16.01.2011 - 07:30
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerindeki tartışmalar, giderek Kanunî-Mustafa Kemal ikilisine kayıyor. Bu durumda Mustafa Kemal’in, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılı” ve Kanunî üzerindeki görüşlerini hatırlatmak ilgi çekici olabilir.
Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasını (o tarihteki kimliğiyle) Başkumandan Gazi Mustafa Kemal yapıyor ve bir Osmanlı eleştirisi yapıyor. Gündüz Ökçün’ün yayımladığı (Türkiye İktisat Kongresi, Ankara, SBF, 1971) Kongre belgelerinden (birkaç ifadeyi bugünkü Türkçeye dönüştürerek) aktarıyorum:
“Osmanlı tarihinde bütün gayretler, milletin… gerçek ihtiyaçlarını değil,… kudretli ve azametli padişahlar[ın]… dış siyasetlerine [ait]… ihtiraslarını karşılamak [için] harcanmıştır. Mesela Fatih İstanbul’u zaptettikten,… yani Selçukî Saltanatı ile Şarkî Roma İmparatorluğu’na tevarüs ettikten sonra, Garbî Roma İmoparatorluğu’na da konmak istedi… Bütün milleti bu hedefe doğru sevk etti. Mesela Yavuz Selim, …Asya İmparatorluğunu birleştirerek bütün bir İslam ittihadı meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman bütün Akdeniz’i bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı.”
“Millet kendi …yurdunda hayatını sürdürmek için uğraşmaktan engellenerek diyar diyar dolaştırılıyorken;… fatihler… kılıçla fütuhat yaparken, zaptolunan ülkelerin ahalisi kazandıkları imtiyazlarla sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler, kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara… terk-i mevki etmeğe mahkûmdu. Bu hakikat tarihin her devrinde aynen vâkidir. Mesela Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girdi;… sonunda saban kılıca galip gelerek İngilizler Kanada’ya sahip oldular… Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber sabanın önünde mağlup olup ricate başladıktan sonra, felâketlerin büyüğü başladı.”
Mustafa Kemal’in “unsur-u aslî” (aslî unsur) terimiyle Osmanlı toplumunun ana öğesini oluşturan Anadolu halkını kastettiği açıktır.
***
Konuşmanın yapıldığı tarih ilgi çekicidir. İzmir’in kurtuluşundan beş ay sonra, Lozan Görüşmeleri’ne ara verildiği günlerdeyiz ve Cumhuriyet’in ilanının sekiz ay öncesindeyiz.
Konuşmanın yapıldığı ortam da ilgi çekicidir. İzmir Kongresi “meslekî temsil” ilkesine göre toplanmıştır. Tüccar, çiftçi, sanayici (esnaf-zanaatkâr), amele temsilcilerinden oluşan 1000’i aşkın insan Kongre’ye gelmiştir. Bu atmosferi, Mustafa Kemal’den sonra Kongre’ye hitap eden zamanın İktisat Vekili’nin ifadeleri yansıtıyor:
“Güzel Türkiye’nin ameleleri, sanatkârları, çiftçileri ve tacirleri hoş geldiniz. Hür ve müstakil güzel yurdun yorulmaz, cesur emekçileri; hayatını dişleriyle tırnaklarıyla kazanan ve şimdi hürriyet ve istiklal yolunda şehit düşen yavrularının nerelerde gömülüp kaldığını bilmeyen, bir kırık mezar taşı başında Fatiha okuyabilmek imkânını bile bulamayan çilekeş Türk hanımları hoş geldiniz. Amele hanımlar hoş geldiniz.”
İstanbul işçi temsilcilerinin çoğunlukla İstanbul Tüccar Birliği’nce belirlendiğini biliyoruz; ama, bu uygulama genelleştirilemez. Örneğin Kongre arifesinde yer alan bir gazete haberine göre “İzmir’de muhtelif kurumlarda çalışan kadın amele tarafından kongreye Hayriye, Elif, Emine, Şefika, Münire ve Nigar Hanımlar aday olarak seçilmiştir.” Anlaşılan, İktisat Vekili’nin “hoş geldiniz” diye karşıladığı “amele hanımlar” ifadesi göstermelik değildir.
***
Bu kritik tarihte ve bu ortamda Mustafa Kemal Kongre’ye hitap ederken stratejik hedefini de ima etmiş oluyor. Bu, Sevr’i önlemekten ibaret bir gündemin çok ötsine gitmektedir; “eski düzen”in temelden reddinin öncelik taşıdığı bir program düşünülmektedir.
Ne var ki, Mustafa Kemal, “eski rejim” ile hesaplaşmada kolaya kaçmıyor. Eleştirisini, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çürüme yıllarına odaklanarak; veya Jön Türk geleneğini olduğu gibi izleyerek başlatmıyor. Tam aksine, Osmanlı düzeninin zirvesini temsil eden üç büyük sultanla hesaplaşmaya öncelik veriyor. “Felâketlerin büyüğü” olarak nitelendirdiği siyasi, ekonomik ve toplumsal çöküntülerin kökenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumuyla başlayan ve Kanuni’nin “muhteşem yüzyılı” içinde olgunlaşan yapıda, sistemde arıyor.
Burada, Mustafa Kemal’in tarihi çözümlemesinin doğruluğu-yanlışlığı önemli değildir. Önemli olan, konuşmasının “eski rejime, bir Ortaçağ rejimi olan Osmanlı toplumunun temellerine karşı bir başkaldırı içermesidir. Bu devrimci bir tavırdır ve Avrupa’da Ortaçağ karanlığına son veren demokratik devrimler ile aydınlanma düşüncesi geleneğine Türkiye’yi de ekleme özleminin belirtilerini içermektedir.
***
İşte Siyasi İslâm’ın nefret ettiği Mustafa Kemal budur. Türkiye solcularının önemli bir bölümü ise, tam aksine, buradaki Mustafa Kemal’i aynı nedenlerle sevmişler; takdir etmişlerdir. Milli Mücadele’yi Kongreler (“Şuralar”) örgütleyerek, Meclis’i oluşturarak yönettiği; emperyalizmin Osmanlı devleti üzerindeki vesayetinin son bulmasında; Ortaçağ kurumlarının, hukuk düzeninin tasfiyesinde öncülük yaptığı için; büyük buhranı bir fırsat olarak kullanıp bağımsız bir sanayileşmenin sağlıklı tohumlarının atılmasını mümkün kıldığı için; kısacası devrimci özellikleri nedeniyle onu benimsemişlerdir.
Aynı solcular, yeni Cumhuriyet’in ekonomik güç odaklarınca ve tutucu çevrelerce teslim alınmasına katkı yaptığı; onları önleyemediği, kısacası devrimcilikten uzaklaştığı durumlarda Atatürk’ü ve çevresini sonuna kadar eleştirmekten de sakınmamışlardır.
http://haber.sol.org.tr:80/yazarlar/korkut-boratav/mustafa-kemal-ve-sultan-suleyman-38097
16 Ocak 2011 Pazar
8 Ocak 2011 Cumartesi
MEVLÂNÂ’NIN FİKRİ HAYATI
http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=215
Abdülbaki GÖLPINARLI
Mevlânâ’ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir.
13 Şubat 2008 ...
Mevlânâ Celâleddin, Hind-İran, Roma-Bizans kaynaklarından gelen, yer yer, eski dinlerin, hattâ yerli halkın inanç ve gelenekleriyle beslenen, sonucu “Hükemâ” denen İslâm filozofları tarafından İslâmîleştirilen, inançlarıyla, nazariyeleriyle, terimleriyle kalıplaşan ve hayalî bir idealizm olan Vahdet-i Vücudcu (Varlık Birliği) tasavvufu, insancı ve moralist bir tarza sokan büyük bir mütefekkirdir. O, idealist bir sistemin verdiği vicdanî huzurla bu birlik âleminde kendinden geçmez, ferdiyetini terk eder, insanlara yayılır. Ona göre; bütün aykırılıklar, ayrılıklar, gidiş yollarındadır. Onun inancı, insanı yoklum âlemine çeken, hayallere daldıran bir inanç olmaktan ziyade amelî bir Varlık Birliği inancıdır. Sınırsız bir müsamahayla insanlığı hâkim eden, iyiliği ve hayrı gözeten bir birliktir.
Mevlânâ"ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir. Bir kabın içinde su yoksa denizin ortasında bile olsa batmaz, fakat içinde su olursa batar-gider. Bunun gibi insanın içinde dünya hırsı olmadıkça insan dünya nîmetlerine gark olsa ona hiçbir zarar gelmez, içinde hırs olan batar.
Yunan felsefesini iyiden iyiye bilen Mevlânâ, Heraklit gibi âlemi, hiç durmadan olup biten bir oluş âlemi görür. Onca her an bütün kâinat, yeniden yaratılmada, o an, gene bütün parça-buçuğuyla yokluğa gitmektedir. Kâinat âdeta akan bir nehirdir. Biz hep o nehri görürüz, fakat nehir bütün katreleriyle akıp gitmekte, giden bir daha geri dönmemekte, gelen de hep yeniden-yeniye gelmektedir. Her olay, her şey çeşitli sebeplerin sonucudur, her sonuç da bir başka olaya, bir başka şeye sebeptir. Böylece âlem, her an yenilenmektedir. İnsan da baba beline, ana rahmine düşmeden önce, âlemin zerrelerindeydi, canlılar, bitkiler ve cansızlar âlemindeydi. O, âleme gelmeden önce unsurlardaydı, yâni topraktaydı, sudaydı, ateşteydi, yeldeydi. Ondan önce göklerde, daha önceyse Mutlak Varlık"ın zatî iktizâsı olan ilgisindeydi. İnsan öldükten sonra da maddesi, gene âleme yayılmakta, bu suretle de âlem, âdem olmakta, âdem âlem olup durmaktadır.
