28 Temmuz 2010 Çarşamba

BİR HORASAN ERENİ: ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI


http://lutfibergen.blogcu.com/bir-horasan-ereni-abdulbaki-golpinarli/7625231

23/4/2010
BİR HORASAN ERENİ: ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI

Gölpınarlı: "Melâmetilik ideolojidir!"


Asıl adı Mustafa İzzet Bâki olan Abdülbâki Gölpınarlı, 12 Ocak 1900 yılında İstanbul’da doğdu. Mevlevî Ahmed Agâh Efendi ‘nin oğlu idi; bu sebepten olsa gerek, küçük yaştan itibaren tekke kültürü içinde büyüdü. Eğitimi babasının vefatı nedeniyle yarım kaldı. Maişet gereği bir süre İstanbul’dan ayrılmaya mecbur oldu.

Öğretmenlik yaptı. İstanbul’a dönüşü 1922’dedir. Önce Erkek Muallim Mektebi’ ni, ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Tez konusu “Melâmîlik ve Melâmîler”i, Köprülüzade Mehmet Fuad Bey’in nezaretinde hazırladı. Değişik şehirlerde lise edebiyat öğretmenliği yaptı. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Farsça okutmanı oldu. Hem İstanbul Üniversitesi’nde hem de Ankara Üniversitesi’nde ‘İslam–Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı’ dersleri verdi. Mevlânâ, Fuzulî, Yûnus Emre üzerine eserleri varsa da Türk tasavvuf ve düşünce hayatında asıl dikkat çeken eseri, hâlâ aşılamamış bir mehaz sayılan Melâmîlik ve Melâmîler (1931) idi. Yine 100 Soruda Tasavvuf (1969) kitabında ‘melâmîlik’ hakkında önemli bilgiler verdi. Mevlevîlik silsilesine intisâbı nedeniyle ‘Mevlânâ’ düşüncesi ve ritüelleri hususunda birinci elden bilgiler devşirdi.

Gölpınarlı neyi temsil ediyordu?

Abdülbâki Gölpınarlı, Türkiye’deki İslamcılık düşüncesinin Abduh-Efgani etkisi altında siyaset eden ekolünün ihmal ettiği bir alanın, Osmanlı sufiliğinin temsilcisidir. Sözkonusu İslamcılık düşüncesi mensupları, ‘Kur’an’a dönüş’ fikri etrafında, Osmanlı’nın Batı karşısındaki göreceli yenilgisini içtimaî hayatta etkili olan sufi telakkilere bağlamaktadır. Bu nedenle gerek İttihad-Terakki’yi yetiştiren ve gerekse Cumhuriyet ideolojisini kuran kadroların ‘İslam akılcılığı’ fikri ile geliştirdikleri tutumlar, tasavvufun varlık alanına müdahale ile sonuçlanmıştır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile ilgili 30 Kasım 1925 tarihli kanundan çok daha önce de ‘devlet’, tekke karşısında mütereddit idi. Melâmî düşüncenin bir çok sufi anlayışı etkilediği ya da Türk sufiliğinin ‘Horasanî’ karakterinin, nihayette devletten bağımsız bir iktisadî hayat tarzı kurduğu düşünülürse, sufi hayata dair merkezî yönetimlerden gelen tazyikin sebebleri hakkında vuzûh bulmuş bir bakışa kavuşulabilir.

Tarihe ârifâne bir bakış

Anadolu’nun İslamlaşması’ndan İstanbul’un Fethi’ne kadar geçen süreçte, yarı göçebe, yer yer mistik ama mutlaka fütüvvet anlayışı ile beslenmiş sufi aktörler vardı. II. Bâyezid zamanında (ö.1512) -ki bu devir Anadolu’ya kapitalistlerin geliş zamanıdır- Türk sufiliği üzerinde siyaset değişikliği olmuştur.

Devlet, Anadolu ticaretini kontrol eden ‘ahi’ dirlik ve düzeninin çökmesine yol açan ekonomik kararlar alırken diğer yandan da halkın irfanî hikmetle irtibatını sağlayan sufi önderleri kendi denetimine almak yolunda politikalar uygulamıştır. Bununla beraber II.Bâyezid ile Cem Sultan arasındaki mücadelede Bâyezid’ın Horasan sufiliğinin desteği ile iktidara geçtiği muhakkaktır. Halvetî, Bayramî ve Nakşibendî müesseseler, Bâyezid’ın saltanatı vesilesiyle İstanbul’un kültür hayatına katılabilmişlerdir. Halvetî-Bayramî ekollerin sentezi olan Celvetiye’yi de, İstanbul’un kültür hayatını oluşturan müesseselerden saymak gerekir. Bununla beraber Osmanlı’nın, Şii Safevi devletiyle olan savaşımınında da, fütüvvet kaynaklı dergahlara yakın durmasının rol oynadığı düşünülmelidir.

Gölpınarlı, Osmanlı’da görülen bu siyaset değişikliğini keşfetmiş bir arifti: “Tasavvufun, Fütüvvet ehliyle halka indiğini anlatmıştık. Alevilerle de halka mal olmuştur; hattâ Mevlevîlerin sofu (sufi) dervişleri dedikleri Esmâcılar, yani Tanrı adlarını zikrederek gerçeğe ulaşma yolunu tutanlarla da halkı kavramıştır. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki Fütüvvet erbabında da, Alevîlerde de, Esmâ'cılarda da halkın tasavvufu, bir törenler tümüne inanmak, geleneklere bağlanmak gibi şeylere münhasır kalmış, asıl tasavvufî esaslar, tasavvuf umdeleri, bu tören ve gelenek halîtası içinde erimiş gitmiştir.

Hamzaviler neyin nesiydi?

Fütüvvetin Safevi propagandacısı hâline gelmesi üzerine devlet, bu teşkilâta el atmış; bundan yalnız Hamzavîler kendilerini kurtarmışlar, Peştemalcılar 1908 yılına dek dayanabilmişlerdir. Fakat devletin birbiri üstüne şiddetli tenkilleri, imha hareketleri sonucunda sayısız kurban verdikleri halde kuvvetini yitirmeyen ve Hamzavîler tarafından temsil edilen Fütüvvet, sonunda, fabrikasyon karşısında eriyip gitmiştir. Alevilerse, daima köylerde ve gizli bir zümre hâlinde kalmışlar; aleyhlerindeki hareketler bunları yıpratamamış, içlerine gömülü inançlarıyla kalabilmişlerdir.

Mevlânâ'nın çevresinde toplanan Ahiler, Fütüvvet erbabı esnaf ve sanatkârlar, Mevlânâ'dan sonra, onun düşüncelerini köylere kadar yaymışlar; Alevi köyleri gibi Mevlevî köyleri meydana gelmiş, fakat asıl ‘çelebilik’ makamı ve o makama bağlı aydınlar, vakıfla beslenen tekkelerde toplanan elit zümreyi kavramış, yüksek bir müzik ve gerçekten köklü bir bilgi ve edebiyatla beslenen bu zümre kudret kazandıkça Mevlevîlik, köylerden şehirlere, halktan aydın zümreye geçmiştir” (Gölpınarlı , 100 Soruda Tasavvuf, soru 77’den). Bu çerçevede Türk modernleşme tarihinde, toplumsal bilinçaltının sufi oluşumları tasfiye etmesinde, Anadolu’da pek de denetim kabul etmez şekilde ‘geçim ahlâkı’ kuran ve din-sufizm zihniyeti ile şekillenen ‘direnişçi-cemaatçi kanaat’ yaklaşımlarını temel almak gerekir. Son dönem Osmanlı aydınıyla Cumhuriyet dönemi boyunca seçkinleşmiş entelektüel modeller, ‘sanayileşme’ siyaseti ile meşk usulünden gelen kadim bilgiyi ya da ‘Türk gelenekçiliğini’ rakip bir zihniyete tahavvül etmiştir: “Feta-Ahi’nin Türk – İslam toplumunda oynadığı psiko-sosyal ve sosyo-ekonomik roller, kapital ve onu temsil edenlere karşı bir tavır içinde gelişmiştir.” (Y. N. Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, 1999:240)


(+)
Melâmet bir ideolojidir!’

Abdulbâki Gölpınarlı, belki ilk defa melâmetîliğin bir ‘ideoloji’ olduğunu fark eden münevver olarak temayüz etti. Ancak İslamcılığın, ‘tasavvuf’ bahsine karşı geliştirdiği menfi tavırlar, bu ‘ideolojinin’ marksizme ve batı düşüncelerine alternatif olarak kavranmasına izin vermedi. Şöyle yazar: “Melâmet bir ideolojidir; tâbir caizse bir teoridir.”(Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, 65.soru) Buna rağmen, 70’li yıllar boyunca Anadolu toprak sistemi hakkında pek az kişiyi etkileyebildi. Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’den başka O’nun fikirlerine kulak veren aydın ilgisi gelişmedi. İslamcılar, İslam’da ekonomik doktrin olduğu iddiasındadırlar, ama ellerinde model yoktu. Marksistlerin ise başlıca dertleri, batılı sanayileşme paradigmasını sürdürerek Türkiye’de topraktan çözülmüş proleteryayı oluşturmak idi. Gölpınarlı’nın eşsiz ‘fütüvvet’ çalışmalarından en çok İslamcı aydınlar istifade edebilecekken, o günkü konjonktürde ‘fazla sosyalist öğeler’ içeren fütüvvet–ahilik ve melâmetîlik çalışmaları dikkatten kaçmış oldu.

"Fark" mı?

İslamcı düşünürler İslam iktisadının, a) şahsi mülkiyet, b) şahsi teşebbüs (ticaret), c) faizin reddi, d) kapitalizmin kurumlarının (bankanın) reddi, e) zekat, f) İslam ortak parası-kambiyo sistemi-ortak pazarı gibi maddelerin hayata geçmesi ile oluşabileceği kanaatindedirler. (Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Diriliş, 1985:59-60) Tam tersine, Gölpınarlı bir farktan bahseder:” (… ) Fark, fütüvvetçilerin, esnafı ve sanat erbabıyla zenaat ehlini teşkilâtlandırmalarıdır. (…) Onları tasavvufçulardan ayıran nokta, zaviyede oturup riyazetle, zikirle uğraşmayı, vakıf malını yemeyi hoş görmeyip; herkesin, mutlaka bir iş, bir sanat sahibi olmasını, çalışmasını, elinin emeğiyle geçinmesini temel bilmeleri ve ihvan, yani kardeşler arasında çok geniş bir yardımlaşmayı sağlamalarıdır. (…) Sanata giren, mutlaka fütüvvet yoluna da girer.

Her işte bir çıraklık devresi vardır. Çırağın usta olup dükkân açabilmesi, kendi başına o işi yürütmesi, muayyen devreyi bitirmesine, ustasının ve o işin şeyhinin müsaadesine bağlıdır. Çıraklık müddetince ustasına, işine bağlı olduğu gibi aldığı gündelikten, haftalıktan muayyen bir kısmını mutlaka loncaya yatırmak zorundadır. Çıraklık devresi en uzun olan sanat, kuyumculuktur. Kuyumcu çırağı, çıraklık ve kalfalık devresinde yirmi yılı doldurup ehliyetini ispat etmedikçe usta olamaz ve dükkân açamaz. Her hangi bir çırak, kalfa yahut usta, fütüvvet yoluna aykırı bir iş yaparsa (bilhassa müşteriyi kandırır, yalan söylerse) mahkemeye verilmez. Sorgusu, Ahi Baba’nın yahut onu temsil eden esnaf şeyhinin bulunduğu mahfelde, ihvanın huzurunda yapılır. Tanıklar dinlenir, kendisi de savunmasını ayaküstü durarak yapar. Ondan sonra ona bir ceza verilir. Ya bir müddet mahfile giremez, sanattan menedilir yahut da ustaysa, dükkânı kapanır.

Papuç meselesi bu kadar önemli mi?

Dükkânı kapanacak kişi, dükkânının önüne getirilir; ihvanın huzurunda dükkân kilitlenir; kilit loncaya bakan kişiye teslim edilir. Adamın da sağ ayağındaki pabuç çıkartılarak, esnaf şeyhi tarafından dükkânının damına atılır. «Pabucu dama atıldı» atasözü bu gelenekten kalmadır. Suç işlemiş kişinin suçunu ancak Ahi Baba bağışlayabilir; tabii bunun için de loncaya bir miktar dünyalık alınır. Melâmetîlikle fütüvveti ayırmaya imkân yoktur. Ancak her Melâmetî olanın fütüvvete girmiş olması, her fütüvvet ehlinin de Melâmetî bulunması düşünülemez. Esasen Melâmetîlik, hicrî VI. (XII), hattâ V. (XI) yüzyıldan itibaren Melâmet esasına dayanan tarikatlar hâline gelmiş; asıl Melâmetîlik, -bu tarikatların temeli de Melâmet olmakla beraber- tarihe mal olmuştur.” Gölpınarlı’ya göre fark, ‘ideoloji’ ve ‘teşkilat’tır. Mistisizm ile esnaf ideolojisi kaynaşmış, siyasi güç olmuştur.



‘Biz ehl-i melâmetiz, serapa şevkiz’

Geçmiş dönem tekke kültürünün gündelik hayatı etkilemesi, bu kültürün iktisadî hayatın içinde muamelelerde bulunmasıyla ilgilidir. Gölpınarlı’nın bildirdiğine göre: “Melâmîyeden Ankaralı Husameddin,ziraatle meşgul olan ve cami yaptıracak derecede servete malik bulunan bir zattı; Bursalı Hasan-ı Kabaduz, isminden de anlaşıldığı vech ile terzilikle müştagildi. İdris Muhtefî, Filibe, Sofya ve Belgrad’a kadar gidip gelerek ve bilahire adamlarını göndererek ticaret eden, bu suretle asrının zenginlerinden madut bulunan bir tacirdi.” (Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, 1992:201) ”Hülasa; melâmet sa’y ü ameli tavsiye ve takdis eder; diğer tarikatlarda olduğu gibi terk’i bir vesile-i vuslat telakki etmez.”(age, 1992:200) Gölpınarlı, Melâmîliğin en çok Mevlevîlikle kaynaştığını, sebebinin de melâmetîlikte riyazat-zikir-ayin gibi şeyler olmamasını gösterir. (age, 1992:205-206) Melâmîliğin, Sarı Abdullah (ö.1660) tarafından başlayan Mevlevîlik üzerindeki etkisi, Yenikapı Mevlevîhanesi’nde Peçevî Ahmed Dede’nin kişiliğinde netleşir ve 19.yy’da kapsamlı bir tasavvuf ekolü olur.

