtalyan irredantist motivasyonunun bilhassa İtalya’yla çok yakın ilişkisi olan di Browning gibi, Adriyatik sahillerindeki Hırvat şehirleri gibi bölgelerde etki yaptığı açıktır. Katolik Slavları, bu bölgenin Hırvatlar, İtalyan dünyasına, felsefesine, siyasetine çok yakındılar. Ve buralardan çıkan Yunar Kriyaniç gibi bir filozof, politika olarak Osmanlı Slavları’nın Polonya’nın önderliğinde bir irredantizme, bir kurtuluş hareketine gitmesini önermiştir. ve giderek bu fikirler Rusya’ya yönelmiştir. Büyük Petro’nun babasına sunulan lahiyada, Rusya’nın modernleşmesi, batılılaşması tavsiye ediliyor. Ancak bu sayade Rusya kuvvetlenecek ve Slavlar’ın hürriyete kavuşmalarında öncülük yapabilecektir. Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun bir imparatorluk olması, yani tabanın dini işlerini rahatça yürütebilmesi hatta bunun teşvik edilmesi, kendi okullarında ve kendi dilinde eğitim yapabilmesini teşvik etmesi, teşvik etmese bile göz yumması, bu işi kolaylaştırmıştır. Ne var ki Slav milletlerinin bu önündeki bu milli uyanışta bilhassa maarif hizmetindeki en önemli engel Türkler, Türk idaresi, Bab-ı Ali değildi. Onların dini işlerine, mali işlerine, maarif işlerine bakmakla yükümlü olan Rum-Ortodoks Patrikhanesi’ydi. Demin sözünü ettiğimiz Aprilov öncülüğünde gelişen Bulgar maarifi, bir yerde kilisede Bulgarca ibadeti bile sağlayamamakla mükellefti. Evet, ücra Bulgar köylerinde cahil papazların, Helen unsurun uğramadığı kiliselerde Bulgarca halen din diliydi.
Bulgar milli hareketi, kiliselerine özerklik istediği zaman en başta buna karşı çıkan sırf Fener değildi. Fener’i korumayı bir iş edinen, politika olarak takip eden, Rusya da onların tarafını tuttu. Ne var ki, gururu incinen ve ümitsizliğe kapılan, Ortodoks Bulgarlar, bu sefer Katolik Kilisesi’ne meylettiler. Roma, doğu katolikleri için ayrı bir statü tanıyordu, uniyat adı altında öyle ki, kilise dili resmi dil olacaktı Ermeni katoliklerde, Süryani katoliklerde, Kopt katoliklerde, Ukrayna Katolik Kilisesi’nde ve şimdi de Bulgarlar’da ve Makedonlar’da olduğu gibi. Hatta ruhanileri de yerel rahipler ve halk seçecek halkın temsilcileri, Katolik Kilisesi Roma da bunu tastik edecekti. Bu tatbik edilmiştir. Bulgar katolik Kilisesi de ortaya çıktıktan ve taraftar çekmeye başladıktan sonra - 1860’lar - Rusya hatasını anlamış, Fener’e karşı Bulgar kilisesinin özerkliğini desteklemiştir ve Rus-Türk savaşından evvel, Bulgar otonom kilisesi hayata geçmiştir. Hiç şüphesiz ki Bulgar maarifi, Bulgar Kilisesi’nin birarada yürüyüşü, yayın hayatının genişliği bunu gösterir. Bu bir imparatorlukta olur.
İlk Bulgar gazetesi süreli yayın organı nerede çıkmıştır? Ne bugünkü Bulgaristan’da ne de Avrupa’da, İzmir’de. İzmir’deki bir Bulgar tacir olan Fotinov, Lyuboslovie adlı sırf haber değil edebiyat, tarih ve ideolojiden söz eden gazetesini hayata çıkarmıştır. Arkadan Kristos Tapçlişte’nin ikinci bir gazeteyi çıkardığını biliyoruz. Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçiliği, daha çok Araplık etrafında cereyan etmiştir. Ve müslümanlığı Arap tarihine bağlayarak kendini ifade etmiştir. İster hristiyan Butrus EI-Bustani veya müslüman Abdurrahman Kavakibi gibi mütefekkirler olsun, isterse diğerleri. Araplık müslümanlığı bile milli motifleri içinde yorumlamaya başlamıştır, bilhassa hristiyan araplar, fakat üzerinde durdukları ne bir siyasi ayaklanmadır, ne de bir bağımsızlık hareketidir. Hilafetin Türkler’de değil Kureyş mensubu Araplar’da olmasını ileri sürmektedirler. Bilhassa bu son durum 2. Abdülhamit Devri Osmanlı idaresini son derece kızdırmıştır. O kadar ki padişahın emirleriyle maverdenin ahkamı saltanı adlı eseri veya hilafetin encamından bahseden modern Arapların kitaplarının toplatılıp hamam külhanında yaktırıldığı malumdur.
Pekala hakimiyetin korunması bakımından makul görülen bu hareketi 2.Meşrutiyet’ten sonra, 31 Mart Vakası’ndan sonra Abdülhamid’in hallinde onun aleyhinde bir delil olarak kullanılır. Fetva makamında ve makamı tarafından ileri sürüldüğü ve hal vakası tahttan indirlişin temellendirildiği bilinir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda siyonizm farklı bir yönde gelişmiştir. Theodor Herzl başkanlığındaki siyonistler yani modern milliyetçiler ilk başta sadece kültürel bir otonomi ve giderek bölgesel bir idari otonomi peşinde koşmuşlardır. Hatta bunun için Osmanlı Devleti’ne tamamıyla sadakat, mali zorlukları halletme ve borçları önleme teklifiyle padişaha çıkmışlardır. Hiç şüphesiz ki bu otonomi, özerklik talebi de reddedilmiştir ama gelen siyonistlerin de bir kısmı yerleşme izni alamasa da yerleşme de başlamıştır. İlk önce bugünkü Hayfa civarında yani o zaman Beyrut vilayetine tabi olan bölgelerde satın alınan çiftliklerde koloniler kurulmaya başlamıştır ve bu kolonilerde etrafa verilen hizmetle sulhçu bir yerleşme imkanı aranmıştır. Şunun üzerinde açıkça durmalıyız, bu başka bir gelişmeye öncülük edebilir miydi?
Birinci Cihan Harbi ki, bu tip yerleşmelerde İngilizlerle işbirliğine sebep olmuş ve İngiltere’nin bölgedeki ilerlemesiyle de bir Yahudi devletinin kurulması Lord Balfour’un deklerasyonuyla ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz ki Filistin’de Yahudiliğin ve siyonizmin yerleşmesi doğrudan doğruya ikinci harp öncesi ve sırasındaki Nazi Holocaustuyla ilgilidir. Zaruri göç ve yerleşmeyle o bölgede bir nüfus artışı ve kuvvetlenme göz önünde bulunmuştur.
Kala kala Arnavutluk kaldı. Arnavut milliyetçiliği var ama o milliyetçiliğin aynı zamanda Türk milliyetçisi olduğunu görürsünüz. Şemseddin Sami gibi mütefekkir ve alim bir Arnavut Fraşeri hanedanından eserlerinde Arnavut milliyetçiliği kadar Türk milliyetçiliği yatar. Arnavutlara ilk tiyatro eserlerini ve Türklere ilk romanı, Arnavutlara ilk grameri Türklere bir imla ıslahatı ve Arnavutlara da Latin harflerini o getirmiştir. Hiçbir zaman imparatorluğun parçalanması Arnavutluk’un istiklali şöyle dursun bu imparatorluğun kuvvetli olmasını istemiştir ve bunu da garip bir şekilde Türk milliyetçiliğiyle yapmıştır.
Milliyetçilik Osmanlı düzeninin yıkılması demektir ve o düzenin bir daha tesisi mümkün değildir. Bahsettiğimiz millet sistemi, dini kompartmana dayalı millet sistemi de etnik aidiyetin kuvvetlenmesiyle ön planda Balkanlarda fire vermiştir ve bu kaçınılmazdır çünkü Osmanlılık klasik bir imparatorluk yapısının yeniçağlarda Avrupa topraklarında yaşaması demektir. Bunu büyük bir başarıyla birkaç asır yürütmüşse de kaçınılmaz akibet gelmiştir.
2. Mahmut tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle tanınır. Bunlardan biri çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır, diğeri büyük bilgin ve tarihçilerin bu sırada öldürülmesidir.
NTV-MSNBC
Güncelleme: 16:39 TSİ 18 Haziran 2008 Çarşamba
İSTANBUL - Adaletli mahlasıyla yani adli olarak tanınan sultan 2. Mahmut, onun tamamlanmamış bir tuğrası yanındayız. 2. Mahmut, adli unvanını taşımasına rağmen tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle de tanınır. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz gerekli olan fakat çok şedit, çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır. İkincisi bu ocağın lağvı sırasında büyük bir iftira mekanizması işlemiş ve Şanizade gibi çok önemli bilgin ve tarihçiler bile bu furyanın içinde eriyip gitmişlerdir ama hiç şüphesiz o, Osmanlı tarihinin Büyük Petrosu’dur. Hiç acımasız, hiç tereddütsüz yürüttüğü inkılaplarla Türkiye İmparatorluğu’nu yeni bir döneme götürdüğü açıktır.
Haberin devamı
Bir konunun üzerinde duralım. Bu şiddetli yeniçeri düşmanlığı sırasında bazı konularda affedilmeyen hatalar da yapmış mıydı? Mesela, Mehter’i de ortadan kaldırmıştı.Musikiden anlayan bir padişahtı ve bu musikinin bu asra hitap etmeyeceğini söyledi ama 1908’de başka inkılapçılar, ordunun geleneğe ve morale de ihtiyacı olduğunu ileri sürerek Mehter’i yeniden ihya ettiler. Bu 2.Meşrutiye devrine ait bir olaydır. 2.Mahmut, uzun bir yönetim sergiledi o devir için. Parçalanma halindeki bir imparatorlukta merkezi otoriteyi tesis etti ve acımasız bir politikayla bunu gerçekleştirdi. Bazı yönleri üzerindeyse çok az duruyoruz. Bugün İstanbul’da , Anadolu ve Rumeli’deki birçok kiliselerin önünde, eğer zamanın tahribatına ve insanların ihmaline ve antikacıların hırsızlığına maruz kalmadıysa, hemen hemen her kilise önünde bir 2.Mahmut çeşmesi bulunur. Demek ki o, bir imparatorluğun muhtelif dinlerden ve dillerden oluşan bir tebaanın başında olduğunun şuurundadır. Bunun çeştli örneklerini görürüz.
19.yy’a geldiğimiz zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun artık eski dünyası yoktu. Bu eski dünyada insanlar dillerine ve dinlerine göre kompartmanlarda yaşarlardı yani bir Rum ortodoksun, bir Ermeni ortodoksun -Gregoryen deniyor- , bir Ermeni katoliğin, bir Süryaninin, bir Yahudinin yükselmesi ve yaşaması kendi cemaatinin, kendi ruhani yahut dini liderlerinin etkisi altında görülürdü. O kompartmanın içinde devlet memuru olurdu,dışişlerini yürüten Fenerli Rumlar gibi, o kompartmanın içinden çıkar sarraflık yapardı. O kompartmanın içinden çıkar, Ermeniler gibi mimar başı olabilir, barutçubaşı olabilir, darphane nazırı emini olabilirdi ama hiçbir zaman birisinin kendi yaşadığı dini kompartman içinde ruhani liderlere, milletin başındakilere itaatsizliği veya ayrı akımları çekmesi hoş karşılanmazdı. Oysa 18.yy’ın dünyasına gelindiği zaman durum değişmeye başladı. Bir kere Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan bu kompartmanların içinde herkesin dil beraberliği yoktu. Din beraberliğinin yetmez olduğu görüldü. Bulgar milliyetçiliği uyanmaya başladı. Hem de laik unsurlar değil, bizati din adamları tarafından. Aynaroz’daki sayısız manastırın içinde Bulgar keşişlerin yaşadığı Hilander Manastırı’nda Paissij adlı bir keşiş, Slavyen Bulgar tarihini kaleme aldı ve eserine şöyle başlıyordu: Ey Bulgar! Kendi dilini, tarihini bil. Arkasından Sofroniy Vraçansky çıktı. Sofroniy Vraçansky’nin söyledikleri biryana, 19.asırda eğitimi dolayısıyla kendisini Helen sayan Aprilov diye bir tüccar, Odessa ve Ukrayna’daki iş hayatı boyunca tanıdığı Benelin gibi bir tarihçi sayesinde Slavlık bilincine ulaştı ve döndüğü vakit Bulgaristan’da milli okulları açmaya başladı.
Kısa zamanda Bulgar maarifi, içtimai hayata öğretmenlerin yanında, muallimlerin yanında, mullime hanımı da getirdi. Bulgaristan’ın milli uyanışı da böylelikle arttı. Bu, ileride Türk unsurun, ittihatçıların da hayranlığını çekecek bir gelişmeydi aslında. Tabii ki, Slavlık üzerindeki bilinç bazılarının zannettiği gibi öyle Fransız İhtilali’nin etkisiyle değildir. İmparatorluğun içindeki unsurlar bazen aynı dini kompartmana, ruhani liderlere sahip olsalar da etnik yapıları dolayısıyla çatışmaya girerler. Sırplar, Sırbistan, ortodoks dünyanın içindeki bu çatışmanın ilk alevlendiği yerdir.
Sokullu Mehmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük sadrazamı ve hiç şüphe yok ki Müslüman Türk kültürünü benimsemiş bir devlet adamı ve asker, en uzun süreli sadrazam bir Sırp ruhban ailesinden geliyordu. Sadareti sırasında kardeşini yeni kurduğu Sırp Pec Patrikliği’nin başına geçirdi. Bu ruhani bir gayret değildir. Bir yerde Rum-Ortodoks kilisesinin parçalanmasıyla ilgili bir ameliyedir. Tabii kendisinden sonra bu patriklik çok yaşamadı ama Sırpların da Helen unsurlarla birarada bulunmayacağı anlaşılmıştır. Nitekim, Sırp ayaklanmasından ve kimi özerklikten, otonomiden sonra, Sırbistan kilisesi ayrı bir patriklik olarak ortaya çıktı. Bunu belki Fener, çok uzun zaman tanımamakta ısrar etti ama bir vaka ki artık otosefal bir sırp kilisesi vardı. Sırp milliyetçiliği, kilisede Yunanca duaya ve okulda Yunanca eğitime tahammül edemezdi. Bu Karadzic gibi önemli bir maarif uzmanı, bir öğretmen: “Düşündüğünüz gibi yazınız” sloganıyla halk dilini, halk Sırpçasını hayata geçirdi. O kadar da değil, Rusya ile olan yakın ilişkiler Sırpların diline aynı zamanda yeni Rusça kelimelerin de kazandırılmasına neden olmuştur.
Şurası bir gerçektir; Osmanlı İmparatorluğu’nda Fener dediğimiz, Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzunu tehdit eden bir unsur vardır. Bizzat Moskova’daki Rusya Patrikliği. 15.asırda Rus başpiskoposları patrik ünvanını aldılar ve Rusya bundan sonra Balkan Slavları ve Balkan kiliseleri üzerinde çok önemli bir etkide bulunmaya başladı: Dil ve eğitim. Bu gittikçe gelişen bir Balkan milliyetçiliğini yaratacaktır. Peki bu milliyetçiliğin tek müsebbibi dili yakın,dini bir olan Ruslar mıdır?
Şaşılacak başka yönler de vardır. Dininin bunlarla bir alakası yok, dilinin de yok çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin sürükleyici gücü var. Bahsettiğimiz Avusturya. Avusturya’nın üniversiteleri, Viyana gibi metropoller ve hatta Macaristan kısmındaki Peşte gibi Erdel gibi yerlerdeki şehirler Slav milletinin, Slav milletlerin kültürel gelişmelerinin merkezi haline geldiler. Sadece Slavların mı, bizzat Osmanlı İmparatorluğu’nda, Haçlı Seferlerinden beri var olan ve çoğunluğu teşkil eden Gregoryen Ortodoks Ermenilerle çatışma içinde olan Roma’ya tabii ayrı bir kilise kuran katolikler için de bu söz konusudur. Katolik Ermenilerin içinden Mihitar adlı bir rahibin kurduğu Mihitarist tarikatı mensupları, Ermeni kültürünü enternasyonalize ettiler. Önce Venedik’te, sonra Viyana’da, giderek Avrupa’daki mühim merkezlerde seminer, kütüphane ve matbaalar kurdular. Matbaalarda sadece Ermenice incil, Ermenice eserler basılıyor değildi. Hatta ve hatta Arapça ve tabi ki Türkçe eserler de basılıyordu. Bir yerde Türk alfabesini ilk defa hayata geçirenler de bunlar olmuştur. Yaptıkları sadece Roma papasının doğrultusundaki dini yorumlar, Katolisizm değildi. Doğrudan doğruya Ermeni milli tarihini, Ermeni dilini, Ermeni uyanışını temsil ettiler. Demek ki kilise, ortodokslar arasında olduğu gibi katolik tebaa arasında da rolünü oynamaya başlamıştı. Bu iş en geç kimler tarafından takip edildi?
Tabii ki Türkler ve imparatorluğun Yahudileri. Araplar dahi yine aynı kanalla, Lübnan’daki Maruniler ve Filistin ve Lübnan’daki Melkit dediğimiz katolik inançtaki Araplar tarafından batıyla bağlarını kurmuşlardır. Matbaalar dışarıdaydı. Gelen sadece incil ve dua kitapları dini yorumlara hasmetinden değildir. Pekala Arap tarihiyle, Arap medeniyetiyle ilgili eserler de çıkıyordu. Arabistan’ın hristiyanları, menşeileri, dilleri ve medeniyetleri bakımından Müslüman kardeşleriyle derin bir çatışma içinde değillerdi. Arap tarihinin ne olduğunu, İslam devrindeki Arap fütühatını, İslamiyet’in Arapça yorumunu yapanlar Georgi Zeydan, Butrus gibi önemli hristiyan münevverlerdir. Bunlar yeni bir ekol kurmuşlardır. Beyrut, İskenderiye ve Filistin gibi merkezlerde ortaya çıkmışlardır. 19.yy’da Paris menşeili “Alliance Israel” okulları gelene kadar ve tabi imparatorluk facia ile Rumeli’deki topraklarını kaybedene kadar Türk münevverlerin içinde ne hristiyan Arap tarihçi ne Georgi Zeydan bulunmaz. Ancak ondan sonradır ki, Türklüğün tarihi, Türk edebiyatı, Türk coğrafyası üzerinde yarı ciddi, yarı polemik dolu eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Bunun üzerinde durmalıyız.
Şüphesiz ki bir imparatorluğu yöneten ana unsurun milliyetçi parçalanmanın başını çekmesi beklenemez. O sadece, o devleti,o coğrafyayı muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu nedenledir ki, Türk dilinin ve Türk tarihinin yeşerdiği coğrafyada bu işi yapacak olanlar daha çok Çarlık Rusyası’nın hükmüne geçmiş 16.yy’dan beri Volga boyundaki ve Kırım’daki ve 19.asırdan itibaren de Orta Asya’daki ve Kafkas’da, Azerbaycan’daki gibi münevverlerdir. O nedenledir ki 2.Meşrutiyet yıllarında bir düşünce, bir his halinde mevcut olan Türk ulusçuluğu teşilatlanmaya başlamıştır. Türk teşkilatlanması ve hatta muhassır örgütlenme bakımından çok çarpıcı örnekler vardır. Birkaç yıl içinde Türk Ocakları, Tuna boyundan Çin sınırlarına kadar her yere yayılmıştır. Yine 1880’lerde Bahçesaray’da bir okul olarak başlayan, yani Arap harfleriyle imlayı düzelterek hızlı okumayı öğretmeye başlayan Usul-i Cedid mektepleri İsmail Gaspıralı’nın 20 yıl içinde beş bine ulaşan bir sayıyla Tuna mansabından Çin sınırlarına kadar yayılmıştır. En çok okunan gazete “Tercüman” dır. Bizim tarihçiliğimizin yeterince dikkat sarfetmediği bu olaylar, zamanın Rus matbuatında ve siyasi idari çevrelerinde çok etki uyandırmıştır. Mesela herkesin bildiği gibi İstanbul’daki sefir Zinovyev, jöntürklerin siyasi saldırganlığıyla Gaspıralı okullarının yarattığı maarif reformu ki maarif reformu Rusya Türkleri ve müslümanları arasında Rus halkı arasından daha başarılı olarak yayılmıştı. Belki münevverlerimizin, ediplerimizin miktarı Ruslarınki oranında değildi ama okuma yazma oranı daha yüksekti, ürkütmekteydi. Bir panturanist, bir panislam gelişmeden daimi surette çekinilmekteydi.
İsrail’in kurulmasına kadar giden siyonist modern milliyetçi akımlar ise Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden değil daha çok Avrupa Rusyası’ndan, Polonya’dan kaynaklanmıştır. Yahudilerin orada yaşadığı zor şartlar dolayısıyla Filistin topraklarına göç başlamış, bilhassa Theodore Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı eserinden ve Fransa’daki antisemit Yahudi düşmanı aksiyon hareketinden sonra bu akım ve düşünce güçlenmiştir. Öyle ki 2.Abdülhamid döneminden itibaren Filistin topraklarında artık siyonist amaçlı yerleşmeler başlamaktadır. Bunların üzerinde de hassasiyetle durmak gerekir.
///
Şurası bir gerçek, Yunanlılık 14. yüzyıldan itibaren Türk hakimiyetindedir. İstanbul’un fethinden önce Mora Yarımadası daha önceden kuzey Yunanistan çoktan Türk hakimiyeti altındaydı ve tabii Anadolu’nun batı kesimleri. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Yunanlı kolonilerin yani Helen unsurun, Osmanlı Devleti’yle ve devlet yapısıyla içiçe geçişi, Rum Ortodoks Patrikliğin imparatorlukta diğer ortodoks milletler üzerinde hakimiyet kurması daha doğrusu bu hakimiyetin onlara verilmesi dolayısıyla bir refah ve idarede katılmadan dolayı bir üstünlük göze çarpar. Çok kısa zamanda İtalya’da Cenova, Liurna giderek Roma ve bilhassa Venedik gibi yerlerde helen, Rum-ortodoks kolonilerin ortaya çıkması Girit’teki Venedik hakimiyeti, Kıbrıs’taki Venedik hakimiyeti dolayısıyla bu bölgelere kadar İtalya’nın taşınması, Osmanlı hakimiyeti döneminde Paris, Londra, Amsterdam ve Viyana gibi yerlerde Helen kolonilerin kiliselerini ve okullarını kurması, onların rönesans dünyasıyla yakın ilişkisini sağladı. Bilhassa Roma’da paplık nezdinde Bessarion gibi entellektüel bir Rum-Ortodoks adamının katolisisizme dönüşü ve kardinal tayin edilmesiyle bu bağlantılar kuvvetlenmiştir.
Yunanlılık Osmanlı İmparatoluğu’nda daha başlangıçtan Yunan milliyetçiliğini taşıyan bir unsurdur. Bu belki aydınlanmada Avrupa’nın yaptığı şekilde çok rafine ve çok şaşalı bir şekilde değilse de her zaman için Yunan milliyetçiliğinin imparatorluktaki ilk yeşeren ve modernleşen etnik milliyetçöilik olduğunu kabul etmek gerekir. Keza Slavlar üzerinde de Rusya’dan önce İtalyan rönesansının etkisi olmuştur. Machiavelli’nin Il Principe, Prens adlı eserindeki İtalyan irredantist motivasyonunun bilhassa İtalya’yla çok yakın ilişkisi olan di Browning gibi, Adriyatik sahillerindeki Hırvat şehirleri gibi bölgelerde etki yaptığı açıktır. Katolik Slavları, bu bölgenin Hırvatlar, İtalyan dünyasına, felsefesine, siyasetine çok yakındılar. Ve buralardan çıkan Yunar Kriyaniç gibi bir filozof, politika olarak Osmanlı Slavları’nın Polonya’nın önderliğinde bir irredantizme, bir kurtuluş hareketine gitmesini önermiştir. ve giderek bu fikirler Rusya’ya yönelmiştir. Büyük Petro’nun babasına sunulan lahiyada, Rusya’nın modernleşmesi, batılılaşması tavsiye ediliyor. Ancak bu sayade Rusya kuvvetlenecek ve Slavlar’ın hürriyete kavuşmalarında öncülük yapabilecektir. Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun bir imparatorluk olması, yani tabanın dini işlerini rahatça yürütebilmesi hatta bunun teşvik edilmesi, kendi okullarında ve kendi dilinde eğitim yapabilmesini teşvik etmesi, teşvik etmese bile göz yumması, bu işi kolaylaştırmıştır. Ne var ki Slav milletlerinin bu önündeki bu milli uyanışta bilhassa maarif hizmetindeki en önemli engel Türkler, Türk idaresi, Bab-ı Ali değildi. Onların dini işlerine, mali işlerine, maarif işlerine bakmakla yükümlü olan Rum-Ortodoks Patrikhanesi’ydi. Demin sözünü ettiğimiz Aprilov öncülüğünde gelişen Bulgar maarifi, bir yerde kilisede Bulgarca ibadeti bile sağlayamamakla mükellefti. Evet, ücra Bulgar köylerinde cahil papazların, Helen unsurun uğramadığı kiliselerde Bulgarca halen din diliydi.
Bulgar milli hareketi, kiliselerine özerklik istediği zaman en başta buna karşı çıkan sırf Fener değildi. Fener’i korumayı bir iş edinen, politika olarak takip eden, Rusya da onların tarafını tuttu. Ne var ki, gururu incinen ve ümitsizliğe kapılan, Ortodoks Bulgarlar, bu sefer Katolik Kilisesi’ne meylettiler. Roma, doğu katolikleri için ayrı bir statü tanıyordu, uniyat adı altında öyle ki, kilise dili resmi dil olacaktı Ermeni katoliklerde, Süryani katoliklerde, Kopt katoliklerde, Ukrayna Katolik Kilisesi’nde ve şimdi de Bulgarlar’da ve Makedonlar’da olduğu gibi. Hatta ruhanileri de yerel rahipler ve halk seçecek halkın temsilcileri, Katolik Kilisesi Roma da bunu tastik edecekti. Bu tatbik edilmiştir. Bulgar katolik Kilisesi de ortaya çıktıktan ve taraftar çekmeye başladıktan sonra - 1860’lar - Rusya hatasını anlamış, Fener’e karşı Bulgar kilisesinin özerkliğini desteklemiştir ve Rus-Türk savaşından evvel, Bulgar otonom kilisesi hayata geçmiştir. Hiç şüphesiz ki Bulgar maarifi, Bulgar Kilisesi’nin birarada yürüyüşü, yayın hayatının genişliği bunu gösterir. Bu bir imparatorlukta olur.