Bütün dinlerin, bütün mezheplerin üstüne çıkmış olan, fakat zâhiren Hanefî Mezhebine ve tasavvufa bağlı bulunan Mevlânâ"nın cebir ve ihtiyar hususundaki inancı da tam moralist bir inançtır. O, âdeta mezhepte olduğu kadar tasavvufta da bir müçtehittir. Ona göre; cüz"î iradeyi inkâr edip yapılan işlerin, kulun irade ve ihtiyariyle olduğunu kabul eden, Tanrı bilgisinin kulu, bir işi yapmaya cebretmediğini söyleyen Mu"tezile haksızdır. Fakat kulun idare ve ihtiyarını kabul etmeyen Cebrîler de haklı değildir. Bir ok atsak biz yayız, atan Tanrıdır. Fakat feryâdımız nasıl aczimize delâlet ediyorsa utanmamız ve nâdim olmamız da ihtiyârımıza delâlet eder. Gerçek ve Mutlak Varlığa ulaşmayan, benliğinden, bencilliğinden, geçmeyen kişinin, yaptığı işleri Tanrıya isnad etmesi yalancılıktır. Bu çeşit insan, mademki henüz Mutlak Varlık"ta yok olmamıştır; iyiye, hayra çalışması, edebe riayet etmesi, hayrı Tanrıdan bilip kötülüğü kendisine vermesi gerektir. Benliğinden, benciliğinden kurtulan, Mutlak Varlık"a ulaşan kişiye gelince o, cebirden de bahsedebilir, ihtiyardan da; çünkü onun varlığı, nasıl Tanrı varlığıysa ihtiyârı da Tanrı ihtiyârıdır. Görülüyor ki bu, tamamıyla mezhep içinde bir içtihattır. Zâten Mevlânâ, kıyâsı kabul etmemekle, sarhoşun karı boşamasının doğru olmadığını söylemekle de Hanefî Mezhebinde bir müçtehit olduğunu izhâr etmiştir.
Mevlânâ, insan zaafını bildiği için insandan yüz yüze iyilik istemez; niyetinin iyi ve güzel olmasına bakar. O, sebzenin bile saplarıyla tartıldığını bilir. Her şeyin hayra ve olgunluğa doğru gittiğine inandığı gibi, kötülüğün de olgunluğun ve iyiliğin noksanı olduğunu bilir. Yumuşaklığın, yüzlerce ordudan daha kuvvetli olduğunu söylemekle beraber, sorumluluğa da gerçekten taraftardır.
Mevlânâ"ya göre terbiyenin temeli, önce kendini terbiye etmektir. Mevlânâ"nın en ziyade tenkidine uğrayanlar, halkın bilgisizliğini, aczini istismar edenlerdir. Bu yüzden medreseyi tenkid ettiği kadar tekkeleri de, şeyhleri de kınar. Herkesin bir işle meşgul olmasını, elinin emeğiyle geçinmesini, at gibi hür yürümesini, leş gibi halkın omzuna yük olmasını tavsiye eden Mevlânâ"ya göre Tanrıya dayanmak da ancak çalışmak hususundaki dayanaktır.
İnsanı, yaratılışın önü ve sonu görmek, gayesi ve neticesi saymak, tusavvufun temel inançlarındandır. Hattâ bu inanç yüzünden bütün kâinatı kendinde gören, kendini âlemin merkezi bilen, Peygamberle boy ölçüşmeye kalkışan sûfîler çoktur. Mevlânâ"ya göreyse bu inanç bir bencilik halinde değil, içli, derin bir sevgi halinde belirir; o, bütün insanlığa, bütün canlılara, bütün dünyaya yayılmıştır. O, her dini, her inancı, o inançta riya yoksa hoş görür. Olgun kişinin bütün bağlardan, bütün nisbî ve izafî şeylerden mutlak olduğuna inanır. İrade ve ihtiyâr inancında olduğu gibi bu inançta da benlikten, bencilikten geçmiş olmayı şart koşar. Zamanının Ahmed"i olduğunu... belirtir, “Canım bedenimde oldukça seçilmiş Ahmed"e kulum” der, “Benden bundan başka bir söz nakleden olursa ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” diye Muhammed"e bağlılığını bildirerek olağanüstü temkinini belirtir.
Hâsılı Mevlânâ"nın tasavvufu, yalnız mistik ve idealist bir tasavvuf değildir. Sınırlı varlıktan, benlikten, bencilikten tamamıyla sıyrılmak, halka, topluma yayılmak suretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta sınırsız bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde; moral sahadaysa herkesin bir olgun kişiye uymak suretiyle umumî olarak hayra, iyiye, güzele doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realist ve amelî bir karaktere sahip olan bir tasavvuftur.
Mevlânâ, insanın olgunlaşması için aşka, cezbeye, aşkı ve cezbeyi beslemek için de raksa ve müziğe ilâhî bir önem vermiş, âdeta dinde bir reform yapmıştır. Mevlânâ"dan önceki sûfilerde, hattâ Yunan filozoflarında, iptidaî dinlerde bile raksa ve müziğe önem verilmiştir. Aşk ve cezbe, bütün Melâmet erbâbınca sülûkun, yâni olgunluk yolculuğunun, mânevî yolculuğun bir temelidir. Fakat Mevlânâ"nın bunlara verdiği önem büsbütün başkadır. Olgun insana karşı duyulan sınırsız aşk, bütün benliği, benciliği yıkan tek şeydir. Müzikse insanların dillerini birleştiren, ruhlarını yıkayan, onları ayıplardan, kirlerden arıtan ilâhî bir aşk ifadesidir; aşk çağlayanıdır. Zaten kendisi de, oğlu da, torunu da rebap çalmadadır...
Tarih Coğrafya Dünyası Mevlânâ Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, Sayı: 12, Cild: 2, s. 406-409
Abdülbaki GÖLPINARLI
Mevlânâ’ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir.
13 Şubat 2008 ...
Mevlânâ Celâleddin, Hind-İran, Roma-Bizans kaynaklarından gelen, yer yer, eski dinlerin, hattâ yerli halkın inanç ve gelenekleriyle beslenen, sonucu “Hükemâ” denen İslâm filozofları tarafından İslâmîleştirilen, inançlarıyla, nazariyeleriyle, terimleriyle kalıplaşan ve hayalî bir idealizm olan Vahdet-i Vücudcu (Varlık Birliği) tasavvufu, insancı ve moralist bir tarza sokan büyük bir mütefekkirdir. O, idealist bir sistemin verdiği vicdanî huzurla bu birlik âleminde kendinden geçmez, ferdiyetini terk eder, insanlara yayılır. Ona göre; bütün aykırılıklar, ayrılıklar, gidiş yollarındadır. Onun inancı, insanı yoklum âlemine çeken, hayallere daldıran bir inanç olmaktan ziyade amelî bir Varlık Birliği inancıdır. Sınırsız bir müsamahayla insanlığı hâkim eden, iyiliği ve hayrı gözeten bir birliktir.
Mevlânâ"ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir. Bir kabın içinde su yoksa denizin ortasında bile olsa batmaz, fakat içinde su olursa batar-gider. Bunun gibi insanın içinde dünya hırsı olmadıkça insan dünya nîmetlerine gark olsa ona hiçbir zarar gelmez, içinde hırs olan batar.
Yunan felsefesini iyiden iyiye bilen Mevlânâ, Heraklit gibi âlemi, hiç durmadan olup biten bir oluş âlemi görür. Onca her an bütün kâinat, yeniden yaratılmada, o an, gene bütün parça-buçuğuyla yokluğa gitmektedir. Kâinat âdeta akan bir nehirdir. Biz hep o nehri görürüz, fakat nehir bütün katreleriyle akıp gitmekte, giden bir daha geri dönmemekte, gelen de hep yeniden-yeniye gelmektedir. Her olay, her şey çeşitli sebeplerin sonucudur, her sonuç da bir başka olaya, bir başka şeye sebeptir. Böylece âlem, her an yenilenmektedir. İnsan da baba beline, ana rahmine düşmeden önce, âlemin zerrelerindeydi, canlılar, bitkiler ve cansızlar âlemindeydi. O, âleme gelmeden önce unsurlardaydı, yâni topraktaydı, sudaydı, ateşteydi, yeldeydi. Ondan önce göklerde, daha önceyse Mutlak Varlık"ın zatî iktizâsı olan ilgisindeydi. İnsan öldükten sonra da maddesi, gene âleme yayılmakta, bu suretle de âlem, âdem olmakta, âdem âlem olup durmaktadır.
