http://mesneviyiokumak.blogspot.com/2009/08/nasl-semazen-olunur.html
"Nasıl İnsan Olunur?" diye bir soru sorsam, nasıl cevap verirsiniz?
Cevap çok, ama hiç birisi, tüm gelecekler için bir insan olma tekniği vermez.
İnsan da düşe kalka insan olur. Cevabını alsa da, bulsa da, arasa da, aramasa da.
Oluştan, olgunlaşmadan kopmuş bir semazenlik, gösteri semazenliği olur diye düşünmemizde büyük sakıncalar yok. Ancak, hakikatlilikle yapılmış her şey bizi gerçekliğimizin hakikatine pişirir de, bunu unutmadan.
Önce hayatı, hayatımızı, insanı, insanlığımızı ciddiye almamız, bildiklerimizi ezberden çıkarıp, yanılsamasızlığın yanılabilirliğine taşımamız lazım. Yani, ezberi, tekrarı bırakıp ezberlediğimiz şeylerin hakikatine yönelmemiz lazım. Olmak, oluşmak, birlikte oluş içinde.
"Yeni şey söylemek lazım" eskinin, bilinenin, kuralların, ilkelerin, buyrukların unutulması değil. Durduğumuz yere uygulanması, anlaşılması, hayata geçirilmesi ile alakalı.
Semazen oluş, Oluş'tan koparılırsa, Şems'i, Mevlana'yı yakalayan hakikati yakalama, ya da ona yakalanma arayışı kalmaz.
Anlam'a değil, ikonaya yüzümüzü çevirmiş oluruz.
Soru "bir ayrıntı olarak semazenlik" ise, cevap yaklaşık olarak bu, Efendim.
DANGALAK, PATAVATSIZ, BOŞBOĞAZ ARASINDAKİ FARK
Patavatsız hakikatçidir. Hakikatli nasıl ve nerede söyleyeceğine bakarken, kıvranırken, patavatsız aklına ereni, aklına çarpanı söyleyiverir.
Patavatsız söylenmesi gerekeni de, söylenemeyeceği de söyler. Pişmanlık duyabilir, ama pişmanlıkla pişirdiği bir aş yoktur, sorumluluklarına eşik olan pişmanlıkları yoktur.
Patavatsızın ağzından ya da etrafının suskunluğundan, edebinden kaçırdıkları kötü şeyler olmak zorunda değildir. Bilinmesinde fayda olacak olanı da söyleyeblir, bir başkasının başkasının söylemiş olduğunun papağanı da olabilir.
Patavatsız bir başkasının başına açacağı derdi düşünmez. Patavatsız intikam derdinde de değildir. Diliyle aklı arasındaki mesafe kısadır, boşboğazda olduğu gibi.
Patavatsız boşboğazlık yapabilir. Pat diye söyleyebilir, sözün yakacağını, kavuracağını hesaba katmadan.
Boşboğaz her yerde her zaman muhakeme etmeden tekrarlar, etrafını konuşur, şahit olduğunu ifşa eder. Patavatsız muhakeme edebilir ama konuşmanın yerini, yurdunu, tonunu, sağını solunu bilmez, hesaba katmaz, katamaz.
Boşboğaz sesli düşünüleni, dışavurumu, çok anlamlı jestleri telekulak düzeyinde faş eder. Patavatsız yaraları, bereleri, geçmişi, insanı hesaba katamadan muhakemesini deklare eder. Belagattan haberi yoktur. Belagatin hakikatle olan alakasından.
Patavatsız dangalak değildir. Söylediğinde işiten açısından da hakikat payı vardır. Yerinde söylememektedir. Ya da söyleyip hakikati de kurtarmaktadır. Patavatsız kötü bir insan değildir. Özensizdir. Özensizlik karakterine damga vurmuştur belki biraz. Boşboğaz ahlaki gelişiminde patavatsızın gerisindedir. Kabahatlerin üzerindeki örtüyü açarken hakikat kaygısı yoktur, sadece çenesini tutamaz.
Patavatsız yaralamayabilir, masumiyet sınırında kalabilir, bilgisini dümdüz bir hakikat silsilesinden çıkarabildiğinden irkiltebilir.
Dangalak ne söylese yaralar. Boşboğaz boş konuşur, sıkar, yorar, usandırır. Söylediğinin çoğu ariflerin kulağından kaçar.
Patavatsız konuşacak topluluğu kaçırır, dağıtır bazan. Bazan dobradır, muhatabı kulak verirken eşi dostu söyleyeceğinden kaçar, hem de söyleyeceği dillerinin ucundayken.
Dangalak patavatsızlık yapar. Patavatsız dangalaklık yapmaz, boşboğaz gibi ağzından da kaçırmaz, bir kayıt cihazı gibi aktarmaz.
Dangalak boşboğazlık da yapar. Her boşboğaz dangalak değildir. Ama dangalaklığa temayülleri vardır ama beceremez.
Dangalak kendince bir yargı gücüne sahiptir. Boşboğaz daha kendiliğinden konuşur. Dangalak mantık yürütür. Mantığı ezer geçer. Ezip geçiş zalimlikten, zulüm merakından değildir, ama söyledikleri zalimce bir çiğliktedir.
Patavatsızın mantığı aklı fikri dangalak’a nazaran daha incedir. Patavatsız daha düşüncelidir. Dangalak daha keskindir.
Dangalak patavatsızdan daha bilgili, malumatlı olabilir, ama yargı gücü ve ifade yeteneği daha çiğ, kaba ve düşüncesiz, hesapsız kitapsız bir görüntü verir. Görüntü olarak görünen aslında cehaletin ne olduğunu bilemeyişdendir. Bilginin incelen ve incelten hareketi bir olgunlaşma hareketidir, insanlararasılıkta ilerleme sorunudur.
Malumatlıya, okumuşa ”cahil!” dersin, ben okudum, senden fazla okudum, aslında sen cahilsin der. ”Geçti cahil ömrüm, bir mırada ermedim”i duymamıştır, duyamaz.
Dangalak parçalayıcı, paralayıcı; patavatsız söylediğinin yerini, yurdunu kavrayışsız; boşboğaz tıntın, toplumsal dayanışmayı boşaltıcıdır.
Dangalak hep incitir; patavatsız ”fesüp” dedirtir, gerer, gülümsetir, derinleşmeleri katleder; boşboğaz konuşmayı, koklaşmayı herkes için suç aletine çevirir.
Dangalak da patavatsız gibi belagatten anlamaz. Patavatsız belagatin hakikatle alakasını yakalayamaz, dangalak belagatı ”dil kırma” sanar.
”Nasıl söylediğimiz” bir ufuk kaynaştırması sorunudur. ”Ne söylediğimiz”in diyalogsallığının farkında oluşumuzdandır. Bu farkında oluş, akla getirilmemiş bir öğrenmişlik, kavramışlık, terbiye olsa da bazan.
Dangalak en kaba anlamıyla narsisttir. Patavatsız diğerkâm olabilir. Boşboğaz bazan masum bir ilkeldir!
Konuşulduğunda dangalak’a ayna olmak, patavatsız’a başkalarının insanlığını selamlayarak konuşmasını sağlamak, boşboğaza güzel bir gecenin karanlığı gibi örtücü, sarıp sarmalayıcı bir sağırlık ve dilsizliği kavratmak olgun insanların hizmeti, vazifesi, biteviye mücadelesi. Dur sus, yasak, kısıtlama ile değil, olgunluğun, rahmetin, dayanışmanın sofrasını herkese açık tutmak ile.
Olgun insan, attığı taşın cama inişini de takip etmiş insandır. Sofrasında dangalaklığın, patavatsızlığın, boşboğazlığın da yoğrulması, pişmesi bir yolunu bulup insana ulaşabilmesindendir. İnsanı arayan kendisini arayan, kendisini pekiştirmeye çalışan, ne yapacağını bilmese de her daim, neleri nasıl yapmayacağına dair bir kararlılığı olandır.
Ne yapacağımızın listesinden kısa olsa da ne yapmayacağımızın listesi, yine de altından kalkılamayacak bir listedir.
İnsana bakarsın, zamana yayılacak bir muhabbette karşılıklı yoğrulursun.
Arif, ne tuhaf, herkesten öğrenendir. Kendisinden, kedisinden bile.
(Online yazıldı, düzeltilmedi)
11 Ağustos 2009 Salı
9 Ağustos 2009 Pazar
Hulul Üzerine
278 Lügatler : ..………..' den nefs-i mütekellimdir. …………'yü te'kid içindir. …………..'in mef’ ûlüdür ve ……………’ye muzafdır.
Mânâ: /91-a/ Ey irşad isteyen sâlik ve tâlib durumunda olan, ben ki, bu hulûlü nefyettim ve ittihad ve tevhid dâvâsında bulundum. Ben seni bu hususta anlayışı kıt ve ilmi az olan perdeli vaziyetteki zâhir ehli gibi gâib bir şeye veya belirsiz bir işe havâle etmiyorum. Kezâ seni, benim gücümü kudretimi ortadan kaldıracak olan imkânsız bir işe de havâle etmiyorum.
Tahkik ehline göre o "muhal iş"ten murad, hulûldür.
[Burada hulûl ve ittihâd küfürdür. Bu vahdettir ama tekrar ile geldi.]
"Hulûl" bir şeyin bir yere inmesine derler ki, zarfiyyet ve mazrûfiyyeti gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın muvahhidlere tecellîsini zâhir ehli ve mütekellimler şöyle zannederler: Sanki Cenâb-ı Hak bunların vücûduna iner, bunların vücûdu ve tasarrufları yok olur, Hak bunların içinden tasarrufta bulunur ve konuşur... Neuzübillah, bu mânâ küfürdür, hulûl ve nüzul bâtıl ve ma'züldür, ittihad da böyledir. Zîrâ "ittihad" mütekellimlere göre iki başka zâtın bir olmasına derler, bu da memnû'dur ve makbul değildir.
Muvahhidlere göre olan "ittihad", farklı iki zâtın bir olması değildir. Aksine bunların birinde ittihad, mümkinin ayrılık vesîlesi (mâ bihi'l-imtiyaz) olan kayıtlanmışlığının kalkmasından, kesret hükümlerinin ve imkân kayıtlarının yok olmasından ibârettir. Gerçekten mâsivâ ve mümkün olan eşyâya ıtlak olunan bu hükümler, kayıtlar ve izâfetler îtibâri bir şeydir. Bu hükümlerin ve kayıtların kalkmasıyla ilgili çok güzel bir örnek vardır ki, bunula meşâyiha göre olan iyice anlaşılacaktır. Örnek şu:
Denize bak, deniz hâlinde iken ona "deniz" derler. Rüzgârla dalgalanınca o denizin yüzünü değiştiren çok sayıda suya dalga ismini verirler. Halbuki aynı denizdir. Güneşin harâretiyle o su havaya çıksa ona "buhar" derler. Havaya yükselen buhar, buhâr-ı arziyye (toprağa âit buhar) ile yoğunlaşınca bulut derler. Damla hâline gelince "yağmur" derler. Havanın soğukluğuyla donarsa "kar" ve "buz" derler. Yere düşüp bir yerde birikince "ırmak" derler. Mesâfeler katedip denize ulaşınca taayyünât yok olur ve "deniz" derler.
Arif olan anlar ki bu görünüş ve mertebelerde sârî olan tek hakîkattir ve bu taayyünat ve izâfetler isim ve sıfatlara göredir. Vahdet-i hakîkînin kuvveti bir şeyin taayyününü yok edince, meselâ denizdeki damla gibi, o zaman farklı iki zâtın birleşmesi lâzım gelmez, /91-b/ taayyün kaydı olmaksızın zuhûru lazım gelir. O halde hulûl ve ittihad mümkün değildir ve böyle bir inanç bâtıldır.
[Hulûl ve ittihâd burada imkânsızdır. Çünkü vahdette ikilik dalâletin ta kendisidir..]
Bâzı âyetler ve hadisler vardır ki bunlar sanki hulûl ve ittihad mânâsını hatırlatır, meselâ ……………..” Mü’min kullarının kalbinde”, …………….” Ben yere ve göğe sığmam” ………………..” Kulumun sem’ı ve basarı olurum” vb. gibi. Bunların hepsi zuhûr ve vahdetin kesrete, vücûdun imkâna, küllün cüz’e galebesi ve kesret hükümlerini kaldırmak kabîlindendir. Yoksa hakîkî ittihad değildir.
Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi - Makasıd-ı Aliyye fi Şerhi't-Taiyye - İsmail Rusuhi Ankaravi sh.236 - 2007
Mânâ: /91-a/ Ey irşad isteyen sâlik ve tâlib durumunda olan, ben ki, bu hulûlü nefyettim ve ittihad ve tevhid dâvâsında bulundum. Ben seni bu hususta anlayışı kıt ve ilmi az olan perdeli vaziyetteki zâhir ehli gibi gâib bir şeye veya belirsiz bir işe havâle etmiyorum. Kezâ seni, benim gücümü kudretimi ortadan kaldıracak olan imkânsız bir işe de havâle etmiyorum.
Tahkik ehline göre o "muhal iş"ten murad, hulûldür.
[Burada hulûl ve ittihâd küfürdür. Bu vahdettir ama tekrar ile geldi.]
"Hulûl" bir şeyin bir yere inmesine derler ki, zarfiyyet ve mazrûfiyyeti gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın muvahhidlere tecellîsini zâhir ehli ve mütekellimler şöyle zannederler: Sanki Cenâb-ı Hak bunların vücûduna iner, bunların vücûdu ve tasarrufları yok olur, Hak bunların içinden tasarrufta bulunur ve konuşur... Neuzübillah, bu mânâ küfürdür, hulûl ve nüzul bâtıl ve ma'züldür, ittihad da böyledir. Zîrâ "ittihad" mütekellimlere göre iki başka zâtın bir olmasına derler, bu da memnû'dur ve makbul değildir.
Muvahhidlere göre olan "ittihad", farklı iki zâtın bir olması değildir. Aksine bunların birinde ittihad, mümkinin ayrılık vesîlesi (mâ bihi'l-imtiyaz) olan kayıtlanmışlığının kalkmasından, kesret hükümlerinin ve imkân kayıtlarının yok olmasından ibârettir. Gerçekten mâsivâ ve mümkün olan eşyâya ıtlak olunan bu hükümler, kayıtlar ve izâfetler îtibâri bir şeydir. Bu hükümlerin ve kayıtların kalkmasıyla ilgili çok güzel bir örnek vardır ki, bunula meşâyiha göre olan iyice anlaşılacaktır. Örnek şu:
Denize bak, deniz hâlinde iken ona "deniz" derler. Rüzgârla dalgalanınca o denizin yüzünü değiştiren çok sayıda suya dalga ismini verirler. Halbuki aynı denizdir. Güneşin harâretiyle o su havaya çıksa ona "buhar" derler. Havaya yükselen buhar, buhâr-ı arziyye (toprağa âit buhar) ile yoğunlaşınca bulut derler. Damla hâline gelince "yağmur" derler. Havanın soğukluğuyla donarsa "kar" ve "buz" derler. Yere düşüp bir yerde birikince "ırmak" derler. Mesâfeler katedip denize ulaşınca taayyünât yok olur ve "deniz" derler.
Arif olan anlar ki bu görünüş ve mertebelerde sârî olan tek hakîkattir ve bu taayyünat ve izâfetler isim ve sıfatlara göredir. Vahdet-i hakîkînin kuvveti bir şeyin taayyününü yok edince, meselâ denizdeki damla gibi, o zaman farklı iki zâtın birleşmesi lâzım gelmez, /91-b/ taayyün kaydı olmaksızın zuhûru lazım gelir. O halde hulûl ve ittihad mümkün değildir ve böyle bir inanç bâtıldır.
[Hulûl ve ittihâd burada imkânsızdır. Çünkü vahdette ikilik dalâletin ta kendisidir..]
Bâzı âyetler ve hadisler vardır ki bunlar sanki hulûl ve ittihad mânâsını hatırlatır, meselâ ……………..” Mü’min kullarının kalbinde”, …………….” Ben yere ve göğe sığmam” ………………..” Kulumun sem’ı ve basarı olurum” vb. gibi. Bunların hepsi zuhûr ve vahdetin kesrete, vücûdun imkâna, küllün cüz’e galebesi ve kesret hükümlerini kaldırmak kabîlindendir. Yoksa hakîkî ittihad değildir.
Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi - Makasıd-ı Aliyye fi Şerhi't-Taiyye - İsmail Rusuhi Ankaravi sh.236 - 2007
22 Temmuz 2009 Çarşamba
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe - Risaleler 2
FIKH-I EKBER209
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammad ve talebesinden Mukatil ile İsâm tarafından rivayet edilen Fıkh-ı Ekber'dir.
Âlemlerin sahibi Allah'a hamd, Peygamber'imiz Hz. Muhammed'e, âl ve Ashabının hepsine salât olsun.
Allah'ın yardımı ile bu Fıkh-ı Ekber'i şeyhim ve üstadım, Şeyh Hüseyin bin Muhammed el-Haymî el-Basrî'den, o da şeyhi Ebû Süleyman Musa bin Ferhad eş-Şehrezûrî el-Basrî'den, o da icazet suretiyle Burhan İbrahim bin Hasan el-Kûranî ve Medenî'den, Şeyh Safiyüddin bin Ahmed en-Nakkaşî'den, Ebû'l-Mevahib Ahmed bin Ali eş-Şetâvî ve Medenî'den, Abdurrahman bin Abdülkadir'den, Hafız İzzüddin bin Abdu'l-Aziz bin Siracüddin Ömer bin Muhammed bin Fehd Mekkî'den, dedesi Takıyüddin bin Muhammed bin Fehd Mekkî'den, Şerefüddin Abdurrahim el-Cerhî es-Sıddıkî'den, Ekmelüddin Muhammed bin Mahmud el-Bâbertî'den, İmam Kıvâmüddin Muhammed bin el-Kâki el-Buhârî'den, İmam Alâaddin Abdu'l-Aziz bin Muhammed el-Buhârî'den, İmam Hafızüddin Muhammed bin Muhammed el-Buhârî'den, İmam Şemsü'l-Eimme Muhammed bin Abdüssettar el-Kerderî'den, Hidâye sahibi İmam Burhanüddin Ebû'l-Hasan el-Merginânî'den, İmam Ziyaüddin Muhammed bin Hasan en-Nusûkî'den, imam Alâaddin Ebû Bekir Muhammed bin Ahmed es-Semerkandî'den, İmam Seyfü'l-hak Ebû'l-Mu’in Meymûn bin Muhammed el-Mekhul en-Nesefî'den, İmam Ebû Abdullah el-Fazl Hüseyin bin Hüseyin el-Kaşgarî'den, İmam Ebû Mâlik Nasran bin Nasr el-Hattelî'den, İmam Ebû'l-Hasan Ali bin Hüseyin el-Gazalî'den, İmam Ebû'l-Hüseyn Ali bin Ahmed el-Farisî'den, İmam Fakîh Nusayr bin Yahya el-Belhî'den, İmam Mukatil bin Hayyan el-Belhî'den, İmam Ebû Usame Isâm bin Yusuf el-Belhî'den ve İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammad'dan (Allah hepsinden razı olsun).
Bu üç zatın her biri İmam-ı Âzam'ın Fıkh-ı Ekber'de şunları söylediğini rivayet ettiler:
Tevhidin kökü, itikadın temeli210 olarak, her mükellefin, Allah'a, meleklerine kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmenin olduğuna, kadere, hayrın-ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesaba, mizana, Cennet ve Cehenneme inandım bunların hepsi haktır, demesi vaciptir.
Allah teâlâ, sayı bakımından değil de, ortağı yok mânâsına birdir. Doğmuş ve doğurulmuş değildir ve hiç kimse ona denk olamaz. Ne kendisi yarattıklarından herhangi birisine, ne de yarattıklarından herhangi bir şey, kendisine benzer. Başı olmayan geçmişte ve sonu olmayan gelecekte daima adlarıyla, zatî ve fiilî sıfatlarıyladır (lem yezel ve lâ yüzâl).
Zatının sıfatları: Hayat, kudret, ilim, kelâm, semi', basar, iradedir.
Fiilinin sıfatları da: Tahlîk, inşa, ibda', sun' ve diğer iş sıfatlarıdır. Allah bu sıfatlarından ve adlarından ezelde ve ebedde ayrılmaz ve kendisine sonradan bir sıfat veya isim hâdis olmaz. O ezelden beri daima ilmi ile âlimdir. İlim onun kadîm ve ezelî sıfatıdır. Daima kudreti ile kadirdir. Kudret ezelde Allah'ın sıfatıdır. Kelâmı ile mütekellimdir. Kelâm ezelde sıfatıdır. Yaratması ile yaratıcıdır ve yaratmak O'nun ezelî sıfatıdır. İşi ile işleyicidir ve fiil ezelde O'nun sıfatı olup fail Allah'tır, fiili ezelî sıfatıdır; mef'ul ise mahlûktur. Allah'ın fiili ise gayr-ı mahlûktur. Allah'ın sıfatları ezelde vardır, hâdis değildir, mahlûk da değildir. Bu sıfatlar mahlûktur veya hâdistir diyenler veya hiçbir hüküm vermeyenler veya şekk [şüphe] edenler Allah'a küfretmiş olurlar.
