24 Şubat 2009 Salı

"Kanlı pazar"ı savunmak, olabilecekle,cezayı savunmaktır! İşbirlikçilik değilse

http://elestiriler.blogspot.com/2009/02/kanl-pazar-savunmak-olabilecekle-cezay.html

Kimi neyi savunmuşlar Kanlı Pazarda?




Milliyeti mukaddesatı mı?




Sosyalizm gelecek din elden gidecek bunu engellemek için manda olalım, bununla da yetinmeyelim, sopa, balta, satır, bıçak şiş saldıralım denerek mi kutsallar savunuluyor? Yakarak, yıkarak, işbirlikçilik yaparak?




Kapitalizm eleştirilemez, biz zenginliklerimizle öbür dünyada tartılacağız denilmeye burada başlanılmıştır.




Sosyalizm gelir din elden gider diyenlerin o zamanlar önünde sultan Galiyev gibi bir örnek var, şimdilerde daha eleştirel değerlendirilse de.




Sosyalizmlerde dindarları ürküten bir şeyler yokmuydu? Elbette vardı. Sosyalistleri dahi ürküten şeyler vardı.




Fatsa'da tek tip insan önermeyen, değişik duruş, görüş, gelenek ve inancı yalnız bir arada tutabilen değil, tutmayı hedefleyen bir geleneğin bağımsızlık için yürüyüşüne karşı saldırıyı dinden mukaddesattan yola çıkarak meşrulaştırabiliyor bir yazarımız.




Soğuk Savaşın derin kurumlarında yer alabilirsiniz. Bunu üstelik para pul almadan da yapabilirsiniz. Hattâ o dönemler bunu içinizden bir şeyler koparak yapmak durumunda kalmış olabilirsiniz. Aradan yıllar geçti,kten sonra, pişkince katliamlara, pogromlara, saldırılara sahip çıkmak, tereddüt göstermemek, yanılmazlıktan konuşmak, dini savunmayı da yanılmayan, hep haklı, eylemleri tartışılmaz insanlara mal etmek ancak siyasi bir dinin, hattâ ancak ideoloji haline getirilmiş bir dinin ifadesidir.




Bizde peygamberler dahi insandır. Yanılmazlık, ölümsüzlük, tanrısallık iddiasında değillerdir.




Burada bir başka din anlayışıyla karşı karşıyayız.




Ben, bağımsızlık diye inleyen o samimi topluluğa azrail gibi dalmayı hiç bir ahlâka sığdıramıyorum. Karşısındakinin yanlışı kanıtlansa bile, kimse insanların, düşüncelerin, toplumların gideceği, geleceği yeri önceden sabitlecek, donduracak bir haktan konuşamaz. Böyle bir hukuk yok! Onca yangın, bunun üzerinde temellendirilmekte!




Mecdeli Magdayı taşlayanlar haklı olsaydı, O'na ömrünü bağışlayan bakış haklı çıkmazdı.




Peygamberine kılıç çekeni doğrayacak bir kültür olsaydık, en yiğitlerimiz saflarımızda olmazdı. Hangi seçilmiş halife canını yakana acıyarak bakmadı? Hançere sırt dönen taraf başka bir taraf, sırta hançerle dönen başka.




Kanlı Pazarda kan dökmüş, ama acı çeken kimseye bir kinim yok. Ölenlerle hepimiz öldük, öldürenlerle bir tarafımız katil oldu. Bunu temizlemeliydik. Temize çıkarmalıydık, insan olarak geleceğimizi. Ölenin ve öldürenin çocuklarının geleceğini.




"Gelecekte insanlar fikir değiştirir, hayırsızsa hayra meyleder, hayırlıysa şerre de meyleder" düşüncesinden değil. Onların savunduklarını savunma haklarından dolayı, kendi hayırsızlık ve hainliğimizi onlara yazmamamız gerektiğinden dolayı bunu söylüyorum.




Onların dedeleri Çanakkalede bizim dedelerimizin yanındaydı. Memleket için bir gelecek önerme hakları yok? Çünkü dinleri yok? Kimin dini yok? Sosyalist dinsiz de, Mandacı, İşbirlikçi dindar mı, vicdan sahibi mi, her yerde ve her daim hep haklı mı?




Her daim her yerde haklılık şirktir. Başkalarını ilerde yapacaklarından dolayı öldürmek tanrısallık iddiasındandır. Bu derece ileri gidilmiyorsa din adına, hakikatten yola çıkılarak konuşulmalıdır. O zamanlar, şuna şuna inandık, şu konuda yanıldık, şu konuda haklıydık demek dururken neden şirkin diliyle konuşmak?



Büyüklük taslamak, en iyi, en ılımlı anlamıyla dahi ne kadar dinle ve dinden savunulabilir?




Öldürülenler kardeşlerimizdi. Hepimiz bilmiyorsak bile, bağımsızlık düşüncemize karşı insanları silahlandıranlar, kışkırtanlar ne yaptıklarının pekâla farkında idiler.




Farkında olmayanlar şimdi farkındalar! Vicdanlarında yaprak kıpırdamayanları, insanlığa yüz çevirenleri yakalarımızdan silkelemeyenlere de veyl olsun!




Hiç bir haklılık, hiç bir kutsal değer başkalarının hak ve hukuklarını çiğneyerek, iftira ve kışkırtmayla, kan ve zulümle, yalan ve propagandayla ayakta tutulamaz.




Eğer bağımsızlık istiyorsan, karşındakiler de yanlış yolda ise, daha doğrusunu öner. Onlara yol göster. Zulme uğratma. İftira etme. Geleceklerini ellerinden alma. Yarın onların çocukları bizi işgale, sömürgeciliğe karşı savunacaklar. Yalancının, işbirlikçinin yetiştirdikleri değil!




Onlar, kendilerine zulmedenlerin çocuklarına bile analık babalık ettiler. Gelecek, diğerkâmların, çok bilmemişlerin, işbirlikçilikle kutsallarımızı savunabileceğimizi düşünmeyenlerin emekleri üzerinde yükselecek. Eğer adam gibi bir geleceğimiz olsaydı.




Ömerimiz ve Hamzamız zamanlarının zalimlerini, çokbilmişlerini hak ve hakikat adına konuşturmayacak bir hakikatlilikte kendilerini buldular.




Yanılanın, farklı olanın, bizim gibi düşünmeyenin cahil zulmüne karşı celâlleneceğimize; Zalim'in zulmüne, zulmü tutarlı bir biçimde uygulayan, savunan, meşrulaştıranlara celâllenelim, mümkünse, cesaretimiz varsa. Ama esaretimiz var. Zalim'e dahi isyan zulüm işi değildir. İnsanlık, işidir.




Yanılan, yanılgısını kabul eder. Farklı olanla ortak bir hukuk bulunur insanlık üzerinden, bizim gibi düşünmeyen, bunun farkına varır, ezberden değil, kendinden konuşur, yakınlaşır bir gün, arayışta olanlar . Sabredemiyorsan, kapışırsın, ama insanlık birleştririr, birleştiricidir.




Zulme tapınanı dost bilenin, zulme farklı önermelerle itiraz edene dünyayı cehennem etmesi, sadece ve sadece zebaniliktir!




Vicdansız , ahlâksız, insafsız insan yüzünü nereye çevirise çevirsin kendisini bulur. Her yer ben, her şey ben der.




Başkasını farketmek, onun dünyasını, taleplerini, itirazlarını, geleceğinin hikmetini de okumaktır. Kainatı okuyamayan, geleceğe cellat olmasın. Eleştirsin, önersin, kendini eleştiriye, yani Hakikatle düzelmeye açsın.




Önce 6-7 Eylül. Sonra Kanlı Pazar. Sonra? Daha sonra?




Hakkaniyet zebanilere çıraklıktan geçmiyor. Bu kadar gürültü, toz duman, ona yafta, buna yafta, sonra?




Tevazu diliyorum, zalimlerin çıraklarına, yarın Hakkın Divanında söyleyebilecekleri olsun istiyorum. Afeettiklerimizden ve affedilenlerden olsunlar. Yanlışta inat edip, sırlarını örten karanlık ve merhametli geceyi, başkalarının bedenlerinin ateşiyle aydınlatmasınlar.




Zulme kimse kapalı değil! Zulme ancak, hakikatle düzelmeye açık olan, yanılabilir olan, yanlış yapabilir olan insan karşı durabilir: Zulme karşı duruş, başkasını şeytanlaştırarak değil, önce kendi zulmünün önünü kapatanların duruşudur.




Yanılan da, çok bilmiş de, hançeri tutan el de, insana güvenen, rıza sahibi, cesur insanlar da bizim.




Ebu Cehilliğimiz, bilmediğimizden değil, bildiğimizi esir edişimizden, yani bilmeyi bilemediğimizden.




Ebu Cehillik insanın bir yanıysa, İnsanlık öte yanı. Kimsenin hatadan dönmemesini bekleyenlerden olmayalım. Yanılalım, yanıltılalım, önyargılarımızda.




Kınalı kekliği ürkütmeyelim, gül yaprağını yüksek sesle dahi dağıtmayalım, ama, solucanı, yılanı da çiğnemeyelim. Herkesin bir dostu, düşmanı var. Karganın yavrusu karga. Herkes için geçerli objektif nefret ve paspas etme objeleri aramayalım. Nefretimiz, yalanınımız, dolanımız, talanımız ayak altında dolaşır durur da mesele etmeyiz nedense.




Onlar, ipek donlarla, başkalarına çamur atan büyük arabalarla dolaşmadılar. Bıraksak belki dolaşacaklardı, belki dolaşmayacaklardı. Bilemeyeceğiz. Ahkâm kesmede bir hikmet yok. Bağımsızlık için kendi taburelerine tekme atan bir kuşağı sadece kucaklıyorum ve rahmetle anıyorum.




Bağımsızlık, öncelikle düşüncede bağımsızlıktır: Zincirlerini kıran, yalanla yaşamayı terkeyleyen insanlığın özlemiyle.




Zincirden boşalmış zulmü alkışlayan, ve zulme karşı koyanın hayatını karartan bizden değildir, değildir de haksız, hukuksuz da değildir.




Zalime çıraklığı marifet bilen, affedilebilirliğe inanmayan bir kardeş gibi.




Meşru müdafaayı savunmadığınızın farkında mısınız Ey İnsanlar, İnsanlarımız?

7 Şubat 2009 Cumartesi

TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN ÖĞÜDÜ

Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 27



TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN ÖĞÜDÜ




Birisi bir hileyle kuşun birini tuzağa düşürerek ya­kaladı. Kuş dile gelerek yalvardı:

"Ey ulu kişi sen bir çok öküzler, koyunlar yedin, develer kurban ettin. Bu dünyada onlarla bile doyma­dın, benimle mi doyacaksın. Eğer beni bırakırsan ben sana üç öğüt vereceğim ki bunlara uyarsan her müşkü­lün hallolur.

Birincisini elindeyken vereyim eğer beğenirsen beni bırakırsın. O zaman ikincisini şu dama konarken, üçün­cüsünü de şu ulu ağaçta söylerim," dedi.

Adam kuşu sıkı sıkıya tutarak:

-Haydi söyle bakalım eğer beğenirsem seni bırakı­rım.

Kuşcağız ilk öğüdünü söyledi:

-Olmayacak söze kim söylerse söylesin, inanma.

Adam kuşu bıraktı kuş uçarak damın saçağına kondu. İkinci öğüdünü söyledi:

-Geçmiş gitmiş şey, kaçmış fırsat için üzülüp ah vah etme, dedi. Biraz daha geriye çekilerek orada bulunan ulu ağaca kondu:

-Benim karnımda on bir dirhem ağırlığında paha bi­çilmez bir inci vardı eğer beni elinden kaçırmasaydın o şimdi senin olacaktı, dedi.

Bunu duyan adam ağlayıp inlemeye, saçını başını yolmaya başladı. Bu saçmalık karşısında kuş seslendi:

-Ben sana geçmiş gitmiş fırsat için ah vah edip üzül­me demedim mi? Madem fırsatı kaçırdın, neden üzülüp duruyorsun. Ya öğüdümü dinlemedin yahut da sağırsın. Ayrıca sana olmayacak şeye inanma demedim mi? Devam etti:

-Benim bütün ağırlığım üç dirhem, karnımda nasıl on bir dirhem ağırlığında inci bulunabilir!. Bunun üzeri­ne adam kendine geldi:

-Tamam söylediklerini iyice anladım. Haydi şimdi de üçüncü öğüdünü söyle bakalım," dedi. Kuş:

-Allah için o iki öğüdü güzelce tuttun da benden üçüncüsünü mü istiyorsun. Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmak gibidir. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama tutmaz, diyerek uçup gitti. (Mesnevî, c. IV, beyit: 2245-2265)


AÇIKLAMA

“Üç öğüt” hikâyesi oldukça yaygındır. Demek ki kökü çok eskilere dayanmaktadır.

