25 Haziran 2011 Cumartesi
Canlar Ölesi Değil - Edebiyat üzerine
Canlar Ölesi Değil Trt ses kaydı
22 Mayıs 2011 Pazar
" Ama ister bir kitapta, konuşmada, mektupta ya da her ne olursa olsun, diğer kişinin bana söylediği şeyin genellikle benim kanaatim değil onun kanaati olduğu varsayılır; bu zorunlu olarak onunla paylaşmaksızın dikkate almam gereken şeydir. Ancak bu önkabül anlamamı kolaylaştıran bir şey değil, zorlaştıran bir şeydir; çünkü, benim kendi ön-anlamamı belirleyen ön-anlamlar, bütünüyle ilgi dışı kalabilir. Eğer onlar yanlış anlamalar doğurursa, bir metni yanlış anlamaların onlarla çelişen anlamalar olup olmadıklarını nasıl kavrayabilirim? Bir metin daha baştan yanlış anlamardan nasıl korunabilir"8
4 Mayıs 2011 Çarşamba
Gün içinde fırsat buldukça yazılacak….
(Not: Bursevî Şerhi okunmadan S.Y. yazısından yola çıkarak….)
“Bu eserler, müelliflerinin manevi tecrübeleri olduğundan, bizim onları sözgelimi modern anlatılar gibi ‘okuyup’ anlamamız ve istifade etmemiz hayli güç. ………….Kaldı ki, eserleri ‘müşahade’lerinden ibaret olduğu, hatta binlerce müşanedatından biri olduğu için, filmi gerçekleştirecekleri aşılması güç manialar beklemektedir.”
Alıntısında temel sorun Mesnevi’nin “müşahade”leri anlatan “manevi tecrübe”lerden ibaret görülmesidir.
Burda bir temel sorunla tekrar yüzleşmiş oluyoruz. Tasavvuf bir “manevi tecrübe” aktarımı mı yoksa “insan olmak” üzere, “insan yetiştirmeyi” önceleyen bir meslek mi?
Tasavvufun içinde manevi tecrübe yok mu ya da manevi tecrübe ile insan olgunlaşır itirazlarına verilecek cevap işin pratiğinde ortaya çıkıyor.
Manevî tecrübeyi öne çeken, ona baskın bir rol biçenler uygulamada uzleti, sırları, kendine dönüklüğü bir metod olarak kullanıyorlar. İnsanla fazla muhatap olmayı sevmeyince, ondan bir şey öğrenmekde bir yerde mümkün olmuyor. Bilenler ve bilmeyenler diye bir büyük ayrım çıkarken, asırlar üzerinden damıtılarak bugün taşınan mevlevi zerafetine ise problem çözmek, örnek olmak, bir şeyleri paylaşmak, doğruyu göstermekten ziyade, zor durumlarda nezaketle başından savmak görevi düşüyor.
Bursevî şerhinden verilen alıntılar, şerhin harf semboliğine ne kadar yatkın olduğuna işaret ediyor. Bursevi Şerhi, bu haliyle, hurufiliğe zemin hazırlar bir derinlikte; kabalistik eleştirilerine maruz kalınan geleneğin yazıya geçmiş ilk hali muhtemelen. Ondan evvel var mıydı bilmiyoruz ya da kastı bu değilken bu konuya gereğinden fazla önemi mi verdi onu da bilmiyoruz.
“Mesnevî”yi dikkatli bir okumada harfler üzerinden bir şeyler anlatan satırlara da rastlamak mümkündür. Fakat bu Mesnevinin içinde ne kadardır diye bakıldığında çok fazla değildir. Mesnevinin geri kalanında verdiği mesaja bakmak lazım. Bir çok yerinde okuyana direk olarak verilen mesajların niteliğine bakmalı. “Mesnevî” deki remizler ise hikayelerdeki karakterler üzerinde somut şeyler üzerinedir. Örneğin, padişah bazan insanı temsil eder, bazen yaratıcıyı, bazen şeyhi; gene nefis belli hayvanlar ve onların tabiatları ile temsil edilir. Hatta bir hikayenin içinde, hikaye ilerledikçe, (birinci cilteki “bedevi ve karısı” gibi) bir sembole farklı anlamlar yüklendiği de olur. Mesnevi de kullanılan sembolik dil gündelik hayatın düzenlenmesi üzerine olan hikayelerdir çoğu kez.
(Not: Bursevî Şerhi okunmadan S.Y. yazısından yola çıkarak….)
“Bu eserler, müelliflerinin manevi tecrübeleri olduğundan, bizim onları sözgelimi modern anlatılar gibi ‘okuyup’ anlamamız ve istifade etmemiz hayli güç. ………….Kaldı ki, eserleri ‘müşahade’lerinden ibaret olduğu, hatta binlerce müşanedatından biri olduğu için, filmi gerçekleştirecekleri aşılması güç manialar beklemektedir.”
Alıntısında temel sorun Mesnevi’nin “müşahade”leri anlatan “manevi tecrübe”lerden ibaret görülmesidir.
Burda bir temel sorunla tekrar yüzleşmiş oluyoruz. Tasavvuf bir “manevi tecrübe” aktarımı mı yoksa “insan olmak” üzere, “insan yetiştirmeyi” önceleyen bir meslek mi?
Tasavvufun içinde manevi tecrübe yok mu ya da manevi tecrübe ile insan olgunlaşır itirazlarına verilecek cevap işin pratiğinde ortaya çıkıyor.
Manevî tecrübeyi öne çeken, ona baskın bir rol biçenler uygulamada uzleti, sırları, kendine dönüklüğü bir metod olarak kullanıyorlar. İnsanla fazla muhatap olmayı sevmeyince, ondan bir şey öğrenmekde bir yerde mümkün olmuyor. Bilenler ve bilmeyenler diye bir büyük ayrım çıkarken, asırlar üzerinden damıtılarak bugün taşınan mevlevi zerafetine ise problem çözmek, örnek olmak, bir şeyleri paylaşmak, doğruyu göstermekten ziyade, zor durumlarda nezaketle başından savmak görevi düşüyor.
Bursevî şerhinden verilen alıntılar, şerhin harf semboliğine ne kadar yatkın olduğuna işaret ediyor. Bursevi Şerhi, bu haliyle, hurufiliğe zemin hazırlar bir derinlikte; kabalistik eleştirilerine maruz kalınan geleneğin yazıya geçmiş ilk hali muhtemelen. Ondan evvel var mıydı bilmiyoruz ya da kastı bu değilken bu konuya gereğinden fazla önemi mi verdi onu da bilmiyoruz.
“Mesnevî”yi dikkatli bir okumada harfler üzerinden bir şeyler anlatan satırlara da rastlamak mümkündür. Fakat bu Mesnevinin içinde ne kadardır diye bakıldığında çok fazla değildir. Mesnevinin geri kalanında verdiği mesaja bakmak lazım. Bir çok yerinde okuyana direk olarak verilen mesajların niteliğine bakmalı. “Mesnevî” deki remizler ise hikayelerdeki karakterler üzerinde somut şeyler üzerinedir. Örneğin, padişah bazan insanı temsil eder, bazen yaratıcıyı, bazen şeyhi; gene nefis belli hayvanlar ve onların tabiatları ile temsil edilir. Hatta bir hikayenin içinde, hikaye ilerledikçe, (birinci cilteki “bedevi ve karısı” gibi) bir sembole farklı anlamlar yüklendiği de olur. Mesnevi de kullanılan sembolik dil gündelik hayatın düzenlenmesi üzerine olan hikayelerdir çoğu kez.
2 Mayıs 2011 Pazartesi
Mesnevî Şerif'ten
Aşağıdaki Bölüm ilginç geldi. Allah'ı anmayı , zikir değil sanki, ahde
vefa olarak almış; "An" maktan önce ve sonra kullanarak. Bölümün
sonunda "çalışmak" var. Bu çalışmak amel olabilir mi?. Meryem
kıssasında ve arkasından gelende ise sebat üzerinde durmuş.
"Tanrı ahdine vefa edersen Tanrı da kereminden senin ahdini korur.
Sense Tanrı'ya vefa etmekten gözünü yummuşsun. "Beni anın da sizi
anayım" ayetini duymadın mı ki?
"Ahdıma vefa edin" ahdına kulak ver de sevgiliden "Ahdınıza vefa
edeyim" vaidi gelsin.
Ey hüzün sahibi, bizim ahdımız ve borç vermemiz nedir? yere kuru tohum
ekmek gibi.
1185. Ondan ne yere bir parlaklık gelir, ne yer sahibi zenginleşir.
Bu, ancak bunun aslını yokluk aleminden veren sensin, bundan bana
lazım diye bir işarette bulunmaktan ibarettir.
Yedim tohumunu da nişane olarak getirdim. Bu nimetten yine bize ihsan
et demektir.
Şu halde ey bahtlı kişi, kuru duayı bırak. Ağaç isteyen tohum eker.
Tohumun yoksa Tanrı, yine o dua yüzünden sana bir fidan bağışlar ki
görenler, ne hoş çalışmış da ne güzel fidana sahip olmuş derler. "
1190. Meryem gibi hani. Derdi vardı da tohumu yoktu. Bu dert yüzünden
sanat sahibi Tanrı, o kuru hurma ağacını yeşertti.
Çünkü o ulu, o temiz kadın vefakardı. Tanrı bu yüzden o istemeden onun
yüzlerce muradını vefa etti.
Vefakar olan topluluk, bu vefayı bütün aleme yaymışlardır.
Denizler de onların buyruklarına uymuştur, dağlar da. Dört unsur bile
onlara kul, köle kesilmiştir.
Bu, inkar edenler, apaçık görsünler de inansınlar diye onlara bir
Tanrı ikramıdır.
1195. Onlar, öyle gizli ikram ve ihsanlara nail olmuşlardır ki, ne
akla, hayale gelir, ne de söze sığar.
Zaten iş, ebedi olan, kesilmeyen, tükenmesine imkan bulunmayan ikram
ve ihsandır.