Bütün dinlerin, bütün mezheplerin üstüne çıkmış olan, fakat zâhiren Hanefî Mezhebine ve tasavvufa bağlı bulunan Mevlânâ"nın cebir ve ihtiyar hususundaki inancı da tam moralist bir inançtır. O, âdeta mezhepte olduğu kadar tasavvufta da bir müçtehittir. Ona göre; cüz"î iradeyi inkâr edip yapılan işlerin, kulun irade ve ihtiyariyle olduğunu kabul eden, Tanrı bilgisinin kulu, bir işi yapmaya cebretmediğini söyleyen Mu"tezile haksızdır. Fakat kulun idare ve ihtiyarını kabul etmeyen Cebrîler de haklı değildir. Bir ok atsak biz yayız, atan Tanrıdır. Fakat feryâdımız nasıl aczimize delâlet ediyorsa utanmamız ve nâdim olmamız da ihtiyârımıza delâlet eder. Gerçek ve Mutlak Varlığa ulaşmayan, benliğinden, bencilliğinden, geçmeyen kişinin, yaptığı işleri Tanrıya isnad etmesi yalancılıktır. Bu çeşit insan, mademki henüz Mutlak Varlık"ta yok olmamıştır; iyiye, hayra çalışması, edebe riayet etmesi, hayrı Tanrıdan bilip kötülüğü kendisine vermesi gerektir. Benliğinden, benciliğinden kurtulan, Mutlak Varlık"a ulaşan kişiye gelince o, cebirden de bahsedebilir, ihtiyardan da; çünkü onun varlığı, nasıl Tanrı varlığıysa ihtiyârı da Tanrı ihtiyârıdır. Görülüyor ki bu, tamamıyla mezhep içinde bir içtihattır. Zâten Mevlânâ, kıyâsı kabul etmemekle, sarhoşun karı boşamasının doğru olmadığını söylemekle de Hanefî Mezhebinde bir müçtehit olduğunu izhâr etmiştir.
Mevlânâ, insan zaafını bildiği için insandan yüz yüze iyilik istemez; niyetinin iyi ve güzel olmasına bakar. O, sebzenin bile saplarıyla tartıldığını bilir. Her şeyin hayra ve olgunluğa doğru gittiğine inandığı gibi, kötülüğün de olgunluğun ve iyiliğin noksanı olduğunu bilir. Yumuşaklığın, yüzlerce ordudan daha kuvvetli olduğunu söylemekle beraber, sorumluluğa da gerçekten taraftardır.
Mevlânâ"ya göre terbiyenin temeli, önce kendini terbiye etmektir. Mevlânâ"nın en ziyade tenkidine uğrayanlar, halkın bilgisizliğini, aczini istismar edenlerdir. Bu yüzden medreseyi tenkid ettiği kadar tekkeleri de, şeyhleri de kınar. Herkesin bir işle meşgul olmasını, elinin emeğiyle geçinmesini, at gibi hür yürümesini, leş gibi halkın omzuna yük olmasını tavsiye eden Mevlânâ"ya göre Tanrıya dayanmak da ancak çalışmak hususundaki dayanaktır.
İnsanı, yaratılışın önü ve sonu görmek, gayesi ve neticesi saymak, tusavvufun temel inançlarındandır. Hattâ bu inanç yüzünden bütün kâinatı kendinde gören, kendini âlemin merkezi bilen, Peygamberle boy ölçüşmeye kalkışan sûfîler çoktur. Mevlânâ"ya göreyse bu inanç bir bencilik halinde değil, içli, derin bir sevgi halinde belirir; o, bütün insanlığa, bütün canlılara, bütün dünyaya yayılmıştır. O, her dini, her inancı, o inançta riya yoksa hoş görür. Olgun kişinin bütün bağlardan, bütün nisbî ve izafî şeylerden mutlak olduğuna inanır. İrade ve ihtiyâr inancında olduğu gibi bu inançta da benlikten, bencilikten geçmiş olmayı şart koşar. Zamanının Ahmed"i olduğunu... belirtir, “Canım bedenimde oldukça seçilmiş Ahmed"e kulum” der, “Benden bundan başka bir söz nakleden olursa ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” diye Muhammed"e bağlılığını bildirerek olağanüstü temkinini belirtir.
Hâsılı Mevlânâ"nın tasavvufu, yalnız mistik ve idealist bir tasavvuf değildir. Sınırlı varlıktan, benlikten, bencilikten tamamıyla sıyrılmak, halka, topluma yayılmak suretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta sınırsız bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde; moral sahadaysa herkesin bir olgun kişiye uymak suretiyle umumî olarak hayra, iyiye, güzele doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realist ve amelî bir karaktere sahip olan bir tasavvuftur.
Mevlânâ, insanın olgunlaşması için aşka, cezbeye, aşkı ve cezbeyi beslemek için de raksa ve müziğe ilâhî bir önem vermiş, âdeta dinde bir reform yapmıştır. Mevlânâ"dan önceki sûfilerde, hattâ Yunan filozoflarında, iptidaî dinlerde bile raksa ve müziğe önem verilmiştir. Aşk ve cezbe, bütün Melâmet erbâbınca sülûkun, yâni olgunluk yolculuğunun, mânevî yolculuğun bir temelidir. Fakat Mevlânâ"nın bunlara verdiği önem büsbütün başkadır. Olgun insana karşı duyulan sınırsız aşk, bütün benliği, benciliği yıkan tek şeydir. Müzikse insanların dillerini birleştiren, ruhlarını yıkayan, onları ayıplardan, kirlerden arıtan ilâhî bir aşk ifadesidir; aşk çağlayanıdır. Zaten kendisi de, oğlu da, torunu da rebap çalmadadır...
Tarih Coğrafya Dünyası Mevlânâ Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, Sayı: 12, Cild: 2, s. 406-409
1 Ocak 2011 Cumartesi
Hilmi Yavuz’un İslam’ın Zihin Tarihi
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=989
Himi Yavuz’un İslamın Zihin Tarihi: Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri isimli kitabını okurken altığını çizdiğim bazı bölümleri sizinle paylaşacağım. Herşeyden önce şunu belirtmeliyim, Hilmi Yavuz, daha kitabın başlığından itibaren kendini bir Müslüman aydın olarak konuşlandırıyor ve kitabı okuyunca da kafasının bu konuda ne kadar net olduğunu görüyoruz. Kendisinde en ufak bir şüphe olmadığı gibi bir komlekse de girmeden düşüncelerini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ama ve ancak ile başlayan cümlelere sığınmadan bilgisini ve düşüncelerini samimi bir şekilde bizlera aktarıyor. Ben de bu kitabı okurken altını çizdiğim kimi cümleleri sizinle paylaşmak istedim.
Gazali İslam’ın entellektüel tarihinde olduğu kadar, kalp tarihinde de gerçekten müstesna bir kimliktir. Bir ihtişam, bir kemaldir o. Kelamı, felsefeyi ve tasavvufu bu kadar tamamlanmış, bu kadar benzersiz ve billurdan bir teksifleMüslüman akla ve nefse emanet eden bir başka örnek yoktur. Gazali’yi İslam’da bilim ve felsefe düşüncesinin yolunu kapatmakla itham etmek, olsa olsa i ihtişamın açtığı yolu, onun ışığının göz kamaştırıcılığından dolayı görememek demektir. (s. 19)
Gazali, felsefe ve bilim düşüncesine değiş, felsefenin içinden bir muattıl (ateizm) söylemi üretilmesine karşı çıkmıştır. Onun meselesi ateizm iledir. İbn Sina olmak başta olmak üzere felasifenin hakikate ilişkin argümanlarının, örtük bir ataizme yol açıyor olduğunun Gazali tarafından keşfedilmiş olmasıdır. (s. 23)
Batı felsefesi uzun sürmüş yalanı bir yana bırakıp Gazali’ye dönüyor sanki. Ve Müslümanların Batı felsefesini Batılı gözlüklerle değil, Müslüman gözlüklerle okumalarının zamanı geldi diye düşünüyorum. (s. 31)
İbn Rüşd ilimde rasih olanların yani bilgide derinleşenlerin kimler olduğunu temellendirirken Platon’dan doğrudan doğruya aktarıyor ve ne yazık ki bu konuda hiç de orijinal değil. (s. 39)
Vahyin akla uygun olmadığı gibi bir mesele yoktur; öünkü vahyin akla uygun olup olmadığı aklın kurallarıyla vahyi doğrulamak ve ya yanlışlamak anlamına gelecektir. (s. 45)
Kuran’ı bilimin sonuçlarının önceden yazılmış olduğu bir kehanetler kitabı olarak görmek, son derece vahim ve tehlikeli içermeleri olan bir yaklaşımdır. Evet vehim ve tehlikeli. Çünkü bu Kelamullah’ı Nostradamus’un sözleriyle aynı ontolojik düzeye koymak demektir. (s. 46)
Hristiyan aklın Hristiyanlıkta söze dayalı bir vahiy olmadığı için seküler akılla çalişmesi ihtimali yoktur. (s. 60)
Gazali, ayetlere, belirli bir gayeyi (mutluluk vermek, hastalıklara mani olmak, haz vermek) öngördükleri için değil, Allah’ın emirleri oldukları için itaat edilmeleri gerektiğini bildirir. (s. 61)
Hristiyan kutsal kitabı sonsuza kadar temsil edilebilir, yani herhangi bir dile çevrilebilir ve kutsal konumundan hiç bir şey yitirmez. Kuran ise en azından teorik olarak anlamının yazısından ayrılmadığı bir kitaptır. (s. 82)
Hristiyanlıkta nefse tekabül eden herhangi bir kavram yoktur. (s. 93)
Modernleşmenin referansların tepetaklak edilmesi demek olmadığını ne zaman öğreneceğiz? (s. 198)
Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e oradan da Cumhuriyet’e eklemleneb bu aydın soykütüğünde ne yazık ki Cumhuriyet aydınları yok. Çünkü Namık Kemallerimiz, Ahmet Mithat Efendilerimiz, Şehberderzadelerimiz yok da ondan. Artık bizim de yerli Renanlarımız, yerli Draperlerimiz, yerli Dozylerimiz var. Zihinlerini oryantalizme kayıtsız koşulsuz teslim etmiş aydınlar. (s. 203)
Daha fazlası için kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Himi Yavuz’un İslamın Zihin Tarihi: Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri isimli kitabını okurken altığını çizdiğim bazı bölümleri sizinle paylaşacağım. Herşeyden önce şunu belirtmeliyim, Hilmi Yavuz, daha kitabın başlığından itibaren kendini bir Müslüman aydın olarak konuşlandırıyor ve kitabı okuyunca da kafasının bu konuda ne kadar net olduğunu görüyoruz. Kendisinde en ufak bir şüphe olmadığı gibi bir komlekse de girmeden düşüncelerini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ama ve ancak ile başlayan cümlelere sığınmadan bilgisini ve düşüncelerini samimi bir şekilde bizlera aktarıyor. Ben de bu kitabı okurken altını çizdiğim kimi cümleleri sizinle paylaşmak istedim.
