28 Nisan 2009 Salı

Divan-ı Kebirden Şeçmeler

390. Peygamberlerden söz ediyor ama,

onda peygamberlerden bir huy var mı; sen ona bak!

Mefulü, Mefa'ilün, Fe'ulün

(c. II, 700)



• O güzel yüzlü hocanın acaba nesi var? O, insanlık vazîfesini, kulluk vazîfesini geregi gibi yapıyor mu? Onun gönül aynası sanıldıgı gibi tozsuz mudur? Temiz midir?

Onunla konus, onu anlamaya çalıs! Bak bakalım onda ölümsüzlük sarabından nasıl bir koku var! Varsa eger vakit geçirmeden ondan manevî bir koku al!

• Onun gül bahçesinin içine gir, bak bakalım, o bahçede nergislerden lalelerden ne var?

• O, her ne kadar, peygamberlerden söz ediyorsa da, onlann mu'cizelerinden bahsediyorsa da, onda peygamberlerin huyundan bir huy var mı? Sen ona bak, lafına bakma! Söylediklerini yasıyor mu; onu anlamaya çalıs!
• Salavat verip duruyor, tesbih çekiyor ama, onda Hz. Mustafa (s.a.v.)'in safvetinden, rüh ne var?



Divan-ı Kebir den Seçmeler -Şefik Can - Cild I

14 Nisan 2009 Salı

Organ Nakli, Kan Nakli

Esasen kişinin vicdanına bakarak çözebileceği mesele ama bu konuda vicdanı susumuş kişiler için arşivlendi
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/kurul/karar.asp?id=3&sorgu=1

T.C.
BAŞBAKANLIK
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI




Organ Nakli
3/3/1980




Hacettepe Üniversitesi Tıp. Fakültesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Mehmet Haberal'ın ölmüş kimselerden alınacak organ ve dokuların, tedavileri ancak bu yoldan yapılabilecek hastalara nakli konusunda, Başkanlık Makamından havale olunan dilekçesi Kurulumuzca incelendi.


Yapılan müzakere sonunda :


Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu ameliyyenin hükmünü geniş şekilde açıklamamışlardır. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet'in delaletlerinden çıkarılmış umumî hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet'te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni yeni meselelerin hükümleri, İslâm fakihleri tarafından bu umumî kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek çıkarılmış, hiçbir mesele cevapsız bırakılmamıştır. Organ ve doku nakli konusunda hükmünü tayinde de aynı yola baş vurulması uygun olacaktır.


Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Mahlukatı içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın hürmet ve kerametine aykırı görüldüğünden, İslam fakihlerince caiz görülmemiştir. Ancak, zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir.


Nitekim dinimiz, bir kısım fiil ve davranışları yasak kılmış, Kitap ve Sünnet bunları tespit etmiştir. Sözgelimi murdar hayvan (meyte), kan, domuz eti, şarap... vb. şeylerin yenilip içilmesi, alınıp satılması, ilaç olarak kullanılması haram kılınmıştır. Ancak zaruret halinde bunlardan zaruret miktarında (ölmeyecek kadar) yenilip içilmesinin (el-Bakara, 173; el-Maide, 3; el-En'am, 119) meşru olduğu beyan buyrulmuştur.


Söz konusu ayet-i celilelerden, İslâm fakihleri, zaruretlerin bir ölçüde dinen yasaklanmış şeyleri mübah kıldığı ve zaruret halinde sadece ayet-i kerimelerde beyan edilen yasakların değil, zaruret halinin giderilmesi için yapılması zorunlu ve başka bir çare olmayan bütün yasakların zaruret miktarınca işlenmesinin caiz ve mübah olduğu sonucuna varmışlardır.


O halde, ölmüş kimselerden tedavi maksadıyla organ ve doku alma ve bunları hasta veya yaralı kimselere nakletme konusunda bir hükme ulaşabilmek için;


Zarurete binaen, cesedin kesilmesi, organ ve dokularından bir kısmının alınmasının caiz olup olmadığı,


Hastalığın tedavisinin zaruret sayılıp sayılmayacağı (Haram ile tedavinin hükmü)


Organ ve doku nakli caiz ise hangi şartlarla caiz olduğunun bilinmesi gerekmektedir.


İslam fakihleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına,


Başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine, başka kemiklerin nakline,


Bilinmeyen hastalıkların öğrenilmesi ve hayatta bulunmaları sebebiyle ölülere nisbetle daha çok şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanabilmesi için, yakınlarının rızası alınmak suretiyle, ölüler üzerinde otopsi yapılmasının caiz olacağına,


Fetva vermişler, canlı bir kimseyi kurtarmak için, ölünün bir parçasını itlaf etmeyi caiz görmüşlerdir. Nitekim, Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu'nun 16.4.1952 tarih ve 211 sayılı kararında, özetle;


"...âmmenin menfaat ve maslahatı göz önünde tutularak, bilinmeyen bir hastalığın bilinir hale gelmesi, hastalığın bilinmemesinden doğacak âmme zararının önlenmesi, hayatta bulunmaları sebebiyle daha şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanması gibi maslahat ve şer'î hikmetlerin husule gelmesini temin için, yakınlarının rızası alınarak, ölüler üzerinde otopsi yapmanın caiz olacağı ve bu gibi sebepler dolayısıyle ölüye gösterilmesi gereken hürmet ve tekrimin zevaline katlanmanın, İslamî hükümlerin bir gereği olduğu..." ifade olunmuştur.


