Bu esasa göre kuşun,
avcıyla konuşup,görüşmesi
Kuş dedi ki: Azizim, halvette oturma. Ahmed’in dininde rahiplik iyi değildir.
Peygamber, rahipliği nehyetti. Sen, nasıl oldu da böyle bid’ate kapıldın.
480. Cuma namazını kılmak, namazı cemaatle eda etmek, halka iyilik yapmalarını, Allah buyruklarını tutmalarını emretmek, kötülükte bulunmaktan çekinmek lâzım.
Kötü huyluların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi halka menfaatli olmak gerek.
“İnsanların hayırlısı halka faydalı olanıdır” babacığım. Taş değilsen taşla toprakla işin ne?
Acınmış, Allah rahmetine erişmiş ümmetin arasında ol. Ahmed’in sünnetini bırakma, ona mahkûm et kendini.
Mesnevî 5. Cilt
28 Eylül 2010 Salı
15 Eylül 2010 Çarşamba
Düşük kur, yüksek reel faiz
Merkez Bankası’nın faizi dediğimiz zaman aslında politika faizi olarak adlandırılan faizden söz ediyoruz. Haftalık repo ihalelerine uygulanan yüzde 7 oranındaki politika faizi piyasalar için belirleyici oran olarak kabul ediliyor. Onun için de adı politika faizi zaten. Buna karşılık piyasaların gözü halen yüzde 6,5 ve 9 olarak uygulanan gecelik borçlanma ve borç verme faizlerinde. Bunlar da piyasadaki faizleri etkileyen oranlar.
Merkez Bankası’nın faizinin yanında piyasada birçok faiz var. Örneğin Hazine’nin ihalelerde oluşan tahvil bono faizi yüzde 8’in biraz üzerinde seyrediyor. Bankaların mevduata uyguladıkları faiz de yüzde 8 ile 10 arasında değişiyor. Bankaların kredi faizleri ise kredinin cinsine göre değişkenlik gösteriyor.
Buraya kadar anlattığım bütün faizlerde verilen oranlar yıllık oranlar. Yani örneğin bir geceliğine parasını Merkez Bankası’na yatıran banka yıllık yüzde 6,5 olarak hesaplanan faizin bir geceye isabet eden bölümünü alacak.
Ayrıca bu oranlar nominal faizleri gösteriyor. Nominal sözcüğü “görünürdeki” anlamına geliyor. Bir de reel faiz var. Reel faiz enflasyonun yarattığı satınalma gücü kaybının giderilmesiyle ele geçecek oranı gösteriyor. Diyelim ki yılbaşında bankaya yüzde 10 yıllık faiz oranıyla 100 TL mevduat yatırdınız. Yılsonunda 110 TL paranız olacak demektir.
Eğer yıl ortalaması olarak enflasyon yüzde 5 olmuşsa o zaman yüzde 10 olan nominal faiz yüzde 5 reel faize denk gelecek demektir. Reel faiz, bugünün nominal faiziyle bir yıl sonrasının enflasyon oranı arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bir hesaplama. Şöyle bir formülle hesaplanıyor: Reel faiz = (1 + nominal faiz) / (1 + beklenen enflasyon) -1.
Merkez Bankası’nın Ağustos ayı ikinci dönem beklenti anketine göre 12 ay sonrası için beklenen enflasyon oranı yüzde 7,16 olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Bu durumda bugün 100 TL’sını bankaya bir yıl vadeli olarak yatıran bir kişi vade sonunda 10 TL nominal faiz alacak. Bu kişinin eline geçen reel faiz ise yukarıdaki formülden giderek yüzde 3 olarak hesaplanıyor.
Merkez Bankası beklenti anketinde 12 ay sonrası için beklenen dolar kuru da 1,57 olarak çıkıyor. Dolar kuru ben bu yazıyı yazdığımda 1,52 idi. Bir Amerikalı 100 dolarını Türkiye’ye getirse ve bu kurdan bozdursa eline 152 TL geçer. Bu parayı hemen götürüp bir yıllığına yüzde 10 faizle bankaya yatırsa vade sonunda 167,2 TL’sı olur. Bu parayı o zamanki kur olan 1,57’den dolara çevirse eline 106,5 dolar geçer. Amerika’da kalsa 100 dolarına 2 ile 3 dolar arasında bir faiz kazanacaktı. O da yüzde 3 olan enflasyona kurban gidecekti.
Oysa buradan kazandığı yüzde 6,5 faizin reel faize dönüştürülmüş oranı yüzde 3,4 olacak, ülkesinde kazanamadığı reel faizi buradan elde etmiş olacaktır. Yani doğru hesabı ve doğru karşılaştırmayı yapabilmek açısından Amerikalı için reel faiz bizim koşullarımıza göre değil kendi ülkesinin koşullarına göre hesaplanmalıdır. Eğer tersi olur da dolar 1,50’ye düşerse o zaman bu Amerikalı 11,5 dolar faiz getirisi elde etmiş olacaktır. Kendi ülkesinde enflasyon yüzde 3 olduğuna göre reel faizi de yüzde 8,3 olacaktır.
Bu dönem içinde Türkiye’ye ne kadar fazla miktarda sıcak para gelirse TL o kadar değer kazanacak ve reel faiz de yabancı yatırımcı açısından o kadar artmış olacaktır. Yani bir yandan faizden kazanırken bir yandan da TL’nin değerlenmesinden para kazanacaktır. Özetle sistem sıcak paranın çok miktarda gelmesine, TL’nin değer kazanmasına ve faizlerin dünya düzeyinin üzerinde olmasına dayanmaktadır. Faizin yüksekliği sıcak parayı çekmekte, sıcak paranın artan biçimde gelişi TL’sının değerli olmasına ve bu ikisi yabancıların yüksek reel faiz elde etmesine yol açmaktadır.
Reel faiz yükseldikçe risk alma eğilimi ve sıcak para girişi artıyor.
Merkez Bankası’nın faizinin yanında piyasada birçok faiz var. Örneğin Hazine’nin ihalelerde oluşan tahvil bono faizi yüzde 8’in biraz üzerinde seyrediyor. Bankaların mevduata uyguladıkları faiz de yüzde 8 ile 10 arasında değişiyor. Bankaların kredi faizleri ise kredinin cinsine göre değişkenlik gösteriyor.
Buraya kadar anlattığım bütün faizlerde verilen oranlar yıllık oranlar. Yani örneğin bir geceliğine parasını Merkez Bankası’na yatıran banka yıllık yüzde 6,5 olarak hesaplanan faizin bir geceye isabet eden bölümünü alacak.
Ayrıca bu oranlar nominal faizleri gösteriyor. Nominal sözcüğü “görünürdeki” anlamına geliyor. Bir de reel faiz var. Reel faiz enflasyonun yarattığı satınalma gücü kaybının giderilmesiyle ele geçecek oranı gösteriyor. Diyelim ki yılbaşında bankaya yüzde 10 yıllık faiz oranıyla 100 TL mevduat yatırdınız. Yılsonunda 110 TL paranız olacak demektir.
Eğer yıl ortalaması olarak enflasyon yüzde 5 olmuşsa o zaman yüzde 10 olan nominal faiz yüzde 5 reel faize denk gelecek demektir. Reel faiz, bugünün nominal faiziyle bir yıl sonrasının enflasyon oranı arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bir hesaplama. Şöyle bir formülle hesaplanıyor: Reel faiz = (1 + nominal faiz) / (1 + beklenen enflasyon) -1.
Merkez Bankası’nın Ağustos ayı ikinci dönem beklenti anketine göre 12 ay sonrası için beklenen enflasyon oranı yüzde 7,16 olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Bu durumda bugün 100 TL’sını bankaya bir yıl vadeli olarak yatıran bir kişi vade sonunda 10 TL nominal faiz alacak. Bu kişinin eline geçen reel faiz ise yukarıdaki formülden giderek yüzde 3 olarak hesaplanıyor.
Merkez Bankası beklenti anketinde 12 ay sonrası için beklenen dolar kuru da 1,57 olarak çıkıyor. Dolar kuru ben bu yazıyı yazdığımda 1,52 idi. Bir Amerikalı 100 dolarını Türkiye’ye getirse ve bu kurdan bozdursa eline 152 TL geçer. Bu parayı hemen götürüp bir yıllığına yüzde 10 faizle bankaya yatırsa vade sonunda 167,2 TL’sı olur. Bu parayı o zamanki kur olan 1,57’den dolara çevirse eline 106,5 dolar geçer. Amerika’da kalsa 100 dolarına 2 ile 3 dolar arasında bir faiz kazanacaktı. O da yüzde 3 olan enflasyona kurban gidecekti.
Oysa buradan kazandığı yüzde 6,5 faizin reel faize dönüştürülmüş oranı yüzde 3,4 olacak, ülkesinde kazanamadığı reel faizi buradan elde etmiş olacaktır. Yani doğru hesabı ve doğru karşılaştırmayı yapabilmek açısından Amerikalı için reel faiz bizim koşullarımıza göre değil kendi ülkesinin koşullarına göre hesaplanmalıdır. Eğer tersi olur da dolar 1,50’ye düşerse o zaman bu Amerikalı 11,5 dolar faiz getirisi elde etmiş olacaktır. Kendi ülkesinde enflasyon yüzde 3 olduğuna göre reel faizi de yüzde 8,3 olacaktır.
Bu dönem içinde Türkiye’ye ne kadar fazla miktarda sıcak para gelirse TL o kadar değer kazanacak ve reel faiz de yabancı yatırımcı açısından o kadar artmış olacaktır. Yani bir yandan faizden kazanırken bir yandan da TL’nin değerlenmesinden para kazanacaktır. Özetle sistem sıcak paranın çok miktarda gelmesine, TL’nin değer kazanmasına ve faizlerin dünya düzeyinin üzerinde olmasına dayanmaktadır. Faizin yüksekliği sıcak parayı çekmekte, sıcak paranın artan biçimde gelişi TL’sının değerli olmasına ve bu ikisi yabancıların yüksek reel faiz elde etmesine yol açmaktadır.
Reel faiz yükseldikçe risk alma eğilimi ve sıcak para girişi artıyor.
18 Ağustos 2010 Çarşamba
Yunus Emre
* Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül !..Bir küçük meyve için, dalı incitme gönül..! Başın olsada yüksek, gözün enginde gerek !..Kibirle yürüyerek ; Yolu incitme gönül...! * Yunus Emre ?
7 Ağustos 2010 Cumartesi
H. Nur Artıran ile Ropörtaj - "Çok iyi bir göz doktoruna beyin ameliyatı yaptırmazlar. Elbette âşıklar medresesininde bir kuralı var. ”
http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=77
23 Temmuz 2010
Mevlevilik konusunda yapılan akademik çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Bu anlamda AŞK’IN SULTANLARI sempozyumu Mevleviliği tanıma anlamında nasıl bir görevi olacak?
Bendeniz akademik olarak, Hz.Mevlânâ, Mesnevî ve benzeri konularda çok ciddi çalışma ve araştırmaların yapıldığına inanıyorum. Gerek ülkemizde gerek yurt dışında konuya duyarlı bir çok üniversite ve akademisyenler olduğu gibi, gerçektende çok büyük bir gayret ve özveriyle bu konuda hizmet verenler de çoğunlukta. Bunları ve hizmetlerini görmezlikten gelmek haksızlık olur. Tasavvûfî olarak üzerine en çok çalışma ve araştırma yapılan Hz.Mevlânâ ve Mevleviliktir. Samimiyetle hizmet eden herkese gönülden şükran borçluyuz. Fakat; Mevlevîlik Hây’dan gelip, Hû’ya giden Hakk âşıklarının yoludur. Bu söz halk arasında beyhûde bir ömür sürmek gibi anlaşılsa da işin gerçeği başka. Aşıklar sulatanı Hz.Mevlânâ bir beytinde şöyle der:
AŞK söze sığmaz
AŞK Kelama gelmez
AŞK istemekle anlaşılmaz
Aşk öyle bir denizdir ki dibi görünmez
Denizin katreleri damlaları sayılmaz
Yedi deniz bir araya gelse
Aşk’a katre bile olmaz
Şu bir gerçeki; yedi deniz bir araya gelse katre bile olamadığı Aşk’ı ve âşıkları ne kadar söylerseniz söyleyin , ne kadar anlatırsanız anlatın, isterse yüzlerce cilt kitap yazın gene de, aşk’ı ve âşıkları anlatmaya kelimeler, sözler, kifâyetsiz olur. Bu tür ciddi ve güvenilir araştırmalar, Hz.Mevlânâ’nın dolayısıyla da Mevlevîliğin dışını şeklini suretini anlatan merkez işâretler gibidir. Gerçek mânası ise, öze sâdık bir şekilde Cenâb-ı Allah’a sadakat ve teslimiyet içersinde yol yürümekle elde edilir. Hz.Mevlânâ: “Aşk eğer sadece sözle ifade edilen kitap ilmi olsaydı o ilim ile, hâl ilmi arasında ne fark olurdu ? der. Yedi denizin katre bile olamayacağı aşk’ı ve aşk’a sultan olanları, ne zaman, ne mekan, ne söze, ne kelama sığdırmak, ne de kemaliyle idrâk edip anlamak çok kolay olmasa da, yinede onları gönüllerimizde taşımak, acizâne de olsa çeşitli vesilelerle anmaya çalışmak, “Kişi sevdiği ile beraberdir” hâdis-i şerifini yaşamaya vesile olacaktır. O nedenle bu sempozyum vesilesiyle, tüm yaşamlarını aşk-ı ilâhiye adayan son dönem İstanbul Mevlevîlerinin bir kez daha ehil dillerce anılması, dolayısıyla da gerçek mânada anlaşılması yegâne arzularımızdan biridir.
Mevlevilik Cumhuriyet tarihiyle birlikte nasıl bir yapı ve dönüşüm geçirdi? Bu yolda yürümek isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
Efendim bir çok yerde dile getirmeye çalıştığımız gibi, bir kez daha arz etmek isteriz ki; Mevlevîlik İslâmiyeti en nâif, en zârif bir şekilde yaşama biçimidir. Mevlevîliği İslâmiyetin dışında farklı bir şey gibi algılamak kişinin kendi eksiğidir. Bu çerçeveden bakılacak olursa: Gerçek imân sahipleri çeşitli zâhiri değişimler neticesinde mânevî erozyona uğramazlar. Cumhuriyetimizin gelişi, Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini, Efendimizin sünnetlerini değiştirmeyeceğine göre, dolayısıyla; Mevlevîlikte de hiçbir köklü mânâ değişimine yol açmaz. Eskiden Mevlevîhânelerde yapılan maddi mânevi tüm eğitimler günümüzde de farklı şekillerde devam ediyor. Belki isim ve şekil değiştirdi hepsi o kadar.. Nâçizâne arz etmek istediğim, şekiller suretler değişebilir, fakat öz her zaman aslını muhafaza eder bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bildiğiniz üzere puta tapmanın yegane belirtisi de şekle surete takılıp kalmaktır. Maksat şekilden suretten kurtulup, şekilden suretten münezzeh olana ulaşmaktır.
Mevleviliğin edebiyatımıza ve musikimize çok ciddi katkılarının olduğu inkar edilemez, bunu nasıl değerlendirmeliyiz ? Bu katkı günümüzde de devam ediyor mu? Ayrıca kültürel hayatımızda tasavvuf geleneği ve Mevlevilik nasıl bir yerde duruyor size göre?
Efendim en basit bir şekliyle; Tasavvuf ham işlenmemiş olanı işlemek, en sert metaı bile ilmek, ilmek çiçek, çiçek dokumaktır.Malûm edebiyat kök olarak edebten gelir. Mevlevîlik de baştan başa edebtir. Edebi olmayanın imânıda olmaz diyen bir ulu sultanın yolunda yürümektir..İlmek ilmek, çiçek çiçek, dokunan cümle güzelliği en ulvî bir şekilde yaşamak ve yaşatabilmektir. Mûsikî ise Elestüb-ü Rabbiküm hitâbını hâlâ bu âlemde duyabilmektir. O nedenle, Mevlevîler için mûsikî bir başka duyuş, bir başka hissediştir. Burada baş kulağının sözü bile yoktur. Tasavvuf mûsikîsini en iyi derecede yansıtan, mûsikî rûhun gıdasıdır sözünü yaşanır bir hâle getiren Mevlevîlerdir. Ancak gönül kulağı açık olanlar, gönle hitâp eden sesleri sezebilir, duyabilir, bunları da çeşitli ahenk ve ritimlerde ehline sunabilir. Bu söz ille de Mevlevîlerin gönül kulağı açık mânâsına gelmemeli, fakat herkeste kabul eder ki; Tasavvûfî mûsikînin pîrânı Mevlevîlerdir. Bunun sırrı hikmeti de Mesnevî’deki çeşitli beyitlerde dile gelmiştir.
Belki günümüzde, Itriler, İsmail Dede, Zekâi Dede, Abdülbâki Nasır Dede, Rauf Yekta Bey, Ahmed Avni Konuk gibi hemen ilk aklımıza gelen bu isimler gibi mûsikîye can veren bestekârlarımız, müzisyenlerimiz kalmadı gibi görünse de, Mevlevîlik var oldukça, aynı zihniyet, aynı aşk-u muhabbet yeri geldikçe, edebiyat, sanat, mûsikî ve daha bir çok konular da maddi mânevi ülkemizin kültür ve gelişimine öncülük edecek, hem dışımızı, hem içimizi süsleyecektir.
Günümüzde tasavvûf geleneği ve Mevlevilik nasıl bir yerde duruyor sorunuza gelince:
Hz.Mevlânâ ve Mesnevî olmazsa her halde tasavvûf dünyası bu kadar câzip ve etkileyici olmazdı. Sizlere de aşikâr olduğu gibi, günümüzde Mesnevî dolayısıyla da Mevlevîlik nâ-mütenâhi olan eşsiz bir yerde duruyor. Hz.Mevlânâ, sekiz yüz yıl sonra bile ilâhi nûruyla tüm dünyayı aydınlatmaya devam ediyor.” Birileri istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır” âyeti gereğince dünya durdukça da bu böyle sürüp gidecektir.. Bunu başka türlü düşünmek beyhûde bir anlayış olur. Bu sözün tasdiki Mesnevî’nin ilk ön sözünde kayıtlıdır.
Sonuç itibariyle Hakk âşıklarını Mevlevîlik temsil ediyorsa, her şeyin bir başı sonu vardır ama, Hakk âşıklarına son yoktur. Onlar ezelden ebede her zaman bâki olup bu fâni dünyayı ebedi müzeyyen kılacaktır.