Gazali İslam’ın entellektüel tarihinde olduğu kadar, kalp tarihinde de gerçekten müstesna bir kimliktir. Bir ihtişam, bir kemaldir o. Kelamı, felsefeyi ve tasavvufu bu kadar tamamlanmış, bu kadar benzersiz ve billurdan bir teksifleMüslüman akla ve nefse emanet eden bir başka örnek yoktur. Gazali’yi İslam’da bilim ve felsefe düşüncesinin yolunu kapatmakla itham etmek, olsa olsa i ihtişamın açtığı yolu, onun ışığının göz kamaştırıcılığından dolayı görememek demektir. (s. 19)
Gazali, felsefe ve bilim düşüncesine değiş, felsefenin içinden bir muattıl (ateizm) söylemi üretilmesine karşı çıkmıştır. Onun meselesi ateizm iledir. İbn Sina olmak başta olmak üzere felasifenin hakikate ilişkin argümanlarının, örtük bir ataizme yol açıyor olduğunun Gazali tarafından keşfedilmiş olmasıdır. (s. 23)
Batı felsefesi uzun sürmüş yalanı bir yana bırakıp Gazali’ye dönüyor sanki. Ve Müslümanların Batı felsefesini Batılı gözlüklerle değil, Müslüman gözlüklerle okumalarının zamanı geldi diye düşünüyorum. (s. 31)
İbn Rüşd ilimde rasih olanların yani bilgide derinleşenlerin kimler olduğunu temellendirirken Platon’dan doğrudan doğruya aktarıyor ve ne yazık ki bu konuda hiç de orijinal değil. (s. 39)
Vahyin akla uygun olmadığı gibi bir mesele yoktur; öünkü vahyin akla uygun olup olmadığı aklın kurallarıyla vahyi doğrulamak ve ya yanlışlamak anlamına gelecektir. (s. 45)
Kuran’ı bilimin sonuçlarının önceden yazılmış olduğu bir kehanetler kitabı olarak görmek, son derece vahim ve tehlikeli içermeleri olan bir yaklaşımdır. Evet vehim ve tehlikeli. Çünkü bu Kelamullah’ı Nostradamus’un sözleriyle aynı ontolojik düzeye koymak demektir. (s. 46)
Hristiyan aklın Hristiyanlıkta söze dayalı bir vahiy olmadığı için seküler akılla çalişmesi ihtimali yoktur. (s. 60)
Gazali, ayetlere, belirli bir gayeyi (mutluluk vermek, hastalıklara mani olmak, haz vermek) öngördükleri için değil, Allah’ın emirleri oldukları için itaat edilmeleri gerektiğini bildirir. (s. 61)
Hristiyan kutsal kitabı sonsuza kadar temsil edilebilir, yani herhangi bir dile çevrilebilir ve kutsal konumundan hiç bir şey yitirmez. Kuran ise en azından teorik olarak anlamının yazısından ayrılmadığı bir kitaptır. (s. 82)
Hristiyanlıkta nefse tekabül eden herhangi bir kavram yoktur. (s. 93)
Modernleşmenin referansların tepetaklak edilmesi demek olmadığını ne zaman öğreneceğiz? (s. 198)
Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e oradan da Cumhuriyet’e eklemleneb bu aydın soykütüğünde ne yazık ki Cumhuriyet aydınları yok. Çünkü Namık Kemallerimiz, Ahmet Mithat Efendilerimiz, Şehberderzadelerimiz yok da ondan. Artık bizim de yerli Renanlarımız, yerli Draperlerimiz, yerli Dozylerimiz var. Zihinlerini oryantalizme kayıtsız koşulsuz teslim etmiş aydınlar. (s. 203)
Daha fazlası için kitabı okumanızı tavsiye ederim.
15 Aralık 2010 Çarşamba
Mevlevîliği dinler üstü bir felsefe olarak düşünmek yanlış olur diye düşünüyoruz. Merkezine bir method ve gaye olarak aşkı koyan bir bakışın, bir yol olarak dinin dışında olması beklenemez. Burada aşkın gayesi varacağı yer eğer ilahi aşk kabul ediliyorsa Tanrının kendisidir. Mecazi aşk için de benzer bir açıklamaya gidersek onu terbiye edici, kendini tanımayı netice olarak gören bir araç olarak kabul edebiliriz ki bu da bir kazançtır. Her halükarda aşk ister terbiye edici olsun, ister imanı güçlendiren ilahi bir yöne sahip olsun netice din içindir.
İnsanlar bundan bir felsefe olarak da istifade edebilirler, bir zevk alabilirler. Esas gaye bu olmasa da kendileri bunu esas gaye olarak tespit edip aslını bozmaya kalmadıkça, bir fayda elde ediyorlarsa bu kabul edilebilir sanırım.
Hz. Mevlâna' yı anlamak, tam mânası ile anladığını iddia etmek gerçek olmayacak kadar büyük bir cüret olur. Bu büyük cüretin varlığı anlama gayretini engelememelidir. Nasibimiz olduğu kadarını anlayabileceğimizi baştan kabul edip mütevazi bir şekilde yola çıkmak galiba düzgün bir başlangıç olur.
Mevlevîliğin "dinler üstü" olarak kabul edilmesinin pek çok sebebi var kanatimizce. Gölpınarlı Dede'nin pek sık altını çizdiği, hatırlattığı fütüvvet geleneği, ahilik, alperenlik gelenekleriyle olan bağ insanlık, adamlık kavramlarıyla bağını her zaman canlı tutmuştur. Ayrım yapmadan her canlıya saygı duyma, güçsüzü koruma, insan içinde olma, insanla öğrenme ve gelişme; terbiye olma insanlığın ayakta tutulmasını şart koşmuştur. Pazara giden, alışveriş eden, halktan insanlara sofrasını, dergahını açan Mevlevîliğin insanları dinlerine göre ayırması beklenemez herhalde. (Mevlevîlikte en başından beri (istisnai haller dışında o da süreli olmak üzere) halveti bir method olarak kullanmamıştır.) Mevlâna'dan, Mesnevî'den din ayrımı gözetmeksizin herkesin insanlığını öğrenmek adına alabileceği bir şeyler olduğunu düşünüyoruz. Fakat iş Mevlevî olmak, Mevleviyeden olup bu yolda ilerlemek, Mevlevîye adına söz söylemek olduğunda kanaatimizce bu iş Kuran ve Sünnet dairesine riayet ile mükemmele erer. Bu konuda düşüncemiz sadece bizim kanaatimizdir, bizi bağlar.
"Dinler üstü" kabul edilme ya da öyle görülme tanınması, okunması için faydalı olmuştur. Fakat bu aynı zamanda müdahaleye açık hale de getirmiştir. Bu sadece başka dinler için de geçerli değildir. Farklı yollar tarafından da okunması, sevilmesi hep bir kendine göre yorumlamanın yolunu açık tutmuştur. Bugün Mevlevîliğin aslını öğrenmeye çalışanlar için, bu, hep bir sıkıntı olmuş. Asıl ile sonradan eklenen yorumlar nerde başlar, nerde biter tespit etmek büyük bir güçlüktür. Tek tek bütün eserleri inceleyip bir ayıklama yapmak neredeyse imkansız olduğu için kanaatimizce mevlanaî düşüncenin temel kavramlarını tespit edip, okumaları bu kavramlar üzerinden yapmak en doğru ve kolay tavır olacaktır.
İnsanlar bundan bir felsefe olarak da istifade edebilirler, bir zevk alabilirler. Esas gaye bu olmasa da kendileri bunu esas gaye olarak tespit edip aslını bozmaya kalmadıkça, bir fayda elde ediyorlarsa bu kabul edilebilir sanırım.
Hz. Mevlâna' yı anlamak, tam mânası ile anladığını iddia etmek gerçek olmayacak kadar büyük bir cüret olur. Bu büyük cüretin varlığı anlama gayretini engelememelidir. Nasibimiz olduğu kadarını anlayabileceğimizi baştan kabul edip mütevazi bir şekilde yola çıkmak galiba düzgün bir başlangıç olur.