İslam fakihleri, açlık ve susuzluk gibi, hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli ve tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O halde, hayatı veya hayatî bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında, kan, doku ve organ nakli yolu ile de bazı şartlara uyularak, tedavinin caiz olması gerekir. Nitekim, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulunun 25.10.1960 tarih ve 492 sayılı kararında, "tedavileri için kan nakline zaruret bulunan hasta ve yaralılara başka kimselerden kan naklinin; başka kimselerden alınacak parçaların takılmasıyla görmeleri mümkün olduğu takdirde; hayatında buna izin vermiş olan kimselerin, ölümlerinden sonra gözlerinden alınacak parçaların bu durumdaki kimselere takılmalarının caiz olacağı..." beyan edilmiştir.


Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli kararında ise "yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı..." ifade olunmuştur.


Yurdumuz dışında, çeşitli İslâm Ülkelerinin yetkili kişilerince de aynı yolda fetvalar verildiği bilinmektedir.


Kurulumuzca da aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varılmıştır.


Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayatî bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi,


Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin zann-ı galibinin bulunması,


Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması,


Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,


Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,


Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir.


el-İsra Suresi , 70; et-Tin Suresi, 4


el-Hidaye, el-İnaye ve Feth'ül-Kadir 1/65; Fethu babi'l-İnaye, 1/126; Fetevay-ı Hindiye, 2/390


Cessas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/156; İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/55; Kurtubi, 2/232 ve 7/73; İbn Hazm, el-Muhalla, 7/426


Fetevay-ı Hindiye, 2/296; el-Va'yü'l-İslami, Sayı 137, Yıl 1396, Kuveyt; Istılahat-ı Fıkhiye, 3/157


Fetevay-ı Hindiye 2/390

12 Nisan 2009 Pazar

Kendine gel benlikten çık, uzak dur

İnsanlara karıl insanlara

İnsalarla bir ol

İnsalarla bir oldunmu bir madensin

Bir ulu deniz

Kendinde kaldın mı

Bir damlasın bir dane

Ama sen canıda bir bil, bedenide

11 Nisan 2009 Cumartesi

EDEBİYATIN SINIRBOYU POZİSYONU

EDEBİYATIN SINIRBOYU POZİSYONU

.....

Ebedi sanat eseri ile diğer metinler arasındaki farklılık hiç de temel bir farklılı değildir. Şiirin dili ile nesrin dili ve yine poetik nesir ile "bilimsel" dil arasında bir farklılık olduğu doğrudur. Bu farklılıklar aynı zamanda ebedi form açısından da değerlendirilebilir. Fakat muhtelif "diller" arasındaki temel farklılık açık şekilde başka bir yerde, bunların her birinin hakikat /doğruluk idiaları arasındaki farklılıkta yatar. Bütün yazılı eserler, dilin içeriklerini anlamlı hale hetrien şey durumunda derin komüniteye/cemaate sahiptirler. Buna göre, bir tarihçi tarafından diyelim, anlaşıldıklarında, bu anlama, sanat olarak tecrübe edilen metinlerin anlaşılmasından pek de farklı değildir. Ve edebiyat kavramının yalnızca edebi sanat eserlerini değil, aynı zamanda yazıya geçirilen herşeyi içine alması tesadüfi bir şey değildir.

Her nasıl olursa olsun, edebiyatın sanat ile bilimin buluştukları yerde ikamet etmesi de tesadüfi değildir. Metnin varlık modu eşsiz ve mukayese edilemez bir şeye sahiptir. O anlamaya özel bir tercüme problemi sunar. Hiçbir şey yazılı söz kadar yabancı ve dolayısyla anlaşılması zor değilidir. Yabancı bir dilin karşı karşıya kalan konuşucularınınyaşadığı zorluk bile bu anlaşma zorluğu ile mukayese edilebilir değildir; çünkü mimik ve jestin dili ile sesin dili daima konuşma sırasında kısmen anlaşılabilir. Yazı ve onun parçası durumundaki şey - edebiyet - çok yabancı bir aracıya/ortama sokulan zihnin (geist) saf izi değildir, fakat aynı şekilde hiçbir şey anlayan zihne (geist) bu ölçüde muhtaç da değildir. Yazının şifresinin çözülerek yorumlanması sırasında bir mucize gerçekleşir: Yabancı ve ölü bir şeyin total şimdiye ve bilinmişliğe dönüşümü. Bu, geçmişten bize ulaşan başka hiçbir şeye benzemez. Geçmiş hayat bakiyesi - geçmişten kalan binalar,aletler, mezar içi kalıntıları - zamanın onları sağa sola savrulan fırtınalarıyla harap durum-dadır; oysa yazılı gelenek bir kez şifresi çözülerek okundu mu, sanki bugüne aitmişçesine bizmle konuşacak ölçüdesaf zihindir (geist). Okuma yazılı şeyi anlama kapasitenin gizli bir sanata, hatta bizi kurtaran ve bağlayan büyüye benzemesinin sebebi budur. Onunla zaman ve mekan aşılmış izlenimi doğurur. Yazıya intikal eden şeyi okuyabilen insanlar geçmişe tanıklık ederek onu saf şimdiye dönüştürürler.

....

Hakikat ve yöntem den- Hans - Georg Gadamer - 229-230

24 Şubat 2009 Salı

"Kanlı pazar"ı savunmak, olabilecekle,cezayı savunmaktır! İşbirlikçilik değilse

http://elestiriler.blogspot.com/2009/02/kanl-pazar-savunmak-olabilecekle-cezay.html

Kimi neyi savunmuşlar Kanlı Pazarda?