5. cilt - V.İzbudak Ç.
vefa olarak almış; "An" maktan önce ve sonra kullanarak. Bölümün
sonunda "çalışmak" var. Bu çalışmak amel olabilir mi?. Meryem
kıssasında ve arkasından gelende ise sebat üzerinde durmuş.
"Tanrı ahdine vefa edersen Tanrı da kereminden senin ahdini korur.
Sense Tanrı'ya vefa etmekten gözünü yummuşsun. "Beni anın da sizi
anayım" ayetini duymadın mı ki?
"Ahdıma vefa edin" ahdına kulak ver de sevgiliden "Ahdınıza vefa
edeyim" vaidi gelsin.
Ey hüzün sahibi, bizim ahdımız ve borç vermemiz nedir? yere kuru tohum
ekmek gibi.
1185. Ondan ne yere bir parlaklık gelir, ne yer sahibi zenginleşir.
Bu, ancak bunun aslını yokluk aleminden veren sensin, bundan bana
lazım diye bir işarette bulunmaktan ibarettir.
Yedim tohumunu da nişane olarak getirdim. Bu nimetten yine bize ihsan
et demektir.
Şu halde ey bahtlı kişi, kuru duayı bırak. Ağaç isteyen tohum eker.
Tohumun yoksa Tanrı, yine o dua yüzünden sana bir fidan bağışlar ki
görenler, ne hoş çalışmış da ne güzel fidana sahip olmuş derler. "
1190. Meryem gibi hani. Derdi vardı da tohumu yoktu. Bu dert yüzünden
sanat sahibi Tanrı, o kuru hurma ağacını yeşertti.
Çünkü o ulu, o temiz kadın vefakardı. Tanrı bu yüzden o istemeden onun
yüzlerce muradını vefa etti.
Vefakar olan topluluk, bu vefayı bütün aleme yaymışlardır.
Denizler de onların buyruklarına uymuştur, dağlar da. Dört unsur bile
onlara kul, köle kesilmiştir.
Bu, inkar edenler, apaçık görsünler de inansınlar diye onlara bir
Tanrı ikramıdır.
1195. Onlar, öyle gizli ikram ve ihsanlara nail olmuşlardır ki, ne
akla, hayale gelir, ne de söze sığar.
Zaten iş, ebedi olan, kesilmeyen, tükenmesine imkan bulunmayan ikram
ve ihsandır.
5. cilt - V.İzbudak Ç.
16 Şubat 2011 Çarşamba
HAKİKAT MEVZUBAHİS OLDUĞUNDA GERİYE KALAN HER ŞEY TEFERRUATTAN İBARETTİR!
Korkmaya hakkınız olduğunda korkun.
Çekinmeye hakkınız olduğunda çekinin.
Konuşmaya zorlandığınızda becerebiliyorsanız susun.
Ama ağzınızı açarsanız bir kez, hakikatten başka ses çıkmasın sizden.
Korkmak, çekinmek insanîdir.
Ateşle oynadığının farkında olmak, avamı ürkütür, ip cambazını ipten düşürür.
İp cambazı, ateş yutan, çember yırtan aslan bilir ve unutur.
Bilmek sarsar, bilmek ürkütür, bilmek sorumlu kılar. Bildiğini eliyle, gözüyle, nefesiyle bilen bildiğinde ustadır.
Usta okçu nişan almayı unutur. Attan ata atlayan hesap yapmaz, gözünü dört açar
Hesap yapacaksan attan ata atlarken yapman gereken hesabı yap. Yapılmamışı yaparken, ne yapılırsa yapılsın işlemeyeceğini bilenin ve yere çakılana kadar çare arayanın hesabını yap. Yere çakılmaman atın seni misafir etmeye gönüllü olmasından ve hesaplılığı öncelememenden. Düşe kalka büyüdün. Başka çaren kalmadığında, yere çakılırken, aslan ağzını açtığında, havaya fırladığında düşündüğün yapılabilecek bir şey aramaktan ibaret. Dişin de tırnağın da bunu aramakta. Ya düşüşe razı ol, aslanın ağzına kafanı sok, bazan en doğrusu budur, ya da tecrübe altındaki tecrübeden ol.
Gördüğün yapacağın,. Gördüğün düşündüğün. Gördüğün imkanın.
Sen susanlardan değil konuşanlardan olduğunda sana geveze diyecekler belki, ”konuşmam göz gezdirmekten ibaret ”de. Sustuğunda ”susturduk” da diyecekler, ”pısırık” da, ”tenezzül etmiyor” da. Aynı kişiden, aynı kişilerden hepsini birden duyduğunda de ki, biz gördüğümüzde karar vermiş oluruz. Söylediğimizde yapıyor oluruz.
Kaçınamayacağın bir şey var Ey Talip:
Haklıyı haksız, mazlumu zalim, yalanı doğru yapamazsın. Bunlar zıddına da dönüşür, ama, buna sen karar veremezsin. Bir söylediğin bir söyleyeceğini tutmayacak olduğunda dahi olanı söyleyeceksin. Önce kendine, önce talibi olana.
Önce başkalarına söyleyen ya gevezedir gerçekten, ya da kendinden geçmiş bir kişi. Kendisinde saklayacağı bir şey kalmamıştır, söyler. Dağdan, taştan ayırd edemez de söyler. Düşündüğünü herkesin bildiğini göstermek ister de söyler.
Söyleyeceğin şey zaten herkesin bildiği bir şey. Suskunluğu, konuşmuşluğu abartma!
Kapını çalan hakikat ise, kalacak bir yer arıyorsa, bu kalbin kendi yuvası olduğunu bilir de kapını vurur.
Hakikate sırt döndüğünde, hakikatinin hakikatine sırt döneceksin, bundan büyük yitirilecek hiç bir şey yok!
Kapıyı açamaman son şansı kaçırman da değil. Sana uğrayacak olan, çaresiz olsa bacadan girerdi. Sen kararını vere dur, ben kapıma bekçiler koymaktayım. Kapılarımı sökmekteyim. Kapının önünde yatmaktayım. Sen yolundan çıkmışlarla kendini aynı taşa vurma.
Hakikat mevzubahis olduğunda, başka her şey teferruattan ibarettir.
İster sus, ister konuş, ister ustalarını hatırla: Gördüğün ve işittiğin her şey sana emanet.
Üstünü örtmek ya da aydınlığa kavuşturmak hakikatlilik işi.
Gece gibi karanlık ve şefkatli ol örttüğünde.
Pırıl pırıl güneşli bir gün gibi aydınlat karanlıkta kalanı, herkese ait olanı, söylemen için senin kapını çalanı.
Sırrı olan konuşur. Susan konuşur.
Çekinmeye hakkınız olduğunda çekinin.
Konuşmaya zorlandığınızda becerebiliyorsanız susun.
Ama ağzınızı açarsanız bir kez, hakikatten başka ses çıkmasın sizden.
Korkmak, çekinmek insanîdir.
Ateşle oynadığının farkında olmak, avamı ürkütür, ip cambazını ipten düşürür.
İp cambazı, ateş yutan, çember yırtan aslan bilir ve unutur.
Bilmek sarsar, bilmek ürkütür, bilmek sorumlu kılar. Bildiğini eliyle, gözüyle, nefesiyle bilen bildiğinde ustadır.
Usta okçu nişan almayı unutur. Attan ata atlayan hesap yapmaz, gözünü dört açar
Hesap yapacaksan attan ata atlarken yapman gereken hesabı yap. Yapılmamışı yaparken, ne yapılırsa yapılsın işlemeyeceğini bilenin ve yere çakılana kadar çare arayanın hesabını yap. Yere çakılmaman atın seni misafir etmeye gönüllü olmasından ve hesaplılığı öncelememenden. Düşe kalka büyüdün. Başka çaren kalmadığında, yere çakılırken, aslan ağzını açtığında, havaya fırladığında düşündüğün yapılabilecek bir şey aramaktan ibaret. Dişin de tırnağın da bunu aramakta. Ya düşüşe razı ol, aslanın ağzına kafanı sok, bazan en doğrusu budur, ya da tecrübe altındaki tecrübeden ol.
Gördüğün yapacağın,. Gördüğün düşündüğün. Gördüğün imkanın.
Sen susanlardan değil konuşanlardan olduğunda sana geveze diyecekler belki, ”konuşmam göz gezdirmekten ibaret ”de. Sustuğunda ”susturduk” da diyecekler, ”pısırık” da, ”tenezzül etmiyor” da. Aynı kişiden, aynı kişilerden hepsini birden duyduğunda de ki, biz gördüğümüzde karar vermiş oluruz. Söylediğimizde yapıyor oluruz.
Kaçınamayacağın bir şey var Ey Talip:
Haklıyı haksız, mazlumu zalim, yalanı doğru yapamazsın. Bunlar zıddına da dönüşür, ama, buna sen karar veremezsin. Bir söylediğin bir söyleyeceğini tutmayacak olduğunda dahi olanı söyleyeceksin. Önce kendine, önce talibi olana.
Önce başkalarına söyleyen ya gevezedir gerçekten, ya da kendinden geçmiş bir kişi. Kendisinde saklayacağı bir şey kalmamıştır, söyler. Dağdan, taştan ayırd edemez de söyler. Düşündüğünü herkesin bildiğini göstermek ister de söyler.
Söyleyeceğin şey zaten herkesin bildiği bir şey. Suskunluğu, konuşmuşluğu abartma!
Kapını çalan hakikat ise, kalacak bir yer arıyorsa, bu kalbin kendi yuvası olduğunu bilir de kapını vurur.
Hakikate sırt döndüğünde, hakikatinin hakikatine sırt döneceksin, bundan büyük yitirilecek hiç bir şey yok!
Kapıyı açamaman son şansı kaçırman da değil. Sana uğrayacak olan, çaresiz olsa bacadan girerdi. Sen kararını vere dur, ben kapıma bekçiler koymaktayım. Kapılarımı sökmekteyim. Kapının önünde yatmaktayım. Sen yolundan çıkmışlarla kendini aynı taşa vurma.