Kur'an mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş, dillerle okunmakta ve Hz. Peygamber'e indirilmiş olan Allah kelâmıdır. Bizim Kur'an'ı lâfızlandırmamız211 mahlûk, yazmamız ve okumamız mahlûk, Kur'an ise gayr-ı mahlûktur. Allah'ın Kur'an'da Musa'dan ve diğer peygamberlerden, Firavun'dan ve İblis'ten hikâye suretiyle zikrettiği şeylerin hepsi onlardan ihbar olarak Allah kelâmıdır. Allah kelâmı mahlûk değil, Musa'nın ve diğer mahlûkların kelâmları ise mahlûktur ve Kur'an Allah'ın kelâmı olup kadîmdir. Onların kelâmı değildir. Musa aleyhisselâm Allah kelâmını işitmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah, "Allah Musa'ya söz söyledi." buyurmuştur. Fakat Musa daha tekellüm etmiş olmadan, Allah ezelde tekellüm etmiş bulunuyordu ve halkı yaratmadan evvel de ezelde muhakkak ki hâlik idi. Vakta ki Musa'ya söz söyledi, O kelâmı, ezelde, kendisinin sıfatı olan kelâmı ile söyledi.
Allah'ın bütün sıfatları, mahlûk olanların sıfatlarından büsbütün başkadır. Onun ilmi, bizim bilmemiz gibi, kudreti bizim kudretimiz gibi, görmesi bizim eşyayı görmemiz gibi değildir.212 O bizim kelâmımız gibi olmayarak tekellüm eder. Biz âletlerle, harflerle konuşuruz, Allah ise harfsiz ve âletsiz mütekellimdir. Harfler mahlûk, Allah kelâmı ise gayr-ı mahlûktur. Allah "şey"dir, lâkin bizim bildiğimiz şeyler gibi değil. "Şey" sabit mânâsına; cisim, cevher ve araz olmaksızın sabit, mahiyeti tarif edilmeyen, benzeri, eşi, ortağı bulunmayan "var" mânâsınadır.
Allah'ın yed'i, vechi ve nefsi vardır. Nitekim Kur'an'da Cenab-ı Allah böyle zikretmiştir. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği vech, yed, nefs tabirlerinin her biri, Allah'ın keyfiyetsiz sıfatlarıdır. Allah'ın eli, Allah'ın kudreti veya nimeti mânâsınadır denilemez.213 Zira bu söz, sıfatları iptal etmek olur. Bu ise Ehl-i kaderin ve İtizalin sözüdür.214 Binaenaleyh, Allah'ın eli, Allah'ın bilâkeyf bir sıfatı, gazabı ve rızâsı da yine Allah'ın keyfiyetsiz sıfatıdır, denir.
Allah, eşyayı şeysiz (var olanları yoktan) yarattı ve eşyayı var olmadan önce ezelde biliyordu. Eşyayı takdir ve kaza eden de O'dur. Dünyada ve âhirette hiçbir şey yoktur ki, O'nun meşiyyeti, ilmi, kazası, kaderi ve levh-i mahfuz'da yazması ile olmasın. Lâkin Allah'ın levh'deki yazısı, eşyanın vasıfları ile olup, hüküm sureti ile değildir. Kaza, kader ve meşiyyet Allah'ın ezeldeki keyfiyetsiz sıfatlarındandır.215
Allah, yok olan bir şeyi, yokluk hâlinde iken, yok bilir ve onu var ettiği zaman onun nasıl var olacağını da bilir. Var olanı, varlığı hâlinde, var bilir ve onun nasıl fânî olacağını da bilir. Allah, ayakta duranı, ayakta durduğu hâlde, ayakta; oturanı da, oturduğu hâlde, oturur bilir ve bunu kendi ilminde hiçbir değişiklik olmadan veya kendisine yeniden bir ilim hâdis olmadan bilir. Değişiklik ve ayrılık mahlûklara göre hâdis olmaktadır.216
Allah halkı yarattığı zaman onları küfürden ve imandan hâlî olarak yarattı. Sonra onlara hitap ile emirler ve nehiyler verince, kâfir olan kendi fiili ile kâfir oldu. Onun bu inkârı ve bilerek hakkı kabul etmemesi, Allah'ın onu zelil etmesi iledir. Mümin olan da kendi fiili ile iman etti. Onun ikrarı ve tasdiki Allah'ın muvaffak kılması ve ona yardımı iledir.
Allah, Âdem'in zürriyetini onun sulbünden türetti ve onları akıl sahibi kıldı. Sonra hepsine hitapla imanı emredip küfrü nehyetti. Bunlar Allah'ın Rab olduğunu ikrar ettiler. Bu ikrar onların imanıdır. Hepsi bu fıtrat üzerine doğarlar, bundan sonra kâfir olan fıtratını tebdil ve tağyir etmiş [değiştirmiş], iman edip tasdik eden de, ikrar ve fıtratı üzerine sebat etmiş ve devam etmiş olur.217
Allah, halktan hiçbirini küfre veya imana cebretmemiş, onları mümin veya kâfir yaratmış olmayıp eşhas olarak yaratmıştır.218
İman ve küfür kişinin fiilidir. Allah kâfir olanı, kâfir oldukça kâfir bilir. Kâfir ken iman edince, iman hâlinde, mümin bilir. Ona muhabbet eder ve bu, Allah'ın ilminde ve sıfatında hiçbir değişiklik yapmış olmaz.
Kişinin hareket ve sükûndan ibaret olan bütün fiilleri, hakikatte kendinin kesbidir. Allah ise bu fiillerin hâlikıdır. Bunların hepsi Allah'ın meşiyyeti [iradesi], ilmi, kazası ve kaderi iledir.
Kişiye işlemesi vacip olan taatların hepsi Allah'ın emri, muhabbeti, rızâsı, ilmi, meşiyyeti, kazası ve takdiri iledir. Kötülüklerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve meşiyyeti iledir; muhabbeti, rızâsı ve emri ile değildir.
Peygamberlerin hepsi, küçük büyük günahlardan, küfürden ve kötülüklerden korunmuşlardır. Ancak bunların bazılarından zelle [sürçme] ve hata vukua gelmiştir. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgilisi, vekili, kulu, resûlü, habercisi, seçilmişi ve paklanmışıdır. Asla putlara ibadet etmemiş ve Allah'a, göz açıp kapayacak kadar şirk koşmamıştır; küçük ve büyük günah da asla işlememiştir.
Peygamberlerden sonra, insanların efdali Ebû Bekir es-Sıddık, sonra Ömerü'l-Faruk ibn-i Hattab, sonra Osman Zinnureyn ibn-i Affan, sonra Aliyyü'l-Murtezâ ibn-i Ebû Talib'dir. Allah cümlesinden razı olsun. Hepsi hak üzerine ve hak ile sabit ve âbiddirler. Biz hepsini sever, tevelli ederiz. Ashabdan hiçbirini hayırdan başka bir şeyle anmayız.
Hiçbir Müslümanı işlediği günahtan dolayı, o günah büyük olsa da, ona helâldir demedikçe tekfir etmeyiz ve ondan mümin adını kaldırmayız ve onu hakikatte mümin sayarız. Bir müminin kâfir olmayarak fâsık olması caizdir.
İki mest üzerine mesh, sünnettir. Ramazan aylarının gecelerinde teravih, sünnettir. Sâlih olsun fâcir olsun, her müminin arkasında namaz kılmak caizdir. Mümine günahları zarar vermez demiyoruz. Mümin Cehenneme girmez de demiyoruz. Dünyadan mümin olarak çıktıktan sonra, fâsık olsa dahi, kişi Cehennemde muhalled [ebedî] kalacak da demiyoruz. Mürcie'nin dedikleri gibi, müminin iyilikleri kabul edilir, kötülükleri mağfiret edilir de demiyoruz. Biz şuna kailiz: Bir kimse iyiliği, ifsat edici ayıplardan sâlim olarak bütün şartları ile işler ve onu, dünyadan çıkıncaya kadar küfretmek, mürted olmak ve kötü ahlâk işlemek suretiyle bozmazsa, Allah onun iyiliğini zayi etmez ve sevaplandırır. Şirk koşmak ve küfretmekten gayri günahlardan işleyip de tövbe etmeden mümin olarak ölen kimse ise, Allah'ın meşiyyetindedir. Allah dilerse onu ateşte azaplandırır, dilerse affeder ve ona asla Cehennemde azap etmez.
Riya, herhangi bir işe karışırsa, amelin sevabını iptal eder. Ucb [kibir, gurur] da böyledir.
Peygamberlerin mucizeleri vardır. Evliyanın kerametleri doğrudur. Şeytan, Firavun ve Deccal gibi Allah'ın düşmanlarında zuhura gelen ve haberlerde olduğu ve olacağı rivayet edilen şeylere biz mucize ve keramet demeyiz. Bunlara, (kaza-i hâcât) işleri görmek deriz. Zira Allah, düşmanlarının dileklerini (derece derece arttırarak) ve onlara ukubet olsun diye ve bununla gururlanarak fenalıklarını ve küfürlerini artırsınlar diye yerine getirir. Bunların hepsi caiz ve mümkündür.
Allah halk etmeden evvel hâlik ve rızk vermeden evvel râzıktır.219 Allah âhirette görülür. Müminler Cennette oldukları hâlde başlarındaki gözleriyle Allah'ı keyfiyetsiz ve teşbihsiz olarak ve Allah'la halk arasında mesafe olmadan görürler.
İman, ikrar ve tasdiktir. Yerde ve gökte olanların imanı, inanılacaklara inanmak bakımından, artıp eksilmez. Şu kadar ki, yakîn hasıl etmek ve tasdik etmek bakımından artar ve eksilir. Müminler iman ve tevhid bakımından birbirine müsavîdirler; amel bakımından birbirinden ayrılırlar.
İslâm, Allah'ın emirlerine boyun eğmek ve teslim olmaktır. Lûgat bakımında iman ile İslâm arasında fark vardır. Lâkin iman, İslâmsız ve İslâm, imansız olamaz; bunlar iç ve dış gibidir. Din ise, imana ve İslâm'a ve bütün şeriatlara veriler addır.
Biz Allah'ı hakk-ı marifetle, Kur'an-ı Kerim'de kendini bütün sıfatları ile vasıflandırdığı gibi biliriz. Hiç kimse Allah'a (kemâ hüve ehlun lehu) gerektiği derecede, hakkıyla ibadet etmeye muktedir olamaz. Lâkin kişi, Allah'ın emri ile, Kitabının ve Resûlünün sünneti ile emrettiği kadar, ibadet eder.
Müminlerin hepsi marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rızâ, havf, recâ ve iman hususlarında müsavîdirler, imandan ve yukarıda sayılanlardan maada ne varsa, hepsi hususunda birbirinden farklıdırlar.220
Allah kullarına karşı lütufkârdır. Adaleti yerine getirir. Lütuf olarak, dilerse, insana istihkakından kat kat fazlasını sevap olarak verir; dilerse, adl olarak, günahından dolayı azap eder; dilerse onu da fazl ve kereminden affeder.
Peygamberlerin şefaat etmeleri haktır. Peygamber'imizin günahkâr müminlere ve bunlardan büyük günah işlemeleri yüzünden azaba istihkak etmiş olanlara şefaat etmesi, hak ve sabittir.
Kıyamet gününde amellerin terazi ile tartılacağı haktır. Peygamber'in havzı olduğu da haktır. İki hasmın arasında kıyamet gününde sevaplarla ödeşme haktır. Eğer sevapları yoksa günahlarından eksiltilme, hak ve caizdir.
Cennet ve Cehennem bugün mahlûkturlar. Ebediyen fânî olmayacaklardır.
Huriler ebediyen ölmeyecek, Allah'ın azabı veya sevabı hiçbir zaman fânî olmayacaktır.
Allah, dilediğini faziletiyle hidayet eder, dilediğini de adliyle idlâl eder. Allah'ın idlâli hızlânı demektir. Hızlânın mânâsı ise, Allah'ın razı olduğu bir şeye kulunu muvaffak kılmamasıdır. Bu Allah'ın adlidir. Mahzûl olana mâsiyetten [itaatsizliğinden, isyanından] dolayı ukûbet [ceza] vermesi de böyledir.
Şeytan, mümin olan bir kimsenin imanını zorla giderir demek caiz değildir. Lâkin kişi imanını kendisi terk ederse, bu suretle şeytan da ondan imanı selbeder, deriz.
Münkir ve Nekir'in kabir sorusu haktır ve olacaktır. Kabirde ruhun cesede geri gelmesi ve kabrin, bütün kâfirlere ve müminlerden âsi olanların bazılarına azap vermesi, hak ve caizdir.
Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Arapça'dan başka bir dil ile tabir etmeleri caizdir. Teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak Türkçe "Tanrı'nın yüzü" denir. Yalnız Farsça "Dest-i Hüdâ" veya Türkçe, "Tanrı'nın eli" demek caiz değildir.221
Allah'ın insana karîb [yakın] olması, âsi olanlardan baîd [uzak] olması,mesafenin uzunluğu ve kısalığı mânâsına değildir. Allah'ın ikramı ve tezlîl etmesi mânâsına da değildir.222 İtaatli olan, keyfiyetsiz olarak Allah'a karîb, âsi olan da keyfiyetsiz olarak Allah'tan baîd olur. Yakınlık, uzaklık, önde olmak, bunlar, Allah'a yalvaranlar için kullanılır. Bunun gibi Cennette, Allah'ın civarında bulunmak ve Allah'ın önünde (beyne yedeyhi) durmak da keyfiyetsiz olan yan ve ön demektir.
Kur'an, Allah'ın Resûlü'ne (Allah ona salât ve selâm etsin) indirilmiştir ve mushaflarda yazılmıştır. Allah'ın kelâmı olmak bakımından Kur'an âyetlerinin hepsi, üstünlük ve yükseklik hususlarında eşittirler. Şu var ki, Âyetü'l-kürsî gibi bazı âyetlerde hem zikir ve ibare fazileti, hem de mezkûr [anılan, zikredilen (yani Allah)] ve mânâ fazileti vardır. Zira bu âyette anlatılan konu, Allah'ın celâli, azameti ve sıfatlarıdır. Binaenaleyh, hem ifade fazileti, hem de muhteva fazileti olmak üzere iki fazilet toplanmıştır. Bazı âyetlerde ise, yalnız Kur'an ibaresi olmak fazileti vardır. Kâfirlere ait kıssalarda olduğu gibi ki, bu gibi âyetlerde zikredilen kâfirlerin bir fazileti yoktur. Allah'ın sıfatları da üstünlük ve yükseklik hususlarında müsavîdir. Aralarında fark yoktur.223
Peygamber'imiz Muhammed Mustafa Hazretleri'nin anası ve babası küfür üzerine ölmüş (değil)lerdir. Amcası Ebû Talib kâfir olarak ölmüştür. Fâtıma, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Zeynep, bunların hepsi Peygamber'in kızlarıdır.224
Bir insan akaid ilminin inceliklerinden bir mesele karşısında irkilirse, bir âlim bulup müşkülünü halledinceye kadar, o kimsenin, o anda bu meselenin Allah indinde doğrusu ne ise ona itikat etmesi gerektir. Aramayı tehir etmesine cevaz yoktur. Bir meselede tevakkuf ederse mazur olamaz. Eğer tevakkuf ederse kâfir olur.225
Miraç hakkındaki haber haktır. Bunu reddetmek bid'at ve dalâlettir.226
Deccal'ın, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkacağı, güneşin batıdan doğacağı ve İsa Peygamber'in gökten ineceği ve sair kıyamet alâmetleri hakkında sahih haberler227 vârid olduğuna göre, bunlar da sabit olur. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd, Hazret-i Muhammed'e, âl ve Ashabına, hepsine salât ve selâm olsun. Amin.228
--
209 "Fıkh-ı Ekber" adı altında İmam-ı Âzam'dan rivayet edilen iki kitap vardır. Birincisi Fıkh-ı Ekber dediğimiz bu nüshadır; ikincisi Fıkh-ı Ekber-i Ebsat veya sadece Fıkh-ı Ebsat adını taşımaktadır. İmam Ebû Mansûr Mâturidî'nin gördüğü ve şerh ettiği Fıkh-ı Ekber, ikinci nüshadır ki, Belhli Fakîh Nusayr ibn-i Yahya tarafından, Belhli Ebû Mûti' Hakem bin Abdullah'tan işiterek naklettiği ve İmam-ı Âzam'a Ebû Mûti'nin akaid hususunda sorduğu suallerin cevaplarından ibarettir. Bu nüshanın yazmaları İstanbul'daki kütüphanelerde vardır. Taş basması ile de basılmıştır.
Birinci Fıkh-ı Ekber ise çok yerde basılmış ve birçok kimse tarafından şerh edilmiştir. Bizim burada tercümeye esas tuttuğumuz nüsha, Mustafa Âşir rivayeti ile gelen ve tercümede görüldüğü vechiyle İmam-ı Âzam'ın oğlu Hammad ve talebesinden Mukatil ile İsâm tarafından nakledilmiş olan nüshadır. Kitabın bu ananeli rivayeti, yalnız İstanbul'da taş basma baskısındadır. Şerhlerde ve Hint basmalarında sened yoktur. Mamafih, metin tercüme edilirken İstanbul'da basılmış olan Aliyyü'l-Kârî'nin ve Ebû'l-Müntehâ'mn şerhlerindeki metinler, Haydarâbâd'da basılmış olan metin ve yine Haydarâbâd'da basılmış Ebû'l-Müntehâ'nın metin ve şerhi, Rusya'da basılan Ebû'l-Müntehâ Şerhi üzerine Muhtasaru'l-Me'âl adlı eserdeki metinler karşılaştırılmıştır.
210 Tevhidin kökü tabiri ile müellif, Allah'ın birliğinden bahseden tevhid ilmindeki meselelerin dayandığı esası, itikadın temeli tabiriyle de, inanıp bağlandığımız İslâm akîdeleri çatısının üzerine bina edilmiş olduğu temeli kastetmiştir.
211 "Lâfızlandırmamız", sözü Kur'an'ın mahiyetinde nazmın dahil olmadığını ifade eder.Mâturidî Akîdesi adlı eserde geçen, "Kur'an Arabî de değildir, Süryanî'de" sözü buradanalınmış olsa gerek. Ancak Kur'an'ı bizim lâfızlandırmamız sözü, vahy-i metlûv vetenzil akîdeleriyle nasıl telif edilir, bunun üzerinde ayrıca durulacaktır.
212 Zira Allah'ın ilmi, ilm-i huzurîdir. İlmin husulü için fikir ve nazara, keşf ve iktisaba
ihtiyacı yoktur. Huzurî ilimde, ilim ile malûm birdir ve ilim malûma tâbi değildir. Allah'ın
ilmi, zaman ve mekân yok iken vardır ve ezelîdir. Malûm, zaman çerçevesine girince, imkân ve hudûs âlemine dahil olur. İlm-i huzurî, ilim ile mâlumun zaman ve mekân kayıtları dışında ayniyyeti ve sübûtu demektir ki, buna ilm-i ezelî, bir bakımdan da levh-i mahfuz denir. Sıfat-ı ezelîye olan kelâmullahın, hudûs âlemine taallûku vahiy ve tenzildir. Zaman ile kayıtlanınca melfûz olur. Sıfat-ı ezelîye olan takdir-i ilâhînin mukadderata taallûku ve mukadderatın ezel âleminden hudûs âlemine "kün"emri ile geçiş meselelerini aynı esas dairesinde düşünmek gerek.
213 İmam Mâturidî akîdesinde yed, vech, nefs sıfatlarının kudret mânâsına olduğu tasrihedilmektedir.
214 Kaderiyye mezhebi, kaderi kabul edenler demek değildir; bu, kaderi kabul etmeyen ve insanın hürriyete sahip olduğunu kabul eden mezheptir. Bunlar Mu'tezile'den evvel meydana çıkmışlardır. Mu'tezile kâmilen Kaderiyye'den olduğu gibi, Şia-i İmamiyye mezhebi de, hattâ denebilir ki, Mâturidîler de Kaderiyye'dendirler. Daha sonraları Kaderiyye ve Mu'tezile, aynı mânâda kullanılmışlardır.
215 İleride Selef’in kader hakkındaki akîdesini izah ederken, bu söze dayanarak, bunlara göre kişi bâtında mukadderata tâbi, zâhirde ihtiyar sahibidir, diyeceğiz.
216 Çünkü mahlûklar kendileri gibi her şeyi zaman ve mekân çerçevesi içinde idrak ederler ve zamanın ve mekânın değişmesi ile onlara teğayyür ve ihtilâf görünür. Halbuki Allah'ın ilmi ezelî olduğu için, bu gibi kayıtlardan âzâdedir. Orada ilim bir, malûmat müteaddittir.
217 Burada, "Hepsi ikrar ettiler." ve "Bu fıtrat üzerine doğarlar." deniliyor. Yukarıki fıkrada ise imandan ve küfürden hâli olarak yaratıldılar. Kâfir ve mümin kendi fiilleri ile kâfir veya mümin oldular, deniyor. Fikrimce bu ikinci fikra metne sonradan ilâve edilmiştir.
218 Eşhas veya şahıs, insanın kalıbı veya mekânı işgal eden şekli ve bu şeklin gölgesi değil, gölge veren bünyesi ve görünüşüdür. İnsanın bu görünüşü, kendine mahsus vasıfları ile şahıs vasıflarından hâlî olarak kadavrasıdır; şemsin gölgesi görünüşte olursa zili [gölge], zihinde olursa hayaldir. Şahsiyet kelimesi bu asıldan gelir. Burada, şahsiyet teşekkül etmeden evvelki durum kastedilmiştir.