Milliyeti mukaddesatı mı?




Sosyalizm gelecek din elden gidecek bunu engellemek için manda olalım, bununla da yetinmeyelim, sopa, balta, satır, bıçak şiş saldıralım denerek mi kutsallar savunuluyor? Yakarak, yıkarak, işbirlikçilik yaparak?




Kapitalizm eleştirilemez, biz zenginliklerimizle öbür dünyada tartılacağız denilmeye burada başlanılmıştır.




Sosyalizm gelir din elden gider diyenlerin o zamanlar önünde sultan Galiyev gibi bir örnek var, şimdilerde daha eleştirel değerlendirilse de.




Sosyalizmlerde dindarları ürküten bir şeyler yokmuydu? Elbette vardı. Sosyalistleri dahi ürküten şeyler vardı.




Fatsa'da tek tip insan önermeyen, değişik duruş, görüş, gelenek ve inancı yalnız bir arada tutabilen değil, tutmayı hedefleyen bir geleneğin bağımsızlık için yürüyüşüne karşı saldırıyı dinden mukaddesattan yola çıkarak meşrulaştırabiliyor bir yazarımız.




Soğuk Savaşın derin kurumlarında yer alabilirsiniz. Bunu üstelik para pul almadan da yapabilirsiniz. Hattâ o dönemler bunu içinizden bir şeyler koparak yapmak durumunda kalmış olabilirsiniz. Aradan yıllar geçti,kten sonra, pişkince katliamlara, pogromlara, saldırılara sahip çıkmak, tereddüt göstermemek, yanılmazlıktan konuşmak, dini savunmayı da yanılmayan, hep haklı, eylemleri tartışılmaz insanlara mal etmek ancak siyasi bir dinin, hattâ ancak ideoloji haline getirilmiş bir dinin ifadesidir.




Bizde peygamberler dahi insandır. Yanılmazlık, ölümsüzlük, tanrısallık iddiasında değillerdir.




Burada bir başka din anlayışıyla karşı karşıyayız.




Ben, bağımsızlık diye inleyen o samimi topluluğa azrail gibi dalmayı hiç bir ahlâka sığdıramıyorum. Karşısındakinin yanlışı kanıtlansa bile, kimse insanların, düşüncelerin, toplumların gideceği, geleceği yeri önceden sabitlecek, donduracak bir haktan konuşamaz. Böyle bir hukuk yok! Onca yangın, bunun üzerinde temellendirilmekte!




Mecdeli Magdayı taşlayanlar haklı olsaydı, O'na ömrünü bağışlayan bakış haklı çıkmazdı.




Peygamberine kılıç çekeni doğrayacak bir kültür olsaydık, en yiğitlerimiz saflarımızda olmazdı. Hangi seçilmiş halife canını yakana acıyarak bakmadı? Hançere sırt dönen taraf başka bir taraf, sırta hançerle dönen başka.




Kanlı Pazarda kan dökmüş, ama acı çeken kimseye bir kinim yok. Ölenlerle hepimiz öldük, öldürenlerle bir tarafımız katil oldu. Bunu temizlemeliydik. Temize çıkarmalıydık, insan olarak geleceğimizi. Ölenin ve öldürenin çocuklarının geleceğini.




"Gelecekte insanlar fikir değiştirir, hayırsızsa hayra meyleder, hayırlıysa şerre de meyleder" düşüncesinden değil. Onların savunduklarını savunma haklarından dolayı, kendi hayırsızlık ve hainliğimizi onlara yazmamamız gerektiğinden dolayı bunu söylüyorum.




Onların dedeleri Çanakkalede bizim dedelerimizin yanındaydı. Memleket için bir gelecek önerme hakları yok? Çünkü dinleri yok? Kimin dini yok? Sosyalist dinsiz de, Mandacı, İşbirlikçi dindar mı, vicdan sahibi mi, her yerde ve her daim hep haklı mı?




Her daim her yerde haklılık şirktir. Başkalarını ilerde yapacaklarından dolayı öldürmek tanrısallık iddiasındandır. Bu derece ileri gidilmiyorsa din adına, hakikatten yola çıkılarak konuşulmalıdır. O zamanlar, şuna şuna inandık, şu konuda yanıldık, şu konuda haklıydık demek dururken neden şirkin diliyle konuşmak?



Büyüklük taslamak, en iyi, en ılımlı anlamıyla dahi ne kadar dinle ve dinden savunulabilir?




Öldürülenler kardeşlerimizdi. Hepimiz bilmiyorsak bile, bağımsızlık düşüncemize karşı insanları silahlandıranlar, kışkırtanlar ne yaptıklarının pekâla farkında idiler.




Farkında olmayanlar şimdi farkındalar! Vicdanlarında yaprak kıpırdamayanları, insanlığa yüz çevirenleri yakalarımızdan silkelemeyenlere de veyl olsun!




Hiç bir haklılık, hiç bir kutsal değer başkalarının hak ve hukuklarını çiğneyerek, iftira ve kışkırtmayla, kan ve zulümle, yalan ve propagandayla ayakta tutulamaz.




Eğer bağımsızlık istiyorsan, karşındakiler de yanlış yolda ise, daha doğrusunu öner. Onlara yol göster. Zulme uğratma. İftira etme. Geleceklerini ellerinden alma. Yarın onların çocukları bizi işgale, sömürgeciliğe karşı savunacaklar. Yalancının, işbirlikçinin yetiştirdikleri değil!