Mevlevîliğin "dinler üstü" olarak kabul edilmesinin pek çok sebebi var kanatimizce. Gölpınarlı Dede'nin pek sık altını çizdiği, hatırlattığı fütüvvet geleneği, ahilik, alperenlik gelenekleriyle olan bağ insanlık, adamlık kavramlarıyla bağını her zaman canlı tutmuştur. Ayrım yapmadan her canlıya saygı duyma, güçsüzü koruma, insan içinde olma, insanla öğrenme ve gelişme; terbiye olma insanlığın ayakta tutulmasını şart koşmuştur. Pazara giden, alışveriş eden, halktan insanlara sofrasını, dergahını açan Mevlevîliğin insanları dinlerine göre ayırması beklenemez herhalde. (Mevlevîlikte en başından beri (istisnai haller dışında o da süreli olmak üzere) halveti bir method olarak kullanmamıştır.) Mevlâna'dan, Mesnevî'den din ayrımı gözetmeksizin herkesin insanlığını öğrenmek adına alabileceği bir şeyler olduğunu düşünüyoruz. Fakat iş Mevlevî olmak, Mevleviyeden olup bu yolda ilerlemek, Mevlevîye adına söz söylemek olduğunda kanaatimizce bu iş Kuran ve Sünnet dairesine riayet ile mükemmele erer. Bu konuda düşüncemiz sadece bizim kanaatimizdir, bizi bağlar.
"Dinler üstü" kabul edilme ya da öyle görülme tanınması, okunması için faydalı olmuştur. Fakat bu aynı zamanda müdahaleye açık hale de getirmiştir. Bu sadece başka dinler için de geçerli değildir. Farklı yollar tarafından da okunması, sevilmesi hep bir kendine göre yorumlamanın yolunu açık tutmuştur. Bugün Mevlevîliğin aslını öğrenmeye çalışanlar için, bu, hep bir sıkıntı olmuş. Asıl ile sonradan eklenen yorumlar nerde başlar, nerde biter tespit etmek büyük bir güçlüktür. Tek tek bütün eserleri inceleyip bir ayıklama yapmak neredeyse imkansız olduğu için kanaatimizce mevlanaî düşüncenin temel kavramlarını tespit edip, okumaları bu kavramlar üzerinden yapmak en doğru ve kolay tavır olacaktır.
15 Kasım 2010 Pazartesi
Divan-ı kebirden
842. Biz dünyaya, güneş gibi, herkese can vermeye gelmişiz.
Fe'ilâtün, Mefâ'ilün,Fe'ilât
(c. IV, 1762)
• Biz dünyaya güneş gibi, herkese can vermeye ve böylece herkese yararlı bir işte bulunmaya gelmişiz.
• Kalpleri kırılmış, gamlara düşmüş kişilere dost olalım. Onların gamlarını paylaşalım. Hor görülenleri, toprağa düşenleri, ayak altında ezilenleri gül bahçesi haline getirelim. Biz, dünyaya bunun için gelmişiz.
• Biz altın gibi bir kaç kişinin öz malı değiliz. Biz deniz gibiyiz, maden gibiyiz, bir herkesin malıyız.
• Şu âlemin bedenine, canın ne olduğunu gösterelim. Gaflet içinde kalan, Hakk'ın san'atını, yaratma gücünü göremeyen gözleri aydınlatalım. Biz dünyaya bunun için gelmişiz.
• Biz, yeryüzü gibi yağma yurdu değiliz. Gökyüzü gibi eminiz, hoşuz.
• Kendine gel, sus; biz bunlardan da üstünüz. Biz, söze, dile sığmayız. Bizde paha biçilmez bir hazine gizlenmiştir.
Divan-ı Kebir den Seçmeler – Şefik Can – Cilt 2
Fe'ilâtün, Mefâ'ilün,Fe'ilât
(c. IV, 1762)
• Biz dünyaya güneş gibi, herkese can vermeye ve böylece herkese yararlı bir işte bulunmaya gelmişiz.
• Kalpleri kırılmış, gamlara düşmüş kişilere dost olalım. Onların gamlarını paylaşalım. Hor görülenleri, toprağa düşenleri, ayak altında ezilenleri gül bahçesi haline getirelim. Biz, dünyaya bunun için gelmişiz.
• Biz altın gibi bir kaç kişinin öz malı değiliz. Biz deniz gibiyiz, maden gibiyiz, bir herkesin malıyız.
• Şu âlemin bedenine, canın ne olduğunu gösterelim. Gaflet içinde kalan, Hakk'ın san'atını, yaratma gücünü göremeyen gözleri aydınlatalım. Biz dünyaya bunun için gelmişiz.
• Biz, yeryüzü gibi yağma yurdu değiliz. Gökyüzü gibi eminiz, hoşuz.
• Kendine gel, sus; biz bunlardan da üstünüz. Biz, söze, dile sığmayız. Bizde paha biçilmez bir hazine gizlenmiştir.
Divan-ı Kebir den Seçmeler – Şefik Can – Cilt 2
31 Ekim 2010 Pazar
Şems-i Tebrizi Hz.lerinden
TEBRİZLİ ŞEMSEDDİN VE MEVLÂNÂ
...
Zaten ona göre Müslümanlık, teslimdir, yâni halkı kendisinden emin etmek ve Tanrıya mutî olmaktır. O, Muhammed'in "Elinden, dilenden, Müslümanların emin olduğu kişi Müslümandır" hadîsini pek geniş bir manâda anlıyordu. "Bu gece ben, geleceğim diye söz verdiğim o Hiristiyana gidiyorum dedim. Dediler ki : Biz Müslümanız oysa kâfir, sen bize gel. Ben , o çocuk Müslümandır, çünkü teslim olmuştur. Halk ondan emindir, Tanrıya mutîdir o. Sizse teslim olmamışsınız. Müslümanlık teslim olmaktır dedim" (Fâtih. 13. a ) sözleri, bunu apaçık belirtmektedir.
...
Mevlânâ Celâleddin - Hayatı, Eserleri, Felsefesi - A.Gölpınarlı sh.59
...
Zaten ona göre Müslümanlık, teslimdir, yâni halkı kendisinden emin etmek ve Tanrıya mutî olmaktır. O, Muhammed'in "Elinden, dilenden, Müslümanların emin olduğu kişi Müslümandır" hadîsini pek geniş bir manâda anlıyordu. "Bu gece ben, geleceğim diye söz verdiğim o Hiristiyana gidiyorum dedim. Dediler ki : Biz Müslümanız oysa kâfir, sen bize gel. Ben , o çocuk Müslümandır, çünkü teslim olmuştur. Halk ondan emindir, Tanrıya mutîdir o. Sizse teslim olmamışsınız. Müslümanlık teslim olmaktır dedim" (Fâtih. 13. a ) sözleri, bunu apaçık belirtmektedir.
...
Mevlânâ Celâleddin - Hayatı, Eserleri, Felsefesi - A.Gölpınarlı sh.59
18 Ekim 2010 Pazartesi
Rubailer
Görkemli bir yaşam dervişler için ayıptır,utanılacak bir şeydir.Görkemli bir yaşam,onların gönüllerine bir yüktür.Dostun yolunda yokluk,yoksulluk pek hoştur.Çünkü dostun yolunda,saltanat ihtişam diken gibidir.Hak yolcusunun ayağını incitir. Hz.Pir
Rubailer-724 Şefik CAN
Rubailer-724 Şefik CAN
28 Eylül 2010 Salı
Makâlât
DOSTLUK
Benim insanları ıslah, yani onları yola getirme hususundaki arzum ise, daima mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılmaktır. Nasıl ki, âyette buyurulduğu gibi, tıpkı Hazret-i İsa gibi tedavi umudu kalmamış olan körleri, abraşları sağaltmak isterim. Yüzümü dostluk yönüne çevireyim. Dostların yüzünü de yoldaşlık tarafına yönelteyim. Sen de işte böyle yürü. (sh.123 -Şems-i Tebrizî - Makâlât -Mehmed Nuri Gençosman - Mayıs2009)
Bana yaraşan, zâhirde bizim hayatımızdaki dostluk ve kardeşlik hangi yolda ise onu korumaktır. Yoksa şeyhlik müridlik gibi ilişkiler hoşuma gitmez. Hani, üstatlığı da şakirtliği de yere batsın, derler. Bize bir söz söylemek istiyen kimse bizim gibi olmalıdır. Böyle açık söylemelidir. (sh.126 -MNG - Mayıs2009)
Bir dağda bir zâhid yaşıyordu, ama o artık insancıl bir zâhid değil, belki bir dağ adamı olmuştu. Adamcıl bir kişi olsaydı, fehmi ve vehmi olan Tanrı bilisine kabiliyetli insanlar arasında yaşardı. Dağda ne yapardı bu? O toprak idi ki, taşa doğru yöneldi. İnsanoğlunun taş ile ne işi, ne ilgisi var?