Hikâyedeki kuşun birinci öğüdü “olmayacak söze inanma” şeklindedir. Dilimizde “Kabul olmayacak duâya âmin denmez” şeklinde bir deyim de vardır. İlk nazarda her iki söz, her ne kadar hepimizin katıldığı ifâdelerse de, biliriz ki, insanoğlu olağan üstü şeylere meraklıdır. Bu merak ve tecessüs makul seviyede kalırsa ne âlâ. Aşırılığa kaçtığı durumda ise; ayağı yere basmayan, hayal dünyasında gezen, irrasyonellikten kurtulamayan bir tip ortaya çıkabilir.

Tabiat kanunları genellikle değişmeksizin süre gelir. İnanmış insana göre bu kanunları koyan ve yürüten Yüce Allah’tır. Bunlara, Allah’ın koyduğu kanun ve nizam demek olan “sünnetullah” da denir.

Buna göre belli sebepler hep belli sonuçları doğurur. Tabiatta belli ölçüde bir determinizm vardır. Ateş yakar, su boğar. İnancımıza göre onlara yakma ve boğma özelliğini veren de Allah’tır. Allah dilerse özel bir sebeple, onların bu vasfını durdurabilir. Gazâlî peygamberlerin gösterdiği mûcizeleri bu anlayışla izah etmektedir. Velîlerin kevnî kerâmetlerini de buna dâhil edebiliriz.

Bize düşen epeyce bir yere kadar sebep-sonuç ilişkisini kabul etmek, sünnetullaha uymaktır. Ama bu arada bunların hepsinin üstünde küllî irâdenin bulunduğunu; onun da “lâ yüs’el ammâ yef’al” (yaptığından dolayı sorgulanamaz) olduğunu hatırdan çıkarmamaktır.
*

Kuşun ikinci öğüdü “geçmişe gam yeme, fırsatı kaçırınca boş yere üzülme” idi. Tasavvuf düşüncesindeki “lâ fâile illallah”, “rızâ” ve “ibnü’l-vakt” gibi kavramlar bu konuya ışık tutar.

Evet fâil-i hakîkî, yâni gerçekte her şeyi yapan yaptıran Allah’tır. Olup bitenden şikâyet etmek, ah vah etmek O’ndan gafil olmak anlamına gelir. Bir isteğimizin gerçekleşmesi için elimizden gelen her şeyi yapmak görevimizdir. Daha ciddî bir görevimiz ise, sonuca râzı olmaktır. Bu sonuç bizim istemediğimiz yönde gelişse de şikâyet etmemek, hattâ hoşnutlukla karşılamaya çalışmak inanmış insanın özelliğidir.

Enes b. Mâlik anlatır: “On yıl Resûlüllah’a hizmet ettim, onun yanında bulundum. Hiçbir gün bana yaptığım bir şey için neden yaptın, yapmadığım bir şey için de niçin yapmadın demedi.” (Tirmizî, birri 19) Ayrıca Peygamberimizin “Olan bir şey için keşke olmasaydı, olmayan bir şey için de keşke olsaydı demediği” ifâde edilir.

Tasavvufta derin anlamlı bir “zaman” anlayışı vardır. Bu konuda “ibnül-vakt” diye ilgi çekici bir kavram doğmuştur. Dikkatli ve bilinçli insan, ibnül-vakt yâni vaktin çocuğu olmalıdır. Bunun anlamı şudur: Olgun insan vaktin çocuğudur, yâni geçmişi veya geleceği değil, sâdece içinde bulunduğu ânı düşünür ve onu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır. Geçen geçmiştir, gelecekten emin olamayız. Tek sermayemiz, şu içinde bulunduğumuz andır. Onu iyi değerlendirirsek ve her ana bu gözle bakarsak, kendiliğinden bütün zamanları dolu geçireceğiz demektir.

Bu, dinamik bir zaman anlayışıdır.”Her nefes son nefes olabilir.” Böyle düşünen kimse aktif, hareketli, gafletten ve tembellikten uzak, yapıcı ve gayretli insan olacaktır.

Geçen geçmiştir ân-ı müstakbelse mübhemdir

Hayâtından nasîbin bir şu geçmek isteyen demdir

Geçmişteki bir takım olumsuzluklar için aşırı şekilde üzülen kimse, bu üzüntü anlarını da boşa geçirmiş olur. Bu demek değildir ki geçmişten ders almayacağız, hatalarımızı tekrarlayıp duracağız. Hayır, kasıt o değildir. Denmek istenen boş yere ah vah edip üzülerek verimsizliğe yol açmaktır.

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=594

21 Ocak 2009 Çarşamba

Post Duası

Duâ-gu duası
Post Duası

Bârekâllâh ve berekât-ı Kelâmullâhrâ.
Semâ'râ, safârâ, vefârâ, vecdü hâlât-ı merdân-ı Hudârâ.
Evvel azamet-i buzurgî-i Huda ve risâlât-ı rûh-ı pâk-i Hazret-i Habîbullâhrâ.
Ve Çhâr Yâr-ı güzîn-i bâ sâfa,
Ve Hazret-i İmâm Hasan-ı Alî ve Hazreti İmâm Huseyn-i Velî eyimmeyi masumin ezvacı mutahhâra evlad-ı resul ve Şühedâ-yı deşt-i Kerbelârâ.
Ve evliyâ-yı agâh ve ârifân-ı billâh, alel husus
Hazret-i Sultânel-ûlemâ, Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık-i Tirmizî, Kutbül-ârifîn, gavsül-vâsılîn Hazret-i Hudâvendgârrâ .
Ve Hazret-i Şeyh Şemseddin-i Tebrîzî ve Çelebi Husâmeddîn ve Şeyh Salâhaddîn-i Zer-kûb-ı Konevî,
Şeyh Kerîmüddîn, Sultân ibni Sultân Hazret-i Sultân Veled Efendi ve Vâlide-i Sultânrâ.
Ve Hazret-i Ulu Arif Çelebi ve sair Çelebiyân-i Kiram, Zevi'l ihtiram meşayih-i hulefâ, dedegân, dervîşan, muhibban ve fukarâ-i mazi râ.
Ve selameti Çelebi efendi ve Dede efendi râ
Devam-ı ömr-ü devlet-i Cumhuriyeti Türkiye
ve selâmet-i reis-i devlet ve selâmet-i hükümet ve vükelây-ı millet râ.
Safâ-yı vakt-i dervîşân, hâzırân, gaaibân, dûstân, muhibbân râ,
ez şark-ı âlem tâ be gârb-ı âlem ervâh-ı güzeştegân-ı kâffe-i ehl-i imânrâ.
Ve rızâ-yı Hudârâ Fâtihatül Kitâb berhânîm azîzâ.
(içten Fatiha okunur)

"Azamet-i Hudârâ tekbîr:
Allâhu ekber Allâhu ekber, lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber,
Allâhu ekber ve lillâhil hamd.
essalâtu vesselâmu aleyke yâ Rasulallâh,
essalâtu vesselâmu aleyke yâ Habîballâh,
essalâtu vesselâmu aleyke yâ nûre Arşillâh,
essalâtu vesselâmu aleyke yâ Seyyidel evveline vel âhırin
ve şefî'-al müznibîn ve selâmûn alel mürselîn
vel hamdü lillâhi rabbil-âlemînnn".

TÜRKÇESİ
Cenab-ı Allah'ın ve mübarek sözünün bereketi için yüceler yücesi Rabb'ımızın büyüklüğü ve bağışlaması herkese olsun.
Özellikle peygamberlerin sultanı iyi insanların önderi Hz. Muhammet Mustafa (s.a.v)in pak, temiz, aziz, latif, arı ve mukaddes, şerefli ruhu için.
(Sonra) seçilmiş Dört büyük halife (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali Hazretleri) ruhları için.
Ali'nin oğlu İmam Hasan ve İmam Hüseyin, günahsız imamlar ve temiz eşleri, Allah Resülünün çocukları ve Kerbelâ Çölü'nün şehitleri için;
(Her şeyden) haberdâr olan evliyanın ve Allah velilerinin (ariflerinin) tamamı; ve özellikle Hazret-i Sultânü'l-Ulemâ ve Hazret-i Seyyid Burhânüddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî, ariflerin kutbu (lideri, önderi), Allah'a ulaşmışların şeyhi Hazret-i Mevlâna (Hüdâvendigâr) için ve Hazret-i Şeyh Şemsüddîn-i Tebrizî (Tebrizli Şems) ve Konyalı Selâhaddîn-i Zerkûb, Şeyh Kerîmüddîn, Sultân oğlu Sultân Hazret-i Sultân Veled Efendi ve Sultân'ın annesi (Mü'mine Hatun: Mevlâna'nın annesi) için ve Hazret-i Ulu Arif Çelebi ve geçmişteki diğer saygın, asil Çelebiler, şeyhler, halifeler (Mevlevi temsilcileri) dedeler, dervişler, muhibler (Mevlâna ve Mevlevîlik'e sempati duyanlar) ve fakirler (Mevlevîlik'e hizmeti geçenler) için;
Hazret-i Çelebi Efendi (dönemin Çelebisi) ve Dede Efendinin (Semâdaki dede) selâmeti için ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin devamı ve selâmeti için Müslümanların selâmeti için. Ve bu dergâhın banisi (inşâ edeni)... Dedenin göç eden ruhu için;
Dervişlerin, burada bulunan ve bulunmayanların, Mevlevîlerin ve severlerinin vakitlerinin güzel olması için;
Doğudan Batıya kadar tüm dünyadaki iman sahiplerinin ruhlarının tamamı için;
Ve Allah rızası için Kitabın (Kur'ân-ı Kerîm'in) Fatiha'sını okuyalım ey dostlar!
Allah'ın yüceliği için Tekbir... Allâhu ekber Allâhu ekber, la ilahe illalâhu vallâhu ekber, Allâhu ekber ve lillâhil hamd. Assalâtu vesselâmu aleyke yâ Rasûlallâh, asselâtü ves-selâmü aleyke yâ Habiballâh, asselâtü vesselâmu aleyke yâ nûre Arşillâh, asselâtü vesselâmu aleyke yâ Seyyidel evveline vel âhirin ve şefi'-al müznibin ve selâmün alelmürselin vel hamdü lillâhi rabil-âlemin."

11 Ocak 2009 Pazar

Şerîat ve tarîkat yobazlığı nedir?

Soru 98 : Şerîat ve tarîkat yobazlığı nedir?

Her ikisi de birbirinden beter iki onulmaz yara, iki sağlaşmaz hastalıktır. Şerîat yobazı, karıncayı çiğnemekten çekinir; Kur'ân-ı Kerîm «size selâm vererek sizinle buluşan kişiye müslüman değilsin demeyin» buyurduğu (IV, 94), kitap ehline bile dokunmadığı, onları dinlerinde serbest bıraktığı, Hz. Peygamber, Allah'ın birliğine inananın cennete gireceğini bildirdiği halde, en küçük müsamahayı bile kabul etmez, din uğruna, Allah aşkına adam boğazlamayı cihad sayar; kendi gözündeki merteği görmez, âlemin gözündeki çöpe takılır gözü. Tarîkat yobazı, her şeyi Tanrı tecellîsi görür, herkese aynı gözle bakmayı söyler; fakat kendi yoluna uymayanları «avâm, zâhid, Yezid, yabancı» sözleriyle kınar; adam yerine saymaz. Şerîat yoba¬zına göre müslüman, yalnız kendisidir, kendine uymayanlar dinsizdir. Hele başını ustura ile tıraş ettirmeyen, sakalını çenbervârî bırakmayan, başına bere giymeyen kişiyi gâvur sayar; her yeniye, her yeniliğe düşmandır; rahmetli Ney-zen Tevfiyk'ın dediği gibi,

Yobazın mantıka ermez berelenmiş kafası!

Tarîkat yobazı, esmâya kaptırır kendini, rüyalara dalar, hayal âlemlerine girer; dünyayı sanki boşlamıştır; ama aklı mangırdadır, gönlü dünyaya bağlı. Fakat kerametler satar, gaybden haber verir, dünyayı tasarruf eder aklınca. Gene rahmetli Ney-zen, bu rûhî hâletleri anlatırken demişti ki:

«Bunlar, ya garezdir, ya maraz.»