Onlar, kendilerine zulmedenlerin çocuklarına bile analık babalık ettiler. Gelecek, diğerkâmların, çok bilmemişlerin, işbirlikçilikle kutsallarımızı savunabileceğimizi düşünmeyenlerin emekleri üzerinde yükselecek. Eğer adam gibi bir geleceğimiz olsaydı.




Ömerimiz ve Hamzamız zamanlarının zalimlerini, çokbilmişlerini hak ve hakikat adına konuşturmayacak bir hakikatlilikte kendilerini buldular.




Yanılanın, farklı olanın, bizim gibi düşünmeyenin cahil zulmüne karşı celâlleneceğimize; Zalim'in zulmüne, zulmü tutarlı bir biçimde uygulayan, savunan, meşrulaştıranlara celâllenelim, mümkünse, cesaretimiz varsa. Ama esaretimiz var. Zalim'e dahi isyan zulüm işi değildir. İnsanlık, işidir.




Yanılan, yanılgısını kabul eder. Farklı olanla ortak bir hukuk bulunur insanlık üzerinden, bizim gibi düşünmeyen, bunun farkına varır, ezberden değil, kendinden konuşur, yakınlaşır bir gün, arayışta olanlar . Sabredemiyorsan, kapışırsın, ama insanlık birleştririr, birleştiricidir.




Zulme tapınanı dost bilenin, zulme farklı önermelerle itiraz edene dünyayı cehennem etmesi, sadece ve sadece zebaniliktir!




Vicdansız , ahlâksız, insafsız insan yüzünü nereye çevirise çevirsin kendisini bulur. Her yer ben, her şey ben der.




Başkasını farketmek, onun dünyasını, taleplerini, itirazlarını, geleceğinin hikmetini de okumaktır. Kainatı okuyamayan, geleceğe cellat olmasın. Eleştirsin, önersin, kendini eleştiriye, yani Hakikatle düzelmeye açsın.




Önce 6-7 Eylül. Sonra Kanlı Pazar. Sonra? Daha sonra?




Hakkaniyet zebanilere çıraklıktan geçmiyor. Bu kadar gürültü, toz duman, ona yafta, buna yafta, sonra?




Tevazu diliyorum, zalimlerin çıraklarına, yarın Hakkın Divanında söyleyebilecekleri olsun istiyorum. Afeettiklerimizden ve affedilenlerden olsunlar. Yanlışta inat edip, sırlarını örten karanlık ve merhametli geceyi, başkalarının bedenlerinin ateşiyle aydınlatmasınlar.




Zulme kimse kapalı değil! Zulme ancak, hakikatle düzelmeye açık olan, yanılabilir olan, yanlış yapabilir olan insan karşı durabilir: Zulme karşı duruş, başkasını şeytanlaştırarak değil, önce kendi zulmünün önünü kapatanların duruşudur.




Yanılan da, çok bilmiş de, hançeri tutan el de, insana güvenen, rıza sahibi, cesur insanlar da bizim.




Ebu Cehilliğimiz, bilmediğimizden değil, bildiğimizi esir edişimizden, yani bilmeyi bilemediğimizden.




Ebu Cehillik insanın bir yanıysa, İnsanlık öte yanı. Kimsenin hatadan dönmemesini bekleyenlerden olmayalım. Yanılalım, yanıltılalım, önyargılarımızda.




Kınalı kekliği ürkütmeyelim, gül yaprağını yüksek sesle dahi dağıtmayalım, ama, solucanı, yılanı da çiğnemeyelim. Herkesin bir dostu, düşmanı var. Karganın yavrusu karga. Herkes için geçerli objektif nefret ve paspas etme objeleri aramayalım. Nefretimiz, yalanınımız, dolanımız, talanımız ayak altında dolaşır durur da mesele etmeyiz nedense.




Onlar, ipek donlarla, başkalarına çamur atan büyük arabalarla dolaşmadılar. Bıraksak belki dolaşacaklardı, belki dolaşmayacaklardı. Bilemeyeceğiz. Ahkâm kesmede bir hikmet yok. Bağımsızlık için kendi taburelerine tekme atan bir kuşağı sadece kucaklıyorum ve rahmetle anıyorum.




Bağımsızlık, öncelikle düşüncede bağımsızlıktır: Zincirlerini kıran, yalanla yaşamayı terkeyleyen insanlığın özlemiyle.




Zincirden boşalmış zulmü alkışlayan, ve zulme karşı koyanın hayatını karartan bizden değildir, değildir de haksız, hukuksuz da değildir.




Zalime çıraklığı marifet bilen, affedilebilirliğe inanmayan bir kardeş gibi.




Meşru müdafaayı savunmadığınızın farkında mısınız Ey İnsanlar, İnsanlarımız?

7 Şubat 2009 Cumartesi

TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN ÖĞÜDÜ

Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 27



TUZAĞA DÜŞEN KUŞUN ÖĞÜDÜ




Birisi bir hileyle kuşun birini tuzağa düşürerek ya­kaladı. Kuş dile gelerek yalvardı:

"Ey ulu kişi sen bir çok öküzler, koyunlar yedin, develer kurban ettin. Bu dünyada onlarla bile doyma­dın, benimle mi doyacaksın. Eğer beni bırakırsan ben sana üç öğüt vereceğim ki bunlara uyarsan her müşkü­lün hallolur.

Birincisini elindeyken vereyim eğer beğenirsen beni bırakırsın. O zaman ikincisini şu dama konarken, üçün­cüsünü de şu ulu ağaçta söylerim," dedi.