İlk Bulgar gazetesi süreli yayın organı nerede çıkmıştır? Ne bugünkü Bulgaristan’da ne de Avrupa’da, İzmir’de. İzmir’deki bir Bulgar tacir olan Fotinov, Lyuboslovie adlı sırf haber değil edebiyat, tarih ve ideolojiden söz eden gazetesini hayata çıkarmıştır. Arkadan Kristos Tapçlişte’nin ikinci bir gazeteyi çıkardığını biliyoruz. Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçiliği, daha çok Araplık etrafında cereyan etmiştir. Ve müslümanlığı Arap tarihine bağlayarak kendini ifade etmiştir. İster hristiyan Butrus EI-Bustani veya müslüman Abdurrahman Kavakibi gibi mütefekkirler olsun, isterse diğerleri. Araplık müslümanlığı bile milli motifleri içinde yorumlamaya başlamıştır, bilhassa hristiyan araplar, fakat üzerinde durdukları ne bir siyasi ayaklanmadır, ne de bir bağımsızlık hareketidir. Hilafetin Türkler’de değil Kureyş mensubu Araplar’da olmasını ileri sürmektedirler. Bilhassa bu son durum 2. Abdülhamit Devri Osmanlı idaresini son derece kızdırmıştır. O kadar ki padişahın emirleriyle maverdenin ahkamı saltanı adlı eseri veya hilafetin encamından bahseden modern Arapların kitaplarının toplatılıp hamam külhanında yaktırıldığı malumdur.
Pekala hakimiyetin korunması bakımından makul görülen bu hareketi 2.Meşrutiyet’ten sonra, 31 Mart Vakası’ndan sonra Abdülhamid’in hallinde onun aleyhinde bir delil olarak kullanılır. Fetva makamında ve makamı tarafından ileri sürüldüğü ve hal vakası tahttan indirlişin temellendirildiği bilinir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda siyonizm farklı bir yönde gelişmiştir. Theodor Herzl başkanlığındaki siyonistler yani modern milliyetçiler ilk başta sadece kültürel bir otonomi ve giderek bölgesel bir idari otonomi peşinde koşmuşlardır. Hatta bunun için Osmanlı Devleti’ne tamamıyla sadakat, mali zorlukları halletme ve borçları önleme teklifiyle padişaha çıkmışlardır. Hiç şüphesiz ki bu otonomi, özerklik talebi de reddedilmiştir ama gelen siyonistlerin de bir kısmı yerleşme izni alamasa da yerleşme de başlamıştır. İlk önce bugünkü Hayfa civarında yani o zaman Beyrut vilayetine tabi olan bölgelerde satın alınan çiftliklerde koloniler kurulmaya başlamıştır ve bu kolonilerde etrafa verilen hizmetle sulhçu bir yerleşme imkanı aranmıştır. Şunun üzerinde açıkça durmalıyız, bu başka bir gelişmeye öncülük edebilir miydi?
Birinci Cihan Harbi ki, bu tip yerleşmelerde İngilizlerle işbirliğine sebep olmuş ve İngiltere’nin bölgedeki ilerlemesiyle de bir Yahudi devletinin kurulması Lord Balfour’un deklerasyonuyla ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz ki Filistin’de Yahudiliğin ve siyonizmin yerleşmesi doğrudan doğruya ikinci harp öncesi ve sırasındaki Nazi Holocaustuyla ilgilidir. Zaruri göç ve yerleşmeyle o bölgede bir nüfus artışı ve kuvvetlenme göz önünde bulunmuştur.
Kala kala Arnavutluk kaldı. Arnavut milliyetçiliği var ama o milliyetçiliğin aynı zamanda Türk milliyetçisi olduğunu görürsünüz. Şemseddin Sami gibi mütefekkir ve alim bir Arnavut Fraşeri hanedanından eserlerinde Arnavut milliyetçiliği kadar Türk milliyetçiliği yatar. Arnavutlara ilk tiyatro eserlerini ve Türklere ilk romanı, Arnavutlara ilk grameri Türklere bir imla ıslahatı ve Arnavutlara da Latin harflerini o getirmiştir. Hiçbir zaman imparatorluğun parçalanması Arnavutluk’un istiklali şöyle dursun bu imparatorluğun kuvvetli olmasını istemiştir ve bunu da garip bir şekilde Türk milliyetçiliğiyle yapmıştır.
Milliyetçilik Osmanlı düzeninin yıkılması demektir ve o düzenin bir daha tesisi mümkün değildir. Bahsettiğimiz millet sistemi, dini kompartmana dayalı millet sistemi de etnik aidiyetin kuvvetlenmesiyle ön planda Balkanlarda fire vermiştir ve bu kaçınılmazdır çünkü Osmanlılık klasik bir imparatorluk yapısının yeniçağlarda Avrupa topraklarında yaşaması demektir. Bunu büyük bir başarıyla birkaç asır yürütmüşse de kaçınılmaz akibet gelmiştir.
17 Haziran 2008 Salı
Attila İlhandan Şeçmeler

Türkiye ulusal sentezini yapmak zorundadır
Türkiye ne yapıp yapıp kendi ulusal sentezini yapmak zorundadır. Ulusal kültür sentezi yoktur.Osmanlı ve Selçuklu inanılmaz güzellikte bir ümmet kültür sentezi sunmuştur. Gazi, Dil Kurumunu ve Tarih Kurumu'nu bunlar için kurmuştur. Biz burdan Batı kültürü, Batı kültürü deyip duruyoruz, oraya gidince Batı kültürünün olmadığını görüyorsunuz. Fransız kültürü, İngiliz kültürü, Alman kültürü, Amerikan kültürü var. Hepsi birbirinden çok farklıdır. Tek ortak değerleri; Hristiyanlık. Onlar, Batı Hıristiyan Kültür çevresini oluşturmuş. Burda da bir doğu müslüman kültür çevresi var. Müslümanlık din olarak ayrı, ama bir de kültür boyutu var. Kültür olarak bunu bırakıp Hıristiyan kültüründen yararlanıp ulusal sentez yapamazsınız. O zaman ne oluyor aydınla halk arasında şimdi yaşadığımız karşıtlık çıkıyor. Halk aydını benimsemiyor, itiyor. Aydın da halkı benimsemiyor, bundan da gavur yararlanıyor. Aydını kullanıyor istediğini yaptırıyor. İşte görüyorsunuz; milyon dolarlar gönderip istediği gibi kullanıyor. Çünkü senin kendi değer ölçülerini ortadan kaldırıyorlar. Bu defa halk pusulasını şaşırıyor. Kültürsüzleştiriliyor...
Milli Gazete 2003
“Öğrensin keratalar”
Çok sorulmuştur. Belki sen de soracaksın, dönem romanlarında dönemin dilini kullanıyorum. İnsanlar öyle konuşuyorlar. Buna itiraz ettiler. Hepsi de ayağa kalktı. Hatta son kitapta burada konuşma yaparken bir hanım yazarımız, meselâ “istihkâm” diyorsunuz. “İstihkâm” ne demek ben bilmiyorum, dedi. Dedim, sen yazarsın yahu. Sen bilmiyorsan hiç kimse... şimdi mesele çok basit. Cevabını vereyim. İlk ben bunu ortaya çıkardığım vakit bu soruldu bana. Küstah bir cevap verdim. Gençler, bu dili bilmiyorlar, anlayamayacaklar, ne dersiniz, dediler. Öğrensin keratalar, dedim. Bu da yayımlandı. Çünkü İngilizce öğreniyor, anasının dilini öğrenmiyor. Bu olmaz. Öğrensinler, dedim. Şimdi bu defa cevabım başka türlü oldu. Bunları anlamazlar, doğru. Anlamazlar iyi de bu romanlar hep dörder beşer basım yaptı, bunları kim okuyor? Demek ki sizin söylediğiniz hikâye. Halk okuyabiliyor, öbürleri pekala anlayabiliyor. Onlar kendileri anlamak istemiyorlar.
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi 2003
http://www.tilahan.net/default.asp?lang=0&pId=16"aId=26
Ecnebi Eğitim, ´Vazgeçilmez´ imiş!

http://www.tilahan.net/default.asp?lang=0&pId=6&fId=5&prnId=91&hnd=1&ord=90&dbId=696
“...Ecnebi Eğitim, ´Vazgeçilmez´ imiş!..”
(...meraklısı, elbette hatırlayacaktır; ’misyoner’ okullarını irdelerken, en aşağı otuz yıl kadar önce, ele geçirdiğim şöyle bir demeci yayımlamıştım ki; ’mazlum halklara’ İngilizce -ve tabii, Hıristiyanlık- öğretmeye giden bu ’kültür yuvaları’ nın (!), maksad-ı aslilerini pek güzel anlatıyordu:
’’...American Bord of Mission, yaklaşık 65 yıldır, Türkiye’de faaliyette bulunmaktadır. (Dikkat!) Ticari ilişkiler bakımından, misyonlar bu bölgede elverişli bir ortam yaratmışlardır; bu ortam misyonerlerin iki yönlü çalışmaları sayesinde gerçekleşmiştir: 1/ Geniş bir eğitim düzeni 2/ Geniş bir basın yayın faaliyeti! (Dikkat!..) Biz bu bölge halkını, yalnız bizim sattıklarımızı almaları için değil; gelecekte kurulacak tesisleri geliştirip yaşatabilecek bir düzeye gelmeleri için de eğitiyoruz; bu yoldan, Amerikan yatırımlarına yeni alanlar açmak umudundayız...’’
’’...örgütün devamlı olarak yaşayabilmesi için yapılan harcamalar, yıllık altı milyon dolar civarındadır. (Dikkat!..) Amerikalılar Asya Türkiyesi’nde şimdiden kâra geçen bir iş kurmuşlardır. Bu durum, bütün bölge halkının, bir gün bizim müşterimiz olacağına dair umudumuzu gerçekleştirmektedir. Şu anda Asya Türkiyesi’nde, değişik bölgelerde 435 okulumuz ve bunlarda eğitim gören, 19.795 öğrencimiz mevcuttur!..’’
Bu müthiş beyanatı kim vermiş? Sıkı durun! American Bord of Mission adına, Mr. H.O. Dwight , verdiği tarih 1895 . Peki, dediği gibi, ’’bölge halkının bir gün onların müşterisi olacağına dair umudunu gerçekleştire’’ bilmişler midir? Bunu anlamak için, aşağıdaki faks mesajıyla misyoner okulları tartışmasına İzmir ’den katılan, Lâtif Karadağlı ’nın (asıl adı değil) yazdıklarına lütfen bir göz atar mısınız?..)
Üstelik ’cebri olarak yapılmalı’ymış...
’’...şunu biliyoruz ki, evrensel dil İngilizce’dir; bunun yanında Fransızca ve Almanca’nın kıymet-i harbiyeleri, birçok alanda vardır. Siz, onların neden bizim dili öğrenmedikleri ve kendi dilleriyle eğitim yaptıklarını sorgulayarak, bizim de kendi dilimizle eğitim yapmamız gerektiğini, sonuç olarak çıkartıyorsunuz. Onların bizim dili öğrenmeye ihtiyacı yok, çünkü kendi dilleri evrensel dil ve uluslararası birçok kurumda kullanılıyor. Türkçe’nin böyle bir geçerliliği yok. İşte bu yüzden, biz gençlik, en başta evrensel dil İngilizce olmak üzere, sırası gelirse Fransızca ve Almanca’yı da öğrenmek zorundayız. Bunun sağlanması kişilerin otokontrolüne bırakılamaz, bunun için de cebri olarak yabancı dille eğitim yapılmalıdır, bu genç neslin faydasına olacaktır...’’
’’...ancak ortaöğretimde İngilizce dersi hakkıyla verilmemektedir, çok yanlış öğretim metotları yüzünden veya dil dersi umursanmadığından dolayı, ortaöğretimden çıkan çoğu öğrenci, İngilizce mantığından, gramerinden ve sözcük bilgisinden yoksun olarak üniversiteye geliyor. Ortaöğretim’deki başıbozukluğa son verilmeli ve üniversitelerdeki İngilizce dersler artırılmalı ve öğrenciler iyice yontulmalıdır. Ben iktisat bölümünde okuyorum; İngilizce olarak gördüğümüz derslerde çoğu kez öğretmenler Türkçe konuşmak zorunda kalıyor, çünkü öğrenciler anlamadıklarını belirtiyorlar. Ancak bu durum İngilizce eğitimin gereksizliği fikrine çıkış noktası olamaz; İngilizce temelde hakkıyla verilirse ve hocalar İngilizce öğretimde ısrarlı ve katı olurlarsa, durum düzelir...’’
’’...emin olun ki yabancı dille eğitim Türkiye için vazgeçilmezdir!..’’ (25 Şubat 04)
’Ateşli’ ama, ’bilgili’ sayılmaz!..
Öğrenci Lâtif Karadağlı (asıl adı başka), anlaşılan dünyadan habersiz, ne Emperyalizm ’den haberi var, ne Kültür Emperyalizmi’ nden, yani ’Kültürsüzleştirme’ den! Coğrafyası da, sağlama benzemiyor; Rusya (Rusça), Çin (Çince), Asya Türk Cumhuriyetleri (Türkçe), İran (Farsça), Aden Körfezi ’nden Atlas Okyanusu ’na uzanan Arap/İslam ülkeleri (Arapça); Amerika ’daki Brezilya, Meksika, Arjantin gibi, kalabalık devletleri (İspanyolca ve Portekizce); bunların toplam nüfusunu, hiç hesaba katmadan, İngilizce’yi evrensel ilan etmiş, -bilindiği gibi- bu aslında Anglosakson Misyon Okullarının iddiasıdır; ve ötekilerin hepsi, hele Avrupa ’dakiler - Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, vs. - bunun tam karşısındadır!
Daha güzeli delikanlının, tartışılanı yanlış anlamış olması; sorun, niye onlar Türkçe okutmuyor da, biz İngilizce okutuyoruz sorunu değil; Türkiye’de kimse İngilizce öğrenmesin, diyen de yok; tam tersine, isteyen istediği dili öğrensin ama, hiçbir ulusal devlette, -tam da yurttaşlık bilincini edineceği çağda-, çocuklara ecnebi bir ülkenin diliyle o yabancının kültürü aşılanamaz; bu ancak, sömürgelerde görülen bir uygulamadır.
Üstelik bu konu yeni tartışılmıyor; alın size tabloit bir dergi, arka sayfasındaki manşet, boydan boya şöyle ’atılmış’ : ’’Yabancı Dil Eğitimine, EVET! / Yabancı Dille Eğitime, HAYIR!’’ ; işte meselenin özü ve özeti budur; o derginin adı CÖNK , tarihi -sıkı durun- 1 Aralık 1988 : yöneten de, benim! Bu manşet, iç sayfalardaki, büyük soruşturmayı haber veriyor; o soruşturma ki, katılanlar arasındaki Mümtaz Soysal, ’Yabancı Dille Öğretim Veren Ulusal Devlet Yok’ diye cevap vermiş; Refik Erduran, ’Dilin Korunması Ulusal Onur Sorunudur’ demiş. İsmet Özel, ’’(O) Eğitimin Amacı Uşak Olmaya Yetecek Kadarını Bilmektir’ diye kestirip atmış!
Belki de beyhude mi? Baksanıza, geçen yirmi yıl içinde, o ’sistem’ ne ateşli ’ecnebi dille öğretim’ taraftarları yetiştirmiş! İnsan kendini Mütareke’ de İstanbul gazetesi okur sanıyor...
Cumhuriyet, 05.03.2004
7 Haziran 2008 Cumartesi
Tarih Dersleri’nde “Milletler Tarihi”
Tarih Dersleri’nde “Milletler Tarihi”
Osmanlı İmparatorluğu’nda tarihte hiç görülmemiş ölçüde bazı dinler bir aradaydı. İşin ilginç yanı, 18. asra kadar bu farklılıklar bir sorun teşkil etmezken bu asırdan sonra yeni dünyada en önemli sorun etnik ayrılıkların ortaya çıkması oldu.
NTV-MSNBC
Güncelleme: 17:40 TSİ 04 Haziran 2008 Çarşamba
İSTANBUL - Osmanlı İmparatorluğu tebaasının dini ve lisani renkliliği açısından hiç şüphesiz ki tarihteki Büyük Roma’dan sonra en ilginç olanı. Eski Roma pagan bir imparatorluktu ve hayatının belli bir safhasına kadar bu imparatorlukta tek tanrılı yani semavi dinler mensubu, tarih icabı sadece Filistin’deki yahudilerdi. Yahudilerle diğer çoktanrılı dinlerin , en başta Romalılar’ın kendilerinin birarada olmaları ve bulunmaları hiç şüphesiz ki belirli sorunları getirmiştir. Bizzat Hristiyanlığın çıkışı ve Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi olayları sırasındaki çatışma noktaları da bunu göstermektedir.
Haberin devamı
Bizim asıl üzerinde önemle duracağımız konu şudur: Aradaki Hristiyan Roma yahut yanlış bir deyimle Bizans denen camianın çekilmesinden sonra Osmanlılık, Balkanlar’da Tuna boyundan Mezopotamya denen bölgede yani bugünkü Irak’ta, Fırat kıyılarına, Kafkasya’dan hatta Ukrayna Kırım’dan güneydeki Somaliya, Etiyopya’ya kadar bir kere üç semavi dinin , üç büyük dinin hemen hemen bütün mezheplerini, varyantlarını da bulundurmuştur.
Bu, müslüman bir imparatorluktur. Müslüman imparatorlukta da birçoklarının yarı bilir, yarı bilmez tekrarladıkları bir durum söz konusudur. Efendim, bu müslmanlığın sünni ve hanefi yorumudur. Doğru değildir. Biraz sonra üzerinde duracağız. Onun dışında asıl en önemli unsur hristiyanlık dediğimiz bu semavi üç üniversal dinin bütün kiliselerinin, yani bütün yorumlarının birarada bulunmasıdır. Hele 19. asırda protestanlığın ortaya çıkması milletlerarası diplomasi ve çatışma alanlarının bu mezhebin rengiyle ortalığa kendini tanıtması daha başka sorunları ortaya çıkarmıştır.
Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu tarihte hiç görülmemiş ölçüde birtakım dinlerin, cemaatların bir arada bulunmasıdır. Daha da ilginci belki 18. asırda hatta 19.asırda değil, 18. asrın ortalarına kadar dil farklılıklarının bir sorun teşkil etmemesine rağmen bu asırdan sonra yeni dünyada asıl en önemli sorun dile ve dil farkına dayanan etnik ayrılıkların ortaya çıkmasıdır. İşte o zaman bilinen kiliseler ve inanç grupları arasında da çatışmalar çıkmakta ve imparatorluğun hazin sonunu hazırlayan dramatik gelişmelerle bu tarih sayfası kapanmaktadır diyoruz.
Kapandı mı acaba? Hayır. Zamanımızdaki olaylar gösteriyor ki Osmanlılık bazı safahatta dönemini çok daha rasyonel bir kuruluşla götürebilmiştir. Bugün en azından Ortadoğu coğrafyasına baktığımız zaman, bunu görmemek mümkün değildir.
Şimdi dilenirse, büyük dinlerin ortaya çıkışında ve bunların bu imparatorluktaki devamındaki bazı esasları ele alalım. Bir kere Roma İmparatorluğu’nda hristiyanlık tabi ki gayri resmi, tabi ki muhalif, “clandestin” denen adeta bir yeraltı teşkilatlanması şeklinde gelişmiştir. Zaman zaman Roma imparatorlarının ve idaresinin bu dini harekete ihtiyatlı da olsa toleranslı veya umursamaz bakışı, zaman zaman oldukça düşman bakışlar dolayısıyla hayatı çok zor götüren ama imparatorluğu da zorlyan geniş bir inanç grubudur bu. Filistin’de çıkan Mesih bazılarının zannettiği gibi yahudilikte çıkan ve o dinin yasalarını, yaşayış biçimini denetleyen, yorumlayan bir hareket olarak kalmamıştır. Hz. İsa’dan sonra onun havarileri ve hayatta kendisini görmeyen Tarsuslu haham St-Paul, - Shaul ‘dur adı - yeni yorumuyla Mesih ve bu inanç üniversaldir. Bütün milletlere gelmiştir ve göklerin melekutunu , yani öbür dünyanın hakimiyetini bu günahkar dünyaya göstermektedir. O zaman kilisenin teşkilatlanması söz konusudur. Çok açıktır, bu teşkilatlanma başladığı zaman yani kilise doğrudan doğruya, işte eyaletlerde piskoposlar onların altında papazlar, bu gizlilikte veya açıklıkta bu şekilde devam etmiştir.
St-Paul’ün kurduğu ilk kiliseler olan Antakya, Efes, İskenderiye vs. ki İstanbul bunların içinde yoktur ve buralardan gelişen cemaatlerla bu yapılanma artmaktadır. Daha da ilginci, St- Paul yeni dinini ve düşünceleri yaydığı zaman şehirlerde mevcut yahudi cemaatinin ibadet yerlerini, yani sinagogları kullanmıştır çünkü her yetişkin yahudinin hele St.Paul gibi çok etkileyici çok güzel konuşan bir hahamın, oradaki kürsülerde cemaata vaaz verme, yorum getirme hakkı vardır. Yavaş yavaş sinagogdan dışarı çıkmıştır. Her zaman çok dostça karşılanmadığı bellidir. Nitekim kilisenin asıl iki kurucusu St.Petrus, St.Pierre ve St.Paul idam edilmişlerdir. Bu zaman içerisinde hristiyanlığın çeşitli yorumları ortaya çıkmıştır. Bir tanesi İskenderiyeli rahip Arius’tur. Ona göre İsa’nın uluhiyetinden çok bir mesih rolü önemlidir. Ve Ariusçuluk ilk zamanlarda daha çok, şaşılacak bir şey, şehirli olamayan kitlelerin arasında tutulmuştur. İlk konsül, büyük bir yetki çatışmasının, büyük bir yorum çatışmasının sonunda ortaya çıkmıştır. Ne derecede Hristiyan olduğunu bilmediğimiz ama hristiyanlığa sempatiyle bakan, koruyucu rol oynayan İstanbul şehrinin gerçek kurucusu Büyük Konstantin, İznik şehrinde bu sorunları çözmek için bir konsil toplamıştır. Hristiyanlığın ve kilisenin hayatını tayin eden asıl konsil de budur. Burada bir kere sayısız incillerden bazıları ref edilmiştir. Sadece dört tanesi kabul edilmiştir. Hristiyan inancını, Hz İsa’yı ve hayatını ve söylediklerini nakleden kitaplardan dördü: Lukas, Marcus, Matta, Yuhanna. Bunların anlattıkları birbirlerini tamamlıyor ve Hristiyan inancının ve vahyin, tanrının dediklerinin, İsa’nın söylediklerinin, doğru yorumu olarak gösteriliyor.
Bunların üstüne onu görmeyen fakat onu tanıyan, onunla aynı fikirde birleştiğini kabul eden ve ileri süren St.Paul’ün Efes, Galatya, Selanik, Antakya, vs yerlerdeki misyonu, ordaki halka yazdığı mektuplar, yani hitabeti ve esasları da İncil’in arkasına konuyor. Dahası, hristiyanlığı yaymak için ıstırap çektiği ileri sürülen kişilerin mektupları yer alıyor. İşte bu İncil ve dini kilise hiyerarşisi orada kabul ediliyor. Daha mühim bir şey var. Bir karar değil, bir tahkir, bir lanetlemedir Yahudi dini ve o inanış Hz. İsa’yı çarmıha germiştir. Bu konsilden sonra hiç şüphesiz ki ortalık durulmamıştır. 425’te Efes’te bir konsil daha toplanmıştır. Bu konsilde İstanubul patriği Nasturius’un yorumlarına, Hz. İsa yorumlarına karşı İskenderiye, Antakya ve Ermenistan takımının yorumu söz konusudur. Aradaki büyük çatışma dolayısıyla tarihte monofisizm denen, yani bugünkü Mısır Kopt Kilisesi’nin, Süryani Kilisesi’nin ve Ermeni Kilisesi’nin esasını teşkil eden ayrılma ortaya çıkacaktır. Henüz erken. Burada, Efes Konsili’nden sonra 451’deki Kadıköy Konsili’ni beklemek gerekir. Orada işte bu ayrılık artık kesinleşmiştir Bizans’ın resmi kilisesiyle arasında ayrılmayla ortaya bugün bildiğimiz Ortodoks Kilisesi, Ermenistan kilisesi, Kopt kilisesi ve Süryani Kadim kilisesi çıkmıştır. Osmanlılık da 5.asrın ortasındaki bu mirası devralmaktadır.
Diğer bir ayrılık hiç şüphesiz ki, 10 ve 11. asırlarda yeşeren ama 1050’de kesinlikle birbirinden kopan İstanbul ve Roma arasındadır. Hristiyan alemi Justinianus’tan beri özellikle bu memleketin hristiyanları, Roma’daki papayı birinci sayar. Bu bir ihtiram, bir idare, bir öncülüktür. Roma’daki papaya bir uluhiyet vermek onların zihniyetinde yoktur. Roma bu iddiayı benimsedi ve İncil’in tercümesinde ve deyişlerdeki bazı yorum farklarına gittiği ölçüde bir kavga dövüştür. Filiocve , yani baba ve oğulu, tanrıyı ve İsa’yı bir hamurun , bir mayanın, bir cevherin içine koyan görüşle, Bizans’ın bunları ayıran görüşü, bir ilahiyat çatışmasına dönüşmüştür. Ama o asırdaki karşılıklı afaroz yetmez. 1204’te İstanbul, Avrupa’dan gelen Haçlı sürülerince yağmalandığı, halkın can mal ve ırzı ihlal edildiği, katledildiği dönemden itibaren Batı ve Doğu kiliseleri birbirinden nefret eder hale gelmiştir.
İşte Osmanlılık bu iki dünyayı da bulmuştur. Doğrusu İtalya’daki papanın etrafındaki geniş katolik alemiyle yeni girdiğimiz vatandaki ortodoks dünyanın arasındaki çatışmadan Osmanlı İmparatorluğu hem yararlanacak hem yeni bir teşkilatkanmanın tohumlarını temellerini atacaktır. Diğeri hiç şüphesiz ki Hristiyan dünyanın devamlı olarak tahkir ettiği suçladığı ve benimseyemediği yahudi alemidir.
Yahudilik bu topraklarda ne kadar vardı? Miladın ilk asırlarından itibaren Milet tiyatrosuna gidersiniz, abonmanla satılan sıralardan birinin üstünde Simeon Judeon der, Sartagi dersiniz kazılarda bir yahudi sinagogu ortaya çıkar. Antakya’nın bir yahudi cemaati vardır. Kapadokya’nın vardır. Bitinya’nın, Bursa havalisinin vardır. İskenderiye’de zaten yahudilik bu şehir kurulduğundan beri vardır. Demek ki Akdeniz dünyasında hatta Roma’ya, hatta yeni kurulan koloniler, Marsilya gibi kentlere kadar yahudilik çoktan yaygındı. Roma İmparatorluğu’nda denilebilir ki coğrafi bakımdan en yaygın din yahudilikti. Bu hayatına nasıl devam etti ve Osmanlılık bu dinle, yani tek tanrılı dinlerin inancı, inanç kaynağı olan bu anlayışla, bu cemaatla nasıl aynileşti bunun üzerinde durmak gerekir.