Gerçekten de öyledir. Ya çıkarına göre lâf eder, iş görür yobaz; ya da devrini anlamayacak, muhitini farketmiyecek kadar kendini sâbit fikirlere kaptırmıştır, aklını yitirmiş bir hastadır yobaz.

Her iki yobaz da toplum için tehlikelidir. Gerçek din adamı, dünyayı da, ahireti de dengede tutan, insan şerefini gözeten, bağımsızlığı toplum için temel sayan, bunu sağlamak için savaşı koyan, insanları bir gören, yardımlaşmayı, sevişmeyi buyuran, aklı ön plâna alan, iktisâdî düzeni en ileri bir görüşle amaç edinen, yaşayışı takdis eden, bir hak bilen, hürafeleri reddedip bâtıl bulan, hikmeti, inanan kişinin yitik malı bilip nereden ve kimden olursa olsun almayı emreyleyen, dinlerin sonuncusu ve en mütekâmili olan İslâm diniyle peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in buyruklarına uyar ancak. Onun dini de en gerçek dindir, inancı da, yalanlarla, dolanlarla, hayallerle örülmüş bir inancı olamaz.

Gerçek din inancına sahip olan şerîatçı, Hz. Peygamber'in nehyettiği muskayı yazamaz (Câmi', II, s. 152), üfürükle hasta tedavisine kalkamaz (aynı, I, s. 67); «Bize karşı silâh taşıyan bizden değildir» diyen (II, s. 153) Peygamber'in emrine karşı gelemez; «Müslümanları ayıran benden değildir» (II, 161) buyruğunu çiğneyemez.

Gerçek din inancına sahip olan tasavvufçu, gaybın, ancak Allah tarafından bilindiğini açıkça anlatan Kur'ân-ı Kerîm'in (VII, 188, XXXI, 34) hükmüne karşı çıkıp gelecek zamanda olacak şeyleri bilmek dâvasına girişemez; cefrle uğraşamaz, geleceğin, Tanrı ışığıyla bakıp gören inanan kişinin anlayışından başka bir şeyle bilinip anlaşılmayacağına inanır (Câmi', I, s. 7); hele «inananlar, bir yapı, bir duvar gibidir; birbirlerini kuvvetlendirirler» ve «Müslüman, müslümanların, elinden, dilinden emin oldukları kişidir» meâllerindeki hadislere karşı (II, s. 172) birisini öldürmek için kahriye okuyamaz, «Yâ Kahhâr» diye zikre koyulup onun ölümünü isteyemez; sevdiği kişinin vuslâtına erişmek için celbiyye okumaya dili varamaz.

Gerçek şerîatçı, olgun insandır; gerçek irfan sâhibi, âlemlere rahmettir. Gerçekler, varlıklarını insanlığa veren, ferdiyetlerinden geçen kişilerdir.


ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI - 100 SORUDA TASAVVUF

27 Aralık 2008 Cumartesi

Neyin muhafazakârlığı

Yazarlar / Nihal Kemaloğlu

Neyin muhafazakârlığı
nihalkemaloglu@gmail.com



Yüzde 99’u Müslüman olan toplumumuz süratle İslamı dünyevileştiriyor. Maneviyata yapılan atıflar maddiyata tahvil ediliyor.

Dünyada dini değerlerin yükseldiği iddiasını çok sahici kılıyor.

Din mana âleminden çıkartılıp siyasetin, medyanın, popüler kültürün ekonomik değerine dönüştürülüyor.

İslam kutsal ve yetkin bir metin olarak tarihselliğinde hiç olmadığı kadar muhteva kaybına uğruyor.

Laik-Antilaik diye birbirlerini yiyen kesimler dünyevileştirme işleminde el ele, kol kola dayanışma içinde.

Sabah programının gece elbiseli sunucusu, konuğunu davet ediyor

Müzik ve alkışlarla hocamız koşarak geliyor.

Tarkan değil, dolayısıyla öpücük vermiyor.

Gelen ilahiyat profesörü yani eski dilde ulema.

Sunucu sanki Müslüman Rönesansı’nı halka ulaştırıyor havalarında.

Akla ziyan sorulara hocamız afralı tafralı cevaplar döşeniyor.

Seyirci bazı cevapları şiddetle alkışlıyor.

Birazdan Aczimendi rüzgârlı giysi tasarımıyla “yeşil popçumuz” geliyor

Güzelim bir ilahiyi elektronik tınılarla katletmiş biçimde playback söylüyor...

“La ilahe illallah” nakaratlarında konuklar vecd haline giriyorlarmış gibi yapıp ağlıyor.

Biraz ötede bir semazen ekibinin müsameresi uzak çekim veriliyor.

Kendinizi gerçekten kaybediyorsunuz.

Ciğerleriniz sökülüyor gibi geliyor.

Bunu yoksa yabancı istihbarat güçleri mi yaptırtıyor diye kuşkulanıyorsunuz.

Başka bir kanalda kamera, kara gözlü küçük kızın yüzüne zoom yapıyor.

Yoksulluk bizi utandıran tüm ayrıntılarıyla ifşa ediliyor.

Yanmayan soba, kırık pencere, kesik elektrik, boş teldolap, çıplak minik ayaklar.

İşsiz hasta baba ve yüzünü saklayan anne, gözlerinizi gerçekten acıtıyor.

Sonra ne mi oluyor?

Sunucular soluğu kasabadaki mefruşatçılarda ve beyaz eşya satan mağazalarda alıyor.

Nal gibi mağaza adları mükerrer söyleniyor, gösteriliyor.

Kamyona yüklenen çarşaf, yastık, ocak işletmelerin reklam maliyeti olarak fakirhanelere götürülüyor.

Onlar seviniyorlar ve “Allah sizden razı olsun” diyorlar.

Yine işsizler yine güvencesizler. Gelecekten yine yoksunlar.

Evlerinde yeni yorganlar var, üzerlerinden dönen tezgâhı duymuyorlar.

Kimin kime yardım ettiğinin promosyon haline gelmesi ne kadar caiz?

Sağ elin verdiğini sol el değil, bütün eller biliyor.

Yeni bir maneviyat üretiliyor. Alınır satılır, takıp takıştırır bir maneviyat

Ebced hesapları, Kuran’ın şifresi, çağdaş cinci hocalar.

İslami medyumlar, dokunmatik tespihler, steril zemzemler, umreye giden celebrityler!

Eski manken enkazları, sürmeli gözlerle hidayet macerasını kanallara satarak para ve ün kazanıyorlar.

TV’de ölü nasıl yıkanır, nasıl kefenlenir konulu şovlar ölü taklidi yapan canlı insan üzerinde tatbik ediliyor.

O günün en yüksek ratingini alıyor, Yaprak Dökümü’nü solluyor.

Ölüm bile tüketiliyor.

Kâbe manzaralı hac odaları, internet üzerinden merhumlara para karşılığı okutulan dualar.

“Başörtüsü aslında nasıl takılmalıdır”a takık fanatikler!

İç derinliğini kaybetmiş biçimlere dönüşmüş bir âlemde sekülerleşiyoruz.

Küresel kapitalist tüketimin pençesine düşmüş piyasa toplumu, Müslümanlaşıyor.

Müslümanlaşırken tüketimin bütün kalıpları hayatı boşaltıyor, esasında dünyevileşiyoruz.

Muhafazakârlık artmış tartışmalarının merkezindeki gündeme insanın şöyle seslenesi geliyor;

Neyin muhafazakârlığı yahu, neyi kaybettiğimiz umrumuzda değilken!

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=139338,10,212

25 Aralık 2008 Perşembe

Hulul

Kul varlığından mutlak olarak yok olmadıkça onun katında birlik gerçekleşemez. Birlik hulul değilidir, senin yok olmandır; yoksa saçma sözlerle, olmayacak işlerle hak batıl olmaz

Rubailer -A.Gölpınarlı-1969 D. Kafiyesi, 138. Rubai, s. 83

Mesnevi Şerhi s.105

24 Aralık 2008 Çarşamba

Seyid Hüseyin Nasr İle Mevlana Üzerine Söyleşi

Seyid Hüseyin Nasr İle Mevlana Üzerine Söyleşi

Eğer Allah bizi sevmeseydi biz onu sevemezdik. Sufi bu aşkı fark edendir.

http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=63

19 Aralık 2008


Rumi ve diğer sufi şairlerinin şiiri büyük oranda özel bir iştiyaktan gelmektedir. Ruhlarında bir kayıp tarafından tutuşturulan bir ateş ve özlem var gibi görünüyor. Rumi için bu kayıp, onun ruh arkadaşı ve rehberi Şems-i Tebrizi´nin kaybıdır. Neden bu uç duyguları görüyoruz: biri acı ve özlem diğeri aşk, her ikisi de İlahi Yol´a ulaşmada ve onu anlamada eşit oranda gerekli midirler? Neden acı ve özlem bir arada?

Nasr: Bu çok açıktır ve size bir insan örneği vermeme izin verin. Eğer senin gibi genç bir insansanız ve işinizle uğraşıyorsanız bunu düşünürsünüz. Farzedin bir kıza âşık oldunuz, aniden aşk unsuru hayatınıza girdi ve sizi rahatsız ediyor. Âşık olmanızdan önceki günlerde sabah uyanıyordunuz, duanızı okuyordunuz, yıkanıyordunuz, işinize gidiyordunuz ve bu şeylerle ilgili düşünmüyordunuz.

Sonra aniden âşık oldunuz. Bir kere âşık olduğunuzda bu durum bütün hayatınızı değiştiriyor. Başka şeyleri düşünmek yerine bütün zamanınızda bu kızı düşünüyorsunuz. Aşkın nesnesi olan bu özel insan olduğundan ondan ayrı olmak özlem ve acı üretiyor. Aşk kaybedişle karışmış acıdır, batıda bile Wagner´in operasını yaptığı, aşklarının sevenleri ölüme götürdüğü, Tristan ve İsolde gibi büyük âşıkların hikâyeleri vardır. Wagner bir mistik veya sufi olmadığı için bütünüyle dışsal bir seviyeye tekabül eden fakat bu derinliğe sahip bir ortaçağ hikâyesi olan Almanca Wagner´in Aşk-Ölüm Aryası batı müziğinde en ünlü parçalardan birisidir. Temel düşünce; aşkın kendisinin, maşuktan uzak olmaktan kaynaklanan acıdan ayrı olamayacağıdır. Arapça, Farsça ve diğer İslam topluluklarının dillerindeki Leyla ve Mecnun´un hikâyesi her zaman onları ölüme götürüyor. Romeo ve Juliet gibidir: şiddetli aşk. Bu bir insanın çok daha derin Tanrı´ya duyduğu aşkın ifadesinin yoludur.

Ve tabi ki Kuran açık bir şekilde bunula ilgili konuşuyor: "Allah onları sever, onlarda Allah´ı sever." Eğer Allah bizi sevmeseydi biz onu sevemezdik. Sufi bu aşkı fark edendir. Bu durum senin gibi genç bir adamın aşk sonrası gününe benzemektedir. İlk gün âşık değildi ve işiyle meşkuldü ve ikinci gün aniden aşk geldi. Bu hayatta Allah ile var olan aşkı fark eden insanlar var. Güzel bir kadına âşık olmak gibi veya bir kadının bir adama âşık olması gibi. Bir kere bu fark ediş gerçekleştiğinde bu aşk kendisiyle birlikte özlemi getiriyor. Özlem aşktan ayrılamaz, maşuk hemen yanlarında olmazsa, sevgilinin kucağına hemen düşmezlerse acı çekiyorlar. Bu, aşk ve acı arasındaki ilişkidir.

Bâtınilik eleştirmenlerinin yaptığı bir eleştiri var: Eğer şakirt, terbiyecisi olan mürşidinin elinde "ceset" gibi gözü kapalı köle gibi olmak zorundaysa İslam ve tasavvuf yolu onların bireyselliklerini ellerinden almıyor mu? Bu ne tür bir bireyselleşmeye giden yoldur?