Hakikat mevzubahis olduğunda, başka her şey teferruattan ibarettir.
İster sus, ister konuş, ister ustalarını hatırla: Gördüğün ve işittiğin her şey sana emanet.
Üstünü örtmek ya da aydınlığa kavuşturmak hakikatlilik işi.
Gece gibi karanlık ve şefkatli ol örttüğünde.
Pırıl pırıl güneşli bir gün gibi aydınlat karanlıkta kalanı, herkese ait olanı, söylemen için senin kapını çalanı.
Sırrı olan konuşur. Susan konuşur.
5 Şubat 2011 Cumartesi
SÖZ HASTALIKLARI
170. Bu hastalıklardan biri, hak sözü, doğru sözü iltizam etmektir. Bu en büyük hastalıklardan biridir. Bunun ilâcı ise, hak sözün, doğru sözün nerede, hangi alanda sarf edileceğini bilmektir. Hiç kuşkusuz gıybet doğrudur, gerçektir; fakat gıybet yasaklanmıştır. Dedikodu da (nemime} doğrudur, gerçektir; fakat o da yasaklanmıştır. Bir adam eşiyle yatakta başbaşa yaptığı şeyleri açıklasa, onları başkalarına anlatsa, onlarda doğru şeylerdir, gerçektir; fakat onları başkalarına anlatmak günah-î kebâir'dendir, yani büyük günahlardan birisidir Ayrıca, birine toplum içinde (mele') doğru, gerçek sözle nasihat etmek de doğrudur; fakat bu şekilde toplum içinde birine nasihat etmek kesinlikle ayıptır. Böyle birşey ancak cahillerden ve garaz sahiplerinden sadır olur. Çünkü nasihattan amaçlanan fayda, bir yararın sağlanması ve arada bir sevginin husule gelmesidir. Eğer nasihatler toplum içinde yapılırsa, kabul görmez, hatta düşmanlık bile doğurabilir. Allah bu tür davranışı zemmetmiştir, yermiştir. Çünkü bu şekilde toplum içinde açıktan açığa yapılan nasihat, kendisine nasihat edilen kimseyi zor durumda bırakır, onu utandırır ve o konuda yalan söylemek zorunda bırakabilir. Böyle bir davranış büyük bir fesada sebep olabilir. Oysa ki, o nasihati ona yalnız başına olduğu bir zamanda, güzel bir tarzda yapmış olsaydı,
işte o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce izhar etseydi, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa, amacının ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille ona açıklamış olsaydı, hiç kuşkusuz o kimse kendisine teşekkür ederdi, onu severdi ve hayır duada bulunurdu. Böylece o kimse için sonuç hayırlı olurdu. Dolayısıyla o kimse onun ölçüsü (mizan) içinde olurdu. Demek ki, her hak sözü, her doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna, ne şeriat ne yasa ne de örf izin verir.
171. Aynı şekilde, bir kimsenin, insanlara nefret edecekleri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile olsa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah'a karşı hayasızlığa delildir. Çünkü böyle bir kimse kendisinde, Allah'ın razı olmadığı bir ayıbı giderrnekten uzaktır. Eğer o kimse kendi ayıbına bakmakla meşgul olaydı, bu tutumu kendisini başkasının ayıbıyla uğraşmaktan alıkoyardı.
172. Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adetâ onun aldığı nefesleri sayacak kadar herşeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse kendisini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşıyor. Kendi nefsinden gafil oluyor. Oysa ki kendisi için farkına varmaksızın, herhangi bir gün için, onun sadakati zamanındaki bu tutumu onun ruhunda yer eder, nefsinde birikir. Ona ötedenberi duymuş olduğu muhabbeti, onun bu tutumu kapatır. Fakat, zaman geçip de kendi nefsinde arkadaşı hakkında en ufak bir çirkinlik (kerahet) görünce ya da ondan bir bıkkınlık ve usanç duyunca, ya da onun hakkında kendisinden bir yanılgı sudur edince, o zaman kendisinde birikmiş halde duran onun bütün kusurlarını, kabahatlerini ortaya çıkarır.O çirkinlikler kabahatler kendisinde gizli halde durmaktaydı ve onları kendi nefsinde, tetebbuunda biriktirmişti. Bu durumda, arkadaşını paylama sırasında ona herşeyi sayıp döker ve «Sen falan gün şöyle şöyle demedin mi? Falan gün şunu şunu yapmadın mı?» der. Sonra, içinde biriktirdiği şeyleri teker teker sayıp dökünce, ona şöyle der: «Bütün bunlar dinin azlığına ya da dinin yokluğunu delildir; ben sende bütün bunları görüvordum ve diyordum ki, umulur ki onun bunda bir gerekçesi (vech) vardır. O konuda Şeriatta senin için bir gerekçe yoktur.» Ve bu , doğru sözün ihtilafıdır. Sonra, kötü gördüğü.; gafil olduğu, üzerinde nefeslerini saydığı şeylerin hepsini duyurur. Bu kez arkadaşı ya da dostu ona en büyük düşmanlardan biri olarak görünür. Bütün bunların aslı, kötü huyları, kusurları ve ayıpları için kendi tetebbuundandır, ayrıca kendi nefsinde biriktirmiş olduğu birikimlerindendir. Bu ise kötü tabiata, asıl ve füru'unun alçaklığına bir delildir. Bu tür tutumlar dostlar arasında çok sık görülen şeylerdir. Bu konuda bir şiirde şöyle denilmektedir:
Düşmanından bir kez sakın,
Dostundan bin kez sakın!
Çünkü dostluğunuz bozulursa şayet bir gün,
Sana nasıl zarar vereceğini çok iyi bilir dostun!
İşte, bütün bunlar bir vebaldir. Bu sözler doğru bile olsa söyleyen üzerine tekrar döner gelir.
173. Söz hastalıklarından biri de, insanların hallerini ve ne yaptıklarını sorup sual etmektir. Falan niçin geldi? Falar niçin gitti? gibi kendini ilgilendirmeyen şeyleri sormaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı bir esnada, insanın ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması, soruşturmasıdır. Bunun ilacı Allah'ın Resulü sallallahü aleyhi ve sellem'i davranışında taklit etmektir. Hz. Peygamber savaş dönüşünde, ailesini yanına geceleyin gelmemiştir. Geceleyin ansızın, haber vermeden ailelerinin yanına girmesinler diye, sahabelerini bundan sakındırmıştır, olur ya hoşlanmayacakları çirkin bir durumm görebilirler. Gizli şeylerin örtülü, saklı kalması için bir yere girerken izin istemek de bu babdandır. Çünkü o, herkesin anlatmak istemediği bir şeyleri (hünât) olduğunu biliyordu. İnsan, yaptığı şeyler iyilik bile olsa, yaptığı herşeyin tamamının başkası tarafından bilinmesini istemez. Eğer bu soru soran kimse onunla ilgili bilgileri sormaya devam etse, soru sorulan kişiyi, istemediği şeyleri söylemeye veya yalana mecbur eder. Eğer konuşmazsa, devamlı soru soran kimse üzerinde bir diken etkisi bırakır. «Eğer onun benden gizlemiş olduğu şeyler konusunda, onun yerinde ben olsaydım, bunu ona sormazdım» der. Böylece ona beslemiş olduğu sevginin samimiyetinden bir şeyler eksilir. Eğer onun için kendi nefsinde bir töhmet hasıl olsa, o töhmet onu böyle bir fiile, böyle bir davranışa götürürdü. Ne şer'an ne aklen ne de görgü kurallarına göre bu, onun için uygun değildir. Bu, nadiren vuku bulan bir durumdur. Bu, ancak kalbi pis, dini zayıf, kötü ahlâklı kimselerde görülür. Nitekim, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, onun müslümanlığının güzeliğindendir» (Tirmizî, Zühd, 11; A. İ. Hanbel, 1/201)
174. Söz hastalıklarından biri de insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyilik yaptığı şahsa iyiliğini başa kakma suretiyle söylemesidir. İyiliği başa kakma ise, bir eziyettir. Bunun ilacı şudur: Bu kötü durum insanın başına gelince, nimetleri veren Allah bunun karşılığını boşa çıkarır. Hiç kuşkusuz Allah Telala bu tür bir ameli iptal eder. Nitekim şöyle buyurmaktadır: «Ey iman edenler! Malını gösteriş için infak eden gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin, boşa çıkarmayın» (Kur'an, Bakara, 2/264). İyiliği başa kakmaktan daha büyük bir eziyet var mıdır? Çünkü bu nefsî (ruhî) bir eziyettir. Bunun ilacı ise, insanın elinde bulunan imkanların, Allah'ın ilminde ne ise o şekilde kendisine bir nimet olarak verildiğini ve bu iyiliklerin, bu nimetlerin ancak bir emanet olarak kendi elinde bulunduğunu, onların gerçek sahibini henüz tanımadığını idrak etmektedir. O nimetleri, işin aslında Allah'ın belirlediği kimselere vermek suretiyle elinden çıkardığı zaman, işte ancak o zaman, o emanetin gerçek sahibini tanımış olur. Emaneti ehline teslim etmiş olduğu içir Allah'a şükreder. Kim bu görüşle, bu düşünceyle iyilik yaparsa, ondan asla eziyet doğmaz.
175. Söz hastalıklarından biri de aynı şekilde şudur: Bir insan kendi nefsinde tasarladığı bir işten dolayı çocuklarından; bazısına bir iyilik yapar ve aynı iyiliği diğer çocuklarına yapmaz. Birisi gelip de kendisine, iyilik yapmadığı çocuklarının, huzurunda, «Niçin aynı iyiliği bu çocuklara da yapmadın?” der. İşte, bu tür bir söz gerçekten fuzûli bir kelâmdır, lüzumsuz bir sözdür. Bu sözü, çocuğunun yanında söylemesi çok yersiz bir davranıştır, çünkü bu çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur. Böyle bir davranış ancak cahil bir kimseden vaki olur. Çok lüzumsuz sözler sarfetmek şeytani sözler sarfetmektir. Böyle davranışlar vaki olduktan sonra, onların bir ilacı da yoktur; fakat vaki olmadan önce olursa, o zaman bunun ilacı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in sözündedir. O şöyle buyurmaktadır: «Kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, kişinin İslâm'ının güzeliğindendir» (Tirmizî).