Rıfkı Melul Meriç’in, “Her zerrede meknun u hüveyda şevkiz/ Her türlü tecelliye müheyya şevkiz/ Azade-i külfet-i rüsumuz zira/ Biz ehl-i melâmetiz serapa şevkiz” rubaisindeki ‘melâmet’ neşvedir. Nitekim Hilmi Yavuz bu meselede şöyle yazmıştı: “Burada ‘melâmet’in, o adı taşıyan örgütlenmeye (’tarikat’ demiyorum; ‘Melâmetîlik’in, verili ya da klasik anlamda bir tarikat olmadığı biliniyor çünkü!) değil, bir haz durumuna (şevk) karşılık geldiği, onu işaret ettiği söylenebilir. Bu, Yahya Kemal’in, Fuad Bayramoğlu’na ithaf ettiği rubaisinin, “İksiri içenler ezeli sagarden / Mesti-i melâmetle geçerler serden” dizelerinden de çıkarsanabilir.”(Hilmi Yavuz, Yahya Kemal: Rindlik ve Melâmet (1), 26.04.2006-Zaman Gazetesi)

Üstad Gölpınarlı 25 Ağustos 1982 tarihinde dâr’ul bekâ’ya göç etti. Seyyid Ahmet Deresi Mescidi Kabristanı’nda medfundur. Mevlevîlik çalışmalarını da melâmetîliğin devamı olarak görmek kabildir. Kur’an meali çalışması incelenirse, Kur’an’ın diline ve meramına vâkıf olmak beyanında farklı pencereler açacaktır. O, 21. yüzyılda Türk gelenekçiliğinin ve İslamcılığın başvuracağı mehaz eserlere imza attı. Melâmî meşrep, usûl ve terbiyeye göre yaşadı. Allah rahmet eyleye.


Eserleri: Fuzuli Divanı (1948), Nedim Divanı (1951), Mevlânâ Celaleddin (1951), Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik (1953), Mevlevî Âdap ve Erkânı (1963), Mesnevi Şerhi (1973, 6 cilt), Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli (1958), Alevî, Bektaşî Nefesleri (1963), 100 Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar (1969), 100 Soruda Tasavvuf (1969), Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi (1972), Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri (1977), Şeyh Galip, Hayatı, Sanatı, Şiirleri (1953), Nailî-i Kadim, Hayatı, Sanatı, Şiirleri (1953), Kaygusuz Abdal-Kul Himmet (1953), Nesimî-Usulî-Ruhî (1953), Divan Şiiri (1954-55, 4 kitap), Oniki İmam (1958), Nasreddin Hoca (1961), Yûnus Emre ve Tasavvuf (1961), Yûnus Emre, Risâlat al-Nushiyye ve Divan (1965), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin (1966), Hz. Muhammed ve İslam (1969), Şeyh Galip, Seçmeler (1971), Hurufîlik Metinleri Katalogu (1973), Hayyam ve Rubaileri (1973), Müminlerin Emiri Hz. Ali (1978), Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik (1979) ve ayrıca, Ku’ran çevirisi (Kur’an-ı Kerim ve Meali, 1955).



Lütfi Bergen pasban olmuş bir ejderdir kalem, dedi

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3237

Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (1) ve (2) - Hilmi Yavuz

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=279702

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=281797

Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (1)


Yahya Kemal'in şiirinde 'rindlik' ve 'melamet' konusunda yapılmış bilimsel çalışmalar nedense çok az.

Benim bilebildiğim kadarıyla, kitaplaşmış bir inceleme, Doç. Dr. Mehmet Demirci'nin 'Yahya Kemal ve Mehmet Akif'te Tasavvuf' adlı 1993 yılında yayımlanmış olan etüdüdür.

Doç. Dr. Demirci'nin de belirttiği gibi, Yahya Kemal'in gerek şiirlerinde gerekse yaptığı özel konuşmalarda rindliğe ve Melamiliğe ilişkin birçok işarete rastlamak mümkündür. 'Rindlerin Hayatı', 'Rindlerin Ölümü', 'Rindlerin Akşamı' gibi şiirlerinin yanı sıra, mısralarında 'rind'e ve 'rindlik'e değinen şiirleri de var. Doç. Demirci, Yahya Kemal'de Rind'in, 'şairimizin eski dünyamız içinden çıkardığı özenerek bezemeye çalıştığı bir insan tipi' olduğunu bildirir ve bu konuda Prof. Dr. Mehmet Kaplan'dan şu tanımı da aktarır: 'Rind, eski zamanın bilge kişisidir: Etrafa önem vermeksizin keyfince yaşayan, yarı filozof, yarı derviş, hoş görücü, medeni cesareti olan, telaşsız ve kaygısız insan örneğidir.[...]Rind, hayatın boşluğunu derinden hisseden, fakat yine de sükunetini bozmamaya çalışan, hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insandır.'

Yahya Kemal'in Melamiliğe bakışına ilişkin şiirlerinin de olduğu biliniyor: Bunların içinde en çok bilineni, 'İthaf' şiiridir. 'Maverada Söyleniş'te de Kemalpaşazade'nin fetvasıyla Sultanahmet Meydanı'ndan kafası kılıçla uçurulan Melami Şeyhi (Oğlan Şeyh) İsmail Maşuki'den 'Enelhak şehidi' diye söz eder. Yine o şiirde, İdris-i Muhtefi'ye atıfta bulunur ve bir 'manzum latifesinde' kendisinin 'Baki Efendi [Abdülbaki Gölpınarlı, Rıfkı Melul Meriç ile birlikte 'ikinci devre [Bayrami] Melamilerinden' olduğunu bildirir.

Doç. Demirci, Yahya Kemal'de 'Melamilik'in, duygusal ve akli olmak üzere iki yönlü bir alımlanışla kavrandığını öne sürüyor: Duygularıyla Melamiliğe yakın olmakla birlikte Yahya Kemal, aklıyla uzağında durmak gerektiğini savunur gibidir. Gerçekten de, Tanpınar'ın 'Yahya Kemal' kitabında aktardıklarına bakılırsa üstad, 'Eğer tasavvuf ve melamilik araya girmese idi, tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati olurduk' görüşündedir.

Ben burada, 'rind' ve 'melamet' ilişkisi üzerinde durmak istiyorum. Bunun için de Yahya Kemal'in, 'rind' ile 'melamet'i bir arada kullandığı iki dizeden yola çıkacağım. Bu dizeler, yukarda sözünü ettiğimiz 'İthaf' şiirindedir:

"Tecelligah iken binlerce rinde

Melamet söndü Şark'ın her yerinde."

Burada 'melamet'in, o adı taşıyan örgütlenmeye ('tarikat' demiyorum;- 'Melametilik'in, verili ya da klasik anlamda bir tarikat olmadığı biliniyor çünkü!) değil, bir haz durumuna ('şevk') karşılık geldiği, onu işaret ettiği söylenebilir. Bu, Yahya Kemal'in, Fuad Bayramoğlu'na ithaf ettiği rübaisinin "İksiri içenler ezeli sagarden / Mesti-i melametle geçerler serden" dizelerinden de çıkarsanabilir.

Nitekim, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Rıfkı Melul Meriç'in "Her zerrede meknun u hüveyda şevkiz / Her türlü tecelliye müheyya şevkiz / Azade-i külfet-i rüsumuz zira / Biz ehl-i melametiz serapa şevkiz." rübaisini şerh ederken de burada 'şevk' kelimesi[nin] sofiyane cezbenin verdiği sürur (sevinç, H.Y.) manasına gel[diğini] belirtir, dolayısıyla da 'ehl-i melamet' olmaktan, tepeden tırnağa 'şevk' olmak durumunun anlaşılması gerektiğini ima eder. Prof. Kaplan'ın, hayatın boşluğunu bir hiçlik duygusu olarak yaşayan 'rind'i, bu 'hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insan' olarak tanımlaması, bu bağlamda, 'melamet'in bir 'şevk' ve 'sürur' hali olması ile örtüşür.

(Bu konuya devam edeceğim.)

Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (2)


Yahya Kemal'in 'Melamilik' karşısında, birbiriyle çelişir gibi duran iki farklı tavır sergilediği biliniyor. Geçen haftaki yazımda da belirtmiştim:

Bir yandan Melamiliği, Tasavvufla birlikte, 'tıpkı İngilizler gibi işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati' olmamızı önleyen bir engel olarak görürken, öte yandan Melami neşesini lirik bir coşkuyla yücelten şiirler yazmış olmasını, bu ikili tavrı, nasıl izah edeceğiz?

Öncelikle,Yahya Kemal'in, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati'nden sözediyor olmasının üzerinde durmak gerekiyor. Yahya Kemal'in, örnek bir yaşam modeli olarak, 'İngilizler'i göstermesi, özellikle dikkate değer. Üstad, burada, neredeyse, Max Weber'in tanımladığı anlamda, riyazetçi (ascetic) bir Kalvinist (Protestan) ahlakını örnek gösterir gibidir. Rahmetli Prof. Dr. Sabri Ülgener hocamızın 'Zihniyet ve Din'inde Max Weber'in 'Wirtschaft und Gesellschaft'ından alıntıladığı gibi, 'Dünya[nın] bütün kusur ve günahları ile beraber, yalnız Batı'da Tanrı buyruğu ile rasyonel bir çalışma ve yaratmanın maddesi (objesi) haline ge[tirilebilmesi]' anlamında 'dünya-içi' ('inner-weltlich') bir riyazet'! Yahya Kemal'in, Tanpınar'a sık sık tekrarladığı, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati'nin anlamı budur! Melamilik ve Tasavvuf, Dünya'ya dönük aktif-riyazetçi bir 'meslek ahlakı'nı değil, tam tersine, yine Ülgener Hoca'nın deyişiyle, 'huzur ve selameti hareketsiz, pasif bir teslimiyette ara[yan]', 'kendini iç dünyasının huzuruna kapıp koyvermiş' bir 'Rind'lik anlayışını hakim kılmıştır. Yahya Kemal'in eleştirisini bu bağlamda okumak gerekiyor.

Pek iyi de, Yahya Kemal, bu durumda nasıl oluyor da 'Rind'liği ve 'Melamet'i, şiirlerinde öneçıkarıyor? Hem Tasavvufi ve Melameti bir Rindlik anlayışını, aktif-rasyonel bir riyazetçiliğe imkan tanımadığı gerekçesiyle eleştirmek, hem de, kendisinin 'İkinci Devre Melamiler'den olduğunu söyleyerek rindliği öven şiirler yazmak ne anlama geliyor gerçekten? Doç. Dr. Mehmet Demirci, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi, Yahya Kemal'in aklıyla Melamiliği olumsuzlarken, duygularıyla Melamiliği olumladığını önesürerek, meseleyi akıl/duygu sorunsalı biçiminde yorumluyordu. Ama acaba öyle mi? Bunun için önce Melamilik'e daha yakından bakmak gerekiyor.

Melamilik bir tarikat değildir. Ali Bolat'ın İnsan Yayınları arasında çıkan 'Melametilik' adlı o küçük ama değerli kitabında (Bu arada Bolat'ın, aynı yayınevinden aynı adlı, daha kapsamlı bir büyük çalışmasının da yayımlandığını belirtelim), Melamet fikrinin 'tarikatler üstü bir hüviyetle kabul görmüş ve bir meşrep olarak benimsenmiş' olduğunun söylenebileceğini belirtiyor. Bolat, birçok tarikatta, bu arada Mevlevilikte de, 'rind meşrep eğilim'in, özellikle Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi ve daha sonra Konya Dergahı'na postnişin olan Divane Mehmet Çelebi döneminde aşırı bir kerteye vardığını da bildiriyor o kitabında;- Ulu Arif Çelebi'nin, 'şer'i kurallara uymayan' biri olduğunu da vurgulamayı ihmal etmeden! Demek ki, Melamet, iki anlamda kullanılmaktadır: Biri, belirli bir tasavvufi cemaat anlayışına (-ki, Yahya Kemal'in eleştirdiği, kanımca, budur!), öteki ise, herhangi bir tarikate atıfta bulunmaksızın, tamamiyle tarikatler üstü, rindce bir 'meşrep'e gönderme yapan yaklaşım!

Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken hocamızın, geçen hafta da değindiğim gibi, Rıfkı Melul Meriç'in bir rübaisini şerh ederken söyledikleri, melametin, örgütlenme (cemaat) biçimine değil, rindçe bir 'meşrep'e karşılık geldiğini gösterir. Meriç'in, 'Biz ehl-i melametiz, serapa şevkiz' dizesini şerh ederken şunları yazıyor Ülken: "Melamet derecesine yükselen insan, her türlü merasim külfetinden sıyrılır; [...] şeriat emirlerinin ve içtimai mevzuatın (toplumsal kuralların H.Y.) üstüne yükselir." Melamet ehli, bu dizede belirtildiği gibi, 'serapa şevk'tir artık...

Öyleyse görülüyor: Yahya Kemal'de bir çelişki ya da akıl/duygu sorunsalı yoktur: Üstad, 'Melamilik' ve 'Melamet'i, birbirinden farklı, iki ayrı anlamda kullanmaktadır: İlkini 'cemaat', ötekini ise, sadece o 'cemaat'e atfedilmesi mümkün olmayan rindane 'meşrep' anlamında...


03 Mayıs 2006, Çarşamba

27 Temmuz 2010 Salı

Hafız-ı Şirazi

ÜZÜLME



"Kaybolan Yusuf döner gelir Kenan'a;

Üzülme.

Bir gün döner hüzünler kulübesi gül bahçesine;

Üzülme.





Ey gamlı gönül;

İyileşirsin nasıl olsa.

Getirme aklına kötü şeyler.

Bu perişan başın da gelir hale yola,

Üzülme.





Ey güzel sesli bülbül;

devam edersen çimen tahtında kalmaya,

yine başına çiçekten güneşlik takarsın;

Üzülme.





Şu kısa ömrümüzde felek

dönmezse bir iki gün muradımızca,

gerçekleşmezse arzularımız,

devam etmez ya bu hep böyle;

üzülme.



Umutsuzluğa kapılırım deme!

Gayb âleminin sırlarını bilmiyorsun çünkü.

Perde arkasında,

nice gizli oyunlar var.

Üzülme.



Hey gönül;

söküp götürse de yokluk seli varlığımızı,

Üzülme.

Nuh gibi kaptanın var;

Üzülme.







Batarsa deve dikenleri her yanına

Giderken Kâbe yolunda

Üzülme.







Olsa da konak yerleri tehlikeli,

Olsa da menzilin uzak,

bitmeyen yol yok,

Üzülme.







Bir yanda dosttan ayrılığın acısı,

Bir yanda rakîbin rahatsız edişleri.

Biliyor bunların tümünü

halleri değiştiren Tanrı.

Üzülme.





Ey Hâfız,

Düşmüyorsa dilinden dua, Kur'ân,

Çekilmişken fakr köşesine, halvete,

gerçekleşecek arzuların;

Üzülme,

üzülme,

üzülme.





NE OLDU?



Kimsede dostluk ve arkadaşlık göremiyorum.

Dostlara ne oldu?

Ne zaman bitti sevgi?

Dostlara ne oldu?

Âbıhayat karardı.

Ayağı uğurlu Hızır nerede?

Yitirdi rengini gül;

bahar rüzgarlarına ne oldu?

Kimse demiyor,

dostluğun da var bir hakkı hukuku.

Ne geldi haktanırların başına?

Dostlara ne oldu?

Dostların şehriydi bu diyar,

sevgililerin toprağı.

Sevgi nasıl bitti?

Şehriyarlara ne oldu?

Yıllar var ki;

Mürüvvet madeninde lâl çıkmaz.