Nasr: Keşke birileri bireysellikten o kadar kolay kurtulabilseydi; herhangi biri kendi bireyselliğinden hiçbir zaman bütünüyle kurtulamaz. Bir insan, çok farklı bir sorun olan bencilliğinden kurtulur. Odanızda, duvarınızda iki tabloya sahip olabilirsiniz; biri bir Fars minyatürü ve diğeri de Rembrandt tarafından yapılmış bir Alman tablosu olabilir. Çok farklı karakterler fakat kendi karakterlerine sahipler ama cansızlar, kendi arzularına sahip değillerdir. Biri manevi bir öğretmenin elinde ölü bir ceset gibi olma ile ilgili konuştuğunda bunun anlamı, arzuyu hapsetmeye muktedir olmak özellikle de yine Kurani bir terim olan ve bizi kötüye yönelttiğinden tutsak almaya mecbur olduğumuz ruhumuzun bir parçası olan nefsi emareyi hapsetmeye muktedir olmaktır. Bu deyişin anlamı budur. Bir makinenin bir dişine dönüşme anlamında değildir.

Aslında, makine bizim sahip olduğumuz şuura, özgür iradeye sahip değildir ve her anlamda değil fakat ruhi anlamda özgür iradesini manevi bir öğretmene teslim etme bir anlamda birinin iradesini Tanrı´ya teslim etmesinin en düşük seviyesidir. Pek çok insan İslam´ı otomatik olduğu, bireyselliğe sahip olmadığı sadece iradeyi Tanrı´ya teslim ettiği için eleştiriyor fakat biz Müslümanlar, günün her anında iradeyi Tanrı´ya teslim etme gerçeğinin bir özgür irade eylemi olduğunu çok iyi biliriz.

Müslümanlar şu an dünyaya bakıyorlar özellikle de İslam "ümmeti"ne ve istikrarsızlık, acı, otoriter rejimler, baskı v.b şeyler görüyorlar. Dolayısıyla pek çok Müslüman, bütün bu riyazetin, zikrin, nesf tezkiyesinin ve Sufi tecrübenin bu sorunların çözümüne ne katkı sağlayacağını soruyorlar. Bütün bu sufi tecrübeler Filistin, Çeçenya veya Irak´taki Müslümanların acılarına nasıl yardım edecek? İnsanlar, Müslümanların bir köpüğün içinde yaşayıp başını kuma gömenlere benzediğini söylüyorlar ve insanlara yardım etmek için insanın daha pratik olması gerekir. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Nasr: Bütünüyle saçmalık. Bu sorunun pek çok cevabı vardır. Temel cevabı; İslam dünyası sadece dışsal baskıdan dolayı acı çekmiyor aynı zamanda haysiyetini, mirasını, kendi İslam tecrübesini kaybetmesi, ahlakının zayıflaması gibi sadece dışsal olmayan yani İslam dünyasının içinde yaşanan şeylerden dolayı acı çekmektedir. Sufizm, her zaman İslami ahlakı arındırma işlevine sahip oldu, riyazet ve tezkiye parlayan bir lamba gibidir. Bir lamba neye yarar? Lamba, koşan fakat yerinden kımıldamayan bir at gibidir. Fakat lamba olmasının kendisine kazandırdığı fazilet dolayısıyla etrafındaki alanı aydınlatıyor. Bu yüzden birinin ruhunu arındırma işlevi, faziletli bir şekilde yaşamasını sağlama, onun etrafındaki toplumun ahlakı üzerinde büyük etkiler meydana getirmektedir.

İslam dünyası sadece Amerika´nın Filistin ve Irak´ı işgal etmesinden dolayı acı çekmemektedir. Aynı zamanda Afganların kendileri tarafından Afganistan´da yapılan inanılmaz yolsuzluklardan ve aynı zamanda Irak´takiler de benzerlerinden acı çekmektedir? sadece doğrudan işgal altında olan iki ülkeyi örnek veriyorum; tabi bu duruma sürükleyen korkunç olayları ve buralardaki yabancı işgaliyle nelerin yaşandığını bütünüyle yok saymıyorum. Fakat diyorum ki; işgal tek sorun değildir ve sufiler her zaman İslam ve toplum ahlakını arındırmaya çalışanlardır. Ve onlar hiçbir zaman dışsal faaliyetten ellerini çekmiyorlar. Örneğin sufilerin güçlü oldukları pazar her zaman İslam dünyasında ekonomide baskındı. İslam´ın ekonomik hayatı pazardan, onu başka bir açıdan ele alan modernleşmiş Müslümanların olduğu şehirlerin yeni kesimlerine taşındığında ve İslam ekonomisinin fazlasıyla İslam ve Müslüman toplumların pek çok derin tecrübelerine karşıt bir hale dönüştüğünde sufiler çok daha fazla makuliyet verebilirler.

İslam topluluklarında İslam adına bir toplum olarak, bir medeniyet olarak kendini yeniden tazelemek için kendisine gelen bu içsel manevi hayatiyet olmadan bir çıkış yolu bulunamaz. Ve aynı zamanda askeri olarak da 18. ve 19. yy.lın kolonyal güçlere karşı büyük direniş hareketlerinin nerdeyse bütünü sufilerden oluşmaktaydı: Kafkasya´da Şeyh Şamil, Cezayir´de Emir Abdülkadir, bugün Pakistan olan Hindistan´ın modern eyaletinde Barelvi ailesi ve listeyi uzatabilirsiniz. Bu gün trajik olan, çözümlerinde sadece dışsal faaliyetlerle bulunması gerektiğini düşünen bir grup olmasıdır. Aynı şeyi kendi içlerinde yapmıyorlar. Bu derin bir şekilde batılı bir düşüncedir, kendini geliştirmeden dünyayı geliştirmeye çalışmak modern düşüncedir. Bu, diğerlerinin başlarını kuma soktuklarını ve "biz cihad ediyoruz ve siyasiyiz" v.s. diyen Müslümanların söylediği şeydir, onlar modernizmin çok önemli bir hatasına gıpta ediyorlar.

Hz. Muhammed´in (sav) kişiliği ve adı Allah´ın sevgilisi (ashabullah) övülüyor ve peygamber davranışın bir kriter modeli olarak Müslümanlar tarafından seviliyor. Onun sünneti, Rumi gibi adamları ortaya çıkarıyor ve bencil olmayan bir hayırseverliğe öncülük ediyor fakat aynı zamanda modern dünyada cihatçılara ve radikallere ilham veriyor. Pek çok insan söz konusu ettiğim ikinci tip davranıştan dolayı Hz. Muhammed´in kişiliğini suçlamaktadır. Biraz takipçilerinde bu derece farklı meyveler ve sonuçlar üreten bu dikkat çekici derecede karmaşık kişilik hakkında konuşalım. Bir tarafta sufiler var diğer tarafta Bin Laden var.

Nasr: Her şeyden önce Bin Ladenler klasik cihad ile karıştırılmamalıdırlar, klasik cihat bütünüyle başka bir şeydir. Eğer dışsal bir cihad örneği istiyorsanız bütünüyle başka bir şey olan 19. yy.da Fransızlara karşı savaşan Emir Abdulkadir´i zikretmelisiniz. Fakat bunu bir tarafa bırakın Peygamber (s.a.v) insan halinin bütün olasılıklarını mükemmel içinde sunuyor. Şimdi, bunun bir parçası tabi ki Allah aşkıdır. Fakat Allah onu aynı zamanda yeni bir dünya düzeninin, yeni bir medeniyetin ve yeni bir toplumun kurucusu olarak görevlendirmişti. Bu yüzden o her şeyden önce tabi ki peygamber olmakla beraber, Allah´ın sevdiği ve Allah´ı sevendi, babaydı, ordu komutanıydı, hâkimdi, bir topluluğun yöneticisiydi, Medine´nin ve sonradan Arabistan´ın kralıydı ve bütün bu özellikler onda ve onun kaderinde birleşmişti. Allah´ın onu dünyaya göndermedeki amacı, hayatta insanların sahip oldukları işlevlerin bir peygamberin şahsında nasıl mükemmel olduklarını göstermekti.

Peygamber onların hepsi için bir model oluşturuyor. İyi bir devlet adamı olmanın modelini sunuyor. Aynı zamanda savaşçılar için iyi bir savaşçı olmanın, asaletin, Kuran ve hadislerin düşmanlarına haysiyet ve iyilikle davranın dediği her şeyin bir modelini sunuyor. Kuran açık bir şekilde masum insanların öldürülmesine muhalefet ediyor ve peygamber her zaman bunu uygulamaya dikkat ediyor. Bir savaş yapmak zorunda kaldıklarında o her zaman bir barış yapma mümkün olduğu anda barış tarafında olmuştur çünkü bu Kuran´ın da söylediği şeydir. O, örnek bir yöneticiydi, örnek bir babaydı, örnek bir savaşçıydı ve bir aileye sahip olduğun zaman çekişmeler oluyor, problemler oluyor bu insanın düzenidir. Müslümanlar için bütün farklı alanlarda bir örnek, bir model oluşturdu. O sadece manevi hayatın örneği değildir aynı zamanda bu dünyadaki hayatımız için bir örnektir. Çünkü İslam Hıristiyanlık ve Budizm´in aksine manevi hayat ve dünyevi hayat ayrımına dayanan manastır hayatına sahip değildir. Onların bütünü bir açıdan entegre edilmiş ve birbirleriyle ilişkilendirilmişlerdir. Ve peygamber bunu hayatında uygulamıştır.

Bir mürşit ile müridi, arayan ile aranan, şeyh ve talebesi arasındaki ilişki ile ilgili konuşalım biraz. İlk olarak bir ruhani adayı neden ruhani bir şeyhe biat etmeye ihtiyaç duyar?

Nasr: İslam’da ruhbanlık yoktur ve herkes aracısız bir şekilde günlük namazlarında olduğu gibi Allah´ın karşısındadır. Bu özellik, kutsal toplantı sırasında bir papazın ayini yönetmek zorunda olduğu ve papazların bir bağ olarak işlev gördüğü Hıristiyanlıktan farklıdır. En azından bu Katolik Hıristiyanlığında Tanrı ile din görevlisi olmayan arasında aracı olma şeklindedir. İslam´da bu yoktur. Bununla birlikte bu sözünü ettiğim ruhi önderlikle aynı şey değildir. Bütün Müslümanlar Allah´ın karşısındadırlar ve kendilerinin papazlarıdırlar. Fakat ruhi rehberlik, rehberliğe ihtiyaç duymaktadır. Bu düz bir zeminde yürüme ile dağa tırmanmayı karşılaştırmak gibidir. Nasıl yürüyeceğinizi bir kere öğrendiğinizde zeminde kendiniz yürüyebilirsiniz fakat Everest Tepesi´ne tırmanmak istiyorsanız bir rehbere ihtiyaç duyarsınız.

Ruhi yürüyüş için bir rehbere ihtiyaç olduğu gerçektir. Tıp alanında eğer hastaysanız bir doktora ihtiyaç duyarsınız. Bir doktor rahatsızlıklarınızla nasıl uğraşacağını öğrenmiştir ve insanoğlu kusurludur. Zihin ve ruhun tedavi gerektiren pek çok sorunu vardır ve ciddi bir mürşid veya manevi şeyh de aynı zamanda ruh doktorudur: tıpkı bir tıp doktorunun fiziksel problemlerle ilgilendiği gibi ruhun yaralarını iyileştiren kişidir gerçek mürşid. Eğer Tanrı bedenimizi bize vermişse ve bize yardım etmesi için ona dua ediyorsak neden bir doktora ihtiyaç duyuyoruz?

Bu bir düzeyde böyledir fakat çok kötü bir mide ağrısı hissettiğimizde doktor, acil bir ihtiyaçtır ve Allah imkânlar sunar. İslam´da bizler mutlak rehberin “el-Hadi” Allah olduğuna inanırız. Fakat aynı zamanda Allah, vahiyde insanlar üzerinden manevi rehber imkânları sunmaktadır çünkü herkes Allah´a doğrudan aracısız erişebilir. Eğer hayatta ne yapmak istediğinizle ilgili karar vermek istiyorsanız, bu hayatta O´na daha yakın olmak için manevi pratik üzerinden, yoğunlaşma üzerinden, Allah´ın adını zikretme üzerinden sistematik bir şekilde çalışıyorsanız size rehberlik edecek birine ihtiyaç duyarsınız. Ve Allah İslam´da bu rehberliğin olmasına izin vermiştir.

Tam bu noktada eleştiri geliyor ve ben bu insanları damgalamak istemiyorum ama farzedin ki birileri, "tamam söyledikleriniz anlaşılıyor fakat Kuran ve sünnette buna izin veren delil nerde" diye soruyorlar. Peygamber biat işlemini ne zaman yaptı?