219 Bu ibare buraya sonradan eklenmiş olsa gerek, çünkü yukarıda geçmiştir. Allah, fiilden evvel fiilî sıfatlarla muttasıf [sıfatlanmış] mıdır? Zat sıfatları, zat ile beraber bulunur. Amma fiil tahakkuk etmeden fail olmak ve fiil ile vasıflanmak nasıl olur deyip, fiilî sıfatların hudûsuna [sonradan olduğuna] kail olanları burada bir kere daha reddetmek gibi bir maksat güdülmüş olabilir. Fakat, yukarıda iki yerde geçmiştir.
220 Bu tercümeye göre, müminler Allah'a iman ve Allah'ı bilmek, ona yakîn hasıl etmek, tevekkül etmek, havf ve recâda bulunmak gibi vicdanî hususlarda birbirinden farklı olmazlar; fakat bunlardan gayrı, amellere, ibadetlere ve ahlâka dair olan hususlarda birbirinden fazla olabilirler demek olur ki, bu suretle ibare, yukarıki fıkranın izahı ve tafsili mahiyetinde olur. Aliyyü'1-Kârî, Şerh'inde bu ibarenin ilk kısmını bizim gibi takrir etmektedir. Ebû'l-Müntehâ'nın Şerh'inde ve onun Sıdkı'l-Müğni ve Hülâsatü'l-Meâl adlı şerhlerinde ise bu ibare başka türlü anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Ebû'l-Müntehâ'nın nüshasında metin (Ve'l-İman fi zâlike ve yetefâvetûne fimâ dûne'l-iman fi zâlike küllihi) şeklindedir. Aliyyü'l-Kârî'ye ait elimizdeki nüshanın metninde ise, (Ve'l-imanü ve yetefâvetûne fimâ dûne'l-iman ve fi zâlike küllihi) şeklindedir. Ankara Umumî Kütüphanesindeki yazma nüshalarda, birisinde birinci (fi zâlike) yoktur; diğerlerinde vardır. Kazan'da basılan nüshada da (fi zâlike) olmadığını Hülâsatü'l-Meâl yazıyor ve (fi zâlike) olduğuna göre Ebû'l-Müntehâ'nın anlayışı doğrudur, diyor. Ben ise birinci (fi zâlike) ibaresi yanlıştır ve nüshada olmamak lâzımdır, onun devamı ise (ve yetefâvetûne fimâ düne zâlike küllihi) olmak icab eder, fikrindeyim. Aliyyü'l-Kârî'de ibarenin ikinci kısmı böyle olmadığı hâlde, müşkilât içinde mânâyı bizim dediğimiz gibi vermek zorunda kalmıştır. İstanbul'da taş basmasıyla basılmış olan İmam-ı Âzam'ın Vasiyet ve Risaleleri mecmuasındaki Fıkh-ı Ekber metninde ibare, (ve'l imanu ve yetefâvetûne fimâ düne'l-imani mine'l- a'mâli fi zâlike küllihi) şeklindedir. Bu ibare tashih görmüş olacaktır. Bu takdirde mânâ doğrudur. İbarede rekâket kalır.
221 Bu sözüyle İmam-ı Âzam, her millette Allah için kullanılması örfen kabul edilmiş olan esma ve sıfatı kendi dillerince tabir etmelerini, örfte kullanılmayan veya Allah’a yaraşmaz bir sıfat ilham eden kelimelerin ise istimalinin caiz olmadığını açıklıyor. Bundan esma-i ilâhiyyenin tevkifî olmadığı, her isim ve sıfatın tercüme edilmesinin caiz olduğu ve her şeyde lâfza değil mânâya itibar edildiği mânâları çıkar. Ancak, bu tabirlerin hüsn-i kabul ve örfe dayanmaları şart olur. Eş'arîler, sıfat ve esma-i ilâhiyye tevkifîdir, derler. Fakat Eş'arîlerden Kadı Ebû Bekir ve Mu'tezile'nin çoğu, akıl eğer bu sıfat veya isim manâsıyla Allah'ın elkabını [lâkablarını] tecviz ediyorsa, caizdir derler; Hanefî ve Mâturidîler de bunu kabul etmişlerdir.
Kerrâmîler'e gelince, Allah'ı tecsim ettikleri için, teşbih olsa da, keyfiyet ifade etse de, mutlak olarak Allah'ın beşerî âza ve sıfat ile adlandırılması onlara göre caizdir. Âlimlerin bazıları Allah'ı tavsif caizdir, tesmiye caiz değildir demişlerdir. Bunu, Mercanî kabul etmiyor. O, menât-ı hüküm ve mısdâk-ı amel muktazî [gerekli] olmuştur; şerh vârid olmadıkça bir sıfatın sübutu bilinemez diyor ki, mugalâtadır. Çünkü mesele yeni bir ad meselesi değildir, tercüme meselesidir. Kaldı ki, yeni adlar da Arapça olarakda takılmıştır. Vacibu'l-vücud veya mevcut ve hattâ tekvîn veya mükevvin gibi.
222 Bu ibare İstanbul taş basmasına göre tercüme edilmiştir. Aliyyü'l-Kârî'nin elindeki; nüshada böyledir. Ebû'l-Müntehâ'nın elindeki ve Hint basmalarındaki nüshalar farklıdır. Onlarda ibare:'"Allah'ın karîb ve baîd olması, mesafenin uzun-kısa olması bakımından değildir. Allah'ın ikramı ve tezlil etmesi mânâsınadır." şeklindedir. Bu takdirde İmam-ı Âzam, kurb [yakınlık] ve bu'd [uzaklık], Allah için tasavvur olunmaz. Zira Allah'ın sıfatlarında değişiklik olmaz, demektedir. Şu hâlde bunu İmam, "Kurb ve bû'd Allah'a dua edene göredir, ibadeti ile Allah'a keyfiyetsiz olarak yaklaşmış ve isyanı ile keyfıyetsiz olarak Allah'tan uzaklaşmış", mânâsına almıştır. Gerçi Kur'an-ı Kerim'de: "Nahnu akrabu ileyhi", "fe innî karîbun" âyetlerinde yakınlık sıfatı Allah'a izafe edilmiştir. Fakat bu yakınlık insanın yaklaşması bakımındandır. Zira kurb, iki tarafın yaklaşması ile olur. "Ben onlara yakınım" sözü, "Kullarımın yaklaşması ile, onların ibadetleri ve sadakatlarıyla bana yaklaşmalarıyla yakınım", demektir. Bu ise te'vil ve tefsir değil, kelimenin bünyesinin iktizasıdır. Bu suretle âyet müteşâbih olmaktan çıkmaz.
223 Kur'an-ı Kerim'de Fâtiha Sûresi, İhlâs Sûresi, Âyetü'l-kürsî ve Haşr Sûresi'ndeki esma-i hüsna âyetleri hakkında Hz. Peygamber'den rivayet edilmiş olan bazı hassalar ve vasıflar vardır ki, bu âyetler okunurken insan vecde gelir, tüyleri ürperir ve hakikaten hâşi' ve mutasaddî' olur. Vahdâniyete, âhirete ve dualara dair âyetler de böyledir; bunlar imana dair olanlardır. Bir de ahkâm ve şeriata müteallik âyetler vardır. Bunlar ta'limî mahiyettedir. Bir de kıssalar ve müşriklerin ahvaline bakıp ibretlere ve peygamberlere dair haberler vardır. Bunlar ibret levhalarıdır. Ayrıca amele, ahlâka ve ibadete dair olanlar vardır ki, insanın kemalini ve terbiyesini istihdaf eder. Müteşâbih olan âyetlerle muhkem olan âyetler arasındaki farka ise, bizzat Kur'an-ı Kerim işaret etmektedir. Fesâhat ve belâgat bakımından âyetler arasında fark olduğunu söyleyenler de vardır.
Allah'ın esma ve sıfatından "Rabbü'l-âlemîn", "lehü mâ fissemâvâti ve'l-ard", "mâliki yevmiddin", "lemyekün lehu küfüven ehad", "âlimü'l-gaybi ve'ş-şahadet" sıfatlarının gönüllere tesiri ise, diğer sıfatlardan daha azimdir. Hâlik, samed, kayyum, kuddûs, rahmân, gafur ve kibriya sıfatları da insana dehşet vermektedir. Bunların yanında Allah'ın ferd, mülk, hayy, beka, kıdem gibi ta'limî mahiyette olan sıfatları da vardır. Kaadir, hâdî, âlim, rahim gibi sıfatları ise insanlara da ıtlak olunur.
Allah'ın bazı sıfatları ise, insanların fiilinden neşet etmiştir. Meselâ, mezkûr, mescûd veya ma'bud, meşkûr gibi. Bu, bu sıfatların bizim ef’al ve ibadetlerimizin müstahabbına izafe edildiğini ifade eder.
Allah lâfzına gelince, buna ism-i âzam denir. Zatullahın ismidir ve bütün sıfat-ı ilâhiyyenin mânâlarını câmi olduğu [içine aldığı] gibi, bütün esma-i ilâhîyenin en has olanıdır ve bu isim hakikaten ve mecazen başkasına ıtlak edilemez. Binaenaleyh, İmam'ın dediği gibi, bu sıfatlar arasında mahiyet bakımından azamet ve fazl farkı olamaz. Amma tesir bakımından hattâ tazammun ve şumül bakımından, fark zaten ispat edilmiş bulunmaktadır. Aksi takdirde esma ve sıfatın taaddüt ve teksirinin hikmeti kalmazdı. Nitekim Hz. Peygamber'den ism-i âzamın faziletine dair hadîs rivayet edilmiş ve bu esasa binaen Âyetü'l-kürsî'nin, adının da ifade ettiği gibi, bazı âyetlerden efdal olduğu kabul edilmiştir. Esasen bu bahislerden maksat, Kur'an âyetlerine ve esma-i ilâhîyeye hürmeti telkindir. Hürmeti baki kalmak şartı ile, insanın anlayış farkına diyecek olmaz.
Ebû Mansûr Mâturidî'nin ve bütün Semerkant ve Buhara Türk müctehidlerinin bu gibi meselelerdeki reyi de sorulmak gerektir. Çünkü bunlara göre hü-sün ve kubhu müdrik olan akıldır ve bu suretle kişi Allah'a karşı ve kullara karşı nasıl hareket etmek lâzım ise onu duyarak ve kanaatıyla vucûben ve iktifâen öyle yapar. Bunların insana ilim, kudret, irade ve hürriyet tanımalarının hikmeti de budur.
224 Biz buradaki tercümede yine İstanbul taş basması nüshayı esas aldık. Bu kitabın kenarında, "Kitabın râvîsi olan Mustafa Âşir, Halveti Şeyhi Mustafa Çerkeşî'den şunu naklediyor: Şerif Murtazâ, Tatarların Bağdad'ı tahriplerinden evvel temin ettiği kadîm bir Fıkh-ı Ekber nüshasında Peygamber'in anasının babasının küfür üzerine ölmediklerinin yazılmış olduğunu Mısır ulemasına ve Şâfiîlere göstermiş olduğunu ve Ebû'I-Müntehâ'nın nüshasında nefy edatı olan (mâ) edatının düşmüş bulunduğunu işbat etmiştir. Bunun üzerine Kahire ulemâsı İmam-ı Âzam Hazretleri'ne sövüp saymaktan vazgeçmişler. Sonra şeyhim Mustafa ilâve ediyor: Şu hâlde Peygamber'in ana ve babasının dirilip Peygamber'e iman ettiklerine dair olan hadîsin faydası nedir denecek olursa, bu, onların ümmet-i Muhammed'den olmaları içindir deriz", diyor. Bu nüshada metin, bu rivayete göre tashih edilmiştir. İstanbul tabı Fıkh-ı Ekber'in Ebû'l-Müntehâ Şerhi'nde ise, ibare Peygamber'in ebeveyni küfür üzerine ölmüşlerdir, şeklindedir. Ebû'l-Müntehâ'nın Hint baskısında bu ibare yoktur, bunun yerine Kasım, Tahir ve İbrahim Peygamber'in oğullarıdır, ibaresi vardır. Diğer Haydarâbâd baskısı Fıkh-ı Ekber metninde de ibare böyledir. Bu tablarda bu söz, bir edep meselesi telâkki edilerek çıkarılmış olsa gerek. Halbuki Ebû'l-Müntehâ bu sözü kitabına almıştır ve şerh etmeden, bir mütalâa beyan etmeden geçmiştir. Çünkü bu meseleyi bilmek ve bilmemek, kabul etmek ve etmemek hususlarının hiçbir kıymeti yok. Kaldı ki Aliyyü'l-Kârî'nin şerhinde ve metin nüshasında, "Peygamber'in ebeveyni kâfir olarak öldüler, Resûlullah ise iman üzerine öldü", sözleri var.
Bu iki sözden ikincisini Aliyyü'1-Kârî bir nüsha olarak kaydettikten sonra, eğer bu sözü İmam'ın söylediği doğru ise, bu, peygamberlerin önünde sonunda imanlı olduklarına işaret olup peygamberlerden gayrı evliya ve ulemanın akıbetleri kestirilemez demektir, diyor. Peygamber'in ebeveyninin küfür üzerine öldüğü sözü üzerinde ise ısrar ediyor. Buna dair müstakil bir risale yazdığını ve bu babda Suyutî'nin risalelerini reddederek, kitap, sünnet ve ümmet delilleri ile bunu ispatladığını ilâve ediyor ve bundan dolayı İmam-ı Âzam'a ta'n edilmesini, Cehm ibn-i Safvân'ın Kur'an'dan istivâ âyetini kaldırmak istemesine benzetiyor. Halbuki bu sözlere asla mahal yoktur. Çünkü Peygamber'in anası ve babası Müslümanlıktan önce öldüklerine göre, Peygamber 'in diğer ecdadı gibi bunlar da Din-i Hanîf olan İbrahim dininde ölmüşlerdir ve bunlara, bu itibarla tahir [temiz] ve Müslim denir. İslâm ananesinde Peygamber'in anası ve babasına bir nur intikal ettiği rivayet edilmektedir. Bu sebeple bazı ulemâ, bu söz İmam-ı Âzam'ın Fıkh-ı Ekber'ine din düşmanları tarafından sokulmuştur, demişlerdir. Gerçi İmam-ı Âzam'ın bu babdaki eserlerine sonradan bazı fıkralar ilâve edildiği anlaşılıyor. Lâkin, ana-babasıyla ilgili ibareden sonra, "Peygamber'in amcası Ebû Talib kafir olarak ölmüştür", denmektedir. Bu söz, üst tarafta Peygamber'in ebeveyni küfür üzerine ölmemiştir fıkrasının varlığını, önceki hükmün menfî olmasını, icap ettirir. Yoksa "ve keza ammuhu Ebû Talib" demek kâfi olurdu. Ebû Talib'in küfür üzerine öldüğüne dair fıkra Haydarâbâd baskılarında yoktur. Ebû'l-Müntehâ'nın İstanbul ve Kazan nüshalarında ve Aliyyü'1-Kârî şerh ve metninde vardır. Bizim taş basması nüshamızda da yoktur. İhtimal İmam-ı Âzam zamanında Peygamber'in iman ile öldüğüne sened var mıdır, oğulları çocuk iken, mükellef olmadan ölmüşler, anası babası da iman etmemiştir gibi sözler söylenmiş ve amcası Ebû Talib ise Alevîler ve Şiîler tarafından müminlerden daha muhterem tutulmuştur. Bu durum karşısında İmam, hakikati beyan mecburiyetinde kalmıştır. Nitekim Alevîlerin bazı nefeslerinde Ebû Talib, bir veliden daha büyük mevkide tutulmakta ve Ebû Talib küfür üzerine öldü diyenleri münkir sıfatıyla vasıflandırmaktadırlar. Keza Şiîlerden bir kısmı, bir iki münafıka uyarak, Hazret-i Ayşe'ye kazf [zina isnat] etmekte ve Fatımîler devrinde Mısır sokaklarında Ayşe'ye ve zevcine lânet edilmiş olduğu tarihî kayıtlarda görülmektedir. Bunların ard niyetli olanlarından bazılarının Peygamber'in ölümüne yakın bir devirde Hazret-i Ali'yi imamete tansis etmemesine kızarak, Hazret-i Muhammed'in son nefesinde imanına dair söz söylemeleri de hesaba alınabilir. Bazı Alevî miraciyelerinde, Hazret-i Muhammed'in Miraç gecesi yalvararak Ali'nin huzuruna kabul edildiği, bazı nefeslerde ise Cebrail'in peygamberliği yanlış olarak Muhammed'e verdiği yazılıdır. Bunlar, Hazret-i Peygamber'in diğer bazı zevcelerine de isnadlarda bulunmaktadırlar. Safiye hakkındaki imalar ve Zeynep hâdisesini büyütmeler, bu nevidendir. İmam-ı Âzam burada, Peygamber ailesi hakkındaki sözleri cevaplandırdığı hâlde zevcelerinden bahsetmemiştir. Akaide dair vasiyetinde ise Hazret-i Ayşe'nin bütün kadınlardan efdal olduğunu ve Rafızîlerin isnadlarından beri olduğunu kaydediyor. Herhalde Ebû Hanîfe buradaki sözleri ile, zamanında cereyan eden hâdiseleri cevaplandırmak istemiş olacak. Yoksa bütün bu münakaşalar ve sözler lüzumsuzdur. Yalnız bizim için ibret vericidir ve tarihte ne gibi hâdiselerin geçmiş olduğunu ve böyle boş şeyler yüzünden ne hâle düşüldüğünü gösterir. Nüsha farklarını göstermek bakımından durumu tasvire ve sözü uzatmaya mecbur olduğumuz için üzüntü duymaktayız.
225 İmam-ı Âzam'a göre mukallidin imanı caiz ve ilm-i icmalî imanda kâfidir. "Allah indinde doğrusu ne ise inandım", sözü bu ilm-i icmalîyi ve taklidî imanı ifade eder. Fakat iman esaslarına dair olan şüpheleri izale ve bu esasları yakînen bilmek farzdır. Biz tercümede, "Akaid ilminin inceliklerinden" dedik. Asıl ibare, "İlm-i tevhid meselelerinden", şeklindedir ki, bu tabirden Kelime-i tevhid'in kastedildiğini anlamak muvafık olur. Kelime-i tevhid ise, "Allah vardır, birdir ve Muhammed O'nun kulu ve Resûlüdür", esasından ibarettir. Diğer meselelerde tevakkuf, farzı yerine getirmemek olur. İmam'a göre küfrü mucip olmamak lâzımdır.
226 Miraç, merdiven demektir ve üç basamağı vardır. Birinci basamak, "isrâ" hâdisesidir.Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadardır ve bu, âyetle sabittir. İkinci basamak,"semaya urûc [çıkma] "tur. Bu babdaki hadîs şöhret derecesine varmıştır. Münkiri,kâfir olmaz, bid'at ehli olmakla vasıflandırılır. Bu Mirac'ın, "ziyade ale'n-nass" olduğuda söylenebilir. Çünkü Allah habibini göğe alsaydı, Kur'an'da isrâyı söylediği hâldeMirac'ı söylememesinde bir vecih kalmazdı. Allah'ın kimden korkusu vardır ki, bunusaklasın. Üçüncü basamak Peygamber'in semadan öteye çıkmış olmasıdır. Bu babdahadîs, haber-i vâhid kabilindendir. Bunu reddeden bid'at ehli de sayılmaz. Mirac'ınnereye kadar olduğu da muhtelefun fih [üzerinde uyuşma olmayan bir mesele] dir.Cennete kadar, arşa kadar ve daha ötesine diyenler vardır. Aliyyü'1-Kârî, isrâ'dan sonraki semâya kadar olan merhaleye dair hadîs de, rivayeten ve dirayeten zan ifade eder,demektedir. Nitekim Ashabdan bazıları ve Hazret-i Ayşe, Miraç hâdisesine rüyadır,demişlerdir.
227 Burada Ebû Hanîfe, kıyamet alâmetlerinden dördünü ele almıştır. Bunlar hakkındaKur'an-ı Kerim'de bir nas veya zâhir ve müteşâbih bir âyet yok ise de, bazı âyetlerintefsirinden bunlara dair bazı işaretler çıkarılmıştır. Mushafların yeryüzünden kalkacağına ve hattâ insanların hafızalarından kaldırılacağına ve Mehdî akidesine dair ise,Kur'an âyetlerinde te'vile müsait bir ima ve işaret yoktur. Bu sebeple, metinde bunlarhakkında, "Sahih haberler vârid olduğuna göre" denilmiştir. Bu babda mevcut hadîslere gelince, bunlar rivayeten ve delâleten ma'lûldür. Taftâzânî, Şerh-i Makâsıd'da buhadîsler için her ne kadar haber-i vâhid iseler de, heyet-i umumîyesi, bir esasın
mevcut olduğuna bizi imana sevk eder, diyor. Bu takdirde Kur'an-ı Kerim'de eşrât-ı saattenve kıyametten bahis vardır. Bunlara Ebû Hanîfe'nin de burada "vesaire" diyerek işaretettiği gibi, mücmelen iman kâfidir. Şu hâlde tafsile, Deccal çıkacak, Mehdî dirilecekdiye tasrihe lüzum yoktur. Mehdî akidesi, "imam-ı ma'sum" akîdesinin fer'i gibi görünmektedir. Bu babda gereken akîde, kıyamete ve eşrât-ı saate, Kur'an-ı Kerim'deolduğu gibi, mücmel iman ile teferruattan ve tafsilâttan kaçınmaktır. Hazret-i Peygamber'e sormuşlar, "Eşrât-ı saat nedir?" Şu cevabı vermiştir: "Sorulan, sorandan fazla bir şey bilmez." Bu hadîs meşhurdur ve sahih olarak kabul edilir. Şu hâlde kıyamet alâmetlerini biz bilmeyiz. Yalnız, "Kıyamete inanırız", demek, Peygamber'in yoludur.