176. Aynı şekilde, söz hastalıklarından biri de bir insanın «Ben doğruyu söylerim; bunu duyan kimseye zor gelecekmiş, buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz» demesidir. Peki fuzûli kelâma bakması ve lüzumsuz sözlerin alanlarıyla (mevatın) ilgilenmesi ona zor gelmez mi? «Ben falana doğruyu söyledim; bunu duymak ona zor geldi» der. Kendi nefsini temize çıkarır ve başkasını yaralar ve incitir; ayrıca Allah'ın şu sözünü unutur: «Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının (necvâhüm) çoğunda hayır yoktur» (Kur'an, Nisa, 4/114) Bu ayet bu hastalığın ilacıdır. Bunun da yerleri vardır, ayrıca özel bir sıfatı vardır. Bu ise, bir kimseye gizlice sadaka vermesini bildiren sözler söylemektir, açıktan, herkesin içinde sadaka vermeyi değil. Çünkü açıktan sadaka vermek de o kimsenin farkına varmadığı bir hastalıktır, çünkü o zaman o sadakayı Allah'tan başkası için veriyor duruma düşer. «Onların , konuşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak sadaka vermeyi emreden kimseninki müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114). Evet, bu ayet bir ilaçtır. Daha sonra, Allah «ya da iyiliği emreden kimsenin sözü müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114) diye buyurdu. İyiliği emreden sözün de nerede, nasıl sarfedileceğini Allah bildirmiştir. Bu sözü söyleyen kişi, onu dinleyen hakkında bir fayda hasıl olmasını umar. Bunun anlamı budur, ya da iyiliği emreden söz (maruf) budur. Öyleyse, kim böyle yapmazsa, o kimse ilim sahibi olduğunu iddia etse bile cahildir. Daha sonra Allah "ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyen kimsenin sözü müstesna" diye buyurmaktadır. Bu tarz bir konuşma yapan kimsee bilir ki, Allah'ın muradı insanlar arasında sevginin ve saygının oluşmasıdır. O kimse bu uğurda çalışır, gayret eder. Eğer konuşan kimse sözü yerinde kullanmazsa, o zaman çatışmaya, kızgınlığa, nefrete ve tepkiye neden olur. Bütün bunlardan sonra, Allah bu ayetin sonunda, konuşmayı yapan, sözü söyleyen kimse hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İşte kim bunu Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa, o zaman biz ona büyük bir ecir veririz » (Kur'an, Nisa, 4/114). Bu ancak, nelerin Allah'ı razı edeceğini, nelerin Allah'ı razı etmeyeceğini bilen kimselerin yapacağı bir iştir, ki bu da Allah'ın Kendi Kitabında ve Resulünün dilinde bildirdiği Şeriatın bilinmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bir insan konuşmak istediği zaman, bu alanda her açıdan Allah'ın razı olacağı bir tarzda konuşup konuşmadığına bakar. Eğer konuşmasında, bir kimse hakkında bir açıdan kötü konuştuğunu görürse, konuşmasının tümü Allah katında gayri makbuldür, yani kabul görmez. Allah o konuşmadan razı olmaz. Çünkü O, parçalanmayı (tecezzi) da bölünmeyi (inkisam) de hoş görmez. Bu galat bir mevzudur, ilacı da söylediğimiz meşru amelleri yapmak ve Allah'ın nelerden razı olacağını iyi bilmektir.
177. Aynı şekilde söz hastalıklarından biri de, geneli kapsamaksızın, devlet adamlarından (sultan) biri ya da bir başkası olabilir, muayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü (münker) iyilik olarak sunmaktır. Bunun ilacı, bu konudaki ölçüyü bilmektir ve kendi nefsinde her türlü kötülükten aklanmasıdır, çünkü şeriatın onu o şahıs üzerinde, kendi mezhebinde ve içtihadında bir kötülük olarak gördüğünü bilir, onu değiştirmez ve onu kendi dışındaki kimse nezdinde kötü ve kendi nezdinde mübah olarak değerlendirmez. Sonra, kendi nezdinde kötülük olan kimse, kendi üzerindeki bu kötülüğü değiştiren kimsenin kendi yanında tanınmış biri olup olmadığına bakar, tıpkı Hanefîler nezdinde, hurmadan elde edilen "hurma şarabı" (nebîz) gibi. Nezdinde hurma şarabı haram olan bir hanefî onu içerken ya da onunla abdest alırken bir kimseyi görse, özellikle onun haramlığına inanan bir kimse üzerinde bunu değiştirir ya da o kimse üzerinde bulunan kötülükten sayılır, işte, ölçü budur.
178. Bu söz hastalıklarının ayrıntıları pek çoktur. Söz hastalıklarını ve ilaçlarını iki kategoride toplayabiliriz: Birincisi sükut etmek istediğin zaman konuşman; ve konuşmak istediğin zaman da susmandır; ikincisi ise,- sükut ettiğin zaman eğer Allah'a asi olacaksan, ancak o zaman konuşmandır; eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın! Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın, çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilacı da yoktur; fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapan insan, o başka; Ölçü (zabit) budur!
FİİL HASTALIKLARI
179. Fiil hastalıkları, herhangi bir fiili, örneğin namaz gibi bir ibadeti, toplum içinde, yalnız başına eda ettiğinden daha güzel bir şekilde eda etmendir. Hz. Peygamber sallallhu aleyhi ve sellem böyle bir fiil konusunda toplum içinde namazını güzel kılan, fakat yalnız basınayken namazını kötü kılan bir insan hakkında şöyle buyurmaktadır: «Bu bir ciddiyetsizliktir ki o adam Rabbini ciddiye almamıştır, o hareketiyle. » Bu,
en şiddetli, en zor nefsi hastalıklardan biridir. Bunun ilacı ise,’’Acaba o, olanları Allah'ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?»(Kur’an, Alak, 96/14); «Allah sizin gizlinizi de, açığınızı da bilir.» (Kur’an, Enam, 6/3); «Oysa ki, asıl kendisinden korkulmaya layık olan Allah'tır» (Kur'an, Ahzab, 33/37; Tövbe, 9/13) gibi ayetler ve haberlerdir. Bunun bir başka ilacı daha vardır, fakat o ilacın terkibi çok zordur; bu, o kimsenin amelini güzelleştirmeye niyetlenmesidir; cahilin bilmediği şeyleri öğrenmesidir; gafilin, gaflet ettiği şeyleri hatırlamasıdır.
180. Aynı şekilde fiil hastalıklarından biri de, insanlar yüzünden amelin terk edilmesidir. Bu, cemaat nezdinde riyadır. Aslında insanlar nedeniyle bir ameli terketmek, Allah ehli olan üstadlar nezdinde bir riya değil, bir şirktir, Allah'a ortak koşmadır. Bunun ilacı da, «Sizi de, sizin yaptığınız şeyleri de Allah yarattı» (Kur'an, Sâffat, 37/96) ,ayeti ve buna benzer diğer ayetlerdir. Öyleyse bu hususları iyi Öğren, iyi bil!
HAL HASTALIKLARI
181. Hal hastalıklarından biri, bir kimsenin insanlar arasında "bu da iyi insanlardandır" diye bilinip şöhrete kavuşması için, iyi insanlarla (salihîn) arkadaşlık yapmasıdır. Oysa ki o, gerçekte kendi şehevî arzularıyla beraber yaşamaktadır. Aslında o, ya bir kadına (cariye) ya da bir delikanlıya (gulâm) aşık olmuştur; bunu onlar bir işitecek olsalar!... Tabii ki toplum (cemaat) bunu bilmez. Ona bir coşku, bir vecd gelir ve kendi içinde saklayıp düşündüğü kimseye duyduğu ilgi nedeniyle, onda bu coşku hali galebe çalar. Oraya buraya gider gelir, durmadan hareket eder, bağırır çağırır; çığlıklar atar; güçlükle nefes alıp verir. Kimi zaman da "Allah! Allah!" ya da “Hüve! Hüve!" diyerek hu çeker. Ayrıca Allah ehlinin işaretleriyle işaretler yapar. Onu bu halde gören toplum da sahih bir vecd, bir coşku ve sahih bir hal sahibi olmasıyla birlikte onun bu halinin ilâhi bir hal olduğuna inanır, fakat bu tür, kimselerde bunu ilacı «Nefsini kirleten, zarar etmiştir» (Kur’an,eş-Şems, 91/10) ayeti ve buna benzer diğer ayetler ve ilahi haberlerdir.
182. Aynı şekilde hal hastalıklarından biri de kendi imkânı dahilinde olmayan giysileri giyinmektir. Bunun ilacı ise, kendi imkânı dahilinde olan, kendine helâl olan giysileri ve benzeri şeyleri giymektir.
İşte, kim bu hastalıkları ve bunların ilaçlarını bilip tanıra ve o ilaçları kendi nefsinde uygularsa, onlardan büyük olçüde yararlanır.
İbn Arabi-Marifet ve Hikmet adlı kitaptan-İz yayıncılık
işte o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce izhar etseydi, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa, amacının ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille ona açıklamış olsaydı, hiç kuşkusuz o kimse kendisine teşekkür ederdi, onu severdi ve hayır duada bulunurdu. Böylece o kimse için sonuç hayırlı olurdu. Dolayısıyla o kimse onun ölçüsü (mizan) içinde olurdu. Demek ki, her hak sözü, her doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna, ne şeriat ne yasa ne de örf izin verir.