///////
Tarihi bir vakadır. Tiberius’un zamanında Kudüs’teki mabet yakıldı ve şehrin yahudi nüfusu özellikle Bar Kohba Ayaklanması’ndan sonra sürüldü. Masada’da Filistinliler, kendilerini kahramanca müdafaa ettiler. Bu olaydan sonra Filistin ülkesindeki geniş yahudi grupları Roma İmparatorluğu’nun her tarafına yayılmak durumunda kaldı. Bu coğrafya açıkça konuşmak lazımdır bugünkü Türkiye’yi, hemen Suriye, Filistin’in bütün bölgelerini, Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve ortaçağlarda Endülüs’ü İspanya’yı kapsadı. İtalya’da zaten bir yahudi grubu vardı. Şurası tartışılan bir konu. Ortaçağ boyunca Alpler’in ve İspanya’daki Pireneler’in kuzeyine geçen ve coğrafya itibarıyla Aşkenaz dediğimiz Doğu Avrupa Yahudileri nasıl oluyor da Roma İmparatorluğu’nun ve yahudilerin anayurdundaki nüfusun dokuz misli fazla olabiliyor. Bunun cevabını vermek çok zordur. Tarihi demografik meselerle bunu bilemeyiz. Yalnız şurası bir gerçektir. Osmanlılık, Bizans’tan tevaris ettiği cemaatiyle yaşamaya baştan alışmıştır. O kadar ki, Fatih Sultan Mehmet gibi büyük bir hükümdarın tarihini yazan üç kaynak, birisi Tursun Bey, ikincisi Kritovulos Rum Ortodoks, üçüncüsü de Kapsali’dir. Kapsali’nin yazdığı eser yerli yahudi nüfusun artık Osmanlı cemiyeti ve idaresine karşı duydukları yakınlık ve bütünleşmenin de bir ifadesidir. Ama 15. asırda Endülüs’ün tamamiyle hristiyanlaştırılmasından ve giderek engizisyonun kurulmasıyla yahudiler dalga dalga Kuzey Afrika üzerinden, İtalya’dan oralarda da tutunamayarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar. Mesela 15. asrın sonunda İstanbul’da birdenbire 53 adet Kahal, çoğulu kahalim, yani cemaatlar çıktı. Her sinagog ve etrafındaki mahalli halkına kahal tabir edilir.Hiç şüphesiz ki 16.asır boyunca bu cemiyet Avrupa’nın iktisadi mali sanatlarını, matbaayı, hekimliği Türkiye’ye getirmiştir.
Dolayısıyla, İstanbul’un dışında o vakte kadar iki kere Venedik’ten alınan , 2. Murat’tan evvel tamamen Osmanlı’da kalan Selanik şehri de kesif surette yahudi göçüne sahne oldu. Rumeli’nin Kastorya, Selanik ve Florina ve Bosna’da ve Arnavutluk’taki birtakım şehirlerde yahudi gruplar ortaya çıktı. Osmanlı İmpartorluğu’nun hristiyanlardan sonra en kalabalık grubu yahudilerdir. Klasikten beri imparatorlukta oturan yani bugünkü Güneydoğu Anadolu’daki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, zaten Mezopotamya bölgesinde, Irak’taki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, ve nihayet Yahudilerin anayurdu olan Filistin’de bilhassa Sfat ve Kudüs’te oturan vardır. Bunların içinde hatta çok gariptir ki semitik, yani yahudi asıllı oldukları, İsrailoğulları’ndan oldukları halde Karay Mezhebi’ni seçenler de görülür. İmparatorlukta bir de Kırım ve Kıpçak bölgesinde Türk asıllı olarak Karay mezhebine geçen şamanizmden yahudiliğin Karay Mezhebi’ne geçen, veya gene Kırımçaklar gibi Türk asıllı olduğu halde Tevrat, Talmud , yani bildiğimiz Ortodoks Yahudilik’i seçen gruplar vardı. Bunların hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nda hristiyan dünyaya bir denge olarak düşünülmüştür.
Fatih, İstanbul’u aldığı zaman şehre bir de önemli ölçüde Ermeni nüfusun göç etmesini teşvik etti. İstanbul haraptı ve boştu. Bu sanatkar milletin, birtakım dallarda temayüz etmiş bu grubun başkente yerleşmesi şarttı. Görülmemiş bir şey daha yaptı. Ermeni kilisesinin Ermeni milletinin ruhani merkezi Eçmiyazin, yani Erivan civarındaki Eçmiyazin ve Van’daki yani Ahtamar ve Sis dediğimiz Çukurova Katolikosluğu olmasına rağmen ve tabi Kudüs ‘te bir patriklikleri bulunmasına rağmen , İstanbul’da bir patriklik ihtas etti. Başına Bursa metropoliti Hovakim’i getirdi. Yıl 1461. Ermeniler ruhani reislerinin Eçmiyazin’de olduğunu söylediler. Bu, idareyi çok ilgilendirmiyordu. Ermeni milletinin mali, idari işlerine, eğitim sorunlarına, hukuk işlerine İstanbul Patrikhanesi bakacaktı. Herkes oradaki , millet başına, yeni tayin edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni Patriği’ne tabi olacaktı. Eçmiyazin’deki ruhani otorite bile idari ve mali işler bakımdan ona tabiydi. Bu büyük bir değişiklikti. Ve Osmanlı Ermeniliği’nin bilhassa Batı Ermeniliği’nin kültürel bakımdan da tarihi yolunda kandine özgü bir inkişafını sağlamış oldu.
Görülüyor ki Osmanlı imparatorluğu’nda sayısı hayli kalabalık hristiyan grupların yanında Mezopotamya Bölgesi’nde sünni hukuk doktrinin farklı yorumları olan Şafilik’e, Kuzey Afrika’da Hambelilik’e ve esas itibarıyla Sünni yorumun esası olan Hanefilik’e mensup müslümanlar vardır. Mesela Diyarbakır’da, mesela Musul’da, mesela diğer Arap eyaletinde Şafi Müftüsü’nü görmek bazı yerlerde mümkündü. Müslümanlar mahkemeye gittikleri zaman kendi davalarının bu mezhebin yani Ebu Hambel, imam Şafi, İmam Hambeli ve Ebu Hanife veya İmam Maliki’nin içtihatlarına göre bakılmasını ileri sürerlerdi. Bu, onların hakkıydı. Mısır’da bu dört mezhep de birarada bulunduğu için Osmanlı’nın tayin ettiği kadı adeta başkadı rolünü oynuyordu. Böyle bir imparatorluka , protokoldaki üstünlük Bizans’tan kalma bir alışkanlık olarak İstanbul’daki Rum Ortodoks Patriği’ne verilmiştir. Bizzat Floransa ve Ferrara Konsilleri’nde hristiyanlığın iki büyük dalını katoliklik ve ortodoksluğu birleştirmek isteyen çabalara ve orada şampiyonluğu götüren ortodoks metropolit Bessarion’a karşı bayrak kaldıran eski patrik Gennadius Skolarius, ki Bizans’ın son senelerinde işten atılmış fakat halk ona eskisinden daha fazla saygı göstermekteydi, Fatih tarafından son derece onurlandırılmış. Protokolde padişah kimseyle yemek yememesine rağmen patrikle birlikte davet edilmiş ve yemek yemiştir. Kendisine verilen hediyeler ve veziranın gösterdiği ihtiramla Bizans devrinde bile görmediği bir statüye kavuşmuştur. 19. yy da Tanzimat Devri’ne kadar rum patriği ve kendisine bağlı eyaletlerdeki metropolitler gayrimüslimlerin arasındaki protokolda birinci derece gelirlerdi. Bu 15. asırdan kalmadır. Rum ortodoks patriği ki Roma Ortodoks Patriği demektir. Sadece dini değil, idari, mali ve eğitim işlerine de bakardı. Fatih bir Roma Kaiseri’ydi. Kaiser-i Rum ünvanını taşırdı. İleride İtalya’yı fethedebilseydi hiç şüphe yok ki katolik gene ayrı bir statüyle ayrı olarak tutup kendine tabi kılacaktı. İmparatorluğun Rum ortodoks anlayıştaki bütün tebasını kendisine tabi tutmuştur yani kendisi dediğimiz burada Rum Ortodoks Patriği’dir.
16. yy’ ın sonunda da muhtemelen Fatih Çarşamba’da bulunduğu yerden patrikhane bugünkü Aya Yorgi kilisesine Fener semtine inmiştir. Rum patriği bütün ortodokslar üzerindeydi hatta Arnavut ve Arap ortodokslar bile ona tabiydi. Ne var ki bu kiliseyle doğan ihtilaf yüzünden de yavaş yavaş bilhassa Araplar Melkit dediğimiz katolik kilisesine doğru yönleneceklerdir. 19.yy’da kuvvetlenen bütün milliyetçilik dolayısıyla Balkan milletlerinin hemen tümü Rum ortodoks kilisesinden ayrılma, Bulgarların yaptığı gibi bir katolik kilisesi kurma veya autosefal diyebileceğimiz kendi başına buyruk özerk kiliselerini teşkil edecektir. Daha evvel hristiyanlığın ilk zamanlarında sadece Kıbrıs ve Sina kiliseleri müstakilken 16.yy’da, 15. yy’ın sonlarında bir de Moskova Kilisesi’nden ayrı bir patrik ortaya çıkmıştır. Fakat 19.yy’da en başta yeni kurulan Yunanistan’ın milli kilisesi, Sırp kilisesi , ardından büyük kavgalarla Bulgar Etharnası ve Romen Patrikhanesi kendi başına buyruk kiliseler olarak Fener’den ayrılacaktır. Ulusalcılığın yükselmesi, Osmanlı imparatorluğunun modernleşmesi asıl Rum Ortodoks Kilisesi’ne darbeyi indirmiştir. Millet sisteminde gayrimüslim unsurlar nasıl yaşıyordu, hakları neydi, yaşayış düzeni neydi bunu başka bir programa bırakacağız.
Osmanlı İmparatorluğu’nda tarihte hiç görülmemiş ölçüde bazı dinler bir aradaydı. İşin ilginç yanı, 18. asra kadar bu farklılıklar bir sorun teşkil etmezken bu asırdan sonra yeni dünyada en önemli sorun etnik ayrılıkların ortaya çıkması oldu.
NTV-MSNBC
Güncelleme: 17:40 TSİ 04 Haziran 2008 Çarşamba
İSTANBUL - Osmanlı İmparatorluğu tebaasının dini ve lisani renkliliği açısından hiç şüphesiz ki tarihteki Büyük Roma’dan sonra en ilginç olanı. Eski Roma pagan bir imparatorluktu ve hayatının belli bir safhasına kadar bu imparatorlukta tek tanrılı yani semavi dinler mensubu, tarih icabı sadece Filistin’deki yahudilerdi. Yahudilerle diğer çoktanrılı dinlerin , en başta Romalılar’ın kendilerinin birarada olmaları ve bulunmaları hiç şüphesiz ki belirli sorunları getirmiştir. Bizzat Hristiyanlığın çıkışı ve Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi olayları sırasındaki çatışma noktaları da bunu göstermektedir.
Haberin devamı
Bizim asıl üzerinde önemle duracağımız konu şudur: Aradaki Hristiyan Roma yahut yanlış bir deyimle Bizans denen camianın çekilmesinden sonra Osmanlılık, Balkanlar’da Tuna boyundan Mezopotamya denen bölgede yani bugünkü Irak’ta, Fırat kıyılarına, Kafkasya’dan hatta Ukrayna Kırım’dan güneydeki Somaliya, Etiyopya’ya kadar bir kere üç semavi dinin , üç büyük dinin hemen hemen bütün mezheplerini, varyantlarını da bulundurmuştur.
Bu, müslüman bir imparatorluktur. Müslüman imparatorlukta da birçoklarının yarı bilir, yarı bilmez tekrarladıkları bir durum söz konusudur. Efendim, bu müslmanlığın sünni ve hanefi yorumudur. Doğru değildir. Biraz sonra üzerinde duracağız. Onun dışında asıl en önemli unsur hristiyanlık dediğimiz bu semavi üç üniversal dinin bütün kiliselerinin, yani bütün yorumlarının birarada bulunmasıdır. Hele 19. asırda protestanlığın ortaya çıkması milletlerarası diplomasi ve çatışma alanlarının bu mezhebin rengiyle ortalığa kendini tanıtması daha başka sorunları ortaya çıkarmıştır.
Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu tarihte hiç görülmemiş ölçüde birtakım dinlerin, cemaatların bir arada bulunmasıdır. Daha da ilginci belki 18. asırda hatta 19.asırda değil, 18. asrın ortalarına kadar dil farklılıklarının bir sorun teşkil etmemesine rağmen bu asırdan sonra yeni dünyada asıl en önemli sorun dile ve dil farkına dayanan etnik ayrılıkların ortaya çıkmasıdır. İşte o zaman bilinen kiliseler ve inanç grupları arasında da çatışmalar çıkmakta ve imparatorluğun hazin sonunu hazırlayan dramatik gelişmelerle bu tarih sayfası kapanmaktadır diyoruz.
Kapandı mı acaba? Hayır. Zamanımızdaki olaylar gösteriyor ki Osmanlılık bazı safahatta dönemini çok daha rasyonel bir kuruluşla götürebilmiştir. Bugün en azından Ortadoğu coğrafyasına baktığımız zaman, bunu görmemek mümkün değildir.
Şimdi dilenirse, büyük dinlerin ortaya çıkışında ve bunların bu imparatorluktaki devamındaki bazı esasları ele alalım. Bir kere Roma İmparatorluğu’nda hristiyanlık tabi ki gayri resmi, tabi ki muhalif, “clandestin” denen adeta bir yeraltı teşkilatlanması şeklinde gelişmiştir. Zaman zaman Roma imparatorlarının ve idaresinin bu dini harekete ihtiyatlı da olsa toleranslı veya umursamaz bakışı, zaman zaman oldukça düşman bakışlar dolayısıyla hayatı çok zor götüren ama imparatorluğu da zorlyan geniş bir inanç grubudur bu. Filistin’de çıkan Mesih bazılarının zannettiği gibi yahudilikte çıkan ve o dinin yasalarını, yaşayış biçimini denetleyen, yorumlayan bir hareket olarak kalmamıştır. Hz. İsa’dan sonra onun havarileri ve hayatta kendisini görmeyen Tarsuslu haham St-Paul, - Shaul ‘dur adı - yeni yorumuyla Mesih ve bu inanç üniversaldir. Bütün milletlere gelmiştir ve göklerin melekutunu , yani öbür dünyanın hakimiyetini bu günahkar dünyaya göstermektedir. O zaman kilisenin teşkilatlanması söz konusudur. Çok açıktır, bu teşkilatlanma başladığı zaman yani kilise doğrudan doğruya, işte eyaletlerde piskoposlar onların altında papazlar, bu gizlilikte veya açıklıkta bu şekilde devam etmiştir.
St-Paul’ün kurduğu ilk kiliseler olan Antakya, Efes, İskenderiye vs. ki İstanbul bunların içinde yoktur ve buralardan gelişen cemaatlerla bu yapılanma artmaktadır. Daha da ilginci, St- Paul yeni dinini ve düşünceleri yaydığı zaman şehirlerde mevcut yahudi cemaatinin ibadet yerlerini, yani sinagogları kullanmıştır çünkü her yetişkin yahudinin hele St.Paul gibi çok etkileyici çok güzel konuşan bir hahamın, oradaki kürsülerde cemaata vaaz verme, yorum getirme hakkı vardır. Yavaş yavaş sinagogdan dışarı çıkmıştır. Her zaman çok dostça karşılanmadığı bellidir. Nitekim kilisenin asıl iki kurucusu St.Petrus, St.Pierre ve St.Paul idam edilmişlerdir. Bu zaman içerisinde hristiyanlığın çeşitli yorumları ortaya çıkmıştır. Bir tanesi İskenderiyeli rahip Arius’tur. Ona göre İsa’nın uluhiyetinden çok bir mesih rolü önemlidir. Ve Ariusçuluk ilk zamanlarda daha çok, şaşılacak bir şey, şehirli olamayan kitlelerin arasında tutulmuştur. İlk konsül, büyük bir yetki çatışmasının, büyük bir yorum çatışmasının sonunda ortaya çıkmıştır. Ne derecede Hristiyan olduğunu bilmediğimiz ama hristiyanlığa sempatiyle bakan, koruyucu rol oynayan İstanbul şehrinin gerçek kurucusu Büyük Konstantin, İznik şehrinde bu sorunları çözmek için bir konsil toplamıştır. Hristiyanlığın ve kilisenin hayatını tayin eden asıl konsil de budur. Burada bir kere sayısız incillerden bazıları ref edilmiştir. Sadece dört tanesi kabul edilmiştir. Hristiyan inancını, Hz İsa’yı ve hayatını ve söylediklerini nakleden kitaplardan dördü: Lukas, Marcus, Matta, Yuhanna. Bunların anlattıkları birbirlerini tamamlıyor ve Hristiyan inancının ve vahyin, tanrının dediklerinin, İsa’nın söylediklerinin, doğru yorumu olarak gösteriliyor.
Bunların üstüne onu görmeyen fakat onu tanıyan, onunla aynı fikirde birleştiğini kabul eden ve ileri süren St.Paul’ün Efes, Galatya, Selanik, Antakya, vs yerlerdeki misyonu, ordaki halka yazdığı mektuplar, yani hitabeti ve esasları da İncil’in arkasına konuyor. Dahası, hristiyanlığı yaymak için ıstırap çektiği ileri sürülen kişilerin mektupları yer alıyor. İşte bu İncil ve dini kilise hiyerarşisi orada kabul ediliyor. Daha mühim bir şey var. Bir karar değil, bir tahkir, bir lanetlemedir Yahudi dini ve o inanış Hz. İsa’yı çarmıha germiştir. Bu konsilden sonra hiç şüphesiz ki ortalık durulmamıştır. 425’te Efes’te bir konsil daha toplanmıştır. Bu konsilde İstanubul patriği Nasturius’un yorumlarına, Hz. İsa yorumlarına karşı İskenderiye, Antakya ve Ermenistan takımının yorumu söz konusudur. Aradaki büyük çatışma dolayısıyla tarihte monofisizm denen, yani bugünkü Mısır Kopt Kilisesi’nin, Süryani Kilisesi’nin ve Ermeni Kilisesi’nin esasını teşkil eden ayrılma ortaya çıkacaktır. Henüz erken. Burada, Efes Konsili’nden sonra 451’deki Kadıköy Konsili’ni beklemek gerekir. Orada işte bu ayrılık artık kesinleşmiştir Bizans’ın resmi kilisesiyle arasında ayrılmayla ortaya bugün bildiğimiz Ortodoks Kilisesi, Ermenistan kilisesi, Kopt kilisesi ve Süryani Kadim kilisesi çıkmıştır. Osmanlılık da 5.asrın ortasındaki bu mirası devralmaktadır.
Diğer bir ayrılık hiç şüphesiz ki, 10 ve 11. asırlarda yeşeren ama 1050’de kesinlikle birbirinden kopan İstanbul ve Roma arasındadır. Hristiyan alemi Justinianus’tan beri özellikle bu memleketin hristiyanları, Roma’daki papayı birinci sayar. Bu bir ihtiram, bir idare, bir öncülüktür. Roma’daki papaya bir uluhiyet vermek onların zihniyetinde yoktur. Roma bu iddiayı benimsedi ve İncil’in tercümesinde ve deyişlerdeki bazı yorum farklarına gittiği ölçüde bir kavga dövüştür. Filiocve , yani baba ve oğulu, tanrıyı ve İsa’yı bir hamurun , bir mayanın, bir cevherin içine koyan görüşle, Bizans’ın bunları ayıran görüşü, bir ilahiyat çatışmasına dönüşmüştür. Ama o asırdaki karşılıklı afaroz yetmez. 1204’te İstanbul, Avrupa’dan gelen Haçlı sürülerince yağmalandığı, halkın can mal ve ırzı ihlal edildiği, katledildiği dönemden itibaren Batı ve Doğu kiliseleri birbirinden nefret eder hale gelmiştir.
İşte Osmanlılık bu iki dünyayı da bulmuştur. Doğrusu İtalya’daki papanın etrafındaki geniş katolik alemiyle yeni girdiğimiz vatandaki ortodoks dünyanın arasındaki çatışmadan Osmanlı İmparatorluğu hem yararlanacak hem yeni bir teşkilatkanmanın tohumlarını temellerini atacaktır. Diğeri hiç şüphesiz ki Hristiyan dünyanın devamlı olarak tahkir ettiği suçladığı ve benimseyemediği yahudi alemidir.
Yahudilik bu topraklarda ne kadar vardı? Miladın ilk asırlarından itibaren Milet tiyatrosuna gidersiniz, abonmanla satılan sıralardan birinin üstünde Simeon Judeon der, Sartagi dersiniz kazılarda bir yahudi sinagogu ortaya çıkar. Antakya’nın bir yahudi cemaati vardır. Kapadokya’nın vardır. Bitinya’nın, Bursa havalisinin vardır. İskenderiye’de zaten yahudilik bu şehir kurulduğundan beri vardır. Demek ki Akdeniz dünyasında hatta Roma’ya, hatta yeni kurulan koloniler, Marsilya gibi kentlere kadar yahudilik çoktan yaygındı. Roma İmparatorluğu’nda denilebilir ki coğrafi bakımdan en yaygın din yahudilikti. Bu hayatına nasıl devam etti ve Osmanlılık bu dinle, yani tek tanrılı dinlerin inancı, inanç kaynağı olan bu anlayışla, bu cemaatla nasıl aynileşti bunun üzerinde durmak gerekir.
///////
Tarihi bir vakadır. Tiberius’un zamanında Kudüs’teki mabet yakıldı ve şehrin yahudi nüfusu özellikle Bar Kohba Ayaklanması’ndan sonra sürüldü. Masada’da Filistinliler, kendilerini kahramanca müdafaa ettiler. Bu olaydan sonra Filistin ülkesindeki geniş yahudi grupları Roma İmparatorluğu’nun her tarafına yayılmak durumunda kaldı. Bu coğrafya açıkça konuşmak lazımdır bugünkü Türkiye’yi, hemen Suriye, Filistin’in bütün bölgelerini, Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve ortaçağlarda Endülüs’ü İspanya’yı kapsadı. İtalya’da zaten bir yahudi grubu vardı. Şurası tartışılan bir konu. Ortaçağ boyunca Alpler’in ve İspanya’daki Pireneler’in kuzeyine geçen ve coğrafya itibarıyla Aşkenaz dediğimiz Doğu Avrupa Yahudileri nasıl oluyor da Roma İmparatorluğu’nun ve yahudilerin anayurdundaki nüfusun dokuz misli fazla olabiliyor. Bunun cevabını vermek çok zordur. Tarihi demografik meselerle bunu bilemeyiz. Yalnız şurası bir gerçektir. Osmanlılık, Bizans’tan tevaris ettiği cemaatiyle yaşamaya baştan alışmıştır. O kadar ki, Fatih Sultan Mehmet gibi büyük bir hükümdarın tarihini yazan üç kaynak, birisi Tursun Bey, ikincisi Kritovulos Rum Ortodoks, üçüncüsü de Kapsali’dir. Kapsali’nin yazdığı eser yerli yahudi nüfusun artık Osmanlı cemiyeti ve idaresine karşı duydukları yakınlık ve bütünleşmenin de bir ifadesidir. Ama 15. asırda Endülüs’ün tamamiyle hristiyanlaştırılmasından ve giderek engizisyonun kurulmasıyla yahudiler dalga dalga Kuzey Afrika üzerinden, İtalya’dan oralarda da tutunamayarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar. Mesela 15. asrın sonunda İstanbul’da birdenbire 53 adet Kahal, çoğulu kahalim, yani cemaatlar çıktı. Her sinagog ve etrafındaki mahalli halkına kahal tabir edilir.Hiç şüphesiz ki 16.asır boyunca bu cemiyet Avrupa’nın iktisadi mali sanatlarını, matbaayı, hekimliği Türkiye’ye getirmiştir.
Dolayısıyla, İstanbul’un dışında o vakte kadar iki kere Venedik’ten alınan , 2. Murat’tan evvel tamamen Osmanlı’da kalan Selanik şehri de kesif surette yahudi göçüne sahne oldu. Rumeli’nin Kastorya, Selanik ve Florina ve Bosna’da ve Arnavutluk’taki birtakım şehirlerde yahudi gruplar ortaya çıktı. Osmanlı İmpartorluğu’nun hristiyanlardan sonra en kalabalık grubu yahudilerdir. Klasikten beri imparatorlukta oturan yani bugünkü Güneydoğu Anadolu’daki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, zaten Mezopotamya bölgesinde, Irak’taki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, ve nihayet Yahudilerin anayurdu olan Filistin’de bilhassa Sfat ve Kudüs’te oturan vardır. Bunların içinde hatta çok gariptir ki semitik, yani yahudi asıllı oldukları, İsrailoğulları’ndan oldukları halde Karay Mezhebi’ni seçenler de görülür. İmparatorlukta bir de Kırım ve Kıpçak bölgesinde Türk asıllı olarak Karay mezhebine geçen şamanizmden yahudiliğin Karay Mezhebi’ne geçen, veya gene Kırımçaklar gibi Türk asıllı olduğu halde Tevrat, Talmud , yani bildiğimiz Ortodoks Yahudilik’i seçen gruplar vardı. Bunların hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nda hristiyan dünyaya bir denge olarak düşünülmüştür.
Fatih, İstanbul’u aldığı zaman şehre bir de önemli ölçüde Ermeni nüfusun göç etmesini teşvik etti. İstanbul haraptı ve boştu. Bu sanatkar milletin, birtakım dallarda temayüz etmiş bu grubun başkente yerleşmesi şarttı. Görülmemiş bir şey daha yaptı. Ermeni kilisesinin Ermeni milletinin ruhani merkezi Eçmiyazin, yani Erivan civarındaki Eçmiyazin ve Van’daki yani Ahtamar ve Sis dediğimiz Çukurova Katolikosluğu olmasına rağmen ve tabi Kudüs ‘te bir patriklikleri bulunmasına rağmen , İstanbul’da bir patriklik ihtas etti. Başına Bursa metropoliti Hovakim’i getirdi. Yıl 1461. Ermeniler ruhani reislerinin Eçmiyazin’de olduğunu söylediler. Bu, idareyi çok ilgilendirmiyordu. Ermeni milletinin mali, idari işlerine, eğitim sorunlarına, hukuk işlerine İstanbul Patrikhanesi bakacaktı. Herkes oradaki , millet başına, yeni tayin edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni Patriği’ne tabi olacaktı. Eçmiyazin’deki ruhani otorite bile idari ve mali işler bakımdan ona tabiydi. Bu büyük bir değişiklikti. Ve Osmanlı Ermeniliği’nin bilhassa Batı Ermeniliği’nin kültürel bakımdan da tarihi yolunda kandine özgü bir inkişafını sağlamış oldu.