228 Tercümesi, 15 Ocak, 1952 tarihinde yapılmıştır.
Basralı Yusuf Semtî'ye Vasiyeti
Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm
Bu risale, İmam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin şakirdi Hâlid ibn-i Ömer oğlu Basralı Yusuf Semtî'ye tavsiyesidir.
Yusuf Semtî, vatanı Basra'ya gitmek için üstadından izin istediği zaman, Ebû Hanîfe ona,
"Hayır, ben sana insanların birbiri ile muaşeretleri ve ilim sahiplerinin mertebeleri hakkında, nefis terbiyesi, halka karşı yapılacak muamele (siyaset-i râiye), hususî ve umumî riyazet meseleleri ve ammeye müteallik hâdiseleri (halkın işlerini) araştırma yolu üzerinde gerekli öğütleri vereceğim, bunları almadıkça gitme, bu bilgilerle gidecek olursan, bunlar sana salâhiyet veren bir âlet, seni ziynetlendiren bir kuvvet olur ve seni kimse kötüleyemez... Malûmdur ki, insanlarla geçinme hususunda hırçın olursan, anan baban olsalar da, hepsi sana düşman olurlar. Amma onlara tatlılıkla muamele edersen, yabancılardan olsalar dahi, sana akraba gibi olurlar. Bunun için bir müddet sabret, işlerimden kurtulayım, biraz da hazılanayım,194 sana bazı şeyler tarif ederim. Yolunca gider ve beni şükranla anarsın. Tevfik Allah'tandır." dedi.
Bir müddet sonra, zamanı gelince de besmele ile söze başlayarak,195 "Ben" dedi, "Şimdi seninle beraber imişim gibi, içinde yapmaya karar verdiğin şeyleri birer birer görüyorum: Basra'ya girdin, sana muhalif olanlarla mübahaseye ve onların delillerini bozmaya başladın, kendini onlardan üstün tuttun196 ve onların önünde bildiğini şerh ve izah ettin, sonra da onlarla bir arada bulunmak ve muaşeret etmekten ruhun daralmaya başladı, sen onları terk ettin, onlar da seni terk ettiler, sen onları dalâlete nisbet ettin, onlar da seni bid'at ve dalâlete nisbet ettiler. Bu işin lekesi hem size, hem bize bulaşır ve nihayet sen kaçmaya ve onlardan ayrılmaya mecbur kalırsın, bu ise işe yaraşır bir hareket tarzı değildir. Allah tarafından selâmet kapısı açılıncaya kadar, insan müdârâ edilmesi [dost gibi görünmesi] gereken yerlerde idarecilik yapmazsa [vaziyeti idare edecek şekilde hareket etmezse] akıllı sayılmaz."
Yusuf Semtî diyor ki; "Hakikaten ben Ebû Hanîfe'nin tasviratındaki durumda idim."
O, sözüne şöyle devam etti:
"Basra'ya girdiğin zaman halk seni karşılar, ziyaretine gelir, sana kıymet verirler, sen de onların her birine değer ver, şeref sahibine ikram et, ilim erbabına ta'zim et, ihtiyarları saygıla, gençleri taltif et, halka ve ticarethanelere yaklaş, hayırseverlerle dost ol. Sultanı ve adamlarını hakir görme ve onlara karşı iyi muamele yapmakta kusur etme. Sırrını kimseye söyleme, mihnetli zamanda tecrübe etmediğin kimsenin arkadaşlığına güvenme, düşkün ve nekes kimselerle hizmetleşme. Zâhirde sana hücuma vesile olacak sözleri söyleme, hele sefihler yanında fikir alışverişinden sakın! Onların davetlerine gitme, hediyelerini kabul etme. İdarecilikten, sabır ve tahammülden, iyi huyluluk ve geniş yüreklilikten asla ayrılma!
Daima iyi ve yeni elbise giyin. Çok çok iyi kokular sürün, toplantıları yakın yakın zamanlarda yap. Fakat kabul gün ve saatlerin belli olmalıdır.
Kendi hususî işlerini197 görmek için muayyen bir yer ayır, terbiye etmek ve yetiştirmek198 işinde kendini diğerlerinden öne al, bu senin mevkiini pekiştirir ve heybetini artırır. Namazlarına devam et. Yemek ikramını esirgeme. Zira hiçbir zaman cimri, iktidâ [örnek] olamaz. Kendi içine kıvrıl (kendini açığa vurma veya gösteriş yapma). İnsanların hayırlıları seni tanır, bir kötülüğe muttali olursan, düzeltmeye çalış; bir düzenliğe muttali olursan bu işe rağbeti ve hizmeti artır. Seni ziyaret edeni de, etmeyeni de ziyarete çalış. Sana iyilik edene de, kötülük edene de, iyilik yap! Affet ve iyiliği emret, faydasız şeyleri bilmezlikten gel. Kendine eziyet verecek şeyleri terk et.199 Hakları yerine getirmek hususunda acele et. Kardeşlerinden biri hastalanınca bizzat onu yoklamaya git, habercilerle hatırını sor. Gözden ırak olanları unutma, hâllerini öğrenmeye çalış, senden uzak kalanlar olursa sen onlardan uzak kalma, senden ayrı düşen akrabanı ara bul.200 Sana gelene ikram et!
Sana kötülük edeni affet! Hakkında kötülük söyleyen kimseye iyilik ile cevap ver. Bir kimsenin yakınlarından biri ölürse, onun hukukunu yerine getir. Bir genişliğe nâil olan kimseyi kutla! Başına felâket geleni de ta'ziye et, içine sıkıntı düşen kimsenin elemine ortak ol.201 Senden işlerinden birinde uzak durmak isteyenden uzak dur. Yardım isteyene yardım et, imdat isteyene imdat ver. Gücün yettiği kadar halka sevgi göster, selâmını kimseden esirgeme, kötü bir cemaat dahi olsa...
Bir mecliste başkaları ile toplandığınız veya mescidde diğerleri ile bir araya geldiğiniz zaman, arada birtakım meseleler açılır, senin bildiklerin hilâfına mübahese cereyan ederse,202 muhalefet izhar etmeye kalkma. Eğer senden bir şey sorarlarsa, oradakilerin bildiği tarzda cevap verirsin, sonra da bu meselede diğer bir mütalâa var, o da şöyledir, delili de böyledir dersin. Sözlerini anlayınca kıymetini ve değerini takdir ederler. "Bu mütalâa kimin reyidir." diyeceklerdir; ulemadan birinin cevabını verirsin. Fikirleri senin dediklerine yatışır, kendileri de sana alışırsa, kıymetini anlarlar ve dereceni yükseltirler, o zaman sana muhalif olanların her birine, nazarlarını çekecek ilmî açıklamada bulunursun, onlar da gerekli dersi almış olurlar. Yaptığın açıklama ince ve derin olmamalı, basit ve celî [açık seçik] olmalıdır. Onlarla bazen lâtife şeklinde afakî konuşmalısın; bu, muhabbeti çeker ve ilim sohbetine devamı temin eder. Bazen onlara yemek yedirmelisin, bir şeye ihtiyaçları olursa onu temin edersin, onların kıymetli taraflarını gör, hatalarını bilmezlikten gel!
Daima rıfk [tatlılık] ve mülâyemetle ve müsamaha ile muamele et. Hiçbirine göğsünün daraldığını ve sıkıldığını ihzar etme. Onlardan biri gibi ol! Ve her birine kendine muamelen nasılsa, öyle muamele et, kendi nefsin için neden hoşlanırsan, onlar için de onlardan hoşlan.
Seni dinlemeyeni sen dinle, sana teklif etmedikleri bir şeyi, sen de onlara teklif etme. Onlar kendileri için neye razı olurlarsa, sen de onlar için onlardan razı ol. İyi niyetini öne geçir. Sadakati kullan, kibri at, gadretmekten sakın, onlar sana gadretseler dahi emaneti yerine ver. Onlar sana hıyanet etmiş olsalar dahi sözünden ayrılma, takvaya sarıl, diğer dinlerin sâlikleri seninle nasıl muaşeret ederlerse, sen de onlarla öyle muaşeret et.
Eğer bu vasiyetimi tutarsan, umarım ki selâmete ulaşır ve rahat yaşarsın."203
Ebû Hanîfe sonra, "Sizin mufârakatiniz [ayrılmanız] bana hüzün veriyor. Allah selâmet versin." dedi ve sözü sona erdi.204
---
194 Bir nüshada "himmetimi toplayayım", diğer nüshada "zimmetimi toplayayım" şeklinde yazılmıştır.
195 Diğer nüshada "besmele" yoktur.
196 Diğer nüshada "üstün tuttun" sözleri bulunmuyor.
197 Bir nüshada "Kendi ahvâlini, çoluk çocuğunun ve düzeninin işlerini", başka bir nüshada "havâyicini" [gerekli şeylerini] şeklinde yazılmıştır.
198 Taş basması nüshada "takdîmihim" yazılmış; yanlış olacak, doğrusu "takvîmihim" olması gerekir.
199 "Hadleri", nüsha.
200 "Senden gizleneni", nüsha.
201 "Teveccüh", nüsha; "terciatla", nüsha.
202 "Bahse dalarlarsa"; nüsha, "muhâdara" yaparlarsa.
203 Diğer nüshada bu, "Vasiyeti tutarsan necat bulursun" şeklinde yazılmıştır.
204 Bu fıkra yazma nüshadadır. Bu yazma nüsha, Hüsâmüddin Fahrüddin adında biri tarafından 21 Şaban 798 tarihinde yazılmıştır. Bu nüshada, "Semtî" adı, "Semnî" veya"Semtinî" gibi değişik şekiller altında yazılmıştır.
Prof.Dr. Yusuf Ziya YÖRÜKAN – İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler adlı kitabından
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammad ve talebesinden Mukatil ile İsâm tarafından rivayet edilen Fıkh-ı Ekber'dir.
Âlemlerin sahibi Allah'a hamd, Peygamber'imiz Hz. Muhammed'e, âl ve Ashabının hepsine salât olsun.
Allah'ın yardımı ile bu Fıkh-ı Ekber'i şeyhim ve üstadım, Şeyh Hüseyin bin Muhammed el-Haymî el-Basrî'den, o da şeyhi Ebû Süleyman Musa bin Ferhad eş-Şehrezûrî el-Basrî'den, o da icazet suretiyle Burhan İbrahim bin Hasan el-Kûranî ve Medenî'den, Şeyh Safiyüddin bin Ahmed en-Nakkaşî'den, Ebû'l-Mevahib Ahmed bin Ali eş-Şetâvî ve Medenî'den, Abdurrahman bin Abdülkadir'den, Hafız İzzüddin bin Abdu'l-Aziz bin Siracüddin Ömer bin Muhammed bin Fehd Mekkî'den, dedesi Takıyüddin bin Muhammed bin Fehd Mekkî'den, Şerefüddin Abdurrahim el-Cerhî es-Sıddıkî'den, Ekmelüddin Muhammed bin Mahmud el-Bâbertî'den, İmam Kıvâmüddin Muhammed bin el-Kâki el-Buhârî'den, İmam Alâaddin Abdu'l-Aziz bin Muhammed el-Buhârî'den, İmam Hafızüddin Muhammed bin Muhammed el-Buhârî'den, İmam Şemsü'l-Eimme Muhammed bin Abdüssettar el-Kerderî'den, Hidâye sahibi İmam Burhanüddin Ebû'l-Hasan el-Merginânî'den, İmam Ziyaüddin Muhammed bin Hasan en-Nusûkî'den, imam Alâaddin Ebû Bekir Muhammed bin Ahmed es-Semerkandî'den, İmam Seyfü'l-hak Ebû'l-Mu’in Meymûn bin Muhammed el-Mekhul en-Nesefî'den, İmam Ebû Abdullah el-Fazl Hüseyin bin Hüseyin el-Kaşgarî'den, İmam Ebû Mâlik Nasran bin Nasr el-Hattelî'den, İmam Ebû'l-Hasan Ali bin Hüseyin el-Gazalî'den, İmam Ebû'l-Hüseyn Ali bin Ahmed el-Farisî'den, İmam Fakîh Nusayr bin Yahya el-Belhî'den, İmam Mukatil bin Hayyan el-Belhî'den, İmam Ebû Usame Isâm bin Yusuf el-Belhî'den ve İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin oğlu Hammad'dan (Allah hepsinden razı olsun).
Bu üç zatın her biri İmam-ı Âzam'ın Fıkh-ı Ekber'de şunları söylediğini rivayet ettiler:
Tevhidin kökü, itikadın temeli210 olarak, her mükellefin, Allah'a, meleklerine kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmenin olduğuna, kadere, hayrın-ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesaba, mizana, Cennet ve Cehenneme inandım bunların hepsi haktır, demesi vaciptir.
Allah teâlâ, sayı bakımından değil de, ortağı yok mânâsına birdir. Doğmuş ve doğurulmuş değildir ve hiç kimse ona denk olamaz. Ne kendisi yarattıklarından herhangi birisine, ne de yarattıklarından herhangi bir şey, kendisine benzer. Başı olmayan geçmişte ve sonu olmayan gelecekte daima adlarıyla, zatî ve fiilî sıfatlarıyladır (lem yezel ve lâ yüzâl).
Zatının sıfatları: Hayat, kudret, ilim, kelâm, semi', basar, iradedir.
Fiilinin sıfatları da: Tahlîk, inşa, ibda', sun' ve diğer iş sıfatlarıdır. Allah bu sıfatlarından ve adlarından ezelde ve ebedde ayrılmaz ve kendisine sonradan bir sıfat veya isim hâdis olmaz. O ezelden beri daima ilmi ile âlimdir. İlim onun kadîm ve ezelî sıfatıdır. Daima kudreti ile kadirdir. Kudret ezelde Allah'ın sıfatıdır. Kelâmı ile mütekellimdir. Kelâm ezelde sıfatıdır. Yaratması ile yaratıcıdır ve yaratmak O'nun ezelî sıfatıdır. İşi ile işleyicidir ve fiil ezelde O'nun sıfatı olup fail Allah'tır, fiili ezelî sıfatıdır; mef'ul ise mahlûktur. Allah'ın fiili ise gayr-ı mahlûktur. Allah'ın sıfatları ezelde vardır, hâdis değildir, mahlûk da değildir. Bu sıfatlar mahlûktur veya hâdistir diyenler veya hiçbir hüküm vermeyenler veya şekk [şüphe] edenler Allah'a küfretmiş olurlar.
Kur'an mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş, dillerle okunmakta ve Hz. Peygamber'e indirilmiş olan Allah kelâmıdır. Bizim Kur'an'ı lâfızlandırmamız211 mahlûk, yazmamız ve okumamız mahlûk, Kur'an ise gayr-ı mahlûktur. Allah'ın Kur'an'da Musa'dan ve diğer peygamberlerden, Firavun'dan ve İblis'ten hikâye suretiyle zikrettiği şeylerin hepsi onlardan ihbar olarak Allah kelâmıdır. Allah kelâmı mahlûk değil, Musa'nın ve diğer mahlûkların kelâmları ise mahlûktur ve Kur'an Allah'ın kelâmı olup kadîmdir. Onların kelâmı değildir. Musa aleyhisselâm Allah kelâmını işitmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah, "Allah Musa'ya söz söyledi." buyurmuştur. Fakat Musa daha tekellüm etmiş olmadan, Allah ezelde tekellüm etmiş bulunuyordu ve halkı yaratmadan evvel de ezelde muhakkak ki hâlik idi. Vakta ki Musa'ya söz söyledi, O kelâmı, ezelde, kendisinin sıfatı olan kelâmı ile söyledi.
Allah'ın bütün sıfatları, mahlûk olanların sıfatlarından büsbütün başkadır. Onun ilmi, bizim bilmemiz gibi, kudreti bizim kudretimiz gibi, görmesi bizim eşyayı görmemiz gibi değildir.212 O bizim kelâmımız gibi olmayarak tekellüm eder. Biz âletlerle, harflerle konuşuruz, Allah ise harfsiz ve âletsiz mütekellimdir. Harfler mahlûk, Allah kelâmı ise gayr-ı mahlûktur. Allah "şey"dir, lâkin bizim bildiğimiz şeyler gibi değil. "Şey" sabit mânâsına; cisim, cevher ve araz olmaksızın sabit, mahiyeti tarif edilmeyen, benzeri, eşi, ortağı bulunmayan "var" mânâsınadır.
Allah'ın yed'i, vechi ve nefsi vardır. Nitekim Kur'an'da Cenab-ı Allah böyle zikretmiştir. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği vech, yed, nefs tabirlerinin her biri, Allah'ın keyfiyetsiz sıfatlarıdır. Allah'ın eli, Allah'ın kudreti veya nimeti mânâsınadır denilemez.213 Zira bu söz, sıfatları iptal etmek olur. Bu ise Ehl-i kaderin ve İtizalin sözüdür.214 Binaenaleyh, Allah'ın eli, Allah'ın bilâkeyf bir sıfatı, gazabı ve rızâsı da yine Allah'ın keyfiyetsiz sıfatıdır, denir.
Allah, eşyayı şeysiz (var olanları yoktan) yarattı ve eşyayı var olmadan önce ezelde biliyordu. Eşyayı takdir ve kaza eden de O'dur. Dünyada ve âhirette hiçbir şey yoktur ki, O'nun meşiyyeti, ilmi, kazası, kaderi ve levh-i mahfuz'da yazması ile olmasın. Lâkin Allah'ın levh'deki yazısı, eşyanın vasıfları ile olup, hüküm sureti ile değildir. Kaza, kader ve meşiyyet Allah'ın ezeldeki keyfiyetsiz sıfatlarındandır.215
Allah, yok olan bir şeyi, yokluk hâlinde iken, yok bilir ve onu var ettiği zaman onun nasıl var olacağını da bilir. Var olanı, varlığı hâlinde, var bilir ve onun nasıl fânî olacağını da bilir. Allah, ayakta duranı, ayakta durduğu hâlde, ayakta; oturanı da, oturduğu hâlde, oturur bilir ve bunu kendi ilminde hiçbir değişiklik olmadan veya kendisine yeniden bir ilim hâdis olmadan bilir. Değişiklik ve ayrılık mahlûklara göre hâdis olmaktadır.216
Allah halkı yarattığı zaman onları küfürden ve imandan hâlî olarak yarattı. Sonra onlara hitap ile emirler ve nehiyler verince, kâfir olan kendi fiili ile kâfir oldu. Onun bu inkârı ve bilerek hakkı kabul etmemesi, Allah'ın onu zelil etmesi iledir. Mümin olan da kendi fiili ile iman etti. Onun ikrarı ve tasdiki Allah'ın muvaffak kılması ve ona yardımı iledir.
Allah, Âdem'in zürriyetini onun sulbünden türetti ve onları akıl sahibi kıldı. Sonra hepsine hitapla imanı emredip küfrü nehyetti. Bunlar Allah'ın Rab olduğunu ikrar ettiler. Bu ikrar onların imanıdır. Hepsi bu fıtrat üzerine doğarlar, bundan sonra kâfir olan fıtratını tebdil ve tağyir etmiş [değiştirmiş], iman edip tasdik eden de, ikrar ve fıtratı üzerine sebat etmiş ve devam etmiş olur.217
Allah, halktan hiçbirini küfre veya imana cebretmemiş, onları mümin veya kâfir yaratmış olmayıp eşhas olarak yaratmıştır.218
İman ve küfür kişinin fiilidir. Allah kâfir olanı, kâfir oldukça kâfir bilir. Kâfir ken iman edince, iman hâlinde, mümin bilir. Ona muhabbet eder ve bu, Allah'ın ilminde ve sıfatında hiçbir değişiklik yapmış olmaz.
Kişinin hareket ve sükûndan ibaret olan bütün fiilleri, hakikatte kendinin kesbidir. Allah ise bu fiillerin hâlikıdır. Bunların hepsi Allah'ın meşiyyeti [iradesi], ilmi, kazası ve kaderi iledir.
Kişiye işlemesi vacip olan taatların hepsi Allah'ın emri, muhabbeti, rızâsı, ilmi, meşiyyeti, kazası ve takdiri iledir. Kötülüklerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve meşiyyeti iledir; muhabbeti, rızâsı ve emri ile değildir.
Peygamberlerin hepsi, küçük büyük günahlardan, küfürden ve kötülüklerden korunmuşlardır. Ancak bunların bazılarından zelle [sürçme] ve hata vukua gelmiştir. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgilisi, vekili, kulu, resûlü, habercisi, seçilmişi ve paklanmışıdır. Asla putlara ibadet etmemiş ve Allah'a, göz açıp kapayacak kadar şirk koşmamıştır; küçük ve büyük günah da asla işlememiştir.
Peygamberlerden sonra, insanların efdali Ebû Bekir es-Sıddık, sonra Ömerü'l-Faruk ibn-i Hattab, sonra Osman Zinnureyn ibn-i Affan, sonra Aliyyü'l-Murtezâ ibn-i Ebû Talib'dir. Allah cümlesinden razı olsun. Hepsi hak üzerine ve hak ile sabit ve âbiddirler. Biz hepsini sever, tevelli ederiz. Ashabdan hiçbirini hayırdan başka bir şeyle anmayız.