Mevlevilik son yıllarda ibadet ve dini pratiklerden soyutlanmış, modern bir İslam yorumu gibi algılanıyor. Neden böyle bir algı var sizce?
Efendim, Mevlevîliği İslâmiyetin dışında veya modernize edilmiş bir din anlayışı olarak kabul etmek, az evvelde arz edildiği gibi bu sadece kişinin kendi eksiği, şahsi görüş ve düşüncesidir. Elbette bunu kabul etmek mümkün değil. Akl-ı selim olan herkes bunun böyle olmadığını bilir. Mevlevîlik Hakk âşıklarının yoludur diye tekrar edip duruyoruz. Bu yolun tarifini de bir kaç cümle ile en güzel bir şekilde yine Hz.Mevlânâ dile getirmiştir: “ Aşk kelimesindeki harflerin mânası nedir biliyor musun ? Ayın harfi ibâdet ve kulluk eden. Şın harfi şükür eden. Kaf harfi ise kanâat eden demektir” Görüldüğü üzere; AŞK’ın daha ilk harfi ibâdet ve kulluğu temsil ediyor. Böylesi bir durumda hem Hakk âşık’ı olduğunu iddia edeceksin, hem de mânevî sorumlulukları heybenin arka gözüne atacaksın olur mu böyle bir şey ? Aşıklığın şiârı ibâdet ile muhabbeti birleştirmektir. Gerisi kişinin kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Tek başına ibâdet veya muhabbetle yol yürümeye çalışmak tek kanatla uçmaya benzer. Gerçek Hakk âşıkları tüm bu eksikliklerden âzâdedir. Hz.Mevlânâ bir Mesnevî beytinde: “İşin aslı cezbedir aşktır. Fakat aziz dostum, ibâdeti, çalışmayı gayreti bırakıp cezbeyi de oturduğun yerde bekleme. Cezbe kendi kendine gelmez. Gelmesi için bir gayret bir emek gerekir” Der.
Hz.Mevlânâ eline kağırt kalem almadan vezinli kafiyeli yaklaşık yetmiş bin ilâhi beyit söylemiştir. Bu yetmiş bin beyit bir cümlede özetlenecek olsa: Ben Kur’an-ın kulu kölesi Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağıyım” beyti ortaya çıkar.
Bu çerçeveden bakılacak olursa: Ben Mevlevîyim diyen herkes gerçekten Kur’an-ın kulu kölesi Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağımıdır ? Elbette bu soruya hiç düşünmeden hayır diyeceğim. Tıpkı her müslümanım diyen kişinin efendimizin ahlakıyla ahlaklanmadığı, onun yolunda izinde olmadığı gibi.
Fakat biz Müslümanlar her ne kadarda efendimizin yüksek ahlâk güzelliğini kendi hayatımıza yansıtmakta âciz, yetersiz, gâfil, câhilde olsak, bu durum Efendimize ve onun tebliğ ettiği ilâhi yola bir nakıslık getirmez. Güneş balçıkla sıvanmaz.
Günümüzde Mevlevîlik dünyevî bir trend, kâr kazanç haline geldi. Ben Mevlevîyim demek moda oldu. Fakat ben Mevlevîyim demekle de Mevlevî olunmaz. Maddi, mânevî, soyu sopu aşikâr, başka mezhep, meşrep ve tarike bağlı olanlar bile Mevlevîlik iddiasında bulunuyor. Eyvallah elbette Mevlevîlik kimsenin tekelinde değil, bu bir Hakk yoludur isteyen herkes o yolda yürür ve yürümelidir. Fakat, Armut elmayım diye ortaya çıkarsa bilmeyenler için bir karışıklık söz konusu. Her ikisi de çok hoş tatlı bir meyve ama, tadı, kokusu, çekirdeği, çiçeği, ağacı yaprağı hepsini bir bir hesaplayacak olsak aralarında söze sayıya gelmez farklılıklar var. Semâdan inen yağmur tanecikleri aynı temizlik ve güzellikte yer yüzüne iner. Fakat düştüğü yere göre zehir veya inci olur.
Tasavvuf ve Mevlevilik üzerine çok fazla yayın yapılır oldu. Siz bu yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Efendim ne yazıktır ki; bu yayınlar içersinde az evvel sözünü ettiğimiz gibi tümüyle maddi kâr ve çıkar amaçlı içeriği çarpıtılmış eserler çoğunlukta.. O nedenle okuyucunun çok dikkatli olması, tümüyle ticari maksatla yazılmış eserlere itibar etmemesi gerekir. Efendimiz mümin uyanık olur diye buyurmuştur. Bu sözün muhatapları olan bizler ne zaman uyanık olacağız ?
Doksan altı yıllık bereketli ve feyzli ömrünü, Hz.Mevlânâ ve Mesneviye adayan Şefik Can dedemiz; Tüm yaşamı boyunca Hz.Mevlânâ’nın en doğru bir şekilde anlaşılması için gayret göstermiş; gönülden bir yakarışla her zaman şöyle demiştir: “Hz.Mevlânâ’yı sağdan soldan değil, bizatihi kendisinden öğrenin. O eserlerinde gizlidir”
Ya kendimiz, Hz.Mevlânâ’nın eserlerini temiz bir gönülle okuyup anlamaya çalışacağız, yada mânevî kimliği belli, güvenilir hüsn-ü zân sahibi hâl ehli birinin eserlerini tercih etmek mecburiyetindeyiz.
Bildiğiniz üzere günümüzde bir çok yerde çeşitli kişiler Mesnevî okuyor ve kendi anladıklarını da halka anlatıyor. Böylesi bir durumda Mesnevî, dolayısıyla da Mevlevilik doğru bir şekilde anlaşılabiliyor mu?
Efendim, Mesnevî’yi dolayısıyla da Hakk âşıklarını en derûni ve doğru bir şekilde anlayıp ifade edebilmek için de hâl ehli olmak lâzım. Hz. Mevlânâ ilk on sekiz beyitte boş yere: "Sîne hâğem şerha şerha ez firâk, Tâ bi gûyem şerh-i derd-i iştiyâk." dememiştir.
Yâni beni anlayabilmesi için, tıpkı ben gibi sinesi aşk ateşiyle delik deşik bir âşık isterim. Belki yüzlerce beyitte âşık değilsen âşıkların hallerinden bahsetme sus.. Çünkü senin nefesin son bahar rüzgarı gibi soğuk ve serttir, ağaçları sararır soldurur. Yâni insanlara zarar verir diye buyurmuştur.. Fakat bu feryadın mahiyetine kaç kişi vakıf olur. Doktorluk diploması olan herkes kalp ameliyatı yapmaya kalksa işin sonunu siz düşünün artık. Zâhirde bile her uzvun ayrı bir doktoru, ayrı bir uzmanı var. Bu nasıl olur da mânâ âleminde olmaz. Çok iyi bir göz doktoruna beyin ameliyatı yaptırmazlar, kişinin yerini ve haddini bilmesi gerekir. Eğer böyle olmasa Mevlevîlik içersinde MESNEVÎHÂN’lık diye bir kurum olmazdı. Mesnevîhân Mesevî okuyan demektir. Fakat bu zâhiri bir okuyuş değildir. Öyle olsa Kur’an okumak sünnet, fakat dinlemek farz olmazdı. Mesnevî dinle diye başlamazdı. OKU emri sadece ehline mahsustur. Buda ancak ilâhi bir emirle olur. Kişi kendi kendine oku emri veremez. Kur-an Oku emriyle başlamıştır. Mesnevî dinle. Bu iki farklı kavram arasında birbirini tamamlayan çok güçlü bir bağ var. Arabça bilmekle Kur-an, Farsça bilmekle de Mesnevî anlaşılmaz. O nedenle ki Hz.Mevlânâ bir beytinde: Büyük imamlardan Ebu Hanife hazretleri aşktan bahsetmedi. Şafiî hazretleride aşk’ı açıklamadı, hiçbir mezhep imamı aşk hakkında bir rivâyette bulunmadı. Çünkü din ilmindeki bu câizdir, şu câzi değildir münakaşasının bir sonu vardır. Fakat Hakk âşıklarının ilmine bir son yoktur der. Başı sonu olmayan sonsuz bir engin deryaya ayak ucunu değdiren kendini dalgıç zannederse elbette bazı şeyler de yeterli doğru bir şekilde anlaşılmaya bilir. Bunu da kabul etmek gerekir.
Peki tüm bu olumsuz gibi görünen ve Mevlevîliğin yeterince doğru bir şekilde anlaşılmasına engel olan davranışlar karşısında ne yapmalı ?
Efendim Hz.Mevlânâ her konuda olduğu gibi bu konuda da bizlere yol gösterip, rehberlik etmiştir. “ Karanlık karanlığını artırdığı zaman nûrda nûrunu artırmalı” der. Yapılacak tek şey gerçek nûr sahiplerinin nûrlarını artırması, yâni daha fazla bu konuda emek ve gayret sarf etmesidir. Yoksa bu durum sen ben, doğru yanlış, olur olmaz, tartışmalarıyla hallolacak bir şey değildir. Hakk âşıkları hâmûştur. Onların olduğu yerde lakırdıya yer yoktur. Söz değil hâl vardır. Edeb ve tevazûdan bahsedenler bu sözleri kendilerine sermâye değil de hâl edebilirse sorun çok daha kısa zamanda çözülecektir.
Son dönem İstanbul Mevlevileri konulu sempozyumun hangi vesileyle gündeme geldi ve bu toplantının en önemli özelliği nedir, hangi konular ve isimler konu edilecek bu toplantıda?
Efendim, Aşk’ın Sultanları Son dönem İstanbul Mevlevîleri konulu bir çalışama yapmak bendenizin çok önemli arzularından biriydi.Hz. Mevlânâ’dan günümüze kadar uzanan ve Mevlevî geleneğinde çok önemli bir makam teşkil eden Mesnevîhânlığın, yüzyılımızdaki icâzetli en son temsilcisi ve Ser-târik’i olan Şefik Can Dedemizin vuslatının beşinci yılı vesilesiyle bu niyetimiz Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla da gerçekleşmiş oldu.
Sempozyumun en önemli özelliğine gelince: Hakk ve Hakikatı, ilâhi aşk-u muhabbeti yansıtan her söz, her kelime, her eylem çok önemli ve özeldir. Fakat; “Aşkın Sultanları Son Dönem İstanbul Mevlevîleri” Sempozyumuyla, özellikle İstanbul Mevlevîhânelerinde yetişmiş veya Mevlevî kültürüyle hem-hâl olmuş, politik, ilmî, dinî, tasavvufî görüşleriyle, yaşam biçimleri ve bâkî nitelikteki eserleriyle gelecek nesillere farklı ufuklar açan Türk-İslâm Tasavvûfu’nun örnek şahsiyetlerinden bazı Mevlevî büyüklerimizin genç nesillere tanıtılması vefâ ve şükran duygularıyla yâd edilmesi en büyük amaçlarımızdan biridir. Geçmişimize ve mânevî değerlerimize karşı duyarlı ve bilinçli olmadan, geleceğimize güvenli ve sağlıklı adımlar atmanın mümkün olmadığını buyuran Hz. Mevlânâ’nın, ilâhî aşk yoluna maddî mânevî çok büyük hizmetler vermiş âbide şahsiyetlerden bazılarını, farklı yönleriyle günümüz gençlerine tanıtmak ve bu sâyede mâzimizle geleceğimiz arasında sağlam, güvenilir, kalıcı bir köprü kurmaya çalışmak, hem ülkemiz hem de geleceğimiz adına çok önemli hizmetlerden biri olacağına inanıyoruz.
Sempozyuma konu olan isimler ise:
Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhlerinden Osman Selâhaddin Dede (1820-1887)
Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhlerinden Mehmed Celâleddin Dede ( ö.1908 )
Bahâriye Mevlevîhânesi Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede (1853-1911)
Yenikapı Mevlevîhânesi son Şeyhi Abdülbâki Dede (Baykara) (1883-1935)
Mesnevi Şârihi Amed Avni Konuk ( 1868-1938 )
Üsküdar Mevlevîhânesi son Şeyhi Ahmed Remzi Akyürek (1872-1944)
Hz.Mevlâna torunu, Postnişîn ve ilk Meclis II. Başkanı Abdülhalim Çelebi (1874-1945)
Beşiktaş Mevlevîhânesi Şeyhi ve Galata Mevlevîhânesi son şeyhi Ahmed Celâleddin Baykara (1853-1946 )
Rüfai Tarikatı Mürşitlerinden olup aynı zamanda Mesnevi’nin birinci cildini şerh etmiş. Kenan Rifai ( 1867-1950 )
Yenikapı Mevlevihânesi Mesnevihânlarından Tahirü-l Mevlevi ( Tahir Olgun ) ( 1877-1951)
Hz. Mevlâna torunu, Mevlâna Dergâhı son Postnişîni ve eski milletvekili Veled Çelebi İzbudak (1867-1953)
Hz. Mevlâna’ya olan derûni büyük aşkıyla gündeme gelen son yüzyılımızın çok önemli Mevlevi şahsiyetlerinden Yaman Dede ( 1887-1962 )
Kasımpaşa ve Bahâriye Mevlevîhânesi Mesnevîhânlarından Şeyh Midhat Bahârî Beytur (1879-1971)
Mevlâna ve Mevlevîlik Araştırmacısı Abdülbâki Gölpınarlı (1900-1982)
Mesnevinin Nahifi tercümesiyle ismi bütünleşen Hz. Mevlâna torunu Prof Dr.Amil Çelebioğlu ( 1934-1990 )
Postnişin Selman Tüzün
Hz. Mevlâna’nın 21. kuşak torunu Dr, Celâleddin Bâkır Çelebi (1926-1996)
Sertarik, Mesnevîhân, Öğretmen Albay Şefik Can (1910-2005)
Tüm bu ulu şahsiyetlerin dışında, yine son yüz yılımızda İstanbul’da Mevlevî kültürüyle yetişmiş edibler, şâirler, mûsikîşinaslarda ehil diller vasıtasıyla sese söze dökülecek, gönüllerimizi aydınlatacak inşallah.
Siz de sempozyumda Mesnevihan Şefik Can hakkında bir tebliğ sunacaksınız. Son dönem İstanbul Mevlevileri içinde Şefik Can nasıl bir kimliğe ve kişiliğe sahip, nasıl hizmetlerde bulunmuştur?
Efendim az evvelde arz ettiğimiz üzere, Şefik Can dedemiz, Hz. Mevlânâ’dan günümüze kadar uzanan ve Mevlevî geleneğinde çok önemli bir makam teşkil eden Mesnevîhânlığın, yüzyılımızdaki icâzetli en son temsilcisi ve Ser-târik’idir.
Onu tanıma lütfûna eren herkeste kabul eder ki; Tevâzu’un, hoş görünün, alçak gönüllülüğün, mütevâzılığın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri, insana ve düşünceye saygının sembolü, gerçek bir Hakk âşıkıydı.Doksan altı yıllık yaşamında aldığı her nefesi, Hakka, hakikat’a, Hz.Mevlânâ’ya ve bu yolda hizmete adayarak geçirmişti. O nedenle de “HİÇ” kelimesinin ete kemiğe bürünmüş mânâsıydı.En büyük özelliği, Hz.Mevlânâ’yı dilinde söz olarak değil, canında hâl olarak yaşamasıydı. Bu âlemde çok hoş bir sâda bırakarak bâki âleme göçmeden önce Hakk âşıklarına çok önemli mânevî mirâslar bıraktı.Bunlardan en önemlilerinden biri Açıklamalı Mesnevî tercümesidir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, günümüzde en çok satılan dolayısıyla da okunan Mesnevî-i şerif Şefik Can dedemizin hazırladığı eserdir. Buradaki en önemli sır: Böylesine önemli bir eserin sadece ilmî bir çeviri olmayışı, her satırına, her cümlesine doksan yıllık engin bir aşk-u muhabbetin katılmasıdır. Mesnevî-i şerifte yok olmanın karşılığıdır.
Röportajı yapan: Gülcan Tezcan
Gerçek Hayat Dergisi 2010 Mayıs sayısı
23 Temmuz 2010
Mevlevilik konusunda yapılan akademik çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Bu anlamda AŞK’IN SULTANLARI sempozyumu Mevleviliği tanıma anlamında nasıl bir görevi olacak?
Bendeniz akademik olarak, Hz.Mevlânâ, Mesnevî ve benzeri konularda çok ciddi çalışma ve araştırmaların yapıldığına inanıyorum. Gerek ülkemizde gerek yurt dışında konuya duyarlı bir çok üniversite ve akademisyenler olduğu gibi, gerçektende çok büyük bir gayret ve özveriyle bu konuda hizmet verenler de çoğunlukta. Bunları ve hizmetlerini görmezlikten gelmek haksızlık olur. Tasavvûfî olarak üzerine en çok çalışma ve araştırma yapılan Hz.Mevlânâ ve Mevleviliktir. Samimiyetle hizmet eden herkese gönülden şükran borçluyuz. Fakat; Mevlevîlik Hây’dan gelip, Hû’ya giden Hakk âşıklarının yoludur. Bu söz halk arasında beyhûde bir ömür sürmek gibi anlaşılsa da işin gerçeği başka. Aşıklar sulatanı Hz.Mevlânâ bir beytinde şöyle der:
AŞK söze sığmaz
AŞK Kelama gelmez
AŞK istemekle anlaşılmaz
Aşk öyle bir denizdir ki dibi görünmez
Denizin katreleri damlaları sayılmaz
Yedi deniz bir araya gelse
Aşk’a katre bile olmaz
Şu bir gerçeki; yedi deniz bir araya gelse katre bile olamadığı Aşk’ı ve âşıkları ne kadar söylerseniz söyleyin , ne kadar anlatırsanız anlatın, isterse yüzlerce cilt kitap yazın gene de, aşk’ı ve âşıkları anlatmaya kelimeler, sözler, kifâyetsiz olur. Bu tür ciddi ve güvenilir araştırmalar, Hz.Mevlânâ’nın dolayısıyla da Mevlevîliğin dışını şeklini suretini anlatan merkez işâretler gibidir. Gerçek mânası ise, öze sâdık bir şekilde Cenâb-ı Allah’a sadakat ve teslimiyet içersinde yol yürümekle elde edilir. Hz.Mevlânâ: “Aşk eğer sadece sözle ifade edilen kitap ilmi olsaydı o ilim ile, hâl ilmi arasında ne fark olurdu ? der. Yedi denizin katre bile olamayacağı aşk’ı ve aşk’a sultan olanları, ne zaman, ne mekan, ne söze, ne kelama sığdırmak, ne de kemaliyle idrâk edip anlamak çok kolay olmasa da, yinede onları gönüllerimizde taşımak, acizâne de olsa çeşitli vesilelerle anmaya çalışmak, “Kişi sevdiği ile beraberdir” hâdis-i şerifini yaşamaya vesile olacaktır. O nedenle bu sempozyum vesilesiyle, tüm yaşamlarını aşk-ı ilâhiye adayan son dönem İstanbul Mevlevîlerinin bir kez daha ehil dillerce anılması, dolayısıyla da gerçek mânada anlaşılması yegâne arzularımızdan biridir.