Adam kuşu sıkı sıkıya tutarak:

-Haydi söyle bakalım eğer beğenirsem seni bırakı­rım.

Kuşcağız ilk öğüdünü söyledi:

-Olmayacak söze kim söylerse söylesin, inanma.

Adam kuşu bıraktı kuş uçarak damın saçağına kondu. İkinci öğüdünü söyledi:

-Geçmiş gitmiş şey, kaçmış fırsat için üzülüp ah vah etme, dedi. Biraz daha geriye çekilerek orada bulunan ulu ağaca kondu:

-Benim karnımda on bir dirhem ağırlığında paha bi­çilmez bir inci vardı eğer beni elinden kaçırmasaydın o şimdi senin olacaktı, dedi.

Bunu duyan adam ağlayıp inlemeye, saçını başını yolmaya başladı. Bu saçmalık karşısında kuş seslendi:

-Ben sana geçmiş gitmiş fırsat için ah vah edip üzül­me demedim mi? Madem fırsatı kaçırdın, neden üzülüp duruyorsun. Ya öğüdümü dinlemedin yahut da sağırsın. Ayrıca sana olmayacak şeye inanma demedim mi? Devam etti:

-Benim bütün ağırlığım üç dirhem, karnımda nasıl on bir dirhem ağırlığında inci bulunabilir!. Bunun üzeri­ne adam kendine geldi:

-Tamam söylediklerini iyice anladım. Haydi şimdi de üçüncü öğüdünü söyle bakalım," dedi. Kuş:

-Allah için o iki öğüdü güzelce tuttun da benden üçüncüsünü mü istiyorsun. Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmak gibidir. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama tutmaz, diyerek uçup gitti. (Mesnevî, c. IV, beyit: 2245-2265)


AÇIKLAMA

“Üç öğüt” hikâyesi oldukça yaygındır. Demek ki kökü çok eskilere dayanmaktadır.

Hikâyedeki kuşun birinci öğüdü “olmayacak söze inanma” şeklindedir. Dilimizde “Kabul olmayacak duâya âmin denmez” şeklinde bir deyim de vardır. İlk nazarda her iki söz, her ne kadar hepimizin katıldığı ifâdelerse de, biliriz ki, insanoğlu olağan üstü şeylere meraklıdır. Bu merak ve tecessüs makul seviyede kalırsa ne âlâ. Aşırılığa kaçtığı durumda ise; ayağı yere basmayan, hayal dünyasında gezen, irrasyonellikten kurtulamayan bir tip ortaya çıkabilir.

Tabiat kanunları genellikle değişmeksizin süre gelir. İnanmış insana göre bu kanunları koyan ve yürüten Yüce Allah’tır. Bunlara, Allah’ın koyduğu kanun ve nizam demek olan “sünnetullah” da denir.

Buna göre belli sebepler hep belli sonuçları doğurur. Tabiatta belli ölçüde bir determinizm vardır. Ateş yakar, su boğar. İnancımıza göre onlara yakma ve boğma özelliğini veren de Allah’tır. Allah dilerse özel bir sebeple, onların bu vasfını durdurabilir. Gazâlî peygamberlerin gösterdiği mûcizeleri bu anlayışla izah etmektedir. Velîlerin kevnî kerâmetlerini de buna dâhil edebiliriz.

Bize düşen epeyce bir yere kadar sebep-sonuç ilişkisini kabul etmek, sünnetullaha uymaktır. Ama bu arada bunların hepsinin üstünde küllî irâdenin bulunduğunu; onun da “lâ yüs’el ammâ yef’al” (yaptığından dolayı sorgulanamaz) olduğunu hatırdan çıkarmamaktır.
*

Kuşun ikinci öğüdü “geçmişe gam yeme, fırsatı kaçırınca boş yere üzülme” idi. Tasavvuf düşüncesindeki “lâ fâile illallah”, “rızâ” ve “ibnü’l-vakt” gibi kavramlar bu konuya ışık tutar.

Evet fâil-i hakîkî, yâni gerçekte her şeyi yapan yaptıran Allah’tır. Olup bitenden şikâyet etmek, ah vah etmek O’ndan gafil olmak anlamına gelir. Bir isteğimizin gerçekleşmesi için elimizden gelen her şeyi yapmak görevimizdir. Daha ciddî bir görevimiz ise, sonuca râzı olmaktır. Bu sonuç bizim istemediğimiz yönde gelişse de şikâyet etmemek, hattâ hoşnutlukla karşılamaya çalışmak inanmış insanın özelliğidir.

Enes b. Mâlik anlatır: “On yıl Resûlüllah’a hizmet ettim, onun yanında bulundum. Hiçbir gün bana yaptığım bir şey için neden yaptın, yapmadığım bir şey için de niçin yapmadın demedi.” (Tirmizî, birri 19) Ayrıca Peygamberimizin “Olan bir şey için keşke olmasaydı, olmayan bir şey için de keşke olsaydı demediği” ifâde edilir.

Tasavvufta derin anlamlı bir “zaman” anlayışı vardır. Bu konuda “ibnül-vakt” diye ilgi çekici bir kavram doğmuştur. Dikkatli ve bilinçli insan, ibnül-vakt yâni vaktin çocuğu olmalıdır. Bunun anlamı şudur: Olgun insan vaktin çocuğudur, yâni geçmişi veya geleceği değil, sâdece içinde bulunduğu ânı düşünür ve onu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır. Geçen geçmiştir, gelecekten emin olamayız. Tek sermayemiz, şu içinde bulunduğumuz andır. Onu iyi değerlendirirsek ve her ana bu gözle bakarsak, kendiliğinden bütün zamanları dolu geçireceğiz demektir.