171. Aynı şekilde, bir kimsenin, insanlara nefret edecekleri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile olsa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah'a karşı hayasızlığa delildir. Çünkü böyle bir kimse kendisinde, Allah'ın razı olmadığı bir ayıbı giderrnekten uzaktır. Eğer o kimse kendi ayıbına bakmakla meşgul olaydı, bu tutumu kendisini başkasının ayıbıyla uğraşmaktan alıkoyardı.
172. Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adetâ onun aldığı nefesleri sayacak kadar herşeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse kendisini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşıyor. Kendi nefsinden gafil oluyor. Oysa ki kendisi için farkına varmaksızın, herhangi bir gün için, onun sadakati zamanındaki bu tutumu onun ruhunda yer eder, nefsinde birikir. Ona ötedenberi duymuş olduğu muhabbeti, onun bu tutumu kapatır. Fakat, zaman geçip de kendi nefsinde arkadaşı hakkında en ufak bir çirkinlik (kerahet) görünce ya da ondan bir bıkkınlık ve usanç duyunca, ya da onun hakkında kendisinden bir yanılgı sudur edince, o zaman kendisinde birikmiş halde duran onun bütün kusurlarını, kabahatlerini ortaya çıkarır.O çirkinlikler kabahatler kendisinde gizli halde durmaktaydı ve onları kendi nefsinde, tetebbuunda biriktirmişti. Bu durumda, arkadaşını paylama sırasında ona herşeyi sayıp döker ve «Sen falan gün şöyle şöyle demedin mi? Falan gün şunu şunu yapmadın mı?» der. Sonra, içinde biriktirdiği şeyleri teker teker sayıp dökünce, ona şöyle der: «Bütün bunlar dinin azlığına ya da dinin yokluğunu delildir; ben sende bütün bunları görüvordum ve diyordum ki, umulur ki onun bunda bir gerekçesi (vech) vardır. O konuda Şeriatta senin için bir gerekçe yoktur.» Ve bu , doğru sözün ihtilafıdır. Sonra, kötü gördüğü.; gafil olduğu, üzerinde nefeslerini saydığı şeylerin hepsini duyurur. Bu kez arkadaşı ya da dostu ona en büyük düşmanlardan biri olarak görünür. Bütün bunların aslı, kötü huyları, kusurları ve ayıpları için kendi tetebbuundandır, ayrıca kendi nefsinde biriktirmiş olduğu birikimlerindendir. Bu ise kötü tabiata, asıl ve füru'unun alçaklığına bir delildir. Bu tür tutumlar dostlar arasında çok sık görülen şeylerdir. Bu konuda bir şiirde şöyle denilmektedir:
Düşmanından bir kez sakın,
Dostundan bin kez sakın!
Çünkü dostluğunuz bozulursa şayet bir gün,
Sana nasıl zarar vereceğini çok iyi bilir dostun!
İşte, bütün bunlar bir vebaldir. Bu sözler doğru bile olsa söyleyen üzerine tekrar döner gelir.
173. Söz hastalıklarından biri de, insanların hallerini ve ne yaptıklarını sorup sual etmektir. Falan niçin geldi? Falar niçin gitti? gibi kendini ilgilendirmeyen şeyleri sormaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı bir esnada, insanın ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması, soruşturmasıdır. Bunun ilacı Allah'ın Resulü sallallahü aleyhi ve sellem'i davranışında taklit etmektir. Hz. Peygamber savaş dönüşünde, ailesini yanına geceleyin gelmemiştir. Geceleyin ansızın, haber vermeden ailelerinin yanına girmesinler diye, sahabelerini bundan sakındırmıştır, olur ya hoşlanmayacakları çirkin bir durumm görebilirler. Gizli şeylerin örtülü, saklı kalması için bir yere girerken izin istemek de bu babdandır. Çünkü o, herkesin anlatmak istemediği bir şeyleri (hünât) olduğunu biliyordu. İnsan, yaptığı şeyler iyilik bile olsa, yaptığı herşeyin tamamının başkası tarafından bilinmesini istemez. Eğer bu soru soran kimse onunla ilgili bilgileri sormaya devam etse, soru sorulan kişiyi, istemediği şeyleri söylemeye veya yalana mecbur eder. Eğer konuşmazsa, devamlı soru soran kimse üzerinde bir diken etkisi bırakır. «Eğer onun benden gizlemiş olduğu şeyler konusunda, onun yerinde ben olsaydım, bunu ona sormazdım» der. Böylece ona beslemiş olduğu sevginin samimiyetinden bir şeyler eksilir. Eğer onun için kendi nefsinde bir töhmet hasıl olsa, o töhmet onu böyle bir fiile, böyle bir davranışa götürürdü. Ne şer'an ne aklen ne de görgü kurallarına göre bu, onun için uygun değildir. Bu, nadiren vuku bulan bir durumdur. Bu, ancak kalbi pis, dini zayıf, kötü ahlâklı kimselerde görülür. Nitekim, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, onun müslümanlığının güzeliğindendir» (Tirmizî, Zühd, 11; A. İ. Hanbel, 1/201)
174. Söz hastalıklarından biri de insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyilik yaptığı şahsa iyiliğini başa kakma suretiyle söylemesidir. İyiliği başa kakma ise, bir eziyettir. Bunun ilacı şudur: Bu kötü durum insanın başına gelince, nimetleri veren Allah bunun karşılığını boşa çıkarır. Hiç kuşkusuz Allah Telala bu tür bir ameli iptal eder. Nitekim şöyle buyurmaktadır: «Ey iman edenler! Malını gösteriş için infak eden gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin, boşa çıkarmayın» (Kur'an, Bakara, 2/264). İyiliği başa kakmaktan daha büyük bir eziyet var mıdır? Çünkü bu nefsî (ruhî) bir eziyettir. Bunun ilacı ise, insanın elinde bulunan imkanların, Allah'ın ilminde ne ise o şekilde kendisine bir nimet olarak verildiğini ve bu iyiliklerin, bu nimetlerin ancak bir emanet olarak kendi elinde bulunduğunu, onların gerçek sahibini henüz tanımadığını idrak etmektedir. O nimetleri, işin aslında Allah'ın belirlediği kimselere vermek suretiyle elinden çıkardığı zaman, işte ancak o zaman, o emanetin gerçek sahibini tanımış olur. Emaneti ehline teslim etmiş olduğu içir Allah'a şükreder. Kim bu görüşle, bu düşünceyle iyilik yaparsa, ondan asla eziyet doğmaz.
175. Söz hastalıklarından biri de aynı şekilde şudur: Bir insan kendi nefsinde tasarladığı bir işten dolayı çocuklarından; bazısına bir iyilik yapar ve aynı iyiliği diğer çocuklarına yapmaz. Birisi gelip de kendisine, iyilik yapmadığı çocuklarının, huzurunda, «Niçin aynı iyiliği bu çocuklara da yapmadın?” der. İşte, bu tür bir söz gerçekten fuzûli bir kelâmdır, lüzumsuz bir sözdür. Bu sözü, çocuğunun yanında söylemesi çok yersiz bir davranıştır, çünkü bu çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur. Böyle bir davranış ancak cahil bir kimseden vaki olur. Çok lüzumsuz sözler sarfetmek şeytani sözler sarfetmektir. Böyle davranışlar vaki olduktan sonra, onların bir ilacı da yoktur; fakat vaki olmadan önce olursa, o zaman bunun ilacı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in sözündedir. O şöyle buyurmaktadır: «Kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, kişinin İslâm'ının güzeliğindendir» (Tirmizî).
176. Aynı şekilde, söz hastalıklarından biri de bir insanın «Ben doğruyu söylerim; bunu duyan kimseye zor gelecekmiş, buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz» demesidir. Peki fuzûli kelâma bakması ve lüzumsuz sözlerin alanlarıyla (mevatın) ilgilenmesi ona zor gelmez mi? «Ben falana doğruyu söyledim; bunu duymak ona zor geldi» der. Kendi nefsini temize çıkarır ve başkasını yaralar ve incitir; ayrıca Allah'ın şu sözünü unutur: «Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının (necvâhüm) çoğunda hayır yoktur» (Kur'an, Nisa, 4/114) Bu ayet bu hastalığın ilacıdır. Bunun da yerleri vardır, ayrıca özel bir sıfatı vardır. Bu ise, bir kimseye gizlice sadaka vermesini bildiren sözler söylemektir, açıktan, herkesin içinde sadaka vermeyi değil. Çünkü açıktan sadaka vermek de o kimsenin farkına varmadığı bir hastalıktır, çünkü o zaman o sadakayı Allah'tan başkası için veriyor duruma düşer. «Onların , konuşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak sadaka vermeyi emreden kimseninki müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114). Evet, bu ayet bir ilaçtır. Daha sonra, Allah «ya da iyiliği emreden kimsenin sözü müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114) diye buyurdu. İyiliği emreden sözün de nerede, nasıl sarfedileceğini Allah bildirmiştir. Bu sözü söyleyen kişi, onu dinleyen hakkında bir fayda hasıl olmasını umar. Bunun anlamı budur, ya da iyiliği emreden söz (maruf) budur. Öyleyse, kim böyle yapmazsa, o kimse ilim sahibi olduğunu iddia etse bile cahildir. Daha sonra Allah "ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyen kimsenin sözü müstesna" diye buyurmaktadır. Bu tarz bir konuşma yapan kimsee bilir ki, Allah'ın muradı insanlar arasında sevginin ve saygının oluşmasıdır. O kimse bu uğurda çalışır, gayret eder. Eğer konuşan kimse sözü yerinde kullanmazsa, o zaman çatışmaya, kızgınlığa, nefrete ve tepkiye neden olur. Bütün bunlardan sonra, Allah bu ayetin sonunda, konuşmayı yapan, sözü söyleyen kimse hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İşte kim bunu Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa, o zaman biz ona büyük bir ecir veririz » (Kur'an, Nisa, 4/114). Bu ancak, nelerin Allah'ı razı edeceğini, nelerin Allah'ı razı etmeyeceğini bilen kimselerin yapacağı bir iştir, ki bu da Allah'ın Kendi Kitabında ve Resulünün dilinde bildirdiği Şeriatın bilinmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bir insan konuşmak istediği zaman, bu alanda her açıdan Allah'ın razı olacağı bir tarzda konuşup konuşmadığına bakar. Eğer konuşmasında, bir kimse hakkında bir açıdan kötü konuştuğunu görürse, konuşmasının tümü Allah katında gayri makbuldür, yani kabul görmez. Allah o konuşmadan razı olmaz. Çünkü O, parçalanmayı (tecezzi) da bölünmeyi (inkisam) de hoş görmez. Bu galat bir mevzudur, ilacı da söylediğimiz meşru amelleri yapmak ve Allah'ın nelerden razı olacağını iyi bilmektir.