Mevlevilik Cumhuriyet tarihiyle birlikte nasıl bir yapı ve dönüşüm geçirdi? Bu yolda yürümek isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
Efendim bir çok yerde dile getirmeye çalıştığımız gibi, bir kez daha arz etmek isteriz ki; Mevlevîlik İslâmiyeti en nâif, en zârif bir şekilde yaşama biçimidir. Mevlevîliği İslâmiyetin dışında farklı bir şey gibi algılamak kişinin kendi eksiğidir. Bu çerçeveden bakılacak olursa: Gerçek imân sahipleri çeşitli zâhiri değişimler neticesinde mânevî erozyona uğramazlar. Cumhuriyetimizin gelişi, Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini, Efendimizin sünnetlerini değiştirmeyeceğine göre, dolayısıyla; Mevlevîlikte de hiçbir köklü mânâ değişimine yol açmaz. Eskiden Mevlevîhânelerde yapılan maddi mânevi tüm eğitimler günümüzde de farklı şekillerde devam ediyor. Belki isim ve şekil değiştirdi hepsi o kadar.. Nâçizâne arz etmek istediğim, şekiller suretler değişebilir, fakat öz her zaman aslını muhafaza eder bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bildiğiniz üzere puta tapmanın yegane belirtisi de şekle surete takılıp kalmaktır. Maksat şekilden suretten kurtulup, şekilden suretten münezzeh olana ulaşmaktır.
Mevleviliğin edebiyatımıza ve musikimize çok ciddi katkılarının olduğu inkar edilemez, bunu nasıl değerlendirmeliyiz ? Bu katkı günümüzde de devam ediyor mu? Ayrıca kültürel hayatımızda tasavvuf geleneği ve Mevlevilik nasıl bir yerde duruyor size göre?
Efendim en basit bir şekliyle; Tasavvuf ham işlenmemiş olanı işlemek, en sert metaı bile ilmek, ilmek çiçek, çiçek dokumaktır.Malûm edebiyat kök olarak edebten gelir. Mevlevîlik de baştan başa edebtir. Edebi olmayanın imânıda olmaz diyen bir ulu sultanın yolunda yürümektir..İlmek ilmek, çiçek çiçek, dokunan cümle güzelliği en ulvî bir şekilde yaşamak ve yaşatabilmektir. Mûsikî ise Elestüb-ü Rabbiküm hitâbını hâlâ bu âlemde duyabilmektir. O nedenle, Mevlevîler için mûsikî bir başka duyuş, bir başka hissediştir. Burada baş kulağının sözü bile yoktur. Tasavvuf mûsikîsini en iyi derecede yansıtan, mûsikî rûhun gıdasıdır sözünü yaşanır bir hâle getiren Mevlevîlerdir. Ancak gönül kulağı açık olanlar, gönle hitâp eden sesleri sezebilir, duyabilir, bunları da çeşitli ahenk ve ritimlerde ehline sunabilir. Bu söz ille de Mevlevîlerin gönül kulağı açık mânâsına gelmemeli, fakat herkeste kabul eder ki; Tasavvûfî mûsikînin pîrânı Mevlevîlerdir. Bunun sırrı hikmeti de Mesnevî’deki çeşitli beyitlerde dile gelmiştir.
Belki günümüzde, Itriler, İsmail Dede, Zekâi Dede, Abdülbâki Nasır Dede, Rauf Yekta Bey, Ahmed Avni Konuk gibi hemen ilk aklımıza gelen bu isimler gibi mûsikîye can veren bestekârlarımız, müzisyenlerimiz kalmadı gibi görünse de, Mevlevîlik var oldukça, aynı zihniyet, aynı aşk-u muhabbet yeri geldikçe, edebiyat, sanat, mûsikî ve daha bir çok konular da maddi mânevi ülkemizin kültür ve gelişimine öncülük edecek, hem dışımızı, hem içimizi süsleyecektir.
Günümüzde tasavvûf geleneği ve Mevlevilik nasıl bir yerde duruyor sorunuza gelince:
Hz.Mevlânâ ve Mesnevî olmazsa her halde tasavvûf dünyası bu kadar câzip ve etkileyici olmazdı. Sizlere de aşikâr olduğu gibi, günümüzde Mesnevî dolayısıyla da Mevlevîlik nâ-mütenâhi olan eşsiz bir yerde duruyor. Hz.Mevlânâ, sekiz yüz yıl sonra bile ilâhi nûruyla tüm dünyayı aydınlatmaya devam ediyor.” Birileri istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır” âyeti gereğince dünya durdukça da bu böyle sürüp gidecektir.. Bunu başka türlü düşünmek beyhûde bir anlayış olur. Bu sözün tasdiki Mesnevî’nin ilk ön sözünde kayıtlıdır.
Sonuç itibariyle Hakk âşıklarını Mevlevîlik temsil ediyorsa, her şeyin bir başı sonu vardır ama, Hakk âşıklarına son yoktur. Onlar ezelden ebede her zaman bâki olup bu fâni dünyayı ebedi müzeyyen kılacaktır.
Mevlevilik son yıllarda ibadet ve dini pratiklerden soyutlanmış, modern bir İslam yorumu gibi algılanıyor. Neden böyle bir algı var sizce?
Efendim, Mevlevîliği İslâmiyetin dışında veya modernize edilmiş bir din anlayışı olarak kabul etmek, az evvelde arz edildiği gibi bu sadece kişinin kendi eksiği, şahsi görüş ve düşüncesidir. Elbette bunu kabul etmek mümkün değil. Akl-ı selim olan herkes bunun böyle olmadığını bilir. Mevlevîlik Hakk âşıklarının yoludur diye tekrar edip duruyoruz. Bu yolun tarifini de bir kaç cümle ile en güzel bir şekilde yine Hz.Mevlânâ dile getirmiştir: “ Aşk kelimesindeki harflerin mânası nedir biliyor musun ? Ayın harfi ibâdet ve kulluk eden. Şın harfi şükür eden. Kaf harfi ise kanâat eden demektir” Görüldüğü üzere; AŞK’ın daha ilk harfi ibâdet ve kulluğu temsil ediyor. Böylesi bir durumda hem Hakk âşık’ı olduğunu iddia edeceksin, hem de mânevî sorumlulukları heybenin arka gözüne atacaksın olur mu böyle bir şey ? Aşıklığın şiârı ibâdet ile muhabbeti birleştirmektir. Gerisi kişinin kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Tek başına ibâdet veya muhabbetle yol yürümeye çalışmak tek kanatla uçmaya benzer. Gerçek Hakk âşıkları tüm bu eksikliklerden âzâdedir. Hz.Mevlânâ bir Mesnevî beytinde: “İşin aslı cezbedir aşktır. Fakat aziz dostum, ibâdeti, çalışmayı gayreti bırakıp cezbeyi de oturduğun yerde bekleme. Cezbe kendi kendine gelmez. Gelmesi için bir gayret bir emek gerekir” Der.
Hz.Mevlânâ eline kağırt kalem almadan vezinli kafiyeli yaklaşık yetmiş bin ilâhi beyit söylemiştir. Bu yetmiş bin beyit bir cümlede özetlenecek olsa: Ben Kur’an-ın kulu kölesi Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağıyım” beyti ortaya çıkar.
Bu çerçeveden bakılacak olursa: Ben Mevlevîyim diyen herkes gerçekten Kur’an-ın kulu kölesi Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağımıdır ? Elbette bu soruya hiç düşünmeden hayır diyeceğim. Tıpkı her müslümanım diyen kişinin efendimizin ahlakıyla ahlaklanmadığı, onun yolunda izinde olmadığı gibi.
Fakat biz Müslümanlar her ne kadarda efendimizin yüksek ahlâk güzelliğini kendi hayatımıza yansıtmakta âciz, yetersiz, gâfil, câhilde olsak, bu durum Efendimize ve onun tebliğ ettiği ilâhi yola bir nakıslık getirmez. Güneş balçıkla sıvanmaz.
Günümüzde Mevlevîlik dünyevî bir trend, kâr kazanç haline geldi. Ben Mevlevîyim demek moda oldu. Fakat ben Mevlevîyim demekle de Mevlevî olunmaz. Maddi, mânevî, soyu sopu aşikâr, başka mezhep, meşrep ve tarike bağlı olanlar bile Mevlevîlik iddiasında bulunuyor. Eyvallah elbette Mevlevîlik kimsenin tekelinde değil, bu bir Hakk yoludur isteyen herkes o yolda yürür ve yürümelidir. Fakat, Armut elmayım diye ortaya çıkarsa bilmeyenler için bir karışıklık söz konusu. Her ikisi de çok hoş tatlı bir meyve ama, tadı, kokusu, çekirdeği, çiçeği, ağacı yaprağı hepsini bir bir hesaplayacak olsak aralarında söze sayıya gelmez farklılıklar var. Semâdan inen yağmur tanecikleri aynı temizlik ve güzellikte yer yüzüne iner. Fakat düştüğü yere göre zehir veya inci olur.
Tasavvuf ve Mevlevilik üzerine çok fazla yayın yapılır oldu. Siz bu yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Efendim ne yazıktır ki; bu yayınlar içersinde az evvel sözünü ettiğimiz gibi tümüyle maddi kâr ve çıkar amaçlı içeriği çarpıtılmış eserler çoğunlukta.. O nedenle okuyucunun çok dikkatli olması, tümüyle ticari maksatla yazılmış eserlere itibar etmemesi gerekir. Efendimiz mümin uyanık olur diye buyurmuştur. Bu sözün muhatapları olan bizler ne zaman uyanık olacağız ?
Doksan altı yıllık bereketli ve feyzli ömrünü, Hz.Mevlânâ ve Mesneviye adayan Şefik Can dedemiz; Tüm yaşamı boyunca Hz.Mevlânâ’nın en doğru bir şekilde anlaşılması için gayret göstermiş; gönülden bir yakarışla her zaman şöyle demiştir: “Hz.Mevlânâ’yı sağdan soldan değil, bizatihi kendisinden öğrenin. O eserlerinde gizlidir”
Ya kendimiz, Hz.Mevlânâ’nın eserlerini temiz bir gönülle okuyup anlamaya çalışacağız, yada mânevî kimliği belli, güvenilir hüsn-ü zân sahibi hâl ehli birinin eserlerini tercih etmek mecburiyetindeyiz.
Bildiğiniz üzere günümüzde bir çok yerde çeşitli kişiler Mesnevî okuyor ve kendi anladıklarını da halka anlatıyor. Böylesi bir durumda Mesnevî, dolayısıyla da Mevlevilik doğru bir şekilde anlaşılabiliyor mu?
Efendim, Mesnevî’yi dolayısıyla da Hakk âşıklarını en derûni ve doğru bir şekilde anlayıp ifade edebilmek için de hâl ehli olmak lâzım. Hz. Mevlânâ ilk on sekiz beyitte boş yere: "Sîne hâğem şerha şerha ez firâk, Tâ bi gûyem şerh-i derd-i iştiyâk." dememiştir.
Yâni beni anlayabilmesi için, tıpkı ben gibi sinesi aşk ateşiyle delik deşik bir âşık isterim. Belki yüzlerce beyitte âşık değilsen âşıkların hallerinden bahsetme sus.. Çünkü senin nefesin son bahar rüzgarı gibi soğuk ve serttir, ağaçları sararır soldurur. Yâni insanlara zarar verir diye buyurmuştur.. Fakat bu feryadın mahiyetine kaç kişi vakıf olur. Doktorluk diploması olan herkes kalp ameliyatı yapmaya kalksa işin sonunu siz düşünün artık. Zâhirde bile her uzvun ayrı bir doktoru, ayrı bir uzmanı var. Bu nasıl olur da mânâ âleminde olmaz. Çok iyi bir göz doktoruna beyin ameliyatı yaptırmazlar, kişinin yerini ve haddini bilmesi gerekir. Eğer böyle olmasa Mevlevîlik içersinde MESNEVÎHÂN’lık diye bir kurum olmazdı. Mesnevîhân Mesevî okuyan demektir. Fakat bu zâhiri bir okuyuş değildir. Öyle olsa Kur’an okumak sünnet, fakat dinlemek farz olmazdı. Mesnevî dinle diye başlamazdı. OKU emri sadece ehline mahsustur. Buda ancak ilâhi bir emirle olur. Kişi kendi kendine oku emri veremez. Kur-an Oku emriyle başlamıştır. Mesnevî dinle. Bu iki farklı kavram arasında birbirini tamamlayan çok güçlü bir bağ var. Arabça bilmekle Kur-an, Farsça bilmekle de Mesnevî anlaşılmaz. O nedenle ki Hz.Mevlânâ bir beytinde: Büyük imamlardan Ebu Hanife hazretleri aşktan bahsetmedi. Şafiî hazretleride aşk’ı açıklamadı, hiçbir mezhep imamı aşk hakkında bir rivâyette bulunmadı. Çünkü din ilmindeki bu câizdir, şu câzi değildir münakaşasının bir sonu vardır. Fakat Hakk âşıklarının ilmine bir son yoktur der. Başı sonu olmayan sonsuz bir engin deryaya ayak ucunu değdiren kendini dalgıç zannederse elbette bazı şeyler de yeterli doğru bir şekilde anlaşılmaya bilir. Bunu da kabul etmek gerekir.
Peki tüm bu olumsuz gibi görünen ve Mevlevîliğin yeterince doğru bir şekilde anlaşılmasına engel olan davranışlar karşısında ne yapmalı ?
Efendim Hz.Mevlânâ her konuda olduğu gibi bu konuda da bizlere yol gösterip, rehberlik etmiştir. “ Karanlık karanlığını artırdığı zaman nûrda nûrunu artırmalı” der. Yapılacak tek şey gerçek nûr sahiplerinin nûrlarını artırması, yâni daha fazla bu konuda emek ve gayret sarf etmesidir. Yoksa bu durum sen ben, doğru yanlış, olur olmaz, tartışmalarıyla hallolacak bir şey değildir. Hakk âşıkları hâmûştur. Onların olduğu yerde lakırdıya yer yoktur. Söz değil hâl vardır. Edeb ve tevazûdan bahsedenler bu sözleri kendilerine sermâye değil de hâl edebilirse sorun çok daha kısa zamanda çözülecektir.
Son dönem İstanbul Mevlevileri konulu sempozyumun hangi vesileyle gündeme geldi ve bu toplantının en önemli özelliği nedir, hangi konular ve isimler konu edilecek bu toplantıda?
Efendim, Aşk’ın Sultanları Son dönem İstanbul Mevlevîleri konulu bir çalışama yapmak bendenizin çok önemli arzularından biriydi.Hz. Mevlânâ’dan günümüze kadar uzanan ve Mevlevî geleneğinde çok önemli bir makam teşkil eden Mesnevîhânlığın, yüzyılımızdaki icâzetli en son temsilcisi ve Ser-târik’i olan Şefik Can Dedemizin vuslatının beşinci yılı vesilesiyle bu niyetimiz Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla da gerçekleşmiş oldu.
Sempozyumun en önemli özelliğine gelince: Hakk ve Hakikatı, ilâhi aşk-u muhabbeti yansıtan her söz, her kelime, her eylem çok önemli ve özeldir. Fakat; “Aşkın Sultanları Son Dönem İstanbul Mevlevîleri” Sempozyumuyla, özellikle İstanbul Mevlevîhânelerinde yetişmiş veya Mevlevî kültürüyle hem-hâl olmuş, politik, ilmî, dinî, tasavvufî görüşleriyle, yaşam biçimleri ve bâkî nitelikteki eserleriyle gelecek nesillere farklı ufuklar açan Türk-İslâm Tasavvûfu’nun örnek şahsiyetlerinden bazı Mevlevî büyüklerimizin genç nesillere tanıtılması vefâ ve şükran duygularıyla yâd edilmesi en büyük amaçlarımızdan biridir. Geçmişimize ve mânevî değerlerimize karşı duyarlı ve bilinçli olmadan, geleceğimize güvenli ve sağlıklı adımlar atmanın mümkün olmadığını buyuran Hz. Mevlânâ’nın, ilâhî aşk yoluna maddî mânevî çok büyük hizmetler vermiş âbide şahsiyetlerden bazılarını, farklı yönleriyle günümüz gençlerine tanıtmak ve bu sâyede mâzimizle geleceğimiz arasında sağlam, güvenilir, kalıcı bir köprü kurmaya çalışmak, hem ülkemiz hem de geleceğimiz adına çok önemli hizmetlerden biri olacağına inanıyoruz.
Sempozyuma konu olan isimler ise:
Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhlerinden Osman Selâhaddin Dede (1820-1887)
Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhlerinden Mehmed Celâleddin Dede ( ö.1908 )
Bahâriye Mevlevîhânesi Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede (1853-1911)
Yenikapı Mevlevîhânesi son Şeyhi Abdülbâki Dede (Baykara) (1883-1935)
Mesnevi Şârihi Amed Avni Konuk ( 1868-1938 )
Üsküdar Mevlevîhânesi son Şeyhi Ahmed Remzi Akyürek (1872-1944)
Hz.Mevlâna torunu, Postnişîn ve ilk Meclis II. Başkanı Abdülhalim Çelebi (1874-1945)
Beşiktaş Mevlevîhânesi Şeyhi ve Galata Mevlevîhânesi son şeyhi Ahmed Celâleddin Baykara (1853-1946 )
Rüfai Tarikatı Mürşitlerinden olup aynı zamanda Mesnevi’nin birinci cildini şerh etmiş. Kenan Rifai ( 1867-1950 )
Yenikapı Mevlevihânesi Mesnevihânlarından Tahirü-l Mevlevi ( Tahir Olgun ) ( 1877-1951)
Hz. Mevlâna torunu, Mevlâna Dergâhı son Postnişîni ve eski milletvekili Veled Çelebi İzbudak (1867-1953)
Hz. Mevlâna’ya olan derûni büyük aşkıyla gündeme gelen son yüzyılımızın çok önemli Mevlevi şahsiyetlerinden Yaman Dede ( 1887-1962 )
Kasımpaşa ve Bahâriye Mevlevîhânesi Mesnevîhânlarından Şeyh Midhat Bahârî Beytur (1879-1971)
Mevlâna ve Mevlevîlik Araştırmacısı Abdülbâki Gölpınarlı (1900-1982)
Mesnevinin Nahifi tercümesiyle ismi bütünleşen Hz. Mevlâna torunu Prof Dr.Amil Çelebioğlu ( 1934-1990 )
Postnişin Selman Tüzün
Hz. Mevlâna’nın 21. kuşak torunu Dr, Celâleddin Bâkır Çelebi (1926-1996)
Sertarik, Mesnevîhân, Öğretmen Albay Şefik Can (1910-2005)
Tüm bu ulu şahsiyetlerin dışında, yine son yüz yılımızda İstanbul’da Mevlevî kültürüyle yetişmiş edibler, şâirler, mûsikîşinaslarda ehil diller vasıtasıyla sese söze dökülecek, gönüllerimizi aydınlatacak inşallah.