Nasr: İlk olarak Hz. Peygamber Hudeybiye´de Sufizmin biatının temelini atarak takipçilerinden biat aldı. Bu doğrudan Peygamberin sünnetidir. İkincisi, Kuran Hz. Musa´nın dinin dışsallığını ve Hızır´ın içsel manasını, batınını temsil ettiği Hz. Musa ve Hızır´ın kıssasını anlatıyor. Hz. Musa Hızır´la bir yolculuğa çıkıyor ve Hızır ona dışarıdan tuhaf görünen fakat içsel olarak anlamı büyük şu talebini dile getiriyor: "soru sormayı terk etmezsen seni yol arkadaşım olarak kabul etmeyeceğim." Bu tam olarak ruhi rehberliğin anlamıdır.

Son olarak, manevi rehberliğin prototipine sahipsiniz, paygambere sahipsiniz, salât ve selam onun üzerine olsun, Kuran´da onun gece Mirac´a çıkışından söz ediliyor ve ne kadar dışsal olurlarsa olsunlar, sayıları ne kadar fazla olursa olsun bunu inkar edemezler, bu gün İslam dünyasında batıni rehberliği reddeden pek çok kimse var fakat onlar Kuran´ın metnini inkar edemezler. Peygamber, İslam´ın batıni idraki olarak Allah´ın emriyle cennete götürüldü. Fakat bir rehberi vardı, Cebrail (a.s). Cebrail onun rehberiydi. Peygamberi cennete o götürdü. Bu yüzden birileri bunun temeli nedir diye sorabilir, bununla ilgili çok fazla kaynak var. Bu bütünüyle vahyi, yazınsal temelden yoksun değildir; İslam hukukunda bunu çok fazla temeli var.

Pek çok kimse sizin tarif ettiğiniz şeyi, dinin ve maneviyatın fazlasıyla evrensel bir bağlamı olduğunu söyleyebilir. Fakat Sufizm ve İslam´da Hakikat neden Şeriat´ta içkindir? Allah´a giden bu kadar çok yol varsa tarikatlar neden İslam´i olmak zorundadır?

Nasr: Bu çok güzel bir soru. Tıpkı bizim bir bedenimiz ve ruhumuz olduğu gibi ve ruhumuz bedenimiz olmadan caddeden yürüyemeyeceği gibi, eğer böyle olsa ölü olurduk. Dinde böyledir; bir bedene, bir şekle ve bir yapıya sahip olmak zorundadır. Bu olmadan ruh, tarikat eğitimini takibe devam edemez. Şeriatsız tarikat, kabuksuz şam fıstığı gibidir. Şeriat diğer pek çok fonksiyona sahiptir fakat aynı zamanda tarikatı, manevi yolu koruyor. Dünyada manevi bir gelişim olanağını bağlamının dışında tutan hiçbir din yoktur. Bu sadece modern bir icattır. Örneğin Hıristiyan mistikler aynı zaman Hıristiyanlardı. Onlar aynı zamanda kiliseye giderlerdi ve Hıristiyan kurallarını takip ederlerdi. Hindu mistikler Hinduizmi yaşıyorlardı, inekleri kesmiyorlar ve inek eti yemiyorlardı. Hindu kurallarını takip ediyorlardı ve örnekleri çoğaltabiliriz, sufizm bir istisna değildir.

Sadece bir din nefretinin olduğu modern dünyada ve modern toplumun bazı kesimlerinde bir dinin manevi öğretilerinin o dinin dışında yaşanabileceği düşüncesi var; bu düşünceler ileri sürülüyor. Bu kolay gibi görünüyor. "Domuz eti yemekle, şarap içmekle ilgili canımı sıkmak zorunda değilim. Yapacağım şey Rumi´nin güzel şiirini okumak, şarap, kadın ve müzik ile ilgili konuşmaktır. Veya buna benzer bir şeyler yapmaktır" diyebilirsiniz. Bu bir davranış türüdür. Bu, İslam´ın bomba atmak olduğunu söyleyen diğer tavrın tam karşıtıdır; içsel ve dışsal arınmayla ilgili hiçbir şeye sahip değildir.

Bazıları hakikatın Hallac´ı mahvettiğini söylüyor. Hakikat, onu şeriatın sınırları dışına çıkardığı ve kendini "Hak" olarak ilan ettiği noktaya getirdi. Dindar bir Müslüman için bukadar tehlikeli olan bir şeyle neden uğraşılsın? Neden bu batıni ilimle uğraşalım?

Nasr: Sadece bir olayı ele alıyorsunuz. Bu şunu demeye benzemektedir; her gün yollarda sarhoş insanlar olduğunda neden araba gezintisi yapalım. İslam tarihinde Hallac´ın kaderini yaşamamış ve felsefeden, sanata, bilime toplumsal yapıya, ekonomiye İslam kültürü ile medeniyetinin her yönü üzerinde derin etkiye sahip olmuş milyonlarca sufi var. Bu anlaşılmalıdır.

Hallac özel bir yazgıya sahiptir. Dünyeviliğin, lüksün İslam dünyasında fazlasıyla bulunduğu bir zamanda geldi. Onun işlevi bu duruma bir tür anti tez olmaktı ve bunu hayatıyla ödedi ve bunu büyük bir mutlulukla yaptı. Cellâdına doğru yürürken gülümsüyordu. Bu yapıldı çünkü dönemin Müslümanlarının bilincini sarsıyordu. Fakat sufilerin çok büyük bir çoğunluğu Hallac´ın yazgısıyla yüzleşmedi. Onlar "Hak"ka ulaşma ile ilgili konuşuyorlardı ve bunu söylemek onlar için tehlike oluşturmuyordu. Senegal´e bakın, Senegal´deki Müslümanların yüzde 90´ı Ticani veya Kadiri sufidir. Onlar arasında Hallac hakkında şiirler yazan büyük önderler vardı ve öldürülmediler. Aslında Sufizmin bütün Senegal´e İslam´ı iki yüzyılda getirdiğini görüyoruz. Aynı durumu Malezya ve Endonezya´da da görebilirsiniz. Türkler nasıl Müslüman oldu? Sufiler üzerinden Müslümanlaştılar. Araplar asla Türkleri fethetmedi. İslam´ın ilk dönemlerinde Hallac gibi gerçek hakkında, gerçeğe ulaşma hakkında ve gerçekle bir olma hakkında konuşan insanlar vardı ve onlar öldürülmedikleri gibi kendi kültürlerinin büyük kahramanları idiler, Türkiye´de bir sufi şeyhinin adı verilen bir üniversite var.

Sufizm Güney Asya da Çişti ve Kadiri tarikatlarını kullanarak kılıçsız İslam´ın yayılmasına nasıl yardım etti? Çünkü bütün duyduğumuz İslam´ın kılıçla yayıldığı ve sadece kılıç?

Nasr: Bu saçmadır. Bu bütünüyle yanlış olan ve Orta Çağlardan beri yapılan batılı propagandadır. Her şeyden önce İslam´ın yükselişinden 300 yıl sonra İran´da Zerdüştiler vardı. İslam orduları asla insanları İslam´ı kabul etmeye zorlamadılar. Allah´ın putperestlere ya İslam´ı tercih etmeyi ya da Müslümanlara karşı savaşmayı tercih etmelerini emrettiği bölge sadece Arabistan içindeydi çünkü Allah, orada var olan berbat putperestliği oradan çıkarmak istedi. Fakat Arabistan dışında İslam´ın Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştiler ve Hindularla karşılaştığı yerlerde onlara genellikle bir tercih hakkı verdiler. Bu yüzden İslam dünyasında pek çok Hıristiyan ve Yahudi topluluk yaşadı fakat onların pek çoğu aşamalı bir şekilde farklı nedenlerden dolayı İslam´ı seçti. Her şeyden önce kılıçla yayılma ile ilgili konuşmayı terk edelim. İslam dünyası Arap dünyasında veya İran´da bitmiyor. Bütün Türk dünyası var, Orta Asya dünyası var, Güney Asya dünyası var, Güneydoğu Asya dünyası ve Afrika dünyası var.

Eğer bir milyar Müslüman varsa bunların 900 milyonu hiçbir şekilde istila ile İslam´a döndürülmemiştir, pek çoğu Sufiler üzerinden İslam´a kazandırılmıştır çünkü insanoğlu manevi karakterli insanlardan etkilenir. Kuşkusuz asalet, misafirperverlik, kibarlık ve sevgi gösterdiklerinde, bencil ve saldırgan olmadıklarında samimilerdir. Tüccarlar da Java dolaylarında gördüğümüz gibi sufilerdi, zahiren tüccar fakat aynı zamanda çok yüksek bir manevi karaktere sahiplerdi. Aksi halde hiçbir tüccar bir insanı bir dinden diğerine kazandıramaz. Bu o sufi tüccarların yüksek manevi karaktere sahip olmaları dolayısıyla gerçekleşmiştir.

Güney Asya´daki Kadiri ve Çişti sufi tarikatları inanılmaz bir rol oynadılar. Çişti tarikatını kuran kişi Muinuddin Çiştiydi. Esasında Çişt, modern zamanların Afganistan ve Pakistan sınırları dâhilindeydi, Muinuddin Hindistan´a genç bir adam olarak getirilmişti. Büyük bir azizdi. Açıkçası, Hindular ona geldiler, o, onlar için dua etti, onlara iyi davrandı ve onlarla beraber yedi. Bu Hindulardan pek çoğu bu adamın Hindistan´da var olan kast sisteminin bütün farklılıklarının ve sosyal sınıflandırmaların ötesinde olduğunu fark ettiler. Kendi felsefesine sahip olan kast sistemini eleştirmeye çalışmıyorum fakat sosyal katmanlaşmanın baskıcı görünüşü onda yoktu bu yüzden pek çok Hindu ona geldi. Onun hayatı boyunca 500 bin insanı İslam´a kazandırdığını söylüyorlar. Aynısı Kadiriler içinde geçerlidir, bunlardan bazıları ellerine kılıç alıp Hindulara karşı savaşmaya çalışmayan büyük öğretmenlerdi. Hindu arkadaşlar edindiler. Aslında pek çok Hindu yogici iler sufiler görüştüler, arkadaş oldular ve bilgi ile Tanrı aşkı hakkında konuştular, var olan bütün benzelikler hakkında konuştular. Bu insanların yaşadığı ve davet ettikleri İslam´ın sadeliği pek çok Hindu´yu Müslümanlaştırdı. Bu çok açıktır bunu görebilirsiniz: sufizm olmadan İslam bu gün İslam dünyası olarak adlandırdığımız bölgenin üçte ikisine yayılamayacaktı.

Çeviren: Ali Karakuş/Timetürk

23 Kasım 2008 Pazar

Ahilik

AHÎLİKTE
MORAL DEĞERLER

Dr. Ali MAZAK 1
A.KAVRAM VE TARİHSEL OLARAK AHÎLİK
Ahîlik, XIII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla kadar Anadoludaki esnaf ve sanatkar birliklerine verilen bir isimdir.2 Bu birlik, köylere kadar yayılan örgütleriyle, millî birliği ve bütünlüğü, sosyal dayanışma ve yardımı temel ilke olarak benimseyen, dostluk ve kardeşlik havası içinde, toplumsal ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı, millî bir toplum kurmayı amaçlayan, yurt ekonomisinde temel ihtiyaç maddelerini en kaliteli, en ucuz biçimde üretmeyi öngören millî bir örgüt biçimi idi. 3
Ahîlik, kelime olarak, Türkcedeki cömert, eli açık anlamını taşıyan “Akı” ile Arapçadaki “kardeşim” demek olan “Ahî” kelimelerini birlikte terimleştiren bir ifadedir. 4

Ahi, vicdanını kendi üzerine gözcü koyan, helalinden kazanan, yerine ve yeterince harcayan, ölçü ve tartı ehli olan, yararlı şeyler üretip insanlara sunan insandır. 5
Sanatkarlara işyerinde yamak, çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi ile mesleğinin inceliklerini öğretilirken, bunların akşamları toplandıkları ahî zaviyelerinde ahlak eğitimi uygulanıyordu. İşte bu yolla yetiştirilen Türk esnaf ve sanatkarları hem aralarında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma kurmuş, hem de Bizans sanatkarları ile rekabet yeteneğine ve gücüne kavuşmuştur. 6
Biz bu araştırmamızda bir Türk Kurumu olan Ahîliğin, ahlakî(etik) yönünü inceleyeceğiz. Ancak, buna geçmeden önce ahlak terimi ile ilgili kısa bir bilgi vermenin uygun düşeceği kanaatindeyiz.