177. Aynı şekilde söz hastalıklarından biri de, geneli kapsamaksızın, devlet adamlarından (sultan) biri ya da bir başkası olabilir, muayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü (münker) iyilik olarak sunmaktır. Bunun ilacı, bu konudaki ölçüyü bilmektir ve kendi nefsinde her türlü kötülükten aklanmasıdır, çünkü şeriatın onu o şahıs üzerinde, kendi mezhebinde ve içtihadında bir kötülük olarak gördüğünü bilir, onu değiştirmez ve onu kendi dışındaki kimse nezdinde kötü ve kendi nezdinde mübah olarak değerlendirmez. Sonra, kendi nezdinde kötülük olan kimse, kendi üzerindeki bu kötülüğü değiştiren kimsenin kendi yanında tanınmış biri olup olmadığına bakar, tıpkı Hanefîler nezdinde, hurmadan elde edilen "hurma şarabı" (nebîz) gibi. Nezdinde hurma şarabı haram olan bir hanefî onu içerken ya da onunla abdest alırken bir kimseyi görse, özellikle onun haramlığına inanan bir kimse üzerinde bunu değiştirir ya da o kimse üzerinde bulunan kötülükten sayılır, işte, ölçü budur.
178. Bu söz hastalıklarının ayrıntıları pek çoktur. Söz hastalıklarını ve ilaçlarını iki kategoride toplayabiliriz: Birincisi sükut etmek istediğin zaman konuşman; ve konuşmak istediğin zaman da susmandır; ikincisi ise,- sükut ettiğin zaman eğer Allah'a asi olacaksan, ancak o zaman konuşmandır; eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın! Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın, çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilacı da yoktur; fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapan insan, o başka; Ölçü (zabit) budur!
FİİL HASTALIKLARI
179. Fiil hastalıkları, herhangi bir fiili, örneğin namaz gibi bir ibadeti, toplum içinde, yalnız başına eda ettiğinden daha güzel bir şekilde eda etmendir. Hz. Peygamber sallallhu aleyhi ve sellem böyle bir fiil konusunda toplum içinde namazını güzel kılan, fakat yalnız basınayken namazını kötü kılan bir insan hakkında şöyle buyurmaktadır: «Bu bir ciddiyetsizliktir ki o adam Rabbini ciddiye almamıştır, o hareketiyle. » Bu,
en şiddetli, en zor nefsi hastalıklardan biridir. Bunun ilacı ise,’’Acaba o, olanları Allah'ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?»(Kur’an, Alak, 96/14); «Allah sizin gizlinizi de, açığınızı da bilir.» (Kur’an, Enam, 6/3); «Oysa ki, asıl kendisinden korkulmaya layık olan Allah'tır» (Kur'an, Ahzab, 33/37; Tövbe, 9/13) gibi ayetler ve haberlerdir. Bunun bir başka ilacı daha vardır, fakat o ilacın terkibi çok zordur; bu, o kimsenin amelini güzelleştirmeye niyetlenmesidir; cahilin bilmediği şeyleri öğrenmesidir; gafilin, gaflet ettiği şeyleri hatırlamasıdır.
180. Aynı şekilde fiil hastalıklarından biri de, insanlar yüzünden amelin terk edilmesidir. Bu, cemaat nezdinde riyadır. Aslında insanlar nedeniyle bir ameli terketmek, Allah ehli olan üstadlar nezdinde bir riya değil, bir şirktir, Allah'a ortak koşmadır. Bunun ilacı da, «Sizi de, sizin yaptığınız şeyleri de Allah yarattı» (Kur'an, Sâffat, 37/96) ,ayeti ve buna benzer diğer ayetlerdir. Öyleyse bu hususları iyi Öğren, iyi bil!
HAL HASTALIKLARI
181. Hal hastalıklarından biri, bir kimsenin insanlar arasında "bu da iyi insanlardandır" diye bilinip şöhrete kavuşması için, iyi insanlarla (salihîn) arkadaşlık yapmasıdır. Oysa ki o, gerçekte kendi şehevî arzularıyla beraber yaşamaktadır. Aslında o, ya bir kadına (cariye) ya da bir delikanlıya (gulâm) aşık olmuştur; bunu onlar bir işitecek olsalar!... Tabii ki toplum (cemaat) bunu bilmez. Ona bir coşku, bir vecd gelir ve kendi içinde saklayıp düşündüğü kimseye duyduğu ilgi nedeniyle, onda bu coşku hali galebe çalar. Oraya buraya gider gelir, durmadan hareket eder, bağırır çağırır; çığlıklar atar; güçlükle nefes alıp verir. Kimi zaman da "Allah! Allah!" ya da “Hüve! Hüve!" diyerek hu çeker. Ayrıca Allah ehlinin işaretleriyle işaretler yapar. Onu bu halde gören toplum da sahih bir vecd, bir coşku ve sahih bir hal sahibi olmasıyla birlikte onun bu halinin ilâhi bir hal olduğuna inanır, fakat bu tür, kimselerde bunu ilacı «Nefsini kirleten, zarar etmiştir» (Kur’an,eş-Şems, 91/10) ayeti ve buna benzer diğer ayetler ve ilahi haberlerdir.
182. Aynı şekilde hal hastalıklarından biri de kendi imkânı dahilinde olmayan giysileri giyinmektir. Bunun ilacı ise, kendi imkânı dahilinde olan, kendine helâl olan giysileri ve benzeri şeyleri giymektir.
İşte, kim bu hastalıkları ve bunların ilaçlarını bilip tanıra ve o ilaçları kendi nefsinde uygularsa, onlardan büyük olçüde yararlanır.
İbn Arabi-Marifet ve Hikmet adlı kitaptan-İz yayıncılık
1 Şubat 2011 Salı
2040. Dogru yol vardır... fakat pusuda gizlidir. Bulmak için durmadan, dinlenmeden delicesine aramak gerek; böyle arayan bulur!
Dagınıklık, pusuda toplulugu arar... sen hemen bu isteyende istenenin yüzünü gör!
Bagdaki cansız mahsulat, köklerinden sürmüs, yetismistir... onlara diriligi vereni anla!
Hiç müjde verecek biri olmasaydı bu zindandakilerin gözleri, hep kapıya dikilir, kalır mıydı?
Irmak olmasaydı yüz binlerce ırmaga batıp ıslanan olur muydu?
2045.Yanını yere koyup yatamıyor, rahatsız oluyorsun... bil ki evde bir yatagın,
3565. Asagı indin de ondan ayrıldın mı Allah, rahmetiyle o agacı degistirir.
Bu asagıya inme, bu tevazu yüzünden Allah gözüne dogru bir görüs kabiliyeti verir.
Dogru görüs kolay ve bedava olsaydı Mustafa Allahdan bu görüsü diler miydi?
Dedi ki: "Yarabbi, yukarıda olsun, asagıda olsun, her cüzü bana oldugu gibi göster!"
Asagıya indikten sonra yine o agaca çık... çünkü artık o agaç, "OL" emriyle degismis yesermistir.
4.cilt Mesnevi
Dagınıklık, pusuda toplulugu arar... sen hemen bu isteyende istenenin yüzünü gör!
Bagdaki cansız mahsulat, köklerinden sürmüs, yetismistir... onlara diriligi vereni anla!
Hiç müjde verecek biri olmasaydı bu zindandakilerin gözleri, hep kapıya dikilir, kalır mıydı?
Irmak olmasaydı yüz binlerce ırmaga batıp ıslanan olur muydu?
2045.Yanını yere koyup yatamıyor, rahatsız oluyorsun... bil ki evde bir yatagın,
3565. Asagı indin de ondan ayrıldın mı Allah, rahmetiyle o agacı degistirir.
Bu asagıya inme, bu tevazu yüzünden Allah gözüne dogru bir görüs kabiliyeti verir.
Dogru görüs kolay ve bedava olsaydı Mustafa Allahdan bu görüsü diler miydi?
Dedi ki: "Yarabbi, yukarıda olsun, asagıda olsun, her cüzü bana oldugu gibi göster!"
Asagıya indikten sonra yine o agaca çık... çünkü artık o agaç, "OL" emriyle degismis yesermistir.
4.cilt Mesnevi
16 Ocak 2011 Pazar
Mustafa Kemal ve Sultan Süleyman
16.01.2011 - 07:30
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerindeki tartışmalar, giderek Kanunî-Mustafa Kemal ikilisine kayıyor. Bu durumda Mustafa Kemal’in, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılı” ve Kanunî üzerindeki görüşlerini hatırlatmak ilgi çekici olabilir.
Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasını (o tarihteki kimliğiyle) Başkumandan Gazi Mustafa Kemal yapıyor ve bir Osmanlı eleştirisi yapıyor. Gündüz Ökçün’ün yayımladığı (Türkiye İktisat Kongresi, Ankara, SBF, 1971) Kongre belgelerinden (birkaç ifadeyi bugünkü Türkçeye dönüştürerek) aktarıyorum:
“Osmanlı tarihinde bütün gayretler, milletin… gerçek ihtiyaçlarını değil,… kudretli ve azametli padişahlar[ın]… dış siyasetlerine [ait]… ihtiraslarını karşılamak [için] harcanmıştır. Mesela Fatih İstanbul’u zaptettikten,… yani Selçukî Saltanatı ile Şarkî Roma İmparatorluğu’na tevarüs ettikten sonra, Garbî Roma İmoparatorluğu’na da konmak istedi… Bütün milleti bu hedefe doğru sevk etti. Mesela Yavuz Selim, …Asya İmparatorluğunu birleştirerek bütün bir İslam ittihadı meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman bütün Akdeniz’i bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı.”