Siz de sempozyumda Mesnevihan Şefik Can hakkında bir tebliğ sunacaksınız. Son dönem İstanbul Mevlevileri içinde Şefik Can nasıl bir kimliğe ve kişiliğe sahip, nasıl hizmetlerde bulunmuştur?
Efendim az evvelde arz ettiğimiz üzere, Şefik Can dedemiz, Hz. Mevlânâ’dan günümüze kadar uzanan ve Mevlevî geleneğinde çok önemli bir makam teşkil eden Mesnevîhânlığın, yüzyılımızdaki icâzetli en son temsilcisi ve Ser-târik’idir.
Onu tanıma lütfûna eren herkeste kabul eder ki; Tevâzu’un, hoş görünün, alçak gönüllülüğün, mütevâzılığın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri, insana ve düşünceye saygının sembolü, gerçek bir Hakk âşıkıydı.Doksan altı yıllık yaşamında aldığı her nefesi, Hakka, hakikat’a, Hz.Mevlânâ’ya ve bu yolda hizmete adayarak geçirmişti. O nedenle de “HİÇ” kelimesinin ete kemiğe bürünmüş mânâsıydı.En büyük özelliği, Hz.Mevlânâ’yı dilinde söz olarak değil, canında hâl olarak yaşamasıydı. Bu âlemde çok hoş bir sâda bırakarak bâki âleme göçmeden önce Hakk âşıklarına çok önemli mânevî mirâslar bıraktı.Bunlardan en önemlilerinden biri Açıklamalı Mesnevî tercümesidir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, günümüzde en çok satılan dolayısıyla da okunan Mesnevî-i şerif Şefik Can dedemizin hazırladığı eserdir. Buradaki en önemli sır: Böylesine önemli bir eserin sadece ilmî bir çeviri olmayışı, her satırına, her cümlesine doksan yıllık engin bir aşk-u muhabbetin katılmasıdır. Mesnevî-i şerifte yok olmanın karşılığıdır.
Röportajı yapan: Gülcan Tezcan
Gerçek Hayat Dergisi 2010 Mayıs sayısı
3 Ağustos 2010 Salı
? Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur!
Dücane Cündioğlu
dcundioglu@yenisafak.com.tr03 Temmuz 2010 Cumartesi
Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur!
İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır.
Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.
Pascal ne güzel söylemiş:
— "Agenouillez-vous, priez et vous croirez!"
Yani:
— "Diz çökün, dua edin; inanacaksınız!"
Önce secdeye kapanmayı bilmeli insan; aczini... güçsüzlüğünü... muhtaç olduğunu... yardıma değil, yaşama ihtiyaç duyduğunu... yaşamaya... ve bir gün ölmeye...
Aczini idrak, güçsüzlüğünü itiraf edebilmeli.
İnsan kendinden saklanmamalı.
***
Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediğinde, düşünmek kâr etmediğinde inanır. Eylediğinde yani. Eylemin içinde... yaşamın ve yaşamanın tam da içindeyken...
Belki acı çekerken, belki eğlenirken... ama her hâlukârda istemini/duasını eylemiyle gerçekleştirirken...
İnancın kökenini boşuboşuna serebral korteksin kıvrımlarında aramamalı bu yüzden! İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde duyurur yoksunlarına.
Anacaddelerde değil, bir arasokakta, kimbilir belki bir çıkmazsokakta...
Birdenbire engel(ler) kalkar, yol açılır, ve yürür gidersin. İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yani güvenmeyi öğrenmiş olarak gidersin.
Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.
Yeter ki yürü, inanırsın.
Dua et, seslen, istersen sövüp say, hem de bütün öfkenle, duyar O, ve cevap verir.
İnan!
***
— "İslamiyet dahil hiçbir dine yakınlık duymadım, ama her dinin bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoşuma gitti, her zaman takip etmek, hatta bir parçası olmak istedim." (Akşam, 28 Haziran 2010)
Oray Eğin'in bu açıklaması ne kadar düşündürücü değil mi?
Ve bir o kadar da dürüst ve samimi.
Bu açıklama, bizlere, insanın en güçlü, en derin çelişkilerinden birini gözden geçirme imkânını veriyor.
Yani inançla yaşam arasında gidip gelen bilinç sarkacının o kontrol edilmesi güç salınımını...
— "Ezan Türkçe olsaydı ve ibadete Türkçe çağrılsaydık, belki inanmamıza katkısı olmazdı ama en azından bu topraklarda bir kesimin dine bu kadar yabancı, düşman, mesafeli hatta reddeden olmasının da önü kesilirdi diye düşünmeden edemiyorum.
Açıkçası, ana dilde duayı çağdaşlık olarak da yorumluyorum ben.
İlk defa bir cenaze beni etkiledi. Ve bunda Türkçe'nin rolü büyüktü."
Meselenin siyasî cihetiyle ilgilenmiyorum. Doğrusu çağdaşlık söylemi üzerinden güncellenmiş vatandaş hâline gelmeyi de istemiyorum. Bu nedenle konunun klişelerle tartışılabilecek taraflarını ihmal edip üstüne basa basa şu kelimelerin altını çizmek istiyorum:
— ... belki inanmamıza katkısı olmazdı ama...
Sayın Eğin yanılıyorlar. Türkçe (veya Arapça) dua ve ibadetin inanmalarına katkısının olmayacağı sanısı kesinlikle doğru değildir.
İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır. Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.
O duanın hangi dilde olduğu ise —duanın özü bakımından— hiç ama hiç önemli değildir.
Niçin?
Çünkü dua ve ibadet aklın değil, hislerin faaliyette olduğu zemindir. Dua ve ibadet logos'a (akla) değil, pathos'a (hisse) ihtiyaç duyar. Tutkuya. Acıya. Zevke.
Logos'un fiili değil, pathos'un infialidir dua! Bu nedenledir ki insan dua ve ibadet sırasında, hem de bir çırpıda, suje mevkiinden obje mevkiine geçer; fail iken münfail olur. Eylemi kendisini dönüştürür. Bir bakar ki inanıyor. Aklı isyan ederken, gönlü boyun eğiyor.
Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur.
Ağlayan, çağıran bağıran, salya sümük zırlayan bir sarhoşun, bir mecnunun dua etmek için dile mi ihtiyacı vardır?
Bazen nârâ, bazen çığlık!
İçten. Sessizce. Bazen gözyaşlarıyla. Belki nefretle, belki aşkla.
Belki dua, belki beddua.
Hepsi bu kadar!
***
Ne tuhaf değil mi, inanmak kolay sanılır. İnanmak, yani güvenmek... Oysa dünyanın en zor işidir inanmak. Nitekim "İnanmak için bir kolumu verirdim" der Cemil Meriç.
Zavallı Kafka, ne kadar da uğraşmıştır inanmak için.
Tolstoy'un veya Dostoyevski'nin o tumturaklı, o sert beyanlarına aldanmayın, sırf inanmak için yazılarında o denli radikal, o denli sekterdirler. Okurlarına sundukları onca delil, inandıklarını değil, inanmayı istediklerini gösterir sadece.
İnanan insan, tedirgin olmanın değerini iyi bilir. Bilir ki tedirginliğine, huzursuzluğuna borçludur inancını.
Mümin olmak emin olmaktır sanılır. Değildir. Mümin olmak, emin olmayı istemek demektir. Hem de iki anlamıyla: başkaları nezdinde emin olmak, ve başkalarından emin olmak...
***
İste ey talib, istersen, olursun!
Dua et, edersen, inanırsın!
İnan ey talib, inanırsan, seversin!
dcundioglu@yenisafak.com.tr03 Temmuz 2010 Cumartesi
Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur!
İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır.
Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.
Pascal ne güzel söylemiş:
— "Agenouillez-vous, priez et vous croirez!"
Yani:
— "Diz çökün, dua edin; inanacaksınız!"
Önce secdeye kapanmayı bilmeli insan; aczini... güçsüzlüğünü... muhtaç olduğunu... yardıma değil, yaşama ihtiyaç duyduğunu... yaşamaya... ve bir gün ölmeye...
Aczini idrak, güçsüzlüğünü itiraf edebilmeli.
İnsan kendinden saklanmamalı.
***
Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediğinde, düşünmek kâr etmediğinde inanır. Eylediğinde yani. Eylemin içinde... yaşamın ve yaşamanın tam da içindeyken...
Belki acı çekerken, belki eğlenirken... ama her hâlukârda istemini/duasını eylemiyle gerçekleştirirken...
İnancın kökenini boşuboşuna serebral korteksin kıvrımlarında aramamalı bu yüzden! İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde duyurur yoksunlarına.
Anacaddelerde değil, bir arasokakta, kimbilir belki bir çıkmazsokakta...
Birdenbire engel(ler) kalkar, yol açılır, ve yürür gidersin. İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yani güvenmeyi öğrenmiş olarak gidersin.
Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.
Yeter ki yürü, inanırsın.
Dua et, seslen, istersen sövüp say, hem de bütün öfkenle, duyar O, ve cevap verir.
İnan!
***
— "İslamiyet dahil hiçbir dine yakınlık duymadım, ama her dinin bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoşuma gitti, her zaman takip etmek, hatta bir parçası olmak istedim." (Akşam, 28 Haziran 2010)
Oray Eğin'in bu açıklaması ne kadar düşündürücü değil mi?
Ve bir o kadar da dürüst ve samimi.
Bu açıklama, bizlere, insanın en güçlü, en derin çelişkilerinden birini gözden geçirme imkânını veriyor.
Yani inançla yaşam arasında gidip gelen bilinç sarkacının o kontrol edilmesi güç salınımını...
— "Ezan Türkçe olsaydı ve ibadete Türkçe çağrılsaydık, belki inanmamıza katkısı olmazdı ama en azından bu topraklarda bir kesimin dine bu kadar yabancı, düşman, mesafeli hatta reddeden olmasının da önü kesilirdi diye düşünmeden edemiyorum.
Açıkçası, ana dilde duayı çağdaşlık olarak da yorumluyorum ben.
İlk defa bir cenaze beni etkiledi. Ve bunda Türkçe'nin rolü büyüktü."
Meselenin siyasî cihetiyle ilgilenmiyorum. Doğrusu çağdaşlık söylemi üzerinden güncellenmiş vatandaş hâline gelmeyi de istemiyorum. Bu nedenle konunun klişelerle tartışılabilecek taraflarını ihmal edip üstüne basa basa şu kelimelerin altını çizmek istiyorum:
— ... belki inanmamıza katkısı olmazdı ama...
Sayın Eğin yanılıyorlar. Türkçe (veya Arapça) dua ve ibadetin inanmalarına katkısının olmayacağı sanısı kesinlikle doğru değildir.
İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır. Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.
O duanın hangi dilde olduğu ise —duanın özü bakımından— hiç ama hiç önemli değildir.
Niçin?
Çünkü dua ve ibadet aklın değil, hislerin faaliyette olduğu zemindir. Dua ve ibadet logos'a (akla) değil, pathos'a (hisse) ihtiyaç duyar. Tutkuya. Acıya. Zevke.
Logos'un fiili değil, pathos'un infialidir dua! Bu nedenledir ki insan dua ve ibadet sırasında, hem de bir çırpıda, suje mevkiinden obje mevkiine geçer; fail iken münfail olur. Eylemi kendisini dönüştürür. Bir bakar ki inanıyor. Aklı isyan ederken, gönlü boyun eğiyor.
Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur.
Ağlayan, çağıran bağıran, salya sümük zırlayan bir sarhoşun, bir mecnunun dua etmek için dile mi ihtiyacı vardır?
Bazen nârâ, bazen çığlık!
İçten. Sessizce. Bazen gözyaşlarıyla. Belki nefretle, belki aşkla.
Belki dua, belki beddua.
Hepsi bu kadar!
***
Ne tuhaf değil mi, inanmak kolay sanılır. İnanmak, yani güvenmek... Oysa dünyanın en zor işidir inanmak. Nitekim "İnanmak için bir kolumu verirdim" der Cemil Meriç.
Zavallı Kafka, ne kadar da uğraşmıştır inanmak için.
Tolstoy'un veya Dostoyevski'nin o tumturaklı, o sert beyanlarına aldanmayın, sırf inanmak için yazılarında o denli radikal, o denli sekterdirler. Okurlarına sundukları onca delil, inandıklarını değil, inanmayı istediklerini gösterir sadece.
İnanan insan, tedirgin olmanın değerini iyi bilir. Bilir ki tedirginliğine, huzursuzluğuna borçludur inancını.
Mümin olmak emin olmaktır sanılır. Değildir. Mümin olmak, emin olmayı istemek demektir. Hem de iki anlamıyla: başkaları nezdinde emin olmak, ve başkalarından emin olmak...
***
İste ey talib, istersen, olursun!
Dua et, edersen, inanırsın!
İnan ey talib, inanırsan, seversin!
28 Temmuz 2010 Çarşamba
BİR HORASAN ERENİ: ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI

http://lutfibergen.blogcu.com/bir-horasan-ereni-abdulbaki-golpinarli/7625231
23/4/2010
BİR HORASAN ERENİ: ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI
Gölpınarlı: "Melâmetilik ideolojidir!"
Asıl adı Mustafa İzzet Bâki olan Abdülbâki Gölpınarlı, 12 Ocak 1900 yılında İstanbul’da doğdu. Mevlevî Ahmed Agâh Efendi ‘nin oğlu idi; bu sebepten olsa gerek, küçük yaştan itibaren tekke kültürü içinde büyüdü. Eğitimi babasının vefatı nedeniyle yarım kaldı. Maişet gereği bir süre İstanbul’dan ayrılmaya mecbur oldu.
Öğretmenlik yaptı. İstanbul’a dönüşü 1922’dedir. Önce Erkek Muallim Mektebi’ ni, ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Tez konusu “Melâmîlik ve Melâmîler”i, Köprülüzade Mehmet Fuad Bey’in nezaretinde hazırladı. Değişik şehirlerde lise edebiyat öğretmenliği yaptı. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Farsça okutmanı oldu. Hem İstanbul Üniversitesi’nde hem de Ankara Üniversitesi’nde ‘İslam–Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı’ dersleri verdi. Mevlânâ, Fuzulî, Yûnus Emre üzerine eserleri varsa da Türk tasavvuf ve düşünce hayatında asıl dikkat çeken eseri, hâlâ aşılamamış bir mehaz sayılan Melâmîlik ve Melâmîler (1931) idi. Yine 100 Soruda Tasavvuf (1969) kitabında ‘melâmîlik’ hakkında önemli bilgiler verdi. Mevlevîlik silsilesine intisâbı nedeniyle ‘Mevlânâ’ düşüncesi ve ritüelleri hususunda birinci elden bilgiler devşirdi.
Gölpınarlı neyi temsil ediyordu?
Abdülbâki Gölpınarlı, Türkiye’deki İslamcılık düşüncesinin Abduh-Efgani etkisi altında siyaset eden ekolünün ihmal ettiği bir alanın, Osmanlı sufiliğinin temsilcisidir. Sözkonusu İslamcılık düşüncesi mensupları, ‘Kur’an’a dönüş’ fikri etrafında, Osmanlı’nın Batı karşısındaki göreceli yenilgisini içtimaî hayatta etkili olan sufi telakkilere bağlamaktadır. Bu nedenle gerek İttihad-Terakki’yi yetiştiren ve gerekse Cumhuriyet ideolojisini kuran kadroların ‘İslam akılcılığı’ fikri ile geliştirdikleri tutumlar, tasavvufun varlık alanına müdahale ile sonuçlanmıştır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile ilgili 30 Kasım 1925 tarihli kanundan çok daha önce de ‘devlet’, tekke karşısında mütereddit idi. Melâmî düşüncenin bir çok sufi anlayışı etkilediği ya da Türk sufiliğinin ‘Horasanî’ karakterinin, nihayette devletten bağımsız bir iktisadî hayat tarzı kurduğu düşünülürse, sufi hayata dair merkezî yönetimlerden gelen tazyikin sebebleri hakkında vuzûh bulmuş bir bakışa kavuşulabilir.
Tarihe ârifâne bir bakış
Anadolu’nun İslamlaşması’ndan İstanbul’un Fethi’ne kadar geçen süreçte, yarı göçebe, yer yer mistik ama mutlaka fütüvvet anlayışı ile beslenmiş sufi aktörler vardı. II. Bâyezid zamanında (ö.1512) -ki bu devir Anadolu’ya kapitalistlerin geliş zamanıdır- Türk sufiliği üzerinde siyaset değişikliği olmuştur.
Devlet, Anadolu ticaretini kontrol eden ‘ahi’ dirlik ve düzeninin çökmesine yol açan ekonomik kararlar alırken diğer yandan da halkın irfanî hikmetle irtibatını sağlayan sufi önderleri kendi denetimine almak yolunda politikalar uygulamıştır. Bununla beraber II.Bâyezid ile Cem Sultan arasındaki mücadelede Bâyezid’ın Horasan sufiliğinin desteği ile iktidara geçtiği muhakkaktır. Halvetî, Bayramî ve Nakşibendî müesseseler, Bâyezid’ın saltanatı vesilesiyle İstanbul’un kültür hayatına katılabilmişlerdir. Halvetî-Bayramî ekollerin sentezi olan Celvetiye’yi de, İstanbul’un kültür hayatını oluşturan müesseselerden saymak gerekir. Bununla beraber Osmanlı’nın, Şii Safevi devletiyle olan savaşımınında da, fütüvvet kaynaklı dergahlara yakın durmasının rol oynadığı düşünülmelidir.