Güneşin parlamasına,

Rüzgarın, yağmurun gayretine ne oldu?

Başarı ve yücelik topunu ortaya atmışlar.

Yok meydana çıkan kimse.

Peki,

atlılara ne oldu?



Yüz binlerce çiçek açmış ama

duyulmuyor kuş sesi.

Bülbüllerin başına ne geldi?

Hezârân'a ne oldu?

Zühre güzel bir saz çalmıyor.

Udu mu yandı yoksa?

Kimsede sarhoşluk zevki yok.

Mey içenlere ne oldu?

Hâfız,

ilahî sırları kimse bilemez;

sus,

konuşma.

Kime soracaksın :

Feleğin dönüşüne ne oldu?



NERDE?



Seher yeli,

yarin yurdu nerde?

Aşk katili,

ayyar,

ay yüzlü dilberin yurdu nerde?

Gece karanlık,

Önümde güven vadisinin yolu.

Nerde Tûr ateşi?

Görüşme vaatleri nerde?

Kim geldiyse dünyaya

bir haraplık izi var üstünde.

Söyleyin bana:

harabatta,

aklı başında,

biri

nerde?

Beşaret ehli olan

bilir işareti.

Söylenecek neler var neler

de

sır mahremi nerde?

Her zerrenin bin türlü hesabı var seninle.

Biz nerdeyiz,

kınayıcı,

aylak herif nerde!

Sorun bir kıvrım kıvrım saçlarına

Gamlı,

başı dönmüş,

müptela

gönlüm nerde?

Divaneye döndü aklım

Mis gibi kokan

zincir zincir saçlar nerde?

Gönül terketti bizi,

çekildi bir köşeye.

Sevgilimin kaşı nerde?

Saki hazır,

mutrib hazır,

mey hazır

amma

Yarsiz olmaz eğlence;

yar nerde?

Hafız;

kırılıverme felek çimenliğinde

hazan rüzgarıyla öyle.

Makul bir şey düşün sen de;

Dikensiz

gül

nerde?



VAR


Güzel değildir o ki

uzun saçı,

ince beli var.

Kul ol o parlak yüze ki

ayrı bir havası var.

Hurinin,

perinin hoş tarzı var

amma

Güzellik

ve

letafet dedin mi,

filanda var.

Bak gözbebeğime ey güleç gül,

anla beni.

Seni umut edip akan

ne hoş gözyaşlarım var.

Güzellikte kim geçecekmiş seni?

Güneş orada binmiyor ata,

elinde dizgin mi var?

Kabul ettin ya sen

yüreğe işledi sözlerim.

Evet,

evet,

aşk sözünün de bir işareti var.

Okçuluk sanatında keman kaşın

geride bıraktı her yay tutanı.

Aşk yolunda olmadı gerçekten kimse sırdaş.

Herkesin kendince bir zannı var.

Harabat sakinlerine söz etme kerametten.

Her sözün bir vakti,

her nüktenin bir mekanı var.

Akıllı kuş kurmaz her çimende otağın.

Her baharın ardında bir de hazan var.

Hey iddiacı,

satma esprini Hafız'a.

Kalemimizin de bir dili,

bir beyanı var.



ŞARABIN TERANESİ



Dedi lâl rengi saf şarap kadehe

Dört yerde dört cevherim hep ben

Asmada zümrüdüm, şişede akik

Küpte Süheylim, kadehte güneş

Kim demiş bana haram; içerken beni

Doğumda helalzade, olur haram?



MEYHANE YOLU



Olursam sarhoşluk yüzünden helak,

Sarhoşların töresiyle atın üstüme toprak.

Asma tahtasından yapın tabutumu,

Meyhane yolunda verin toprağa beni.

Meyhane suyuyla gasledin beni,

Sonra bir sarhoşun omzuna koyun beni.

Dökmeyin mezarıma şaraptan başka.

Getirmeyin matemime rebaptan başka.

Ancak şartım var: Ölünce ben

İnlesin mutlak mutrib ile çengzen.

Hey Hafız, kaldırma başını sarhoşluktan,

İstemez çünkü sultan vergiyi haraptan.



EMEL KASRI



Gel haydi,

Emel kasrının temeli çok gevşek.

Şarap getir, şarap;

Ömrün temeli hava üstünde.

Kölesiyim ben onun himmetinin,

ne varsa şu gökkubbe altında,

özgür her şeyden.

Ne diyeyim sana bilmem ki,

Sarhoştum dün gece meyhanede,

bulut gibi;

Bilir misin,

ne müjdeler verdi bana

gayb aleminin meleği?

Ey gökyüzünün sidresinde oturan,

yüce görüşlü,

şahbaz doğan!

Değil senin otağın şu mihnetler ülkesi.

Safir çalıyorlar sana

ta arş şerefesinden.

Bilmem

neler geldi şu tuzakta başına?

Bir öğütüm var sana;

dinle

ve uygula

olur mu?

Öğrendim bu sözü ben tarikat pîrimden.

Çekme dünyanın gamını;

Çıkarma öğütümü aklından

aman.

Bu aşk iksirini öğrendim bir yoldaşımdan.

Oluver razı verilene;

Çözüver alnındaki şu düğümleri;

Açılmadı çünkü seçme kapısı

ne bana

ne sana.

Sözünde durmakmış:

Arama sakın temeli gevşek şu dünyada.

Bilmez misin ki dünyanın

bin damada

gelin olduğunu?

Vefa izi görülmüyor gülün tebessümünde.

İnle benim aşık bülbülüm inle;

zamanıdır feryadın.

Behey şair bozuntusu!

Ne kıskanırsın Hafız'ı?

Kazanmıştır gönülleri;

Allah vergisi sözleri.



GELİR



Kapımdan girerse o kutsal kuş,

geçen ömrüm

şu ihtiyarlıkta geri gelir.

Yağmur misali dökülüyor gözyaşlarım.

Umutluyum yine;

Gözümde kaybolan devlet nuru geri gelir.

Başımın tacıydı ayağının toprağı.

Dilerim Tanrı'dan,

yine başıma konar gelir.

Gideceğim ardından aziz yârânımla.

Dönemezsem ben geri,

nasıl olsa

haberim gelir.

Canımı feda etmezsen sevgilimin kademine

bu can ne işime gelir?

Devlet kösünü çalarım saadet damından

Ne zaman ki görürüm

hilalim sefere çıkmış gelir.

Mani oluyor çengin sesi,

tatlı sabah uykusu.

Bilirim;

Bir duysa seher vakti çektiğim âhı,

mutlak döner gelir.

Hafız,

Hasretim ay yüzlü şahımın yanağına.

Himmet edersen sen,

selametle

kapıdan

girer

gelir.



SORMA



Bir aşk derdi çekmişim ki sorma.

Her ayrılığı tatmışım;

hiç sorma.

Dolaşmışım dünyayı amma

bir dilber seçmişim ki sorma.

Kapısının toprağı olma hevesiyle

ne yaşlar akar gözümden;

sorma.

Dün gece

onun ağzından

ne sözler işittim

ne sözler

ki sorma.

Neden sus işareti yapıp durursun bana?

Öyle bir lâl dudak öpmüşüm ki

sorma.

Sen yokken,

fakirhanemde ne acılar çektim,

hiç sorma.

Aşk yolunda

garip Hafız gibi

öyle bir makama gelmişim ki

sorma.



ZÜHRE'NİN ŞARKISI



Ey sabâ,

lutfedip söyle şu güzel ceylana.

Sen düşürdün bizi çöllere, dağlara.

Ömrü uzun olsun,

şekerci

neden arayıp sormaz

şeken çiğneyen papağanı?

Ey gül,

güzellik gururu mu izin vermedi yoksa

aramazsın arkasını şeyda bülbülün?

Gönül erleri avlanır iyi huyla

lutufla

Yakalanmaz bilge kuş kapanla

tuzakla.

Nedendir bilmem

yok aşinalık havası

servi boylu

kara gözlü

ay yüzlü dilberlerde.

Oturup sevdiğinle, içersen badeyi

Hatırlayıver kısmetsiz muhipleri.

Bulunamaz kusur yarin cemaline şundan başka:

Sevgi ile vefa olmaz güzel yüzde.

Şaşmayın hiç

Hafız'ın sözüyle

raksettirirse İsa'yı

Zühre'nin şarkısı

gökyüzünde.



GÖNÜL MURADI



O Şirazlı güzel verirse muradımı

Bağışlarım siyah benine hem Buhara'yı

hem Semerkand'ı.

Ver saki ölümsüzlük şarabını.

Bulamazsın çünkü Cennette

Gulgeşt-i Musallâ'yı,

Ruknâbâd kenarını.

El’aman şehre fitne salan,

tatlı dilli dilberlerden!

Yağma sofrasına döndü gönlüm;

Gitti ah, gitti elden!

Eksik aşkımızdan müstağnidir yârin cemali.

Boyaya,

bene,

makyaja olur mu güzel yüzün haceti?

Anladım ben günden güne artan güzellikten

- hani Yusuf'da vardı -

İsmet perdesinden çıkarır aşk Züleyha'yı.

Küfür etsen,

yollasan lanet,

dua ederim yine sana.

Yakışır acı sözler zira o tatlı lâl dudaklara.

Kulak ver öğütüme canım benim.

Candan sever mesut gençler

bilge pîrin öğütünü.

Mutribden, meyden söz et;

Arayıp durma evrenin sırrını.

Çözmedi;

çözemez kimse hikmetle bu bilmeceyi.

Eh Hafız;

bir gazel söyledin ki

inciler deldin.

Gel, oku güzel güzel ki,

Saçsın felek şiirine Süreyya incilerini.



DEDİM



Dedim: Çekiyorum gamını;

Dedi: Geçer gider gamın.

Dedim: Ol benim mâhım.

Dedi: Dur bakalım.

Dedim: Müşfiklerden vefa öğren.

Dedi: Pek az görülür güzellerde.

Dedim: Kapatayım bakış yolunu hayaline.

Dedi: Hırsızdır; gelir başka yoldan.

Dedim: Zülüflerinin kokusu gümrah etti alemde beni.

Dedi: Bir bilsen, o da rehber olur sana.

Dedim: Ne güzel bir hava!

Sabah yeliyle geliyor.

Dedi: Serin bir meltem;

Dilber yurdundan geliyor.

Dedim: Öldürdü bizi lal dudakların.

Dedi: Kul olmaya bak;

gözetir o kullarını.

Dedim: Söyleme kimseye, yaklaşıyor vakti.

Dedim: Gördün mü, nasıl geçti işret zamanı!

Dedi: Sus Hafız; bu keder de geçer!



SABIR



Kalk saki;

sunkadehi.

Toprak yağdır kederlerin başına.

Avucuma koy mey kadehini

ki çıkarayım üstümden şu mavi cübbeyi.

Akıl sahiplerince hiç de hoş değil,

ayıptır amma

İstemeyiz biz ne arı,

ne adı.

Ver şu badeyi,

nedir bu gurur,

bu çalım?

Taş yağsın şu itaatsiz nefsin başına!

İnleyen göğsümün ateşi, âhı

yaktı tüm hamervahları.

Görmüyorum kimseyi ne has kişilerden

ne avamdan

şeyda gönlüme sırdaş.

Öyle bir sevgiliyleyim,

rahat yüreğim

ki kalmadı birden gönül huzurum.

Bakmaz bir daha çimenlikteki selviye

Kimin ilişirse gözü gümüş bedenli selviye.

Sabret Hafız gecenin, gündüzün zorluğuna.

Nasıl olsa ereceksin bir gün muradına

22 Temmuz 2010 Perşembe

Müslüman Saati - Ahmet Haşim

Müslüman Saati - Ahmet Haşim
Mart 4, 2010

Gurebâhâne-i Laklakan, haz. Mehmet Kaplan, MEB Devlet Kitapları, 1000 Temel Eser, no: 17, İstanbul 1969.

İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”den kastınız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.
Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an’aneden hayat alanı bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.

Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saati alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı.
Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kutsî saatiydi.
Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler.
Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu, müslümanın eski mes’ut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü.
Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki”, solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıztırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir saati, müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neş’e ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.
Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânayı veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır.
Bütün mâbedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.
Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

BÜTÜN MÂBEDLER İÇİNDE GÜNEŞTEN İLK IŞIK ALAN CAMİDİR.

ŞİMDİ HEYHAT, ESKİ “SAAT”LE BERABER AKŞAM DA FECİR DE BİTTİ. BİRÇOKLARIMIZ İÇİN FECİR, ARTIK GECEDİR.

http://www.kuranihayat.com/content/m%C3%BCsl%C3%BCman-saati-ahmet-ha%C5%9Fim

13 Temmuz 2010 Salı

Sevgi Sırrı

Sevgi, insanın en ince ve hassas vicdan hislerinin meydana getirdiği, merhamet ve şefkat duygularının bir eseridir. Vicdan hükmü kalpteki iyi ve kötü bütün varlığı yakarak silip atmış ve orasını ayna gibi tertemiz bir hale getirmiş olduğundan, Cenab-ı Hak o kalbe, tecelli tahtını kurmuştur. Böylece bütün benliği Hak sevgisi kaplamış ve o kimse artık, sevgiden ibaret olmuştur. Artık o her şeyi, her şey de onu sever olmuştur.

Bu nedenle o kimse, Cenab-ı Hakkın dostluk, intibak ve esenlik sıfatları ile sıfatlanıp, haslar (seçkinler) zümresine girmiştir. Artık o insanın her iki dünyada da yeri cennet, makamı ise, sefa ve dostluktur.

İslamiyet, sekiz esasa dayalıdır. Bunlara “sekiz cennet kapısı” denir. Ayrıca divanlarda, “sekiz uçmak” diye de anılır:



1. Merhamet ve şefkat, 5. Sabretmek,
2. Doğruluk, 6. Sır tutmak,
3. Sadakat, 7. Fakirliğini ve acizliğini bilmek,
4. Cömertlik, 8. Rabbine şükretmek.

İşte bunlar olmadan, her iki dünyada da huzur, mutluluk ve cennet olmaz.

Bu güzel huylarla huylanan ve benliğine maleden bir insan, gereği gibi bir müslüman ve Resulüne layık bir insan demektir. Çünkü bu güzel huy ve ahlâklar, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) ait güzel huy ve sıfatlardır. Ve keza ondan da ailesine, evladına ve ashabına tecelli ederek, İslamiyet’in temel unsuru haline gelmiştir. Kur’an, böyle beyan ve ilan etmektedir.

Bunun için de İslamiyet, kelime-i şehadet’le camide cennet aramaktan ibaret değildir. Bunlardan biri eksik olursa insan, gerçek müslüman sayılmaz. Çünkü Allah’ın vahyindeki sırların sağlamlığı, bunlarla ayakta durur. Bunun için de hayatın devamı, huzur ve mutluluğu, bu esaslara bağlıdır. İnsan, yaşamında daima iyiye, güzele ve doğruya dayalı olmalıdır. Ölümsüzlük ve ebedilik, bu gerçeklerle mümkündür.