Hiçbir Müslümanı işlediği günahtan dolayı, o günah büyük olsa da, ona helâldir demedikçe tekfir etmeyiz ve ondan mümin adını kaldırmayız ve onu hakikatte mümin sayarız. Bir müminin kâfir olmayarak fâsık olması caizdir.
İki mest üzerine mesh, sünnettir. Ramazan aylarının gecelerinde teravih, sünnettir. Sâlih olsun fâcir olsun, her müminin arkasında namaz kılmak caizdir. Mümine günahları zarar vermez demiyoruz. Mümin Cehenneme girmez de demiyoruz. Dünyadan mümin olarak çıktıktan sonra, fâsık olsa dahi, kişi Cehennemde muhalled [ebedî] kalacak da demiyoruz. Mürcie'nin dedikleri gibi, müminin iyilikleri kabul edilir, kötülükleri mağfiret edilir de demiyoruz. Biz şuna kailiz: Bir kimse iyiliği, ifsat edici ayıplardan sâlim olarak bütün şartları ile işler ve onu, dünyadan çıkıncaya kadar küfretmek, mürted olmak ve kötü ahlâk işlemek suretiyle bozmazsa, Allah onun iyiliğini zayi etmez ve sevaplandırır. Şirk koşmak ve küfretmekten gayri günahlardan işleyip de tövbe etmeden mümin olarak ölen kimse ise, Allah'ın meşiyyetindedir. Allah dilerse onu ateşte azaplandırır, dilerse affeder ve ona asla Cehennemde azap etmez.
Riya, herhangi bir işe karışırsa, amelin sevabını iptal eder. Ucb [kibir, gurur] da böyledir.
Peygamberlerin mucizeleri vardır. Evliyanın kerametleri doğrudur. Şeytan, Firavun ve Deccal gibi Allah'ın düşmanlarında zuhura gelen ve haberlerde olduğu ve olacağı rivayet edilen şeylere biz mucize ve keramet demeyiz. Bunlara, (kaza-i hâcât) işleri görmek deriz. Zira Allah, düşmanlarının dileklerini (derece derece arttırarak) ve onlara ukubet olsun diye ve bununla gururlanarak fenalıklarını ve küfürlerini artırsınlar diye yerine getirir. Bunların hepsi caiz ve mümkündür.
Allah halk etmeden evvel hâlik ve rızk vermeden evvel râzıktır.219 Allah âhirette görülür. Müminler Cennette oldukları hâlde başlarındaki gözleriyle Allah'ı keyfiyetsiz ve teşbihsiz olarak ve Allah'la halk arasında mesafe olmadan görürler.
İman, ikrar ve tasdiktir. Yerde ve gökte olanların imanı, inanılacaklara inanmak bakımından, artıp eksilmez. Şu kadar ki, yakîn hasıl etmek ve tasdik etmek bakımından artar ve eksilir. Müminler iman ve tevhid bakımından birbirine müsavîdirler; amel bakımından birbirinden ayrılırlar.
İslâm, Allah'ın emirlerine boyun eğmek ve teslim olmaktır. Lûgat bakımında iman ile İslâm arasında fark vardır. Lâkin iman, İslâmsız ve İslâm, imansız olamaz; bunlar iç ve dış gibidir. Din ise, imana ve İslâm'a ve bütün şeriatlara veriler addır.
Biz Allah'ı hakk-ı marifetle, Kur'an-ı Kerim'de kendini bütün sıfatları ile vasıflandırdığı gibi biliriz. Hiç kimse Allah'a (kemâ hüve ehlun lehu) gerektiği derecede, hakkıyla ibadet etmeye muktedir olamaz. Lâkin kişi, Allah'ın emri ile, Kitabının ve Resûlünün sünneti ile emrettiği kadar, ibadet eder.
Müminlerin hepsi marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rızâ, havf, recâ ve iman hususlarında müsavîdirler, imandan ve yukarıda sayılanlardan maada ne varsa, hepsi hususunda birbirinden farklıdırlar.220
Allah kullarına karşı lütufkârdır. Adaleti yerine getirir. Lütuf olarak, dilerse, insana istihkakından kat kat fazlasını sevap olarak verir; dilerse, adl olarak, günahından dolayı azap eder; dilerse onu da fazl ve kereminden affeder.
Peygamberlerin şefaat etmeleri haktır. Peygamber'imizin günahkâr müminlere ve bunlardan büyük günah işlemeleri yüzünden azaba istihkak etmiş olanlara şefaat etmesi, hak ve sabittir.
Kıyamet gününde amellerin terazi ile tartılacağı haktır. Peygamber'in havzı olduğu da haktır. İki hasmın arasında kıyamet gününde sevaplarla ödeşme haktır. Eğer sevapları yoksa günahlarından eksiltilme, hak ve caizdir.
Cennet ve Cehennem bugün mahlûkturlar. Ebediyen fânî olmayacaklardır.
Huriler ebediyen ölmeyecek, Allah'ın azabı veya sevabı hiçbir zaman fânî olmayacaktır.
Allah, dilediğini faziletiyle hidayet eder, dilediğini de adliyle idlâl eder. Allah'ın idlâli hızlânı demektir. Hızlânın mânâsı ise, Allah'ın razı olduğu bir şeye kulunu muvaffak kılmamasıdır. Bu Allah'ın adlidir. Mahzûl olana mâsiyetten [itaatsizliğinden, isyanından] dolayı ukûbet [ceza] vermesi de böyledir.
Şeytan, mümin olan bir kimsenin imanını zorla giderir demek caiz değildir. Lâkin kişi imanını kendisi terk ederse, bu suretle şeytan da ondan imanı selbeder, deriz.
Münkir ve Nekir'in kabir sorusu haktır ve olacaktır. Kabirde ruhun cesede geri gelmesi ve kabrin, bütün kâfirlere ve müminlerden âsi olanların bazılarına azap vermesi, hak ve caizdir.
Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Arapça'dan başka bir dil ile tabir etmeleri caizdir. Teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak Türkçe "Tanrı'nın yüzü" denir. Yalnız Farsça "Dest-i Hüdâ" veya Türkçe, "Tanrı'nın eli" demek caiz değildir.221
Allah'ın insana karîb [yakın] olması, âsi olanlardan baîd [uzak] olması,mesafenin uzunluğu ve kısalığı mânâsına değildir. Allah'ın ikramı ve tezlîl etmesi mânâsına da değildir.222 İtaatli olan, keyfiyetsiz olarak Allah'a karîb, âsi olan da keyfiyetsiz olarak Allah'tan baîd olur. Yakınlık, uzaklık, önde olmak, bunlar, Allah'a yalvaranlar için kullanılır. Bunun gibi Cennette, Allah'ın civarında bulunmak ve Allah'ın önünde (beyne yedeyhi) durmak da keyfiyetsiz olan yan ve ön demektir.
Kur'an, Allah'ın Resûlü'ne (Allah ona salât ve selâm etsin) indirilmiştir ve mushaflarda yazılmıştır. Allah'ın kelâmı olmak bakımından Kur'an âyetlerinin hepsi, üstünlük ve yükseklik hususlarında eşittirler. Şu var ki, Âyetü'l-kürsî gibi bazı âyetlerde hem zikir ve ibare fazileti, hem de mezkûr [anılan, zikredilen (yani Allah)] ve mânâ fazileti vardır. Zira bu âyette anlatılan konu, Allah'ın celâli, azameti ve sıfatlarıdır. Binaenaleyh, hem ifade fazileti, hem de muhteva fazileti olmak üzere iki fazilet toplanmıştır. Bazı âyetlerde ise, yalnız Kur'an ibaresi olmak fazileti vardır. Kâfirlere ait kıssalarda olduğu gibi ki, bu gibi âyetlerde zikredilen kâfirlerin bir fazileti yoktur. Allah'ın sıfatları da üstünlük ve yükseklik hususlarında müsavîdir. Aralarında fark yoktur.223
Peygamber'imiz Muhammed Mustafa Hazretleri'nin anası ve babası küfür üzerine ölmüş (değil)lerdir. Amcası Ebû Talib kâfir olarak ölmüştür. Fâtıma, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Zeynep, bunların hepsi Peygamber'in kızlarıdır.224
Bir insan akaid ilminin inceliklerinden bir mesele karşısında irkilirse, bir âlim bulup müşkülünü halledinceye kadar, o kimsenin, o anda bu meselenin Allah indinde doğrusu ne ise ona itikat etmesi gerektir. Aramayı tehir etmesine cevaz yoktur. Bir meselede tevakkuf ederse mazur olamaz. Eğer tevakkuf ederse kâfir olur.225
Miraç hakkındaki haber haktır. Bunu reddetmek bid'at ve dalâlettir.226
Deccal'ın, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkacağı, güneşin batıdan doğacağı ve İsa Peygamber'in gökten ineceği ve sair kıyamet alâmetleri hakkında sahih haberler227 vârid olduğuna göre, bunlar da sabit olur. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd, Hazret-i Muhammed'e, âl ve Ashabına, hepsine salât ve selâm olsun. Amin.228
--
209 "Fıkh-ı Ekber" adı altında İmam-ı Âzam'dan rivayet edilen iki kitap vardır. Birincisi Fıkh-ı Ekber dediğimiz bu nüshadır; ikincisi Fıkh-ı Ekber-i Ebsat veya sadece Fıkh-ı Ebsat adını taşımaktadır. İmam Ebû Mansûr Mâturidî'nin gördüğü ve şerh ettiği Fıkh-ı Ekber, ikinci nüshadır ki, Belhli Fakîh Nusayr ibn-i Yahya tarafından, Belhli Ebû Mûti' Hakem bin Abdullah'tan işiterek naklettiği ve İmam-ı Âzam'a Ebû Mûti'nin akaid hususunda sorduğu suallerin cevaplarından ibarettir. Bu nüshanın yazmaları İstanbul'daki kütüphanelerde vardır. Taş basması ile de basılmıştır.
Birinci Fıkh-ı Ekber ise çok yerde basılmış ve birçok kimse tarafından şerh edilmiştir. Bizim burada tercümeye esas tuttuğumuz nüsha, Mustafa Âşir rivayeti ile gelen ve tercümede görüldüğü vechiyle İmam-ı Âzam'ın oğlu Hammad ve talebesinden Mukatil ile İsâm tarafından nakledilmiş olan nüshadır. Kitabın bu ananeli rivayeti, yalnız İstanbul'da taş basma baskısındadır. Şerhlerde ve Hint basmalarında sened yoktur. Mamafih, metin tercüme edilirken İstanbul'da basılmış olan Aliyyü'l-Kârî'nin ve Ebû'l-Müntehâ'mn şerhlerindeki metinler, Haydarâbâd'da basılmış olan metin ve yine Haydarâbâd'da basılmış Ebû'l-Müntehâ'nın metin ve şerhi, Rusya'da basılan Ebû'l-Müntehâ Şerhi üzerine Muhtasaru'l-Me'âl adlı eserdeki metinler karşılaştırılmıştır.
210 Tevhidin kökü tabiri ile müellif, Allah'ın birliğinden bahseden tevhid ilmindeki meselelerin dayandığı esası, itikadın temeli tabiriyle de, inanıp bağlandığımız İslâm akîdeleri çatısının üzerine bina edilmiş olduğu temeli kastetmiştir.
211 "Lâfızlandırmamız", sözü Kur'an'ın mahiyetinde nazmın dahil olmadığını ifade eder.Mâturidî Akîdesi adlı eserde geçen, "Kur'an Arabî de değildir, Süryanî'de" sözü buradanalınmış olsa gerek. Ancak Kur'an'ı bizim lâfızlandırmamız sözü, vahy-i metlûv vetenzil akîdeleriyle nasıl telif edilir, bunun üzerinde ayrıca durulacaktır.
212 Zira Allah'ın ilmi, ilm-i huzurîdir. İlmin husulü için fikir ve nazara, keşf ve iktisaba
ihtiyacı yoktur. Huzurî ilimde, ilim ile malûm birdir ve ilim malûma tâbi değildir. Allah'ın
ilmi, zaman ve mekân yok iken vardır ve ezelîdir. Malûm, zaman çerçevesine girince, imkân ve hudûs âlemine dahil olur. İlm-i huzurî, ilim ile mâlumun zaman ve mekân kayıtları dışında ayniyyeti ve sübûtu demektir ki, buna ilm-i ezelî, bir bakımdan da levh-i mahfuz denir. Sıfat-ı ezelîye olan kelâmullahın, hudûs âlemine taallûku vahiy ve tenzildir. Zaman ile kayıtlanınca melfûz olur. Sıfat-ı ezelîye olan takdir-i ilâhînin mukadderata taallûku ve mukadderatın ezel âleminden hudûs âlemine "kün"emri ile geçiş meselelerini aynı esas dairesinde düşünmek gerek.
213 İmam Mâturidî akîdesinde yed, vech, nefs sıfatlarının kudret mânâsına olduğu tasrihedilmektedir.
214 Kaderiyye mezhebi, kaderi kabul edenler demek değildir; bu, kaderi kabul etmeyen ve insanın hürriyete sahip olduğunu kabul eden mezheptir. Bunlar Mu'tezile'den evvel meydana çıkmışlardır. Mu'tezile kâmilen Kaderiyye'den olduğu gibi, Şia-i İmamiyye mezhebi de, hattâ denebilir ki, Mâturidîler de Kaderiyye'dendirler. Daha sonraları Kaderiyye ve Mu'tezile, aynı mânâda kullanılmışlardır.
215 İleride Selef’in kader hakkındaki akîdesini izah ederken, bu söze dayanarak, bunlara göre kişi bâtında mukadderata tâbi, zâhirde ihtiyar sahibidir, diyeceğiz.
216 Çünkü mahlûklar kendileri gibi her şeyi zaman ve mekân çerçevesi içinde idrak ederler ve zamanın ve mekânın değişmesi ile onlara teğayyür ve ihtilâf görünür. Halbuki Allah'ın ilmi ezelî olduğu için, bu gibi kayıtlardan âzâdedir. Orada ilim bir, malûmat müteaddittir.
217 Burada, "Hepsi ikrar ettiler." ve "Bu fıtrat üzerine doğarlar." deniliyor. Yukarıki fıkrada ise imandan ve küfürden hâli olarak yaratıldılar. Kâfir ve mümin kendi fiilleri ile kâfir veya mümin oldular, deniyor. Fikrimce bu ikinci fikra metne sonradan ilâve edilmiştir.
218 Eşhas veya şahıs, insanın kalıbı veya mekânı işgal eden şekli ve bu şeklin gölgesi değil, gölge veren bünyesi ve görünüşüdür. İnsanın bu görünüşü, kendine mahsus vasıfları ile şahıs vasıflarından hâlî olarak kadavrasıdır; şemsin gölgesi görünüşte olursa zili [gölge], zihinde olursa hayaldir. Şahsiyet kelimesi bu asıldan gelir. Burada, şahsiyet teşekkül etmeden evvelki durum kastedilmiştir.
219 Bu ibare buraya sonradan eklenmiş olsa gerek, çünkü yukarıda geçmiştir. Allah, fiilden evvel fiilî sıfatlarla muttasıf [sıfatlanmış] mıdır? Zat sıfatları, zat ile beraber bulunur. Amma fiil tahakkuk etmeden fail olmak ve fiil ile vasıflanmak nasıl olur deyip, fiilî sıfatların hudûsuna [sonradan olduğuna] kail olanları burada bir kere daha reddetmek gibi bir maksat güdülmüş olabilir. Fakat, yukarıda iki yerde geçmiştir.
220 Bu tercümeye göre, müminler Allah'a iman ve Allah'ı bilmek, ona yakîn hasıl etmek, tevekkül etmek, havf ve recâda bulunmak gibi vicdanî hususlarda birbirinden farklı olmazlar; fakat bunlardan gayrı, amellere, ibadetlere ve ahlâka dair olan hususlarda birbirinden fazla olabilirler demek olur ki, bu suretle ibare, yukarıki fıkranın izahı ve tafsili mahiyetinde olur. Aliyyü'1-Kârî, Şerh'inde bu ibarenin ilk kısmını bizim gibi takrir etmektedir. Ebû'l-Müntehâ'nın Şerh'inde ve onun Sıdkı'l-Müğni ve Hülâsatü'l-Meâl adlı şerhlerinde ise bu ibare başka türlü anlatılmaktadır. Bunun sebebi, Ebû'l-Müntehâ'nın nüshasında metin (Ve'l-İman fi zâlike ve yetefâvetûne fimâ dûne'l-iman fi zâlike küllihi) şeklindedir. Aliyyü'l-Kârî'ye ait elimizdeki nüshanın metninde ise, (Ve'l-imanü ve yetefâvetûne fimâ dûne'l-iman ve fi zâlike küllihi) şeklindedir. Ankara Umumî Kütüphanesindeki yazma nüshalarda, birisinde birinci (fi zâlike) yoktur; diğerlerinde vardır. Kazan'da basılan nüshada da (fi zâlike) olmadığını Hülâsatü'l-Meâl yazıyor ve (fi zâlike) olduğuna göre Ebû'l-Müntehâ'nın anlayışı doğrudur, diyor. Ben ise birinci (fi zâlike) ibaresi yanlıştır ve nüshada olmamak lâzımdır, onun devamı ise (ve yetefâvetûne fimâ düne zâlike küllihi) olmak icab eder, fikrindeyim. Aliyyü'l-Kârî'de ibarenin ikinci kısmı böyle olmadığı hâlde, müşkilât içinde mânâyı bizim dediğimiz gibi vermek zorunda kalmıştır. İstanbul'da taş basmasıyla basılmış olan İmam-ı Âzam'ın Vasiyet ve Risaleleri mecmuasındaki Fıkh-ı Ekber metninde ibare, (ve'l imanu ve yetefâvetûne fimâ düne'l-imani mine'l- a'mâli fi zâlike küllihi) şeklindedir. Bu ibare tashih görmüş olacaktır. Bu takdirde mânâ doğrudur. İbarede rekâket kalır.
221 Bu sözüyle İmam-ı Âzam, her millette Allah için kullanılması örfen kabul edilmiş olan esma ve sıfatı kendi dillerince tabir etmelerini, örfte kullanılmayan veya Allah’a yaraşmaz bir sıfat ilham eden kelimelerin ise istimalinin caiz olmadığını açıklıyor. Bundan esma-i ilâhiyyenin tevkifî olmadığı, her isim ve sıfatın tercüme edilmesinin caiz olduğu ve her şeyde lâfza değil mânâya itibar edildiği mânâları çıkar. Ancak, bu tabirlerin hüsn-i kabul ve örfe dayanmaları şart olur. Eş'arîler, sıfat ve esma-i ilâhiyye tevkifîdir, derler. Fakat Eş'arîlerden Kadı Ebû Bekir ve Mu'tezile'nin çoğu, akıl eğer bu sıfat veya isim manâsıyla Allah'ın elkabını [lâkablarını] tecviz ediyorsa, caizdir derler; Hanefî ve Mâturidîler de bunu kabul etmişlerdir.
Kerrâmîler'e gelince, Allah'ı tecsim ettikleri için, teşbih olsa da, keyfiyet ifade etse de, mutlak olarak Allah'ın beşerî âza ve sıfat ile adlandırılması onlara göre caizdir. Âlimlerin bazıları Allah'ı tavsif caizdir, tesmiye caiz değildir demişlerdir. Bunu, Mercanî kabul etmiyor. O, menât-ı hüküm ve mısdâk-ı amel muktazî [gerekli] olmuştur; şerh vârid olmadıkça bir sıfatın sübutu bilinemez diyor ki, mugalâtadır. Çünkü mesele yeni bir ad meselesi değildir, tercüme meselesidir. Kaldı ki, yeni adlar da Arapça olarakda takılmıştır. Vacibu'l-vücud veya mevcut ve hattâ tekvîn veya mükevvin gibi.
222 Bu ibare İstanbul taş basmasına göre tercüme edilmiştir. Aliyyü'l-Kârî'nin elindeki; nüshada böyledir. Ebû'l-Müntehâ'nın elindeki ve Hint basmalarındaki nüshalar farklıdır. Onlarda ibare:'"Allah'ın karîb ve baîd olması, mesafenin uzun-kısa olması bakımından değildir. Allah'ın ikramı ve tezlil etmesi mânâsınadır." şeklindedir. Bu takdirde İmam-ı Âzam, kurb [yakınlık] ve bu'd [uzaklık], Allah için tasavvur olunmaz. Zira Allah'ın sıfatlarında değişiklik olmaz, demektedir. Şu hâlde bunu İmam, "Kurb ve bû'd Allah'a dua edene göredir, ibadeti ile Allah'a keyfiyetsiz olarak yaklaşmış ve isyanı ile keyfıyetsiz olarak Allah'tan uzaklaşmış", mânâsına almıştır. Gerçi Kur'an-ı Kerim'de: "Nahnu akrabu ileyhi", "fe innî karîbun" âyetlerinde yakınlık sıfatı Allah'a izafe edilmiştir. Fakat bu yakınlık insanın yaklaşması bakımındandır. Zira kurb, iki tarafın yaklaşması ile olur. "Ben onlara yakınım" sözü, "Kullarımın yaklaşması ile, onların ibadetleri ve sadakatlarıyla bana yaklaşmalarıyla yakınım", demektir. Bu ise te'vil ve tefsir değil, kelimenin bünyesinin iktizasıdır. Bu suretle âyet müteşâbih olmaktan çıkmaz.