Görülüyor ki Osmanlı imparatorluğu’nda sayısı hayli kalabalık hristiyan grupların yanında Mezopotamya Bölgesi’nde sünni hukuk doktrinin farklı yorumları olan Şafilik’e, Kuzey Afrika’da Hambelilik’e ve esas itibarıyla Sünni yorumun esası olan Hanefilik’e mensup müslümanlar vardır. Mesela Diyarbakır’da, mesela Musul’da, mesela diğer Arap eyaletinde Şafi Müftüsü’nü görmek bazı yerlerde mümkündü. Müslümanlar mahkemeye gittikleri zaman kendi davalarının bu mezhebin yani Ebu Hambel, imam Şafi, İmam Hambeli ve Ebu Hanife veya İmam Maliki’nin içtihatlarına göre bakılmasını ileri sürerlerdi. Bu, onların hakkıydı. Mısır’da bu dört mezhep de birarada bulunduğu için Osmanlı’nın tayin ettiği kadı adeta başkadı rolünü oynuyordu. Böyle bir imparatorluka , protokoldaki üstünlük Bizans’tan kalma bir alışkanlık olarak İstanbul’daki Rum Ortodoks Patriği’ne verilmiştir. Bizzat Floransa ve Ferrara Konsilleri’nde hristiyanlığın iki büyük dalını katoliklik ve ortodoksluğu birleştirmek isteyen çabalara ve orada şampiyonluğu götüren ortodoks metropolit Bessarion’a karşı bayrak kaldıran eski patrik Gennadius Skolarius, ki Bizans’ın son senelerinde işten atılmış fakat halk ona eskisinden daha fazla saygı göstermekteydi, Fatih tarafından son derece onurlandırılmış. Protokolde padişah kimseyle yemek yememesine rağmen patrikle birlikte davet edilmiş ve yemek yemiştir. Kendisine verilen hediyeler ve veziranın gösterdiği ihtiramla Bizans devrinde bile görmediği bir statüye kavuşmuştur. 19. yy da Tanzimat Devri’ne kadar rum patriği ve kendisine bağlı eyaletlerdeki metropolitler gayrimüslimlerin arasındaki protokolda birinci derece gelirlerdi. Bu 15. asırdan kalmadır. Rum ortodoks patriği ki Roma Ortodoks Patriği demektir. Sadece dini değil, idari, mali ve eğitim işlerine de bakardı. Fatih bir Roma Kaiseri’ydi. Kaiser-i Rum ünvanını taşırdı. İleride İtalya’yı fethedebilseydi hiç şüphe yok ki katolik gene ayrı bir statüyle ayrı olarak tutup kendine tabi kılacaktı. İmparatorluğun Rum ortodoks anlayıştaki bütün tebasını kendisine tabi tutmuştur yani kendisi dediğimiz burada Rum Ortodoks Patriği’dir.
16. yy’ ın sonunda da muhtemelen Fatih Çarşamba’da bulunduğu yerden patrikhane bugünkü Aya Yorgi kilisesine Fener semtine inmiştir. Rum patriği bütün ortodokslar üzerindeydi hatta Arnavut ve Arap ortodokslar bile ona tabiydi. Ne var ki bu kiliseyle doğan ihtilaf yüzünden de yavaş yavaş bilhassa Araplar Melkit dediğimiz katolik kilisesine doğru yönleneceklerdir. 19.yy’da kuvvetlenen bütün milliyetçilik dolayısıyla Balkan milletlerinin hemen tümü Rum ortodoks kilisesinden ayrılma, Bulgarların yaptığı gibi bir katolik kilisesi kurma veya autosefal diyebileceğimiz kendi başına buyruk özerk kiliselerini teşkil edecektir. Daha evvel hristiyanlığın ilk zamanlarında sadece Kıbrıs ve Sina kiliseleri müstakilken 16.yy’da, 15. yy’ın sonlarında bir de Moskova Kilisesi’nden ayrı bir patrik ortaya çıkmıştır. Fakat 19.yy’da en başta yeni kurulan Yunanistan’ın milli kilisesi, Sırp kilisesi , ardından büyük kavgalarla Bulgar Etharnası ve Romen Patrikhanesi kendi başına buyruk kiliseler olarak Fener’den ayrılacaktır. Ulusalcılığın yükselmesi, Osmanlı imparatorluğunun modernleşmesi asıl Rum Ortodoks Kilisesi’ne darbeyi indirmiştir. Millet sisteminde gayrimüslim unsurlar nasıl yaşıyordu, hakları neydi, yaşayış düzeni neydi bunu başka bir programa bırakacağız.
30 Mayıs 2008 Cuma
Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da fikir özgürlükleri
Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da fikir özgürlükleri
http://www.ntvmsnbc.com/news/448065.asp
İlber Ortaylı ‘dan Tarih Dersleri programının bu haftaki konusu Osmanlı’dan Günümüze Fikir Özgürlükleri. İlber Ortaylı’nın konuğuysa İttihat ve Terakki ve Osmanlı’da fikir özgürlüğü üzerine çalışmalarıyla tanınan Erol Şadi Erdinç.
İSTANBUL - Ortaylı bu hafta Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle son yüzyılında önem kazanan insan hakları, fikir özgürlüğü, baskı grupları ve bunların çevresinde gelişen olayları ele alacak. Programda Ortaylı’ya özellikle İttihat ve Terakki Partisi ile ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Erol Şadi Erdinç eşlik edecek.
Haberin devamı
PROGRAMIN TAM METNİ
İLBER ORTAYLI: Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı hürriyet fikri, insan hakları, hürriyetin teşkilatlanması, farmantalizm, baskı gruplarının ortaya çıkması gibi alışılmadık olaylarla geçmiştir.
Batı cemiyetinden bunların farkı, o vakte kadar bir dinler ve diller haritası olan kozmopolit bir son Roma İmparatorluğu’nun ve müslümanların hakim olduğu bir büyük imparatorluğun hayatında bir etnik mücadeleyle birarada yürümesidir.
Burada iki tane çağdaş tarihçinin tezlerine değinmek zorundayız. Profesör Ercüment Kuran, o vakte kadar hakim olan şeriatı garra, yani müslüman toplumunun ve ona bağlı gayrimüslimlerin fert ve toplum olarak yaşayabilmeleri için hük ahkamına uymak zorunda kaldığımız şeriata tanrının vahyine dayanan kurallara karşı artık bazı münevverlerin hukuk-u tabiyyeden, insan haklarından bahsettiğine işaret etmesidir.
Bunların başında Viyana Sefirliği’nde bulunan 19.yy’ın belki de en talihsiz münevverlerinden olan Sadık Rıfat Paşa gelir. O imparatorlukta artık tabii hukukun ve buna bağlı insan haklarının varlığından söz eder. Diğeri Bernard Lewis... İngiltere Parlamento Binası’nı ziyaret eden bir doğulu aydının “bunlar kanunlarını burda yapıyormuş” diye küçümser ifadeyle söz etmesinden bahseder.
Oysa ki bir müddet sonra aynı parlamento ve batıdaki siyasi partiler, sendikalar ve kanun yapma yolları doğulu münevverleri çok fazla işgal etmeye başlamıştır.
Onun etrafında doğan hareketler kavgalar, örgütlenmeler sadece bizim değil İran’ın da son asrını kaplar. Bunlar nedir?
Bugünkü toplantımızda bunlara bir nebze değineceğiz.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Osmanlı İmparatorluğu’nun galiba en önemli dönemi son dönemi oluyor. 2.Mahmut, biraz daha geçelim Abdülmecit.
İLBER ORTAYLI: Çok kanlı bir saray suikastler silsilesi. Ne yaptılar, 3.Selim’i katlettiler.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Damdam dama kaçırarak...
İLBER ORTAYLI: O zor kurtuldu ve hanedan ayakta kaldı.1856, Yunan Ayaklanması patlamış, imparatorluğu sarsan ilk milli ayaklanma. Sırp Ayaklanması vardır ama bu ilkidir, beynelminel bir destek görüyor. Orada anlaşılıyor ki artık Osmanlı Ordusu’nun esası olan yeniçeriler işe yaramıyorlar. Disiplin yok. Tek onlar mı işe yaramıyor, belki
bütün bir sistem çöküntü içinde bu açık. Kalelerin yapımı, muhafazası, iaşe ibate sistemi, mali sistem hepsi. Fakat bu bir yerde odaklanır.Bu kanlı 1826 Vakayi Hayriye denen şey. Tabi bunu devletin resmi vakanüvisti sahaflar, Şeyhizade Lütfi Efendi böyle bir kaside halinde adeta anlatıyor. Ne kadar melun bu yeniçeriler ve ne kadar iblis. Başkaları başka şeyler anlatıyor.Adolfus Slade Paşa- bahriye müşaviri- Sokağın ortasında nasıl katlediliyor yakanalan yeniçeri . Yeniçerinin dostu,dostunun dostu. Tüm bektaşi tekkelerine el konmuş ve dedikodu...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Mezar taşları kırılmış.
İLBER ORTAYLI: Takvim-i Vakayi’den, hortluyomuş yeniçeriler, vampir hikayeleri. Bu resmi gazete haberi. Tamamen hepsi hedef ve bu tabi çok önemli bir olay. Hakikaten Bektaşi tekkeleri üst üste. Bunlarla ünsiyeti var diye Şanizade gibi büyük alimlerin ortadan kaldırılması adeta bütün bir vaka gidiyor bir ordu kalktı. Bundan insanlar ne kadar hoşlanırlar.Hayır.Unutma Surikov’un bir tablosu var, Strelitslerin Sabahı diye. Büyük Petro’yu, orada böyle muzaffer, Büyük Petro streviçleri idam ediyor, tüfekçileri yani rusyanın yeniçerileri, bir asır evvel bundan. Onu veriyor tarihçi, Büyük Petro’yu tutuyor ressam, ama bir taraftan o adamları ne kadar mazlum ve son mohikanlar gibi muhteşem bir şekilde resmediyor. Tabi yeniçerilik de aynı şey. Bu dönemde bizim için böyle hürriyetler, hukuku beşer söz konusu değil. Bu ne zaman başlıyor?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Hatta aydınlar ilk defa bir toplumsal mukavelenin peşinde koşmaya başlıyorlar.
İLBER ORTAYLI: Bürokrasi çok önemli.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Kanun-i Esasi, Balıkçı Nizamnamesi kadar ilgilendirmiyor halkı. Ancak aydınlar bir toplumda haklar ve vazifeler...
İLBER ORTAYLI: Koruma hakları, koruyucu bir polis devleti söz konusudur. Kanun ve nizam devleti. Bunlar da söyleniyor.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Devamlı inceledikleri bir sözcük var . Hürriyet.
İLBER ORTAYLI: Hürriyet kelimesi bu eski Arapça’da var mı?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Var.
İLBER ORTAYLI: Ne zaman?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Başıboşluk, azadelik...
İLBER ORTAYLI: Hurra zaten. Acaba hurriyet gibi mi kullanılıyor? İşte o çok önemli. Mesela cumhur lafı var, cumhuriyet lafı var mı?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Cumhuriyet yok
İLBER ORTAYLI: Demek ki bunlar Türklerin icadı. Libertenin karşılığı onu kullanıyor. Tercüme doğrudur. Libertenin karşılığı dediği zaman asude, başıboş, tabii bir hayat anlaşılıyor bundan. Demek ki doğru bir tercümedir Fransızca’dan ama Arapça’da olmayan bir kavram.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Hürriyet, vatan ve tebayı şahanenin hakları.Yeni Osmanlılar’ın başlangıcı da bu oluyor zannediyorum. Namık Kemal, Ziya Paşa...
İLBER ORTAYLI: Ama ne enteresan. Parayı kim veriyor, yeni osmanlı hareketine, hanedanın damadı ve hepsi Paris’teler. eEnteresan bir hayat. Ben Şinasi’yi tetkik etmiştim ve şaşırmıştım bu nasıl sıkılmıyor diye. Kütüphanede oturuyor günün belirli saatlerinde, rıhtımda dolaşıyor dönüyor. Bir adam mülteci olarak Paris’te bulunduğu zaman birtakım ihtilalci gruplarla temasa gelir. Sırf kendi Osmanlı Türkleri ile değil Rus ile mesela. Şinasi ve Gertzen bir yerde buluşacaklar.Hiç böyle bişey yok. Mesela Şinasi, Osmanlı’daki diğer etnilerin orada yaşayanlarıyla temasta olacak. Hiçbiri yok. Bu çok enteresan bir mülteci, Jöntürklük. Zaten hiç Jön Ottoman demediler. Jöntürk ama bu laf geçti . Portekiz’de ayaklananlara “jöntürk” diyorlarmış.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Batının birtakım şeylerine de “jöntürk” adı veriliyor.
İLBER ORTAYLI: Her ayaklananan genç grubun adı “jöntürk”.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Ondan sonra Kanuni Esasi’yi ilan hazırlıkları başlıyor.Mithat Paşa’nın başkanlığında.
İLBER ORTAYLI: Çünkü Mithat Paşa... Çok güzel bir tabiri vardı Tarık Zafer hocanın, “anayasa romantizmi”. Anayasa çıksın da isterse odundan olsun ama işte 113. maddeli. Padişah hiç yargıyı araştırmaya lüzum yok, selameti amme için mahsurlu ve tehlikeli gördüğünü sürer. O zaman niye anayasa yapıyorsun ki kendi koruyamadıktan sonra matbuat kanun dairesinde serbest . O zaman sansür de kanuni bir olay. Bu iş bitti. Yani meclisi de dağıtır zaten toplaması için süre koymamış. O zaman tabi anayasa lağvedilmedi, şalnamelerde duruyor, Meclis-i Ayan da devam ediyor. Bu demek ki ilginç birşey, partiler yok .
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Senin bir yazında okumuştum. Abdülhamit, Kanun-i Esasi’nin sınırları içinde, yani aykırı herhangi bir alıntı yok.
İLBER ORTAYLI: Kanuni Esasi, insana böyle bir suistimali cavez verir. Buna rağmen küçümseyemeyiz bu Osmanlı’da kanuni nizam, anayasal nizam fikri ve alışkanlığını getirdi. O parlamentonun toplanış usulu müzakeratı son derece de takdire şağyandır. Çok özgün ve tabi bu arada hayat yeniden başlıyor, yani siyasi hayatta bir kademe söz konusu. Bir de birşeyi unutmayın 1960’ların ortasına kadar olmadı, dış politikayı tartıştı meclis.Yani 2.Meşrutiyet’te var bu ve Cumhuriyet’in uzun yıllarında var. Hatta çok özgür ve muhalefetin çok başta olmasına rağmen iki grupta toplanmış ama Ankara Hükümeti’nde, TBMM’de bile bu kadar renkli değil. Osmanlı Parlamentosu’nun çok önemli bir özelliği var. İkinci bir özellik biliyorsunuz gayri müslim milletlerin orada temsil edilmesi, 1/3 oranla. Bu zaten hristiyan parlamentolarda da yok. Bu kadar yahudi ve müslüman Avusturya’da var mı, yok.
Demek ki biz imparatorluğumuzun hayatını, zihniyetini ve hürriyetlerin durumunun çok özgün olduğunu teslim etmek konumundayız. Burada hürriyet ne? Ferdin hürriyeti kullanıldığı kadar cemiyet yok ortada. Yok siyasi cemiyet, istibdat dediğimiz yasak devirde başlıyor değil mi? Nedir bu? Avrupa değil bunun örneği, balkan komiteleri...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Zaten kuruluş amacı tekrar Kanuni Esasi’ye yürürlük kazandırmak.İttihat-ı Osmani, sonra Ahmet Rıza ile münasebet kuruyorlar. O da Paris’te .
İLBER ORTAYLI: Bütün bunlara rağmen Osmanlı meşrutiyeti, anayasanın tatili, lağvı değil, boyunca çok önemli bir özelliği var. Bu imparatorlukta herşey okunmuş, belirli yerde okunmamış, belirli yerde okunmuş. Türkçe’ye tercüme yok ama Arapça’ya var. Bulgarca’ya herşeye var.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Abdülhamid’i korkutan tek şey, karşısında iki padişah var, halletmiş bir kadronun oluşu. Ne yapsın yani biz de insan olsak benim de davranışım aynı olacaktı, bundan farklı olamayacaktı.
İLBER ORTAYLI: Artık yine orduya siyaset girmiş, militanlık bunları tabii görüyor. Buna karşılık müthiş bir politik tarafı var. Gayrimüslim cemaatlar ve ruhani reisleriyle çok hassas çok dengeli çok ustalıklı bir ilişki için...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Onları korumuş olduğu gibi
İLBER ORTAYLI: Mesela döneminde Ermeni ayaklanmaları var. Ermeni Cemaati’nin önde gelenleriyle fevkalade dengeli gidiyor.Musevilerin altın çağı Osmanlı.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Birşeye aklım ermemiştir.Osmanlı Bankası’nı basan, hatta bir ayaklanma çıkaran o grubun affedilmesi olayı.
İLBER ORTAYLI: Dış baskı.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Kendisine suikast düzenleyen,
İLBER ORTAYLI: O da dış baskı. Dış baskılara karşı şevkat ve tolerans gösterdi. Yoksa devlet reisine suikast tertipleyen bir adama en ağır cezayı verseniz kimse bişey demez.Tabi bu bir aczin de ifadesidir. Artık imparatorluk kendinin imparatorluğu değil. Büyük devletler silsilesinde yer alan Osmanlı malesef o büyüklerin içinde en temkinli belki sözünü en az dinletebilen biri. Bu bir yapı. Kuvvetlenen Türkiye de başka olabilirdi.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: İyi ki olmuş çünkü 2. Meşrutiyet, Cumhuriyet’e birtakım müesseseleri kazandırdı.
İLBER ORTAYLI: 2.Meşrutiyet müthiş bir modernleşme süreci ama hürriyetler için aynı şey sözkonusu değil.
1920 meclisi yani son Meclisi Mebusan. Burada her türlü şey tartışılıyor. Kapatılma nedeni de o. Bütün konvansiyonel ihtilal meclislerinde aslında ihtilal önderlerinin borusu öter. Ankara’daki mecliste bir ikinci grup var. İçinde Sovyetler’e yakın olandan fundamentalistlere harkes var. Bu mecliste bunlar konuşuyorlar, muhalefeti etkili yapıyorlar. Bir taraftan harp çıkıyor. Harp sırasında konvansiyonel meclis birlik yapar. Bu ilginç değil mi? Bunu böyle görüyorum.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Herhalde fikri müsamaha ama dış düşmana karşı yek vücut.
İLBER ORTAYLI: O arada demek ki o birliği, iştiraki bölmemek istiyorlar. Büyük bir stratejik başarı. Demek ki demokrasi sırf kitapla değil, akıllı liderlerle olacak birşey.
////
İLBER ORTAYLI: Asıl önemli mesele bu toplumlarda hürriyet hürriyet diyoruz . Mesele herkesin hür olması değil. “Habeas Corpus” İngiltere’de. Bu hürriyet değil, kanuni devler. Prusya’da Polizeistaat denen kanunun sana verdiği koruma hakları. Korunacaksın bu budur. Gereksiz yere zulüm, işkence olamaz çünkü unutma papa 2.Innocent, 13.asırda bir dekre çıkardı. Buna göre işkence engizisyonda meşru bir yoldur. Öyle anılan delil geçerlidir.Roma Hukuku’nda var bu. 17.asır kaldırılıyor habeas corpus ile bu. Vücuduna sahip ol. Hapsedilemezsin, işkence göremezsin, sebepsiz yere sorgunun süresi var gibi. Bu temin edilmiştir. Tanzimat’ta böyle cezlandırılan valiler var. Bu güzel ama hürriyetlerin kullanılması var. Bu nasıl olur? Örgütlerle olur,ikincil gruplarla, partilerle unutmayın; 19. asırda Fransa’da grev yasaktı. İşçinin çalışma, işverenin çalışma hürriyetini yok ediyorsun. Bunlar nasıl gerçekleşecek? Çok önemli bir olay. Osmanlı’da siyasi parti ne? Jöntürk grubu o, Genç Osmanlılar parti değil. Parti ne? İttihat ve Terakki. Ondan evvel bulgarların gizli ihtilal komiteleri falan...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: İttihat ve Terakki’nin çeşitli dönemleri var. Tabi 1908’e kadar jöntürklük döneminde yine çeşitli aşamaları var. Ancak 1908’den sonra açığa çıkmış bir parti var. Cemiyetlik dönemi. Şimdi Meclis-i Mebusan’da fırka var ama resmen cemiyete bağlı ve cemiyet kongresinde iki üyeyle temsil ediliyor.
İLBER ORTAYLI: Fırka mühim değil yani hep cemiyet, Osmanlı da, bizimki de diğer unsurlarınki de hep cemiyet. İlk bildiğimiz cemiyet Odessa’da kurulan Firiki Eterya 1821. Bu da bir cemiyet aslında fakat o mesele İttihat ve Terakki’den daha açık. Kayıt defterleri bulunuyor
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Malesef o çöküntü döneminde herkes arşivden ne bulursa alıp götürmüş.
İLBER ORTAYLI: Şimdi bu cemiyet nasıl örgütleniyor? Bunun üyeleri hem farmason olabiliyorlar, mason locasına girebiliyorlar. Talat Paşa ....
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Onlar Abdülhamid’in hafiyelerinden korunmak için...
İLBER ORTAYLI: Vali Cemal Bardakçı dermiş, serbest konuşabildiğimiz tek yer orası.İkinci hafiye girmeyen yer neresi biliyor musunuz? Padişahın burnunun dibi, mabeyni humayun.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: 1908 - 1913’e kadar ,1329 kongresine kadar hep İttihat ve Terakki bir cemiyet ondan sonra fırkalaşıyor ama yine nizamnamenin kapağında İttihat ve Terakki Cemiyeti Nizamnamesi yazıyor.
İLBER ORTAYLI: Öyle fırka olmaz. Girip de üye oluyor musun? Açık cemiyete gider üye olursun. Burada öyle değil, burada seçilecek, teklif edilecek, şimdi bir parti üyesinden ağzı sıkılık falan beklenmez. Çok lazımsa muhtelif yerlere, oraya seçilmezsin ama böyle parti olmaz.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Bir de 1908’e kadar herhangi bir kongre olmadığı için üye seçimi arkadaşlar arasında liyakat esasına dayanıyor.
İLBER ORTAYLI: İttihatçılık; ömür geçer,herşey değişir, ittihatçı üyeliği düşmez.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Zaten Kazım Karabekir Paşa’nın da Milli Mücadele’deki tutumu o. Hem ittihatçı yemini etmiş, hem milli mücadele.
İLBER ORTAYLI: Şimdi ikinci bir parti çıkıyor içinden o fırka. Hürriyet ve İtilaf. Allah versin o fırkayı. Arada çok ilginç birşey bilinmeyen, Kerim Sadi Cerrahoğlu, sonra Mete Tuncay yaptı, sol akımlar sol partiler . Solun fırka teşebbüsleri var 2.Meşrutiyet’ten beri. Bunlar ne kadar fırka? Dar kadrolar.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Çok az ve fonksiyonu olmayan birtakım kuruluşlar.
İLBER ORTAYLI: Mütareke sırasında sol partilerin bazı etkileri var.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Musfata Suphi, öbür tarafta Şefik Hüsnü Bey. Rusya’da kalmış ve komunist sistemin uygulamalarını görmüş ve memleket yararı için bunların faydaları olacağını düşünmüş.
İLBER ORTAYLI: İki türlü sosyalist var. Bir Moskova öğrenimliler bir de spartakistler, Almanlar. Sonra Türkiye Komünist Fırkası’nın ilk zamanları. Komünist arşivler dışında polit büro arşivlerini getirdiler. Polit büroya verilen layihalar dikkate alınmazsa atılır. Terakkiperver Fırka da Cumhuriyetçi Serbest Fırka da ilginç deneyler ve özgürce konuşma şeyini biz bilmiyoruz. Zannediyoruz ki CHP tek parti, tek ses gidiyor Mussoli’nin İtalya Meclisi gibi. Genel kurulda tamam ama sabahleyin orda aynı grup çok farklı olur.Malesef o zabıtları büyük ölçüde yok ettiler.Halk partililerin de kabahati var. Hiçbiri neşredilmedi. Büyük farklar ve özgürce tartışmalar var.Bazı, tabi belirli bir ölçü içinde kimse gidip de orda hilafeti ve saltanatı savunmadı. Bazı parçaları yayınlandı. O tek parti meclisini de ne kadar tek parti gibi görmeli bilmiyorum.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Orada her milletvekilinin fikrini serbestçe söyleme hakkı var.
İLBER ORTAYLI: Hürriyetlerin kuruluşu gelenektir. Kullanışı kite ve toplum tarafından ve bunların kullanılacağı yaşanacağı yerler olan kurumlar ikincil gruplar bugün sivil toplum kuruluşları deniyor. Bu geleneğin bizde nasıl yeşerdiği bizde tartışılacak şeyler
Bu tip demokrasinin yeşerdiği başka kurumlar var . Mahalli idare kurumları, o da zayıf Türkiye’de. Başka türlü o görevler yerine getirilmiş ve onunla da buraya kadar uzanmışız. Hepinize iyi akşamlar diliyoruz.
http://www.ntvmsnbc.com/news/448065.asp
İlber Ortaylı ‘dan Tarih Dersleri programının bu haftaki konusu Osmanlı’dan Günümüze Fikir Özgürlükleri. İlber Ortaylı’nın konuğuysa İttihat ve Terakki ve Osmanlı’da fikir özgürlüğü üzerine çalışmalarıyla tanınan Erol Şadi Erdinç.
İSTANBUL - Ortaylı bu hafta Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle son yüzyılında önem kazanan insan hakları, fikir özgürlüğü, baskı grupları ve bunların çevresinde gelişen olayları ele alacak. Programda Ortaylı’ya özellikle İttihat ve Terakki Partisi ile ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Erol Şadi Erdinç eşlik edecek.
Haberin devamı
PROGRAMIN TAM METNİ
İLBER ORTAYLI: Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı hürriyet fikri, insan hakları, hürriyetin teşkilatlanması, farmantalizm, baskı gruplarının ortaya çıkması gibi alışılmadık olaylarla geçmiştir.
Batı cemiyetinden bunların farkı, o vakte kadar bir dinler ve diller haritası olan kozmopolit bir son Roma İmparatorluğu’nun ve müslümanların hakim olduğu bir büyük imparatorluğun hayatında bir etnik mücadeleyle birarada yürümesidir.
Burada iki tane çağdaş tarihçinin tezlerine değinmek zorundayız. Profesör Ercüment Kuran, o vakte kadar hakim olan şeriatı garra, yani müslüman toplumunun ve ona bağlı gayrimüslimlerin fert ve toplum olarak yaşayabilmeleri için hük ahkamına uymak zorunda kaldığımız şeriata tanrının vahyine dayanan kurallara karşı artık bazı münevverlerin hukuk-u tabiyyeden, insan haklarından bahsettiğine işaret etmesidir.