B. AHLÂK BİLİMİ VE İŞ AHLAK
Yaşadığımız bu dünyadaki bazı eylem ve duygular iyi, bazıları da kötüdür. İşte, iyi hayat tarzını en iyi yaşama biçimini belirleyen ahlaktır. Bu bakımdan ahlâk, insanda gerçekleşmesi istenen ruhsal özellik ve yeteneklerin ortak ifadesidir. Ancak, insan bu özellikleri ve yetenekleri kendisinde nasıl gerçekleştirebilecektir? Bunun için bazı bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır. İşte bu bilgileri ortaya koyan ilim de ahlâk ilmidir. 7
Ahlak, sadece insanın kendisiyle ilgili bir kavram olmaktan öte, bütün bir toplumu ve toplumun çeşitli kategorilerini ilgilendiren bir kavramdır. Kapsamı ve kategorileri itibariyle genişleyebilen, toplumdaki insan davranışlarına çevreden gelecek olumlu ya da olumsuz eleştirel değerleri kapsayan ahlak, her toplumda çeşitli kategoriler olarak ortaya çıkar.
Bu kategoriler hayli fazladır ve her bir kategori genel ahlak anlayışından ayrı olarak kendi ahlak kurallarına sahiptir. Mesela, spor ahlakı, ticaret ahlakı, öğrencilik ahlakı, yayıncılık ahlakı ya da sanat ahlakı gibi. 8


--------

1 İBB Kütüphaneler ve Müzeler Müdürü
2 Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, s. ,1,43.
3 Hayrettin İVGİN, Ahilerde Ahlaki Değerler ve Bunların Ticarette Uygulanması, I. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyum Bildirileri, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara 1996, s. 71.
4 ÇAĞATAY, a.g.e, s.143.
5 Ekinci, a.g.e. s. 21.
6 A.g.e., s. XII.
7 İVGİN, a.g.b., s. 72.
8 Mahmut Özdevecioğlu ”Ahilikten Günümüze İş Ahlakı Anlayışı”, Çerçeve, Yıl 3, Sayı: 11, Eylül-Ekim 1994, s. 50.

----

XIII. Yüzyılda Anadolu’da ortaya çıkan Ahi teşkilatları; iyi insan olmanın niteliklerini üzerinde taşıyan sanatkârların, iyi esnaf ve ticaret erbabı olmalarını da amaçlıyordu. Bu kurumlar iş ilişkilerini kutsal kitabımıza ve kadim geleneklerimize dayandırıyor ve buradan hareketle ticarette ve sanatta, temelli ahlâk kuralları geliştiriyordu.
İş ahlakı da, ekonomik hayatla ilgilidir ve ekonomik faaliyetlere katılan insanların işlerini layıkıyla nasıl yapacaklarına ilişkin kuralları kapsar. Yani, bir iş, nasıl yapılırsa toplum tarafından beğenilecek veya reddedilecektir? Bunun kriterleri bir toplumun kendi içinde olduğu kadar, toplumdan topluma da farklılıklar arzetmektedir.
Ekonomik faaliyetler sosyal hayatın önemli bir parçasıdır. Bu bakımdan iş ahlakı her yönüyle mutlaka incelenmesi gereken bir konudur. Ahilik ahlakı, bu gün özlenen iş ahlakı arayışlarına bir model olarak önerilebilir mi? Bu incelemede buna cevap aranacaktır.
Zamanımızda toplumlar daha çok ekonomik güçleri ile öne çıkmakta, diğer toplumlarla aralarındaki fark, ilerlemişlik,-geri kalmışlık gibi ekonomik gelişme ile belirgin hâle gelmektedir. Bu durum, bizim, ekonomi ve iş ahlâkına ayrı bir yer vermemizi gerekli ve hattâ zorunlu kılmaktadır. Aynı şartlarda çalışan ve aynı maddeyi üreten bir fabrikada verimliliği sağlayacak insan gücünün ayırıcı vasfı, ahlâkı olacaktır. 1

C. FÜTÜVVETTE GENEL AHLAK KURALLARI
Ahilik kurulmadan önce İslam toplumlarında Fütüvvet (gençlik) teşkilatları vardı. Ahiliğin gelişmesine bu teşkilatlar kaynaklık etmişlerdir. Bunların yazılı kaynaklarına da Fütüvvetname deniliyordu.
Fütüvvetnâmemelere göre yiğitliğin ilkeleri altıdır. Yiğidin üç şeyi bağlanır, üç şeyi açılır.
Kapalı olanlar:
• Gözü kötü bakışlara,
• Ağzı kötü sözlere,
• Eli haksızlıklara ve zulümlere bağlanır.

Açık olanlar:
• Kapısı konuklara,
• Kesesi kardeşlere,
• Sofrası bütün fukaraya açılır. 2

Fütüvvet, bir ulu ağaçtır. Yiğidin gönlünde biter, yapraklanır, yücelir. Temeli doğruluktur. Gövdesi insanda bulunmaktadır. Budakları temizlik, yaprakları edeptir, hayadır. Kökü tanrıyı bilmek, yemişi evliya sohbeti, suyu, rahmettir. 3
1. Fütüvvetin diğer kuralları
• Doğruluk.
• Cömertlik.
• Misafirseverlik
• Hayalı olmak.
• Kötülüğe iyilikle karşılık vermek.
• Yemekte kusur aramamak.


------

1 İVGİN, a.g.b., s. 73.
2 Harputlu Nakkaş İlyas Oğlu Ahmet, Tuhfat-al-Vasaya, Terc. A. GÖLPINARLI, İÜİFM, C.11. s. 209. Nak. GÜLLÜLÜ, a.g.e. s. 98.
3 Abdülbaki GÖLPINARLI, Burgazi ve Füvvetnamesi, İÜİFM. C.15, s. 86.

----

devam edecek

19 Kasım 2008 Çarşamba

Divan-ı Kebirden Şeçmeler

258. Hakk'tan gelen gamı, kederi bir lütuf olarak kabul et!

Müstef'ilü, Müstef'ilün, Müstef'ilün, Miistef'ilün

(c. 1,518)


• Ey gönül! Hakk'tan gelen gamı, kederi bir lütuf olarak bil de, ondan yüz çevirme! Onun içine gir! Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır. Onun gönülde açtıgı yaraya katılan ki merhemi yüz göstersin! Sunu aklından çıkarma ki sabır,ızdırabın, acının anahtarıdır.

• Dertlerin, kederlerin içine öyle bir aşkla dal ki, sonunda hiç beklemedigin bir zamanda ansızın Hakk'ın kürsüsü ve ars-ı azamı senin önüne gelsin. Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Cihanın nüru ile gül de, cihanın dügünü, dernegi ol! Onun mateminden, acılarından kurtul, emniyete ulas! Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Kibirden, kinden kurtulur da gönlünü ayna gibi parlak, lekesiz bir hale getirirsen, her an onu gönül aynasında görürsün. Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Kibri, kini yok edersen hem benlikten yakanı sıyırırsın, hem de seytanın saçından tutar, boynunu vurursun. Sabır sıkıntının anahtarıdır.

• 0 zaman bahtın, talihin, devlet, varlık kendiliginden kalkar senin ayagına gelirler. Onların gelisi ile mutlu olursun. Sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Sus! Artık sırları söyleme, söyleme ki: " (=Min ledün) sırrına yabancılar, ham kisiler, nasıl erebilirler? Sabır sıkıntının anahtarıdır.

"Kehf Suresi 18/65. ayette, Hz. Musa'ya, kendisine Allah tarafından bilgi verilmis bir arkadasla karsılasacagı bildirilmistir. Bu arkadasın Hızır (a.s.)oldugu rivayet edilir."


280. Söz gökten inmistir. Söz Allah'ın sanatıdır.
Mefa'îlün, Fe'ilatün, Mefa'ÎIün, Fa'ilün,

(c. II, 938)



• Söz, söz söylemeyi bilen, sözün kudretini anlayan kisinin yanında büyüktür. Söz çok degerli bir seydir. Çünkü söz,

gökten inmistir.

• Eger iyi bir söz söylemezsen, bin söz söylesen onlar söz sayılmaz. Fakat iyi ve yerinde söz söylersen, bir tek

sözün binlerce söz kadar degeri vardır.

• Söz perdesini kaldırsan da, söz ortaya çıksa, görünse, o zaman görür ve anlarsın ki, söz, Allah'ın san'atıdır.

• Söz, yüzünü gösterse, herkes ona gıpta eder. Bundan dolayı o, yüzünü gizIer, kendini göstermez. Ne mutlu o

kisiye ki, sözde sır sahibidir. Aklına geleni söylemez, sözün nereye varacagını bilir.

• Arstan yere kadar, zerre zerre her sey konusmaktadır. Yeryüzü de, anlayısta tıpkı arsa benzer.



Divan-ı Kebirden Seçmeler - Şefik Can - Cild I

8 Kasım 2008 Cumartesi

Andrei TARKOVSKİ

http://www.thymos.com.tr/Tarkovsk.html


"İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan,
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.
Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir."

...................................................Andrei TARKOVSKİ




BİR SİNEASTIN PORTRESİ:

TARKOVSKİ İLE FİLMLERİ ÜZERİNE





IVAN'IN ÇOCUKLUĞU (IVANOVA DESTYO), 1962


- Nereden aklınıza geldi ilk filminiz "İvan'ın Çocukluğu" nun konusu?

- TARKOVSKİ: Biraz tuhaf bir hikayesi var bu filmin. Mosfilm stüdyoları filmin yapımına başka bir ekiple başlamıştı. Filmin yarısından fazlası bu ekiple çekildi, paranın yarısı harcandı ama sonuç öylesine kötüydü ki, yapımcı firma filmin çekimini durdurmak zorunda kaldı ve yeni bir yönetmen aramaya başladı. Önce isim yapmış yönetmenlere başvuruldu, sonra daha az tanınmışlara. Hepsi de bu yarım filmi devralmayı reddetti. Bana gelince VGIK Sinema Okulu'ndan yeni mezun olmuş, diploma filmim " Le Rouleau Compresseur et le Violon" u bitirmeye çalışıyordum. Öneriyi kabul etmeden önce bir çok şart ileri sürdüm. Senaryoyu yeniden yazmak, bunun için de senaryonun esinlendiği Vladimir Bogolomov'un hikayesini yeniden okumak istiyordum. Daha önce çekilen ve hepsi bir metreyi geçmeyen kısmın hiç çekilmemiş gibi kabul edilmesini ve her şeye sıfırdan başlamak için tüm oyuncularla, teknik ekibin degiştirilmesini istedim. Bana " Tamam ama paranın da yarısını alacaksınız " denildi. Ben de "Eğer bana beyaz kart verirseniz yarım bütçeyle de çalışırım" diye cevap verdim ve film böylece çekildi.

- O halde konu seçimini bir yana bırakırsak "İvan'ın Çocukluğu" tamamıyla Andrei Tarkovski'den doğdu.

- TARKOVSKİ: Evet

- Ama bu konu aynı zaman da size de çok yakın.Genç İvan savaş yıllarında sizinle aynı yaşta.

- TARKOVSKİ: Benim çocukluğum savaşı bir yetişkin ve bir savaşçı olarak yaşayan İvan'ınkinden çok farklı. Buna rağmen benim yaşıtlarımda oldukça güç bir dönem yaşadılar. Andrei Tarkovski ile İvan'ı birbirine bağlayan şey yalnızca İvan'la bu kuşağın tüm genç Rusları arasındaki yaşanmış acıyı anımsatmaktan ibaret.

- Film, 1962 yılında Venedik'te gösterildiği zaman, savaş üzerine derin bir refleksiyon olarak algılandı.

- TARKOVSKİ: Film iyi karşılandı ama eleştiri düzeyinde tamamen anlaşılmaz olarak kaldı. Herkes, tarihi, hikayeyi filmin karekterlerini yorumladı. Oysa ki söz konusu olan, daha çok, genç bir yönetmenin ilk yapıtıydı. Yani tarih görüşümün değil, dünya görüşümün anlaşılabileceği şiirsel bir eserdi söz konusu olan. Mesela Sartre, filmi İtalyan solundan gelen eleştirilere karşı coşkuyla savundu, ama tamamen felsefi bir açıdan. Bu benim için geçerli bir savunma değildi. İdeolojik değil sanatsal bir savunma arıyordum. Bir filozof değil sanatçıyım. Ayrıca bu savunma tamamen gereksizdi. Filmi kendi öz felsefi değerleri ile yorumlamaya girişiyordu ve ben, sanatçı Andrei Tarkovski, bir kenara konmuştum. Sanki yalnızca Sartre'dan konuşuluyordu, sanatçıdan değil.