223 Kur'an-ı Kerim'de Fâtiha Sûresi, İhlâs Sûresi, Âyetü'l-kürsî ve Haşr Sûresi'ndeki esma-i hüsna âyetleri hakkında Hz. Peygamber'den rivayet edilmiş olan bazı hassalar ve vasıflar vardır ki, bu âyetler okunurken insan vecde gelir, tüyleri ürperir ve hakikaten hâşi' ve mutasaddî' olur. Vahdâniyete, âhirete ve dualara dair âyetler de böyledir; bunlar imana dair olanlardır. Bir de ahkâm ve şeriata müteallik âyetler vardır. Bunlar ta'limî mahiyettedir. Bir de kıssalar ve müşriklerin ahvaline bakıp ibretlere ve peygamberlere dair haberler vardır. Bunlar ibret levhalarıdır. Ayrıca amele, ahlâka ve ibadete dair olanlar vardır ki, insanın kemalini ve terbiyesini istihdaf eder. Müteşâbih olan âyetlerle muhkem olan âyetler arasındaki farka ise, bizzat Kur'an-ı Kerim işaret etmektedir. Fesâhat ve belâgat bakımından âyetler arasında fark olduğunu söyleyenler de vardır.
Allah'ın esma ve sıfatından "Rabbü'l-âlemîn", "lehü mâ fissemâvâti ve'l-ard", "mâliki yevmiddin", "lemyekün lehu küfüven ehad", "âlimü'l-gaybi ve'ş-şahadet" sıfatlarının gönüllere tesiri ise, diğer sıfatlardan daha azimdir. Hâlik, samed, kayyum, kuddûs, rahmân, gafur ve kibriya sıfatları da insana dehşet vermektedir. Bunların yanında Allah'ın ferd, mülk, hayy, beka, kıdem gibi ta'limî mahiyette olan sıfatları da vardır. Kaadir, hâdî, âlim, rahim gibi sıfatları ise insanlara da ıtlak olunur.
Allah'ın bazı sıfatları ise, insanların fiilinden neşet etmiştir. Meselâ, mezkûr, mescûd veya ma'bud, meşkûr gibi. Bu, bu sıfatların bizim ef’al ve ibadetlerimizin müstahabbına izafe edildiğini ifade eder.
Allah lâfzına gelince, buna ism-i âzam denir. Zatullahın ismidir ve bütün sıfat-ı ilâhiyyenin mânâlarını câmi olduğu [içine aldığı] gibi, bütün esma-i ilâhîyenin en has olanıdır ve bu isim hakikaten ve mecazen başkasına ıtlak edilemez. Binaenaleyh, İmam'ın dediği gibi, bu sıfatlar arasında mahiyet bakımından azamet ve fazl farkı olamaz. Amma tesir bakımından hattâ tazammun ve şumül bakımından, fark zaten ispat edilmiş bulunmaktadır. Aksi takdirde esma ve sıfatın taaddüt ve teksirinin hikmeti kalmazdı. Nitekim Hz. Peygamber'den ism-i âzamın faziletine dair hadîs rivayet edilmiş ve bu esasa binaen Âyetü'l-kürsî'nin, adının da ifade ettiği gibi, bazı âyetlerden efdal olduğu kabul edilmiştir. Esasen bu bahislerden maksat, Kur'an âyetlerine ve esma-i ilâhîyeye hürmeti telkindir. Hürmeti baki kalmak şartı ile, insanın anlayış farkına diyecek olmaz.
Ebû Mansûr Mâturidî'nin ve bütün Semerkant ve Buhara Türk müctehidlerinin bu gibi meselelerdeki reyi de sorulmak gerektir. Çünkü bunlara göre hü-sün ve kubhu müdrik olan akıldır ve bu suretle kişi Allah'a karşı ve kullara karşı nasıl hareket etmek lâzım ise onu duyarak ve kanaatıyla vucûben ve iktifâen öyle yapar. Bunların insana ilim, kudret, irade ve hürriyet tanımalarının hikmeti de budur.
224 Biz buradaki tercümede yine İstanbul taş basması nüshayı esas aldık. Bu kitabın kenarında, "Kitabın râvîsi olan Mustafa Âşir, Halveti Şeyhi Mustafa Çerkeşî'den şunu naklediyor: Şerif Murtazâ, Tatarların Bağdad'ı tahriplerinden evvel temin ettiği kadîm bir Fıkh-ı Ekber nüshasında Peygamber'in anasının babasının küfür üzerine ölmediklerinin yazılmış olduğunu Mısır ulemasına ve Şâfiîlere göstermiş olduğunu ve Ebû'I-Müntehâ'nın nüshasında nefy edatı olan (mâ) edatının düşmüş bulunduğunu işbat etmiştir. Bunun üzerine Kahire ulemâsı İmam-ı Âzam Hazretleri'ne sövüp saymaktan vazgeçmişler. Sonra şeyhim Mustafa ilâve ediyor: Şu hâlde Peygamber'in ana ve babasının dirilip Peygamber'e iman ettiklerine dair olan hadîsin faydası nedir denecek olursa, bu, onların ümmet-i Muhammed'den olmaları içindir deriz", diyor. Bu nüshada metin, bu rivayete göre tashih edilmiştir. İstanbul tabı Fıkh-ı Ekber'in Ebû'l-Müntehâ Şerhi'nde ise, ibare Peygamber'in ebeveyni küfür üzerine ölmüşlerdir, şeklindedir. Ebû'l-Müntehâ'nın Hint baskısında bu ibare yoktur, bunun yerine Kasım, Tahir ve İbrahim Peygamber'in oğullarıdır, ibaresi vardır. Diğer Haydarâbâd baskısı Fıkh-ı Ekber metninde de ibare böyledir. Bu tablarda bu söz, bir edep meselesi telâkki edilerek çıkarılmış olsa gerek. Halbuki Ebû'l-Müntehâ bu sözü kitabına almıştır ve şerh etmeden, bir mütalâa beyan etmeden geçmiştir. Çünkü bu meseleyi bilmek ve bilmemek, kabul etmek ve etmemek hususlarının hiçbir kıymeti yok. Kaldı ki Aliyyü'l-Kârî'nin şerhinde ve metin nüshasında, "Peygamber'in ebeveyni kâfir olarak öldüler, Resûlullah ise iman üzerine öldü", sözleri var.
Bu iki sözden ikincisini Aliyyü'1-Kârî bir nüsha olarak kaydettikten sonra, eğer bu sözü İmam'ın söylediği doğru ise, bu, peygamberlerin önünde sonunda imanlı olduklarına işaret olup peygamberlerden gayrı evliya ve ulemanın akıbetleri kestirilemez demektir, diyor. Peygamber'in ebeveyninin küfür üzerine öldüğü sözü üzerinde ise ısrar ediyor. Buna dair müstakil bir risale yazdığını ve bu babda Suyutî'nin risalelerini reddederek, kitap, sünnet ve ümmet delilleri ile bunu ispatladığını ilâve ediyor ve bundan dolayı İmam-ı Âzam'a ta'n edilmesini, Cehm ibn-i Safvân'ın Kur'an'dan istivâ âyetini kaldırmak istemesine benzetiyor. Halbuki bu sözlere asla mahal yoktur. Çünkü Peygamber'in anası ve babası Müslümanlıktan önce öldüklerine göre, Peygamber 'in diğer ecdadı gibi bunlar da Din-i Hanîf olan İbrahim dininde ölmüşlerdir ve bunlara, bu itibarla tahir [temiz] ve Müslim denir. İslâm ananesinde Peygamber'in anası ve babasına bir nur intikal ettiği rivayet edilmektedir. Bu sebeple bazı ulemâ, bu söz İmam-ı Âzam'ın Fıkh-ı Ekber'ine din düşmanları tarafından sokulmuştur, demişlerdir. Gerçi İmam-ı Âzam'ın bu babdaki eserlerine sonradan bazı fıkralar ilâve edildiği anlaşılıyor. Lâkin, ana-babasıyla ilgili ibareden sonra, "Peygamber'in amcası Ebû Talib kafir olarak ölmüştür", denmektedir. Bu söz, üst tarafta Peygamber'in ebeveyni küfür üzerine ölmemiştir fıkrasının varlığını, önceki hükmün menfî olmasını, icap ettirir. Yoksa "ve keza ammuhu Ebû Talib" demek kâfi olurdu. Ebû Talib'in küfür üzerine öldüğüne dair fıkra Haydarâbâd baskılarında yoktur. Ebû'l-Müntehâ'nın İstanbul ve Kazan nüshalarında ve Aliyyü'1-Kârî şerh ve metninde vardır. Bizim taş basması nüshamızda da yoktur. İhtimal İmam-ı Âzam zamanında Peygamber'in iman ile öldüğüne sened var mıdır, oğulları çocuk iken, mükellef olmadan ölmüşler, anası babası da iman etmemiştir gibi sözler söylenmiş ve amcası Ebû Talib ise Alevîler ve Şiîler tarafından müminlerden daha muhterem tutulmuştur. Bu durum karşısında İmam, hakikati beyan mecburiyetinde kalmıştır. Nitekim Alevîlerin bazı nefeslerinde Ebû Talib, bir veliden daha büyük mevkide tutulmakta ve Ebû Talib küfür üzerine öldü diyenleri münkir sıfatıyla vasıflandırmaktadırlar. Keza Şiîlerden bir kısmı, bir iki münafıka uyarak, Hazret-i Ayşe'ye kazf [zina isnat] etmekte ve Fatımîler devrinde Mısır sokaklarında Ayşe'ye ve zevcine lânet edilmiş olduğu tarihî kayıtlarda görülmektedir. Bunların ard niyetli olanlarından bazılarının Peygamber'in ölümüne yakın bir devirde Hazret-i Ali'yi imamete tansis etmemesine kızarak, Hazret-i Muhammed'in son nefesinde imanına dair söz söylemeleri de hesaba alınabilir. Bazı Alevî miraciyelerinde, Hazret-i Muhammed'in Miraç gecesi yalvararak Ali'nin huzuruna kabul edildiği, bazı nefeslerde ise Cebrail'in peygamberliği yanlış olarak Muhammed'e verdiği yazılıdır. Bunlar, Hazret-i Peygamber'in diğer bazı zevcelerine de isnadlarda bulunmaktadırlar. Safiye hakkındaki imalar ve Zeynep hâdisesini büyütmeler, bu nevidendir. İmam-ı Âzam burada, Peygamber ailesi hakkındaki sözleri cevaplandırdığı hâlde zevcelerinden bahsetmemiştir. Akaide dair vasiyetinde ise Hazret-i Ayşe'nin bütün kadınlardan efdal olduğunu ve Rafızîlerin isnadlarından beri olduğunu kaydediyor. Herhalde Ebû Hanîfe buradaki sözleri ile, zamanında cereyan eden hâdiseleri cevaplandırmak istemiş olacak. Yoksa bütün bu münakaşalar ve sözler lüzumsuzdur. Yalnız bizim için ibret vericidir ve tarihte ne gibi hâdiselerin geçmiş olduğunu ve böyle boş şeyler yüzünden ne hâle düşüldüğünü gösterir. Nüsha farklarını göstermek bakımından durumu tasvire ve sözü uzatmaya mecbur olduğumuz için üzüntü duymaktayız.
225 İmam-ı Âzam'a göre mukallidin imanı caiz ve ilm-i icmalî imanda kâfidir. "Allah indinde doğrusu ne ise inandım", sözü bu ilm-i icmalîyi ve taklidî imanı ifade eder. Fakat iman esaslarına dair olan şüpheleri izale ve bu esasları yakînen bilmek farzdır. Biz tercümede, "Akaid ilminin inceliklerinden" dedik. Asıl ibare, "İlm-i tevhid meselelerinden", şeklindedir ki, bu tabirden Kelime-i tevhid'in kastedildiğini anlamak muvafık olur. Kelime-i tevhid ise, "Allah vardır, birdir ve Muhammed O'nun kulu ve Resûlüdür", esasından ibarettir. Diğer meselelerde tevakkuf, farzı yerine getirmemek olur. İmam'a göre küfrü mucip olmamak lâzımdır.
226 Miraç, merdiven demektir ve üç basamağı vardır. Birinci basamak, "isrâ" hâdisesidir.Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadardır ve bu, âyetle sabittir. İkinci basamak,"semaya urûc [çıkma] "tur. Bu babdaki hadîs şöhret derecesine varmıştır. Münkiri,kâfir olmaz, bid'at ehli olmakla vasıflandırılır. Bu Mirac'ın, "ziyade ale'n-nass" olduğuda söylenebilir. Çünkü Allah habibini göğe alsaydı, Kur'an'da isrâyı söylediği hâldeMirac'ı söylememesinde bir vecih kalmazdı. Allah'ın kimden korkusu vardır ki, bunusaklasın. Üçüncü basamak Peygamber'in semadan öteye çıkmış olmasıdır. Bu babdahadîs, haber-i vâhid kabilindendir. Bunu reddeden bid'at ehli de sayılmaz. Mirac'ınnereye kadar olduğu da muhtelefun fih [üzerinde uyuşma olmayan bir mesele] dir.Cennete kadar, arşa kadar ve daha ötesine diyenler vardır. Aliyyü'1-Kârî, isrâ'dan sonraki semâya kadar olan merhaleye dair hadîs de, rivayeten ve dirayeten zan ifade eder,demektedir. Nitekim Ashabdan bazıları ve Hazret-i Ayşe, Miraç hâdisesine rüyadır,demişlerdir.
227 Burada Ebû Hanîfe, kıyamet alâmetlerinden dördünü ele almıştır. Bunlar hakkındaKur'an-ı Kerim'de bir nas veya zâhir ve müteşâbih bir âyet yok ise de, bazı âyetlerintefsirinden bunlara dair bazı işaretler çıkarılmıştır. Mushafların yeryüzünden kalkacağına ve hattâ insanların hafızalarından kaldırılacağına ve Mehdî akidesine dair ise,Kur'an âyetlerinde te'vile müsait bir ima ve işaret yoktur. Bu sebeple, metinde bunlarhakkında, "Sahih haberler vârid olduğuna göre" denilmiştir. Bu babda mevcut hadîslere gelince, bunlar rivayeten ve delâleten ma'lûldür. Taftâzânî, Şerh-i Makâsıd'da buhadîsler için her ne kadar haber-i vâhid iseler de, heyet-i umumîyesi, bir esasın
mevcut olduğuna bizi imana sevk eder, diyor. Bu takdirde Kur'an-ı Kerim'de eşrât-ı saattenve kıyametten bahis vardır. Bunlara Ebû Hanîfe'nin de burada "vesaire" diyerek işaretettiği gibi, mücmelen iman kâfidir. Şu hâlde tafsile, Deccal çıkacak, Mehdî dirilecekdiye tasrihe lüzum yoktur. Mehdî akidesi, "imam-ı ma'sum" akîdesinin fer'i gibi görünmektedir. Bu babda gereken akîde, kıyamete ve eşrât-ı saate, Kur'an-ı Kerim'deolduğu gibi, mücmel iman ile teferruattan ve tafsilâttan kaçınmaktır. Hazret-i Peygamber'e sormuşlar, "Eşrât-ı saat nedir?" Şu cevabı vermiştir: "Sorulan, sorandan fazla bir şey bilmez." Bu hadîs meşhurdur ve sahih olarak kabul edilir. Şu hâlde kıyamet alâmetlerini biz bilmeyiz. Yalnız, "Kıyamete inanırız", demek, Peygamber'in yoludur.
228 Tercümesi, 15 Ocak, 1952 tarihinde yapılmıştır.
Basralı Yusuf Semtî'ye Vasiyeti
Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm
Bu risale, İmam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin şakirdi Hâlid ibn-i Ömer oğlu Basralı Yusuf Semtî'ye tavsiyesidir.
Yusuf Semtî, vatanı Basra'ya gitmek için üstadından izin istediği zaman, Ebû Hanîfe ona,
"Hayır, ben sana insanların birbiri ile muaşeretleri ve ilim sahiplerinin mertebeleri hakkında, nefis terbiyesi, halka karşı yapılacak muamele (siyaset-i râiye), hususî ve umumî riyazet meseleleri ve ammeye müteallik hâdiseleri (halkın işlerini) araştırma yolu üzerinde gerekli öğütleri vereceğim, bunları almadıkça gitme, bu bilgilerle gidecek olursan, bunlar sana salâhiyet veren bir âlet, seni ziynetlendiren bir kuvvet olur ve seni kimse kötüleyemez... Malûmdur ki, insanlarla geçinme hususunda hırçın olursan, anan baban olsalar da, hepsi sana düşman olurlar. Amma onlara tatlılıkla muamele edersen, yabancılardan olsalar dahi, sana akraba gibi olurlar. Bunun için bir müddet sabret, işlerimden kurtulayım, biraz da hazılanayım,194 sana bazı şeyler tarif ederim. Yolunca gider ve beni şükranla anarsın. Tevfik Allah'tandır." dedi.
Bir müddet sonra, zamanı gelince de besmele ile söze başlayarak,195 "Ben" dedi, "Şimdi seninle beraber imişim gibi, içinde yapmaya karar verdiğin şeyleri birer birer görüyorum: Basra'ya girdin, sana muhalif olanlarla mübahaseye ve onların delillerini bozmaya başladın, kendini onlardan üstün tuttun196 ve onların önünde bildiğini şerh ve izah ettin, sonra da onlarla bir arada bulunmak ve muaşeret etmekten ruhun daralmaya başladı, sen onları terk ettin, onlar da seni terk ettiler, sen onları dalâlete nisbet ettin, onlar da seni bid'at ve dalâlete nisbet ettiler. Bu işin lekesi hem size, hem bize bulaşır ve nihayet sen kaçmaya ve onlardan ayrılmaya mecbur kalırsın, bu ise işe yaraşır bir hareket tarzı değildir. Allah tarafından selâmet kapısı açılıncaya kadar, insan müdârâ edilmesi [dost gibi görünmesi] gereken yerlerde idarecilik yapmazsa [vaziyeti idare edecek şekilde hareket etmezse] akıllı sayılmaz."
Yusuf Semtî diyor ki; "Hakikaten ben Ebû Hanîfe'nin tasviratındaki durumda idim."
O, sözüne şöyle devam etti:
"Basra'ya girdiğin zaman halk seni karşılar, ziyaretine gelir, sana kıymet verirler, sen de onların her birine değer ver, şeref sahibine ikram et, ilim erbabına ta'zim et, ihtiyarları saygıla, gençleri taltif et, halka ve ticarethanelere yaklaş, hayırseverlerle dost ol. Sultanı ve adamlarını hakir görme ve onlara karşı iyi muamele yapmakta kusur etme. Sırrını kimseye söyleme, mihnetli zamanda tecrübe etmediğin kimsenin arkadaşlığına güvenme, düşkün ve nekes kimselerle hizmetleşme. Zâhirde sana hücuma vesile olacak sözleri söyleme, hele sefihler yanında fikir alışverişinden sakın! Onların davetlerine gitme, hediyelerini kabul etme. İdarecilikten, sabır ve tahammülden, iyi huyluluk ve geniş yüreklilikten asla ayrılma!
Daima iyi ve yeni elbise giyin. Çok çok iyi kokular sürün, toplantıları yakın yakın zamanlarda yap. Fakat kabul gün ve saatlerin belli olmalıdır.
Kendi hususî işlerini197 görmek için muayyen bir yer ayır, terbiye etmek ve yetiştirmek198 işinde kendini diğerlerinden öne al, bu senin mevkiini pekiştirir ve heybetini artırır. Namazlarına devam et. Yemek ikramını esirgeme. Zira hiçbir zaman cimri, iktidâ [örnek] olamaz. Kendi içine kıvrıl (kendini açığa vurma veya gösteriş yapma). İnsanların hayırlıları seni tanır, bir kötülüğe muttali olursan, düzeltmeye çalış; bir düzenliğe muttali olursan bu işe rağbeti ve hizmeti artır. Seni ziyaret edeni de, etmeyeni de ziyarete çalış. Sana iyilik edene de, kötülük edene de, iyilik yap! Affet ve iyiliği emret, faydasız şeyleri bilmezlikten gel. Kendine eziyet verecek şeyleri terk et.199 Hakları yerine getirmek hususunda acele et. Kardeşlerinden biri hastalanınca bizzat onu yoklamaya git, habercilerle hatırını sor. Gözden ırak olanları unutma, hâllerini öğrenmeye çalış, senden uzak kalanlar olursa sen onlardan uzak kalma, senden ayrı düşen akrabanı ara bul.200 Sana gelene ikram et!
Sana kötülük edeni affet! Hakkında kötülük söyleyen kimseye iyilik ile cevap ver. Bir kimsenin yakınlarından biri ölürse, onun hukukunu yerine getir. Bir genişliğe nâil olan kimseyi kutla! Başına felâket geleni de ta'ziye et, içine sıkıntı düşen kimsenin elemine ortak ol.201 Senden işlerinden birinde uzak durmak isteyenden uzak dur. Yardım isteyene yardım et, imdat isteyene imdat ver. Gücün yettiği kadar halka sevgi göster, selâmını kimseden esirgeme, kötü bir cemaat dahi olsa...