Gölpınarlı, Osmanlı’da görülen bu siyaset değişikliğini keşfetmiş bir arifti: “Tasavvufun, Fütüvvet ehliyle halka indiğini anlatmıştık. Alevilerle de halka mal olmuştur; hattâ Mevlevîlerin sofu (sufi) dervişleri dedikleri Esmâcılar, yani Tanrı adlarını zikrederek gerçeğe ulaşma yolunu tutanlarla da halkı kavramıştır. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki Fütüvvet erbabında da, Alevîlerde de, Esmâ'cılarda da halkın tasavvufu, bir törenler tümüne inanmak, geleneklere bağlanmak gibi şeylere münhasır kalmış, asıl tasavvufî esaslar, tasavvuf umdeleri, bu tören ve gelenek halîtası içinde erimiş gitmiştir.
Hamzaviler neyin nesiydi?
Fütüvvetin Safevi propagandacısı hâline gelmesi üzerine devlet, bu teşkilâta el atmış; bundan yalnız Hamzavîler kendilerini kurtarmışlar, Peştemalcılar 1908 yılına dek dayanabilmişlerdir. Fakat devletin birbiri üstüne şiddetli tenkilleri, imha hareketleri sonucunda sayısız kurban verdikleri halde kuvvetini yitirmeyen ve Hamzavîler tarafından temsil edilen Fütüvvet, sonunda, fabrikasyon karşısında eriyip gitmiştir. Alevilerse, daima köylerde ve gizli bir zümre hâlinde kalmışlar; aleyhlerindeki hareketler bunları yıpratamamış, içlerine gömülü inançlarıyla kalabilmişlerdir.
Mevlânâ'nın çevresinde toplanan Ahiler, Fütüvvet erbabı esnaf ve sanatkârlar, Mevlânâ'dan sonra, onun düşüncelerini köylere kadar yaymışlar; Alevi köyleri gibi Mevlevî köyleri meydana gelmiş, fakat asıl ‘çelebilik’ makamı ve o makama bağlı aydınlar, vakıfla beslenen tekkelerde toplanan elit zümreyi kavramış, yüksek bir müzik ve gerçekten köklü bir bilgi ve edebiyatla beslenen bu zümre kudret kazandıkça Mevlevîlik, köylerden şehirlere, halktan aydın zümreye geçmiştir” (Gölpınarlı , 100 Soruda Tasavvuf, soru 77’den). Bu çerçevede Türk modernleşme tarihinde, toplumsal bilinçaltının sufi oluşumları tasfiye etmesinde, Anadolu’da pek de denetim kabul etmez şekilde ‘geçim ahlâkı’ kuran ve din-sufizm zihniyeti ile şekillenen ‘direnişçi-cemaatçi kanaat’ yaklaşımlarını temel almak gerekir. Son dönem Osmanlı aydınıyla Cumhuriyet dönemi boyunca seçkinleşmiş entelektüel modeller, ‘sanayileşme’ siyaseti ile meşk usulünden gelen kadim bilgiyi ya da ‘Türk gelenekçiliğini’ rakip bir zihniyete tahavvül etmiştir: “Feta-Ahi’nin Türk – İslam toplumunda oynadığı psiko-sosyal ve sosyo-ekonomik roller, kapital ve onu temsil edenlere karşı bir tavır içinde gelişmiştir.” (Y. N. Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, 1999:240)
(+)
‘Melâmet bir ideolojidir!’
Abdulbâki Gölpınarlı, belki ilk defa melâmetîliğin bir ‘ideoloji’ olduğunu fark eden münevver olarak temayüz etti. Ancak İslamcılığın, ‘tasavvuf’ bahsine karşı geliştirdiği menfi tavırlar, bu ‘ideolojinin’ marksizme ve batı düşüncelerine alternatif olarak kavranmasına izin vermedi. Şöyle yazar: “Melâmet bir ideolojidir; tâbir caizse bir teoridir.”(Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, 65.soru) Buna rağmen, 70’li yıllar boyunca Anadolu toprak sistemi hakkında pek az kişiyi etkileyebildi. Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’den başka O’nun fikirlerine kulak veren aydın ilgisi gelişmedi. İslamcılar, İslam’da ekonomik doktrin olduğu iddiasındadırlar, ama ellerinde model yoktu. Marksistlerin ise başlıca dertleri, batılı sanayileşme paradigmasını sürdürerek Türkiye’de topraktan çözülmüş proleteryayı oluşturmak idi. Gölpınarlı’nın eşsiz ‘fütüvvet’ çalışmalarından en çok İslamcı aydınlar istifade edebilecekken, o günkü konjonktürde ‘fazla sosyalist öğeler’ içeren fütüvvet–ahilik ve melâmetîlik çalışmaları dikkatten kaçmış oldu.
"Fark" mı?
İslamcı düşünürler İslam iktisadının, a) şahsi mülkiyet, b) şahsi teşebbüs (ticaret), c) faizin reddi, d) kapitalizmin kurumlarının (bankanın) reddi, e) zekat, f) İslam ortak parası-kambiyo sistemi-ortak pazarı gibi maddelerin hayata geçmesi ile oluşabileceği kanaatindedirler. (Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Diriliş, 1985:59-60) Tam tersine, Gölpınarlı bir farktan bahseder:” (… ) Fark, fütüvvetçilerin, esnafı ve sanat erbabıyla zenaat ehlini teşkilâtlandırmalarıdır. (…) Onları tasavvufçulardan ayıran nokta, zaviyede oturup riyazetle, zikirle uğraşmayı, vakıf malını yemeyi hoş görmeyip; herkesin, mutlaka bir iş, bir sanat sahibi olmasını, çalışmasını, elinin emeğiyle geçinmesini temel bilmeleri ve ihvan, yani kardeşler arasında çok geniş bir yardımlaşmayı sağlamalarıdır. (…) Sanata giren, mutlaka fütüvvet yoluna da girer.
Her işte bir çıraklık devresi vardır. Çırağın usta olup dükkân açabilmesi, kendi başına o işi yürütmesi, muayyen devreyi bitirmesine, ustasının ve o işin şeyhinin müsaadesine bağlıdır. Çıraklık müddetince ustasına, işine bağlı olduğu gibi aldığı gündelikten, haftalıktan muayyen bir kısmını mutlaka loncaya yatırmak zorundadır. Çıraklık devresi en uzun olan sanat, kuyumculuktur. Kuyumcu çırağı, çıraklık ve kalfalık devresinde yirmi yılı doldurup ehliyetini ispat etmedikçe usta olamaz ve dükkân açamaz. Her hangi bir çırak, kalfa yahut usta, fütüvvet yoluna aykırı bir iş yaparsa (bilhassa müşteriyi kandırır, yalan söylerse) mahkemeye verilmez. Sorgusu, Ahi Baba’nın yahut onu temsil eden esnaf şeyhinin bulunduğu mahfelde, ihvanın huzurunda yapılır. Tanıklar dinlenir, kendisi de savunmasını ayaküstü durarak yapar. Ondan sonra ona bir ceza verilir. Ya bir müddet mahfile giremez, sanattan menedilir yahut da ustaysa, dükkânı kapanır.
Papuç meselesi bu kadar önemli mi?
Dükkânı kapanacak kişi, dükkânının önüne getirilir; ihvanın huzurunda dükkân kilitlenir; kilit loncaya bakan kişiye teslim edilir. Adamın da sağ ayağındaki pabuç çıkartılarak, esnaf şeyhi tarafından dükkânının damına atılır. «Pabucu dama atıldı» atasözü bu gelenekten kalmadır. Suç işlemiş kişinin suçunu ancak Ahi Baba bağışlayabilir; tabii bunun için de loncaya bir miktar dünyalık alınır. Melâmetîlikle fütüvveti ayırmaya imkân yoktur. Ancak her Melâmetî olanın fütüvvete girmiş olması, her fütüvvet ehlinin de Melâmetî bulunması düşünülemez. Esasen Melâmetîlik, hicrî VI. (XII), hattâ V. (XI) yüzyıldan itibaren Melâmet esasına dayanan tarikatlar hâline gelmiş; asıl Melâmetîlik, -bu tarikatların temeli de Melâmet olmakla beraber- tarihe mal olmuştur.” Gölpınarlı’ya göre fark, ‘ideoloji’ ve ‘teşkilat’tır. Mistisizm ile esnaf ideolojisi kaynaşmış, siyasi güç olmuştur.
‘Biz ehl-i melâmetiz, serapa şevkiz’
Geçmiş dönem tekke kültürünün gündelik hayatı etkilemesi, bu kültürün iktisadî hayatın içinde muamelelerde bulunmasıyla ilgilidir. Gölpınarlı’nın bildirdiğine göre: “Melâmîyeden Ankaralı Husameddin,ziraatle meşgul olan ve cami yaptıracak derecede servete malik bulunan bir zattı; Bursalı Hasan-ı Kabaduz, isminden de anlaşıldığı vech ile terzilikle müştagildi. İdris Muhtefî, Filibe, Sofya ve Belgrad’a kadar gidip gelerek ve bilahire adamlarını göndererek ticaret eden, bu suretle asrının zenginlerinden madut bulunan bir tacirdi.” (Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, 1992:201) ”Hülasa; melâmet sa’y ü ameli tavsiye ve takdis eder; diğer tarikatlarda olduğu gibi terk’i bir vesile-i vuslat telakki etmez.”(age, 1992:200) Gölpınarlı, Melâmîliğin en çok Mevlevîlikle kaynaştığını, sebebinin de melâmetîlikte riyazat-zikir-ayin gibi şeyler olmamasını gösterir. (age, 1992:205-206) Melâmîliğin, Sarı Abdullah (ö.1660) tarafından başlayan Mevlevîlik üzerindeki etkisi, Yenikapı Mevlevîhanesi’nde Peçevî Ahmed Dede’nin kişiliğinde netleşir ve 19.yy’da kapsamlı bir tasavvuf ekolü olur.
Rıfkı Melul Meriç’in, “Her zerrede meknun u hüveyda şevkiz/ Her türlü tecelliye müheyya şevkiz/ Azade-i külfet-i rüsumuz zira/ Biz ehl-i melâmetiz serapa şevkiz” rubaisindeki ‘melâmet’ neşvedir. Nitekim Hilmi Yavuz bu meselede şöyle yazmıştı: “Burada ‘melâmet’in, o adı taşıyan örgütlenmeye (’tarikat’ demiyorum; ‘Melâmetîlik’in, verili ya da klasik anlamda bir tarikat olmadığı biliniyor çünkü!) değil, bir haz durumuna (şevk) karşılık geldiği, onu işaret ettiği söylenebilir. Bu, Yahya Kemal’in, Fuad Bayramoğlu’na ithaf ettiği rubaisinin, “İksiri içenler ezeli sagarden / Mesti-i melâmetle geçerler serden” dizelerinden de çıkarsanabilir.”(Hilmi Yavuz, Yahya Kemal: Rindlik ve Melâmet (1), 26.04.2006-Zaman Gazetesi)
Üstad Gölpınarlı 25 Ağustos 1982 tarihinde dâr’ul bekâ’ya göç etti. Seyyid Ahmet Deresi Mescidi Kabristanı’nda medfundur. Mevlevîlik çalışmalarını da melâmetîliğin devamı olarak görmek kabildir. Kur’an meali çalışması incelenirse, Kur’an’ın diline ve meramına vâkıf olmak beyanında farklı pencereler açacaktır. O, 21. yüzyılda Türk gelenekçiliğinin ve İslamcılığın başvuracağı mehaz eserlere imza attı. Melâmî meşrep, usûl ve terbiyeye göre yaşadı. Allah rahmet eyleye.
Eserleri: Fuzuli Divanı (1948), Nedim Divanı (1951), Mevlânâ Celaleddin (1951), Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik (1953), Mevlevî Âdap ve Erkânı (1963), Mesnevi Şerhi (1973, 6 cilt), Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli (1958), Alevî, Bektaşî Nefesleri (1963), 100 Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar (1969), 100 Soruda Tasavvuf (1969), Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi (1972), Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri (1977), Şeyh Galip, Hayatı, Sanatı, Şiirleri (1953), Nailî-i Kadim, Hayatı, Sanatı, Şiirleri (1953), Kaygusuz Abdal-Kul Himmet (1953), Nesimî-Usulî-Ruhî (1953), Divan Şiiri (1954-55, 4 kitap), Oniki İmam (1958), Nasreddin Hoca (1961), Yûnus Emre ve Tasavvuf (1961), Yûnus Emre, Risâlat al-Nushiyye ve Divan (1965), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin (1966), Hz. Muhammed ve İslam (1969), Şeyh Galip, Seçmeler (1971), Hurufîlik Metinleri Katalogu (1973), Hayyam ve Rubaileri (1973), Müminlerin Emiri Hz. Ali (1978), Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik (1979) ve ayrıca, Ku’ran çevirisi (Kur’an-ı Kerim ve Meali, 1955).
Lütfi Bergen pasban olmuş bir ejderdir kalem, dedi
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3237
Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (1) ve (2) - Hilmi Yavuz
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=279702
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=281797
Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (1)
Yahya Kemal'in şiirinde 'rindlik' ve 'melamet' konusunda yapılmış bilimsel çalışmalar nedense çok az.
Benim bilebildiğim kadarıyla, kitaplaşmış bir inceleme, Doç. Dr. Mehmet Demirci'nin 'Yahya Kemal ve Mehmet Akif'te Tasavvuf' adlı 1993 yılında yayımlanmış olan etüdüdür.
Doç. Dr. Demirci'nin de belirttiği gibi, Yahya Kemal'in gerek şiirlerinde gerekse yaptığı özel konuşmalarda rindliğe ve Melamiliğe ilişkin birçok işarete rastlamak mümkündür. 'Rindlerin Hayatı', 'Rindlerin Ölümü', 'Rindlerin Akşamı' gibi şiirlerinin yanı sıra, mısralarında 'rind'e ve 'rindlik'e değinen şiirleri de var. Doç. Demirci, Yahya Kemal'de Rind'in, 'şairimizin eski dünyamız içinden çıkardığı özenerek bezemeye çalıştığı bir insan tipi' olduğunu bildirir ve bu konuda Prof. Dr. Mehmet Kaplan'dan şu tanımı da aktarır: 'Rind, eski zamanın bilge kişisidir: Etrafa önem vermeksizin keyfince yaşayan, yarı filozof, yarı derviş, hoş görücü, medeni cesareti olan, telaşsız ve kaygısız insan örneğidir.[...]Rind, hayatın boşluğunu derinden hisseden, fakat yine de sükunetini bozmamaya çalışan, hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insandır.'
Yahya Kemal'in Melamiliğe bakışına ilişkin şiirlerinin de olduğu biliniyor: Bunların içinde en çok bilineni, 'İthaf' şiiridir. 'Maverada Söyleniş'te de Kemalpaşazade'nin fetvasıyla Sultanahmet Meydanı'ndan kafası kılıçla uçurulan Melami Şeyhi (Oğlan Şeyh) İsmail Maşuki'den 'Enelhak şehidi' diye söz eder. Yine o şiirde, İdris-i Muhtefi'ye atıfta bulunur ve bir 'manzum latifesinde' kendisinin 'Baki Efendi [Abdülbaki Gölpınarlı, Rıfkı Melul Meriç ile birlikte 'ikinci devre [Bayrami] Melamilerinden' olduğunu bildirir.
Doç. Demirci, Yahya Kemal'de 'Melamilik'in, duygusal ve akli olmak üzere iki yönlü bir alımlanışla kavrandığını öne sürüyor: Duygularıyla Melamiliğe yakın olmakla birlikte Yahya Kemal, aklıyla uzağında durmak gerektiğini savunur gibidir. Gerçekten de, Tanpınar'ın 'Yahya Kemal' kitabında aktardıklarına bakılırsa üstad, 'Eğer tasavvuf ve melamilik araya girmese idi, tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati olurduk' görüşündedir.
Ben burada, 'rind' ve 'melamet' ilişkisi üzerinde durmak istiyorum. Bunun için de Yahya Kemal'in, 'rind' ile 'melamet'i bir arada kullandığı iki dizeden yola çıkacağım. Bu dizeler, yukarda sözünü ettiğimiz 'İthaf' şiirindedir:
"Tecelligah iken binlerce rinde
Melamet söndü Şark'ın her yerinde."
Burada 'melamet'in, o adı taşıyan örgütlenmeye ('tarikat' demiyorum;- 'Melametilik'in, verili ya da klasik anlamda bir tarikat olmadığı biliniyor çünkü!) değil, bir haz durumuna ('şevk') karşılık geldiği, onu işaret ettiği söylenebilir. Bu, Yahya Kemal'in, Fuad Bayramoğlu'na ithaf ettiği rübaisinin "İksiri içenler ezeli sagarden / Mesti-i melametle geçerler serden" dizelerinden de çıkarsanabilir.
Nitekim, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Rıfkı Melul Meriç'in "Her zerrede meknun u hüveyda şevkiz / Her türlü tecelliye müheyya şevkiz / Azade-i külfet-i rüsumuz zira / Biz ehl-i melametiz serapa şevkiz." rübaisini şerh ederken de burada 'şevk' kelimesi[nin] sofiyane cezbenin verdiği sürur (sevinç, H.Y.) manasına gel[diğini] belirtir, dolayısıyla da 'ehl-i melamet' olmaktan, tepeden tırnağa 'şevk' olmak durumunun anlaşılması gerektiğini ima eder. Prof. Kaplan'ın, hayatın boşluğunu bir hiçlik duygusu olarak yaşayan 'rind'i, bu 'hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insan' olarak tanımlaması, bu bağlamda, 'melamet'in bir 'şevk' ve 'sürur' hali olması ile örtüşür.
(Bu konuya devam edeceğim.)
Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (2)
Yahya Kemal'in 'Melamilik' karşısında, birbiriyle çelişir gibi duran iki farklı tavır sergilediği biliniyor. Geçen haftaki yazımda da belirtmiştim:
Bir yandan Melamiliği, Tasavvufla birlikte, 'tıpkı İngilizler gibi işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati' olmamızı önleyen bir engel olarak görürken, öte yandan Melami neşesini lirik bir coşkuyla yücelten şiirler yazmış olmasını, bu ikili tavrı, nasıl izah edeceğiz?