İşte bu yüzdendir ki, yukarıdaki esaslar, insanlığın ve Hak yolcularının elinde daima bir ışık ve bir meşale olmuştur. İnsan nasıl ki karanlıkta önünü göremez ve yol alamazsa, aynı şekilde Yaratan’ına da varamaz. Cenab-ı Hak, “Işık olun, Bana gelin, sırrıma erin” diye bizlere hitabediyor ve bizleri diliyor. İşte bu hitabın anlamını o yüce Peygamber, Mirac yaparak bizlere anlatmak istemiştir. Şu halde bu hakikat ışıkları olmadan bu cehaletin karanlığında, Rabbimize nasıl yol bulup onun rızasına layık olacağız? Demek oluyor ki gerek şeriatta, gerek tarikatta ve gerekse hakikatta olsun, değerli olan bu güzel huy ve sıfatlardır.

Bir insan ister peygamber, isterse velî olsun, bu gerçeklere sahip olmadan Rabbine layık olamaz. Çünkü 100 Suhuf ve 4 Kitab’ın sırrı budur. İnsanlığa ve beşerî vicdanlara hayat kaynağı olan, neşe, huzur ve mutluluk bahşeden, bu sekiz esastır.

Dünyada ne kadar güzel huy ve ahlâk varsa, hepsi bunların içindedir. Bu nedenle bunlara, “sekiz cennet kapısı” denmiştir. Bunlara sahip olanlar, zaten bu alemdeyken cennet hayatı sürerler.

Yedi tamuya gelince: Bu cehennem kapılarını açan huylar da şunlardır:

1. Gurur, 3. Kıskançlık, 5. Dedikodu 7. Öfke
2. Hırs, 4. Bölücülük 6. Şehvet

İşte dünyada ne kadar kötü huy ve ahlâk varsa, onlar da bunların içindedir. Onun için her kim iyiyi, güzeli ve gerçeği kabul etmezse, kişiliği ne olursa olsun ve ne kadar suret-i haktan görünürse görünsün, onun gönlünde bunlar yatıyor demektir. İsterse başı secdeden kalkmasın, hiç bir önemi yoktur. Gerek insanlık ve gerekse İslamiyet, gerçeklere dayanmakla olur. Keyfine göre hareket edip benliğe kapılarak, riya, gösteriş ve desinler diye İslamiyet olmaz. O takdirde yedi tamunun gurur ve isyan kapılarını, insan kendisine açmış olur.

İlk satırda görüldüğü gibi;

Kişi eğer şaşı bakmaktan bu dünyayı esas alan görüşünden kurtulursa Vicdan sahibi olur. Vicdan hükmü ise kalpta iyi ve kötü her varlığı yakar ve böyle bir kalbe de Cenabı Hakk yerleşirse artık o kalb her şeyi herşeyde o kalbin sahibini sever. Kişi eğer yaşamı boyunca yukarıdaki gibi bir kalbe sahip olup Hakk o kalbe tecelli etmezse o zaman kişi yukarıdaki yazının ilk satırından sonrasına talip olur. İşte o zaman o kalb sahibine de iyilikler yapıyorsa cennette, kötülükler yapıyorsa da cehennemde yaşamak düşer.

Sevgi ile kalın.

22 Haziran 2010 Salı

Mehmet Fatih Çıtlak ile Edeb üzerine Mülakât

Mehmet Fatih Çıtlak ile Edeb üzerine Mülakât

"Allah Teâlâ madem ki bu kâinâtı muhabbet üzere yarattı, bu Muhabbetini idrak etmek üzere’de insanı yarattı. Kendisi muhabbet üzere yaratır da insan bu muhabbetten nasıl yüz çevirir? "

13 Haziran 2010 Aziz ve muhterem Mehmet Fatih beyefendi, Âsitâne dergimiz için mülâkat isteğimizi kabul etmenizden dolayı kalbî teşekkürlerimizi kabul buyurunuz. Efendim, Mevlâna Hazretleri Mesnevî-i Şerîf’lerinde
Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb

Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab

"Hudâ’dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin lutfundan mahrum kalır." buyuruyorlar. Hazreti Pîr efendimizin Cenâb-ı Hakk’tan edeb hususundaki bu niyâzlarından bahisle yüksek müsaadelerinizle suallerimize edebin tanımı ile başlamak dileriz. Edeb nedir efendim?

■ ■ ■ Eyvallah efendim. Bir kere nazik davetinizden dolayı bendeniz sizlere teşekkürü bir borç bilirim. Edeb, tasavvuf, Hazreti Pîr gibi mevzûlar olduğunda fakirin hatırlanmasının şükrünü ödemekten de âcizim, bunu da arzetmek isterim.

"Âyet âyet hemegî ma’ânî-i Kur’ân edebest" diyor Hazreti Mevlânâ. Velhâsılı "Kur’ân-ı Kerîm âyet âyet edebtir" buyuruyor. Edeb evet bize öğreti olarak birçok mânâlarda eline, beline, diline sahip olmak gibi hep halk’a nüfuz etmesi için belli öğretilerde takdim edilmiştir. Fakat edebte bir farklı husûsiyet vardır. Tam kelimesiyle Hazreti Pîr’in sözlerine bakarsak bu inceliği işaret ettiğini göreceğiz. Ama ondan evvel şunu arzedeyim; bir kere edeb kelimesi için İslam literatüründe, İslam ahlâkında nasıl kullanıldığına hemen bir bakmak lazım. "Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî! " Beni Rabbim terbiye etti, edeblendirdi, Onun edeblendirmesi ne güzel!" dediğine göre Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve sellem) Efendimiz, edeb gözle görülen ahlâkın ötesinde ki bir cevher. Ahlâk taklîd edilebilir fakat edeb taklîd edilemez. Ahlâk insanın hilkatinde, fıtratında zâhiren algılanabilecek hallerdir. Mesela bir insanın konuşma şeklindeki tevâzuyu taklîd edebilirsiniz. Tevâzu cümlelerini seçerek belli bir fiziki yapıya bürünerek bu ahlâkı taklîd mümkündür. Fakat o tevâzu’nun kalpte olan mânâsını taklîd mümkün müdür? Mümkün değildir. İşte o tevâzuyu yani ahlâk’ın (tevâzu ki bunlardan birisidir) ve ahlâki tüm davranışların esas kalpte neş’et eden noktasına edeb deniyor. En önce o edeb cevheri olarak kalb’i ihâta ediyor, kalpteki o edeb ondan sonra fi’liyyâta geçiyor. Dolayısı ile edeb ilk başta "kalb"in ahlâkıdır. "Kalb"in ahlâkına edeb denir. Peki kalp nedir? Kur’ân’ın ve Allah’ın muhatabı ve nazargâh-ı İlâhî’dir. Mahbub-u Subhânî’nin nazar ettiği, mihman olduğu mekandır, îmân’ın temekkün ettiği makarr-ı İlâhî’sidir, hepsidir. O halde kalpteki bu îmân’ın ilk alâmeti edeb’tir. Îmân’ın şartlarını kabul "Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihî ve Rusûlihî" diye sayılan altı maddeyle toplanan şartlar îmân’ın zâhirî şartlarıdır. Ama bu îmân’ın zâhirî şartlarının bizde bulunması gereken kalbî noktasına ve kabulüne îmân’ın bâtinî şartları denir. Îmân’ın bâtinî şartlarının ilk maddesi ise edeb’tir. Şimdi o halde şunu hemen söyleyelim ve mevzûyu öyle toparlamaya çalışalım. Edeb lâtif bir şeydir. Yani zâhiren hemencecik farkedilen birşey değildir edeb. Menşei itibariyle kalbî olduğu için ancak kalpteki letâfetle anlaşılabilir. Şimdi geliniz Hazreti Pîr’in o sözüne böyle bakınız. Ne diyor efendim? "Allah Teâlâ’nın lûtfuna" Dikkat buyurun tâbire! Allah Teâlâ’nın lûtfuna mazhariyetten bahsediyor. İşte Lâtif sırrı o letâfetle ancak bilinen edeble oluyor. Ancak o zaman Allah’ın lütf-u İlâhî’sinden ve "Latifun bi ‘ibadihi" âyeti kerimesinden nasibdâr olunuyor. Bu çok önemlidir.Çünkü şerîat’ın bâtınında olan hikmetlere ancak bu aşk ile nüfûz edilir. O halde Allah Teâlâ’ya duyulan muhabbetin alâmeti îmân, bu îmân’ın coşkulu bir halde kalbi sahada yerleşmesine vesile olan da edebtir. Edebin muhafaza ettiği bu îmân’a aşk denir. O yüzden edeb aşktan, aşk da edebten beslenir. Edeb olmazsa Lâtif sırrı olan o aşk-ı İlahî asla tam mânâsıyla tecelli etmez, savuşur gider.

Edeb de bir ibâdettir diyebilir miyiz? (Nâfile midir? Hükümlü bir ibâdet midir?)

■ ■ ■ Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde emirleri, yasakları, farzları, vâcibleri beyan etmiştir. Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinde de ibâdetler sünnet olarak, nâfile olarak belirtilmiştir. Şimdi bunların içerisinde bir kâide vardır. Bir kere hangi ibâdet olursa olsun, Allah Teâlâ’nın ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bildirdiği herhangi bir ibâdete vesile olan herşey nâfile ibâdet hükmünde hatta o ibâdete dahil hükmündedir. Mesela bakınız bendeniz hep sıkça bu misali veririm; bir insan sefere giderken, diyelim ki Konya’dan Mekke’ye seyahate çıkacak, ziyarete gidecek. Konya’dan hareket etmeye karar verdiği andan itibaren, velev ki elli-altmış kilometre gitsin ilk konakladığı yerde namazını seferî olarak kılar. Çünkü artık o Kâbe’nin yolcusudur. O’na giden yolların hepsi Kâbe’ye gitme hükmündedir. O halde ibâdetlerde kazanmamız gereken huşû’u, huzuru ve Allah’a muhabbeti arttıran herşey zaten bir kere nâfile ibâdet hükmündedir. Mesela yine şu misali de vermiş olayım; namaz kılmak için abdest lazımdır. Abdest almak için ecdadımızın yaptırdığı o şadırvanlar…Efendim abdest almaya kolaylık olsun diye verilen bir havlu tutma meselesi bile, bir jesti bile nâfile ibâdet hükmündedir. Çünkü ibâdetin "Tahsîn" şartı derler buna yani ibâdetin güzelliğini kabul edip güzelleştirmek için gayret etme şartı. Dolayısı ile bunlar nâfile’dir. Fakat edeb böyle midir? Bir kere edeb büyüklerin anlattığına göre acaip bir nesnedir. Edeb hem sâlih amellerin menbaı, hem sâlih amellerden edinilen sevap, ecir ve derecâatın aynı zamanda muhafaza edildiği yerdir. Bu bakımdan düşünülürse edeb hem ibâdetin başı hem de ibâdetin sonundaki hâldir. İbâdete sevkederken muhabbet vardır, o ibâdete muvaffak olduktan sonra edeben kulluğunu idrâk vardır. Dolayısı ile edebin ihâta etmediği hiçbir saha yoktur. Niçin? Çünkü daha evvel’de söyledik Allah Teâlâ muradıyla ve muhabbetiyle bu âlemi hâlk etti. Dolayısı ile onu ne kadar Rahmaniyetiyle, İlmiyle, Rahîmmiyetiyle, dünya, uhrevî, zuhur perdeleriyle perdelese bile netice de künhünde bu muhabbet var. O halde özünde bu muhabbetten aldığı feyizle bir insana nizamı, güzelliği bahşeden edeb, cümle âlemi ihâta ediyor demektir. Hatta Hazreti Mevlâna buyurur ki "Bak güneşe! Güneş bile edebe riâyet eder." Âyet-i kerîme acaiptir yani (estauzubillah) "Veş şemsu tecrî li mustekarrin lehâ, zâlike takdîrul azîzil âlîm". Mesela, "Vel kamere kaddernâhu menâzile hattâ âdekel urcûnil kadîm- Leş şemsu yenbegî lehâ en tudrikel kamere" [Yâsîn: 38-39-40]. Kamer’e göre güneş daha baskındır fakat asla bulunduğu seviyeyi, haddi aşmaz. Ben daha baskınım deyipte, kamer’in (ay’ın) sahasına tecavüz etmez. Ve kâinattaki nizam hep bu edeb üzere döner. Emrolunan mecra’da gider, ama bir yandan da kendi derecesine göre Allah’tan çekinir, kalbî o çekingenliği hisseder. Dolayısı ile semavatta cansız dediğimiz mülkte bile edebe riâyet varsa, Allah Teâlâ’nın muhatab kıldığı idrâk sahibi insanda edepsiz olmak veya edebin dışında hareket etmek mümkün değildir. Nihai olarak şunu da söyleyebiliriz; (estauzubillah) "Yâ eyyuhellezîne âmenû âmenû billâhi ve resûlihî" "Ey imân edenler! Allah ve Rasûl’üne imân ediniz" [Nûr: 62] âyet-i kerimesi îmânın zâhirî şartlarını kabulden sonra bâtinî şartlarını muhakkak yerine getirmemizi tavsiye ettiğinden, edeb Allah’a gönül vermiş insanlar için farzdır. Hem itikadı farzdır, hem öğrenmesi farzdır, hem amel etmesi farzdır. Derecesine göre… Mü’min olmak için ayrı ilim lazımdır, imânın emrettiği teslimiyeti yaşamak için, İslam için ayrı bir ilim lazımdır ve hayata tatbîk lazımdır. Yerine göre, ihmâline göre derekesinden cezası kesilir,yerine göre de takdîr ve tayini yerine getirilmesi lazımdır. Bu cihetten bakılırsa biz de edepli olmak üzere bu dünyaya geliriz. Bilhassa aşk ve muhabbet sahasında yürüyenler için edeb farz-ı ayn’dır. Başkasının edeb göstermesi ile ondan kurtulmaz, herkesin aynı şekilde farzen bunu yapması îcâb eder.

Hudûdlara riâyet, haddini bilmek mecbûri bir edeb oluyor çünkü.

■ ■ ■ Zaten edeb sizin hudûdlarınızla sınırlıdır. Edebi kendi hudûdlarınız içerisinde yaparsınız.

Güneşten örnek verdiniz, onun hudûdu belli, haddi aşmıyor.

■ ■ ■ Evet. Zaten efendim insan veya herhangi bir mahlûk kendi edebini idrâk etmekle mükelleftir. Çünkü kendi idrâkini aştığı anda Allah’ın edebini görecektir. Yine edepten dışarı çıkamaz. O kendi bulunduğu alanın ötesi ayrı bir edeb ister. O edebin sahibi de Hazreti Allah’tır. İnsan o zemînde yürüyebilmek için, edebin üzerinde yürüyebilmek için edeb kesilmelidir, vesselâm.

Resûlullah Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmak (Muhammedî edeb) ve Cenâb-ı Hakk’a karşı lâyıkıyla edeb sahibi olabilmek niyâzında olan bir mü’min nasıl bir yol izlemelidir?