Bu, dinamik bir zaman anlayışıdır.”Her nefes son nefes olabilir.” Böyle düşünen kimse aktif, hareketli, gafletten ve tembellikten uzak, yapıcı ve gayretli insan olacaktır.

Geçen geçmiştir ân-ı müstakbelse mübhemdir

Hayâtından nasîbin bir şu geçmek isteyen demdir

Geçmişteki bir takım olumsuzluklar için aşırı şekilde üzülen kimse, bu üzüntü anlarını da boşa geçirmiş olur. Bu demek değildir ki geçmişten ders almayacağız, hatalarımızı tekrarlayıp duracağız. Hayır, kasıt o değildir. Denmek istenen boş yere ah vah edip üzülerek verimsizliğe yol açmaktır.

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=594

21 Ocak 2009 Çarşamba

Post Duası

Duâ-gu duası
Post Duası

Bârekâllâh ve berekât-ı Kelâmullâhrâ.
Semâ'râ, safârâ, vefârâ, vecdü hâlât-ı merdân-ı Hudârâ.
Evvel azamet-i buzurgî-i Huda ve risâlât-ı rûh-ı pâk-i Hazret-i Habîbullâhrâ.
Ve Çhâr Yâr-ı güzîn-i bâ sâfa,
Ve Hazret-i İmâm Hasan-ı Alî ve Hazreti İmâm Huseyn-i Velî eyimmeyi masumin ezvacı mutahhâra evlad-ı resul ve Şühedâ-yı deşt-i Kerbelârâ.
Ve evliyâ-yı agâh ve ârifân-ı billâh, alel husus
Hazret-i Sultânel-ûlemâ, Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık-i Tirmizî, Kutbül-ârifîn, gavsül-vâsılîn Hazret-i Hudâvendgârrâ .
Ve Hazret-i Şeyh Şemseddin-i Tebrîzî ve Çelebi Husâmeddîn ve Şeyh Salâhaddîn-i Zer-kûb-ı Konevî,
Şeyh Kerîmüddîn, Sultân ibni Sultân Hazret-i Sultân Veled Efendi ve Vâlide-i Sultânrâ.
Ve Hazret-i Ulu Arif Çelebi ve sair Çelebiyân-i Kiram, Zevi'l ihtiram meşayih-i hulefâ, dedegân, dervîşan, muhibban ve fukarâ-i mazi râ.
Ve selameti Çelebi efendi ve Dede efendi râ
Devam-ı ömr-ü devlet-i Cumhuriyeti Türkiye
ve selâmet-i reis-i devlet ve selâmet-i hükümet ve vükelây-ı millet râ.
Safâ-yı vakt-i dervîşân, hâzırân, gaaibân, dûstân, muhibbân râ,
ez şark-ı âlem tâ be gârb-ı âlem ervâh-ı güzeştegân-ı kâffe-i ehl-i imânrâ.
Ve rızâ-yı Hudârâ Fâtihatül Kitâb berhânîm azîzâ.
(içten Fatiha okunur)

"Azamet-i Hudârâ tekbîr:
Allâhu ekber Allâhu ekber, lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber,
Allâhu ekber ve lillâhil hamd.
essalâtu vesselâmu aleyke yâ Rasulallâh,
essalâtu vesselâmu aleyke yâ Habîballâh,
essalâtu vesselâmu aleyke yâ nûre Arşillâh,
essalâtu vesselâmu aleyke yâ Seyyidel evveline vel âhırin
ve şefî'-al müznibîn ve selâmûn alel mürselîn
vel hamdü lillâhi rabbil-âlemînnn".

TÜRKÇESİ
Cenab-ı Allah'ın ve mübarek sözünün bereketi için yüceler yücesi Rabb'ımızın büyüklüğü ve bağışlaması herkese olsun.
Özellikle peygamberlerin sultanı iyi insanların önderi Hz. Muhammet Mustafa (s.a.v)in pak, temiz, aziz, latif, arı ve mukaddes, şerefli ruhu için.
(Sonra) seçilmiş Dört büyük halife (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali Hazretleri) ruhları için.
Ali'nin oğlu İmam Hasan ve İmam Hüseyin, günahsız imamlar ve temiz eşleri, Allah Resülünün çocukları ve Kerbelâ Çölü'nün şehitleri için;
(Her şeyden) haberdâr olan evliyanın ve Allah velilerinin (ariflerinin) tamamı; ve özellikle Hazret-i Sultânü'l-Ulemâ ve Hazret-i Seyyid Burhânüddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî, ariflerin kutbu (lideri, önderi), Allah'a ulaşmışların şeyhi Hazret-i Mevlâna (Hüdâvendigâr) için ve Hazret-i Şeyh Şemsüddîn-i Tebrizî (Tebrizli Şems) ve Konyalı Selâhaddîn-i Zerkûb, Şeyh Kerîmüddîn, Sultân oğlu Sultân Hazret-i Sultân Veled Efendi ve Sultân'ın annesi (Mü'mine Hatun: Mevlâna'nın annesi) için ve Hazret-i Ulu Arif Çelebi ve geçmişteki diğer saygın, asil Çelebiler, şeyhler, halifeler (Mevlevi temsilcileri) dedeler, dervişler, muhibler (Mevlâna ve Mevlevîlik'e sempati duyanlar) ve fakirler (Mevlevîlik'e hizmeti geçenler) için;
Hazret-i Çelebi Efendi (dönemin Çelebisi) ve Dede Efendinin (Semâdaki dede) selâmeti için ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin devamı ve selâmeti için Müslümanların selâmeti için. Ve bu dergâhın banisi (inşâ edeni)... Dedenin göç eden ruhu için;
Dervişlerin, burada bulunan ve bulunmayanların, Mevlevîlerin ve severlerinin vakitlerinin güzel olması için;
Doğudan Batıya kadar tüm dünyadaki iman sahiplerinin ruhlarının tamamı için;
Ve Allah rızası için Kitabın (Kur'ân-ı Kerîm'in) Fatiha'sını okuyalım ey dostlar!
Allah'ın yüceliği için Tekbir... Allâhu ekber Allâhu ekber, la ilahe illalâhu vallâhu ekber, Allâhu ekber ve lillâhil hamd. Assalâtu vesselâmu aleyke yâ Rasûlallâh, asselâtü ves-selâmü aleyke yâ Habiballâh, asselâtü vesselâmu aleyke yâ nûre Arşillâh, asselâtü vesselâmu aleyke yâ Seyyidel evveline vel âhirin ve şefi'-al müznibin ve selâmün alelmürselin vel hamdü lillâhi rabil-âlemin."