Bir mecliste başkaları ile toplandığınız veya mescidde diğerleri ile bir araya geldiğiniz zaman, arada birtakım meseleler açılır, senin bildiklerin hilâfına mübahese cereyan ederse,202 muhalefet izhar etmeye kalkma. Eğer senden bir şey sorarlarsa, oradakilerin bildiği tarzda cevap verirsin, sonra da bu meselede diğer bir mütalâa var, o da şöyledir, delili de böyledir dersin. Sözlerini anlayınca kıymetini ve değerini takdir ederler. "Bu mütalâa kimin reyidir." diyeceklerdir; ulemadan birinin cevabını verirsin. Fikirleri senin dediklerine yatışır, kendileri de sana alışırsa, kıymetini anlarlar ve dereceni yükseltirler, o zaman sana muhalif olanların her birine, nazarlarını çekecek ilmî açıklamada bulunursun, onlar da gerekli dersi almış olurlar. Yaptığın açıklama ince ve derin olmamalı, basit ve celî [açık seçik] olmalıdır. Onlarla bazen lâtife şeklinde afakî konuşmalısın; bu, muhabbeti çeker ve ilim sohbetine devamı temin eder. Bazen onlara yemek yedirmelisin, bir şeye ihtiyaçları olursa onu temin edersin, onların kıymetli taraflarını gör, hatalarını bilmezlikten gel!
Daima rıfk [tatlılık] ve mülâyemetle ve müsamaha ile muamele et. Hiçbirine göğsünün daraldığını ve sıkıldığını ihzar etme. Onlardan biri gibi ol! Ve her birine kendine muamelen nasılsa, öyle muamele et, kendi nefsin için neden hoşlanırsan, onlar için de onlardan hoşlan.
Seni dinlemeyeni sen dinle, sana teklif etmedikleri bir şeyi, sen de onlara teklif etme. Onlar kendileri için neye razı olurlarsa, sen de onlar için onlardan razı ol. İyi niyetini öne geçir. Sadakati kullan, kibri at, gadretmekten sakın, onlar sana gadretseler dahi emaneti yerine ver. Onlar sana hıyanet etmiş olsalar dahi sözünden ayrılma, takvaya sarıl, diğer dinlerin sâlikleri seninle nasıl muaşeret ederlerse, sen de onlarla öyle muaşeret et.
Eğer bu vasiyetimi tutarsan, umarım ki selâmete ulaşır ve rahat yaşarsın."203
Ebû Hanîfe sonra, "Sizin mufârakatiniz [ayrılmanız] bana hüzün veriyor. Allah selâmet versin." dedi ve sözü sona erdi.204
---
194 Bir nüshada "himmetimi toplayayım", diğer nüshada "zimmetimi toplayayım" şeklinde yazılmıştır.
195 Diğer nüshada "besmele" yoktur.
196 Diğer nüshada "üstün tuttun" sözleri bulunmuyor.
197 Bir nüshada "Kendi ahvâlini, çoluk çocuğunun ve düzeninin işlerini", başka bir nüshada "havâyicini" [gerekli şeylerini] şeklinde yazılmıştır.
198 Taş basması nüshada "takdîmihim" yazılmış; yanlış olacak, doğrusu "takvîmihim" olması gerekir.
199 "Hadleri", nüsha.
200 "Senden gizleneni", nüsha.
201 "Teveccüh", nüsha; "terciatla", nüsha.
202 "Bahse dalarlarsa"; nüsha, "muhâdara" yaparlarsa.
203 Diğer nüshada bu, "Vasiyeti tutarsan necat bulursun" şeklinde yazılmıştır.
204 Bu fıkra yazma nüshadadır. Bu yazma nüsha, Hüsâmüddin Fahrüddin adında biri tarafından 21 Şaban 798 tarihinde yazılmıştır. Bu nüshada, "Semtî" adı, "Semnî" veya"Semtinî" gibi değişik şekiller altında yazılmıştır.
Prof.Dr. Yusuf Ziya YÖRÜKAN – İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler adlı kitabından
3 Temmuz 2009 Cuma
İncinmek
Kalb kırılırsa içinde bir nesne durmaz, dışarı akar, kaybolur gider. Ol sebepten dervişin gönlü incinirse, incitmekten daha büyük bir belaya düçâr olur. Sermayesi olan muhabbet mâyisi kalbinden akıp gider, manen iflas eder. Sana lazım olan, incinmeyecek bir kalbe ve hale sahib olmandır. Bu da ancak kalbin kemâle ermesiyle olur. Zira aşıkta vücud kalmaz. Vücud kalmayınca; zâhirde kalıbı, zâhirde kalbi olmayınca kırılacak bir nesne kalır mı? ki kalbi kırılsın. Bu bahsi haylice tefekkür eyle. Bu sırrı sübhani’dir ki buna ermeyenin aşktan ve aşıklıktan bahsetmesi hayalden ibarettir vesselam.
http://umutrehberi.wordpress.com/2009/06/20/5-mektup/
http://umutrehberi.wordpress.com/2009/06/20/5-mektup/
19 Haziran 2009 Cuma
Meşveret
1045
«Hazret-i Peygamber üstü kapalı meşveret ederdi. Cevap verenler, sûâlin hakikatinden haberdar olmadıkları halde cevap verirlerdi.»
1046
«Düşman baştan ayağı, ya’ni mes’elenin aslını ayırd edemesin diye Resûl-i Ekrem, süâlini mürettep bir misâl ile irâd eylerdi.»
1047
«Aleyhisselât Efendimiz, suâlinin cevâbını istişâre ettiğinden alırdı. Fakat yabancı olan o süâlin hakikatinden koku alamazdı.»
Tahir ül Mevleviden 1. Cild
1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahbus kalırlar.
Üstü örtülü, güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar.
Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.
Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi.Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı. Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi.
Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.
İzbudak 1. Cild
«Hazret-i Peygamber üstü kapalı meşveret ederdi. Cevap verenler, sûâlin hakikatinden haberdar olmadıkları halde cevap verirlerdi.»
1046
«Düşman baştan ayağı, ya’ni mes’elenin aslını ayırd edemesin diye Resûl-i Ekrem, süâlini mürettep bir misâl ile irâd eylerdi.»
1047
«Aleyhisselât Efendimiz, suâlinin cevâbını istişâre ettiğinden alırdı. Fakat yabancı olan o süâlin hakikatinden koku alamazdı.»
Tahir ül Mevleviden 1. Cild
1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahbus kalırlar.
Üstü örtülü, güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar.
Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.
Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi.Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı. Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi.
Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.
İzbudak 1. Cild
12 Haziran 2009 Cuma
Eleştiri ahlakı
Eleştiri AhlakıEleştiri; hem sorun hem de çözüm olan, hem geliştiren hem tökezleten, hem ağlatan hem güldüren, hem değer kazandıran hem de kaybettiren bir ifade biçimidir. İki zıt kutba hizmet içinde kullanılan eleştiri, adabına uygun yapıldığında hem yapılan hem de yapan kişi için bir artı değer, bir kazanım haline dönüşür.
Nasılki bir insana ahlaklı diyebilmek için bir takım vasıfları taşıması gerekiyorsa; benzer şekilde eleştirinin de ahlaklı olması için sahip olması gereken özellikler vardır. Bu özelliklere sahip eleştiri ibadet niteliğindedir. Çirkin olanı düzetme ve iyi olana yönlendirme gayreti ibadetin ta kendisidir.
İyi niyet taşıyan eleştiri
İyi niyet taşıyan her söz, her davranış hem sahibine hem de muhatabına katkı sağlayan bir manevi güçtür. Bu desteği alarak eleştiride bulunulduğunda karşı tarafın, savunmaya geçme, duymazdan gelme, kızıp öfkelenme, tartışmaya girme gibi tavırlarının en aza indirgenmesi sağlanmış olur. Sözlerinizin iyi niyet taşıdığından emin olan kişi, sizinle tartışmak yerine dinlemeyi, savunma yapmak yerine analiz etmeyi, kızıp öfkelenmek yerine belki teşekkür etmeyi tercih edecektir. İyi niyetin, olumsuzluğun yerine olumlu olanı, zararlının yerine yararlı olanı, bozanın yerine inşayı, yok etmenin yerine yaşatmayı, nefretin yerine sevgiyi yeşertecek etkiyi taşıması, Yaratıcı nın insanlığa olan nimetidir ve her nimette olduğu gibi bunun da değerini bilmek, istifade etmek ve şükrünü yapmak insanoğlunun sorumluluğudur. O halde eleştirmeden önce mutlaka eleştirinizin iyi niyetini tespit edin ki, yıkıcı değil yapıcı, zararlı değil yararlı, öfkelendiren değil gülümseten eleştiri olsun.
Kişiliği koruyan eleştiri
Eleştirinin hedef tespitini yaparken çok dikkatli olmak gerekir. Kişiliğin korunması esastır. Bu anlamda eleştiriniz kişiliğe değil, davranışlara yönelik olmalıdır.İnsan değerli ve onurlu bir varlıktır. Yaratıcının verdiği bu değeri yok saymak, muhatabını değersizleştirmek veya değersizmiş gibi konuşmak insanın haddini aşmasıdır. Bu nedenle kişiliğin korunmasına dikkat etmek esastır.
Misal; değerli bir vazonuz olsun. İçindeki solmuş çiçekleri atmak isterken odağınızı çiçeklere çevirir ve vazonun kırılmamasına özen gösterirsiniz değil miSolmuş çiçekleri atmak için odağını vazoya çevirip vazoyu kıran ve sonra da solgun çiçeklerden kurtulduğunu sanan insanı durumu ne kadar garip ise muhatabbını eleştirirken kişiliğine yönelen ve kişiliğini incittikten sonra olumlu değişiklikler bekleyen kişinin durumu daha da garip ve hazindir.
Eleştiri kişilik kazandırmak için yapılıyorsa yapılmalı, yok eğer muhatabınızın kişiliğini bozuyorsa; kişiliksizliğe sebep olan bir tavrın vebalini üstlenmeye kararlı mısınız
Alternatif çözüm üreten eleştiri
Eleştiriniz sadece duruma ilişkin değerlendirme yapmakla sınırlı ise, sıradan, basit, kısır bir eleştiridir. Belki sadece muhatabınızı düşündürmeye yeter. Kaliteli bir eleştiri muhatabını düşündürmekle yetinmez, onun çözüm üretirmesine, sorunun tamamen giderilmesine, mevcut durumun daha iyisine yönelik seçenekler oluşturur. Eleştirenin çözüm alternatiflerinde sorumluluk alması gerekiyorsa bu sorumluluğu üstlenmeye de hazır olduğunu ifade etmesi önemlidir. Bu durum eleştirideki samimiyet ve iyi niyetin ispatı olur.
İlkelere yakınlaştıran eleştiri
Yapılan eleştirinin hedefi doğru tespit edilmezse taraflı amaçlara hizmet eder. Yaptığınız eleştiri muhatabınızı ilkeli olmaya yöneltiyorsa yararlı, değilse kayırıcıdır.
Kendi doğrularınıza uydurmak için, örf adet için, toplumun genel yargıları için, v.b. yapılan eleştiri; muhataba, kişiliğine, değerlerine, önceliklerine olumsuz müdahaledir. Allah bize; insana dair, yaşama dair, hak hukuka dair ilkeleri bildirmiştir. Eleştiri muhatabını bu ilkelere yakınlaştırıyorsa, kişiye ilke kazandırıyorsa, amacına hizmet ediyor demektir. Aksi takdirde bir başkasını kendi doğrularımıza göre değerlendirmek eleştiri değil taraflı yargı olur.
Esnek ifadeler içeren eleştiri
Eleştiri yaparken kullanılan ifade biçimi vermek istediğiniz mesajın doğru adrese ulaşmasını sağlayan veya sağlamayan en önemli etkendir.Olumsuz, yargılayan, küçümseyen, alaycı ifadeler muhatabın mesajı algılamasından çok ifadelere takılıp; cevaplandırma, savunma yapma gayreti ile cevap bulur. Bu mesajın ne gönderene ne de alana hiçbir faydası olmamış bilakis iletişimde soruna neden olmuştur.Niyetiniz iyi, amacınız ilkeyi hatırlatmak olsa dahi; kulladığınız uslubun olumsuzluğu nedeni ile davranışınız amacınıza hizmet etmemiştir.O halde ifadelendirirken neye dikkat edeceğizModel insan peygamber(a.s.) rahatsız edici bir durumla karşılaştığında muhatabını sen dili ile uyarmamış hatta bazı meselelerde ben dili ile olaya müdahale etmiştir. Sen dili ile başlayan eleştiri suçlayıcı olurken ben dili ile kurulan ifadeler hem düşündürür hem bilgilendirir. Bir hitap kullanacak olsa, direk şahsa yönelmeden(isim vermeden), bazıları v.b. genellemeler yapmıştır. Böyle genel ifadelerden herkes payına düşeni alır. Sen diyerek şahsı muhatap almak yerine, davranışa vurgu yaparak, bu tavrın yerine daha iyisinin(veya iyilerinin) neler olabileceğini ifade etmek esası oluşturur. İfadelerin genel ve esnek olması, sen dilinden korunması hem ilişkinin, hem de mesajın korunmasını sağlar.
İlişkiye yatırım olan eleştiri
Günümüzde kullanılan haliyle eleştiri ne yazıkki ilişki için yatırım değil, sorun olmaktadır. Oysaki eleştiri iletişime katkı sağlıyorsa ahlakına uygun yapımıştır, ilişkiye zarar veren bir eleştirinin ahlakından bahsedilemez. Ahlakına uygun yapılan eleştiri; muhatabının gelişimine katkı sağlayan, ilkeli davranmaya yönelten, kişiliği koruyan geliştiren, yararlı davranış değişikliği sağlayan, v.b. etkileriyle hem kişiye hem de ilişkiye yatırımdır.
Eleştiri yaparken;
Eleştirinizin iyi niyetini tespit edin, bu sayede olumsuz durumu hem kendi hem de muhatabınızın lehine çevirme imkânına sahip olun.
Eleştirinizi neye yönelttiğinize dikkat edin. Kişilik bozukluğuna, bir hayrın engellenmesine, bir yeteneğin ortaya çıkmasına, v.b. engel olacak bir ifade kuracaksanız, susmayı tercih edin.
Eleştiriniz mutlaka çözüm içermeli, alternatifler sunmalı. Seçeneklerin güvenilir kaynaklara dayandırılması daha da etkili olacaktır. Önder insanardan, tecrübelerinizden, okuduğunuz kitaplardan, dinlediğiniz eğitimlerden, v.b. kaynaklarla alternatiflerinizi destekleyin.
Eleştiri yaparken mutlaka sen dilinden sakının. Sen ile başlayan eleştiri suçlayıcı bir uslup içerir ve karşı tarafın savunma yapmasına neden olur. Muhatabınız savunmaya başlamışsa, mesajınız ulaşmamış demektir.
Eleştirilerinizi, kendi veya toplumun değer yargılarına göre değil ilkeye göre yapın. Hangi konuda olacaksa eleştiriniz öncelikle o kunuya ait ilkeleri anımsamaya çalışın.
http://www.azerievi.com/elestiri-ahlaki-t18005.html?t=18005
Nasılki bir insana ahlaklı diyebilmek için bir takım vasıfları taşıması gerekiyorsa; benzer şekilde eleştirinin de ahlaklı olması için sahip olması gereken özellikler vardır. Bu özelliklere sahip eleştiri ibadet niteliğindedir. Çirkin olanı düzetme ve iyi olana yönlendirme gayreti ibadetin ta kendisidir.
İyi niyet taşıyan eleştiri
İyi niyet taşıyan her söz, her davranış hem sahibine hem de muhatabına katkı sağlayan bir manevi güçtür. Bu desteği alarak eleştiride bulunulduğunda karşı tarafın, savunmaya geçme, duymazdan gelme, kızıp öfkelenme, tartışmaya girme gibi tavırlarının en aza indirgenmesi sağlanmış olur. Sözlerinizin iyi niyet taşıdığından emin olan kişi, sizinle tartışmak yerine dinlemeyi, savunma yapmak yerine analiz etmeyi, kızıp öfkelenmek yerine belki teşekkür etmeyi tercih edecektir. İyi niyetin, olumsuzluğun yerine olumlu olanı, zararlının yerine yararlı olanı, bozanın yerine inşayı, yok etmenin yerine yaşatmayı, nefretin yerine sevgiyi yeşertecek etkiyi taşıması, Yaratıcı nın insanlığa olan nimetidir ve her nimette olduğu gibi bunun da değerini bilmek, istifade etmek ve şükrünü yapmak insanoğlunun sorumluluğudur. O halde eleştirmeden önce mutlaka eleştirinizin iyi niyetini tespit edin ki, yıkıcı değil yapıcı, zararlı değil yararlı, öfkelendiren değil gülümseten eleştiri olsun.
Kişiliği koruyan eleştiri
Eleştirinin hedef tespitini yaparken çok dikkatli olmak gerekir. Kişiliğin korunması esastır. Bu anlamda eleştiriniz kişiliğe değil, davranışlara yönelik olmalıdır.İnsan değerli ve onurlu bir varlıktır. Yaratıcının verdiği bu değeri yok saymak, muhatabını değersizleştirmek veya değersizmiş gibi konuşmak insanın haddini aşmasıdır. Bu nedenle kişiliğin korunmasına dikkat etmek esastır.
Misal; değerli bir vazonuz olsun. İçindeki solmuş çiçekleri atmak isterken odağınızı çiçeklere çevirir ve vazonun kırılmamasına özen gösterirsiniz değil miSolmuş çiçekleri atmak için odağını vazoya çevirip vazoyu kıran ve sonra da solgun çiçeklerden kurtulduğunu sanan insanı durumu ne kadar garip ise muhatabbını eleştirirken kişiliğine yönelen ve kişiliğini incittikten sonra olumlu değişiklikler bekleyen kişinin durumu daha da garip ve hazindir.
Eleştiri kişilik kazandırmak için yapılıyorsa yapılmalı, yok eğer muhatabınızın kişiliğini bozuyorsa; kişiliksizliğe sebep olan bir tavrın vebalini üstlenmeye kararlı mısınız
Alternatif çözüm üreten eleştiri
Eleştiriniz sadece duruma ilişkin değerlendirme yapmakla sınırlı ise, sıradan, basit, kısır bir eleştiridir. Belki sadece muhatabınızı düşündürmeye yeter. Kaliteli bir eleştiri muhatabını düşündürmekle yetinmez, onun çözüm üretirmesine, sorunun tamamen giderilmesine, mevcut durumun daha iyisine yönelik seçenekler oluşturur. Eleştirenin çözüm alternatiflerinde sorumluluk alması gerekiyorsa bu sorumluluğu üstlenmeye de hazır olduğunu ifade etmesi önemlidir. Bu durum eleştirideki samimiyet ve iyi niyetin ispatı olur.
İlkelere yakınlaştıran eleştiri
Yapılan eleştirinin hedefi doğru tespit edilmezse taraflı amaçlara hizmet eder. Yaptığınız eleştiri muhatabınızı ilkeli olmaya yöneltiyorsa yararlı, değilse kayırıcıdır.
Kendi doğrularınıza uydurmak için, örf adet için, toplumun genel yargıları için, v.b. yapılan eleştiri; muhataba, kişiliğine, değerlerine, önceliklerine olumsuz müdahaledir. Allah bize; insana dair, yaşama dair, hak hukuka dair ilkeleri bildirmiştir. Eleştiri muhatabını bu ilkelere yakınlaştırıyorsa, kişiye ilke kazandırıyorsa, amacına hizmet ediyor demektir. Aksi takdirde bir başkasını kendi doğrularımıza göre değerlendirmek eleştiri değil taraflı yargı olur.
Esnek ifadeler içeren eleştiri
Eleştiri yaparken kullanılan ifade biçimi vermek istediğiniz mesajın doğru adrese ulaşmasını sağlayan veya sağlamayan en önemli etkendir.Olumsuz, yargılayan, küçümseyen, alaycı ifadeler muhatabın mesajı algılamasından çok ifadelere takılıp; cevaplandırma, savunma yapma gayreti ile cevap bulur. Bu mesajın ne gönderene ne de alana hiçbir faydası olmamış bilakis iletişimde soruna neden olmuştur.Niyetiniz iyi, amacınız ilkeyi hatırlatmak olsa dahi; kulladığınız uslubun olumsuzluğu nedeni ile davranışınız amacınıza hizmet etmemiştir.O halde ifadelendirirken neye dikkat edeceğizModel insan peygamber(a.s.) rahatsız edici bir durumla karşılaştığında muhatabını sen dili ile uyarmamış hatta bazı meselelerde ben dili ile olaya müdahale etmiştir. Sen dili ile başlayan eleştiri suçlayıcı olurken ben dili ile kurulan ifadeler hem düşündürür hem bilgilendirir. Bir hitap kullanacak olsa, direk şahsa yönelmeden(isim vermeden), bazıları v.b. genellemeler yapmıştır. Böyle genel ifadelerden herkes payına düşeni alır. Sen diyerek şahsı muhatap almak yerine, davranışa vurgu yaparak, bu tavrın yerine daha iyisinin(veya iyilerinin) neler olabileceğini ifade etmek esası oluşturur. İfadelerin genel ve esnek olması, sen dilinden korunması hem ilişkinin, hem de mesajın korunmasını sağlar.
İlişkiye yatırım olan eleştiri
Günümüzde kullanılan haliyle eleştiri ne yazıkki ilişki için yatırım değil, sorun olmaktadır. Oysaki eleştiri iletişime katkı sağlıyorsa ahlakına uygun yapımıştır, ilişkiye zarar veren bir eleştirinin ahlakından bahsedilemez. Ahlakına uygun yapılan eleştiri; muhatabının gelişimine katkı sağlayan, ilkeli davranmaya yönelten, kişiliği koruyan geliştiren, yararlı davranış değişikliği sağlayan, v.b. etkileriyle hem kişiye hem de ilişkiye yatırımdır.