Bunların başında Viyana Sefirliği’nde bulunan 19.yy’ın belki de en talihsiz münevverlerinden olan Sadık Rıfat Paşa gelir. O imparatorlukta artık tabii hukukun ve buna bağlı insan haklarının varlığından söz eder. Diğeri Bernard Lewis... İngiltere Parlamento Binası’nı ziyaret eden bir doğulu aydının “bunlar kanunlarını burda yapıyormuş” diye küçümser ifadeyle söz etmesinden bahseder.
Oysa ki bir müddet sonra aynı parlamento ve batıdaki siyasi partiler, sendikalar ve kanun yapma yolları doğulu münevverleri çok fazla işgal etmeye başlamıştır.
Onun etrafında doğan hareketler kavgalar, örgütlenmeler sadece bizim değil İran’ın da son asrını kaplar. Bunlar nedir?
Bugünkü toplantımızda bunlara bir nebze değineceğiz.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Osmanlı İmparatorluğu’nun galiba en önemli dönemi son dönemi oluyor. 2.Mahmut, biraz daha geçelim Abdülmecit.
İLBER ORTAYLI: Çok kanlı bir saray suikastler silsilesi. Ne yaptılar, 3.Selim’i katlettiler.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Damdam dama kaçırarak...
İLBER ORTAYLI: O zor kurtuldu ve hanedan ayakta kaldı.1856, Yunan Ayaklanması patlamış, imparatorluğu sarsan ilk milli ayaklanma. Sırp Ayaklanması vardır ama bu ilkidir, beynelminel bir destek görüyor. Orada anlaşılıyor ki artık Osmanlı Ordusu’nun esası olan yeniçeriler işe yaramıyorlar. Disiplin yok. Tek onlar mı işe yaramıyor, belki
bütün bir sistem çöküntü içinde bu açık. Kalelerin yapımı, muhafazası, iaşe ibate sistemi, mali sistem hepsi. Fakat bu bir yerde odaklanır.Bu kanlı 1826 Vakayi Hayriye denen şey. Tabi bunu devletin resmi vakanüvisti sahaflar, Şeyhizade Lütfi Efendi böyle bir kaside halinde adeta anlatıyor. Ne kadar melun bu yeniçeriler ve ne kadar iblis. Başkaları başka şeyler anlatıyor.Adolfus Slade Paşa- bahriye müşaviri- Sokağın ortasında nasıl katlediliyor yakanalan yeniçeri . Yeniçerinin dostu,dostunun dostu. Tüm bektaşi tekkelerine el konmuş ve dedikodu...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Mezar taşları kırılmış.
İLBER ORTAYLI: Takvim-i Vakayi’den, hortluyomuş yeniçeriler, vampir hikayeleri. Bu resmi gazete haberi. Tamamen hepsi hedef ve bu tabi çok önemli bir olay. Hakikaten Bektaşi tekkeleri üst üste. Bunlarla ünsiyeti var diye Şanizade gibi büyük alimlerin ortadan kaldırılması adeta bütün bir vaka gidiyor bir ordu kalktı. Bundan insanlar ne kadar hoşlanırlar.Hayır.Unutma Surikov’un bir tablosu var, Strelitslerin Sabahı diye. Büyük Petro’yu, orada böyle muzaffer, Büyük Petro streviçleri idam ediyor, tüfekçileri yani rusyanın yeniçerileri, bir asır evvel bundan. Onu veriyor tarihçi, Büyük Petro’yu tutuyor ressam, ama bir taraftan o adamları ne kadar mazlum ve son mohikanlar gibi muhteşem bir şekilde resmediyor. Tabi yeniçerilik de aynı şey. Bu dönemde bizim için böyle hürriyetler, hukuku beşer söz konusu değil. Bu ne zaman başlıyor?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Hatta aydınlar ilk defa bir toplumsal mukavelenin peşinde koşmaya başlıyorlar.
İLBER ORTAYLI: Bürokrasi çok önemli.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Kanun-i Esasi, Balıkçı Nizamnamesi kadar ilgilendirmiyor halkı. Ancak aydınlar bir toplumda haklar ve vazifeler...
İLBER ORTAYLI: Koruma hakları, koruyucu bir polis devleti söz konusudur. Kanun ve nizam devleti. Bunlar da söyleniyor.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Devamlı inceledikleri bir sözcük var . Hürriyet.
İLBER ORTAYLI: Hürriyet kelimesi bu eski Arapça’da var mı?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Var.
İLBER ORTAYLI: Ne zaman?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Başıboşluk, azadelik...
İLBER ORTAYLI: Hurra zaten. Acaba hurriyet gibi mi kullanılıyor? İşte o çok önemli. Mesela cumhur lafı var, cumhuriyet lafı var mı?
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Cumhuriyet yok
İLBER ORTAYLI: Demek ki bunlar Türklerin icadı. Libertenin karşılığı onu kullanıyor. Tercüme doğrudur. Libertenin karşılığı dediği zaman asude, başıboş, tabii bir hayat anlaşılıyor bundan. Demek ki doğru bir tercümedir Fransızca’dan ama Arapça’da olmayan bir kavram.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Hürriyet, vatan ve tebayı şahanenin hakları.Yeni Osmanlılar’ın başlangıcı da bu oluyor zannediyorum. Namık Kemal, Ziya Paşa...
İLBER ORTAYLI: Ama ne enteresan. Parayı kim veriyor, yeni osmanlı hareketine, hanedanın damadı ve hepsi Paris’teler. eEnteresan bir hayat. Ben Şinasi’yi tetkik etmiştim ve şaşırmıştım bu nasıl sıkılmıyor diye. Kütüphanede oturuyor günün belirli saatlerinde, rıhtımda dolaşıyor dönüyor. Bir adam mülteci olarak Paris’te bulunduğu zaman birtakım ihtilalci gruplarla temasa gelir. Sırf kendi Osmanlı Türkleri ile değil Rus ile mesela. Şinasi ve Gertzen bir yerde buluşacaklar.Hiç böyle bişey yok. Mesela Şinasi, Osmanlı’daki diğer etnilerin orada yaşayanlarıyla temasta olacak. Hiçbiri yok. Bu çok enteresan bir mülteci, Jöntürklük. Zaten hiç Jön Ottoman demediler. Jöntürk ama bu laf geçti . Portekiz’de ayaklananlara “jöntürk” diyorlarmış.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Batının birtakım şeylerine de “jöntürk” adı veriliyor.
İLBER ORTAYLI: Her ayaklananan genç grubun adı “jöntürk”.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Ondan sonra Kanuni Esasi’yi ilan hazırlıkları başlıyor.Mithat Paşa’nın başkanlığında.
İLBER ORTAYLI: Çünkü Mithat Paşa... Çok güzel bir tabiri vardı Tarık Zafer hocanın, “anayasa romantizmi”. Anayasa çıksın da isterse odundan olsun ama işte 113. maddeli. Padişah hiç yargıyı araştırmaya lüzum yok, selameti amme için mahsurlu ve tehlikeli gördüğünü sürer. O zaman niye anayasa yapıyorsun ki kendi koruyamadıktan sonra matbuat kanun dairesinde serbest . O zaman sansür de kanuni bir olay. Bu iş bitti. Yani meclisi de dağıtır zaten toplaması için süre koymamış. O zaman tabi anayasa lağvedilmedi, şalnamelerde duruyor, Meclis-i Ayan da devam ediyor. Bu demek ki ilginç birşey, partiler yok .
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Senin bir yazında okumuştum. Abdülhamit, Kanun-i Esasi’nin sınırları içinde, yani aykırı herhangi bir alıntı yok.
İLBER ORTAYLI: Kanuni Esasi, insana böyle bir suistimali cavez verir. Buna rağmen küçümseyemeyiz bu Osmanlı’da kanuni nizam, anayasal nizam fikri ve alışkanlığını getirdi. O parlamentonun toplanış usulu müzakeratı son derece de takdire şağyandır. Çok özgün ve tabi bu arada hayat yeniden başlıyor, yani siyasi hayatta bir kademe söz konusu. Bir de birşeyi unutmayın 1960’ların ortasına kadar olmadı, dış politikayı tartıştı meclis.Yani 2.Meşrutiyet’te var bu ve Cumhuriyet’in uzun yıllarında var. Hatta çok özgür ve muhalefetin çok başta olmasına rağmen iki grupta toplanmış ama Ankara Hükümeti’nde, TBMM’de bile bu kadar renkli değil. Osmanlı Parlamentosu’nun çok önemli bir özelliği var. İkinci bir özellik biliyorsunuz gayri müslim milletlerin orada temsil edilmesi, 1/3 oranla. Bu zaten hristiyan parlamentolarda da yok. Bu kadar yahudi ve müslüman Avusturya’da var mı, yok.
Demek ki biz imparatorluğumuzun hayatını, zihniyetini ve hürriyetlerin durumunun çok özgün olduğunu teslim etmek konumundayız. Burada hürriyet ne? Ferdin hürriyeti kullanıldığı kadar cemiyet yok ortada. Yok siyasi cemiyet, istibdat dediğimiz yasak devirde başlıyor değil mi? Nedir bu? Avrupa değil bunun örneği, balkan komiteleri...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Zaten kuruluş amacı tekrar Kanuni Esasi’ye yürürlük kazandırmak.İttihat-ı Osmani, sonra Ahmet Rıza ile münasebet kuruyorlar. O da Paris’te .
İLBER ORTAYLI: Bütün bunlara rağmen Osmanlı meşrutiyeti, anayasanın tatili, lağvı değil, boyunca çok önemli bir özelliği var. Bu imparatorlukta herşey okunmuş, belirli yerde okunmamış, belirli yerde okunmuş. Türkçe’ye tercüme yok ama Arapça’ya var. Bulgarca’ya herşeye var.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Abdülhamid’i korkutan tek şey, karşısında iki padişah var, halletmiş bir kadronun oluşu. Ne yapsın yani biz de insan olsak benim de davranışım aynı olacaktı, bundan farklı olamayacaktı.
İLBER ORTAYLI: Artık yine orduya siyaset girmiş, militanlık bunları tabii görüyor. Buna karşılık müthiş bir politik tarafı var. Gayrimüslim cemaatlar ve ruhani reisleriyle çok hassas çok dengeli çok ustalıklı bir ilişki için...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Onları korumuş olduğu gibi
İLBER ORTAYLI: Mesela döneminde Ermeni ayaklanmaları var. Ermeni Cemaati’nin önde gelenleriyle fevkalade dengeli gidiyor.Musevilerin altın çağı Osmanlı.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Birşeye aklım ermemiştir.Osmanlı Bankası’nı basan, hatta bir ayaklanma çıkaran o grubun affedilmesi olayı.
İLBER ORTAYLI: Dış baskı.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Kendisine suikast düzenleyen,
İLBER ORTAYLI: O da dış baskı. Dış baskılara karşı şevkat ve tolerans gösterdi. Yoksa devlet reisine suikast tertipleyen bir adama en ağır cezayı verseniz kimse bişey demez.Tabi bu bir aczin de ifadesidir. Artık imparatorluk kendinin imparatorluğu değil. Büyük devletler silsilesinde yer alan Osmanlı malesef o büyüklerin içinde en temkinli belki sözünü en az dinletebilen biri. Bu bir yapı. Kuvvetlenen Türkiye de başka olabilirdi.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: İyi ki olmuş çünkü 2. Meşrutiyet, Cumhuriyet’e birtakım müesseseleri kazandırdı.
İLBER ORTAYLI: 2.Meşrutiyet müthiş bir modernleşme süreci ama hürriyetler için aynı şey sözkonusu değil.
1920 meclisi yani son Meclisi Mebusan. Burada her türlü şey tartışılıyor. Kapatılma nedeni de o. Bütün konvansiyonel ihtilal meclislerinde aslında ihtilal önderlerinin borusu öter. Ankara’daki mecliste bir ikinci grup var. İçinde Sovyetler’e yakın olandan fundamentalistlere harkes var. Bu mecliste bunlar konuşuyorlar, muhalefeti etkili yapıyorlar. Bir taraftan harp çıkıyor. Harp sırasında konvansiyonel meclis birlik yapar. Bu ilginç değil mi? Bunu böyle görüyorum.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Herhalde fikri müsamaha ama dış düşmana karşı yek vücut.
İLBER ORTAYLI: O arada demek ki o birliği, iştiraki bölmemek istiyorlar. Büyük bir stratejik başarı. Demek ki demokrasi sırf kitapla değil, akıllı liderlerle olacak birşey.
////
İLBER ORTAYLI: Asıl önemli mesele bu toplumlarda hürriyet hürriyet diyoruz . Mesele herkesin hür olması değil. “Habeas Corpus” İngiltere’de. Bu hürriyet değil, kanuni devler. Prusya’da Polizeistaat denen kanunun sana verdiği koruma hakları. Korunacaksın bu budur. Gereksiz yere zulüm, işkence olamaz çünkü unutma papa 2.Innocent, 13.asırda bir dekre çıkardı. Buna göre işkence engizisyonda meşru bir yoldur. Öyle anılan delil geçerlidir.Roma Hukuku’nda var bu. 17.asır kaldırılıyor habeas corpus ile bu. Vücuduna sahip ol. Hapsedilemezsin, işkence göremezsin, sebepsiz yere sorgunun süresi var gibi. Bu temin edilmiştir. Tanzimat’ta böyle cezlandırılan valiler var. Bu güzel ama hürriyetlerin kullanılması var. Bu nasıl olur? Örgütlerle olur,ikincil gruplarla, partilerle unutmayın; 19. asırda Fransa’da grev yasaktı. İşçinin çalışma, işverenin çalışma hürriyetini yok ediyorsun. Bunlar nasıl gerçekleşecek? Çok önemli bir olay. Osmanlı’da siyasi parti ne? Jöntürk grubu o, Genç Osmanlılar parti değil. Parti ne? İttihat ve Terakki. Ondan evvel bulgarların gizli ihtilal komiteleri falan...
EROL ŞADİ ERDİNÇ: İttihat ve Terakki’nin çeşitli dönemleri var. Tabi 1908’e kadar jöntürklük döneminde yine çeşitli aşamaları var. Ancak 1908’den sonra açığa çıkmış bir parti var. Cemiyetlik dönemi. Şimdi Meclis-i Mebusan’da fırka var ama resmen cemiyete bağlı ve cemiyet kongresinde iki üyeyle temsil ediliyor.
İLBER ORTAYLI: Fırka mühim değil yani hep cemiyet, Osmanlı da, bizimki de diğer unsurlarınki de hep cemiyet. İlk bildiğimiz cemiyet Odessa’da kurulan Firiki Eterya 1821. Bu da bir cemiyet aslında fakat o mesele İttihat ve Terakki’den daha açık. Kayıt defterleri bulunuyor
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Malesef o çöküntü döneminde herkes arşivden ne bulursa alıp götürmüş.
İLBER ORTAYLI: Şimdi bu cemiyet nasıl örgütleniyor? Bunun üyeleri hem farmason olabiliyorlar, mason locasına girebiliyorlar. Talat Paşa ....
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Onlar Abdülhamid’in hafiyelerinden korunmak için...
İLBER ORTAYLI: Vali Cemal Bardakçı dermiş, serbest konuşabildiğimiz tek yer orası.İkinci hafiye girmeyen yer neresi biliyor musunuz? Padişahın burnunun dibi, mabeyni humayun.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: 1908 - 1913’e kadar ,1329 kongresine kadar hep İttihat ve Terakki bir cemiyet ondan sonra fırkalaşıyor ama yine nizamnamenin kapağında İttihat ve Terakki Cemiyeti Nizamnamesi yazıyor.
İLBER ORTAYLI: Öyle fırka olmaz. Girip de üye oluyor musun? Açık cemiyete gider üye olursun. Burada öyle değil, burada seçilecek, teklif edilecek, şimdi bir parti üyesinden ağzı sıkılık falan beklenmez. Çok lazımsa muhtelif yerlere, oraya seçilmezsin ama böyle parti olmaz.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Bir de 1908’e kadar herhangi bir kongre olmadığı için üye seçimi arkadaşlar arasında liyakat esasına dayanıyor.
İLBER ORTAYLI: İttihatçılık; ömür geçer,herşey değişir, ittihatçı üyeliği düşmez.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Zaten Kazım Karabekir Paşa’nın da Milli Mücadele’deki tutumu o. Hem ittihatçı yemini etmiş, hem milli mücadele.
İLBER ORTAYLI: Şimdi ikinci bir parti çıkıyor içinden o fırka. Hürriyet ve İtilaf. Allah versin o fırkayı. Arada çok ilginç birşey bilinmeyen, Kerim Sadi Cerrahoğlu, sonra Mete Tuncay yaptı, sol akımlar sol partiler . Solun fırka teşebbüsleri var 2.Meşrutiyet’ten beri. Bunlar ne kadar fırka? Dar kadrolar.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Çok az ve fonksiyonu olmayan birtakım kuruluşlar.
İLBER ORTAYLI: Mütareke sırasında sol partilerin bazı etkileri var.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Musfata Suphi, öbür tarafta Şefik Hüsnü Bey. Rusya’da kalmış ve komunist sistemin uygulamalarını görmüş ve memleket yararı için bunların faydaları olacağını düşünmüş.
İLBER ORTAYLI: İki türlü sosyalist var. Bir Moskova öğrenimliler bir de spartakistler, Almanlar. Sonra Türkiye Komünist Fırkası’nın ilk zamanları. Komünist arşivler dışında polit büro arşivlerini getirdiler. Polit büroya verilen layihalar dikkate alınmazsa atılır. Terakkiperver Fırka da Cumhuriyetçi Serbest Fırka da ilginç deneyler ve özgürce konuşma şeyini biz bilmiyoruz. Zannediyoruz ki CHP tek parti, tek ses gidiyor Mussoli’nin İtalya Meclisi gibi. Genel kurulda tamam ama sabahleyin orda aynı grup çok farklı olur.Malesef o zabıtları büyük ölçüde yok ettiler.Halk partililerin de kabahati var. Hiçbiri neşredilmedi. Büyük farklar ve özgürce tartışmalar var.Bazı, tabi belirli bir ölçü içinde kimse gidip de orda hilafeti ve saltanatı savunmadı. Bazı parçaları yayınlandı. O tek parti meclisini de ne kadar tek parti gibi görmeli bilmiyorum.
EROL ŞADİ ERDİNÇ: Orada her milletvekilinin fikrini serbestçe söyleme hakkı var.
İLBER ORTAYLI: Hürriyetlerin kuruluşu gelenektir. Kullanışı kite ve toplum tarafından ve bunların kullanılacağı yaşanacağı yerler olan kurumlar ikincil gruplar bugün sivil toplum kuruluşları deniyor. Bu geleneğin bizde nasıl yeşerdiği bizde tartışılacak şeyler
Bu tip demokrasinin yeşerdiği başka kurumlar var . Mahalli idare kurumları, o da zayıf Türkiye’de. Başka türlü o görevler yerine getirilmiş ve onunla da buraya kadar uzanmışız. Hepinize iyi akşamlar diliyoruz.
24 Mayıs 2008 Cumartesi
Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da tarikatlar

http://www.ntvmsnbc.com/news/447163.asp
Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da tarikatlar
Tarikatlar İslamiyet’te Muhiddin i Arabi’den ve hatta Hz. Rabia’dan beri ortaya çıkan inanç hareketleridir. Çok ilginç bir şeydir, İslamiyet’in zuhur edip yayıldığı topraklar kadar asıl uç noktası olan Endülüs’te, bu düşüncenin şekillendiği göze çarpar
İSTANBUL - Bir vakitler Hindistan’dan kaynaklandığı ve İran noktasında yoğun olarak tasavvuf hareketlerinin şekillendiği hatta İran edebiyatının en parlak dönemini tasavvufi düşünceye borçlu olduğu bilindiği halde bilhassa 16. asırda Safevi hakimiyetinden ve Şii caferiliğin resmen din olarak ilan edilmesinden sonra İran kıtasında insanların tasavvufi düşünceyi, hele tarikatları izlemediği görülmüştür.
Haberin devamı
Tarikatlar Selçuklu ve Osmanlı Türkiyesi’ne özgün düşünce ve inanç hareketleridir. Eski devirde, yani Selçuki devirlerde ve bilhassa Selçuki sonrası, İran ve Anadolu Beylikler döneminde bilhassa Akkoyunlular ve Karakoyunlular zamanında birtakım dergahlara ve tasavvufi merkezlere “soyurgal” dediğimiz, bir nevi vergiden muafiyet beratı verildiği görülürse, ki bu doğrudan doğruya tarikatların ve dergahların, devletin politikası, asayiş ve cemiyet düzeninin devamı konusunda bir desteği olduğunu gösterir.
Osmanlı toplumunda dergah, ulema ve şeyh bir üçgen teşkil eder. Bunların arasında her zaman bir armoni, bir uyum yoktur ama bir denge olduğu açıktır.Şurası bir gerçektir, Bursa Osmanlı’nın merkezidir ve Bursa’da yoğun bir tasavvufi düşünce ve tarikat vardır. Bu tarikatların başında Buhara’den gelen Emir Sultanı görürüz. Hala bugün bile ziyaret edilen ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında rolü olan din büyüklerindendir. Aslında Osmanlı ülkesinin adım adım fethinde bir nevi belgeleme tarikat büyüklerinin, evliyanın mezarları, dergahlarıyla kendini göstermektedir.
Şurası bir gerçektir, medrese ve dergah arasında yani meşayih ve ulema arasında gerilim de eksik değildir. Nitekim 16. asırda Çivizade Muhiddin tarikatlara olan düşmanlığıyla tanınır. Hatta o kadar ki, Kanuni Sultan Süleyman bile onun bu aşırı davranışından dolayı kendisini şeyhülislamlıktan azletmiştir; başkent müftülüğünden daha doğrusu. Ebu Suud Efendi’nin tarikatlar konusundaki tutumunu tespit etmek güçtür. Taraftar mıdır, sempati duyar mı, yoksa karşı mıdır? Herhalde dengeli hukukçu kişiliğiyle bu gibi problemi büyütmekten çekinmiştir. 17. asırda bilhassa Vani Mehmet Efendi ki, Haceyi Sultani yani “tuteur imperial” gibi yüksek rütbeye ulaşan birinin dahi tarikatlar hakkında iyi fikirleri olmadığı bellidir. İş devam eder gider.
19. asırda ünlü hukukçu, ünlü tarihçi ve hiç şüphesiz ki Osmanlı medreselerinin son güneşi Ahmet Cevdet Paşa tarikatlar için ne diyordu? Hiç de öyle çok yüceltici bir tavır yoktur. Hatta burada çağdaş insana bir yaklaşım vardır.
Bugün bile devir tarikat değil, hakikat devridir diyenler vardır. Oysa Osmanlı toplumunda tarikat, dergah ve tasavvufi düşüncenin her zaman önemli bir rolü olmuştur. İnsanlar oraya devam ederler. 600 bin nüfuslu İstanbul’da, 300’ü aşkın dergah olduğunu pekala bazı tarikat, tekaye mecmualarından biliyoruz. Bunlardan Mehmet Serhan Tahşi bir tanesini yayınlamıştır. Diğerleri de, hiç şüphesiz ki Mustafa Kara’dır. Mustafa Kara üstadımızla tarikatlar üzerinde konuşmak istiyoruz. Ve kendileriyle bugün hem bu üst konudaki yazılmış kitaplar, hem muhtelif sorunlar, hem Osmanlı toplumunda tarikatin rolü nedir ben umuyorum ki aydınlatıcı bilgiler elde edebileceğiz.
İLBER ORTAYLI: Şimdi çok enteresan bir şey. Bildiğimiz tarihi kayıtlar ve bilgimiz içinde tarikat geleneği içerisinde, Bursa’da Emir Sultan, Buhara kaynağı Nakşibendiliği’ni, Emir Sultan hayata hakim olmuş, hükümdara hakim olmuş, I. Bayezid’e. Çok ilginç bir şey bu. Bu devam ediyor. Bakıyorsunuz bütün hükümdarlar hatta bizim en sofu bilmemiz gereken II. Bayezid, onun oğlu bütün orta Şark’ın fatihi Yavuz Sultan Selim Han bile ehli tarik. Padişahlar bir iki böyle, hem Nakşibendi hem Mevlevi, adeta Şeyh Türlü gibi birkaç şeyhe bağlı, ki çok normal bir şey bu.
MUSTAFA KARA: Devlet başkanı için normal bir şey.
İLBER ORTAYLI: Sonra efendim, şeyler var mesela. Besleniyor tarikatlar. Dergahlar besleniyor. Hep devam ediyor bu. Mesela ben 19. asırda ilginç bir kayıt biliyorum. Ne yaptılar? Üsküdar’daki bir şeyh vefat etti yerine şeyh tayin etmek için oğlunu buldular. Oğlu memurdu, genç yaşta emekli tayin ettiler onu padişah iradesiyle. Bunlar oluyor. Ama öbür taraftan da , bir tarikat ehli Kırım Muharebesi sırasında bayrak açıp gönüllü topluyor diye yasak ediliyor. O kadar değil, aslı asker şubesi. Bunlar çok ilginç şeyler. Acaba bunların üzerinde durabilir miyiz?
MUSTAFA KARA: Osmanlı Tarihi boyunca Tasavvuf çok renkli bir alan.
İLBER ORTAYLI: Evet
MUSTAFA KARA: Özellikle dervişlerle saray erbabının ilişkileri de oldukça renkli. İsterseniz, Emir Sultan’la başladınız, oradan başlayalım. Emir Sultan gerçekten Buhara, Bursa, Bosna hattının çok merkezi bir yerinde durmaktadır. Tabi Emir Sultan’ın Buharalı oluşu bir tarafa, Emir Sultan’ın seyyid oluşu da çok önemlidir Osmanlı için. Dolayısıyla peygamberimizin torunu oluşu ve sadece Buhara ile Bursa değil, Buhara, Rauza ve Bursa’yı birleştiren bir üçgenin ortasındadır. Gerçekten Fatih başta olmak üzere birçok Osmanlı Sultanı Emir Sultan Külliyesi’ne vakıflar bağlamış, maddi imkanlar vermiş ve adeta bu birinci başkentin gerçekten gönül sultanı olmuş. Daha sonraki yüzyıllarda ifade buyurduğunuz gibi, dergahlarla saray arasındaki ilişki genel hatlarıyla müsbettir. Genel hatlarıyla ilişkiler iyidir ve sultanlar teknik olarak A tarikatına, B tarikatına mensup bir mürid bir derviş değildir. Ama devlet başkanı olarak bütün tarikatlara belli bir yakınlıktan bakan yöneticidirler. Bütün genel olay, bu sultanlara şu gözle bakılabilir.
İLBER ORTAYLI: Bektaşiliğin durumu ne oluyor mesela? O enteresan.