İnsanlar içinde yaşa ama tenhada daima Tanrı ile halvetde ol; hep tek başına kal. Ama Hazret-i Peygamber'in, "İslam'da rahiplik yoktur" buyruğunu unutma! Bu, bir bakıma rahipliği yasaklayan bir tavsiyedir. Sh. 144
Gerçek Tanrı adamı, kapısndan geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir. Heybet, ululuk konusuna gelince; bendeki irade kuvveti, heybete üstün gelir. İkincisi; düşünceli, ağırbaşlı hareket eder, her iki tarafı da korur. Yer uygunsuz, oradakiler kabiliyetsiz olunca o yerde konuşmak zulümdür. sh.153
---
Hakka giden yol şu iki ihtimalin dışında değildir: Bu da, ya iç âlemini geliştirmek yoludur ki, nebilerle veliler bu yoldan yürümüşlerdir. Yahut da ilim tahsili yoludur. Bu yol da mücahede ve tasfiye yolu yani cehaletle savaş, kötülüklerden içini temizleme yoludur. Bu iki yoldan geri kalanların yeri cehennemden başka neresi olabilir? sh. 103
Sana cennet ehli kişilerin niteliklerini anlatayım. Ayrıca cehennem ehli olanlarının nişanını da söyleyeyim. Tanrı, yaydan fırlayan bir ok gibi şu âlemi yarattığı günden bei, her gün her an kapılar açıp kapamaktadır. Bu öyle sınırsız bir çabuklukla olmaktadır ki, insanın aklı durur. Her kimi, güzel huylu güzel yüzlü görürsen; açık sözlü, geniş gönüllü ise, herkese hayır dua ederse öyle bir dua ederse öyle bir insanın konuşmasından insana gönül hoşluğu gelir. Bu âlemin sıkıntılarını, darlıklarını sana unutturur; için öylesine açılır ki, küfür bile etse gülersin. Belki öyle bir tevhitten bahsedince Sırâceddin gibi dışından göz yaşı dökersin ama içinden yüz bin neşe duyar, kahkahalarla gülersin.
Biri de vardır ki, kan içer; yüzünde, sözünde insana sıkıntı veren bir soğukluk vardır. Sözlerinde öyle tiksindirici bir ifade vardır ki, onda neşeli bir insanın konuşmasındaki sıcaklığı bulamazsın. İşte öyle bir insan, Şeytan'dır, cehenemliktir.
Şimdi her kim bu sırra erdi ise ona göre davranır, yüz bir şeyhe iltifat göstermez. Öyle bir insan ölümden niçin korksun? Sadece başa nerde değer verirler? Hayva başı ile, insan sırrı ve aklı ile dirilir. Her kim yalnız başı ile (akılsız kafası ile) yaşarsa, ölüm ona olsun. Ama sırrı ve aklı ile yaşayanlar Allah'ın kerem sahibi olarak yarattığı insanlardır. Nihayet, sır denilen o Allah vergisi, bu başa ve külâha nasıl sığar? sh.177-178
---
Bu arşın gölgesi altında yedi zümre vardır. Gerçi kıyamet gününde bütün yaratıklar şaşkına dönerler, korku içinde kalırlar, gördükleri bir çok korkunç manzaradan ürkmüş bir halde kızgın gün ışığında yanarlar. Bir başka topluluk da kan ter içinde bunalmıştır. Yukarıda sözü geçen yedi zümre her şeyden selâmette kalırlar. Bu yedi zümreden birisi yalancılardır. Ama şöyle bir yalan olmalı : Biri sana gelir, biraz önce filânla birlikte idim, şimdi onun yanından geliyorum, çok üzüntülü idi, senden yana utanarak diyordu ki, Allah Allah nasıl oldu da ben falan zat hakkında terbiyesizlik ettim? Aklım başından gitmiş, hiç kendime sahip değildim. Yaptıklarımın farkında değilim, pişman oldum. O kimse ki hem bu adama gelir, hem öteki hasma gider, aralarını bulmak ister. Hayırseverliğin iki misilini yapar. Ateşi söndürünceye dek çabalar ki, kimseyi yakmasın. İşte o fitne ateşini söndürmek kutlu bir iştir. İster yalanla, ister doğru sözle olsun! Ateşi söndür de, ister idrar ile, ister hendek suyu ile söndür, ister tertemiz su ile. Bu millet ise aksini yapıyor. Kavga koparmak için yalan söylüyor. Şu bizim insanlarımız nerede görülmüştür? Eğer Mevlâna olmasaydı bizim ile onlar arasında (paylaşılamayacak) ne vardı?
İşte bu sebeple bir tek dost gözü görüyorum, ama yüz düşman gözünü de görmek zorunda kalıyorum ve şüphesiz ki görüyorum. sh.348-349
Benim insanları ıslah, yani onları yola getirme hususundaki arzum ise, daima mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılmaktır. Nasıl ki, âyette buyurulduğu gibi, tıpkı Hazret-i İsa gibi tedavi umudu kalmamış olan körleri, abraşları sağaltmak isterim. Yüzümü dostluk yönüne çevireyim. Dostların yüzünü de yoldaşlık tarafına yönelteyim. Sen de işte böyle yürü. (sh.123 -Şems-i Tebrizî - Makâlât -Mehmed Nuri Gençosman - Mayıs2009)
Bana yaraşan, zâhirde bizim hayatımızdaki dostluk ve kardeşlik hangi yolda ise onu korumaktır. Yoksa şeyhlik müridlik gibi ilişkiler hoşuma gitmez. Hani, üstatlığı da şakirtliği de yere batsın, derler. Bize bir söz söylemek istiyen kimse bizim gibi olmalıdır. Böyle açık söylemelidir. (sh.126 -MNG - Mayıs2009)
Bir dağda bir zâhid yaşıyordu, ama o artık insancıl bir zâhid değil, belki bir dağ adamı olmuştu. Adamcıl bir kişi olsaydı, fehmi ve vehmi olan Tanrı bilisine kabiliyetli insanlar arasında yaşardı. Dağda ne yapardı bu? O toprak idi ki, taşa doğru yöneldi. İnsanoğlunun taş ile ne işi, ne ilgisi var?
İnsanlar içinde yaşa ama tenhada daima Tanrı ile halvetde ol; hep tek başına kal. Ama Hazret-i Peygamber'in, "İslam'da rahiplik yoktur" buyruğunu unutma! Bu, bir bakıma rahipliği yasaklayan bir tavsiyedir. Sh. 144
Gerçek Tanrı adamı, kapısndan geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir. Heybet, ululuk konusuna gelince; bendeki irade kuvveti, heybete üstün gelir. İkincisi; düşünceli, ağırbaşlı hareket eder, her iki tarafı da korur. Yer uygunsuz, oradakiler kabiliyetsiz olunca o yerde konuşmak zulümdür. sh.153
---
Hakka giden yol şu iki ihtimalin dışında değildir: Bu da, ya iç âlemini geliştirmek yoludur ki, nebilerle veliler bu yoldan yürümüşlerdir. Yahut da ilim tahsili yoludur. Bu yol da mücahede ve tasfiye yolu yani cehaletle savaş, kötülüklerden içini temizleme yoludur. Bu iki yoldan geri kalanların yeri cehennemden başka neresi olabilir? sh. 103
Sana cennet ehli kişilerin niteliklerini anlatayım. Ayrıca cehennem ehli olanlarının nişanını da söyleyeyim. Tanrı, yaydan fırlayan bir ok gibi şu âlemi yarattığı günden bei, her gün her an kapılar açıp kapamaktadır. Bu öyle sınırsız bir çabuklukla olmaktadır ki, insanın aklı durur. Her kimi, güzel huylu güzel yüzlü görürsen; açık sözlü, geniş gönüllü ise, herkese hayır dua ederse öyle bir dua ederse öyle bir insanın konuşmasından insana gönül hoşluğu gelir. Bu âlemin sıkıntılarını, darlıklarını sana unutturur; için öylesine açılır ki, küfür bile etse gülersin. Belki öyle bir tevhitten bahsedince Sırâceddin gibi dışından göz yaşı dökersin ama içinden yüz bin neşe duyar, kahkahalarla gülersin.
Biri de vardır ki, kan içer; yüzünde, sözünde insana sıkıntı veren bir soğukluk vardır. Sözlerinde öyle tiksindirici bir ifade vardır ki, onda neşeli bir insanın konuşmasındaki sıcaklığı bulamazsın. İşte öyle bir insan, Şeytan'dır, cehenemliktir.
Şimdi her kim bu sırra erdi ise ona göre davranır, yüz bir şeyhe iltifat göstermez. Öyle bir insan ölümden niçin korksun? Sadece başa nerde değer verirler? Hayva başı ile, insan sırrı ve aklı ile dirilir. Her kim yalnız başı ile (akılsız kafası ile) yaşarsa, ölüm ona olsun. Ama sırrı ve aklı ile yaşayanlar Allah'ın kerem sahibi olarak yarattığı insanlardır. Nihayet, sır denilen o Allah vergisi, bu başa ve külâha nasıl sığar? sh.177-178
---
Bu arşın gölgesi altında yedi zümre vardır. Gerçi kıyamet gününde bütün yaratıklar şaşkına dönerler, korku içinde kalırlar, gördükleri bir çok korkunç manzaradan ürkmüş bir halde kızgın gün ışığında yanarlar. Bir başka topluluk da kan ter içinde bunalmıştır. Yukarıda sözü geçen yedi zümre her şeyden selâmette kalırlar. Bu yedi zümreden birisi yalancılardır. Ama şöyle bir yalan olmalı : Biri sana gelir, biraz önce filânla birlikte idim, şimdi onun yanından geliyorum, çok üzüntülü idi, senden yana utanarak diyordu ki, Allah Allah nasıl oldu da ben falan zat hakkında terbiyesizlik ettim? Aklım başından gitmiş, hiç kendime sahip değildim. Yaptıklarımın farkında değilim, pişman oldum. O kimse ki hem bu adama gelir, hem öteki hasma gider, aralarını bulmak ister. Hayırseverliğin iki misilini yapar. Ateşi söndürünceye dek çabalar ki, kimseyi yakmasın. İşte o fitne ateşini söndürmek kutlu bir iştir. İster yalanla, ister doğru sözle olsun! Ateşi söndür de, ister idrar ile, ister hendek suyu ile söndür, ister tertemiz su ile. Bu millet ise aksini yapıyor. Kavga koparmak için yalan söylüyor. Şu bizim insanlarımız nerede görülmüştür? Eğer Mevlâna olmasaydı bizim ile onlar arasında (paylaşılamayacak) ne vardı?