“Millet kendi …yurdunda hayatını sürdürmek için uğraşmaktan engellenerek diyar diyar dolaştırılıyorken;… fatihler… kılıçla fütuhat yaparken, zaptolunan ülkelerin ahalisi kazandıkları imtiyazlarla sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler, kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara… terk-i mevki etmeğe mahkûmdu. Bu hakikat tarihin her devrinde aynen vâkidir. Mesela Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girdi;… sonunda saban kılıca galip gelerek İngilizler Kanada’ya sahip oldular… Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber sabanın önünde mağlup olup ricate başladıktan sonra, felâketlerin büyüğü başladı.”
Mustafa Kemal’in “unsur-u aslî” (aslî unsur) terimiyle Osmanlı toplumunun ana öğesini oluşturan Anadolu halkını kastettiği açıktır.
***
Konuşmanın yapıldığı tarih ilgi çekicidir. İzmir’in kurtuluşundan beş ay sonra, Lozan Görüşmeleri’ne ara verildiği günlerdeyiz ve Cumhuriyet’in ilanının sekiz ay öncesindeyiz.
Konuşmanın yapıldığı ortam da ilgi çekicidir. İzmir Kongresi “meslekî temsil” ilkesine göre toplanmıştır. Tüccar, çiftçi, sanayici (esnaf-zanaatkâr), amele temsilcilerinden oluşan 1000’i aşkın insan Kongre’ye gelmiştir. Bu atmosferi, Mustafa Kemal’den sonra Kongre’ye hitap eden zamanın İktisat Vekili’nin ifadeleri yansıtıyor:
“Güzel Türkiye’nin ameleleri, sanatkârları, çiftçileri ve tacirleri hoş geldiniz. Hür ve müstakil güzel yurdun yorulmaz, cesur emekçileri; hayatını dişleriyle tırnaklarıyla kazanan ve şimdi hürriyet ve istiklal yolunda şehit düşen yavrularının nerelerde gömülüp kaldığını bilmeyen, bir kırık mezar taşı başında Fatiha okuyabilmek imkânını bile bulamayan çilekeş Türk hanımları hoş geldiniz. Amele hanımlar hoş geldiniz.”
İstanbul işçi temsilcilerinin çoğunlukla İstanbul Tüccar Birliği’nce belirlendiğini biliyoruz; ama, bu uygulama genelleştirilemez. Örneğin Kongre arifesinde yer alan bir gazete haberine göre “İzmir’de muhtelif kurumlarda çalışan kadın amele tarafından kongreye Hayriye, Elif, Emine, Şefika, Münire ve Nigar Hanımlar aday olarak seçilmiştir.” Anlaşılan, İktisat Vekili’nin “hoş geldiniz” diye karşıladığı “amele hanımlar” ifadesi göstermelik değildir.
***
Bu kritik tarihte ve bu ortamda Mustafa Kemal Kongre’ye hitap ederken stratejik hedefini de ima etmiş oluyor. Bu, Sevr’i önlemekten ibaret bir gündemin çok ötsine gitmektedir; “eski düzen”in temelden reddinin öncelik taşıdığı bir program düşünülmektedir.
Ne var ki, Mustafa Kemal, “eski rejim” ile hesaplaşmada kolaya kaçmıyor. Eleştirisini, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çürüme yıllarına odaklanarak; veya Jön Türk geleneğini olduğu gibi izleyerek başlatmıyor. Tam aksine, Osmanlı düzeninin zirvesini temsil eden üç büyük sultanla hesaplaşmaya öncelik veriyor. “Felâketlerin büyüğü” olarak nitelendirdiği siyasi, ekonomik ve toplumsal çöküntülerin kökenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumuyla başlayan ve Kanuni’nin “muhteşem yüzyılı” içinde olgunlaşan yapıda, sistemde arıyor.
Burada, Mustafa Kemal’in tarihi çözümlemesinin doğruluğu-yanlışlığı önemli değildir. Önemli olan, konuşmasının “eski rejime, bir Ortaçağ rejimi olan Osmanlı toplumunun temellerine karşı bir başkaldırı içermesidir. Bu devrimci bir tavırdır ve Avrupa’da Ortaçağ karanlığına son veren demokratik devrimler ile aydınlanma düşüncesi geleneğine Türkiye’yi de ekleme özleminin belirtilerini içermektedir.
***
İşte Siyasi İslâm’ın nefret ettiği Mustafa Kemal budur. Türkiye solcularının önemli bir bölümü ise, tam aksine, buradaki Mustafa Kemal’i aynı nedenlerle sevmişler; takdir etmişlerdir. Milli Mücadele’yi Kongreler (“Şuralar”) örgütleyerek, Meclis’i oluşturarak yönettiği; emperyalizmin Osmanlı devleti üzerindeki vesayetinin son bulmasında; Ortaçağ kurumlarının, hukuk düzeninin tasfiyesinde öncülük yaptığı için; büyük buhranı bir fırsat olarak kullanıp bağımsız bir sanayileşmenin sağlıklı tohumlarının atılmasını mümkün kıldığı için; kısacası devrimci özellikleri nedeniyle onu benimsemişlerdir.
Aynı solcular, yeni Cumhuriyet’in ekonomik güç odaklarınca ve tutucu çevrelerce teslim alınmasına katkı yaptığı; onları önleyemediği, kısacası devrimcilikten uzaklaştığı durumlarda Atatürk’ü ve çevresini sonuna kadar eleştirmekten de sakınmamışlardır.
http://haber.sol.org.tr:80/yazarlar/korkut-boratav/mustafa-kemal-ve-sultan-suleyman-38097
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerindeki tartışmalar, giderek Kanunî-Mustafa Kemal ikilisine kayıyor. Bu durumda Mustafa Kemal’in, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılı” ve Kanunî üzerindeki görüşlerini hatırlatmak ilgi çekici olabilir.
Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasını (o tarihteki kimliğiyle) Başkumandan Gazi Mustafa Kemal yapıyor ve bir Osmanlı eleştirisi yapıyor. Gündüz Ökçün’ün yayımladığı (Türkiye İktisat Kongresi, Ankara, SBF, 1971) Kongre belgelerinden (birkaç ifadeyi bugünkü Türkçeye dönüştürerek) aktarıyorum:
“Osmanlı tarihinde bütün gayretler, milletin… gerçek ihtiyaçlarını değil,… kudretli ve azametli padişahlar[ın]… dış siyasetlerine [ait]… ihtiraslarını karşılamak [için] harcanmıştır. Mesela Fatih İstanbul’u zaptettikten,… yani Selçukî Saltanatı ile Şarkî Roma İmparatorluğu’na tevarüs ettikten sonra, Garbî Roma İmoparatorluğu’na da konmak istedi… Bütün milleti bu hedefe doğru sevk etti. Mesela Yavuz Selim, …Asya İmparatorluğunu birleştirerek bütün bir İslam ittihadı meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman bütün Akdeniz’i bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı.”
“Millet kendi …yurdunda hayatını sürdürmek için uğraşmaktan engellenerek diyar diyar dolaştırılıyorken;… fatihler… kılıçla fütuhat yaparken, zaptolunan ülkelerin ahalisi kazandıkları imtiyazlarla sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler, kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara… terk-i mevki etmeğe mahkûmdu. Bu hakikat tarihin her devrinde aynen vâkidir. Mesela Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girdi;… sonunda saban kılıca galip gelerek İngilizler Kanada’ya sahip oldular… Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber sabanın önünde mağlup olup ricate başladıktan sonra, felâketlerin büyüğü başladı.”
Mustafa Kemal’in “unsur-u aslî” (aslî unsur) terimiyle Osmanlı toplumunun ana öğesini oluşturan Anadolu halkını kastettiği açıktır.
***
Konuşmanın yapıldığı tarih ilgi çekicidir. İzmir’in kurtuluşundan beş ay sonra, Lozan Görüşmeleri’ne ara verildiği günlerdeyiz ve Cumhuriyet’in ilanının sekiz ay öncesindeyiz.
Konuşmanın yapıldığı ortam da ilgi çekicidir. İzmir Kongresi “meslekî temsil” ilkesine göre toplanmıştır. Tüccar, çiftçi, sanayici (esnaf-zanaatkâr), amele temsilcilerinden oluşan 1000’i aşkın insan Kongre’ye gelmiştir. Bu atmosferi, Mustafa Kemal’den sonra Kongre’ye hitap eden zamanın İktisat Vekili’nin ifadeleri yansıtıyor:
“Güzel Türkiye’nin ameleleri, sanatkârları, çiftçileri ve tacirleri hoş geldiniz. Hür ve müstakil güzel yurdun yorulmaz, cesur emekçileri; hayatını dişleriyle tırnaklarıyla kazanan ve şimdi hürriyet ve istiklal yolunda şehit düşen yavrularının nerelerde gömülüp kaldığını bilmeyen, bir kırık mezar taşı başında Fatiha okuyabilmek imkânını bile bulamayan çilekeş Türk hanımları hoş geldiniz. Amele hanımlar hoş geldiniz.”
İstanbul işçi temsilcilerinin çoğunlukla İstanbul Tüccar Birliği’nce belirlendiğini biliyoruz; ama, bu uygulama genelleştirilemez. Örneğin Kongre arifesinde yer alan bir gazete haberine göre “İzmir’de muhtelif kurumlarda çalışan kadın amele tarafından kongreye Hayriye, Elif, Emine, Şefika, Münire ve Nigar Hanımlar aday olarak seçilmiştir.” Anlaşılan, İktisat Vekili’nin “hoş geldiniz” diye karşıladığı “amele hanımlar” ifadesi göstermelik değildir.