Öncelikle,Yahya Kemal'in, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati'nden sözediyor olmasının üzerinde durmak gerekiyor. Yahya Kemal'in, örnek bir yaşam modeli olarak, 'İngilizler'i göstermesi, özellikle dikkate değer. Üstad, burada, neredeyse, Max Weber'in tanımladığı anlamda, riyazetçi (ascetic) bir Kalvinist (Protestan) ahlakını örnek gösterir gibidir. Rahmetli Prof. Dr. Sabri Ülgener hocamızın 'Zihniyet ve Din'inde Max Weber'in 'Wirtschaft und Gesellschaft'ından alıntıladığı gibi, 'Dünya[nın] bütün kusur ve günahları ile beraber, yalnız Batı'da Tanrı buyruğu ile rasyonel bir çalışma ve yaratmanın maddesi (objesi) haline ge[tirilebilmesi]' anlamında 'dünya-içi' ('inner-weltlich') bir riyazet'! Yahya Kemal'in, Tanpınar'a sık sık tekrarladığı, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati'nin anlamı budur! Melamilik ve Tasavvuf, Dünya'ya dönük aktif-riyazetçi bir 'meslek ahlakı'nı değil, tam tersine, yine Ülgener Hoca'nın deyişiyle, 'huzur ve selameti hareketsiz, pasif bir teslimiyette ara[yan]', 'kendini iç dünyasının huzuruna kapıp koyvermiş' bir 'Rind'lik anlayışını hakim kılmıştır. Yahya Kemal'in eleştirisini bu bağlamda okumak gerekiyor.
Pek iyi de, Yahya Kemal, bu durumda nasıl oluyor da 'Rind'liği ve 'Melamet'i, şiirlerinde öneçıkarıyor? Hem Tasavvufi ve Melameti bir Rindlik anlayışını, aktif-rasyonel bir riyazetçiliğe imkan tanımadığı gerekçesiyle eleştirmek, hem de, kendisinin 'İkinci Devre Melamiler'den olduğunu söyleyerek rindliği öven şiirler yazmak ne anlama geliyor gerçekten? Doç. Dr. Mehmet Demirci, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi, Yahya Kemal'in aklıyla Melamiliği olumsuzlarken, duygularıyla Melamiliği olumladığını önesürerek, meseleyi akıl/duygu sorunsalı biçiminde yorumluyordu. Ama acaba öyle mi? Bunun için önce Melamilik'e daha yakından bakmak gerekiyor.
Melamilik bir tarikat değildir. Ali Bolat'ın İnsan Yayınları arasında çıkan 'Melametilik' adlı o küçük ama değerli kitabında (Bu arada Bolat'ın, aynı yayınevinden aynı adlı, daha kapsamlı bir büyük çalışmasının da yayımlandığını belirtelim), Melamet fikrinin 'tarikatler üstü bir hüviyetle kabul görmüş ve bir meşrep olarak benimsenmiş' olduğunun söylenebileceğini belirtiyor. Bolat, birçok tarikatta, bu arada Mevlevilikte de, 'rind meşrep eğilim'in, özellikle Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi ve daha sonra Konya Dergahı'na postnişin olan Divane Mehmet Çelebi döneminde aşırı bir kerteye vardığını da bildiriyor o kitabında;- Ulu Arif Çelebi'nin, 'şer'i kurallara uymayan' biri olduğunu da vurgulamayı ihmal etmeden! Demek ki, Melamet, iki anlamda kullanılmaktadır: Biri, belirli bir tasavvufi cemaat anlayışına (-ki, Yahya Kemal'in eleştirdiği, kanımca, budur!), öteki ise, herhangi bir tarikate atıfta bulunmaksızın, tamamiyle tarikatler üstü, rindce bir 'meşrep'e gönderme yapan yaklaşım!
Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken hocamızın, geçen hafta da değindiğim gibi, Rıfkı Melul Meriç'in bir rübaisini şerh ederken söyledikleri, melametin, örgütlenme (cemaat) biçimine değil, rindçe bir 'meşrep'e karşılık geldiğini gösterir. Meriç'in, 'Biz ehl-i melametiz, serapa şevkiz' dizesini şerh ederken şunları yazıyor Ülken: "Melamet derecesine yükselen insan, her türlü merasim külfetinden sıyrılır; [...] şeriat emirlerinin ve içtimai mevzuatın (toplumsal kuralların H.Y.) üstüne yükselir." Melamet ehli, bu dizede belirtildiği gibi, 'serapa şevk'tir artık...
Öyleyse görülüyor: Yahya Kemal'de bir çelişki ya da akıl/duygu sorunsalı yoktur: Üstad, 'Melamilik' ve 'Melamet'i, birbirinden farklı, iki ayrı anlamda kullanmaktadır: İlkini 'cemaat', ötekini ise, sadece o 'cemaat'e atfedilmesi mümkün olmayan rindane 'meşrep' anlamında...
03 Mayıs 2006, Çarşamba
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=281797
Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (1)
Yahya Kemal'in şiirinde 'rindlik' ve 'melamet' konusunda yapılmış bilimsel çalışmalar nedense çok az.
Benim bilebildiğim kadarıyla, kitaplaşmış bir inceleme, Doç. Dr. Mehmet Demirci'nin 'Yahya Kemal ve Mehmet Akif'te Tasavvuf' adlı 1993 yılında yayımlanmış olan etüdüdür.
Doç. Dr. Demirci'nin de belirttiği gibi, Yahya Kemal'in gerek şiirlerinde gerekse yaptığı özel konuşmalarda rindliğe ve Melamiliğe ilişkin birçok işarete rastlamak mümkündür. 'Rindlerin Hayatı', 'Rindlerin Ölümü', 'Rindlerin Akşamı' gibi şiirlerinin yanı sıra, mısralarında 'rind'e ve 'rindlik'e değinen şiirleri de var. Doç. Demirci, Yahya Kemal'de Rind'in, 'şairimizin eski dünyamız içinden çıkardığı özenerek bezemeye çalıştığı bir insan tipi' olduğunu bildirir ve bu konuda Prof. Dr. Mehmet Kaplan'dan şu tanımı da aktarır: 'Rind, eski zamanın bilge kişisidir: Etrafa önem vermeksizin keyfince yaşayan, yarı filozof, yarı derviş, hoş görücü, medeni cesareti olan, telaşsız ve kaygısız insan örneğidir.[...]Rind, hayatın boşluğunu derinden hisseden, fakat yine de sükunetini bozmamaya çalışan, hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insandır.'
Yahya Kemal'in Melamiliğe bakışına ilişkin şiirlerinin de olduğu biliniyor: Bunların içinde en çok bilineni, 'İthaf' şiiridir. 'Maverada Söyleniş'te de Kemalpaşazade'nin fetvasıyla Sultanahmet Meydanı'ndan kafası kılıçla uçurulan Melami Şeyhi (Oğlan Şeyh) İsmail Maşuki'den 'Enelhak şehidi' diye söz eder. Yine o şiirde, İdris-i Muhtefi'ye atıfta bulunur ve bir 'manzum latifesinde' kendisinin 'Baki Efendi [Abdülbaki Gölpınarlı, Rıfkı Melul Meriç ile birlikte 'ikinci devre [Bayrami] Melamilerinden' olduğunu bildirir.
Doç. Demirci, Yahya Kemal'de 'Melamilik'in, duygusal ve akli olmak üzere iki yönlü bir alımlanışla kavrandığını öne sürüyor: Duygularıyla Melamiliğe yakın olmakla birlikte Yahya Kemal, aklıyla uzağında durmak gerektiğini savunur gibidir. Gerçekten de, Tanpınar'ın 'Yahya Kemal' kitabında aktardıklarına bakılırsa üstad, 'Eğer tasavvuf ve melamilik araya girmese idi, tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati olurduk' görüşündedir.
Ben burada, 'rind' ve 'melamet' ilişkisi üzerinde durmak istiyorum. Bunun için de Yahya Kemal'in, 'rind' ile 'melamet'i bir arada kullandığı iki dizeden yola çıkacağım. Bu dizeler, yukarda sözünü ettiğimiz 'İthaf' şiirindedir:
"Tecelligah iken binlerce rinde
Melamet söndü Şark'ın her yerinde."
Burada 'melamet'in, o adı taşıyan örgütlenmeye ('tarikat' demiyorum;- 'Melametilik'in, verili ya da klasik anlamda bir tarikat olmadığı biliniyor çünkü!) değil, bir haz durumuna ('şevk') karşılık geldiği, onu işaret ettiği söylenebilir. Bu, Yahya Kemal'in, Fuad Bayramoğlu'na ithaf ettiği rübaisinin "İksiri içenler ezeli sagarden / Mesti-i melametle geçerler serden" dizelerinden de çıkarsanabilir.
Nitekim, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Rıfkı Melul Meriç'in "Her zerrede meknun u hüveyda şevkiz / Her türlü tecelliye müheyya şevkiz / Azade-i külfet-i rüsumuz zira / Biz ehl-i melametiz serapa şevkiz." rübaisini şerh ederken de burada 'şevk' kelimesi[nin] sofiyane cezbenin verdiği sürur (sevinç, H.Y.) manasına gel[diğini] belirtir, dolayısıyla da 'ehl-i melamet' olmaktan, tepeden tırnağa 'şevk' olmak durumunun anlaşılması gerektiğini ima eder. Prof. Kaplan'ın, hayatın boşluğunu bir hiçlik duygusu olarak yaşayan 'rind'i, bu 'hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insan' olarak tanımlaması, bu bağlamda, 'melamet'in bir 'şevk' ve 'sürur' hali olması ile örtüşür.
(Bu konuya devam edeceğim.)
Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (2)
Yahya Kemal'in 'Melamilik' karşısında, birbiriyle çelişir gibi duran iki farklı tavır sergilediği biliniyor. Geçen haftaki yazımda da belirtmiştim:
Bir yandan Melamiliği, Tasavvufla birlikte, 'tıpkı İngilizler gibi işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati' olmamızı önleyen bir engel olarak görürken, öte yandan Melami neşesini lirik bir coşkuyla yücelten şiirler yazmış olmasını, bu ikili tavrı, nasıl izah edeceğiz?
Öncelikle,Yahya Kemal'in, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati'nden sözediyor olmasının üzerinde durmak gerekiyor. Yahya Kemal'in, örnek bir yaşam modeli olarak, 'İngilizler'i göstermesi, özellikle dikkate değer. Üstad, burada, neredeyse, Max Weber'in tanımladığı anlamda, riyazetçi (ascetic) bir Kalvinist (Protestan) ahlakını örnek gösterir gibidir. Rahmetli Prof. Dr. Sabri Ülgener hocamızın 'Zihniyet ve Din'inde Max Weber'in 'Wirtschaft und Gesellschaft'ından alıntıladığı gibi, 'Dünya[nın] bütün kusur ve günahları ile beraber, yalnız Batı'da Tanrı buyruğu ile rasyonel bir çalışma ve yaratmanın maddesi (objesi) haline ge[tirilebilmesi]' anlamında 'dünya-içi' ('inner-weltlich') bir riyazet'! Yahya Kemal'in, Tanpınar'a sık sık tekrarladığı, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati'nin anlamı budur! Melamilik ve Tasavvuf, Dünya'ya dönük aktif-riyazetçi bir 'meslek ahlakı'nı değil, tam tersine, yine Ülgener Hoca'nın deyişiyle, 'huzur ve selameti hareketsiz, pasif bir teslimiyette ara[yan]', 'kendini iç dünyasının huzuruna kapıp koyvermiş' bir 'Rind'lik anlayışını hakim kılmıştır. Yahya Kemal'in eleştirisini bu bağlamda okumak gerekiyor.
Pek iyi de, Yahya Kemal, bu durumda nasıl oluyor da 'Rind'liği ve 'Melamet'i, şiirlerinde öneçıkarıyor? Hem Tasavvufi ve Melameti bir Rindlik anlayışını, aktif-rasyonel bir riyazetçiliğe imkan tanımadığı gerekçesiyle eleştirmek, hem de, kendisinin 'İkinci Devre Melamiler'den olduğunu söyleyerek rindliği öven şiirler yazmak ne anlama geliyor gerçekten? Doç. Dr. Mehmet Demirci, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi, Yahya Kemal'in aklıyla Melamiliği olumsuzlarken, duygularıyla Melamiliği olumladığını önesürerek, meseleyi akıl/duygu sorunsalı biçiminde yorumluyordu. Ama acaba öyle mi? Bunun için önce Melamilik'e daha yakından bakmak gerekiyor.
Melamilik bir tarikat değildir. Ali Bolat'ın İnsan Yayınları arasında çıkan 'Melametilik' adlı o küçük ama değerli kitabında (Bu arada Bolat'ın, aynı yayınevinden aynı adlı, daha kapsamlı bir büyük çalışmasının da yayımlandığını belirtelim), Melamet fikrinin 'tarikatler üstü bir hüviyetle kabul görmüş ve bir meşrep olarak benimsenmiş' olduğunun söylenebileceğini belirtiyor. Bolat, birçok tarikatta, bu arada Mevlevilikte de, 'rind meşrep eğilim'in, özellikle Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi ve daha sonra Konya Dergahı'na postnişin olan Divane Mehmet Çelebi döneminde aşırı bir kerteye vardığını da bildiriyor o kitabında;- Ulu Arif Çelebi'nin, 'şer'i kurallara uymayan' biri olduğunu da vurgulamayı ihmal etmeden! Demek ki, Melamet, iki anlamda kullanılmaktadır: Biri, belirli bir tasavvufi cemaat anlayışına (-ki, Yahya Kemal'in eleştirdiği, kanımca, budur!), öteki ise, herhangi bir tarikate atıfta bulunmaksızın, tamamiyle tarikatler üstü, rindce bir 'meşrep'e gönderme yapan yaklaşım!
Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken hocamızın, geçen hafta da değindiğim gibi, Rıfkı Melul Meriç'in bir rübaisini şerh ederken söyledikleri, melametin, örgütlenme (cemaat) biçimine değil, rindçe bir 'meşrep'e karşılık geldiğini gösterir. Meriç'in, 'Biz ehl-i melametiz, serapa şevkiz' dizesini şerh ederken şunları yazıyor Ülken: "Melamet derecesine yükselen insan, her türlü merasim külfetinden sıyrılır; [...] şeriat emirlerinin ve içtimai mevzuatın (toplumsal kuralların H.Y.) üstüne yükselir." Melamet ehli, bu dizede belirtildiği gibi, 'serapa şevk'tir artık...
Öyleyse görülüyor: Yahya Kemal'de bir çelişki ya da akıl/duygu sorunsalı yoktur: Üstad, 'Melamilik' ve 'Melamet'i, birbirinden farklı, iki ayrı anlamda kullanmaktadır: İlkini 'cemaat', ötekini ise, sadece o 'cemaat'e atfedilmesi mümkün olmayan rindane 'meşrep' anlamında...
03 Mayıs 2006, Çarşamba
27 Temmuz 2010 Salı
Hafız-ı Şirazi
ÜZÜLME
"Kaybolan Yusuf döner gelir Kenan'a;
Üzülme.
Bir gün döner hüzünler kulübesi gül bahçesine;
Üzülme.
Ey gamlı gönül;
İyileşirsin nasıl olsa.
Getirme aklına kötü şeyler.
Bu perişan başın da gelir hale yola,
Üzülme.
Ey güzel sesli bülbül;
devam edersen çimen tahtında kalmaya,
yine başına çiçekten güneşlik takarsın;
Üzülme.
Şu kısa ömrümüzde felek
dönmezse bir iki gün muradımızca,
gerçekleşmezse arzularımız,
devam etmez ya bu hep böyle;
üzülme.
Umutsuzluğa kapılırım deme!
Gayb âleminin sırlarını bilmiyorsun çünkü.
Perde arkasında,
nice gizli oyunlar var.
Üzülme.
Hey gönül;
söküp götürse de yokluk seli varlığımızı,
Üzülme.
Nuh gibi kaptanın var;
Üzülme.
Batarsa deve dikenleri her yanına
Giderken Kâbe yolunda
Üzülme.
Olsa da konak yerleri tehlikeli,
Olsa da menzilin uzak,
bitmeyen yol yok,
Üzülme.
Bir yanda dosttan ayrılığın acısı,
Bir yanda rakîbin rahatsız edişleri.
Biliyor bunların tümünü
halleri değiştiren Tanrı.
Üzülme.
Ey Hâfız,
Düşmüyorsa dilinden dua, Kur'ân,
Çekilmişken fakr köşesine, halvete,
gerçekleşecek arzuların;
Üzülme,
üzülme,
üzülme.
NE OLDU?
Kimsede dostluk ve arkadaşlık göremiyorum.
Dostlara ne oldu?
Ne zaman bitti sevgi?
Dostlara ne oldu?
Âbıhayat karardı.
Ayağı uğurlu Hızır nerede?
Yitirdi rengini gül;
bahar rüzgarlarına ne oldu?
Kimse demiyor,
dostluğun da var bir hakkı hukuku.
Ne geldi haktanırların başına?
Dostlara ne oldu?
Dostların şehriydi bu diyar,
sevgililerin toprağı.
Sevgi nasıl bitti?
Şehriyarlara ne oldu?
Yıllar var ki;
Mürüvvet madeninde lâl çıkmaz.
Güneşin parlamasına,
Rüzgarın, yağmurun gayretine ne oldu?
Başarı ve yücelik topunu ortaya atmışlar.
Yok meydana çıkan kimse.
Peki,
atlılara ne oldu?
Yüz binlerce çiçek açmış ama
duyulmuyor kuş sesi.
Bülbüllerin başına ne geldi?
Hezârân'a ne oldu?
Zühre güzel bir saz çalmıyor.
Udu mu yandı yoksa?
Kimsede sarhoşluk zevki yok.
Mey içenlere ne oldu?
Hâfız,
ilahî sırları kimse bilemez;
sus,
konuşma.
Kime soracaksın :
Feleğin dönüşüne ne oldu?
NERDE?
Seher yeli,
yarin yurdu nerde?
Aşk katili,
ayyar,
ay yüzlü dilberin yurdu nerde?
Gece karanlık,
Önümde güven vadisinin yolu.
Nerde Tûr ateşi?
Görüşme vaatleri nerde?
Kim geldiyse dünyaya
bir haraplık izi var üstünde.
Söyleyin bana:
harabatta,
aklı başında,
biri
nerde?
Beşaret ehli olan
bilir işareti.
Söylenecek neler var neler
de
sır mahremi nerde?
Her zerrenin bin türlü hesabı var seninle.