■ ■ ■ Efendim ibâdet, tâat, insanlık bunların hepsini değerlendirirken meşhur Cibril hadîs-i şerîfinden hareket etmek lazım İmân, İslam ve ihsan. Bir insan İmân’ı takliden söyler kalbi kabul ederse mü’min olur. İnandığı Allahına teslim olmak niyâzında bulunursa Allah’ın İslam şartları da bellidir, o teslimiyeti göstermek üzere hem ibâdet tâat’ı hem de itâati haram helâl çerçevesinde yerine getirir. Fakat bu kâfi değildir. Allah Teâlâ madem ki bu kâinâtı muhabbet üzere yarattı, bu Muhabbetini idrak etmek üzere’de insanı yarattı. Kendisi muhabbet üzere yaratır da insan bu muhabbetten nasıl yüz çevirir? Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına "Emretti mecburuz. Yoksa yapmazsak bizi yakar. Yapalım ki Cennet’e girelim" diyerek Resûlullah (Sallâllâhu Aleyhi ve sellem) Efendimiz’in edebine ulaşılmaz. Ancak ahlâk’ı taklîd eder bir insan. Taklîd de tatkik derecesine göre birşey getirir. Hiçbir zaman hakîkatı olmaz. Çünkü taklîd tefekkürü öldürür. Tefekkür lazımdır. Peki hangi tefekkür? Allah Teâlâ’nın hislerini tashih ettiği, düzelttiği, kalplerindeki hisleri düzgün olan ve Allah’ın aklıyla akıllanan bir dimağa sahip olmak lazımdır. Yoksa hindi gibi düşünmeye tefekkür denilmez. Peki bu nasıl elde edilir? Yakınlıkla. Yakınlık için ne lazımdır? En önce bizden isteneni yapmak. Fakat bizden istenileni yapmakla yakın olunmamız mümkün değildir. Hadîs-i şerîfte işaret edilen nâfileler vardır. Nâfile burada lüzumsuz mânâsında değildir. Cibril hadisindeki ihsan mertebesine işarettir. Yani "Ya Rabbî! Sen bunu bana emrettin, ben kılarım. Resûlullah’ta bundan evvel dört rekat daha kılmış. Aman ne demek! Hemen kılayım.Başka ne yapabilirim Ya Rabbî?" demek ihsan şartıdır. İnsan ancak öyle bu muhabbetin tezahürüne mazhar olur. İşte bir insan bu mertebeye erişirse, erişmeye gayret ederse, buna meyil ederse (en önce buna meyil hâli zaten başlar) sonra o meyili muhabbete dönüşür, o muhabbeti aşk’a dönüşür. İşte o zaman bu edebe sahip olur. Yoksa Arapça’da bir tabir vardır; ‘fe-illa lâ’ yani böyle olmazsa, olmaz. Yahut ‘Fe-illa felâ’, yani böyle olmazsa yok, istisnası bile yok. Allah’ın Resûlü’nün edebinden nasiplenenlere bakarsanız hepsinin yakîn kullar olduğunu görürsünüz. Ama onların yakınlıklarını ve o yakınlığı muhafaza eden hem de yakınlığa sevkeden cevher olarakta hep edebi görürsünüz. Edebe riâyet etmişlerdir ve hep edeb çizgisi üzerinde bulunmuşlardır. Sahâbe-i kirâm hazerâtı tamamiyle bir edeb abidesidir. Edeple fethetmiştir. Mesela Mekke’li müşrikler anlatıyor işte, "Hiçbir saray’da hiçbir Sultan’ın katında böyle Sultan’a tâbi olan, bu kadar muhabbet edilen bir başka Sultan ve saltanat sahibi görmedik. Konuşmaya başladığı zaman yer-gök susuyor adetâ. Ve o konuşmaya başladığında yanındaki ashâbı taş kesiliyor, kıpırdayamıyorlar bile" diyerek Resûlullah Efendimiz karşısındaki sahâbî’nin edebinden etkilenen insanları ve hatta imânla müşerref olan insanları nazarımıza veriyorlar. Dolayısı ile Allah Resûl’üne edeb, sevenler için şarttır. Sevmek için şarttır. Ve ihsan mertebesi olarak sâdece emir-yasaklar veya "Resûlullah yapmış, biz de yapalım" değil, "Gerçekten ben ona nasıl kavuşurum? Nasıl ona vasıl olurum?" diye bir dert sahibi olması lazımdır. Dolayısı ile bu derdin dermânı, bu muhabbetin de vesilesinin edeb olduğunu unutmamak îcâb eder. Hepsi birbirine bağlı hem birbirini besleyen hem de birbirini çağıran, davet eden hasletlerdir.

Hepsi birbirine bağlı zincirin halkaları gibi. O olmazsa bu olmaz, bu olmazsa o olmaz gibi sanki…

■ ■ ■ Arzu ederseniz örnekleyerek meseleye alalım: Mesela bir insanın kendi ilmîyle alakalı düşünelim. Zâhir ilmin kendine ait zâhir bir edebi vardır. O zâhir ilmin edebini yaparsa kişi ilme’l yakîn’den ayne’l yakîn’e yükselir. Ayne’l yakîn’e geldiği zaman o ayne’l yakîn’in gerektirdiği başka bir edebi vardır. O edebi yerine getirirse Hakke’l yakîn’e yükselir. Hakke’l yakîn’in de edebi vardır. "Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ" [Necm: 17]. Sidre-i Müntehâyı rıkk’a eden Hazreti Fahr-i Âlem için ne buyuruyor Allah? Bakışlarında bile Allah kefil. "Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ." Haddini aşmama, Allah’ın ona tayin ettiği hudûdu idrak etme. Muhteşem bir nefis terbiyesi vardır orada. Kendi cüzzî iradesinin nerede başlayıp nerede bittiğini, küllî irade’ye hangi hususta teslim olacağını tek tek tefrik edebilme. Çünkü Allah Teâlâ’ya hakkıyla kul olanları Allah Teâlâ, hem nefsine arif hem kendine arif eylemiştir. Bu Âdet-i Sübhânîye’leridir. Hakke’l yakîn’in bile edebi vardır. Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve sellem’in sâdece mirâc’ın o ilk tahiyyat kelâmındaki selamlaşma bahsine bile baksak, o mertebedeki edebin de olduğunu, hatta o mertebedeki edebin çok daha önemli ve çok daha zor olduğunu düşünmek îcâb ediyor. Dolayısıyla her makâm’ın kendine ait bir edebi vardır.Hani ahlâk o edebi tahsil için vardır. İlme’l yakîn gibidir ahlâk. Bunun âyne’l yakîn’e ve Hakke’l yakîn’e geçmesi de yani ilme’l yakîn olarak edeb ‘ahlâk’ ismini alır. Buna riâyet ederse onda kendi edebi olur, âyne’l yakîn olur.Allah’ın kendi edebinden giydirmesine de o saha’nın edebi denir ki Hakke’l yakîn mertebesidir yani Allah’ın kendi edeplendirmesi.

Allah Resûlü bir hadîs-i şeriflerinde: " Ya Rabbî! Beni adabın en güzeliyle ve mekârim-i ahlâk ile süsle!" buyurmaktalar. Mekârim-i ahlâk nedir efendim? Açıklar mısınız?

■ ■ ■ Allah Teâlâ Erhamürrahimin’dir, Resûlullah Efendimiz Rahmeten lil âlemîn’dir. O’nun "merhametlilerin en merhametlisi" oluşu ve Efendimiz’in de "âlemlere rahmet" oluşundan dolayı, ancak Lâtif sırrı ile bulunabilecek bu edebi Hazreti Allah bizim zâhir âlemimize de göstermiştir. Dolayısıyla mekârim-i ahlâk insanı doğrudan Allah’a vasıl eden ahlâk demektir. Bu ahlâkın zâhirî ölçülerini bizim âlemimizde Rahmetil Allah göstermiştir. Fakat bundan ibaret değildir. Bundan ibaret olmayışını idrak eder yürürsek ahlâk-ı mekârim-i ahlâkla edeb arasında fark yoktur. Ama bunları ayrı, bunu ayrı müşahede etmemiz ne zaman olacak? ‘Bu ahlâktan ibarettir’ dersek edebi ve farketmezsek, o zaman birbirinden zaten ayırmış oluruz ki bizim için bahşedilen yolu anlamaz oluruz. Bu şuna benzer efendim, mesela Kur’ân-ı Kerîm mealleri yazılıyor, bazen bunlara maeller veriliyor. Mesela deniyor ki "Senin Rabbin sırat-ı müstakim üzeredir." Veya Resûlullah için "Muhakkak Sen sırât-ı müstakîm üzere gidiyorsun." Yani mübarek! Tabi ki öyle. Şimdi burada sırât-ı müstakîm’de olmak, yani doğru yola gitmek mânâsında. Allah için böyle birşey söyleyebilir misiniz? Resûlullah Efendimiz için böyle birşey söyleyebilir misiniz? "Allah Teâlâ sırât-ı müstakîm’de" demek, "Sırat-ı müstakimette olanları bizzat muhafaza etmek için Allah oradadır" demektir. Allah Resûlü’nün sırat-ı müstakim’de oluşuysa "Sırat-ı müstakim’de bulunanlara rehberlik için o yoldadır." demektir. İkisi aynı şey değildir. Biz sırat-ı müstakim’e iletilmeyi dileriz ve Allah’tan hidayet isteriz. Ama Onlar o hidayeti gösteren zâtlardır. Şimdi böyle bakıldığında, Allah Teâlâ’nın ahlâkı vardır, Resûlullah Efendimiz’in ahlâkı vardır, mü’minlerin de ahlâkı vardır. Allah Teâlâ’nın ahlâkı hâşâ hilkatten gelen ahlâk mânâsında değildir. Kendi Zât’ını tanıtmak için giydiği zâhiren anlamamız için, bizlerin idraki için tenezzülen bahşettiği, anlattığı, beyan ettiği, izah ettiği ahlâkıdır. Ve bu ahlâk Allah Resûlü’nün üzerine tıpatıp, birebir oturmuştur. Hazreti Hassan bin Sabit’in söylediği gibi. Allah Resûlü’nün şairi öyle diyor "Ke enneke kad hulikte kemâ teşâü" "Sanki Allah’la başbaşa vermişsin de, Allah sana ahlâkını öyle giydirmiş."diyor." Adeta danışa danışa sana giydirmiş bu ahlâkî elbiseyi" diyor. Şimdi bir kişi bu ahlâkın bu bâtinî âlemden ve tamamen mânâ âleminden giydirilen ahlâk olduğunu idrak ederse ve kendisine tenezzülen bunun beyân edildiği ahlâk olarak kabul ederse, işte edebe o ahlâkın edebine kavuşmuştur. Fakat "Ben bunu yapmakla taklîdle bu işi yaparım" diye düşünüyorsa, o zaten tâ başından edepsizlik yapmıştır. Çünkü taklîdle hakîkat birbirinden ayrı şeylerdir.

Edeb ve güzel ahlâk ilişkisini açıklar mısınız? Aynı mıdır?

■ ■ ■ Edeb ve güzel ahlâk zaten anlayan için aynı şeydir tabi ki. Yani bu biraz da bizim güzel ahlâktan ne anladığımız ile alakalıdır. Demin söylersek güzel ahlâk edeb karşılığında kullanılmıştır. Fakat arada şöyle bir nüans var. Şimdi ahlâk deniliyor da niye ayrıca güzel ahlâk veya mekârim-i ahlâk deme ihtiyacı hissediliyor? Bunu iyi tespit etmek lazım. Ahlâk denilse olmuyor mu? İşte güzelliğini nereden alıyor? Daha evvel’de arzettiğimiz gibi Cibrili hadîs-i şerîfinde geçen imân, islam ve ihsan bahsi var. İhsan Allah Teâlâ’ya muhabbetle ibâdet etme ve Allah Teâlâ’nın taksimine muhabbetle teslimiyet gösterme halidir. Tabi bu taksim derken ilk başta bize mal,evlat, çoluk çocuk gibi taksimini kastetmiyorum. İlk önce bizi kendi kulu olarak taksim etmesini kastediyorum. Allah Teâlâ’nın bizi kendi kulu olarak taksim etmesi ve hususi olarak ayırmasından memnun olması lazım insanın.Buna gerçekten özünden muhabbetle karşılıkta bulunması lazım. Bir mecburiyet gibi görmemesi lazım. İşte bu insanı mekârim-i ahlâk’a götürüyor. Taklîden o hareketleri yapmaya değil de, severek yapmaya muhabbetle yapmaya götürüyor. Mekârim-i ahlâk eşittir edeb diyebilir miyiz? Deriz. Şöyle bir farkı var ama: Edeb denildiğinde ve mekârim-i ahlâk denildiğinde şöyle bir benzerliği veya şöyle bir ayırımı var.İnsan ahlâkî olarak güzellikleri yine taklîd ederek ve ilimle tatbîk ederek erişebilir. Bunu biraz daha küçük lokma yaparsak, hem de İslam literatüründe, ıstılâhâtında yani kullanılan mânâsıyla karşılarsak, ahlâk ‘sâlih amel’ demek. Mekârim-i ahlâk ‘ebrâr’ın sınıfına girmek’ demek. Yani sâlihlerin bir üst mertebesi. Ebrâr nedir? Ruhsatla değil sâdece, azimetle hareket edenlerdir. Fetva ile değil, takvâ üzere hareket edenlerdir. Allah Teâlâ takvâ üzere hareket edenleri "Ebrâr" diye isimlendiriyor. Bir ‘ebrâr’ veya ‘ber’ kelimesi ‘berî’ kelimesi bunlar hep aynı kökten müştaktır. Dolayısı ile bir insan ruhsatla değil de, azimetle hareket ettiğinde içindeki îmânî iffeti ve Allah’a karşı olan muhabbeti ve imânı tam muhafaza etmiş oluyor. Ve Allah’ın muhafazası ile muhafazalanıyor, Hıfz-ı Hümâyi görüyor. İşte bu yüzden de ebrâr oluyor, beliğ oluyor. Şirkten, küfürden, ahlâk-ı rezile’den beliğ olmuş oluyor. Başka, yaptığı ameller zâhirî olmuyor. Şirk, riyâ gibi veya ucûb gibi onunla nazlanmak gibi belalardan ne oluyor kul? Azimetle hareket ettiği için hiç nefsine hisse vermeyip hep kendi tercihini Allah’tan yana kullandığı için ebrâr seviyesine yükseliyor. Peki orada bitiyor mu iş? Mukarrebîn var. Mukarrebîn, Allah Teâlâ’nın hususî yakınlığına Cenâb-ı Hakk’ın bizzat eriştirmesi hâlidir. Kul o yakınlığa erişebilecek son kerteye kadar gayret ettiğinde ancak ebrâr mertebesine yükseliyor. Mukarrebler muhakkak o ebrâr’dan yükseliyor. Yani her ebrâr makamında olan mukarreb değildir. Fakat mukarreb olan kullar muhakkak ebrâr mertebesini görmüş, müşahede etmiştir. İşte mekârim-i ahlâk ile edebin alakası bu. Mekârim-i ahlâktan kastımız, eğer bizim elimizden geldiği kadarıyla tüm azimet tarafını, tüm ruhsatlarımızı Allah cihetinden, Hakk Teâlâ’nın emr-i cihetinden tutarsak buna mekârimi ahlâk deniliyor. Bu aynı zamanda kulun kendi başına yapabildiği cüzzi iradesini ortaya koyduğu edeb mânâsındadır. Fakat "Eddebenî Rabbî feahsene te’dîbî " hadîs-i şerîfindeki zikredilense Allah Teâlâ’nın o edebi kendisi’nin bizzat giydirmesi halidir ki bu bakımdan düşündüğümüzde mekârim-i ahlâk bizler için cüzzi iradeyle olan, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve sellem) içinse Allah tarafından ikrâm edilen ahlâk demektir. Bu bakımdan bakıldığında, düşünüldüğünde ikisi de edebe çıkar. Kulun erişebildiği edeble Allah Teâlâ’nın ikram ettiği edebte birleşiverir ki bu mânâdan birlikteliği fakat diğer vecihten de küçük bir ayrılığı vardır.