İşte bu sebeple bir tek dost gözü görüyorum, ama yüz düşman gözünü de görmek zorunda kalıyorum ve şüphesiz ki görüyorum. sh.348-349
Noktalama İşaretleri 3
Kesme işareti ( ' )
1. Özel adlara getirilen iyelik ve hâl eklerini ayırmak için konur:
Türkiye’m, Yunus Emre'yi, Ziya Gökalp'ten; Türk'e, Jüpiter'den, Venüs'ü; Türkiye'de, Van Gölü'ne, Ağrı Dağı'nı…
UYARI: Yabancı özel adlar dışındaki özel adlara getirilen yapım ekleri ve çokluk eki kesmeyle ayrılmaz:
Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı; Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Ereğliler.
UYARI: -ler eki, -gil eki anlamındaysa kesme işareti kullanılmaz. Ancak, o isimde olan birkaç kişi anlamındaysa kesme işareti kullanılır: Bu akşam Ahmetlere gideceğiz. Soruyu yalnız Ahmet’ler cevaplayabildi.
2. Kısaltmalara getirilen ekleri ayırmak için konur: TBMM'nin, TDK'nin, BM'de, ABD'de
UYARI: Küçük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kelimenin okunuşu; büyük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kısaltmanın son harfinin okunuşu esas alınır: kg'dan, cm'yi, mm’den; THY’de, TRT'den.
Ancak kısaltması büyük harflerle yapıldığı hâlde bir kelime gibi okunan kısaltmalara getirilen eklerde bu okunuş esas alınır: ASELSAN'da, BOTAŞ'ın, NATO'dan, UNESCO'ya.
4. Sayılara getirilen ekleri ayırmak için konur: “Mayısın 19'uncu günü” 1985'te, 8'inci madde, 2'nci kat; 7,65’lik
UYARI: Sıra sayıları ekle gösterildiği zaman rakamdan sonra sadece kesme işareti ve ek yazılır; ayrıca nokta konmaz: 8.'inci değil 8'inci, 2.'nci değil 2'nci.
UYARI: Üleştirme sayıları rakamla değil yazıyla gösterilir: 6'şar değil altışar,
5. Dilimizde kolmak, netmek, neylemek, napmak gibi fiiller yoktur. Ancak konuşmada ve vezin dolayısıyla şiirde bu tür kullanılışlar ortaya çıkabilmektedir. Seslerin vezin dolayısıyla şiirde veya konuşma sırasında düştüğünü göstermek için kesme kullanılır: K'oldu, N'oldu? N'etsin? N'eylesin? N'apalım?
6. Bir ek veya harften sonra gelen ekleri ayırmak için konur:
A'dan Z'ye kadar, b'nin m'ye dönüşmesi, Türkçede -daş'la yapılmış birçok söz vardır.
7. Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığı takdirde kesme işareti yay ayraçtan sonra konur: Yunus Emre (1240?-1320)'nin, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)'nin.
Ancak, cins isimler için yapılan açıklamalarda yay ayraçtan sonra doğal olarak kesme işaretine gerek yoktur: İmek fiili (ek fiil)nin geniş zamanı şahıs ekleriyle çekilir.
8. Anlam karışıklığını gidermek için aynı yazılıştaki farklı kelimeleri ayırmak için kullanılır.
Eleştirme’nin/eleştirmen’in, tava’nın/tavan’ın, öğretmen’in/öğretme’nin, bilgi’nin/bilgin’in
------------------------------------------
Kısa çizgi ( - )
1. Satıra sığmayan kelimeler bölünürken satır sonuna konur:
2. Ara sözleri ve ara cümleleri ayırmak için kullanılır: Örnek olsun diye -örnek istemez ya- söylüyorum.
3. Fiil kök ve gövdelerini göstermek için kullanılır: al-, dur-, gör-, ver-; başar-, kana-, okut-, taşla-, yazdır-.
4. Dil bilgisinde eklerin başına konur: -den, -lık, -ış, -ak.
5. Eski harfli metinlerin yeni yazıya aktarılmasında Arapça ve Farsça kurallara göre yapılmış tamlamaların, birleşik ve türemiş kelimelerin ögelerini ayırmak için kullanılır:
Dârü'l-fünûn, Hâkimiyet-i Milliye, Servet-i Fünûn
6. Kelimeler arasında “-den...-a, ve, ile, ilâ, arasında” anlamlarını vermek üzere kullanılır:
Türkçe-Fransızca Sözlük, Aydın-İzmir yolu, 09.30-10.30, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1995-1996 öğretim yılı.
7. Bazı terim ve kuruluş adlarında kelimeler arasına konur:
Sıfat-fiil, zarf-fiil; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi.
8. Yabancı özel adlarda ve henüz dilimize mal olmadığı için özgün imlâlarıyla yazılan yabancı kelimelerde kullanılır:
Saint-Gotthard, Sainte-Beuve, Boulogne-sur-Mer, Bouches-du-Rhône, Salins-les-Bains, by-pass, check-up,
-----------------------------------------------
Uzun çizgi (—)
Yazıda satır başına alınan konuşmaları göstermek için kullanılır. Buna konuşma çizgisi de denir.
— Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! (Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları)
UYARI: Konuşmalar tırnak içinde verildiği zaman uzun çizgi kullanılmaz.
-----------------------------------------------
Tek tırnak işareti ( ‘...’ )
1. Tırnak içinde verilen ve yeniden tırnağa alınması gereken bir sözü belirtmek için kullanılır:
Edebiyat öğretmeni “Şiirler içinde ‘Han Duvarları’ gibisi var mı?” dedi.
-----------------------------------------------
Kaynakça: TDK İmla Kılavuzu
1. Özel adlara getirilen iyelik ve hâl eklerini ayırmak için konur:
Türkiye’m, Yunus Emre'yi, Ziya Gökalp'ten; Türk'e, Jüpiter'den, Venüs'ü; Türkiye'de, Van Gölü'ne, Ağrı Dağı'nı…
UYARI: Yabancı özel adlar dışındaki özel adlara getirilen yapım ekleri ve çokluk eki kesmeyle ayrılmaz:
Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı; Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Ereğliler.
UYARI: -ler eki, -gil eki anlamındaysa kesme işareti kullanılmaz. Ancak, o isimde olan birkaç kişi anlamındaysa kesme işareti kullanılır: Bu akşam Ahmetlere gideceğiz. Soruyu yalnız Ahmet’ler cevaplayabildi.
2. Kısaltmalara getirilen ekleri ayırmak için konur: TBMM'nin, TDK'nin, BM'de, ABD'de
UYARI: Küçük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kelimenin okunuşu; büyük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kısaltmanın son harfinin okunuşu esas alınır: kg'dan, cm'yi, mm’den; THY’de, TRT'den.
Ancak kısaltması büyük harflerle yapıldığı hâlde bir kelime gibi okunan kısaltmalara getirilen eklerde bu okunuş esas alınır: ASELSAN'da, BOTAŞ'ın, NATO'dan, UNESCO'ya.
4. Sayılara getirilen ekleri ayırmak için konur: “Mayısın 19'uncu günü” 1985'te, 8'inci madde, 2'nci kat; 7,65’lik
UYARI: Sıra sayıları ekle gösterildiği zaman rakamdan sonra sadece kesme işareti ve ek yazılır; ayrıca nokta konmaz: 8.'inci değil 8'inci, 2.'nci değil 2'nci.
UYARI: Üleştirme sayıları rakamla değil yazıyla gösterilir: 6'şar değil altışar,
5. Dilimizde kolmak, netmek, neylemek, napmak gibi fiiller yoktur. Ancak konuşmada ve vezin dolayısıyla şiirde bu tür kullanılışlar ortaya çıkabilmektedir. Seslerin vezin dolayısıyla şiirde veya konuşma sırasında düştüğünü göstermek için kesme kullanılır: K'oldu, N'oldu? N'etsin? N'eylesin? N'apalım?
6. Bir ek veya harften sonra gelen ekleri ayırmak için konur:
A'dan Z'ye kadar, b'nin m'ye dönüşmesi, Türkçede -daş'la yapılmış birçok söz vardır.
7. Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığı takdirde kesme işareti yay ayraçtan sonra konur: Yunus Emre (1240?-1320)'nin, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)'nin.
Ancak, cins isimler için yapılan açıklamalarda yay ayraçtan sonra doğal olarak kesme işaretine gerek yoktur: İmek fiili (ek fiil)nin geniş zamanı şahıs ekleriyle çekilir.