Biz nerdeyiz,
kınayıcı,
aylak herif nerde!
Sorun bir kıvrım kıvrım saçlarına
Gamlı,
başı dönmüş,
müptela
gönlüm nerde?
Divaneye döndü aklım
Mis gibi kokan
zincir zincir saçlar nerde?
Gönül terketti bizi,
çekildi bir köşeye.
Sevgilimin kaşı nerde?
Saki hazır,
mutrib hazır,
mey hazır
amma
Yarsiz olmaz eğlence;
yar nerde?
Hafız;
kırılıverme felek çimenliğinde
hazan rüzgarıyla öyle.
Makul bir şey düşün sen de;
Dikensiz
gül
nerde?
VAR
Güzel değildir o ki
uzun saçı,
ince beli var.
Kul ol o parlak yüze ki
ayrı bir havası var.
Hurinin,
perinin hoş tarzı var
amma
Güzellik
ve
letafet dedin mi,
filanda var.
Bak gözbebeğime ey güleç gül,
anla beni.
Seni umut edip akan
ne hoş gözyaşlarım var.
Güzellikte kim geçecekmiş seni?
Güneş orada binmiyor ata,
elinde dizgin mi var?
Kabul ettin ya sen
yüreğe işledi sözlerim.
Evet,
evet,
aşk sözünün de bir işareti var.
Okçuluk sanatında keman kaşın
geride bıraktı her yay tutanı.
Aşk yolunda olmadı gerçekten kimse sırdaş.
Herkesin kendince bir zannı var.
Harabat sakinlerine söz etme kerametten.
Her sözün bir vakti,
her nüktenin bir mekanı var.
Akıllı kuş kurmaz her çimende otağın.
Her baharın ardında bir de hazan var.
Hey iddiacı,
satma esprini Hafız'a.
Kalemimizin de bir dili,
bir beyanı var.
ŞARABIN TERANESİ
Dedi lâl rengi saf şarap kadehe
Dört yerde dört cevherim hep ben
Asmada zümrüdüm, şişede akik
Küpte Süheylim, kadehte güneş
Kim demiş bana haram; içerken beni
Doğumda helalzade, olur haram?
MEYHANE YOLU
Olursam sarhoşluk yüzünden helak,
Sarhoşların töresiyle atın üstüme toprak.
Asma tahtasından yapın tabutumu,
Meyhane yolunda verin toprağa beni.
Meyhane suyuyla gasledin beni,
Sonra bir sarhoşun omzuna koyun beni.
Dökmeyin mezarıma şaraptan başka.
Getirmeyin matemime rebaptan başka.
Ancak şartım var: Ölünce ben
İnlesin mutlak mutrib ile çengzen.
Hey Hafız, kaldırma başını sarhoşluktan,
İstemez çünkü sultan vergiyi haraptan.
EMEL KASRI
Gel haydi,
Emel kasrının temeli çok gevşek.
Şarap getir, şarap;
Ömrün temeli hava üstünde.
Kölesiyim ben onun himmetinin,
ne varsa şu gökkubbe altında,
özgür her şeyden.
Ne diyeyim sana bilmem ki,
Sarhoştum dün gece meyhanede,
bulut gibi;
Bilir misin,
ne müjdeler verdi bana
gayb aleminin meleği?
Ey gökyüzünün sidresinde oturan,
yüce görüşlü,
şahbaz doğan!
Değil senin otağın şu mihnetler ülkesi.
Safir çalıyorlar sana
ta arş şerefesinden.
Bilmem
neler geldi şu tuzakta başına?
Bir öğütüm var sana;
dinle
ve uygula
olur mu?
Öğrendim bu sözü ben tarikat pîrimden.
Çekme dünyanın gamını;
Çıkarma öğütümü aklından
aman.
Bu aşk iksirini öğrendim bir yoldaşımdan.
Oluver razı verilene;
Çözüver alnındaki şu düğümleri;
Açılmadı çünkü seçme kapısı
ne bana
ne sana.
Sözünde durmakmış:
Arama sakın temeli gevşek şu dünyada.
Bilmez misin ki dünyanın
bin damada
gelin olduğunu?
Vefa izi görülmüyor gülün tebessümünde.
İnle benim aşık bülbülüm inle;
zamanıdır feryadın.
Behey şair bozuntusu!
Ne kıskanırsın Hafız'ı?
Kazanmıştır gönülleri;
Allah vergisi sözleri.
GELİR
Kapımdan girerse o kutsal kuş,
geçen ömrüm
şu ihtiyarlıkta geri gelir.
Yağmur misali dökülüyor gözyaşlarım.
Umutluyum yine;
Gözümde kaybolan devlet nuru geri gelir.
Başımın tacıydı ayağının toprağı.
Dilerim Tanrı'dan,
yine başıma konar gelir.
Gideceğim ardından aziz yârânımla.
Dönemezsem ben geri,
nasıl olsa
haberim gelir.
Canımı feda etmezsen sevgilimin kademine
bu can ne işime gelir?
Devlet kösünü çalarım saadet damından
Ne zaman ki görürüm
hilalim sefere çıkmış gelir.
Mani oluyor çengin sesi,
tatlı sabah uykusu.
Bilirim;
Bir duysa seher vakti çektiğim âhı,
mutlak döner gelir.
Hafız,
Hasretim ay yüzlü şahımın yanağına.
Himmet edersen sen,
selametle
kapıdan
girer
gelir.
SORMA
Bir aşk derdi çekmişim ki sorma.
Her ayrılığı tatmışım;
hiç sorma.
Dolaşmışım dünyayı amma
bir dilber seçmişim ki sorma.
Kapısının toprağı olma hevesiyle
ne yaşlar akar gözümden;
sorma.
Dün gece
onun ağzından
ne sözler işittim
ne sözler
ki sorma.
Neden sus işareti yapıp durursun bana?
Öyle bir lâl dudak öpmüşüm ki
sorma.
Sen yokken,
fakirhanemde ne acılar çektim,
hiç sorma.
Aşk yolunda
garip Hafız gibi
öyle bir makama gelmişim ki
sorma.
ZÜHRE'NİN ŞARKISI
Ey sabâ,
lutfedip söyle şu güzel ceylana.
Sen düşürdün bizi çöllere, dağlara.
Ömrü uzun olsun,
şekerci
neden arayıp sormaz
şeken çiğneyen papağanı?
Ey gül,
güzellik gururu mu izin vermedi yoksa
aramazsın arkasını şeyda bülbülün?
Gönül erleri avlanır iyi huyla
lutufla
Yakalanmaz bilge kuş kapanla
tuzakla.
Nedendir bilmem
yok aşinalık havası
servi boylu
kara gözlü
ay yüzlü dilberlerde.
Oturup sevdiğinle, içersen badeyi
Hatırlayıver kısmetsiz muhipleri.
Bulunamaz kusur yarin cemaline şundan başka:
Sevgi ile vefa olmaz güzel yüzde.
Şaşmayın hiç
Hafız'ın sözüyle
raksettirirse İsa'yı
Zühre'nin şarkısı
gökyüzünde.
GÖNÜL MURADI
O Şirazlı güzel verirse muradımı
Bağışlarım siyah benine hem Buhara'yı
hem Semerkand'ı.
Ver saki ölümsüzlük şarabını.
Bulamazsın çünkü Cennette
Gulgeşt-i Musallâ'yı,
Ruknâbâd kenarını.
El’aman şehre fitne salan,
tatlı dilli dilberlerden!
Yağma sofrasına döndü gönlüm;
Gitti ah, gitti elden!
Eksik aşkımızdan müstağnidir yârin cemali.
Boyaya,
bene,
makyaja olur mu güzel yüzün haceti?
Anladım ben günden güne artan güzellikten
- hani Yusuf'da vardı -
İsmet perdesinden çıkarır aşk Züleyha'yı.
Küfür etsen,
yollasan lanet,
dua ederim yine sana.
Yakışır acı sözler zira o tatlı lâl dudaklara.
Kulak ver öğütüme canım benim.
Candan sever mesut gençler
bilge pîrin öğütünü.
Mutribden, meyden söz et;
Arayıp durma evrenin sırrını.
Çözmedi;
çözemez kimse hikmetle bu bilmeceyi.
Eh Hafız;
bir gazel söyledin ki
inciler deldin.
Gel, oku güzel güzel ki,
Saçsın felek şiirine Süreyya incilerini.
DEDİM
Dedim: Çekiyorum gamını;
Dedi: Geçer gider gamın.
Dedim: Ol benim mâhım.
Dedi: Dur bakalım.
Dedim: Müşfiklerden vefa öğren.
Dedi: Pek az görülür güzellerde.
Dedim: Kapatayım bakış yolunu hayaline.
Dedi: Hırsızdır; gelir başka yoldan.
Dedim: Zülüflerinin kokusu gümrah etti alemde beni.
Dedi: Bir bilsen, o da rehber olur sana.
Dedim: Ne güzel bir hava!
Sabah yeliyle geliyor.
Dedi: Serin bir meltem;
Dilber yurdundan geliyor.
Dedim: Öldürdü bizi lal dudakların.
Dedi: Kul olmaya bak;
gözetir o kullarını.
Dedim: Söyleme kimseye, yaklaşıyor vakti.
Dedim: Gördün mü, nasıl geçti işret zamanı!
Dedi: Sus Hafız; bu keder de geçer!
SABIR
Kalk saki;
sunkadehi.
Toprak yağdır kederlerin başına.
Avucuma koy mey kadehini
ki çıkarayım üstümden şu mavi cübbeyi.
Akıl sahiplerince hiç de hoş değil,
ayıptır amma
İstemeyiz biz ne arı,
ne adı.
Ver şu badeyi,
nedir bu gurur,
bu çalım?
Taş yağsın şu itaatsiz nefsin başına!
İnleyen göğsümün ateşi, âhı
yaktı tüm hamervahları.
Görmüyorum kimseyi ne has kişilerden
ne avamdan
şeyda gönlüme sırdaş.
Öyle bir sevgiliyleyim,
rahat yüreğim
ki kalmadı birden gönül huzurum.
Bakmaz bir daha çimenlikteki selviye
Kimin ilişirse gözü gümüş bedenli selviye.
Sabret Hafız gecenin, gündüzün zorluğuna.
Nasıl olsa ereceksin bir gün muradına
"Kaybolan Yusuf döner gelir Kenan'a;
Üzülme.
Bir gün döner hüzünler kulübesi gül bahçesine;
Üzülme.
Ey gamlı gönül;
İyileşirsin nasıl olsa.
Getirme aklına kötü şeyler.
Bu perişan başın da gelir hale yola,
Üzülme.
Ey güzel sesli bülbül;
devam edersen çimen tahtında kalmaya,
yine başına çiçekten güneşlik takarsın;
Üzülme.
Şu kısa ömrümüzde felek
dönmezse bir iki gün muradımızca,
gerçekleşmezse arzularımız,
devam etmez ya bu hep böyle;
üzülme.
Umutsuzluğa kapılırım deme!
Gayb âleminin sırlarını bilmiyorsun çünkü.
Perde arkasında,
nice gizli oyunlar var.
Üzülme.
Hey gönül;
söküp götürse de yokluk seli varlığımızı,
Üzülme.
Nuh gibi kaptanın var;
Üzülme.
Batarsa deve dikenleri her yanına
Giderken Kâbe yolunda
Üzülme.
Olsa da konak yerleri tehlikeli,
Olsa da menzilin uzak,
bitmeyen yol yok,
Üzülme.
Bir yanda dosttan ayrılığın acısı,
Bir yanda rakîbin rahatsız edişleri.
Biliyor bunların tümünü
halleri değiştiren Tanrı.
Üzülme.
Ey Hâfız,
Düşmüyorsa dilinden dua, Kur'ân,
Çekilmişken fakr köşesine, halvete,
gerçekleşecek arzuların;
Üzülme,
üzülme,
üzülme.
NE OLDU?
Kimsede dostluk ve arkadaşlık göremiyorum.
Dostlara ne oldu?
Ne zaman bitti sevgi?
Dostlara ne oldu?
Âbıhayat karardı.
Ayağı uğurlu Hızır nerede?
Yitirdi rengini gül;
bahar rüzgarlarına ne oldu?
Kimse demiyor,
dostluğun da var bir hakkı hukuku.
Ne geldi haktanırların başına?
Dostlara ne oldu?
Dostların şehriydi bu diyar,
sevgililerin toprağı.
Sevgi nasıl bitti?
Şehriyarlara ne oldu?
Yıllar var ki;
Mürüvvet madeninde lâl çıkmaz.
Güneşin parlamasına,
Rüzgarın, yağmurun gayretine ne oldu?
Başarı ve yücelik topunu ortaya atmışlar.
Yok meydana çıkan kimse.
Peki,
atlılara ne oldu?
Yüz binlerce çiçek açmış ama
duyulmuyor kuş sesi.
Bülbüllerin başına ne geldi?
Hezârân'a ne oldu?
Zühre güzel bir saz çalmıyor.
Udu mu yandı yoksa?
Kimsede sarhoşluk zevki yok.
Mey içenlere ne oldu?
Hâfız,
ilahî sırları kimse bilemez;
sus,
konuşma.
Kime soracaksın :
Feleğin dönüşüne ne oldu?
NERDE?
Seher yeli,
yarin yurdu nerde?
Aşk katili,
ayyar,
ay yüzlü dilberin yurdu nerde?
Gece karanlık,
Önümde güven vadisinin yolu.
Nerde Tûr ateşi?
Görüşme vaatleri nerde?
Kim geldiyse dünyaya
bir haraplık izi var üstünde.
Söyleyin bana:
harabatta,
aklı başında,
biri
nerde?
Beşaret ehli olan
bilir işareti.
Söylenecek neler var neler
de
sır mahremi nerde?
Her zerrenin bin türlü hesabı var seninle.
Biz nerdeyiz,
kınayıcı,
aylak herif nerde!
Sorun bir kıvrım kıvrım saçlarına
Gamlı,
başı dönmüş,
müptela
gönlüm nerde?
Divaneye döndü aklım
Mis gibi kokan
zincir zincir saçlar nerde?
Gönül terketti bizi,
çekildi bir köşeye.
Sevgilimin kaşı nerde?
Saki hazır,
mutrib hazır,
mey hazır
amma
Yarsiz olmaz eğlence;
yar nerde?
Hafız;
kırılıverme felek çimenliğinde
hazan rüzgarıyla öyle.
Makul bir şey düşün sen de;
Dikensiz
gül
nerde?
VAR
Güzel değildir o ki
uzun saçı,
ince beli var.
Kul ol o parlak yüze ki
ayrı bir havası var.
Hurinin,
perinin hoş tarzı var
amma
Güzellik
ve
letafet dedin mi,
filanda var.
Bak gözbebeğime ey güleç gül,
anla beni.
Seni umut edip akan
ne hoş gözyaşlarım var.
Güzellikte kim geçecekmiş seni?
Güneş orada binmiyor ata,
elinde dizgin mi var?
Kabul ettin ya sen
yüreğe işledi sözlerim.
Evet,
evet,
aşk sözünün de bir işareti var.
Okçuluk sanatında keman kaşın
geride bıraktı her yay tutanı.
Aşk yolunda olmadı gerçekten kimse sırdaş.
Herkesin kendince bir zannı var.
Harabat sakinlerine söz etme kerametten.
Her sözün bir vakti,
her nüktenin bir mekanı var.
Akıllı kuş kurmaz her çimende otağın.
Her baharın ardında bir de hazan var.
Hey iddiacı,
satma esprini Hafız'a.
Kalemimizin de bir dili,
bir beyanı var.
ŞARABIN TERANESİ
Dedi lâl rengi saf şarap kadehe
Dört yerde dört cevherim hep ben
Asmada zümrüdüm, şişede akik
Küpte Süheylim, kadehte güneş
Kim demiş bana haram; içerken beni
Doğumda helalzade, olur haram?
MEYHANE YOLU
Olursam sarhoşluk yüzünden helak,
Sarhoşların töresiyle atın üstüme toprak.
Asma tahtasından yapın tabutumu,
Meyhane yolunda verin toprağa beni.
Meyhane suyuyla gasledin beni,
Sonra bir sarhoşun omzuna koyun beni.
Dökmeyin mezarıma şaraptan başka.
Getirmeyin matemime rebaptan başka.
Ancak şartım var: Ölünce ben
İnlesin mutlak mutrib ile çengzen.
Hey Hafız, kaldırma başını sarhoşluktan,
İstemez çünkü sultan vergiyi haraptan.
EMEL KASRI
Gel haydi,
Emel kasrının temeli çok gevşek.
Şarap getir, şarap;
Ömrün temeli hava üstünde.
Kölesiyim ben onun himmetinin,
ne varsa şu gökkubbe altında,
özgür her şeyden.
Ne diyeyim sana bilmem ki,
Sarhoştum dün gece meyhanede,
bulut gibi;
Bilir misin,
ne müjdeler verdi bana
gayb aleminin meleği?
Ey gökyüzünün sidresinde oturan,
yüce görüşlü,
şahbaz doğan!
Değil senin otağın şu mihnetler ülkesi.
Safir çalıyorlar sana
ta arş şerefesinden.
Bilmem
neler geldi şu tuzakta başına?
Bir öğütüm var sana;
dinle
ve uygula
olur mu?
Öğrendim bu sözü ben tarikat pîrimden.
Çekme dünyanın gamını;
Çıkarma öğütümü aklından
aman.
Bu aşk iksirini öğrendim bir yoldaşımdan.
Oluver razı verilene;
Çözüver alnındaki şu düğümleri;
Açılmadı çünkü seçme kapısı
ne bana
ne sana.
Sözünde durmakmış:
Arama sakın temeli gevşek şu dünyada.
Bilmez misin ki dünyanın
bin damada
gelin olduğunu?
Vefa izi görülmüyor gülün tebessümünde.
İnle benim aşık bülbülüm inle;
zamanıdır feryadın.
Behey şair bozuntusu!
Ne kıskanırsın Hafız'ı?
Kazanmıştır gönülleri;
Allah vergisi sözleri.
GELİR
Kapımdan girerse o kutsal kuş,
geçen ömrüm
şu ihtiyarlıkta geri gelir.
Yağmur misali dökülüyor gözyaşlarım.
Umutluyum yine;
Gözümde kaybolan devlet nuru geri gelir.
Başımın tacıydı ayağının toprağı.
Dilerim Tanrı'dan,
yine başıma konar gelir.
Gideceğim ardından aziz yârânımla.
Dönemezsem ben geri,
nasıl olsa
haberim gelir.