MUSTAFA KARA: Ama esas olan, devletin özellikle bu yeniçerilikle çok sıkı fıkı oluşu sebebiyle. Devletin Bektaşilikle 1826’ya kadar büyük bir derdi yok. 1826’da bu yeniçerilerle çok içli dışlı olduğu için devlet şunu görüyor. Bektaşiliği yasaklamadan Bektaşiliğin hesabını görmek kolay olmayacak. O kadar iç içedir bunlar. Dolayısıyla devlet, yeniçerilikle birlikte bektaşiliğin de hesabını görüyor.
İLBER ORTAYLI: Yani dergahın etrafla kurduğu bağlantı, dedikodu, değerlendirme, kanaat önderleri olmaları çok önemli tabii.
MUSTAFA KARA: Özellikle Yeniçerilerle o kadar güçlü bir bağ kuruyor ki; ama onun dışında devletin çok farklı muamele ettiği bir tarikat yoktur. Aslında Tanzimat’tan sonra da olmamıştır. Devletin gidişatına tavır koyanları da her zaman hesaba çekmiştir.
İLBER ORTAYLI: Tabii, ama onlar da mesela, daha enteresan bir şey, o da çok çıkmıyor. Demin dediğimiz İsmaili Maşuki dışında. Yani bir sürü mesela kadızadeliler var değil mi? Üstüvani onlardan. Bunlar dert hükümetin başına. Fatih Camii Vakası mesela, Üstüvani takımını sürdüler Kıbrıs’a. Bu gibi şeyler çok görülmüyor. Demek ki tarikatlar hakikaten Osmanlı toplumunda kendi kabukları içinde ve siyasete de gerçekten çok katılmıyorlar. Onlardan bekleneni yerine getiriyorlar.
MUSTAFA KARA: Yaptıkları iş tabi toplumun ahlak eğitimi, toplumun...
İLBER ORTAYLI: Önemli. Herkes geliyor.
MUSTAFA KARA: İnsanların gönül dünyalarına ufuklar veriyorlar. Derinlik kazandırıyorlar.
İLBER ORTAYLI: En azından zapt-ü rabt altına alıyorlar. Sokaktan insanlar içeride o sayede. Çok enteresan mesela değil mi? Şurada bir Kont Ostrorog vardı 19. yy’da. Tamamen yani Osmanlı İmparatorluğu’nun mali kontrolü dolayısıyla burada bulunan beynelmilel bir uzman. Polonya asıllı. O kadar intibak etti ki o dahi oğlunu Mevlevi dergahına götürdü. Çok enteresan, Mevlevi yaptı oğlunu bir yerde. Herkes yani bütün aristokrasi aynı şeyi yapıyor ama bu bir görünüş tabii.
MUSTAFA KARA: Siyasi mekanizma ile, saygıdeğer Hocam, dergâhlar arasında bu yakınlığın bir başka sebebi de dergahlar bir kültür merkezi. Yani bu devletin birinci sınıf şairleri bu dergahlarda yetişiyor. Bu devletin birinci sınıf bestekârları bu dergahlarda yetişiyor.
İLBER ORTAYLI: Evet.
MUSTAFA KARA: Bu devletin birinci sınıf hattatları bu dergâhlarda yetişiyor. Dolayısıyla devletin kültür merkezi olma hürriyeti de var. Bunlar sıradan bir kurum değildir. Devletin çok önemli bir damarıdır.
İLBER ORTAYLI: Geçmişte. 19, 20 artık orda da bir çöküntü var herhalde.
MUSTAFA KARA: Şüphesiz. Devletlerin kurumları kuruluşta nasıl bir coşku yaşarsa ...
İLBER ORTAYLI: Yani mesela bir tipi var, bir şeyh tipi var. Bu böyle, zaman zaman deli dolu çıkan, tok sözlü çıkan devlet büyüklerini bile zemmeden icabında veya
MUSTAFA KARA: Muhalif tipler var.
İLBER ORTAYLI: Ama öbür tarafta da gerçek bir mualleme değil bu. Hani anlatır ya Abdülbaki Gölpınarlı Hoca kendi kitabında. Abdüllah-i Berki Hazretlerini Adile Sultan görüyor. Adile Sultan’ın kişiliği mühim çünkü II. Mahmut’un en büyük çocuğu. Yani sık sık Abdülmecit ve Abdülaziz’e dahi, en uzun o yaşadı, erkek olsaydım ben padişah olacaktım. Ama çok kültürlü, dil bilen ...
MUSTAFA KARA: Divan sahibi
İLBER ORTAYLI: Çok iyi şaire, mûsikîden anlıyor. Kandilli Kız Lisesi de bugün biliyorsunuz aslında onun sarayı. En önemli prenses sarayı da o. O, intisab etmek istedi Şeyh’e gittiği zaman böyle mutantan bir şekilde saray arabasıyla , halayıklarıyla kabul edilmedi. Ne zamanki bunu anladı, basit bir halk kadını kıyafetiyle feracesini kuşanıp gitti. Kapılardan karşılandı ve Şeyh Efendi ne dedi kendisine: ” Adile Sultan olarak giremezsin buraya, Adile Hanım olursan kapılarda karşılarız.”Çok önemli, böyle bir çıkış yapıyor. Bu tabi kimseyi çok rahatsız etmez. Siyasi bir ayaklanma değil, saraya karşı bir tavır değil. Halkın dilinde kulaktan kulağa bugüne kadar gelmiş.
MUSTAFA KARA: Adile Sultan saraya mensup olup divanı olan tek kadın. Divanında bizim tasavvuf kültürüyle ilgili çok ilginç bir şey yapıyor Hocam. Diğer tekke şairlerinde bu yoktur. 12 büyük tarikat var. 12 büyük tarikatın pirlerine ayrı ayrı şiirler yazıyor. Gerçekten tasavvuf kültürüyle iç içe olan bir kadın.
İLBER ORTAYLI: Hanedanın büyük halası. Fevkalade marifetli biri. Yani 19. asırdaki prenses tipini de o çizdi tabi. Hem alaturka kültür var, hem alafranga kültür var. Hem emansipe, yani kişilik var. Çünkü yaşayan padişahların, Sultan Murat, Sultan Abdülhamit, Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin’in nesi oluyor, halası, her iki taraftan da halası. Bunların bazılarının saltanatını göremedi ama her ikisinin de halasıydı.
MUSTAFA KARA: Dolayısıyla Hocam, bu tip insanlarla, saray ehliyle dergâh mensupları arasında bir sevgi, muhabbet bağı oluşuyor.
İLBER ORTAYLI: Şeyi düşünüyorum. Genç Sultan Ahmet, I.Ahmet, kaç yaşında öldü, 23 yaşında öldü. Adam akıllı genç, bugün Amerikalıların teenager dediği yani şabb-ı emred yaşta, genç de bir şeyi var bunun, sevdiği, Kösem Sultan. En mutlu dönemleri. Devamlı karşıda Üsküdar’dalar. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ni ziyaret ediyorlar. Ve orada tabi bir nasihat, bir telkin alıyorlar. Siz o dergâhın kazandığı otoriteyi düşünün etrafta. Çok tabi bu bir görünüm. Zannediyorum orta şark tarihinde, bütün İslam tarihinde bunun benzeri manzara az. İstisnai olarak bazı hükümdarların var böyle yaklaşımı; Hindde falan, Humayun’un falan. Osmanlı’da da bu müesseseleşmiş. Hepsi yapıyor bunu.
MUSTAFA KARA: Ve bir de altı asra yayılması var. Babür Şah da da var bu. Fakat ömürleri kısa. Fakat Osmanlı ...
İLBER ORTAYLI: Babür Şah’ın yok böyle tasavvufla bağı.
MUSTAFA KARA: Bir muhabbeti var. Mesela Ubeydullah Ahrar’ın bir kitabını tercüme ediyor. Osmanlılar da bu altı asır oluşu istisnai’dir. Ve bu altı asır boyunca, Şeyh Edeb Ali’den Vahdettin’e kadar bütün padişahların böyle bir muhabbeti var. Bu, toplumun tasavvuf kültürü, vazgeçilmez bir kültürüdür çünkü ilim, irfan ve sanatı temsil ediyor aynı zamanda.
İLBER ORTAYLI: Aynı zamanda itidal cemiyette, itidal çok önemli, o sağlanıyor.
İLBER ORTAYLI:Şimdi biz geldik 19. asıra. Bektaşilik telvin edildi. Ama yeniden dirildi tabi. Nakşibendilik var. Hükümete çok yakın. Kayyum durumda adeta. Mevlevilik hep devam ediyor, o böyle bir entelektüel tarikat adeta. Onun devamı enteresan. Ecnebilerin bile hayran olduğu ve zaten yapı itibariyle gayrimüslim muhibler de var, dervişler de var.
MUSTAFA KARA: Bektaşilik’te de var.
İLBER ORTAYLI: Bektaşilikte zaten var. Bunlarda böyle bir ecnebi çekme hassası var. Hatırlıyorum, İsveç’in son zaman elçilerinden birisi kendi çok anlattığı için söylüyorum, Erik Cornell, Hacıbektaş’ta Pîr Evi’ne gitti. Çilehaneye çıktı. Onu derhal orada benimsediler. O da ondan sonra hayran oldu o takıma. Adeta bir causa honoris üye gibi oldu.
MUSTAFA KARA: Gönül işi diyorlar ya..
İLBER ORTAYLI: Bu ne kadar böyle kolay, sarıyor insanları. Ve çok tuhaf. Ondan sonra, en ilginç tarafı, o dergâhlarda kimin neyi ne kadar aldığı, tasavvufi düşünceyi benimsediği de mühim değil. Kimi neyzen oluyor, kimi neyzeni dinliyor. Kimi hattat veya müzehhip oluyor ve yahut onları seyrediyor. Sanata ilgi duymayı öğreniyor. Belli ki, İstanbul halkı, Bursa halkı devam etmiş gitmiş.
Şimdi ikinci bir safhaya geldik. O çok önemli. 15. asırda iki tane fütuhat var Balkanlar’da. Bosna ve Arnavutluk. Bu Arnavutluk süratle, Bosna daha yavaş, İslamlaştı. Yüzde yüz değil tabi. Şimdi burada baktığınız zaman, Bosna’da Bektaşilik yok. Kim geliyor, Kadiri geliyor. Kim geliyor, Mevlevi tabi başta. Nakşî de var, Halvetî de var. Şimdi Kırım’a bakıyorsun, Osmanlı ülkesiyle 13. asırdan itibaren zaten İslamlaşma da oluyor Selçukiler devrinde. Yalnız Memlukların da etkisi var ordaki İslamlaşma’da. Buna rağmen, orada tarikatlar deyince mesela Bektaşiliği görmüyoruz. Kadirilik görüyoruz. Mevlevilik görüyoruz. Biraz değil asıl Mevlevilik. Ve Nakşilik bile var. Bu niye böyle? Niye mesala Arnavutluk’ta bir sürü Bektaşi var. Niçin 17.asırda Girit alınmış bir sürü Bektaşi ve Alevi dedesi var. İkisi biraz farklıdır.
MUSTAFA KARA: Evet ton farkı var.
İLBER ORTAYLI: Niye orda onlar var da, mesela Mevleviliği ta 19.asırda Sultan Abdülhamit Aydın Mevlevihanesi’ni görevlendirmiş. Böylelikle Kandiya’da kurulmuş bu ilk dergâh. Niye öyle, bunun bilmek lazım.
MUSTAFA KARA: Şöyle bir durum var Hocam. Bu sadece Osmanlılar’a has bir şey değil. Tarikatların tarihleri farklı olduğu gibi coğrafyaları da farklı oluyor. Yani bizim Osmanlı’da mesela çok yaygın olan bir tarikat, Türkistan’da olmuyor. Mesela Kuzey Afrika’nın en yaygın tarikatı Şazeviye tarikatıdır. Osmanlı’da yok.
İLBER ORTAYLI: Evet. Ticanilik yahut. Bize çok geç geldi. Ama ticanilik benim bildiğim 19.yy’ da bile yok Türkiye’de. 20. asırda Dr. Pilavoğlu getiriyor ilk defa.
MUSTAFA KARA: Mevlana Celaleddin-i Rumi biliyorsunuz Afganistanlı’dır ama Afganistan’da Mevlevilik yoktur.
İLBER ORTAYLI: Ama zaten o zaman böyle bir şey kurulamaz ki. Oğluyla çıktı bu değil mi?
MUSTAFA KARA: Çıktı da..
İLBER ORTAYLI: Kendi de tutunamadı.
MUSTAFA KARA: Konya’dan yayıldı ya Bosna’ya gidiyor ama Afganistan’a gidemiyor. Niçin? Burada enteresan manevi şeyler var, sebepler var. İnsanların fıtratlarıyla ilgili, bu tarikat mensuplarının gayretleriyle ilgili, çok sebepli bir şey. İnsan psikolojisiyle ilgili.
İLBER ORTAYLI: Evet mesela mederesenin tutulması lazım.
MUSTAFA KARA: O da sebeplerden biri olabilir. Mesela bir toplumda medrese kültürü çok güçlü ise, orada Bektaşilerin mesela yaygınlaşması tutulması zordur. Nitekim devlet 1826’da Bektaşiliği yasakladığı zaman, Bektaşi tekkelerini Nakşibendilere verdi.
İLBER ORTAYLI: Onların kayyumluğuna verdi.
MUSTAFA KARA: Onlara devretti ki onların tesiri azalsın diye.
İLBER ORTAYLI: Ne oldu azaldı mı? Yok.
MUSTAFA KARA: Bir müddet. 20- 30 sene sonra tekrar, aynı şey yeniden devam etti.
İLBER ORTAYLI: Şimdi ortada büyük bir sorun var. Medrese, yani ulema, ve dergâh , yani meşayih ve dervişân arasındaki gerilim. Bunlar böyle çok hazır lop genellemeler. İstisnası olmaz olur mu. Bir sürü müderris var ki birinci sınıf mutasavvuf. Hatta öyle müderrisan var ki şeyh. Sonra diyoruz ki Bektaşiler, Nakşiler, Mevleviler öyleleri var ki Şeyh Türlüt deniyor, değil mi, hem Bektaşiperest hem Mevlevi. Bugün de böyle. Bir bakıyorsunuz cerrahiyeden. Yani buna müsait bu ortam. Bu mecz edilebiliyor. Bunda bir ayıp yok. Bu bir oportünizm değil. Öyle ulema üyesi var ki ilmiye sınıfından, son derece hoş mutsavvuflar bunlar veya ilmiyeden ama tekkelerin o kadar da aleyhinde değiller. Tasavvufi düşünceyse, örneğin Cevdet Paşa tipik örneği. Alakası olmadığı belli ama yaşayış itibariyla katiyen öyle karşı da değil. Taraftar olanı da çok tabi. Şimdi bunu anlamak lazım. Bu çok önemli bir şey. Ve 19 yy.’da modernist dediğimiz bir İslam var. Hukuka dayalı. İçtihatlara, içtihatlar arasındaki birleştirmelere, Cevdet Paşa onların başında gelir. Ve yeni bir hayatı, modern bir dünyayı buna göre oturtan ve yorumlayan bunlar dışında. Bir de böyle İttihatçılar gibi, böyle Melamilik, Bektaşilik, Mevleviliğe hayran Muhibban diye gazete çıkaran, ama bir yandan da anayasacılık, “franc-maçonnerie” üyesi olan böyle bir karmaşa. Değişen medrese var, kendini dünyaya uyduran tarikat ve dergâhlar var ve çökeni var. Ne diyorsunuz bu çökmeye?
MUSTAFA KARA: Bu çökmeye isterseniz sonra gelelim. Önce bu farklı anlayışlara bir temas etmemiz gerekiyor saygıdeğer Hocam, bendeniz bu medrese anlayışıyla tekke anlayışını şöyle anlıyorum.Bütün toplumlar için böyle aslında, sadece İslam toplumları için değil. Bütün toplumlar kendi mukaddes metinlerini farklı algılıyor. Bu, insanın fıtratıyla ilgili. Herkes kendi mukaddes metnini bazen çok mistik bir şekilde yorumluyor. Bazen ise çok rasyonel bir şekilde yorumluyor. Bu, İslam kültürü için de söz konusudur ve tasavvuf işte Kuran’ı, İslam’ın klasik metinlerini mistik yorumlara tâbi tutarak kendine bir yol bulan bir anlayış. Medrese ise daha rasyonel, daha farklı açılardan bakan bir yolu tercih ediyor, dolayısıyla orada bir çatışma vardır doğrudur. Sizin de ifade buyurduğunuz gibi çok genel bir çatışma değildir. Yani müderrislerin büyük bir kısmı Cevdet Paşa gibi tasavvufa hürmetkârdır, kendisi bir derviş değilse bile. Dervişlerin, mutasavvufların bir kısmı da medreseyi bitirmiş, işte Aziz Mahmut Hüdayi gibi, o dönemin kadısı olmuş..
İLBER ORTAYLI: Veyahut son dönemde Bayezit Kütüphanesi’nin müdürü İsmail Sait Efendi gibi.
MUSTAFA KARA: İsmail Sencer gibi.. Yani bunlara biz bu iki ilmi biraraya getiren büyük şahsiyetler..
İLBER ORTAYLI: Yani şeriat ve tarikat veya ilim ve irfan...
MUSTAFA KARA: Hepsini mecz ediyor. Şimdi çöküşe gelirsek. Çöküşte aslında Tanzimat döneminde olsun, özellikle II. Meşrutiyet döneminde olsun , 1909-1919 arasında çok ciddi bir tartışma vardır Osmanlı kroniklerinde. Soru şu : Tekkeleri ne yapacağız? Dergâhları ne yapacağız? Tasavvufi hayat ne olacak?
Bütün mecmuaların ana konularından biri budur. Buna değişik cevaplar veriliyor ama tabi ki Suficiler biraz farklı cevap veriyor, Türkçüler, Batıcılar, İslamcılar ... Fakat hepsinin ortak bir kanaati var. Sufiler dahil hepsi şunu söylüyorlar: Tekkelerde bir çöküş var, gelin bunun sebeplerine bakalım ve çarelerini bulalım. Bu konuda hepsi ittifak halinde, bunu itiraf ediyorlar. Ve çöküşün sebeplerini de tartışıyorlar gayet tabi. Öne hangisi çıkıyor? Birçok sebep var. Sufiler’de dahil, hepsinde öne çıkan birinci sebep saygıdeğer hocam, tekke şeyhi olan insanların yetersizliği. Buradan meşhur terim ortaya çıkıyor, “beşik şeyhliği”. Hani beşik ulemalığı var ya, bu, bir dönem sonra beşik şeyhliği diye bir terimle de bizi karşılaştırıyor. Yani Şeyh Efendi ölüyor, yerine kim geçecek?
İLBER ORTAYLI: Demin verdiğim örnek oğlu mutalaka.
MUSTAFA KARA: Evet tabi..
İLBER ORTAYLI: Ama insanı hayrete ve hayranlığa düşürenler de var. İşte Hüseyin Fahrettin Dede. Sadettin Arel gibi , Rauf Yekta gibi insanları çekmiş. Mûsikî bilgisi, Batı mûsikîsini de öyle biliyor ki, zaten onlar Almanca, Fransızca biliyor. Çünkü solfej ve mûsikî ilmini takip etmenin başka ölçüsü yok. Yani mesela şeyhlerden değildir ama ulemadan Elmalılı Ahmet Efendi Fransızca’yı kendi fevkalade iyi öğrenmiştir. Cevdet Paşa öyleydi..
MUSTAFA KARA: Bir dönem en enteresan Osmanlı son dönemde büyük insanlar var. Hem mederese ilimlerinde, hem tasavvuf ilimlerinde hem de sanatta . Muhammed Hamdi Yazır aynı zamanda hattatmış.
İLBER ORTAYLI: Ben Ahmet Hamdi Yazır dedim galiba özür dilerim.
MUSTAFA KARA: Aynı zamanda şair hocam. Bütün ilahiyatçılar şunda ittifak, 20. yüzyılın en büyük müfessiri.
İLBER ORTAYLI: Dirayet tefsiri yapıyor. Yeni bir yoldur.
MUSTAFA KARA: Osmanlıların bu çöküş asrına rağmen , Osmanlının son dönemlerinde çok güçlü kafalar yetişti.
İLBER ORTAYLI: Tabi medreselerin bir kısmı çöktü, bir kısmı yeni . Böyle şeyler var. Hukuk takımı kendini başka türlü, muhakkak ki ayrı bir fasıl tartışmak için ilerde. Onun üzerinde duracağız herhalde.
Türkiye yaşayan bir toplum. Devamlı kendisini yenilemeyi biliyor. Eskiyen şeyi değiştirmeyi biliyor. devam ediyor tarih yolunda.
MUSTAFA KARA: Tarihi tecrübesi var.
İLBER ORTAYLI: Yani düşünce ve inanç dünyası da bunun pek dışında değil. Öyle olduğu anlaşılıyor.
15 Mayıs 2008 Perşembe
Tarih Dersleri’nde Japon modernizmi
Tarih Dersleri’nde Japon modernizmi
Kendimizi niye koruyamıyoruz? Niçin adet ve anonimimizmden vazgeçiyoruz? Japonya gibi bir örnek dururken niçin onlar gibi yapmıyoruz da başka yollara gidiyoruz? İlber Ortaylı, konuyu Selçuk Esenbel’le tartışıyor.
NTV-MSNBC
Güncelleme: 12:19 TSİ 14 Mayıs 2008 Çarşamba
İSTANBUL - Bugün çok önemli bir konuyu ele alacağız. Önemli diyorum çünkü Türkiye modernleşiyor, bu aşağı yukarı iki asırlık bir tarih veriyoruz.Bu gibi toplumsal,iktisadi değişikliklerin tarihini tespit etmek kolay değildir.Yorum meselesidir ve bu çağ değiştirmede, yaşayış tonumuzu biçimimizi değiştirmede hiç kuşkusuz büyük problemlerimiz var.
Haberin devamı
Kendimizi niye koruyamıyoruz? Niçin adet ve anonimimizmden vazgeçiyoruz? Japonya gibi bir örnek dururken niçin onlar gibi yapmıyoruz da başka yollara gidiyoruz?
Önümüzde iki model var ki biz onları düşünmek zorundayız. Rusya ve Japonya.Çünkü öbürleri bizi takip ediyorlar. Japon modernleşmesi nedir?Bizim zannettiğimiz gibi mi?Galiba bazı efsaneler var. O efsanelerin doğrusunu müsaade buyurursanız sevgili meslektaşım, yurtdışında da Japon tarihçisi ve uzmanı olarak ün yapmış Profesör Selçuk Esenbel’le tartışalım.
İLBER ORTAYLI: Şimdi önümüzde çok mühim bir mesele var tarih açısından. Avrupa dediğimiz bir kıta var. Bu Avrupa’nın kendi iç yapısı, coğrafyasından, yaşadığı tarihten ileri gelen bir değişimi var.Nüfusu artıyor, birtakım bataklıkları ormanları kurutuyorlar. Bunu yapanlar da kilise. Ticaret gelişiyor,işletme muhasebe sistemleri değişiyor.Muzahaf muhasebe dediğimiz çift taraflı muhasebeyi de yine Fransızken rahipleri buluyor. Yine dinle devlet,devletle halk hem ayrılıyor, hem herşeyin içinde ve o bir gelişme,bu gelişmenin karşısında zarar görenler var.
Bunların kendilerini toparlamaları gerekiyor. Kim bunlar? Rusya. Kim bunlar? Osmanlı İmparatorluğu ve çok uzak ülke var orada, Japonya.Şimdi bu modernleşmede benzetmeler yapacağız ister istemez. Bu çok şart ve hepsini de ayrı ayrı ele almamız gerekiyor.
Bu Japonya’nın bazı sorunları var. Bizim için bir tanesi mesela, bir; bunlar modernleştiler ananelerini, adetlerini, günlük yaşamlarını muhafaza ettiler.İkincisi; bunlar çalıştılar, kalkındılar vesaire.. ve biz bunların modernleşmelerinin tarihini bilmiyoruz. Herkes zannediyor ki “Commodor Perry” geldi gemiyle zorladı bunları ve 19. asırın ortasında bizden daha geç başladılar.Doğru mu bakalım? Değil galiba, çünkü moderleşmenin kalkınmanın birtakım unsurlarının daha evvelden başlamış olması gerekiyor.Şimdi burda bir soru sormak lazım.
Bizim memleketimizde tercüme 19. yüzyılın işidir. Yani Batı’dan yapılan tercümeler 19. yüzyılın işidir.18’de sadece teknik, ilmi kitaplar çevrilir veya çevrilmez. Fransızcadan okunur askeri talimmaneler. 19. yüzyılda mutlaka çevrilir böyle bir zamana uymak çeviri var.Türk milleti tercüme yapmadı mı? Yaptı. Klasik edebiyatı doğu edebiyatını daha evvelden çevirmişler, mesela, 15. yüzyılda 2. Murat devrinde önemli bir etiket var. İnsanların yaşam biçimine, devlet idaresine kadar eserler çevriliyor değil mi? Mercimek Ahmet’in yaptığı “Kabusname” veya Nizamülmülk’ün eserleri vesaire gibi...
Japonya’nın dış dünyayla tercüme faaliyeti neydi onlar 1600’de kapattılar kapılarını...
SELÇUK ESENBEL: Ama, o siyasi bir kapanış.
İLBER ORTAYLI: Siyasi...
SELÇUK ESENBEL:Katoliklere karşı,her ne kadar hıristiyanlığa karşı diye bilinse de aslında katoliklere karşı özellikle İspanya. İspanya, Filipinler’i fethediyor 16. yüzyılda, Japonlar bundan çok ürküyorlar.
İLBER ORTAYLI:Rahatsız oluyorlar.
SELÇUK ESENBEL:Çünkü, Filipinler yakın ve İspanyol İmparatorluğu bu kadar Asya’da da genişleme temahülünü gösterince Japonlar siyasi açıdan kapatıyorlar. Katoliklerle de işbirliği yapar, İspanya ile işbirliği yapar, yoksa onun karşılığında mesela Hollanda ile gayet iyi geçiniyorlar.Protestanlığa izin vermiyorlar ama Hollandalıların zaten misyonerlik yapma gibi bir derdi yok.Hatta Hollandalılar hem silah satıyor Japon shogunlarına hemde istihbarat bilgisi veriyorlar. İspanyolların ne yaptığıyla ilgili yani protestan ve katoliklik savaşı güneydoğu asyada da devam ediyor.Hollandalılar burda büyük bir zevkle yardım ediyorlar.
İLBER ORTAYLI:Yani tıpkı bizde katolik Fransa, katolik İspanya ve Alman İmparatorluğu’na karşı bizimle işbirliğinde.
SELÇUK ESENBEL:Aynen onun gibi...
İLBER ORTAYLI: Çok ilginç...