11 Ocak 2009 Pazar

Şerîat ve tarîkat yobazlığı nedir?

Soru 98 : Şerîat ve tarîkat yobazlığı nedir?

Her ikisi de birbirinden beter iki onulmaz yara, iki sağlaşmaz hastalıktır. Şerîat yobazı, karıncayı çiğnemekten çekinir; Kur'ân-ı Kerîm «size selâm vererek sizinle buluşan kişiye müslüman değilsin demeyin» buyurduğu (IV, 94), kitap ehline bile dokunmadığı, onları dinlerinde serbest bıraktığı, Hz. Peygamber, Allah'ın birliğine inananın cennete gireceğini bildirdiği halde, en küçük müsamahayı bile kabul etmez, din uğruna, Allah aşkına adam boğazlamayı cihad sayar; kendi gözündeki merteği görmez, âlemin gözündeki çöpe takılır gözü. Tarîkat yobazı, her şeyi Tanrı tecellîsi görür, herkese aynı gözle bakmayı söyler; fakat kendi yoluna uymayanları «avâm, zâhid, Yezid, yabancı» sözleriyle kınar; adam yerine saymaz. Şerîat yoba¬zına göre müslüman, yalnız kendisidir, kendine uymayanlar dinsizdir. Hele başını ustura ile tıraş ettirmeyen, sakalını çenbervârî bırakmayan, başına bere giymeyen kişiyi gâvur sayar; her yeniye, her yeniliğe düşmandır; rahmetli Ney-zen Tevfiyk'ın dediği gibi,

Yobazın mantıka ermez berelenmiş kafası!

Tarîkat yobazı, esmâya kaptırır kendini, rüyalara dalar, hayal âlemlerine girer; dünyayı sanki boşlamıştır; ama aklı mangırdadır, gönlü dünyaya bağlı. Fakat kerametler satar, gaybden haber verir, dünyayı tasarruf eder aklınca. Gene rahmetli Ney-zen, bu rûhî hâletleri anlatırken demişti ki:

«Bunlar, ya garezdir, ya maraz.»

Gerçekten de öyledir. Ya çıkarına göre lâf eder, iş görür yobaz; ya da devrini anlamayacak, muhitini farketmiyecek kadar kendini sâbit fikirlere kaptırmıştır, aklını yitirmiş bir hastadır yobaz.

Her iki yobaz da toplum için tehlikelidir. Gerçek din adamı, dünyayı da, ahireti de dengede tutan, insan şerefini gözeten, bağımsızlığı toplum için temel sayan, bunu sağlamak için savaşı koyan, insanları bir gören, yardımlaşmayı, sevişmeyi buyuran, aklı ön plâna alan, iktisâdî düzeni en ileri bir görüşle amaç edinen, yaşayışı takdis eden, bir hak bilen, hürafeleri reddedip bâtıl bulan, hikmeti, inanan kişinin yitik malı bilip nereden ve kimden olursa olsun almayı emreyleyen, dinlerin sonuncusu ve en mütekâmili olan İslâm diniyle peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in buyruklarına uyar ancak. Onun dini de en gerçek dindir, inancı da, yalanlarla, dolanlarla, hayallerle örülmüş bir inancı olamaz.

Gerçek din inancına sahip olan şerîatçı, Hz. Peygamber'in nehyettiği muskayı yazamaz (Câmi', II, s. 152), üfürükle hasta tedavisine kalkamaz (aynı, I, s. 67); «Bize karşı silâh taşıyan bizden değildir» diyen (II, s. 153) Peygamber'in emrine karşı gelemez; «Müslümanları ayıran benden değildir» (II, 161) buyruğunu çiğneyemez.

Gerçek din inancına sahip olan tasavvufçu, gaybın, ancak Allah tarafından bilindiğini açıkça anlatan Kur'ân-ı Kerîm'in (VII, 188, XXXI, 34) hükmüne karşı çıkıp gelecek zamanda olacak şeyleri bilmek dâvasına girişemez; cefrle uğraşamaz, geleceğin, Tanrı ışığıyla bakıp gören inanan kişinin anlayışından başka bir şeyle bilinip anlaşılmayacağına inanır (Câmi', I, s. 7); hele «inananlar, bir yapı, bir duvar gibidir; birbirlerini kuvvetlendirirler» ve «Müslüman, müslümanların, elinden, dilinden emin oldukları kişidir» meâllerindeki hadislere karşı (II, s. 172) birisini öldürmek için kahriye okuyamaz, «Yâ Kahhâr» diye zikre koyulup onun ölümünü isteyemez; sevdiği kişinin vuslâtına erişmek için celbiyye okumaya dili varamaz.