Canımı feda etmezsen sevgilimin kademine
bu can ne işime gelir?
Devlet kösünü çalarım saadet damından
Ne zaman ki görürüm
hilalim sefere çıkmış gelir.
Mani oluyor çengin sesi,
tatlı sabah uykusu.
Bilirim;
Bir duysa seher vakti çektiğim âhı,
mutlak döner gelir.
Hafız,
Hasretim ay yüzlü şahımın yanağına.
Himmet edersen sen,
selametle
kapıdan
girer
gelir.
SORMA
Bir aşk derdi çekmişim ki sorma.
Her ayrılığı tatmışım;
hiç sorma.
Dolaşmışım dünyayı amma
bir dilber seçmişim ki sorma.
Kapısının toprağı olma hevesiyle
ne yaşlar akar gözümden;
sorma.
Dün gece
onun ağzından
ne sözler işittim
ne sözler
ki sorma.
Neden sus işareti yapıp durursun bana?
Öyle bir lâl dudak öpmüşüm ki
sorma.
Sen yokken,
fakirhanemde ne acılar çektim,
hiç sorma.
Aşk yolunda
garip Hafız gibi
öyle bir makama gelmişim ki
sorma.
ZÜHRE'NİN ŞARKISI
Ey sabâ,
lutfedip söyle şu güzel ceylana.
Sen düşürdün bizi çöllere, dağlara.
Ömrü uzun olsun,
şekerci
neden arayıp sormaz
şeken çiğneyen papağanı?
Ey gül,
güzellik gururu mu izin vermedi yoksa
aramazsın arkasını şeyda bülbülün?
Gönül erleri avlanır iyi huyla
lutufla
Yakalanmaz bilge kuş kapanla
tuzakla.
Nedendir bilmem
yok aşinalık havası
servi boylu
kara gözlü
ay yüzlü dilberlerde.
Oturup sevdiğinle, içersen badeyi
Hatırlayıver kısmetsiz muhipleri.
Bulunamaz kusur yarin cemaline şundan başka:
Sevgi ile vefa olmaz güzel yüzde.
Şaşmayın hiç
Hafız'ın sözüyle
raksettirirse İsa'yı
Zühre'nin şarkısı
gökyüzünde.
GÖNÜL MURADI
O Şirazlı güzel verirse muradımı
Bağışlarım siyah benine hem Buhara'yı
hem Semerkand'ı.
Ver saki ölümsüzlük şarabını.
Bulamazsın çünkü Cennette
Gulgeşt-i Musallâ'yı,
Ruknâbâd kenarını.
El’aman şehre fitne salan,
tatlı dilli dilberlerden!
Yağma sofrasına döndü gönlüm;
Gitti ah, gitti elden!
Eksik aşkımızdan müstağnidir yârin cemali.
Boyaya,
bene,
makyaja olur mu güzel yüzün haceti?
Anladım ben günden güne artan güzellikten
- hani Yusuf'da vardı -
İsmet perdesinden çıkarır aşk Züleyha'yı.
Küfür etsen,
yollasan lanet,
dua ederim yine sana.
Yakışır acı sözler zira o tatlı lâl dudaklara.
Kulak ver öğütüme canım benim.
Candan sever mesut gençler
bilge pîrin öğütünü.
Mutribden, meyden söz et;
Arayıp durma evrenin sırrını.
Çözmedi;
çözemez kimse hikmetle bu bilmeceyi.
Eh Hafız;
bir gazel söyledin ki
inciler deldin.
Gel, oku güzel güzel ki,
Saçsın felek şiirine Süreyya incilerini.
DEDİM
Dedim: Çekiyorum gamını;
Dedi: Geçer gider gamın.
Dedim: Ol benim mâhım.
Dedi: Dur bakalım.
Dedim: Müşfiklerden vefa öğren.
Dedi: Pek az görülür güzellerde.
Dedim: Kapatayım bakış yolunu hayaline.
Dedi: Hırsızdır; gelir başka yoldan.
Dedim: Zülüflerinin kokusu gümrah etti alemde beni.
Dedi: Bir bilsen, o da rehber olur sana.
Dedim: Ne güzel bir hava!
Sabah yeliyle geliyor.
Dedi: Serin bir meltem;
Dilber yurdundan geliyor.
Dedim: Öldürdü bizi lal dudakların.
Dedi: Kul olmaya bak;
gözetir o kullarını.
Dedim: Söyleme kimseye, yaklaşıyor vakti.
Dedim: Gördün mü, nasıl geçti işret zamanı!
Dedi: Sus Hafız; bu keder de geçer!
SABIR
Kalk saki;
sunkadehi.
Toprak yağdır kederlerin başına.
Avucuma koy mey kadehini
ki çıkarayım üstümden şu mavi cübbeyi.
Akıl sahiplerince hiç de hoş değil,
ayıptır amma
İstemeyiz biz ne arı,
ne adı.
Ver şu badeyi,
nedir bu gurur,
bu çalım?
Taş yağsın şu itaatsiz nefsin başına!
İnleyen göğsümün ateşi, âhı
yaktı tüm hamervahları.
Görmüyorum kimseyi ne has kişilerden
ne avamdan
şeyda gönlüme sırdaş.
Öyle bir sevgiliyleyim,
rahat yüreğim
ki kalmadı birden gönül huzurum.
Bakmaz bir daha çimenlikteki selviye
Kimin ilişirse gözü gümüş bedenli selviye.
Sabret Hafız gecenin, gündüzün zorluğuna.
Nasıl olsa ereceksin bir gün muradına
22 Temmuz 2010 Perşembe
Müslüman Saati - Ahmet Haşim
Müslüman Saati - Ahmet Haşim
Mart 4, 2010
Gurebâhâne-i Laklakan, haz. Mehmet Kaplan, MEB Devlet Kitapları, 1000 Temel Eser, no: 17, İstanbul 1969.
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”den kastınız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.
Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an’aneden hayat alanı bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.
Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saati alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı.
Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kutsî saatiydi.
Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler.
Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu, müslümanın eski mes’ut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü.
Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki”, solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıztırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir saati, müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neş’e ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.
Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânayı veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır.
Bütün mâbedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.
Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
BÜTÜN MÂBEDLER İÇİNDE GÜNEŞTEN İLK IŞIK ALAN CAMİDİR.
ŞİMDİ HEYHAT, ESKİ “SAAT”LE BERABER AKŞAM DA FECİR DE BİTTİ. BİRÇOKLARIMIZ İÇİN FECİR, ARTIK GECEDİR.
http://www.kuranihayat.com/content/m%C3%BCsl%C3%BCman-saati-ahmet-ha%C5%9Fim
Mart 4, 2010
Gurebâhâne-i Laklakan, haz. Mehmet Kaplan, MEB Devlet Kitapları, 1000 Temel Eser, no: 17, İstanbul 1969.
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”den kastınız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.
Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an’aneden hayat alanı bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.
Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saati alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı.
Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kutsî saatiydi.
Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler.
Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu, müslümanın eski mes’ut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü.
Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki”, solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıztırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir saati, müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neş’e ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.
Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânayı veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır.
Bütün mâbedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.
Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
BÜTÜN MÂBEDLER İÇİNDE GÜNEŞTEN İLK IŞIK ALAN CAMİDİR.
ŞİMDİ HEYHAT, ESKİ “SAAT”LE BERABER AKŞAM DA FECİR DE BİTTİ. BİRÇOKLARIMIZ İÇİN FECİR, ARTIK GECEDİR.
http://www.kuranihayat.com/content/m%C3%BCsl%C3%BCman-saati-ahmet-ha%C5%9Fim
13 Temmuz 2010 Salı
Sevgi Sırrı
Sevgi, insanın en ince ve hassas vicdan hislerinin meydana getirdiği, merhamet ve şefkat duygularının bir eseridir. Vicdan hükmü kalpteki iyi ve kötü bütün varlığı yakarak silip atmış ve orasını ayna gibi tertemiz bir hale getirmiş olduğundan, Cenab-ı Hak o kalbe, tecelli tahtını kurmuştur. Böylece bütün benliği Hak sevgisi kaplamış ve o kimse artık, sevgiden ibaret olmuştur. Artık o her şeyi, her şey de onu sever olmuştur.
Bu nedenle o kimse, Cenab-ı Hakkın dostluk, intibak ve esenlik sıfatları ile sıfatlanıp, haslar (seçkinler) zümresine girmiştir. Artık o insanın her iki dünyada da yeri cennet, makamı ise, sefa ve dostluktur.
İslamiyet, sekiz esasa dayalıdır. Bunlara “sekiz cennet kapısı” denir. Ayrıca divanlarda, “sekiz uçmak” diye de anılır:
1. Merhamet ve şefkat, 5. Sabretmek,
2. Doğruluk, 6. Sır tutmak,
3. Sadakat, 7. Fakirliğini ve acizliğini bilmek,
4. Cömertlik, 8. Rabbine şükretmek.
İşte bunlar olmadan, her iki dünyada da huzur, mutluluk ve cennet olmaz.
Bu güzel huylarla huylanan ve benliğine maleden bir insan, gereği gibi bir müslüman ve Resulüne layık bir insan demektir. Çünkü bu güzel huy ve ahlâklar, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) ait güzel huy ve sıfatlardır. Ve keza ondan da ailesine, evladına ve ashabına tecelli ederek, İslamiyet’in temel unsuru haline gelmiştir. Kur’an, böyle beyan ve ilan etmektedir.
Bunun için de İslamiyet, kelime-i şehadet’le camide cennet aramaktan ibaret değildir. Bunlardan biri eksik olursa insan, gerçek müslüman sayılmaz. Çünkü Allah’ın vahyindeki sırların sağlamlığı, bunlarla ayakta durur. Bunun için de hayatın devamı, huzur ve mutluluğu, bu esaslara bağlıdır. İnsan, yaşamında daima iyiye, güzele ve doğruya dayalı olmalıdır. Ölümsüzlük ve ebedilik, bu gerçeklerle mümkündür.
İşte bu yüzdendir ki, yukarıdaki esaslar, insanlığın ve Hak yolcularının elinde daima bir ışık ve bir meşale olmuştur. İnsan nasıl ki karanlıkta önünü göremez ve yol alamazsa, aynı şekilde Yaratan’ına da varamaz. Cenab-ı Hak, “Işık olun, Bana gelin, sırrıma erin” diye bizlere hitabediyor ve bizleri diliyor. İşte bu hitabın anlamını o yüce Peygamber, Mirac yaparak bizlere anlatmak istemiştir. Şu halde bu hakikat ışıkları olmadan bu cehaletin karanlığında, Rabbimize nasıl yol bulup onun rızasına layık olacağız? Demek oluyor ki gerek şeriatta, gerek tarikatta ve gerekse hakikatta olsun, değerli olan bu güzel huy ve sıfatlardır.
Bir insan ister peygamber, isterse velî olsun, bu gerçeklere sahip olmadan Rabbine layık olamaz. Çünkü 100 Suhuf ve 4 Kitab’ın sırrı budur. İnsanlığa ve beşerî vicdanlara hayat kaynağı olan, neşe, huzur ve mutluluk bahşeden, bu sekiz esastır.
Dünyada ne kadar güzel huy ve ahlâk varsa, hepsi bunların içindedir. Bu nedenle bunlara, “sekiz cennet kapısı” denmiştir. Bunlara sahip olanlar, zaten bu alemdeyken cennet hayatı sürerler.
Yedi tamuya gelince: Bu cehennem kapılarını açan huylar da şunlardır:
1. Gurur, 3. Kıskançlık, 5. Dedikodu 7. Öfke
2. Hırs, 4. Bölücülük 6. Şehvet
İşte dünyada ne kadar kötü huy ve ahlâk varsa, onlar da bunların içindedir. Onun için her kim iyiyi, güzeli ve gerçeği kabul etmezse, kişiliği ne olursa olsun ve ne kadar suret-i haktan görünürse görünsün, onun gönlünde bunlar yatıyor demektir. İsterse başı secdeden kalkmasın, hiç bir önemi yoktur. Gerek insanlık ve gerekse İslamiyet, gerçeklere dayanmakla olur. Keyfine göre hareket edip benliğe kapılarak, riya, gösteriş ve desinler diye İslamiyet olmaz. O takdirde yedi tamunun gurur ve isyan kapılarını, insan kendisine açmış olur.
İlk satırda görüldüğü gibi;
Kişi eğer şaşı bakmaktan bu dünyayı esas alan görüşünden kurtulursa Vicdan sahibi olur. Vicdan hükmü ise kalpta iyi ve kötü her varlığı yakar ve böyle bir kalbe de Cenabı Hakk yerleşirse artık o kalb her şeyi herşeyde o kalbin sahibini sever. Kişi eğer yaşamı boyunca yukarıdaki gibi bir kalbe sahip olup Hakk o kalbe tecelli etmezse o zaman kişi yukarıdaki yazının ilk satırından sonrasına talip olur. İşte o zaman o kalb sahibine de iyilikler yapıyorsa cennette, kötülükler yapıyorsa da cehennemde yaşamak düşer.
Sevgi ile kalın.
Sevgi, insanın en ince ve hassas vicdan hislerinin meydana getirdiği, merhamet ve şefkat duygularının bir eseridir. Vicdan hükmü kalpteki iyi ve kötü bütün varlığı yakarak silip atmış ve orasını ayna gibi tertemiz bir hale getirmiş olduğundan, Cenab-ı Hak o kalbe, tecelli tahtını kurmuştur. Böylece bütün benliği Hak sevgisi kaplamış ve o kimse artık, sevgiden ibaret olmuştur. Artık o her şeyi, her şey de onu sever olmuştur.
Bu nedenle o kimse, Cenab-ı Hakkın dostluk, intibak ve esenlik sıfatları ile sıfatlanıp, haslar (seçkinler) zümresine girmiştir. Artık o insanın her iki dünyada da yeri cennet, makamı ise, sefa ve dostluktur.
İslamiyet, sekiz esasa dayalıdır. Bunlara “sekiz cennet kapısı” denir. Ayrıca divanlarda, “sekiz uçmak” diye de anılır:
1. Merhamet ve şefkat, 5. Sabretmek,
2. Doğruluk, 6. Sır tutmak,
3. Sadakat, 7. Fakirliğini ve acizliğini bilmek,
4. Cömertlik, 8. Rabbine şükretmek.
İşte bunlar olmadan, her iki dünyada da huzur, mutluluk ve cennet olmaz.
Bu güzel huylarla huylanan ve benliğine maleden bir insan, gereği gibi bir müslüman ve Resulüne layık bir insan demektir. Çünkü bu güzel huy ve ahlâklar, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) ait güzel huy ve sıfatlardır. Ve keza ondan da ailesine, evladına ve ashabına tecelli ederek, İslamiyet’in temel unsuru haline gelmiştir. Kur’an, böyle beyan ve ilan etmektedir.
Bunun için de İslamiyet, kelime-i şehadet’le camide cennet aramaktan ibaret değildir. Bunlardan biri eksik olursa insan, gerçek müslüman sayılmaz. Çünkü Allah’ın vahyindeki sırların sağlamlığı, bunlarla ayakta durur. Bunun için de hayatın devamı, huzur ve mutluluğu, bu esaslara bağlıdır. İnsan, yaşamında daima iyiye, güzele ve doğruya dayalı olmalıdır. Ölümsüzlük ve ebedilik, bu gerçeklerle mümkündür.
İşte bu yüzdendir ki, yukarıdaki esaslar, insanlığın ve Hak yolcularının elinde daima bir ışık ve bir meşale olmuştur. İnsan nasıl ki karanlıkta önünü göremez ve yol alamazsa, aynı şekilde Yaratan’ına da varamaz. Cenab-ı Hak, “Işık olun, Bana gelin, sırrıma erin” diye bizlere hitabediyor ve bizleri diliyor. İşte bu hitabın anlamını o yüce Peygamber, Mirac yaparak bizlere anlatmak istemiştir. Şu halde bu hakikat ışıkları olmadan bu cehaletin karanlığında, Rabbimize nasıl yol bulup onun rızasına layık olacağız? Demek oluyor ki gerek şeriatta, gerek tarikatta ve gerekse hakikatta olsun, değerli olan bu güzel huy ve sıfatlardır.
Bir insan ister peygamber, isterse velî olsun, bu gerçeklere sahip olmadan Rabbine layık olamaz. Çünkü 100 Suhuf ve 4 Kitab’ın sırrı budur. İnsanlığa ve beşerî vicdanlara hayat kaynağı olan, neşe, huzur ve mutluluk bahşeden, bu sekiz esastır.
Dünyada ne kadar güzel huy ve ahlâk varsa, hepsi bunların içindedir. Bu nedenle bunlara, “sekiz cennet kapısı” denmiştir. Bunlara sahip olanlar, zaten bu alemdeyken cennet hayatı sürerler.
Yedi tamuya gelince: Bu cehennem kapılarını açan huylar da şunlardır:
1. Gurur, 3. Kıskançlık, 5. Dedikodu 7. Öfke
2. Hırs, 4. Bölücülük 6. Şehvet
İşte dünyada ne kadar kötü huy ve ahlâk varsa, onlar da bunların içindedir. Onun için her kim iyiyi, güzeli ve gerçeği kabul etmezse, kişiliği ne olursa olsun ve ne kadar suret-i haktan görünürse görünsün, onun gönlünde bunlar yatıyor demektir. İsterse başı secdeden kalkmasın, hiç bir önemi yoktur. Gerek insanlık ve gerekse İslamiyet, gerçeklere dayanmakla olur. Keyfine göre hareket edip benliğe kapılarak, riya, gösteriş ve desinler diye İslamiyet olmaz. O takdirde yedi tamunun gurur ve isyan kapılarını, insan kendisine açmış olur.
İlk satırda görüldüğü gibi;
Kişi eğer şaşı bakmaktan bu dünyayı esas alan görüşünden kurtulursa Vicdan sahibi olur. Vicdan hükmü ise kalpta iyi ve kötü her varlığı yakar ve böyle bir kalbe de Cenabı Hakk yerleşirse artık o kalb her şeyi herşeyde o kalbin sahibini sever. Kişi eğer yaşamı boyunca yukarıdaki gibi bir kalbe sahip olup Hakk o kalbe tecelli etmezse o zaman kişi yukarıdaki yazının ilk satırından sonrasına talip olur. İşte o zaman o kalb sahibine de iyilikler yapıyorsa cennette, kötülükler yapıyorsa da cehennemde yaşamak düşer.
Sevgi ile kalın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)