8. Anlam karışıklığını gidermek için aynı yazılıştaki farklı kelimeleri ayırmak için kullanılır.
Eleştirme’nin/eleştirmen’in, tava’nın/tavan’ın, öğretmen’in/öğretme’nin, bilgi’nin/bilgin’in
------------------------------------------
Kısa çizgi ( - )
1. Satıra sığmayan kelimeler bölünürken satır sonuna konur:
2. Ara sözleri ve ara cümleleri ayırmak için kullanılır: Örnek olsun diye -örnek istemez ya- söylüyorum.
3. Fiil kök ve gövdelerini göstermek için kullanılır: al-, dur-, gör-, ver-; başar-, kana-, okut-, taşla-, yazdır-.
4. Dil bilgisinde eklerin başına konur: -den, -lık, -ış, -ak.
5. Eski harfli metinlerin yeni yazıya aktarılmasında Arapça ve Farsça kurallara göre yapılmış tamlamaların, birleşik ve türemiş kelimelerin ögelerini ayırmak için kullanılır:
Dârü'l-fünûn, Hâkimiyet-i Milliye, Servet-i Fünûn
6. Kelimeler arasında “-den...-a, ve, ile, ilâ, arasında” anlamlarını vermek üzere kullanılır:
Türkçe-Fransızca Sözlük, Aydın-İzmir yolu, 09.30-10.30, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1995-1996 öğretim yılı.
7. Bazı terim ve kuruluş adlarında kelimeler arasına konur:
Sıfat-fiil, zarf-fiil; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi.
8. Yabancı özel adlarda ve henüz dilimize mal olmadığı için özgün imlâlarıyla yazılan yabancı kelimelerde kullanılır:
Saint-Gotthard, Sainte-Beuve, Boulogne-sur-Mer, Bouches-du-Rhône, Salins-les-Bains, by-pass, check-up,
-----------------------------------------------
Uzun çizgi (—)
Yazıda satır başına alınan konuşmaları göstermek için kullanılır. Buna konuşma çizgisi de denir.
— Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! (Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları)
UYARI: Konuşmalar tırnak içinde verildiği zaman uzun çizgi kullanılmaz.
-----------------------------------------------
Tek tırnak işareti ( ‘...’ )
1. Tırnak içinde verilen ve yeniden tırnağa alınması gereken bir sözü belirtmek için kullanılır:
Edebiyat öğretmeni “Şiirler içinde ‘Han Duvarları’ gibisi var mı?” dedi.
-----------------------------------------------
Kaynakça: TDK İmla Kılavuzu
Noktalama İşaretleri 2
Üç nokta ( ... )
1. Tamamlanmamış cümlelerin sonuna konur:
Eğer ödevlerini zamanında bitirmezsen…
Aradığınız adam ben değilim ki…
2. Alıntılarda; başta, ortada ve sonda alınmayan kelime ve bölümlerin yerine konur:
UYARI: Türk imlâsında iki nokta yan yana kullanılmaz.
------------------------------------------------
Soru işareti ( ? )
1. Soru bildiren cümle veya sözlerin sonuna konur:
Ne zaman tükenecek bu yollar, arabacı?
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
UYARI: Kızma, şaşma, alınma gibi anlamlar içerdiğinde soru işareti konmaz:
Nasıl yapamazsın bu soruyu! Ne kadar güzel bir araba değil mi!
UYARI: Soru bildiren cümle veya sözlerde bazen cevabın ne olacağı sözün gelişinden belli olur. Bu tür cümle ve sözlerin sonunda da soru işareti kullanılır: Haksız mıyım? Liderler içinde Atatürk gibisi var mı?
2. Bilinmeyen yer, tarih vb. durumlar için kullanılır: Yunus Emre (1240?-1320), (Doğum yeri: ?).
3. Bir bilginin şüpheyle karşılandığı veya kesin olmadığı durumlarda yay ayraç içinde soru işareti kullanılır:
Ankara'dan Konya'ya 1,5 (?) saatte gitmiş. 1496 (?) yılında doğan Fuzulî...
UYARI: mı / mi eki -ınca / -ince anlamında zarf-fiil işleviyle kullanıldığı zaman soru işareti konmaz:
Akşam oldu mu sürüler döner. Hava karardı mı eve gideriz.
UYARI: Soru ifadesi taşıyan sıralı ve bağlı cümlelerde soru işareti en sona konur:
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı, Hisar'dan mı, Kavaklar'dan mı?
----------------------------------------------
Ünlem işareti ( ! )
1. Sevinç, kıvanç, acı, korku, şaşma, seslenme, hitap ve uyarı gibi duyguları anlatan cümlelerin sonuna konur:
Ne mutlu Türküm diyene! Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!
UYARI: Seslenme ve hitap sözlerinden hemen sonra konulabileceği gibi cümlenin sonuna da konabilir:
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken / Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz! (Faruk Nafiz Çamlıbel)
2. Bir söze alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırmak için ayraç içinde ünlem işareti kullanılır:
İsteseymiş bir günde bitirirmiş (!) ama ne yazık ki vakti yokmuş (!)
----------------------------------------------
Tırnak işareti ( “...” )
1. Başka bir kimseden veya yazıdan olduğu gibi aktarılan sözler tırnak içine alınır:
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Atatürk'ün “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir.” vecizesi yer almaktadır.
UYARI: Aynen alınmayan söz ve yazılar tırnak içinde gösterilmez.
UYARI: Tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan işaret (nokta, soru işareti, ünlem işareti vb.) tırnak içinde kalır:
“Akıl yaşta değil baştadır.” atasözü yüzyılların tecrübesinden süzülüp gelen bir gerçeği ifade etmiyor mu?
UYARI: Uzun alıntılarda her paragraf ayrı ayrı tırnak içine alınır.
2. Özel olarak belirtilmek istenen sözler tırnak içine alınır:
Yeni bir “barış taarruzu” başladı.
3. Kitapların ve yazıların adları ve başlıkları tırnak içine alınır:
Yahya Kemal'in bazı şiirleri “Kendi Gök Kubbemiz” adı altında çıktı. (A. Hamdi Tanpınar)
UYARI: Tırnak içine alınan sözlerden sonra kesme işareti kullanılmaz:
Yahya Kemal’in “Kendi Gök Kubbemiz”i okudunuz mu?
1. Tamamlanmamış cümlelerin sonuna konur:
Eğer ödevlerini zamanında bitirmezsen…
Aradığınız adam ben değilim ki…
2. Alıntılarda; başta, ortada ve sonda alınmayan kelime ve bölümlerin yerine konur:
UYARI: Türk imlâsında iki nokta yan yana kullanılmaz.
------------------------------------------------
Soru işareti ( ? )
1. Soru bildiren cümle veya sözlerin sonuna konur:
Ne zaman tükenecek bu yollar, arabacı?
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
UYARI: Kızma, şaşma, alınma gibi anlamlar içerdiğinde soru işareti konmaz:
Nasıl yapamazsın bu soruyu! Ne kadar güzel bir araba değil mi!
UYARI: Soru bildiren cümle veya sözlerde bazen cevabın ne olacağı sözün gelişinden belli olur. Bu tür cümle ve sözlerin sonunda da soru işareti kullanılır: Haksız mıyım? Liderler içinde Atatürk gibisi var mı?
2. Bilinmeyen yer, tarih vb. durumlar için kullanılır: Yunus Emre (1240?-1320), (Doğum yeri: ?).
3. Bir bilginin şüpheyle karşılandığı veya kesin olmadığı durumlarda yay ayraç içinde soru işareti kullanılır:
Ankara'dan Konya'ya 1,5 (?) saatte gitmiş. 1496 (?) yılında doğan Fuzulî...
UYARI: mı / mi eki -ınca / -ince anlamında zarf-fiil işleviyle kullanıldığı zaman soru işareti konmaz:
Akşam oldu mu sürüler döner. Hava karardı mı eve gideriz.
UYARI: Soru ifadesi taşıyan sıralı ve bağlı cümlelerde soru işareti en sona konur:
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı, Hisar'dan mı, Kavaklar'dan mı?
----------------------------------------------
Ünlem işareti ( ! )
1. Sevinç, kıvanç, acı, korku, şaşma, seslenme, hitap ve uyarı gibi duyguları anlatan cümlelerin sonuna konur:
Ne mutlu Türküm diyene! Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!
UYARI: Seslenme ve hitap sözlerinden hemen sonra konulabileceği gibi cümlenin sonuna da konabilir:
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken / Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz! (Faruk Nafiz Çamlıbel)
2. Bir söze alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırmak için ayraç içinde ünlem işareti kullanılır:
İsteseymiş bir günde bitirirmiş (!) ama ne yazık ki vakti yokmuş (!)
----------------------------------------------
Tırnak işareti ( “...” )
1. Başka bir kimseden veya yazıdan olduğu gibi aktarılan sözler tırnak içine alınır:
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Atatürk'ün “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir.” vecizesi yer almaktadır.
UYARI: Aynen alınmayan söz ve yazılar tırnak içinde gösterilmez.
UYARI: Tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan işaret (nokta, soru işareti, ünlem işareti vb.) tırnak içinde kalır:
“Akıl yaşta değil baştadır.” atasözü yüzyılların tecrübesinden süzülüp gelen bir gerçeği ifade etmiyor mu?
UYARI: Uzun alıntılarda her paragraf ayrı ayrı tırnak içine alınır.
2. Özel olarak belirtilmek istenen sözler tırnak içine alınır:
Yeni bir “barış taarruzu” başladı.
3. Kitapların ve yazıların adları ve başlıkları tırnak içine alınır:
Yahya Kemal'in bazı şiirleri “Kendi Gök Kubbemiz” adı altında çıktı. (A. Hamdi Tanpınar)
UYARI: Tırnak içine alınan sözlerden sonra kesme işareti kullanılmaz:
Yahya Kemal’in “Kendi Gök Kubbemiz”i okudunuz mu?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)