SELÇUK ESENBEL: Onun için Japonlar... Ben biraz o Japonların 1600 yılındadır o karar sonra tekrar edilir 1630’larda ve kesin şöyle bir karardır.Japonya’daki bütün hıristiyan diye bilinen katolikler derhal dinden çıkıcak ver zorla bir budist mezhebine kaydolucak bu bir.İkincisi; japonlarının yurtdışına gitmesi yasaklanıyor.Üçüncüsü; ilginç dışarıda oturan japonlarında gelmesi yasaklanıyor.mesela güneydoğu asyada ticaret yapan japonlar var.Tayland kralına hizmet eden samuraylar var 16.yüzyılda gitmişler askeri güç olarak. Orada bir iş tutmuşlar saraylarda hizmet ediyorlar, çünkü onlar cengaver bir millet tabi onun için böyle iş bulmaları mümkün. Şimdi orada ben şöyle zafiyet dolayısıyla bir ürküntü, korku sezinliyorum, çünkü 16.yüzyılda bir Japon samuray lideri Kore’yi fethetmeye kalkıyor, 1570’lerde.Hatta niyeti Çin’i de fethetmek. İsmi Hideyoshi. 16. yüzyıl zaten fütyat yapanların devri, yani 16. yüzyılda gücün varsa imparatorluk kurmuş oluyorsun. Japonlar burada başarısız oluyor ve o başarısızlık dolayısıyla bence içeriye çekilip kapıları kapatıp kendini koruyor.Bir savunmadır bu.
İLBER ORTAYLI:Peki şimdi bu kapandı ne yapıyor dış dünyayla, Avrupa ile ilgisi var mı yok mu?
SELÇUK ESENBEL:Şimdi o çok ilginç.Her sene Hollanda kapitani...Adamın ismi o kaptanı yani, iki gemiyle geliyor. Nagazaki’de ve onların orada belli bir mahalle var. Hala gidince görülebilinir.Bir adada işte evleri filan var, izin veriliyor, depoları var, eşyalarını orda saklayabiliyorlar ve Japonya ile ticaret yapma yetkisi var Hollanda’nın. Tabi bu büyük bir imtiyaz.Her sene geldiğinde kapiten büyük bir merasimle shogun’un sarayına gidiyor.Shogun bu arada tabi onların kralı..
İLBER ORTAYLI: İmparator çekilmiş shogun bakıyor bütün işlere...
SELÇUK ESENBEL: Siyasi ve askeri lider, dinsel ve manevi lider değil ama askeri lideri ülkenin, şöyle diyelim genelkurmay başkanı gibi.Şimdi o orada her sene kapitanin bu shogunla olan konuşmasında tercümanlık yapan bir grup samuray var.Onlar shogun tarafından işte Hollandalıların dilini öğrenip tercüme yapmakla görevlendiriliyor.
İLBER ORTAYLI:Bizim tercüme odası gibi ama işleri geniş galiba sadece resmi yazışma ticari görüşme değil kitap çeviriyor adamlar mutemadiyen.
SELÇUK ESENBEL:Ve çeviri yapmalarına izin veriliyor.
İLBER ORTAYLI:Bütün anatomi kitapları galiba, felsefe kitapları, Spinoza çeviriyor adam Leibniz çeviyor.
SELÇUK ESENBEL:Isaac Newton’un “Mathematica Principia” özetini çevirirler.Bu çok önemli çünkü Hollandalılar onu çevirmişler.
İLBER ORTAYLI:18. asır’ın sonunda Kant’ı tanıyorlar. Bu önemli..
SELÇUK ESENBEL: Doğrudur.
İLBER ORTAYLI: Anatomi yapıyor.Bak mesela Rusya anatomiyi Büyük Petro’yla tanıdı.
SELÇUK ESENBEL: Bunlarda da öyle. Yoshimune...Shogun Yoshimune, anatomi kitabı,18.yüzyılın başıdır...
İLBER ORTAYLI:O zaman Ruslardan evvel.Büyük Petro’nun enteresan şeyi, kadavranın kokusundan burnunu tıkamış millet, burnunuzu tıkamayın bu ilimdir.
SELÇUK ESENBEL: Yalnız tabi şunu anlamak lazım bu açık toplum anlamına gelmiyor; çünkü shogun 450 samuraydır.Yani Hollandalıların dilini öğrenip de çeviri yetkisi olan bu bilgiler toplumla paylaşılmıyor.
İLBER ORTAYLI: Lüzum da yok ama bir yerde duruyor.
SELÇUK ESENBEL:Onu shogun da biliyor.Daha önemlisi her sene kapitan geldiği zaman shoguna dünya ahvali üzerine bir istihbarat raporu vermekle yükümlü. Bu istihbarat raporunu da gayet ayrıntılı vermezse ticaret anlaşması yenilenmeyecek.Çünkü japonlar için, shogun için hollandalılardan alacağı mal, satacağı mal o kadar önemli değil. Önemli olan dünyanın siyasi gidişatı hakındaki bilgi, yani o bilgiyi almak için ticaret hakkını veriyorlar.
İLBER ORTAYLI: Bir nevi kiralık bir dışişleri kullanıyor çok ilginç, ama bunu yaparlardı ben biliyorum. Mesela Avusturya büyük dükaları bir dönem Venedik elçilerinin raporlarını satın alırlardı onları görürsünüz arşivde.
SELÇUK ESENBEL: Onun için ben 17.yüzyıl raporlarını gördüm, çok ilginç tabi, en büyük kısım Viyana muhasarası.Gayet ayrıntılı bir şekilde yani o senenin 1683 en önemli kısmı raporunda çevrildi o, Ankara Üniversitesi’nden daha doğrusu motomot çevrilmedi ama kullanıldı benim yardımcı olduğum bir öğrenci şimdi doçent bir arkadaş ve kullandı bunu. Şimdi orada önemli olan yani Osmanlı 17 ve 18. yüzyılda o raporlarda çok önemli bir dünya gücü olarak anlatılıyor japonlara. bu tabi doğruyu yansıtıyor.
İLBER ORTAYLI: Bu doğruyu yansıtıyor en azından o savaşı bilmeleri lazım.
SELÇUK ESENBEL: Buradan ben şöyle birşey anlıyorum. Japon toplumu belki dünyadan kopuk bu doğrudur ama Japon eliti hiç değil Japon eliti o kapalı kapıların arkasında bütün dünyadaki olanları biliyor takip ediyor ve kaygılanıyor.
İLBER ORTAYLI: Bilime uyguluyor mu bu tıbba hizmet ediyor mu mesela ?
SELÇUK ESENBEL: Çok yavaş.
İLBER ORTAYLI:Yalnız şöyle bir gerçeğin üzerinde durmamız lazım. Okuma yazma devrimini 18 yüzyılda yapan ülke bildiğimiz gibi ne İngiltere ne Avusturya İmparatorluğu, Japonyadır. Nedir oran? Yüzde 40’dan bahsediliyor.
SELÇUK ESENBEL:Erkeklerin %40’dır, kadınların %15 filan...ama o da yüksektir o dönem için, 18.yüzyıl için.
İLBER ORTAYLI: Bunu nasıl öğreniyor onlar?
SELÇUK ESENBEL: Onu yalnız şöyle yorumlamak lazım, yani oradaki eğitimin ilerlemesi 18. yüzyılda kapalı toplum ya, feodal toplum avrupalaşmak modernleşmek için değil. O kendi geleneksel eğitiminin yaygınlaşmasını sağlıyor.
İLBER ORTAYLI:Bu doğru. Niye yapıyor bunu ne oluyor?
SELÇUK ESENBEL: Şöyle; ihtiyaç oluyor çünkü, dışarıyla da bağlantılar kısıtlı olduğu için içerde de barış var.Bu demokratik bir toplum değil mesela köylülerin durumu hazin vs...Sonunda askeri bir yönetim bu samuray yönetimi çünkü, yani cengaverler siyasi imtiyaza sahip ve herşey onların elinde fakat ekonomik açıdan çok gelişiyor japonya çünkü, iç ticarete dönüyor ve o iç ticaretin getirdiği kompleks ekonomi bir de yerel derebeylerin yönetimlerinin bürokratikleşmesi okur yazar sayısının artmasını sağlıyor.
İLBER ORTAYLI: Hatta kendileri öğretiyor...Bize göre çok büyük bir fark değil mi? Çok büyük bir fark Rusya’ya göre çok büyük bir fark.
SELÇUK ESENBEL: Bir istatistik verebilirim. Diyelim ki 1868 yılında, tam Meiji Restorasyonu’ndan bir gece önce diyelim. Japonya’nın nüfusu 30 milyon.Bu 30 milyonun %8’i cengaver. Bu önemli çünkü, çok yüksek oranda bir aristokrasi var ve onun hepsi okuma yazma biliyor. O %8, o %8’in de yarısı ilkokul ötesi lise ve üniversite diyebileceğimiz rafine bir eğitime sahip. Şimdi onun dışında halktan zengin köylüler tüccarlar onlar da okuma yazma biliyorlar. Erkek nüfusunun %40’ı ki bunun içinde %8’i samuray oluyor kalanı halktır, %32 okuma yazma biliyor.
İLBER ORTAYLI: Rakamlara bakıldığında bu toplumda olamaz bu, Rusya’da da yok. Bu Büyük Petro’nun Rusyası’nda bile %90,95’i okuma yazma bilmiyordur. Türk okuma yazma ilkokul reformu düşük de olsa 19’da başladı biliyorsun?
SELÇUK ESENBEL: Carter Findley’i biliyorum. Doğru mu değil mi, %15 vardı 1910’larda.
İLBER ORTAYLI:Onun sayacağını zannetmiyorum ama şuradan dolayı o okullaşma oranı yüksektir. Yani bilhassa 19.yüzyılda çocukların, kız çocuklarının da okutulması, öğretmen okullarının teşviki, bütün bunlar bu iki toplumda baktığında bu iki komşu Rusya ve Osmanlı’da, biri 18’de Büyük Petro, biri de 19’da ama Japonya’nın daha evvel bu işi çok daha ciddi yaptığı anlaşılıyor.
SELÇUK ESENBEL: Onun için de hızlı hareket ediyor.
İLBER ORTAYLI:Efsane bir, 1850 kapıları açılınca değil bir alt yapı var dünyadan evvel.Şimdi önemli bir sorumuz daha var. Tercümede bunlar neyi çevirdiler, ne kadar tanıdılar dünyayı bu önemli. 19.asırda dünyayı mekan ve zaman olarak tanıyor muydu Japon toplumu bu mühim..
SELÇUK ESENBEL:Toplum dersen hayır...
İLBER ORTAYLI: Eski Yunan klasiklerini, İslam klasiklerini çevrilmiş mi birileri okumuş mu?
SELÇUK ESENBEL : Shogunlar devrindeki çeviri faaliyeti demin de bahsettiğimiz gibi Isaac Newton gibi çok önemli bir bilimsel devrimin metni olan “Matematica Principia” çeviriyor Japonca’ya gerçi,Latince’den değil Hollandalıların çevirisinin çevirisidir. Anatomi kitaplarını çeviriyorlar. Felsefeye dediğim gibi 18’in sonunda giriyorlar.19.yüzyılda bu birikim tuhaf birşekilde 19. yüzyıla yarıyor. 1868’de kapıları açınca zaten orada 450 aile var çeviri yapabilen...
İLBER ORTAYLI: Matbaa ne zaman?
SELÇUK ESENBEL:Matbaa tabi Çin’den alındığı için çok eskidir.Uzakdoğuda matbaa problemi yoktur bizdeki gibi.
İLBER ORTAYLI: Kalıp olarak baskıya gidiyor.Şimdi sorun şu, bu tercüme edebiyatı demek ki bir aydınlanma getirmiş yani o konuda zaman bakımından bir gerileme yok.
SELÇUK ESENBEL: Daha doğrusu şöyle birşey oluyor. O tercümenin ben şöyle bir faydasını da görüyorum kendi yapıldığı anda bir etkisi yok ama üst düzey samuraylar tabi okur yazar olduğu için aralarındaki entellektüeller daha ülke açılmadan okuyorlar bu kitapları zevk için, keyif için okuyor.
İLBER ORTAYLI: Evet. İnsanlar arasında yönetici zümrenin ki samuray eğitim de veriyor insanlara.
SELÇUK ESENBEL:Onun için o üst düzey samuraylar ülke zorunlu olarak açılınca 1853’te sonra bir iç savaş çıkıyor ve Tokugava shogunlarına muhalefet eden genç samuraylar onları devirip de 1868’de Meiji rejimini kuruyorlar, imparatoru getirip kendilerini aslında meşru kılmak için....
/////
İLBER ORTAYLI:Şimdi çok önemli bir mesele var. Osmanlı toplumu 19. yüzyılda milliyetler çatışmasının ortasına çıktı ve burda bir çözüm düşündü. Mehmet Emin Ali Paşa, Girit’te bulunduğu sırada ki çok dahi bir adamdır biliyorsunuz. Kanuni Medeni dedi. Bütün tebanın bir daha tefrik cins ve mezhep din farkını ortadan kaldırarak işlemleri götürecek şey. Model de fransız kanunu medenisi olsun dedi. Çok aşırı birşey bizim bölgemiz ve milletimiz için. Cevdet Paşa hemen engelledi ve oturdu mecelle faaliyetine girişti. Ortaya çıkan “mecelle” İslam Hukuku’nun son dönemi için müthiş bir eklektisizm ve abide. O doğru fakat bu kanuni medeni değil. Niye değil, çünkü, şahsın hukuku ve aile yok içinde, yani bilmediğinden değil temas edemedi oraya o iş yarım kaldı.
Şimdi Japonya Alman kanuni medenisini alıyor bana göre orada ilginç birşey var. Mesela demin de değindiğim gibi bir İsviçre kanunu medenisine göre Alman kanunu medenisinde dil bakımından büyük bir ağırlık var, uslüp var tefsir yorumları daha çok bilgi istiyor.İşin gerisinde onu yapan adamların bir hukuki bilgi ve eğitim sürecinden geçmeleri lazım şu veya bu şekilde. Bu çok önemli ve çok açık birşey. Hem Rusya’da, hem bizde hukuk toplumun ifadesi yani o gelenek çok önemli. Daha evvel değindin yazılarında, galiba japonlar hukuku geleneklerinin hayatlarının inaçlarının bir parçası olarak görmüyorlar.
SELÇUK ESENBEL: Hayır. 1872 yılında bir imparatorun emri vardır bütün eski hukuku lağveder eder herşeyi ama yani şöyle 645’teki imparatorluk kanunları, 1185’teki samuray kanunları. 1600 yıldan sonraki bütün tokugava shogunlarının icraatları bir kalemde lağvedilir ve amaçta orada şey çok önemli yani karar.Karar Japonya’yı biran evvel avrupa hukuki temeline oturtmak...
İLBER ORTAYLI:Çok radikaller o konuda hiç düşünmüyor.
SELÇUK ESENBEL: Onun için hukuku kültür ve dinden ayırıyorlar.
İLBER ORTAYLI: Ama demek hukuk yapıları müsait böyle lağvetmeye.
SELÇUK ESENBEL: Eskisini lağvediyorlar ve 1870’lerde önce Fransız medeni kanununu çevirtiyorlar beğenmiyorlar. Çok radikal buluyorlar yani aile hayatı vs..Biz bir imparatorluğuz, işte burada yani daha bir sosyal hayatımızda bir muhafazarkalık söz konusu olmalıdır deyip ama kendi kültürlerini kullanmıyorlar, orada almanlara dönüyorlar.Bismarck Almanya’sını daha uygun görüyorlar kendileri için.Alman hukuk profesörleri davet ediliyor Tokyo Üniversitesi’nde hukuk fakültesi kuruluyor ve yetiştirilen japon asistanlarla beraber işte 1889’da başbakanın kendisi bu hukukçularla çalışır ve anayasayı hazırlarlar.Tamamen Alman hukuk anlayışına göre yapılmış bir anayasadır.
İLBER ORTAYLI: Pekala romanist hukuk sisteminini ifade eden bir sistem.
SELÇUK ESENBEL:1894’de de medeni kanunuda alman medeni kanununun bir uyarlaması olarak gene bu alman hukukçularla beraber hazırlıyorlar. onun için japon medeni kanunu avrupa kanunudur.Almandır.Hala da aslında o. 1946’da kadın erkek eşitliği mesela tam olarak getirildi vs..değiştirildi ama uslüp ve felsefesi almandır.Daha eşitlikçi bir yorumla hazırlanmış ama aynı medeni kanundur yani 1894’ün aynısı...
İLBER ORTAYLI: 30 sene fark var islam dünyasının medeni hukuk reformu yapmaları...
SELÇUK ESENBEL: Orada japonların ben Türkiye’de yanlış anlaşıldığını düşünüyorum.Japonlar işte kültürlerine bağlı geleneklerine bağlı vs. doğrudur ama 19. yüzyılda onların modern yaşamın içinde tanımladıkları japon geleneği ve kültürü hukuk dışı yeni bir yorumdur.
İLBER ORTAYLI:Hukuku geleneğin dışında tutuyor bu önemli...
SELÇUK ESENBEL:Hatta dinin de dışında tutuyor dolayısıyla yani dini de dışında tutuyor.
İLBER ORTAYLI:Mesela bizde kanunu medenide pekala islam hukukundan unsurlar vardır değil mi karı koca mal rejimi vs..falan Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’na göre hukuk reformlarında daimi bir kopukluk bir rahatlık var ama bizde bu niye var, çünkü eski dünyaya bulaşığız yani sisteme daha evvel girmeye başlamışız.Bir kökleri var bu tabi idari bakımdan büyük sorun yaratmıyor herhalde japonya’nın kendi otokrasisi gidiyor.
SELÇUK ESENBEL: Bunu yapmalarında yalnız bizdekinden farklı bir amaç görüyorum yani Osmanlı’dan nacizane görüşüm. Çok bilinçli bir şekilde avrupalılar kapütalasyonları biz hukukumuzu %100 avrupalaştırmazsak lağvetmezler anlayışı var japonlarda ki doğrudur.
İLBER ORTAYLI: O bizde de var
SELÇUK ESENBEL: Bizde de var.Onun için onlar çok hızlı davranıyorlar ve bir ingiliz yazar vardır Japonya’daki bu gelişmeleri takip eden ,Chamberlain mesela ben hatırat defterini okudum. 1898 - 1899’a gelindiğinde adam hüsniyetle inanıyorki japonlar avrupalılaştı diyor ama onun dediği avrupalı kılığı kıyafeti değil, hukuki olarak diyor ki tamamen avrupalılaştılar diyor
İLBER ORTAYLI:Yani mallar Nagazaki’ye ulaştığında nasıl bir tedbir koyuyorlar diye tıpkı İsviçre’deki , Londra’daki gibi, tamam o zaman mesele.
SELÇUK ESENBEL: Hukuki açıdan onun için ingiliz. O zamanki Londra’daki hükümete de bir önerisi var.Kapitalasyonları lağvedelim asyada bizim müteffikimiz olsun Japonya, Rusya’ya karşı ve bunu yapabiliriz yani onlar artık bir avrupa devletidir hukuki olarak yani bir asyalıyla ittifak değil iki avrupalı devletin ittifakı olacaktır diyor ki, 1902’de meşhur “İngiliz-Japon İttifakı” imzalanıyor.
İLBER ORTAYLI:Peki yetiyor mu bu? Romanist hukuk yani hukuk reformuna ki bazı avrupa üyelerinden daha erkenciyiz o konuda Yunanistan’dan falan daha zaman yetmiyor ama hayatı kolaylaştırıyor.
SELÇUK ESENBEL: Toplumun ayak uydurması çok zaman alıyor.
İLBER ORTAYLI: Bir de üretim lazım arkasında.
SELÇUK ESENBEL: Hukuk reformunu yapıyorsun bunun anlamı, senin siyasilerinin ve toplumunun 24 saat içinde bunu anlayıp da o doğrultuda haraket etmeye başlaması demek değil. Eski alışkanlıklar hiçbir zaman ortadan hemen kalkmıyor.onun için japonlarda mesela demokrasi çok sancılıdır, insan hakları korkunç sancılıdır. O medeni kanundaki yazılmış olan haklarının icraatı bile 1950’lere kadar sorunluydu. Yani 1930’larda zannetmeyelim ki hukukta son derece modern avrupai bir anlayış var gündelik hayatta da bu icraa ediliyordu yani toplumlar icraatte ancak tecrübeyle ve tarihle kendilerini o kalıba sokabiliyorlar. O bir zaman alıyor ama kalıbın kendisi 1898’e gelindiğinde tamamdı,bir eklektik yapı değildi.
İLBER ORTAYLI: Gelenekle hukuk ve diğer toplum örgütleriyle hukuk ne kadar bağdaşıyor onu değiştirmek çok zor.
Bu yapılan değişiklikte türkiye bizim toplum biraz sonra ama çok daha fazla zorlu bir savaş vermiş çok daha fazla daha çok düşünmek savaşmak zorunda, çok zor iş yapıyorsunuz bulunduğunuz kültürel çevreye dünyaya göre çok zor bir iş yapıyoruz galiba.
SELÇUK ESENBEL: Japonların kendi hukukunu lağvetmesi....
İLBER ORTAYLI: Evlilik işini nasıl hallediyor alman kanunu medenisi belli okuduğum kadar japonlarınki de. Cevdet Paşa gibi bir büyük adam hakikaten hukukçu biri. Aile hukukunun dışarda .... hiçkimse ile bağdaşamazsın bir yanda gayrımüslimlerimiz var,bir yanda müslüman...
SELÇUK ESENBEL: Her birinin kendi töresi var.
İLBER ORTAYLI: Bir eklektik kanun getirmeye çalıştık. Kanun kuvvetinde kararname .Biliyorsun hukuk-u aile .Harbe girdiğimiz zaman bunun yürürlüğü durduruldu.Harbeden İttihat Terakki Kabinesi, hükümet bu cesareti bulamadı çünkü biliyorsun taviz verilir. Yani muhafazakar tavizler verilir.Cesaret edemedi durduruldu sonra kaldırıldı.çok tatbikat bile zayıfladı.Çünkü o eklektik bir kanundur.Şimdi böyle bir sorun mesela aile konusunda çıkmadı Japonya’da.
SELÇUK ESENBEL:Böyle bir sorun çıkmadı fakat başka sorunlar mesela japonların feminist tarihçilerine bakarsan onlar 1894’ü eleştiriyorlar.İlginç bir çelişki var o da alman hukukundan alınıyor. biliyorsunuz kadınlar ve erkekler yüzdeyüz eşit değil.
İLBER ORTAYLI: Victoria İngiltere’sini biliyorsun.Hem işçi kadının hem aristokrat kadının zor hayatı İngiltere’de
SELÇUK ESENBEL: Mesela orada bir çelişki var. 1894’te bir kadın 18 yaşından sonra hem reşit, büyük bir devrim tabi Japonya için geleneksel samuray toplumu düşün , hem de aynı zamanda seçme ve seçilme hakkı dışında, o dönem yok ama avrupa’da da yok zaten yani bir vergi ödeyen reşit bir kişi ta ki evlenene kadar , evlenince bu medeni kanuna göre alman yasası aile reisi koca olduğu için, kocasının hukuki denetimine giriyor.Bu 1946’da çıkarıldı değiştirildi.
İLBER ORTAYLI: Kim yaptı, Mc Arthur ...
SELÇUK ESENBEL: Amerikalılar etkilediler ama japon feministleri de yani bunu böyle bırakmadılar. Çok güçlü bir kadın hareketi vardı.Belli bunun şeyi hazırdı diyelim ki dosyası ama 1946 yılında kadınlar seçme seçilme hakkıyla gerçekten tam eşitliği kazandılar.
İLBER ORTAYLI: Medeni kanunun verdiği hukuki ehliyeti kullanmak açısından.
SELÇUK ESENBEL: Türkiye’den farkı sanırım kalıba erken girmeleri
İLBER ORTAYLI: Kalıba erken girmek...Arkada bir eğitim var hazırlık. Bir de galiba eski hukuki yapıları fazla sabit kalmalarını gerektirmiyor. Bizim kendi mirasımız öyle kolayca itemiyorsun.Onun da tesiri var.
SELÇUK ESENBEL: Hukuku dinsel eğilimden ayırdılar.
İLBER ORTAYLI: Evet anlaşılıyor galiba. Çok teşekkürler.
Kendimizi niye koruyamıyoruz? Niçin adet ve anonimimizmden vazgeçiyoruz? Japonya gibi bir örnek dururken niçin onlar gibi yapmıyoruz da başka yollara gidiyoruz? İlber Ortaylı, konuyu Selçuk Esenbel’le tartışıyor.
NTV-MSNBC
Güncelleme: 12:19 TSİ 14 Mayıs 2008 Çarşamba
İSTANBUL - Bugün çok önemli bir konuyu ele alacağız. Önemli diyorum çünkü Türkiye modernleşiyor, bu aşağı yukarı iki asırlık bir tarih veriyoruz.Bu gibi toplumsal,iktisadi değişikliklerin tarihini tespit etmek kolay değildir.Yorum meselesidir ve bu çağ değiştirmede, yaşayış tonumuzu biçimimizi değiştirmede hiç kuşkusuz büyük problemlerimiz var.
Haberin devamı
Kendimizi niye koruyamıyoruz? Niçin adet ve anonimimizmden vazgeçiyoruz? Japonya gibi bir örnek dururken niçin onlar gibi yapmıyoruz da başka yollara gidiyoruz?
Önümüzde iki model var ki biz onları düşünmek zorundayız. Rusya ve Japonya.Çünkü öbürleri bizi takip ediyorlar. Japon modernleşmesi nedir?Bizim zannettiğimiz gibi mi?Galiba bazı efsaneler var. O efsanelerin doğrusunu müsaade buyurursanız sevgili meslektaşım, yurtdışında da Japon tarihçisi ve uzmanı olarak ün yapmış Profesör Selçuk Esenbel’le tartışalım.
İLBER ORTAYLI: Şimdi önümüzde çok mühim bir mesele var tarih açısından. Avrupa dediğimiz bir kıta var. Bu Avrupa’nın kendi iç yapısı, coğrafyasından, yaşadığı tarihten ileri gelen bir değişimi var.Nüfusu artıyor, birtakım bataklıkları ormanları kurutuyorlar. Bunu yapanlar da kilise. Ticaret gelişiyor,işletme muhasebe sistemleri değişiyor.Muzahaf muhasebe dediğimiz çift taraflı muhasebeyi de yine Fransızken rahipleri buluyor. Yine dinle devlet,devletle halk hem ayrılıyor, hem herşeyin içinde ve o bir gelişme,bu gelişmenin karşısında zarar görenler var.
Bunların kendilerini toparlamaları gerekiyor. Kim bunlar? Rusya. Kim bunlar? Osmanlı İmparatorluğu ve çok uzak ülke var orada, Japonya.Şimdi bu modernleşmede benzetmeler yapacağız ister istemez. Bu çok şart ve hepsini de ayrı ayrı ele almamız gerekiyor.
Bu Japonya’nın bazı sorunları var. Bizim için bir tanesi mesela, bir; bunlar modernleştiler ananelerini, adetlerini, günlük yaşamlarını muhafaza ettiler.İkincisi; bunlar çalıştılar, kalkındılar vesaire.. ve biz bunların modernleşmelerinin tarihini bilmiyoruz. Herkes zannediyor ki “Commodor Perry” geldi gemiyle zorladı bunları ve 19. asırın ortasında bizden daha geç başladılar.Doğru mu bakalım? Değil galiba, çünkü moderleşmenin kalkınmanın birtakım unsurlarının daha evvelden başlamış olması gerekiyor.Şimdi burda bir soru sormak lazım.