 

Gerdern ez akl suâlî ki bâşed îmân

Akl der-gûş-i dilem goft ki îmân edebest

"Akıla sordum, nedir îmân? Akıl, kalp kulağıma eğilip dedi ki îmân, edebtir". Vakt oluyor akıl edeb diyor gönül uymuyor, gönül edeb diyor akıl uymuyor. Hazreti Mevlâna’nın da buyurdukları îmân üzere edeb sahibi olmayı nasıl anlamalıyız?

■ ■ ■ Bir kere müşahede makamında olan insanın bu edeble aklının, fikrinin herşeyiyle pür-nûr olduğunu görüyoruz. Böyle olduğunda savaş biter. Çünkü aşk geldi mi sulh başlar. Akıl derken hangi akıldan bahsediyor? Bakın dikkat buyurursanız "Akıl kalp kulağıma eğildi." diyor. Demek "Kalp kulağına eğildi" derken öyle bir akıldan bahsediyor ki kalbe mahrem bir akıl. Kalbe mahrem bir akıl zaten Allah’ın nûrunu idrak etmeye müsait bir akıldır. Kalpsiz akıl o zaman nizâha başlar. Yani hiçbir zaman kalbiyle beraber giden akılla, edeb hususunda bir nizâ yoktur. Akıl böyle bir kalbin, nûrlanmış bir kalbin emrinde daha acabâ nasıl edeb gösteririm diye adetâ icad eder. O kalbî sahaya doğan mânâyı daha evvel hiç kimseden görmediği halde taklîdden de uzak adetâ icad eder. Mesela Sahâbe-i kirâm’dan birisi kendisini direğe bağlıyor. "Vallahi ben affolunmadan kendimi buradan çözmeyeceğim." diyor. Bu zâhiren bakıldığında bir deliliktir ve zâhiren bakıldığında da bir kişinin tövbesinin kabul olması için direğe bağlanması gibi bir kaide yoktur. Ama aşk-ı İlâhîsi ile beraber o tüm tasarrufunu, tüm ceberutiliğini, aklî tedbirlerini, hepsini "Ben o vahye kurban olayım" diye kurban ettiğinde iş ortaya çıkıyor. Efendim zaten akıl bizim gayet güzel besleyip büyütüp vakti gelince’de Allah’a kurban etmemiz gereken kurbandır. Helâl kurbandır akıl.

Velilerimizin, tasavvuf ehlinin irfân meclislerinde nasihat buyurdukları vecizelerden oluşan eserleri kendi kendimize okuyarak ve istişare ederek muhabbet kazanılabilir mi?

■ ■ ■ Kazanabiliriz. Bakınız Rahmanî ve şeytanî sohbeti anlamak için bir kıstas vardır. Bunu sizin nezdinizde kıymetli muhabbeti olan kardeşlerimize bir sır ifşası olarak kabul edebilirsiniz. Hani çoğu zaman "Şeytanî mi işimiz yoksa Rahmanî mi? Bu sohbet şeytanî mi yoksa Rahmanî mi?" diye düşünürüz. Bunu anlamanın bir yolu var. Yani evliya olmanın dışında, keramete ermeden de bunu tespit etmenin bir yolu var. Büyükler şöyle söylüyor: Bir sohbete eriştiğinizde o sohbette bulunduğunuzda Allah’a karşı kulluk, Resûlullah Efendimiz’e karşı muhabbet ve insanlara karşı hizmet aşkınız ve şevkiniz artıyorsa bu sohbet nasıl olursa olsun Rahmanîdir. Eğer bir sohbete erişipte o sohbetten çıktığınızda Allah Teâlâ’ya kullukta gevşeklik veyahut ümitten ziyâde ümitsizlik, tembellik, Resûlullah Efendimiz’e karşı muhabbet eksikliği ve insanların hizmetinde gevşeklik olarak birşey zuhur ediyorsa, onu da şeytanî sohbet, şeytanî bir meclis olarak tavsif etmişler. Biz o zaman şurdan anlayabiliriz; böyle sohbetlere eriştiğimizde Allah ve Resûlüne muhabbetimiz, ibâdet duygumuz ve insanlara karşı hizmet aşkımız artıyor mu? Artıyorsa cevap, doğrudur. Peki bu meclislerde bunlar konuşulduğunda ekseriya gördüğümüz şey nedir? Budur. Bakınız şöyle bir İslam coğrafyasına, hizmet eden ve güzellikler bırakan insanların eserlerine, yüzde doksandokuzu muhakkak ki bir seyr-i sülûk’ten geçmiş, manevî terbiyeye mazhar olmuş, ya bir Pîr eteğinde ya da bir mürşid dizi dibinde feyz almış insanlardır. Bunu tesadüfle anlatmak izahtan çok insafsızlık olur. Dolayısıyla işin bu tarafı var. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’inde Cenâb-ı Hakk bizzat bu arkadaşlıkları teşvik etmiştir. Bir kere Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde zümre sayar; Âbidin, Tâibin, Sâcidin, Rakıin, Sâbirîn, Zâkırîn, Sâimîn birçok zümreyi sayar değil mi? Bir kere Cenâb-ı Hakk zümrelerden bahsediyor. Ve yine beraber zikredildiğinde bu zümrelere ilhâk olmak, bu zümrelerle beraber olma isteğini teşvik ediyor. Mesela sûre-i Yûsuf’ta yüzbirinci âyet-i kerîme’de Hazreti Yûsuf’un lisânından cümle peygamberlerinde söylediği bir dua var "teveffenî muslimen bis ve elhıknî sâlihîn" "Bizleri müslüman olarak ya Rabbî huzuruna kabul et, bu dünya sahnesinden artık biz ancak öyle çekilelim, müslüman olmadan ölmeyelim." Çünkü âyet-i kerîme’de öyle diyor. ‘Sakın ha! Müslüman olmadan ölmeyiniz." "fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn" [Bakara:132] Yani "Sizler müslüman olmadan, Allah’a teslim olmadan, imân etmeden sakın huzuruma gelmeyin" demek. "Bu dünya sahnesinden çekilmeyin" demek. Peygamberler bunu talep ettikten sonra dualarıyla (fiilen ortaya koymalarına rağmen) akabinde de ne demişler? "ve elhıknî" [Şuarâ: 83] "Bizi ilhâk et." Nereye? "bis sâlihîn" "sâlihlere". Peygamberlerin dahi o arkadaşlıktan imtinâ etmediğini düşünürsek, bizler gibi âciz kulların sâlihlere ilhâk edilmeyi istememesi asla ve asla düşünülemez. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’inde Cenâb-ı Hakk sûre-i Nisâ’da Kendisine itâat edenlere böyle bir hâlin verileceğini, yani sâlihlerle, nebîlerle, sıddîklarla arkadaşlık olacağını nimet meyanında zikrediyor. "Sırâtallezîne en’amte aleyhim" sırrında "Kendilerine ikrâm ettiklerimiz" diye yani o sırât-i mustakîm üzere olan kulları nebîler, sıddîklar, şehitler ve sâlihler olarak zikrediyor. "ve hasune ulâike refîkâ" [Nisâ:69] diyerek de bu arkadaşlığı bizzat Hazreti Allah tahsîn ediyor, takdîr ediyor. Dolayısıyla sâlihlerin hallerine özenmek, sâlihlerle beraber olmayı temenni etmek ve sâlihlerin bu şekildeki makamlarını, mevkîlerini düşünerek ibret olsun diye okumak ve onun menakîbını zikretmek fazladan birşey değil, tam tersine İslam ahlâkının bizim üzerimize emrettiği bir vecîbedir. Bizzat o sâlihlerle bulunmak mevzû hakkında Cenâb-ı Hakk’ın emr-i manevîsidir. Ayrıca bir küçük hatırlatma da bulunalım. İki Cihan Serveri Efendimiz bazı kişilerin faziletinden bahsetmiştir, ümmetinin faziletlerinden bahsetmiştir, Peygamberlerin faziletlerinden "Kardeşlerim" diye bahsetmiştir. Bu hem Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbuna hem hadîs-i şerîfteki, sünnet-i seniyyedeki üslûba muvafıktır ve mutabıktır. Hemen hatırladığım, düşünmeden söyleyebileceğim az evvel’de zikri geçen "Zikru Aliyyin ibâdeh" buyuruyor. "Hazreti Ali’nin menkîbelerinden ve faziletinden bahsetmek nâfile ibâdettir." diyor. Kulluğu idrâk ettiren her vesile bizzat Allah tarafından emirle ve telkinle bizlere ilân edilmiştir, beyan edilmiştir. Dolayısıyla evliyâullah’ın menkîbelerini okumakta ve onlardan o ibreti almakta hiçbir beyis yoktur demekten öte çok feyiz vardır. Son birşey daha hatırlatayım. Bunlar yapılırken asla bir cemâatin ta’assubu şeklinde veya bir zât’ın büyüklüğü şeklinde konuşulmamalı. Bir insan bu velilerdeki muhabbeti ve İslâm ahlâkını, Allah ve Resûl muhabbetinden neş’et eden güzellikler olarak görmüyorsa, pehlivan hikâyeleri okumasına benzer ki hiçbir fayda vermez. En başta insan Allah’a ve Resûlüne muhabbete vesile olduğunu bilmeli ve hiçbir cemaat taassubuyla bu hadiselere ne yaklaşmalı ne de böyle anlatmalıdır. Bunun da altını çizmek lâzımdır.

Muhabbet için edeb, edeb içre muhabbet menbaı’ndan daim nasiplenmek isteğinde olan bir mü’min için edebin bâki kalması nasıl mümkündür? Şahsi çabayla sağlanabilir ve korunabilir mi?

■ ■ ■ İbâdetler îmân nûrunun sönmemesi için etrafındaki muhafazalar gibidir. Dolayısıyla insan ibâdet ve taâtta Allah’a kulluğa itâate devam etmek mecburiyetindedir. Muhabbet almasa bile her zaman üzerine düşen Allah Teâlâ’nın emirlerine itâatle mükelleftir ve sünnet-i seniyye’ye tâbi olmak durumundadır. Bu hem içerdeki muhabbeti muhafaza eder, hem de henüz o muhabbette değilse o muhabbete uygun zemîni açar. Çünkü Allah’ın ve Resûlü’nün emirlerine muhalefet eden bir insan zulûmdedir. Zulûmün olduğu yerde de din teklif edilmez.İlk önce Efendimiz Mekke-i Mükerreme de zulmû kaldırmıştır. İbâdet hayatı sonradan gelmiştir ve yakınlık hayatı sonradan başlamıştır. Zulm olan yerde muhabbet daha doğrusu zulüm olan yerde muamelât olmaz, muamelât olmayınca da muhabbet orada barınamaz. O halde insanın bu muhabbeti muhafaza etmesi bir kere hem o muhabbetin şartlarına hem o muhabbetten evvel ki şartlara riâyetiyledir. Peki nasıl olur? Bir insan bu emirlere, yasaklara, Allah Teâlâ’nın şerîatında beyan ettiği hâl üzere tâbi olursak, Allah Teâlâ muhakkak onu bir muhabbetli zemîne çeker ve onu o muhabbeti alabileceği şekle getirir. Çünkü muhabbet çok nazik bir şeydir ve Allah Teâlâ öyle her değme kalbe bunu indirmez. Muhabbetin neş’et edebilmesi için zemîninin tam bir emniyet içerisinde olması lazımdır. Onun için kul bu muhabbetini Allah’ın emirlerine tâbi olarak yerine getirmek durumundadır. Mesela yine Sahâbe-i kirâm’a bakıyoruz, Efendimiz Sallâllâhu Aleyhi ve sellem’e bakıyoruz, kendi muhabbetlerini ve hatta bazılarına olan buğzunu dahi şahsi tercihiyle hiç yapmamış, hep Allah’ın emrine tâbi olarak yürütmüştür ki bu onun muhabbet menbaı olmasının özelliğinden ve şanındandır. Kişi de böyle bir muhabbete daima mekân olmak istiyorsa Allah Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına riâyet edecek, zulüm bertaraf edilecek ve daima elinden geleni yapacak şekilde huzurda durmaya gayret edecek. Şöyle derdi benim hocam "Elbet birgün onunda hatırını sorarlar." Hep huzurda bulunmaya gayret edecek, dâima buna riâyet edecek, inşallah o zaman Allah’da onu muhabbetli bir zemînde muhakkak sevdikleriyle beraber buluşturacaktır.

Tasavvuf ehlinin bizleri davet buyurdukları hakîkat muştusu eserlerden tam anlamıyla istifade edebilmek ve feyz alabilmek için kişilerin belli vasıflara sahip olması gerekli midir? Bu eserler herkese aynı ölçüde mi seslenir?

■ ■ ■ Efendim malûm eskiden tasavvufî sahada eser yazanlar belli çevrelerde bunların okunacağını düşünerek birçok eseri kaleme almışlardır. Tabîî bunlar arasında umûma hitâb eden eserler de vardır. Mesela Hazreti Abdülkâdir Geylânî efendimizin Fethu’r Rabbani’si avamdan havasa kadar herkesi içine alan bir hitabî üslûb barındırır. Ama Fîhi Mâ Fih gibi veya Ibn ‘Arabî Hazretlerinin birçok eseri gibi, bu eserler biraz daha hususî ihtisas ister. Burada ölçü şu olmalı; ilk önce insan Hazreti Mevlâna Celâleddin-i Rûmî efendimizin Mesnevî -i Manevî’sindeki ilk sözü gibi "Bişnev"diyor. "Dinle." İnsan bir kere ‘Bunu bana nasıl anlatacak?" diye dinlememeli. "Bu bana ne anlatıyor?" diye dinlemeli. Yani bu önyargıdan öte daha ince birşey. Önyargıyı geçtik zaten mevzû-i bahis bile olamaz. Hani bizim anlamak istediğimizi değil, en önce "Karşıda ki bana ne anlatıyor?" diye dinlemeli. Bir kere insan muhakkak ilmi tahsil ederken Allah için tahsil etmeli. Eğer Allah için ilim tahsil edilmiyorsa, laf satmak başkalarına laf tokuşturmak için birşey okuyorsa zaten istifâde edemez. Bir kere Allah kendi rızasının bulunduğu o ilmi o insandan çeker alır. Çünkü ilim Allah Teâlâ’nın uhdesinde bir cevherdir. Zâlimin eline onu bırakmaz. Allah’ın tasarrufâtındadır. Allah’ın rızasının haricinde bir taleple ilim isteyen kişi, bırakın tasavvuf ilmini herhangi bir ilim sahasında bile muvaffak olamaz onun feyzini alamaz sadece sırtında yük olur. Cenâb-ı Pîr (k.s) Hazreti Mevlâna efendimizin buyurduğu gibi, "Bazıları vardır onlar ilimlerinin üzerine çıkarlar ve ilim onları taşır." diyor. Ama bazı ilmin sahipleri de vardır ki, onlar kuru ilmi sırtlarında hammallık yaparlar "ke meselil hımâri yahmilu esfârâ" [Cuma:5 - Mesnevî I -3553] "Kitap yüklenmiş maalesef haşa huzurda eşekler (merkepler) gibidir." mânâsına gelen insanlardır. Dolayısıyla en önce Allah için, nefsini tezkiye için, Allah’ın rızasını kazanmak için bu eserlere kulak vermeli ve öyle okumalıdır. Ve mümkünse Allah rızası için sevdiğiniz insanlarla hemdem olup onların sohbet meclislerinde bunlar değerlendirilmeli ve muhakkak ve muhakkak bu tasavvuf bilgilerinin zemîni olarak Allah ve Resûlü’nün emirlerine itâati, şerr-i şerîf’e muhalefet etmemeyi de kişi kendisine şiâr edinmelidir. Ancak o zaman tasavvufî eserlerin feyzini ve bereketini görür.