Eleştiri yaparken;
Eleştirinizin iyi niyetini tespit edin, bu sayede olumsuz durumu hem kendi hem de muhatabınızın lehine çevirme imkânına sahip olun.
Eleştirinizi neye yönelttiğinize dikkat edin. Kişilik bozukluğuna, bir hayrın engellenmesine, bir yeteneğin ortaya çıkmasına, v.b. engel olacak bir ifade kuracaksanız, susmayı tercih edin.
Eleştiriniz mutlaka çözüm içermeli, alternatifler sunmalı. Seçeneklerin güvenilir kaynaklara dayandırılması daha da etkili olacaktır. Önder insanardan, tecrübelerinizden, okuduğunuz kitaplardan, dinlediğiniz eğitimlerden, v.b. kaynaklarla alternatiflerinizi destekleyin.
Eleştiri yaparken mutlaka sen dilinden sakının. Sen ile başlayan eleştiri suçlayıcı bir uslup içerir ve karşı tarafın savunma yapmasına neden olur. Muhatabınız savunmaya başlamışsa, mesajınız ulaşmamış demektir.
Eleştirilerinizi, kendi veya toplumun değer yargılarına göre değil ilkeye göre yapın. Hangi konuda olacaksa eleştiriniz öncelikle o kunuya ait ilkeleri anımsamaya çalışın.
http://www.azerievi.com/elestiri-ahlaki-t18005.html?t=18005
28 Nisan 2009 Salı
Divan-ı Kebirden Şeçmeler
390. Peygamberlerden söz ediyor ama,
onda peygamberlerden bir huy var mı; sen ona bak!
Mefulü, Mefa'ilün, Fe'ulün
(c. II, 700)
• O güzel yüzlü hocanın acaba nesi var? O, insanlık vazîfesini, kulluk vazîfesini geregi gibi yapıyor mu? Onun gönül aynası sanıldıgı gibi tozsuz mudur? Temiz midir?
• Onunla konus, onu anlamaya çalıs! Bak bakalım onda ölümsüzlük sarabından nasıl bir koku var! Varsa eger vakit geçirmeden ondan manevî bir koku al!
• Onun gül bahçesinin içine gir, bak bakalım, o bahçede nergislerden lalelerden ne var?
• O, her ne kadar, peygamberlerden söz ediyorsa da, onlann mu'cizelerinden bahsediyorsa da, onda peygamberlerin huyundan bir huy var mı? Sen ona bak, lafına bakma! Söylediklerini yasıyor mu; onu anlamaya çalıs!
• Salavat verip duruyor, tesbih çekiyor ama, onda Hz. Mustafa (s.a.v.)'in safvetinden, rüh ne var?
Divan-ı Kebir den Seçmeler -Şefik Can - Cild I
onda peygamberlerden bir huy var mı; sen ona bak!
Mefulü, Mefa'ilün, Fe'ulün
(c. II, 700)
• O güzel yüzlü hocanın acaba nesi var? O, insanlık vazîfesini, kulluk vazîfesini geregi gibi yapıyor mu? Onun gönül aynası sanıldıgı gibi tozsuz mudur? Temiz midir?
• Onunla konus, onu anlamaya çalıs! Bak bakalım onda ölümsüzlük sarabından nasıl bir koku var! Varsa eger vakit geçirmeden ondan manevî bir koku al!
• Onun gül bahçesinin içine gir, bak bakalım, o bahçede nergislerden lalelerden ne var?
• O, her ne kadar, peygamberlerden söz ediyorsa da, onlann mu'cizelerinden bahsediyorsa da, onda peygamberlerin huyundan bir huy var mı? Sen ona bak, lafına bakma! Söylediklerini yasıyor mu; onu anlamaya çalıs!
• Salavat verip duruyor, tesbih çekiyor ama, onda Hz. Mustafa (s.a.v.)'in safvetinden, rüh ne var?
Divan-ı Kebir den Seçmeler -Şefik Can - Cild I
14 Nisan 2009 Salı
Organ Nakli, Kan Nakli
Esasen kişinin vicdanına bakarak çözebileceği mesele ama bu konuda vicdanı susumuş kişiler için arşivlendi
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/kurul/karar.asp?id=3&sorgu=1
T.C.
BAŞBAKANLIK
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
Organ Nakli
3/3/1980
Hacettepe Üniversitesi Tıp. Fakültesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Mehmet Haberal'ın ölmüş kimselerden alınacak organ ve dokuların, tedavileri ancak bu yoldan yapılabilecek hastalara nakli konusunda, Başkanlık Makamından havale olunan dilekçesi Kurulumuzca incelendi.
Yapılan müzakere sonunda :
Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu ameliyyenin hükmünü geniş şekilde açıklamamışlardır. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet'in delaletlerinden çıkarılmış umumî hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet'te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni yeni meselelerin hükümleri, İslâm fakihleri tarafından bu umumî kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek çıkarılmış, hiçbir mesele cevapsız bırakılmamıştır. Organ ve doku nakli konusunda hükmünü tayinde de aynı yola baş vurulması uygun olacaktır.
Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Mahlukatı içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın hürmet ve kerametine aykırı görüldüğünden, İslam fakihlerince caiz görülmemiştir. Ancak, zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir.
Nitekim dinimiz, bir kısım fiil ve davranışları yasak kılmış, Kitap ve Sünnet bunları tespit etmiştir. Sözgelimi murdar hayvan (meyte), kan, domuz eti, şarap... vb. şeylerin yenilip içilmesi, alınıp satılması, ilaç olarak kullanılması haram kılınmıştır. Ancak zaruret halinde bunlardan zaruret miktarında (ölmeyecek kadar) yenilip içilmesinin (el-Bakara, 173; el-Maide, 3; el-En'am, 119) meşru olduğu beyan buyrulmuştur.
Söz konusu ayet-i celilelerden, İslâm fakihleri, zaruretlerin bir ölçüde dinen yasaklanmış şeyleri mübah kıldığı ve zaruret halinde sadece ayet-i kerimelerde beyan edilen yasakların değil, zaruret halinin giderilmesi için yapılması zorunlu ve başka bir çare olmayan bütün yasakların zaruret miktarınca işlenmesinin caiz ve mübah olduğu sonucuna varmışlardır.
O halde, ölmüş kimselerden tedavi maksadıyla organ ve doku alma ve bunları hasta veya yaralı kimselere nakletme konusunda bir hükme ulaşabilmek için;
Zarurete binaen, cesedin kesilmesi, organ ve dokularından bir kısmının alınmasının caiz olup olmadığı,
Hastalığın tedavisinin zaruret sayılıp sayılmayacağı (Haram ile tedavinin hükmü)
Organ ve doku nakli caiz ise hangi şartlarla caiz olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
İslam fakihleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına,
Başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine, başka kemiklerin nakline,
Bilinmeyen hastalıkların öğrenilmesi ve hayatta bulunmaları sebebiyle ölülere nisbetle daha çok şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanabilmesi için, yakınlarının rızası alınmak suretiyle, ölüler üzerinde otopsi yapılmasının caiz olacağına,
Fetva vermişler, canlı bir kimseyi kurtarmak için, ölünün bir parçasını itlaf etmeyi caiz görmüşlerdir. Nitekim, Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu'nun 16.4.1952 tarih ve 211 sayılı kararında, özetle;
"...âmmenin menfaat ve maslahatı göz önünde tutularak, bilinmeyen bir hastalığın bilinir hale gelmesi, hastalığın bilinmemesinden doğacak âmme zararının önlenmesi, hayatta bulunmaları sebebiyle daha şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanması gibi maslahat ve şer'î hikmetlerin husule gelmesini temin için, yakınlarının rızası alınarak, ölüler üzerinde otopsi yapmanın caiz olacağı ve bu gibi sebepler dolayısıyle ölüye gösterilmesi gereken hürmet ve tekrimin zevaline katlanmanın, İslamî hükümlerin bir gereği olduğu..." ifade olunmuştur.
İslam fakihleri, açlık ve susuzluk gibi, hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli ve tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O halde, hayatı veya hayatî bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında, kan, doku ve organ nakli yolu ile de bazı şartlara uyularak, tedavinin caiz olması gerekir. Nitekim, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulunun 25.10.1960 tarih ve 492 sayılı kararında, "tedavileri için kan nakline zaruret bulunan hasta ve yaralılara başka kimselerden kan naklinin; başka kimselerden alınacak parçaların takılmasıyla görmeleri mümkün olduğu takdirde; hayatında buna izin vermiş olan kimselerin, ölümlerinden sonra gözlerinden alınacak parçaların bu durumdaki kimselere takılmalarının caiz olacağı..." beyan edilmiştir.
Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli kararında ise "yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı..." ifade olunmuştur.
Yurdumuz dışında, çeşitli İslâm Ülkelerinin yetkili kişilerince de aynı yolda fetvalar verildiği bilinmektedir.
Kurulumuzca da aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varılmıştır.
Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayatî bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi,
Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin zann-ı galibinin bulunması,
Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması,
Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,
Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,
Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir.
el-İsra Suresi , 70; et-Tin Suresi, 4
el-Hidaye, el-İnaye ve Feth'ül-Kadir 1/65; Fethu babi'l-İnaye, 1/126; Fetevay-ı Hindiye, 2/390
Cessas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/156; İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/55; Kurtubi, 2/232 ve 7/73; İbn Hazm, el-Muhalla, 7/426
Fetevay-ı Hindiye, 2/296; el-Va'yü'l-İslami, Sayı 137, Yıl 1396, Kuveyt; Istılahat-ı Fıkhiye, 3/157
Fetevay-ı Hindiye 2/390
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/kurul/karar.asp?id=3&sorgu=1
T.C.
BAŞBAKANLIK
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
Organ Nakli
3/3/1980
Hacettepe Üniversitesi Tıp. Fakültesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Mehmet Haberal'ın ölmüş kimselerden alınacak organ ve dokuların, tedavileri ancak bu yoldan yapılabilecek hastalara nakli konusunda, Başkanlık Makamından havale olunan dilekçesi Kurulumuzca incelendi.
Yapılan müzakere sonunda :
Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu ameliyyenin hükmünü geniş şekilde açıklamamışlardır. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet'in delaletlerinden çıkarılmış umumî hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet'te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni yeni meselelerin hükümleri, İslâm fakihleri tarafından bu umumî kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek çıkarılmış, hiçbir mesele cevapsız bırakılmamıştır. Organ ve doku nakli konusunda hükmünü tayinde de aynı yola baş vurulması uygun olacaktır.
Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Mahlukatı içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın hürmet ve kerametine aykırı görüldüğünden, İslam fakihlerince caiz görülmemiştir. Ancak, zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir.
Nitekim dinimiz, bir kısım fiil ve davranışları yasak kılmış, Kitap ve Sünnet bunları tespit etmiştir. Sözgelimi murdar hayvan (meyte), kan, domuz eti, şarap... vb. şeylerin yenilip içilmesi, alınıp satılması, ilaç olarak kullanılması haram kılınmıştır. Ancak zaruret halinde bunlardan zaruret miktarında (ölmeyecek kadar) yenilip içilmesinin (el-Bakara, 173; el-Maide, 3; el-En'am, 119) meşru olduğu beyan buyrulmuştur.
Söz konusu ayet-i celilelerden, İslâm fakihleri, zaruretlerin bir ölçüde dinen yasaklanmış şeyleri mübah kıldığı ve zaruret halinde sadece ayet-i kerimelerde beyan edilen yasakların değil, zaruret halinin giderilmesi için yapılması zorunlu ve başka bir çare olmayan bütün yasakların zaruret miktarınca işlenmesinin caiz ve mübah olduğu sonucuna varmışlardır.
O halde, ölmüş kimselerden tedavi maksadıyla organ ve doku alma ve bunları hasta veya yaralı kimselere nakletme konusunda bir hükme ulaşabilmek için;
Zarurete binaen, cesedin kesilmesi, organ ve dokularından bir kısmının alınmasının caiz olup olmadığı,
Hastalığın tedavisinin zaruret sayılıp sayılmayacağı (Haram ile tedavinin hükmü)
Organ ve doku nakli caiz ise hangi şartlarla caiz olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
İslam fakihleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına,
Başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine, başka kemiklerin nakline,
Bilinmeyen hastalıkların öğrenilmesi ve hayatta bulunmaları sebebiyle ölülere nisbetle daha çok şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanabilmesi için, yakınlarının rızası alınmak suretiyle, ölüler üzerinde otopsi yapılmasının caiz olacağına,
Fetva vermişler, canlı bir kimseyi kurtarmak için, ölünün bir parçasını itlaf etmeyi caiz görmüşlerdir. Nitekim, Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu'nun 16.4.1952 tarih ve 211 sayılı kararında, özetle;
"...âmmenin menfaat ve maslahatı göz önünde tutularak, bilinmeyen bir hastalığın bilinir hale gelmesi, hastalığın bilinmemesinden doğacak âmme zararının önlenmesi, hayatta bulunmaları sebebiyle daha şayan-ı ihtiram olan hastaların tedavilerinin sağlanması gibi maslahat ve şer'î hikmetlerin husule gelmesini temin için, yakınlarının rızası alınarak, ölüler üzerinde otopsi yapmanın caiz olacağı ve bu gibi sebepler dolayısıyle ölüye gösterilmesi gereken hürmet ve tekrimin zevaline katlanmanın, İslamî hükümlerin bir gereği olduğu..." ifade olunmuştur.
İslam fakihleri, açlık ve susuzluk gibi, hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli ve tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O halde, hayatı veya hayatî bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında, kan, doku ve organ nakli yolu ile de bazı şartlara uyularak, tedavinin caiz olması gerekir. Nitekim, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulunun 25.10.1960 tarih ve 492 sayılı kararında, "tedavileri için kan nakline zaruret bulunan hasta ve yaralılara başka kimselerden kan naklinin; başka kimselerden alınacak parçaların takılmasıyla görmeleri mümkün olduğu takdirde; hayatında buna izin vermiş olan kimselerin, ölümlerinden sonra gözlerinden alınacak parçaların bu durumdaki kimselere takılmalarının caiz olacağı..." beyan edilmiştir.
Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli kararında ise "yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı..." ifade olunmuştur.
Yurdumuz dışında, çeşitli İslâm Ülkelerinin yetkili kişilerince de aynı yolda fetvalar verildiği bilinmektedir.
Kurulumuzca da aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varılmıştır.
Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayatî bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi,
Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin zann-ı galibinin bulunması,
Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması,
Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,
Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,
Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir.
el-İsra Suresi , 70; et-Tin Suresi, 4
el-Hidaye, el-İnaye ve Feth'ül-Kadir 1/65; Fethu babi'l-İnaye, 1/126; Fetevay-ı Hindiye, 2/390
Cessas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/156; İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/55; Kurtubi, 2/232 ve 7/73; İbn Hazm, el-Muhalla, 7/426
Fetevay-ı Hindiye, 2/296; el-Va'yü'l-İslami, Sayı 137, Yıl 1396, Kuveyt; Istılahat-ı Fıkhiye, 3/157
Fetevay-ı Hindiye 2/390
12 Nisan 2009 Pazar
11 Nisan 2009 Cumartesi
EDEBİYATIN SINIRBOYU POZİSYONU
EDEBİYATIN SINIRBOYU POZİSYONU
.....
Ebedi sanat eseri ile diğer metinler arasındaki farklılık hiç de temel bir farklılı değildir. Şiirin dili ile nesrin dili ve yine poetik nesir ile "bilimsel" dil arasında bir farklılık olduğu doğrudur. Bu farklılıklar aynı zamanda ebedi form açısından da değerlendirilebilir. Fakat muhtelif "diller" arasındaki temel farklılık açık şekilde başka bir yerde, bunların her birinin hakikat /doğruluk idiaları arasındaki farklılıkta yatar. Bütün yazılı eserler, dilin içeriklerini anlamlı hale hetrien şey durumunda derin komüniteye/cemaate sahiptirler. Buna göre, bir tarihçi tarafından diyelim, anlaşıldıklarında, bu anlama, sanat olarak tecrübe edilen metinlerin anlaşılmasından pek de farklı değildir. Ve edebiyat kavramının yalnızca edebi sanat eserlerini değil, aynı zamanda yazıya geçirilen herşeyi içine alması tesadüfi bir şey değildir.
Her nasıl olursa olsun, edebiyatın sanat ile bilimin buluştukları yerde ikamet etmesi de tesadüfi değildir. Metnin varlık modu eşsiz ve mukayese edilemez bir şeye sahiptir. O anlamaya özel bir tercüme problemi sunar. Hiçbir şey yazılı söz kadar yabancı ve dolayısyla anlaşılması zor değilidir. Yabancı bir dilin karşı karşıya kalan konuşucularınınyaşadığı zorluk bile bu anlaşma zorluğu ile mukayese edilebilir değildir; çünkü mimik ve jestin dili ile sesin dili daima konuşma sırasında kısmen anlaşılabilir. Yazı ve onun parçası durumundaki şey - edebiyet - çok yabancı bir aracıya/ortama sokulan zihnin (geist) saf izi değildir, fakat aynı şekilde hiçbir şey anlayan zihne (geist) bu ölçüde muhtaç da değildir. Yazının şifresinin çözülerek yorumlanması sırasında bir mucize gerçekleşir: Yabancı ve ölü bir şeyin total şimdiye ve bilinmişliğe dönüşümü. Bu, geçmişten bize ulaşan başka hiçbir şeye benzemez. Geçmiş hayat bakiyesi - geçmişten kalan binalar,aletler, mezar içi kalıntıları - zamanın onları sağa sola savrulan fırtınalarıyla harap durum-dadır; oysa yazılı gelenek bir kez şifresi çözülerek okundu mu, sanki bugüne aitmişçesine bizmle konuşacak ölçüdesaf zihindir (geist). Okuma yazılı şeyi anlama kapasitenin gizli bir sanata, hatta bizi kurtaran ve bağlayan büyüye benzemesinin sebebi budur. Onunla zaman ve mekan aşılmış izlenimi doğurur. Yazıya intikal eden şeyi okuyabilen insanlar geçmişe tanıklık ederek onu saf şimdiye dönüştürürler.
....
Hakikat ve yöntem den- Hans - Georg Gadamer - 229-230
.....
Ebedi sanat eseri ile diğer metinler arasındaki farklılık hiç de temel bir farklılı değildir. Şiirin dili ile nesrin dili ve yine poetik nesir ile "bilimsel" dil arasında bir farklılık olduğu doğrudur. Bu farklılıklar aynı zamanda ebedi form açısından da değerlendirilebilir. Fakat muhtelif "diller" arasındaki temel farklılık açık şekilde başka bir yerde, bunların her birinin hakikat /doğruluk idiaları arasındaki farklılıkta yatar. Bütün yazılı eserler, dilin içeriklerini anlamlı hale hetrien şey durumunda derin komüniteye/cemaate sahiptirler. Buna göre, bir tarihçi tarafından diyelim, anlaşıldıklarında, bu anlama, sanat olarak tecrübe edilen metinlerin anlaşılmasından pek de farklı değildir. Ve edebiyat kavramının yalnızca edebi sanat eserlerini değil, aynı zamanda yazıya geçirilen herşeyi içine alması tesadüfi bir şey değildir.
Her nasıl olursa olsun, edebiyatın sanat ile bilimin buluştukları yerde ikamet etmesi de tesadüfi değildir. Metnin varlık modu eşsiz ve mukayese edilemez bir şeye sahiptir. O anlamaya özel bir tercüme problemi sunar. Hiçbir şey yazılı söz kadar yabancı ve dolayısyla anlaşılması zor değilidir. Yabancı bir dilin karşı karşıya kalan konuşucularınınyaşadığı zorluk bile bu anlaşma zorluğu ile mukayese edilebilir değildir; çünkü mimik ve jestin dili ile sesin dili daima konuşma sırasında kısmen anlaşılabilir. Yazı ve onun parçası durumundaki şey - edebiyet - çok yabancı bir aracıya/ortama sokulan zihnin (geist) saf izi değildir, fakat aynı şekilde hiçbir şey anlayan zihne (geist) bu ölçüde muhtaç da değildir. Yazının şifresinin çözülerek yorumlanması sırasında bir mucize gerçekleşir: Yabancı ve ölü bir şeyin total şimdiye ve bilinmişliğe dönüşümü. Bu, geçmişten bize ulaşan başka hiçbir şeye benzemez. Geçmiş hayat bakiyesi - geçmişten kalan binalar,aletler, mezar içi kalıntıları - zamanın onları sağa sola savrulan fırtınalarıyla harap durum-dadır; oysa yazılı gelenek bir kez şifresi çözülerek okundu mu, sanki bugüne aitmişçesine bizmle konuşacak ölçüdesaf zihindir (geist). Okuma yazılı şeyi anlama kapasitenin gizli bir sanata, hatta bizi kurtaran ve bağlayan büyüye benzemesinin sebebi budur. Onunla zaman ve mekan aşılmış izlenimi doğurur. Yazıya intikal eden şeyi okuyabilen insanlar geçmişe tanıklık ederek onu saf şimdiye dönüştürürler.
....
Hakikat ve yöntem den- Hans - Georg Gadamer - 229-230
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)