- Sartre'ın film üzerine yaptığı yorum - Savaşın canavarlar, sonunda yiyip bitireceği kahramanlar ürettiği - sizin yorumunuzla aynı değil mi?

- TARKOVSKİ: Karşı çıktığım yorum değil. Bu görüşe tamamen katılıyorum. Savaş kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz. Karşı çıktığım yorum değil, polemiğin çerçevesi. Düşünceler ve değerler öne çıkarılmış, sanatçı ve sanatı unutulmuş.



ANDREİ RUBLEV, 1966

- Nasıl doğdu "Andrei Rublev"?

- TARKOVSKİ: Bir alşam Konçalovski ve diğer bir dostumla masa başında tartışıyorduk. Bu dostumuz "Niçin Rublev üzerine bir film yapmıyoruz? Ben oyuncuyum, Roublev rolunu de pekala oynayabilirim. Eski Rusya, ikonlar çok güzel bir konu olur" diye önerdi. İşin başında, bu fikir bana gerçekleştirilemez, hatta berbat, benim dünyamdan çok uzak gibi göründü. Bununla birlikte ertesi gün filmi yapmaya karar vermiştim. Andrei Konçalovski ile çalışmaya başladık. Ne mutlu ki, Roublev'in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı.

- Vladimir'in çantasından, Çan'ın yapımına kadar bütün epizodlar sizin tarafınızdan mı seçilip tasarlandı?

- TARKOVSKİ: Bütün bunlar uyduruldu. Ama bu yeniden yaratımdan önce varolan tüm belgeler tarandı. Bir anlamda Andrei Rublev'in yaşamını elimmizdeki tarihi belgelerin ışığında yeniden keşfettik.

- Böylece son derece kişisel bir film oldu...

- TARKOVSKİ: Kişisel olmayan bir film yapılabileceğine inanmıyorum.

- Filmin ana sorunu, hastalanan sanatçının yaratımdan vazgeçmesi, bir Tarkovski düşüncesi mi?

- TARKOVSKİ: Elbette, aslında bir kaç ikon dışında Rouublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu. Ama Roublev'in kariyerinde bir boşluk, yaratımsız geçen önemli bir dönem olduğu biliniyor. Bu dönemi bir reddiye olarak yorumladım. Ama mesela, Roublev'in bu dönemde Venedik'te olduğunu ispatlayan bir başka yorum çıkarsa ne şaşırırım ne de şok olurum. Belki de Vladimir Katedral'inin yıkılması onu hiç sarsmadı. Ben bir Roublev yarattım ama başka yorumları da kabul ederim.

- Andrei Roublev kötülüğe maruz kalan bir dunyada sanatın meşruiyeti üzerine bir film. Kötülük sürekli iş başındayken güzeli yaratma tutkusu niye?

- TARKOVSKİ: Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedenide bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli.

- Tabi bunun alelade bir sanat olmaması koşuluyla.

- TARKOVSKİ: Ne demek alelade bir sanat olmaması?

- Tanrının dünya projesi ile uygun düşen sanat.

- TARKOVSKİ: İnsan varolduğu sürece yaratma eğilimi de var olacaktır. İnsan kendini insan olarak hissettiği sürece bir şeyler yaratmaya girişecektir. İşte onu yaratıcısına bağlayan şey burada. Nedir yaratım? Neye yarar sanat? Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektüel analiz olabilirler. Picassonun tüm eserleri bu entellektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.

- Dünyanın bir anlamı olduğunu öne süren sanattan başka sanat yok mu sizce?

- TARKOVSKİ: Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar.

- Birçok insan "Andrei Roublev"de bugünün Sovyetler Birliği'ne, Rusya'nın geçmişte ki manevi yaratıcılığını yeniden bulabilmesi için gönderilen mesajlar olduğunu düşünüyor.

- TARKOVSKİ: Bu mümkün ama benim problemim değil. Bugünün Rusya'sına mesaj göndermiyorum. Zaten hiçbir Rusa hiçbir şey söylemek istemiyorum artık. "Halkıma demek isterim ki... Bütün dünyaya derim ki..." türünden peygambervari erdemler artık beni ilgilendirmiyor. Ben bir peygamber değilim. Tanrının şair olma olanağını, bir katedraldeki inananlardan farklı bir biçimde, yakarma olanağını verdiği bir insanım. Bundan başka ne bir şey söyleyebilirim ne de söylemek istiyorum. Eğer Batı toplumu benim fimlerimde Rus halkına yönelik mesajlar buluyorsa, bu iki halk arasında halledilecek bir problemdir. Benim problemim değil. Benim bir tek kaygım var; Çalışmak, sadece çalışmak.



SOLARİS, 1972


- Solaris gezegeninde Kelvin otuz yıl önce ölmüş karısına kavuşuyor. Bu, gerçekleşmesi imkansız bir olay aracılığıyla Tarkovski tarafından anlatılan tek aşk hikayesi mi?

- TARKOVSKİ: Aşk hikayesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin'in Solaris'te bir tek amacı var: Başkasına duyulan aşkın yaşamak için vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir insan, insan değildir.

- Ama başında bir bilim-kurgu hikayesine benzeyen bu macera aslında tinsel bir macera.

- TARKOVSKİ: Daha çok bir insanın başına vicdanen gelmiş bir macera. Stanislav Lem'in romanından esinlenerek bu filmi yapmak istedim. Gerçek bir uzay yolculuğu yapmadan... Şüphesiz gerçek bir uzay yolculuğu yapmak daha ilginç olacaktı, Ama Lem aynı fikirde değildi.

- Bu evren, daha sonra Stalker Zonu, bir çile metaforu değil mi? Yani yalnızca tek bir arzuya sahip olduğumuz bir yer: Kendini değiştirmek.

- TARKOVSKİ: Hayatın çilesiz olsa bile bu tanımı ortaya çıkardığını düşünüyorum; Değişmek. İnsan hayatı yalnızca bu değişimi hedefliyor. Çile bize daha çok, sakin olmak, acılarımızı dindirmek için gerekli.



AYNA (ZERKALO), 1974

- Fransızlar için "Ayna" Proust'un, belleğin dünyasını çağrıştırıyor.

- TARKOVSKİ: Proust için zaman zamandan öte bir şey. Bir Rus içinse bu bir problem değil. Proust için daha çok yayılmak, açılmak sözkonusu. Biz Ruslarsa kendimizi korumak zorundayız. Rusya'da çocukluk anıları, geçmişle hesaplaşmak, pişmanlık üzerine yoğunlaşmış çok güçlü bir edebiyat geleneği vardır.

- "Ayna"da bu gelenekten mi?

- TARKOVSKİ: Evet, zaten bu film Rus seyircisi arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filmin gösteriminden sonra, halka açık olarak düzenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısından sonra salonu temizlemekle görevli temizlikçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmanın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu. Bize, " Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister" dedi. Bu basit kadınn herşeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. "Ayna" bu anlamda biraz da Rusların öyküsüdür. Pişmanlıklarının öyküsü. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbirşey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu.



STALKER, 1979

- Kimdir Stalker, bu gizemli karakter?

- TARKOVSKİ: Film, manevi değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı Stalker, edebiyatın "idealist" tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.

- İsa türünden karakterlerden bahsedilebilir mi?

- TARKOVSKİ: Benim için zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.

- Zayıfın bu gücünü duyması için insanın ne yapması gerekiyor?

- TARKOVSKİ: Önemli olan bu değil. Bir inanç adamının eylemleri düşünülmüş ve akıllıca olmak bir yana son derece absürd olabilir. "Gülünç", "Yersiz" eylemler maneviyatın yüksek bir şeklidir.

- Karşılıksız, nedensiz yapılan eylemler bir anlamda.

- TARKOVSKİ: Evet ama bununla beraber bu eylemler nedensizlik adına değil, kurulu haliyle varolan ve hiçbir şekilde manevi insanı üretemeyecek dünyayı aşmak için gerçekleştirilir. Önemli olan ve Stalker'in bütün seyrini yöneten, onu bayağılığa düşmeden gülünç, hatta aptal kılan ama kendi öz tekilliğini, öz maneviyatını ortaya çıkaran, bu güçtür.

- Stalker Zonu, bu inanışın mekanı mı?

- TARKOVSKİ: Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de bu zonun neyi anlattığı. Buna verecek tek bir cevap var; Böyle bir zon yok. Stalker'in kendisi yaratıyor bu zonu. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde Stalker'in yaratımları.


NOSTALGHIA, 1983

- Neden söz ediyor "Nostalghia"?

- TARKOVSKİ: Yaşamanın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından. Eğer aşka sınır koyarsak insan tamamen şekilsiz bir hale gelir; aynı şekilde eğer manevi yaşama sınır koyarsak insan büyük bir sarsıntı geçirir. Bazıları bunu diğerlerinden daha güçlü hisseder; dünyayı aşk eksikliğinden kurtarmak için kendilerini tamamen bir başkasına adarlar. Bir kurban gibi. Bu aşka, içinde yaşadığımız dünya tarafından sınırlar konulduğunu gördüğü zaman insan acı çekmeye başlar. "Nosthalgia" nın kahramanı, dost olmanın imkansızlığından, dünyayla dostluk içinde olamamanın olanaksızlığından acı çeker. Bununla birlikte kendisi kadar acı çeken bir dost bulur: Deli Domenico.

- Bu acı mı Nostalji?

- TARKOVSKİ: Nostalji bütün bir duygudur. Diğer bir değişle, kendi ülkemizde, yakınlarımızın yanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duyabiliriz. Çünkü ruhumuzun kısıtlandığını hisseder, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi anlarız. Nostalji, dünya önündeki bu güçsüzlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin acısıdır. "Nostalghia" nın kahramanını hasta düşüren illet, dost edinememenin, insanlarla iletişim kuramamanın acısıdır. Bu karakter, maneviyatın özgürce yaşanabilmesi için "sınırların kaldırılması gerektiğini" söyler. Daha genel olarak modern yaşama uyum sağlayamamış karakteri yüzünden acı çeker. Dünyanın sefaleti karşısında mutlu olamaz. Bu toplumsal sefaleti üzerine alır, ama aynı zamanda dünya ile arasına bir mesafe koyarak yaşamak ister. Onun sorunu tamamen merhametinden gelir. Bu merhamet duygusunun canlı örneği olmayı başaramaz. Diğer insanlarla birlikte acı çekmek ister, ama bunu da tam anlamıyla başaramaz.

- Kahramanınıza acıların üstesinden gelebilmesi için verebileceğiniz bir reçeteniz var mı?

- TARKOVSKİ: Köklerine, kaynaklarına inanması gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmesi, yani sürekli olarak yaratıcısına bağımlılığını hissetmesi gerekir. Aksi takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesindedir. Bağımlılık insanın tek şansıdır. Zira yaratandaki bu niyet, bu mütevazi bilinç, bir üstün yaratığın yaratıcısı olmaktan başka bir şey değildir. Bu inanç, dünyayı kurtarabilme gücüne sahiptir. Köle yaşamını yerine getirmek gerekir. Bu ilişki son derece basittir. Anne-baba-çocuk ilişkisine benzer. Bir başkasının otoritesini tanımak gerekir. Bu saygı, bu kölelik, insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, ortodoks rituellere göre yakarma diye adlandırdığımız, ama aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. Bununla birlikte, kendimi henüz bu yakarma idealini gerçekleştirmekten uzakta sayıyorum.

- Tanrı'ya inancınızla sanata inancınız böyle mi birleşiyor?

- TARKOVSKİ: Sanat yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, yaradana benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden yaradandan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrı'sız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı'ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir.

- Sanatın amacı nasıl yalnızca hizmet etmek olabilir?

- TARKOVSKİ: İşte gizem burada. Yaratılışın gizemi gibi. Bir ikonun önünde çöktüğünüz zaman Tanrı'ya aşkınızı söylemek için tam yerinde kelimeler bulursunuz, ama bu kelimeler gizli, gizemli kalır. Aynı şekilde bir sanatçı, öyküsünü, karakterlerini bulduğu zaman dua-eserini yapar, yaratımında Tanrı'yla hem fikir olur ve tam yerinde sözcükleri bulur. İşte burada sanat bir hediye şeklini alır. Sanat yalnızca bir hediye olduğu zaman "hizmet edebilir".

- Filmleriniz böylece Tanrı için aşk eylemleri oluyor.

- TARKOVSKİ: Buna gerçekten inanmak isterim. Bunu yapmaya çalıştım. Benim için ideal, bu "hediye" yi sürekli vermek olacak. Bu anlamda Bach, Tanrı'ya gerçekten sunulabilecek tek hediye.