Zünnûn-u Mısrî hazretleri şöyle buyurmuşlar: "Zemmedilmiş olan kötü ahlâkın tesiri, zahirî olduğu zaman bâtına, bâtınî olduğu zaman zahire akseder". Zahirî ve bâtınî edeb üzere olmaktan ne anlamalıyız?

■ ■ ■ Evet efendim. Burada daha evvel’de söylediğimiz gibi birisi ahlâk yani zâhiren algıladığımız fiillerdir. Bunlar riyâ ve sâiri için yapıldığında zâhirîni bozar insanın. İnsanın şahsiyeti, zâhiresi berbâd olur. Kalben gösterilmesi gereken edeb sahasında da, kalbî ve ruhî özelliğe sahip muhabbet ehli insanların başka amaçlarla taklidi de adamın ruhunu öldürür. Mesela riyâ bunların başındadır. Riyâ insanın içindeki taât çeşmesini kurutur. Girdiği zaman taât çeşmesi kurur. Yani o insan bir daha kendi başına kalsa, muhasebe-i nefis yapsa, Kâbe-i Muazzama’da secdeye kapansa Allah’la yakınlığı teessüs edebilecek o sıcaklığı hissedemez. Kurutur orayı Allah muhafaza. Dolayısıyla içinden göstermesi gereken edebi takınmazsa o zâhiren görünmese bile, zâhiren ulemâ ‘iyi yaptın kötü yaptın’ diye fetva ile onu tespit edemese bile içimizdeki müftüden öyle bir ceza alırız ki Allah muhafaza bunun ruhî sahadaki tahribatı çok berbâd olur. Dolayısıyla Zünnûn-u Mısrî hazretleri edebin zâhirî ve bâtinî şartlarına riâyet etmek gerektiğini söylüyor ve hiçbirinin birine feda edilemeyeceğini söylüyor. Ben bu kısmını yapıyorum, şu kısmını sonra yapacağım dememeli. İkisi beraberce inşa edilmeli ona işaret etmiş oluyor.

Efendim, Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v), yahut velilerimizin âlî mertebelerinde, onların zâhirî ve bâtınî’ye bakışlarından bizlerin muhakkak ki daha âciz bir bakışı ve anlayışı olacaktır. Bu anlamda edeb sınırlarını ne belirler? Edeb hâşâ Ahmed olmaya değilde Ahmedî olmaya bir talep ve niyetten ibarettir diyebilir miyiz?

■ ■ ■ Şimdi bir kere İslâmi bir bahis, İslâm ve din açısından bir bahsi işlediğimize göre en önce İslâm’ın kendi kaynaklarından tarif lazımdır. Her ne kadar bu bize akademik üslûb gibi de gelse aslolan budur. Bir kere Cenâb-ı Hakk bizim tâkat getiremeyeceğimiz şeyleri Kendisi tarafından teklif edilmediğini açıkca Kur’ân-ı Kerîm’inde beyan etmiştir. Bu durumda insanlar idrâkinden mesûldur. Ameller’de zaten hadîs-i şerîfle sabittir idrâke göre tartılacaktır. Zât-ı âlinizin yaptığı yüz Hacc veya umre ile bir başka kişinin yaptığı yüz Hacc ve umre eşit değildir. Çünkü sizin idrâkınıza göre bu az olabilir, o kişinin idrâkine, o kişiye göre belki çoktan kendi haddini bile aşmış fevkalâde bir kabiliyet göstermiştir. Dolayısıyle âmeller idrâke göre tartılacaktır. O halde edebte de insan en önce idrâk ettiği edebten mesûldür. Yine hadîs-i şerîfte buyuruyor ki "Bir kişi idrâk edebildiği kadarıyla ilmiyle âmel ederse, Allah ona bilmediğini öğretir." diyor. Bu durumda yapmamız gereken en önce bilebildiklerimizi ve yapabildiklerimizi kendimizi tartarak yapmak. Bu hususta Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in herkesin dilinden meşhur olan hadîs-i şerîfleri malûmdur. İşte "Ben artık hiç uyumayacağım. Ben artık hiç evlenmeyeceğim." diyene Efendimiz’in ikaz etmesi. Hatta "Ben yemesemde rızıklandırılırım ve bir şekilde Cenâb-ı Hakk tarafından doyurulurum" diye ifade buyurmaları, buna rağmen yine de asgarî müşterek diyebileceğimiz saha’da belli bir ahlâkî vazifenin, cemiyetin gerektirdiği, örfün gerektirdiği âdetleri de terketmediğini görüyoruz. Burada ölçü işte tam da "Mürşid lazım" olan ölçüdür. Yani bir kişi kendi haddini ve ona lazım olacak edebi muhakkak ehlinden öğrenmelidir. O ehliyle istişare ederek bunu yapmalıdır. Çünkü öteki durumda bir bakımdan ahlâkı evliya’ya benzer amma diğer taraftan da taklîd etmeye çalıştığı şey belki müşriklere taş çıkartacak dereke’de olabilir. O halde bunun belli bir düzen ve sırât -ı müstakîm üzere oluşu yine bir terbiye sistemine ve nizamına bağlıdır, ehline müracaat etmelidir. Ehline müracaat ederse Allah Teâlâ şöyle birşey vâdediyor, o yüzden de seyr-i sülûk’a muvaffak olamasalarda, gerçekten o veliler zümresine erişemeselerde insanların o velilere ve nebîlere imtisâl etmek ve tâbi olmak için yarışmalarındaki en önemli sebep şudur; Hakk Teâlâ bu yolda samimiyetle yürüyenleri muhakkak son nefeslerinde yolun sâlihlerine ve kâmillerinin katına ulaştıracaktır. Yeter ki o yolda bulunsun.

 

"Tû megû bedân şehbâr nîst

Bâ kerîmân kârhâ-yı düşvâr nîst"

Belki de Mesnevi-i Manevî’ye başlarken ilk başta söylenecek sözü bu röportajın sonuna denk getirmiş veya öyle tevâfuk eylemiş oldu. "Sakın ben o zâtlar gibi huzura erişemem, yakîn olamam deme. Çünkü Kerîmlerle alışveriş yapmak kolaydır." derken Hazreti Pîr bir de şuna dikkat çekiyor ki alışverişin onlarla olsun, alışverişi kesme. Dolayısı ile yolda bulunmak ve samimiyetle bulunmak, Allah için bulunmak muhakkak surette o yolun büyüklerine insanı kavuşturur. Belki buna başka bir delil sormak isteyenler varsa da Kur’ân-ı Kerîm’de sûre-i Tûr da Cenâb-ı Hakk sâlih âmel işleyenlere diyor ki: "Zürriyetlerinde bulunan büyüklerine onları ilhâk ederiz. Ve hatta büyüklerinin derecesinden de, ulaştıkları makamdan da hiç düşürmeden ve eksiltmeden o diğer aşağıdakileri onların seviyesine çıkartırız." demesi artık nesil ve neseb olarak bile Allah Teâlâ böyle ilhâk ediyorsa, mânen o yolu tercih eden insanların haydi haydi ilhâkı mümkündür. Çünkü "El mer’u mea men ehabbe" (Kişi sevdiği ile beraberdir) hadîs-i şerîfince kişiler Allah için böyle bir muhabbetten asla mahrum kalmayacaklardır. İşte insanlara o yüzden yapamasalar bile hep bu yollara sülûk etmeye gayret etmişler, hiç bu yoldan da ayrılmamaya gayret etmişlerdir. İyi de yapmışlardır çünkü şu an’da en büyük tutanağımız, bizim en büyük desteğimiz işte bu birbirimize gösterdiğimiz Allah için sevgi ve muhabbettir.

Edeb-i tarikatte mürşid ve mürid ilişkisine baktığımızda sâlik’in teslimiyetle mürşidine itâatı, ve nefs-i emmâre’den kurtulma niyâzı var. Konumuz edeb olunca Müsaadenizle "Derviş olmak" hususuna da biraz değinmek istiyoruz.Mürşid ve mürid ilişkisinden biraz bahsedebilir misiniz?

■ ■ ■ İnsanın nefs-i emmâre’den kurtulması için muhakkak bir manevî mürebbi lazım mıdır? Lazımdır. Bir kere en başta bunda anlaşmak îcâb eder. Çünkü daha evvel’de söylenildiği gibi, sıkça fakirin de zikrettiği gibi Cenâb-ı Hakk "El hamdu lillâhi rabbil âlemîn" diyerek kendi ferman-ı Sübhaniye’sinde âlemlerin Rabbi olduğunu beyan ediyor. ‘Âlemlerin Rabbi’ demek, mürebbi hakikî’nin Allah olduğunu ilân etmek ve idrak etmek demek demektir. Buna imân ederiz. Fakat Rabbü’l-âlemîn bu terbiyeyi insan’dan insan’a olacak şekilde hâlketmiş ve nizamını buna göre tanzim etmiştir. Peygamberleri göndermiş, peygamberlere vârisler göndermiş ve müteselsilen son güne kadar da bunun geleceğini beyan etmiştir. O halde insanın nefsi terbiyeye girebilmesi için veya nefsi terbiyeyi alabilmesi için bir mürebbi hakikî’ye, bir manevî mürebbi’ye, bir arkadaşa ihtiyaç duyduğu kesindir. Fakat bu insanın tercihiyle olabilecek şekillenebilecek birşey değildir. Bir kere insanın böyle bir mürşide nasıl kavuşacağı yine biraz onun nasip, takdîr ilişkisi ile olabilecek birşeydir. Şöyle ki bizler ümmet-i Muhammed olmayı talep etmedik. Ama Allah Teâlâ bizleri ümmet-i Muhammed olarak takdîriyle Efendimiz’e ümmet kıldı. Aynı bunun gibi bir kişi de bu manevî terbiyeyi nereden alacak? Kimisi celaliyle başka bir yerden, kimisi başka bir zâttan nereden alabilecekse onun da Cenâb-ı Hakk muhakkak o taliblerine ve bunu isteyenlere gösterir, hiçbir zaman mahrum bırakmaz. İşte bu ilişkiden bakarsak bir kere böyle başlarsa bu iş, ilâhi sevk ile olduğundan ve manevî cazibeyle olduğundan muhakkak bunun içerisinde bir manevî muhabbet vardır. Bu manevî muhabbet dervişin veya seyr-i sülûk’ta bulunan kişinin terbiyesi için adetâ bir kuvvettir, enerjidir. Hazreti Mevlâna Celâleddin-i Rûmî efendimiz buyuruyor ki "Bu yolun başı da aşktır sonu da aşktır." Baştaki aşk ve muhabbet kişinin cüzzî iradesi ile severek gayretidir. Sonundaki aşk baştaki aşk’a benzemez. O idâhi aşkın o kişi’de tamam olması ve tecelli etmesidir. İşte mürid ve mürşid ilişkisinde bu safhaları yaşar esasında insan. Bu arada nefsi terbiye olmuş, kalbi tasfiye olmuş bazen haberdardır bazen hiç değildir. Netice menzil’e ve maksûd’a ulaşmaktır. Birçok şeyi hayatımızda muhabbetle yaparken ve farkında olmadan öğreniriz. Muhabbet bize meşk ettirir. Sonradan biz muhabbetimiz sayesinde zorlukları görmezden gelerek, bu zorlukları adetâ bîgâne yaşayarak sâdece muhabbetimizin peşinden gideriz. İşte mürid mürşid ilişkisinde de en aslolan bu muhabbettir. Bu muhabbete mürid kendisini kaptırır, bu arada nefsi mi terbiye olur, hasedi mi, gıptası mı iptal olur, şehveti şevkât’e mi dönüşür? Bunların hepsi bir şekilde olur. Ama bunların oluşunda ki eziyeti, bir nevi ameliyata giren kişiye narkoz verilmesi, anestezi yapılması gibi düşünün, o muhabbet morfini verilir insana ve üzerinde çatır çatır kesilir, biçilir ne amelyeler yapılır, o o anda rüya görmektedir, o anda teslim olmaktadır, baştaki teslimiyetinin farkında değildir. Baştan o teslimiyeti ile beraber neler gelebileceğini mürid görse teslim olamaz, ona hiç hissettirilmez. O geliş gidişlerle beraber mânâ aktarımı olur ve o şekildedir. İşin pratik olarak aktarımı, anlatımı budur. Diğerleri işin açıkçası kitabî anlatımlardır. Doğrudur amma mutfağı göstermeyen servislerdir bunlar. İşin mutfağına bakarsak bundan ibarettir.

"Gül alırlar gül satarlar

Gülden terazi tutarlar

Gülü gül ile tartarlar

Çarşı pazarı güldür gül"

Hepsininde menşeinde Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın muhabbeti vardır. Tüm alışveriş bunun üzerinedir. Ne minnet ne külfet ne bir ücret vardır, sâdece muhabbetle muhabbet tartılır. Ve diğer tarafa adetâ hiç gösterilmez. Artık derviş o muhabbetten düşmekle en fazla tehdîd olunabilir. O muhabbete uyandığı zaman, o yedi başlı ejderha’nın başları çıtır çıtır ezilir.

Vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz efendim.

■ ■ ■ Bendeniz teşekkür ederim. Böyle bir muhabbeti bulan varsa Aşk olsun diyorum.

Âsitâne Dergisinde yayınlanmıştır.