Bizim memleketimizde tercüme 19. yüzyılın işidir. Yani Batı’dan yapılan tercümeler 19. yüzyılın işidir.18’de sadece teknik, ilmi kitaplar çevrilir veya çevrilmez. Fransızcadan okunur askeri talimmaneler. 19. yüzyılda mutlaka çevrilir böyle bir zamana uymak çeviri var.Türk milleti tercüme yapmadı mı? Yaptı. Klasik edebiyatı doğu edebiyatını daha evvelden çevirmişler, mesela, 15. yüzyılda 2. Murat devrinde önemli bir etiket var. İnsanların yaşam biçimine, devlet idaresine kadar eserler çevriliyor değil mi? Mercimek Ahmet’in yaptığı “Kabusname” veya Nizamülmülk’ün eserleri vesaire gibi...
Japonya’nın dış dünyayla tercüme faaliyeti neydi onlar 1600’de kapattılar kapılarını...
SELÇUK ESENBEL: Ama, o siyasi bir kapanış.
İLBER ORTAYLI: Siyasi...
SELÇUK ESENBEL:Katoliklere karşı,her ne kadar hıristiyanlığa karşı diye bilinse de aslında katoliklere karşı özellikle İspanya. İspanya, Filipinler’i fethediyor 16. yüzyılda, Japonlar bundan çok ürküyorlar.
İLBER ORTAYLI:Rahatsız oluyorlar.
SELÇUK ESENBEL:Çünkü, Filipinler yakın ve İspanyol İmparatorluğu bu kadar Asya’da da genişleme temahülünü gösterince Japonlar siyasi açıdan kapatıyorlar. Katoliklerle de işbirliği yapar, İspanya ile işbirliği yapar, yoksa onun karşılığında mesela Hollanda ile gayet iyi geçiniyorlar.Protestanlığa izin vermiyorlar ama Hollandalıların zaten misyonerlik yapma gibi bir derdi yok.Hatta Hollandalılar hem silah satıyor Japon shogunlarına hemde istihbarat bilgisi veriyorlar. İspanyolların ne yaptığıyla ilgili yani protestan ve katoliklik savaşı güneydoğu asyada da devam ediyor.Hollandalılar burda büyük bir zevkle yardım ediyorlar.
İLBER ORTAYLI:Yani tıpkı bizde katolik Fransa, katolik İspanya ve Alman İmparatorluğu’na karşı bizimle işbirliğinde.
SELÇUK ESENBEL:Aynen onun gibi...
İLBER ORTAYLI: Çok ilginç...
SELÇUK ESENBEL: Onun için Japonlar... Ben biraz o Japonların 1600 yılındadır o karar sonra tekrar edilir 1630’larda ve kesin şöyle bir karardır.Japonya’daki bütün hıristiyan diye bilinen katolikler derhal dinden çıkıcak ver zorla bir budist mezhebine kaydolucak bu bir.İkincisi; japonlarının yurtdışına gitmesi yasaklanıyor.Üçüncüsü; ilginç dışarıda oturan japonlarında gelmesi yasaklanıyor.mesela güneydoğu asyada ticaret yapan japonlar var.Tayland kralına hizmet eden samuraylar var 16.yüzyılda gitmişler askeri güç olarak. Orada bir iş tutmuşlar saraylarda hizmet ediyorlar, çünkü onlar cengaver bir millet tabi onun için böyle iş bulmaları mümkün. Şimdi orada ben şöyle zafiyet dolayısıyla bir ürküntü, korku sezinliyorum, çünkü 16.yüzyılda bir Japon samuray lideri Kore’yi fethetmeye kalkıyor, 1570’lerde.Hatta niyeti Çin’i de fethetmek. İsmi Hideyoshi. 16. yüzyıl zaten fütyat yapanların devri, yani 16. yüzyılda gücün varsa imparatorluk kurmuş oluyorsun. Japonlar burada başarısız oluyor ve o başarısızlık dolayısıyla bence içeriye çekilip kapıları kapatıp kendini koruyor.Bir savunmadır bu.
İLBER ORTAYLI:Peki şimdi bu kapandı ne yapıyor dış dünyayla, Avrupa ile ilgisi var mı yok mu?
SELÇUK ESENBEL:Şimdi o çok ilginç.Her sene Hollanda kapitani...Adamın ismi o kaptanı yani, iki gemiyle geliyor. Nagazaki’de ve onların orada belli bir mahalle var. Hala gidince görülebilinir.Bir adada işte evleri filan var, izin veriliyor, depoları var, eşyalarını orda saklayabiliyorlar ve Japonya ile ticaret yapma yetkisi var Hollanda’nın. Tabi bu büyük bir imtiyaz.Her sene geldiğinde kapiten büyük bir merasimle shogun’un sarayına gidiyor.Shogun bu arada tabi onların kralı..
İLBER ORTAYLI: İmparator çekilmiş shogun bakıyor bütün işlere...
SELÇUK ESENBEL: Siyasi ve askeri lider, dinsel ve manevi lider değil ama askeri lideri ülkenin, şöyle diyelim genelkurmay başkanı gibi.Şimdi o orada her sene kapitanin bu shogunla olan konuşmasında tercümanlık yapan bir grup samuray var.Onlar shogun tarafından işte Hollandalıların dilini öğrenip tercüme yapmakla görevlendiriliyor.
İLBER ORTAYLI:Bizim tercüme odası gibi ama işleri geniş galiba sadece resmi yazışma ticari görüşme değil kitap çeviriyor adamlar mutemadiyen.
SELÇUK ESENBEL:Ve çeviri yapmalarına izin veriliyor.
İLBER ORTAYLI:Bütün anatomi kitapları galiba, felsefe kitapları, Spinoza çeviriyor adam Leibniz çeviyor.
SELÇUK ESENBEL:Isaac Newton’un “Mathematica Principia” özetini çevirirler.Bu çok önemli çünkü Hollandalılar onu çevirmişler.
İLBER ORTAYLI:18. asır’ın sonunda Kant’ı tanıyorlar. Bu önemli..
SELÇUK ESENBEL: Doğrudur.
İLBER ORTAYLI: Anatomi yapıyor.Bak mesela Rusya anatomiyi Büyük Petro’yla tanıdı.
SELÇUK ESENBEL: Bunlarda da öyle. Yoshimune...Shogun Yoshimune, anatomi kitabı,18.yüzyılın başıdır...
İLBER ORTAYLI:O zaman Ruslardan evvel.Büyük Petro’nun enteresan şeyi, kadavranın kokusundan burnunu tıkamış millet, burnunuzu tıkamayın bu ilimdir.
SELÇUK ESENBEL: Yalnız tabi şunu anlamak lazım bu açık toplum anlamına gelmiyor; çünkü shogun 450 samuraydır.Yani Hollandalıların dilini öğrenip de çeviri yetkisi olan bu bilgiler toplumla paylaşılmıyor.
İLBER ORTAYLI: Lüzum da yok ama bir yerde duruyor.
SELÇUK ESENBEL:Onu shogun da biliyor.Daha önemlisi her sene kapitan geldiği zaman shoguna dünya ahvali üzerine bir istihbarat raporu vermekle yükümlü. Bu istihbarat raporunu da gayet ayrıntılı vermezse ticaret anlaşması yenilenmeyecek.Çünkü japonlar için, shogun için hollandalılardan alacağı mal, satacağı mal o kadar önemli değil. Önemli olan dünyanın siyasi gidişatı hakındaki bilgi, yani o bilgiyi almak için ticaret hakkını veriyorlar.
İLBER ORTAYLI: Bir nevi kiralık bir dışişleri kullanıyor çok ilginç, ama bunu yaparlardı ben biliyorum. Mesela Avusturya büyük dükaları bir dönem Venedik elçilerinin raporlarını satın alırlardı onları görürsünüz arşivde.
SELÇUK ESENBEL: Onun için ben 17.yüzyıl raporlarını gördüm, çok ilginç tabi, en büyük kısım Viyana muhasarası.Gayet ayrıntılı bir şekilde yani o senenin 1683 en önemli kısmı raporunda çevrildi o, Ankara Üniversitesi’nden daha doğrusu motomot çevrilmedi ama kullanıldı benim yardımcı olduğum bir öğrenci şimdi doçent bir arkadaş ve kullandı bunu. Şimdi orada önemli olan yani Osmanlı 17 ve 18. yüzyılda o raporlarda çok önemli bir dünya gücü olarak anlatılıyor japonlara. bu tabi doğruyu yansıtıyor.
İLBER ORTAYLI: Bu doğruyu yansıtıyor en azından o savaşı bilmeleri lazım.
SELÇUK ESENBEL: Buradan ben şöyle birşey anlıyorum. Japon toplumu belki dünyadan kopuk bu doğrudur ama Japon eliti hiç değil Japon eliti o kapalı kapıların arkasında bütün dünyadaki olanları biliyor takip ediyor ve kaygılanıyor.
İLBER ORTAYLI: Bilime uyguluyor mu bu tıbba hizmet ediyor mu mesela ?
SELÇUK ESENBEL: Çok yavaş.
İLBER ORTAYLI:Yalnız şöyle bir gerçeğin üzerinde durmamız lazım. Okuma yazma devrimini 18 yüzyılda yapan ülke bildiğimiz gibi ne İngiltere ne Avusturya İmparatorluğu, Japonyadır. Nedir oran? Yüzde 40’dan bahsediliyor.
SELÇUK ESENBEL:Erkeklerin %40’dır, kadınların %15 filan...ama o da yüksektir o dönem için, 18.yüzyıl için.
İLBER ORTAYLI: Bunu nasıl öğreniyor onlar?
SELÇUK ESENBEL: Onu yalnız şöyle yorumlamak lazım, yani oradaki eğitimin ilerlemesi 18. yüzyılda kapalı toplum ya, feodal toplum avrupalaşmak modernleşmek için değil. O kendi geleneksel eğitiminin yaygınlaşmasını sağlıyor.
İLBER ORTAYLI:Bu doğru. Niye yapıyor bunu ne oluyor?
SELÇUK ESENBEL: Şöyle; ihtiyaç oluyor çünkü, dışarıyla da bağlantılar kısıtlı olduğu için içerde de barış var.Bu demokratik bir toplum değil mesela köylülerin durumu hazin vs...Sonunda askeri bir yönetim bu samuray yönetimi çünkü, yani cengaverler siyasi imtiyaza sahip ve herşey onların elinde fakat ekonomik açıdan çok gelişiyor japonya çünkü, iç ticarete dönüyor ve o iç ticaretin getirdiği kompleks ekonomi bir de yerel derebeylerin yönetimlerinin bürokratikleşmesi okur yazar sayısının artmasını sağlıyor.
İLBER ORTAYLI: Hatta kendileri öğretiyor...Bize göre çok büyük bir fark değil mi? Çok büyük bir fark Rusya’ya göre çok büyük bir fark.
SELÇUK ESENBEL: Bir istatistik verebilirim. Diyelim ki 1868 yılında, tam Meiji Restorasyonu’ndan bir gece önce diyelim. Japonya’nın nüfusu 30 milyon.Bu 30 milyonun %8’i cengaver. Bu önemli çünkü, çok yüksek oranda bir aristokrasi var ve onun hepsi okuma yazma biliyor. O %8, o %8’in de yarısı ilkokul ötesi lise ve üniversite diyebileceğimiz rafine bir eğitime sahip. Şimdi onun dışında halktan zengin köylüler tüccarlar onlar da okuma yazma biliyorlar. Erkek nüfusunun %40’ı ki bunun içinde %8’i samuray oluyor kalanı halktır, %32 okuma yazma biliyor.
İLBER ORTAYLI: Rakamlara bakıldığında bu toplumda olamaz bu, Rusya’da da yok. Bu Büyük Petro’nun Rusyası’nda bile %90,95’i okuma yazma bilmiyordur. Türk okuma yazma ilkokul reformu düşük de olsa 19’da başladı biliyorsun?
SELÇUK ESENBEL: Carter Findley’i biliyorum. Doğru mu değil mi, %15 vardı 1910’larda.
İLBER ORTAYLI:Onun sayacağını zannetmiyorum ama şuradan dolayı o okullaşma oranı yüksektir. Yani bilhassa 19.yüzyılda çocukların, kız çocuklarının da okutulması, öğretmen okullarının teşviki, bütün bunlar bu iki toplumda baktığında bu iki komşu Rusya ve Osmanlı’da, biri 18’de Büyük Petro, biri de 19’da ama Japonya’nın daha evvel bu işi çok daha ciddi yaptığı anlaşılıyor.
SELÇUK ESENBEL: Onun için de hızlı hareket ediyor.
İLBER ORTAYLI:Efsane bir, 1850 kapıları açılınca değil bir alt yapı var dünyadan evvel.Şimdi önemli bir sorumuz daha var. Tercümede bunlar neyi çevirdiler, ne kadar tanıdılar dünyayı bu önemli. 19.asırda dünyayı mekan ve zaman olarak tanıyor muydu Japon toplumu bu mühim..
SELÇUK ESENBEL:Toplum dersen hayır...
İLBER ORTAYLI: Eski Yunan klasiklerini, İslam klasiklerini çevrilmiş mi birileri okumuş mu?
SELÇUK ESENBEL : Shogunlar devrindeki çeviri faaliyeti demin de bahsettiğimiz gibi Isaac Newton gibi çok önemli bir bilimsel devrimin metni olan “Matematica Principia” çeviriyor Japonca’ya gerçi,Latince’den değil Hollandalıların çevirisinin çevirisidir. Anatomi kitaplarını çeviriyorlar. Felsefeye dediğim gibi 18’in sonunda giriyorlar.19.yüzyılda bu birikim tuhaf birşekilde 19. yüzyıla yarıyor. 1868’de kapıları açınca zaten orada 450 aile var çeviri yapabilen...
İLBER ORTAYLI: Matbaa ne zaman?
SELÇUK ESENBEL:Matbaa tabi Çin’den alındığı için çok eskidir.Uzakdoğuda matbaa problemi yoktur bizdeki gibi.
İLBER ORTAYLI: Kalıp olarak baskıya gidiyor.Şimdi sorun şu, bu tercüme edebiyatı demek ki bir aydınlanma getirmiş yani o konuda zaman bakımından bir gerileme yok.
SELÇUK ESENBEL: Daha doğrusu şöyle birşey oluyor. O tercümenin ben şöyle bir faydasını da görüyorum kendi yapıldığı anda bir etkisi yok ama üst düzey samuraylar tabi okur yazar olduğu için aralarındaki entellektüeller daha ülke açılmadan okuyorlar bu kitapları zevk için, keyif için okuyor.
İLBER ORTAYLI: Evet. İnsanlar arasında yönetici zümrenin ki samuray eğitim de veriyor insanlara.
SELÇUK ESENBEL:Onun için o üst düzey samuraylar ülke zorunlu olarak açılınca 1853’te sonra bir iç savaş çıkıyor ve Tokugava shogunlarına muhalefet eden genç samuraylar onları devirip de 1868’de Meiji rejimini kuruyorlar, imparatoru getirip kendilerini aslında meşru kılmak için....
/////
İLBER ORTAYLI:Şimdi çok önemli bir mesele var. Osmanlı toplumu 19. yüzyılda milliyetler çatışmasının ortasına çıktı ve burda bir çözüm düşündü. Mehmet Emin Ali Paşa, Girit’te bulunduğu sırada ki çok dahi bir adamdır biliyorsunuz. Kanuni Medeni dedi. Bütün tebanın bir daha tefrik cins ve mezhep din farkını ortadan kaldırarak işlemleri götürecek şey. Model de fransız kanunu medenisi olsun dedi. Çok aşırı birşey bizim bölgemiz ve milletimiz için. Cevdet Paşa hemen engelledi ve oturdu mecelle faaliyetine girişti. Ortaya çıkan “mecelle” İslam Hukuku’nun son dönemi için müthiş bir eklektisizm ve abide. O doğru fakat bu kanuni medeni değil. Niye değil, çünkü, şahsın hukuku ve aile yok içinde, yani bilmediğinden değil temas edemedi oraya o iş yarım kaldı.
Şimdi Japonya Alman kanuni medenisini alıyor bana göre orada ilginç birşey var. Mesela demin de değindiğim gibi bir İsviçre kanunu medenisine göre Alman kanunu medenisinde dil bakımından büyük bir ağırlık var, uslüp var tefsir yorumları daha çok bilgi istiyor.İşin gerisinde onu yapan adamların bir hukuki bilgi ve eğitim sürecinden geçmeleri lazım şu veya bu şekilde. Bu çok önemli ve çok açık birşey. Hem Rusya’da, hem bizde hukuk toplumun ifadesi yani o gelenek çok önemli. Daha evvel değindin yazılarında, galiba japonlar hukuku geleneklerinin hayatlarının inaçlarının bir parçası olarak görmüyorlar.
SELÇUK ESENBEL: Hayır. 1872 yılında bir imparatorun emri vardır bütün eski hukuku lağveder eder herşeyi ama yani şöyle 645’teki imparatorluk kanunları, 1185’teki samuray kanunları. 1600 yıldan sonraki bütün tokugava shogunlarının icraatları bir kalemde lağvedilir ve amaçta orada şey çok önemli yani karar.Karar Japonya’yı biran evvel avrupa hukuki temeline oturtmak...
İLBER ORTAYLI:Çok radikaller o konuda hiç düşünmüyor.
SELÇUK ESENBEL: Onun için hukuku kültür ve dinden ayırıyorlar.
İLBER ORTAYLI: Ama demek hukuk yapıları müsait böyle lağvetmeye.
SELÇUK ESENBEL: Eskisini lağvediyorlar ve 1870’lerde önce Fransız medeni kanununu çevirtiyorlar beğenmiyorlar. Çok radikal buluyorlar yani aile hayatı vs..Biz bir imparatorluğuz, işte burada yani daha bir sosyal hayatımızda bir muhafazarkalık söz konusu olmalıdır deyip ama kendi kültürlerini kullanmıyorlar, orada almanlara dönüyorlar.Bismarck Almanya’sını daha uygun görüyorlar kendileri için.Alman hukuk profesörleri davet ediliyor Tokyo Üniversitesi’nde hukuk fakültesi kuruluyor ve yetiştirilen japon asistanlarla beraber işte 1889’da başbakanın kendisi bu hukukçularla çalışır ve anayasayı hazırlarlar.Tamamen Alman hukuk anlayışına göre yapılmış bir anayasadır.
İLBER ORTAYLI: Pekala romanist hukuk sisteminini ifade eden bir sistem.
SELÇUK ESENBEL:1894’de de medeni kanunuda alman medeni kanununun bir uyarlaması olarak gene bu alman hukukçularla beraber hazırlıyorlar. onun için japon medeni kanunu avrupa kanunudur.Almandır.Hala da aslında o. 1946’da kadın erkek eşitliği mesela tam olarak getirildi vs..değiştirildi ama uslüp ve felsefesi almandır.Daha eşitlikçi bir yorumla hazırlanmış ama aynı medeni kanundur yani 1894’ün aynısı...
İLBER ORTAYLI: 30 sene fark var islam dünyasının medeni hukuk reformu yapmaları...
SELÇUK ESENBEL: Orada japonların ben Türkiye’de yanlış anlaşıldığını düşünüyorum.Japonlar işte kültürlerine bağlı geleneklerine bağlı vs. doğrudur ama 19. yüzyılda onların modern yaşamın içinde tanımladıkları japon geleneği ve kültürü hukuk dışı yeni bir yorumdur.
İLBER ORTAYLI:Hukuku geleneğin dışında tutuyor bu önemli...
SELÇUK ESENBEL:Hatta dinin de dışında tutuyor dolayısıyla yani dini de dışında tutuyor.
İLBER ORTAYLI:Mesela bizde kanunu medenide pekala islam hukukundan unsurlar vardır değil mi karı koca mal rejimi vs..falan Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’na göre hukuk reformlarında daimi bir kopukluk bir rahatlık var ama bizde bu niye var, çünkü eski dünyaya bulaşığız yani sisteme daha evvel girmeye başlamışız.Bir kökleri var bu tabi idari bakımdan büyük sorun yaratmıyor herhalde japonya’nın kendi otokrasisi gidiyor.
SELÇUK ESENBEL: Bunu yapmalarında yalnız bizdekinden farklı bir amaç görüyorum yani Osmanlı’dan nacizane görüşüm. Çok bilinçli bir şekilde avrupalılar kapütalasyonları biz hukukumuzu %100 avrupalaştırmazsak lağvetmezler anlayışı var japonlarda ki doğrudur.
İLBER ORTAYLI: O bizde de var
SELÇUK ESENBEL: Bizde de var.Onun için onlar çok hızlı davranıyorlar ve bir ingiliz yazar vardır Japonya’daki bu gelişmeleri takip eden ,Chamberlain mesela ben hatırat defterini okudum. 1898 - 1899’a gelindiğinde adam hüsniyetle inanıyorki japonlar avrupalılaştı diyor ama onun dediği avrupalı kılığı kıyafeti değil, hukuki olarak diyor ki tamamen avrupalılaştılar diyor
İLBER ORTAYLI:Yani mallar Nagazaki’ye ulaştığında nasıl bir tedbir koyuyorlar diye tıpkı İsviçre’deki , Londra’daki gibi, tamam o zaman mesele.
SELÇUK ESENBEL: Hukuki açıdan onun için ingiliz. O zamanki Londra’daki hükümete de bir önerisi var.Kapitalasyonları lağvedelim asyada bizim müteffikimiz olsun Japonya, Rusya’ya karşı ve bunu yapabiliriz yani onlar artık bir avrupa devletidir hukuki olarak yani bir asyalıyla ittifak değil iki avrupalı devletin ittifakı olacaktır diyor ki, 1902’de meşhur “İngiliz-Japon İttifakı” imzalanıyor.
İLBER ORTAYLI:Peki yetiyor mu bu? Romanist hukuk yani hukuk reformuna ki bazı avrupa üyelerinden daha erkenciyiz o konuda Yunanistan’dan falan daha zaman yetmiyor ama hayatı kolaylaştırıyor.
SELÇUK ESENBEL: Toplumun ayak uydurması çok zaman alıyor.
İLBER ORTAYLI: Bir de üretim lazım arkasında.
SELÇUK ESENBEL: Hukuk reformunu yapıyorsun bunun anlamı, senin siyasilerinin ve toplumunun 24 saat içinde bunu anlayıp da o doğrultuda haraket etmeye başlaması demek değil. Eski alışkanlıklar hiçbir zaman ortadan hemen kalkmıyor.onun için japonlarda mesela demokrasi çok sancılıdır, insan hakları korkunç sancılıdır. O medeni kanundaki yazılmış olan haklarının icraatı bile 1950’lere kadar sorunluydu. Yani 1930’larda zannetmeyelim ki hukukta son derece modern avrupai bir anlayış var gündelik hayatta da bu icraa ediliyordu yani toplumlar icraatte ancak tecrübeyle ve tarihle kendilerini o kalıba sokabiliyorlar. O bir zaman alıyor ama kalıbın kendisi 1898’e gelindiğinde tamamdı,bir eklektik yapı değildi.
İLBER ORTAYLI: Gelenekle hukuk ve diğer toplum örgütleriyle hukuk ne kadar bağdaşıyor onu değiştirmek çok zor.
Bu yapılan değişiklikte türkiye bizim toplum biraz sonra ama çok daha fazla zorlu bir savaş vermiş çok daha fazla daha çok düşünmek savaşmak zorunda, çok zor iş yapıyorsunuz bulunduğunuz kültürel çevreye dünyaya göre çok zor bir iş yapıyoruz galiba.
SELÇUK ESENBEL: Japonların kendi hukukunu lağvetmesi....
İLBER ORTAYLI: Evlilik işini nasıl hallediyor alman kanunu medenisi belli okuduğum kadar japonlarınki de. Cevdet Paşa gibi bir büyük adam hakikaten hukukçu biri. Aile hukukunun dışarda .... hiçkimse ile bağdaşamazsın bir yanda gayrımüslimlerimiz var,bir yanda müslüman...
SELÇUK ESENBEL: Her birinin kendi töresi var.
İLBER ORTAYLI: Bir eklektik kanun getirmeye çalıştık. Kanun kuvvetinde kararname .Biliyorsun hukuk-u aile .Harbe girdiğimiz zaman bunun yürürlüğü durduruldu.Harbeden İttihat Terakki Kabinesi, hükümet bu cesareti bulamadı çünkü biliyorsun taviz verilir. Yani muhafazakar tavizler verilir.Cesaret edemedi durduruldu sonra kaldırıldı.çok tatbikat bile zayıfladı.Çünkü o eklektik bir kanundur.Şimdi böyle bir sorun mesela aile konusunda çıkmadı Japonya’da.
SELÇUK ESENBEL:Böyle bir sorun çıkmadı fakat başka sorunlar mesela japonların feminist tarihçilerine bakarsan onlar 1894’ü eleştiriyorlar.İlginç bir çelişki var o da alman hukukundan alınıyor. biliyorsunuz kadınlar ve erkekler yüzdeyüz eşit değil.
İLBER ORTAYLI: Victoria İngiltere’sini biliyorsun.Hem işçi kadının hem aristokrat kadının zor hayatı İngiltere’de
SELÇUK ESENBEL: Mesela orada bir çelişki var. 1894’te bir kadın 18 yaşından sonra hem reşit, büyük bir devrim tabi Japonya için geleneksel samuray toplumu düşün , hem de aynı zamanda seçme ve seçilme hakkı dışında, o dönem yok ama avrupa’da da yok zaten yani bir vergi ödeyen reşit bir kişi ta ki evlenene kadar , evlenince bu medeni kanuna göre alman yasası aile reisi koca olduğu için, kocasının hukuki denetimine giriyor.Bu 1946’da çıkarıldı değiştirildi.
İLBER ORTAYLI: Kim yaptı, Mc Arthur ...
SELÇUK ESENBEL: Amerikalılar etkilediler ama japon feministleri de yani bunu böyle bırakmadılar. Çok güçlü bir kadın hareketi vardı.Belli bunun şeyi hazırdı diyelim ki dosyası ama 1946 yılında kadınlar seçme seçilme hakkıyla gerçekten tam eşitliği kazandılar.
İLBER ORTAYLI: Medeni kanunun verdiği hukuki ehliyeti kullanmak açısından.
SELÇUK ESENBEL: Türkiye’den farkı sanırım kalıba erken girmeleri
İLBER ORTAYLI: Kalıba erken girmek...Arkada bir eğitim var hazırlık. Bir de galiba eski hukuki yapıları fazla sabit kalmalarını gerektirmiyor. Bizim kendi mirasımız öyle kolayca itemiyorsun.Onun da tesiri var.
SELÇUK ESENBEL: Hukuku dinsel eğilimden ayırdılar.
İLBER ORTAYLI: Evet anlaşılıyor galiba. Çok teşekkürler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)