--------------------------------------------------------------------------------



"Les mardis du cinema", France Culture,
Röportajı Yapan: Laurence Cosse, 7 Ocak 1986
Fransızca'dan Çeviren: Güven Güner, Eylül 1993, İstanbul


*****************************************************

http://kahvevetefekkur.wordpress.com/2009/06/23/deli-domenico-andrei-tarkovsky-uzerine/


Deli Domenico (Andrei Tarkovsky Üzerine)
Posted in Halil DURANAY by Halil DURANAY on Haziran 23, 2009
Kurgu sinemasını ve ilkelerini reddetmemin nedeni, filmin beyaz perdenin sınırlarını aşarak genişlemesine izin vermemesi, yani seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştırmasına olanak tanımamasıdır.

Andrei Tarkovsky





Bir klasik müzik eseriyle jenerik yazıları görünür sonra yavaş yavaş doğaya ait bir tablo ekrana dolar, herşey yavaştır, damardan ağır akan kan gibi, soğuk ve katılaşmaya yakın daha kurguya ait herhangi bir unsur çıkmadan kendi yaşamınıza ait onlarca şeyi aklınıza getirirsiniz evet bir az sonra harkete kavuşacak bu tablo bir Tarkovsky filimidir; film hakkında o an kafanıza kilitlenecek tek şey az sonra ciddi bir varoluş med cezirine bulanacağınızdır.

29 Aralık 1986 yılında sadece 54 yaşındayken Paris’te ölen bu Rus yarım asırlık yaşam serüvenine, aşılması çok güç sinema eserleri sığdırdı. Kendisine uzunca yıllar sinemasının; saçmalık, manasızlık, aşırı kişisel ve halka yaklaşamadığı eleştirileri yapılmıştı. Tarkovsky tüm bu eleştirilere Mühürlenmiş Zaman kitabında şöyle cevap verdi: ” Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil, ama Spielberg gibi, örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım. Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız, Star Wars ve Superman gibi, sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın aptal olduğunu söylemek istemiyorum, ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam. Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır.”

İmgenin taşıdığı nitelikli anlam, soyutluk, bilinçaltı ve ontolojik sorunsallar üzerine ciddi kompozisyonlar kurarak, bu tasarıları en ifadesel görüntülere nakletmek konusunda Dreyer ve Bergman’ın açtığı sinema yürüyüşünü ulaşılaması çok güç bir noktaya taşımışdır. Tüm bu konulardaki ustalığı ve seçkinliği; filmlerinde ciddi felsefi diyalogları ve katarsis görüntüleri varetti. Filmlerinin temel karakterleri, yabancılaşmış – kendini toplumdan izole etmiş, maddi kaygılardan arınıp metafiziğe saplanmış ve özünde yanlız olan adamlar ve ya kadınlardır. Ana karakterlerin yanında yan karakterler de filmin ortaya koyduğu sorunlara hat safhada katı bulunmaktadır. Nosthalgia filmindeki Deli Domenico, Kurban filmindeki Otto, Ivan’ın Çocukluğu filmindeki Komutan Kholin bu saptamaya örnek yan karakterlerdir.

İlk profesyonel filmi 1962 yılında çektiği Ivan’ın Çocukluğu (Ivanovo Detstvo ) filmidir. “Savaş, kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz.” der Tarkovsky. Ivan’ın Çocukluğu da bu tema üzerine inşa edilmiş bir savaş sırası karakter psikolojisi filmiydi. Ivan adlı küçük bir çocuk düşman hatlardan kendi saflarına istihbarat taşır ve bir subay kadar ciddiye alınır. Gereğinden fazla olgunlaşmış hatta karakter mutasyonuna uğramış Ivan ikinci dünya savaşının tüm pisliğini üzerinde resmeder. Şüphesiz Ivan, Tarkovsky’nin ve jenerasyonunun savaş döneminde yaşadıkları gerilimin açık bir yansımasıdır.

Sonra 1966 da Rus İkon sanatçısı Andrey Rublev’i anlattığı Andrei Rublyov filmini çeker. Andrei Rublev hakkında sanatçının yaptığı az miktardaki ikon çalışmasından başka, elde sanatçının hayatı hakkında fikir verecek bilgi neredeyse yoktur. Tarkovsky’i bu durumu şöyle ifade eder;… aslında bir kaç ikon dışında Rublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu… Rublev’in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı…Evet İkon sanatçısı Tarkovsky’nin bakış açısıyla yeniden yaratıldı. Bu yarı gerçek-yarı kurgu Rublev üzerinden Tarkovsky, sanatçının toplumla iletişiminden başlayarak yaşadığı tüm somut yahut iç deneyleri resmetti. Arka planda ise Rublev’in yaşadığı dönem olan Ortaçağ Rusya’sının detaylı bir analizini ve eleştirisini sundu. Pagan ayinlerinden, kilisenin toplumla ilişkisine ve dönemin siyasal durumuna kadar döneme ait birçok ayrıntıyı işledi.

1972 yılında ise ilk kitap uyarlaması olan Solaris’i tamamladı. Stanislav Lem’in romanından esinlenerek çektiği bu film, uzay yolculuğu yapmadan inşa edilmiş bir bilimkurguydu. Sırf bu sebepten bile aynı zamanda çekilen batı uzay filmlerinden oldukça ayrıksı bir yere sahiptir. Aslında Solaris bilimkurgu tabanı üzerine işlenmiş gizemli bir dram filmiydi. Yine bir karakterin bireysel hayatı filmin ana ekseniydi. Kelvin bir görev için Solaris gezegenine gider ve burada 30 yıl önce kaybettiği karısıyla karşılaşır. Bir süre sonra mantık ve mantıkdışılık birbirine karışır. Kelvin bir süre sonra bu olgudan ayrılmak istemez çünkü kaybettiği eşi burada yaşamaktadır ve dünyaya döndüğünde eşi orada olmayacaktır. Kelvin’in içine düştüğü bu ikilem bir süre sonra, neyin gerçek neyin kabul edilir olduğu tartışmasını, Solaristeki mantıkötesi durumu doğru saymasıyla sonuca erdirilmeye çalışılır.

1975’te ise Ayna ( Zerkalo) filmini çeker, bu film de yine Ivan’ın Çocukluğu gibi Tarkovsky’nin kişisel deneyimleriyle çok yakın ilişkidedir ki daha sonra çekeceği Nosthalgia ve Offert gibi soyutluğun ağır bastığı, salt imgelerden örülü ontoloji sorgulamalarının da ilk deneme tahtasıdır. Ayna filmi için de yine anlaşılmayan hatta saçma bir film olduğu eleştirileri ağır basar Tarkovsky’i ise bunun sıradan herhangi bir insanın yaşadığı durumların dışavurumundan ibaret olduğu durumunu karşı kitleye kabul ettiremez. Ayna filminin gece gösterimlerinden sonra Tarkovsky sinemada kalıyor ve izleyenlerle film üzerine uzun tartışma sohbetleri yapıyordu. Yine böle bir sohbet durumu bir gece haddinden fazla uzar ve bir süre sonra salonun temizlikçisi yanlarına gelip Tarkovsky ve beraberindekilere tartışmayı bitirmelerini çünkü salonu kapatması gerektiğini söyler, temizlikçi kadın filmi daha önce gördmüştü ve tartışılacak konun niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamamıştı, temizlikçi kadın söze şöyle devam eder; “Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister”. Tarkovsky bir röportajında bu olayı anlatır ve o temizlikçi kadının herşeyi anladığını ve durumun aslında bu kadar basit olduğunu yineler.

1979 yılında ise yine bir bilimkurgu olan ikinci kitap uyarlamasını tamamlar, bu film; Arkadi ve Boris Strugatsky kardeşlerin Uzayda Piknik kitabından uyarladığı İzsürücü (Stalker) filmidir. Filmde Zone adı verilen ve kendi kendine bağımsız yaşayışıya sahip insansız bir yer vardır. Burası bir felaket sonucu oluşmuştur ve Zone’ a gitmek yasaktır. Stalker denen karakter ise Zone’u çok iyi bilen biridir. Gelen bir teklif üzerine izsürürcü, bir yazarla bir bilimadamını Zone’a yasadışı sokup onları istedikleri yere ulaştıracaktır. Film bu üç karakterin Zone’da yaptıkları yolculuğu anlatmaktadır. Zone Ütopyalara karşı kurulan Disütopya geleneğinin bir Sovyet versiyonudur. Tarkovsky Stalker karakteri için Don Kişot benzetmesini kullanır ve ona göre Stalker tipik bir edebi idealisttir ve idealistler gerçek hayattaki tüm savaşları kaybedenlerdir. Yolculuktaki izsürücü figürüde bahsi geçen tüm bu nitelikleri belirgin biçimde üzerinde taşır. Stalker’ın film olarak bir başka farkı da daha yayınlanmadan başına gelen talihsizliktir. İlk film tamamlanır ancak bir laboratuar kazası sonucu tüm kayıtlar yok olur. Bunun üzerine Tarkovsky çok daha küçük bir bütçeyle ve daha ksıa bir sürede filmi tekrar çeker. Bugün izlediğimiz Stalker bu düşük bütçeli kaza sonrası versiyondur.

Tarkovsky dört yıl sonra 1983 yılında Nosthalgia filmini tamamlar, bu filmin temel kahramanı ise kendi ülkesinden sürgün edilmiş, ülkesini ve ailesini özleyen bir entellektüeldir. Film İtalya’da çekilmiştir ve daha ilk açılış sahnesi itibariyle inanılmaz doğa manzaralarına birer tablo gibi bakışlarımızı kilitler. Andrei Gorchakov filmin adlı bu sürgün, ülkesinin uzağında ve hastadır. Aslında bu karakter Andrei Tarkovsky’nin Rusya’nın dışına çıkıp batı Avrupa’da geçirdiği yılların bizzat yansımasıdır. O yıllarda Tarkovsky’de aynı Andrei Gorchakov gibi hastadır ve akciğer kanseri tedavisi görmektedir. Nosthalgia’da monologlar, diyaloglara göre daha baskındır ve derinliklidir. Arka plan olarak ise Tarkovsky gri,nemli ve soluk renklerin ağır bastığı antik harabeyi andıran bir kasabayı kullanır. Kıyamete benzer bir sonun bir kaç zaman evvelini yaşayan yabanileşmiş bir kasaba. Deli Domenico adlı karakter ise tüm bu şizofrenik durumun bedenleşmiş halidir. Nosthalgia özünde soyuttur ve bilinçaltıyla, kan basıncı düşük ağır bir tempoda ilerler. Diğer bir deyişle Nosthalgia kasvete dolanmış salt karanlıktır.

Tarkovsky Nosthalgia’daki ölümcül ve hastalıklı gidişata daha fazla hiçlik enjekte eder ve ortaya 1986 tarihli Offert (Kurban) çıkar. Tarkovsky, Kurban’ı oğluna ithaf eder aslında bir nevi oğluna miras filmidir bu. Bu son filminde de Tarkovsky yine varoluş sıkıntısının içine saplanmış Alexander üzerinden gerçeküstü bir soyutlama çıkarır. Filmde Nosthalgia’ya göre karakterlerin gerginliği ve dışavurumu daha yüksektir. Alexander’ın sahil kenarındaki evini ateşe verip uzun süre öylece izlemesi ya da savaş başladığında evde doğum günü için birikmiş insanların uyumsuz ve bencil tutumları bu olguya örnektir. Eğer yaşasaydı Tarkovsky’nin bir Macbeth uyarlamasıyla kariyerine devam edeceği söylenmektedir.

İmge, hakikatin suretidir. Körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…diyor usta sanatçı ve buna ek şöyle devam ediyor; “İnsan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilir. Buna rağmen film yönetmenleri sık sık şiirsel mantığın yerine kaba bir tutuculukla teknik yöntemleri kullanmakta ısrar ediyorlar. Bu filmlerde rüyalar somut bir yaşam fenomeninden modası geçmiş film hileleri karmaşasına dönüşüyor.”

Anlatısının merkezi entellektüel bir tefekkürün daha da ötesinde akademisyeninden, manavına, komutanından dilencisine kadar istinasız her insanın içinde bulunduğu öz varoluş korkusudur.

Tarkovsky sineması istinasız herbirimizin kafamızı yastığa koyup uykuya dalmadan evvel geçirdiği o uzun ve sürekli gerilmenin somutlaşmasıdan ibarettir. Ne azı ne de fazlası. Tarkovsky’nin de dediği gibi: “Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli kösesinden vurmaktır.”

Halil DURANAY