Read more: semazen http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=76#ixzz0rZg0fiYA
http://www.semazen.net/index.php

20 Haziran 2010 Pazar

Rubâî ve Rubâîde Şekil

Şimdi rubâîde kullanılan aruz veznini kısaca gözden geçirelim. Rubâî aruzun "hazrec bahri" denen vezniyle yazılır veya söylenir. Bu bahrin "Mefûlü" tef'ilesi (kalıbı) ile başlayanlara Ahreb vezinleri, gene bu bahrin "Mef û lün" tef'ilesi ile başlayanlara Ahrem vezinleri denir. Ses uzatma ve kısaltmalrından doğan çok küçük vezin değişiklikleri ile rubâînin 12'si ahreb ve 12' si ahrem vezinlerinde olmak üzere 24 vezni olduğu kabul edilir. Miladi 13. asır başlarında İran'da yaşayan Şems-i Kays, Farisi şiir kurallarını açıklayan klasik eserinde rubâînin kurallarını da ortaya koymuştur. Kısa veya açık heceyi ( * ) ile uzub veya kapalı heceyi (-) ile işaret ederek, en çok kullanılan 4 ahreb vezni ile 2 ahrem veznini aşağıda göstermiş bulunuyoruz.

Ahreb Vezinleri,

Mef û lü - me fâ i lün - me fâ î lün - fâ

- - * / * - * - / * - - - / -

Mef û lü - me fâ i lün - me fâ î lü - fe ûl

- - * / * - * - / * - - * / * -

Mef û lü - me fâ î lü - me fâ î lün - fâ

- - * / * - - * / * - - - / -

Mef û lü - me fâ î lü - me fâ î lü - fe ûl

- - * / * - - * / * - - * / * -

İkinci ve dördüncü sıradaki vezinlerde son (feûl) tefilesi (fâ) da olabilmektedir.

Mevlâna'dan Rubâiler - Hamza Tanyaş 1998


a) Ahrem

1. Mef'ûlün fâilün mefaîlün fâ'
2. Mef'ûlün mef'ûlü mefâîlün fâ'
3. Mef'ûlün fâilün mefâîlün fa'l
4. Mef'ûlün mef'ûlün mef'ûlün fâ'
5. Mef'ûlün mef'ûlün mef'ûlün fâ'
6. Mef'ûlün fâilün mefâîlün fâ'
7. Mef'ûlün mef'ûlü mefâîlü fâûl
8. Mef'ûlün mef'ûlün mefâîlün fa'
9. Mef'ûlün mef'ûlün mef'ûlü fâ'l
10.Mef'ûlün mef'ûlü mefâîlü fâ'l
11.Mef'ûlün fâilün mefâîlü faûl
12.Mef'ûlün mef'ûlün mef'ûlü faûl

Ahreb

1. Mef'ûlü mefâilün mefâîlün fâ'
2. Mef'ûlü mefâîlü mefâîlün fâ'
3. Mef'ûlü mefâîlün mef'ûlü fa'ûl
4. Mef'ûlü mefâîlün mef'ûlün fâ'
5. Mef'ûlü mefâîlün mef'ûlü fâ'l
6. Mef'ûlü mefâîlü mefâîlü faûl
7. Mef'ûlü mefâilün mefâîlü fâûl
8. Mef'ûlü mefâilün mefâîlü fa'l
9. Mef'ûlü mefâilün mefâîlün fâ'
10.Mef'ûlü mefâîlü mefâilün fâ'
11.Mef'ûlü mefâîlü mefâilün fa'l
12.Mef'ûlü mefâîlün mef'ûlün fâ'

Asaf Halet Çelebi - Seçme Rubâiler sh.15-16

Açık / kısa heceler ( . ) ( v ) Kapalı / uzun heceler ( - )

1.Açık / kısa heceler :
1. Ünlülerle biten hecelerdir.2. Bu heceler aruz incelemesinde ( . ) ve ( v ) işaretleriyle gösterilir.3. Açık - kısa hecelerin ses değerleri "yarım" kabul edilir.
2. Kapalı / uzun heceler: Tam ses değeri taşıyan hecelerdir.
1. Ünsüzlerle ve dilimize Arapça ve Farsça'dan geçmiş uzun ünlüler (â, î, û )'le biten hecelerdir.2. Bu heceler aruz incelemesinde (-) işaretiyle gösterilir.3. Kapalı- uzun hecelerin ses değeri "tam"dır.
Not 1: Arapça ve gelme Farsça'dan gelme uzun ünlülerle kurulan ( âb, ûl.) gibi iki sesli hecelerle; ( rûy, rûy, cûy.) gibi üç sesliler yerine göre, aruzda bir buçuk hece değerinde tutulur ve (- . ) işaretiyle gösterilir. Yine bu dillerden gelen iki ünsüz bitişik düzende olan (aşk, ahd.) gibi heceler de, yerine göre bir buçuk hece değerinde kabul edilir.
Not 2: dize sonundaki bütün heceler uzun - kapalı ( - ) hece kabul edilir. Yani dize sonundaki ses ister uzun ister kısa olsun, mutlaka uzundur.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Bütçe’deki Keramet, Sıcak Paradaki Zulmet…

Mustafa Sönmez

18.06.2010
İktidar ve yandaşları büyük bir panik içinde. Açıklanan her göstergeyi öyle eğip büküp hayra yorma telaşındalar ki, bu telaş, “önlenemez düşüşün “ ruh hali aslında. Samimiyetsizlik, Mayıs ayı bütçe verileri açıklanırken de yaşandı. İktidar, yandaşları ve yağdanlıkları ile sığ yorumcular, bütçede faiz dışı fazlanın 14 milyar TL’ye çıktığı müjdesini(!) verdiler. Bütçe geliri 102 Milyar TL’ye çıkmış, faiz dışı giderler 88 milyar TL’de kalmış böylece 14 milyar TL faiz dışı fazla ortaya çıkmıştı. İyi de gelirler nasıl artmış, giderler nasıl bu düzeyde kalmıştı? Giderlerin üzerinde durmayalım ama bakın gelirler yüzde 20 nasıl artmış. Burada da vergi gelirlerine eğilelim, görünen ne?



Vergi gelirleri bu yılın ilk 5 ayında yüzde 25 artmış ve 83 milyar TL’ye yaklaşmış. Yani, geçen yıla göre 16,5 milyar TL vergi artışı. Peki nasıl?
Cevap çok basit: İthalat kamçılanmış ve vergideki artışın üçte biri ithalattan gelen KDV’den kaynaklanıyor. İkincisi, iç tüketim uyarılmış ve 2,3 milyar TL’lik artış dahilden alınan KDV’den, 5 milyar TL’lik artış da ÖTV’den gelmiş.
Yani, bütçedeki “iyileşmenin” sırrı, bu 3 dolaylı vergideki 12,2 milyar TL’lik artışta. Bu 3 vergi türü, vergideki artışın dörtte üçünü açıklıyor.
***
Peki, bu ithalata dayalı büyüme sürer mi ve onun vergi çeşmesi hep akar mı? İşte bu zor…Türkiye, sıcak para morfinmanlığından kurtulamıyor. Sıcak para akışıyla ithalat ve ithalata bağımlı üretim-ihracat çarkı dönüyor, ama hemen dış açık büyüyor, akabinde de cari açık, yani döviz açığı büyüyor, tahribat artıyor.
Türkiye’ye , hisse senedine, son zamanlarda daha çok devlet kağıtlarına ve mevduata gelen sıcak paranın net girişleri 2009 sonbaharından itibaren hızlandı. Sıcak para stoğu, 90-95 milyar dolar dolayında. Aylık net girişler artıyor, en son Nisan ayında 20 milyar dolara yaklaştı.



Kaynak:TCMB ,İMKB, SPK veri tabanları

Sıcak paranın dünyada demir atacağı limanlar dönem dönem genişleyip dönem dönem azalıyor. Şu sıralar, Türkiye, sıcak paranın fink attığı korumasız bir alan. Son aylarda artan sıcak para girişi, dövizi bollaştırıp kuru aşağı çekiyor ve düşük kur, ithalatı kamçılıyor. Hem, tüketim malı ithalatı hem de hammadde ithalatı artıyor. Bu ithalat, yurt içinde kışkırtılan kredi kartı harcamaları ve tüketici kredileri ile kasılmış iç talepte kısmi bir canlanma yaratıyor ancak, sürekli dış açığı da büyütüyor, dolayısıyla sürekli cari açığı yeniden ve yeniden büyütüyor, ekonomideki kırılganlığı, tahribatı hızla artırıyor…

***

Cari açığın yıllıklandırılmış boyutu, çok değil, 2009 Eylül’ünde 15 milyar dolara kadar inmişti..Unutmayın, Türkiye’nin küresel krize giriş tarihi, miladı olan 2008 ekim’inde cari açık 47 milyar dolardı. Sonra, ekonomi küçüldükçe, ithalat da daraldı ve cari açık, 2009 Ekim ayında 12,5 milyar dolara (yıllık) kadar düştü. Ama o tarihten sonra, hızlanan sıcak para girişi, düşük seyreden kur ile birlikte artan ithalat, cari açığı da büyütmeye başladı ve Nisan 2010 için yıllıklandırılmış boyutu

24,6 milyar dolara çıktı bile…
Bu kurgu sakat. Bütün dünya, bu sıcak para girişine ve bağımlılığına karşı önlem peşinde. Yüzde 1’lik Tobin vergisini ya da benzer kontrolleri birçok ülke uygulamaya başladı, Türkiye içinden de yerli üretimi ve istihdamı tahrip eden sıcak para bağımlılığına itirazlar var ama yapılan bir şey yok.

Geçtiğimiz hafta Viyana’da yapılan Uluslararası Finans Kurumu (IIF) toplantısında yatırımcıların yakından takip ettiği ,adı birçok şaibeli işe karışan spekülatör George Soros, sıcak paranın gelişmekte olan ülkelere daha çok akacağının sinyalini verdi. Akış arttıkça, cari açık da büyür. TL daha da değerlenir ve ihracatı, büyümeyi düşürür.

İktidar, uçuruma gidişi değil, sandığı düşünüyor. Ama sandığın akibeti de canını şimdiden fena sıkıyor.

Nasıldı o türkü: Azrailin Gelir Kendi/ Ne Ağa Der Ne Efendi/ Sayılı Günler Tükendi/ Yolun Sonu Görünüyor

http://mustafasnmz.blogspot.com/

17 Haziran 2010 Perşembe

Cari Açık Nedir? (Mahfi Eğilmez)

Cari Açık Nedir? (Mahfi Eğilmez)

Bir ülkenin dış dünya ile ekonomik ilişkileri ödemeler dengesi adı verilen bir bilançoda izlenir. Bu bilanço ülkenin dış dünyadan kazandığı döviz gelirlerini ve dış dünyada yaptığı döviz giderlerini bir denge yaklaşımı ile sergileyerek söz konusu dönem içinde ne kadar döviz açığı ya da döviz fazlası verdiğini ve eğer varsa bu açığı nasıl finanse ettiğini ortaya koyar. Ödemeler dengesi başlıca iki bölümden oluşur: Cari denge ve sermaye hesabı.

Cari denge kendi içinde dört alt dengeden oluşur: Mal dengesi (bir ülkenin yurtdışına sattığı mallardan elde ettiği döviz gelirleri ile yurtdışından aldığı mallara ödediği döviz bedelleri arasındaki farkı gösterir), hizmetler dengesi (bir ülkenin yurtdışına sağladığı nakliye, sigorta, turizm vb. gibi hizmetlerden elde ettiği döviz gelirleri ile yurtdışından aldığı benzeri hizmetlere karşılık ödediği döviz bedelleri arasındaki farkı gösterir), yatırım gelirleri dengesi (bir ülkenin yurtdışında yaptığı doğrudan sermaye yatırımları karşılığında elde ettiği kârlar, portföy yatırımları karşılığında elde ettiği faizler vb. ile yabancıların o ülkede yaptığı benzer yatırımlar karşılığında elde ettiği kâr ve faiz biçimindeki döviz gelirleri arasındaki farkı gösterir) ve cari transferler (yurtdışındaki işçilerden sağlanan döviz girdilerini gösterir). O halde cari dengeyi şöylece formüle edebiliriz: Cari denge = Mal Dengesi + Hizmetler Dengesi + Yatırım Gelirleri Dengesi + Cari Transferler. Bu toplamın sonucu artı ise cari denge fazlası, eksi ise cari denge açığı söz konusu demektir.

Yabancıların ülkeye yolladıkları doğrudan sermaye yatırımları (yani şirket almak ya da yeni işletmeler kurmak için yolladıkları paralar) veya yolladıkları portföy yatırımları (yani hisse senedi, tahvil vb. almak amacıyla yolladıkları paralar) ve benzeri döviz girişleri ödemeler dengesinin ikinci kalemi olan sermaye hesapları dengesini oluşturur. Dikkat edilecek olursa sermaye hesabında ülkeye giren ve ülkeden çıkan sermayenin anaparası, cari dengenin alt dengelerinden birisi olan yatırım gelirleri dengesinde ise bu sermayeden elde edilen faiz, kâr gibi getiriler yer alır. Sermaye hesabı, cari dengenin finansmanını sağlayan bölümdür. Eğer cari denge açık veriyorsa sermaye hesabı bunu dengelemek üzere fazla verir, eğer cari denge fazla veriyorsa sermaye hesabı eksi sonuç verir. Bir başka ifadeyle eğer ekonomi cari açık veriyorsa bunu kapatmasının yolu dışarıdan sermaye girişi sağlamaktır.

Ödemeler dengesinde bir de nereden geldiği ya da nereye gittiği tam olarak ayırtedilmeyen miktarlar söz konusudur. Bunlara net hata ve noksan adı verilir. Örneğin turizm gelirleri anketlerle belirlenir. Yapılan anketler sonucunda kişi başına ortalama 700 dolar harcandığı saptanmışsa ve gelen turist sayısı 20 milyon ise 14 milyar dolar turizm geliri tahmini yapılır ve ödemeler dengesine yazılır. Oysa turistlerin ortalama kişi başına harcaması anketten farklı olarak 750 dolar ise gerçekte turizm geliri 15 milyar dolar demektir. Bu durumda 1 milyar dolar tutarında artı işaretli bir net hata ve noksan doğmuş olur.

Eylül 2006 itibarıyla Türkiye'nin mal dengesi 32 milyar dolar açık, hizmetler dengesi 10 milyar dolar fazla, yatırım gelirleri dengesi 4.6 milyar dolar açık vermiş, cari transferler de artı işaretli olmak üzere 1.2 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Yani cari dengemiz ilk dokuz ayda 25.4 milyar dolar açık vermiştir. Sermaye hesapları ise aynı dönemde 34.5 milyar dolar fazla ile sonuçlanmıştır. Bunlara ek olarak aynı dönemde 0.6 milyar dolarlık eksi işaretli net hata ve noksan kalemi oluşmuştur. Bu durumda Dikkat edilecek olursa finansman miktarı açık miktarından 8.5 milyar dolar fazladır. İşte bu fazla miktar bu dönemde rezerv varlıklara gitmiştir. Bunun 3.5 milyar doları IMF'ye borç ödemesinde kullanılmış, kalan 5 milyar doları da Merkez Bankası'nın uluslararası döviz rezervlerinin artmasına yol açmıştır.

Buradan çıkan sonuç şudur: Cari açığı büyüyen bir ekonomi sermaye hesaplarını da büyütmek zorundadır. Sermaye hesapları büyüyen bir ekonominin ise dışa bağımlılığı artar.