Gerçek şerîatçı, olgun insandır; gerçek irfan sâhibi, âlemlere rahmettir. Gerçekler, varlıklarını insanlığa veren, ferdiyetlerinden geçen kişilerdir.


ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI - 100 SORUDA TASAVVUF

27 Aralık 2008 Cumartesi

Neyin muhafazakârlığı

Yazarlar / Nihal Kemaloğlu

Neyin muhafazakârlığı
nihalkemaloglu@gmail.com



Yüzde 99’u Müslüman olan toplumumuz süratle İslamı dünyevileştiriyor. Maneviyata yapılan atıflar maddiyata tahvil ediliyor.

Dünyada dini değerlerin yükseldiği iddiasını çok sahici kılıyor.

Din mana âleminden çıkartılıp siyasetin, medyanın, popüler kültürün ekonomik değerine dönüştürülüyor.

İslam kutsal ve yetkin bir metin olarak tarihselliğinde hiç olmadığı kadar muhteva kaybına uğruyor.

Laik-Antilaik diye birbirlerini yiyen kesimler dünyevileştirme işleminde el ele, kol kola dayanışma içinde.

Sabah programının gece elbiseli sunucusu, konuğunu davet ediyor

Müzik ve alkışlarla hocamız koşarak geliyor.

Tarkan değil, dolayısıyla öpücük vermiyor.

Gelen ilahiyat profesörü yani eski dilde ulema.

Sunucu sanki Müslüman Rönesansı’nı halka ulaştırıyor havalarında.

Akla ziyan sorulara hocamız afralı tafralı cevaplar döşeniyor.

Seyirci bazı cevapları şiddetle alkışlıyor.

Birazdan Aczimendi rüzgârlı giysi tasarımıyla “yeşil popçumuz” geliyor

Güzelim bir ilahiyi elektronik tınılarla katletmiş biçimde playback söylüyor...

“La ilahe illallah” nakaratlarında konuklar vecd haline giriyorlarmış gibi yapıp ağlıyor.

Biraz ötede bir semazen ekibinin müsameresi uzak çekim veriliyor.

Kendinizi gerçekten kaybediyorsunuz.

Ciğerleriniz sökülüyor gibi geliyor.

Bunu yoksa yabancı istihbarat güçleri mi yaptırtıyor diye kuşkulanıyorsunuz.

Başka bir kanalda kamera, kara gözlü küçük kızın yüzüne zoom yapıyor.

Yoksulluk bizi utandıran tüm ayrıntılarıyla ifşa ediliyor.

Yanmayan soba, kırık pencere, kesik elektrik, boş teldolap, çıplak minik ayaklar.

İşsiz hasta baba ve yüzünü saklayan anne, gözlerinizi gerçekten acıtıyor.

Sonra ne mi oluyor?

Sunucular soluğu kasabadaki mefruşatçılarda ve beyaz eşya satan mağazalarda alıyor.

Nal gibi mağaza adları mükerrer söyleniyor, gösteriliyor.

Kamyona yüklenen çarşaf, yastık, ocak işletmelerin reklam maliyeti olarak fakirhanelere götürülüyor.

Onlar seviniyorlar ve “Allah sizden razı olsun” diyorlar.

Yine işsizler yine güvencesizler. Gelecekten yine yoksunlar.

Evlerinde yeni yorganlar var, üzerlerinden dönen tezgâhı duymuyorlar.

Kimin kime yardım ettiğinin promosyon haline gelmesi ne kadar caiz?

Sağ elin verdiğini sol el değil, bütün eller biliyor.

Yeni bir maneviyat üretiliyor. Alınır satılır, takıp takıştırır bir maneviyat

Ebced hesapları, Kuran’ın şifresi, çağdaş cinci hocalar.

İslami medyumlar, dokunmatik tespihler, steril zemzemler, umreye giden celebrityler!

Eski manken enkazları, sürmeli gözlerle hidayet macerasını kanallara satarak para ve ün kazanıyorlar.

TV’de ölü nasıl yıkanır, nasıl kefenlenir konulu şovlar ölü taklidi yapan canlı insan üzerinde tatbik ediliyor.

O günün en yüksek ratingini alıyor, Yaprak Dökümü’nü solluyor.

Ölüm bile tüketiliyor.

Kâbe manzaralı hac odaları, internet üzerinden merhumlara para karşılığı okutulan dualar.

“Başörtüsü aslında nasıl takılmalıdır”a takık fanatikler!

İç derinliğini kaybetmiş biçimlere dönüşmüş bir âlemde sekülerleşiyoruz.

Küresel kapitalist tüketimin pençesine düşmüş piyasa toplumu, Müslümanlaşıyor.

Müslümanlaşırken tüketimin bütün kalıpları hayatı boşaltıyor, esasında dünyevileşiyoruz.

Muhafazakârlık artmış tartışmalarının merkezindeki gündeme insanın şöyle seslenesi geliyor;

Neyin muhafazakârlığı yahu, neyi kaybettiğimiz umrumuzda değilken!

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=139338,10,212