***
Bu kritik tarihte ve bu ortamda Mustafa Kemal Kongre’ye hitap ederken stratejik hedefini de ima etmiş oluyor. Bu, Sevr’i önlemekten ibaret bir gündemin çok ötsine gitmektedir; “eski düzen”in temelden reddinin öncelik taşıdığı bir program düşünülmektedir.
Ne var ki, Mustafa Kemal, “eski rejim” ile hesaplaşmada kolaya kaçmıyor. Eleştirisini, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çürüme yıllarına odaklanarak; veya Jön Türk geleneğini olduğu gibi izleyerek başlatmıyor. Tam aksine, Osmanlı düzeninin zirvesini temsil eden üç büyük sultanla hesaplaşmaya öncelik veriyor. “Felâketlerin büyüğü” olarak nitelendirdiği siyasi, ekonomik ve toplumsal çöküntülerin kökenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumuyla başlayan ve Kanuni’nin “muhteşem yüzyılı” içinde olgunlaşan yapıda, sistemde arıyor.
Burada, Mustafa Kemal’in tarihi çözümlemesinin doğruluğu-yanlışlığı önemli değildir. Önemli olan, konuşmasının “eski rejime, bir Ortaçağ rejimi olan Osmanlı toplumunun temellerine karşı bir başkaldırı içermesidir. Bu devrimci bir tavırdır ve Avrupa’da Ortaçağ karanlığına son veren demokratik devrimler ile aydınlanma düşüncesi geleneğine Türkiye’yi de ekleme özleminin belirtilerini içermektedir.
***
İşte Siyasi İslâm’ın nefret ettiği Mustafa Kemal budur. Türkiye solcularının önemli bir bölümü ise, tam aksine, buradaki Mustafa Kemal’i aynı nedenlerle sevmişler; takdir etmişlerdir. Milli Mücadele’yi Kongreler (“Şuralar”) örgütleyerek, Meclis’i oluşturarak yönettiği; emperyalizmin Osmanlı devleti üzerindeki vesayetinin son bulmasında; Ortaçağ kurumlarının, hukuk düzeninin tasfiyesinde öncülük yaptığı için; büyük buhranı bir fırsat olarak kullanıp bağımsız bir sanayileşmenin sağlıklı tohumlarının atılmasını mümkün kıldığı için; kısacası devrimci özellikleri nedeniyle onu benimsemişlerdir.
Aynı solcular, yeni Cumhuriyet’in ekonomik güç odaklarınca ve tutucu çevrelerce teslim alınmasına katkı yaptığı; onları önleyemediği, kısacası devrimcilikten uzaklaştığı durumlarda Atatürk’ü ve çevresini sonuna kadar eleştirmekten de sakınmamışlardır.
http://haber.sol.org.tr:80/yazarlar/korkut-boratav/mustafa-kemal-ve-sultan-suleyman-38097
8 Ocak 2011 Cumartesi
MEVLÂNÂ’NIN FİKRİ HAYATI
http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=215
Abdülbaki GÖLPINARLI
Mevlânâ’ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir.
13 Şubat 2008 ...
Mevlânâ Celâleddin, Hind-İran, Roma-Bizans kaynaklarından gelen, yer yer, eski dinlerin, hattâ yerli halkın inanç ve gelenekleriyle beslenen, sonucu “Hükemâ” denen İslâm filozofları tarafından İslâmîleştirilen, inançlarıyla, nazariyeleriyle, terimleriyle kalıplaşan ve hayalî bir idealizm olan Vahdet-i Vücudcu (Varlık Birliği) tasavvufu, insancı ve moralist bir tarza sokan büyük bir mütefekkirdir. O, idealist bir sistemin verdiği vicdanî huzurla bu birlik âleminde kendinden geçmez, ferdiyetini terk eder, insanlara yayılır. Ona göre; bütün aykırılıklar, ayrılıklar, gidiş yollarındadır. Onun inancı, insanı yoklum âlemine çeken, hayallere daldıran bir inanç olmaktan ziyade amelî bir Varlık Birliği inancıdır. Sınırsız bir müsamahayla insanlığı hâkim eden, iyiliği ve hayrı gözeten bir birliktir.
Mevlânâ"ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir. Bir kabın içinde su yoksa denizin ortasında bile olsa batmaz, fakat içinde su olursa batar-gider. Bunun gibi insanın içinde dünya hırsı olmadıkça insan dünya nîmetlerine gark olsa ona hiçbir zarar gelmez, içinde hırs olan batar.
Yunan felsefesini iyiden iyiye bilen Mevlânâ, Heraklit gibi âlemi, hiç durmadan olup biten bir oluş âlemi görür. Onca her an bütün kâinat, yeniden yaratılmada, o an, gene bütün parça-buçuğuyla yokluğa gitmektedir. Kâinat âdeta akan bir nehirdir. Biz hep o nehri görürüz, fakat nehir bütün katreleriyle akıp gitmekte, giden bir daha geri dönmemekte, gelen de hep yeniden-yeniye gelmektedir. Her olay, her şey çeşitli sebeplerin sonucudur, her sonuç da bir başka olaya, bir başka şeye sebeptir. Böylece âlem, her an yenilenmektedir. İnsan da baba beline, ana rahmine düşmeden önce, âlemin zerrelerindeydi, canlılar, bitkiler ve cansızlar âlemindeydi. O, âleme gelmeden önce unsurlardaydı, yâni topraktaydı, sudaydı, ateşteydi, yeldeydi. Ondan önce göklerde, daha önceyse Mutlak Varlık"ın zatî iktizâsı olan ilgisindeydi. İnsan öldükten sonra da maddesi, gene âleme yayılmakta, bu suretle de âlem, âdem olmakta, âdem âlem olup durmaktadır.
Bütün dinlerin, bütün mezheplerin üstüne çıkmış olan, fakat zâhiren Hanefî Mezhebine ve tasavvufa bağlı bulunan Mevlânâ"nın cebir ve ihtiyar hususundaki inancı da tam moralist bir inançtır. O, âdeta mezhepte olduğu kadar tasavvufta da bir müçtehittir. Ona göre; cüz"î iradeyi inkâr edip yapılan işlerin, kulun irade ve ihtiyariyle olduğunu kabul eden, Tanrı bilgisinin kulu, bir işi yapmaya cebretmediğini söyleyen Mu"tezile haksızdır. Fakat kulun idare ve ihtiyarını kabul etmeyen Cebrîler de haklı değildir. Bir ok atsak biz yayız, atan Tanrıdır. Fakat feryâdımız nasıl aczimize delâlet ediyorsa utanmamız ve nâdim olmamız da ihtiyârımıza delâlet eder. Gerçek ve Mutlak Varlığa ulaşmayan, benliğinden, bencilliğinden, geçmeyen kişinin, yaptığı işleri Tanrıya isnad etmesi yalancılıktır. Bu çeşit insan, mademki henüz Mutlak Varlık"ta yok olmamıştır; iyiye, hayra çalışması, edebe riayet etmesi, hayrı Tanrıdan bilip kötülüğü kendisine vermesi gerektir. Benliğinden, benciliğinden kurtulan, Mutlak Varlık"a ulaşan kişiye gelince o, cebirden de bahsedebilir, ihtiyardan da; çünkü onun varlığı, nasıl Tanrı varlığıysa ihtiyârı da Tanrı ihtiyârıdır. Görülüyor ki bu, tamamıyla mezhep içinde bir içtihattır. Zâten Mevlânâ, kıyâsı kabul etmemekle, sarhoşun karı boşamasının doğru olmadığını söylemekle de Hanefî Mezhebinde bir müçtehit olduğunu izhâr etmiştir.
Mevlânâ, insan zaafını bildiği için insandan yüz yüze iyilik istemez; niyetinin iyi ve güzel olmasına bakar. O, sebzenin bile saplarıyla tartıldığını bilir. Her şeyin hayra ve olgunluğa doğru gittiğine inandığı gibi, kötülüğün de olgunluğun ve iyiliğin noksanı olduğunu bilir. Yumuşaklığın, yüzlerce ordudan daha kuvvetli olduğunu söylemekle beraber, sorumluluğa da gerçekten taraftardır.
Mevlânâ"ya göre terbiyenin temeli, önce kendini terbiye etmektir. Mevlânâ"nın en ziyade tenkidine uğrayanlar, halkın bilgisizliğini, aczini istismar edenlerdir. Bu yüzden medreseyi tenkid ettiği kadar tekkeleri de, şeyhleri de kınar. Herkesin bir işle meşgul olmasını, elinin emeğiyle geçinmesini, at gibi hür yürümesini, leş gibi halkın omzuna yük olmasını tavsiye eden Mevlânâ"ya göre Tanrıya dayanmak da ancak çalışmak hususundaki dayanaktır.
İnsanı, yaratılışın önü ve sonu görmek, gayesi ve neticesi saymak, tusavvufun temel inançlarındandır. Hattâ bu inanç yüzünden bütün kâinatı kendinde gören, kendini âlemin merkezi bilen, Peygamberle boy ölçüşmeye kalkışan sûfîler çoktur. Mevlânâ"ya göreyse bu inanç bir bencilik halinde değil, içli, derin bir sevgi halinde belirir; o, bütün insanlığa, bütün canlılara, bütün dünyaya yayılmıştır. O, her dini, her inancı, o inançta riya yoksa hoş görür. Olgun kişinin bütün bağlardan, bütün nisbî ve izafî şeylerden mutlak olduğuna inanır. İrade ve ihtiyâr inancında olduğu gibi bu inançta da benlikten, bencilikten geçmiş olmayı şart koşar. Zamanının Ahmed"i olduğunu... belirtir, “Canım bedenimde oldukça seçilmiş Ahmed"e kulum” der, “Benden bundan başka bir söz nakleden olursa ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” diye Muhammed"e bağlılığını bildirerek olağanüstü temkinini belirtir.
Hâsılı Mevlânâ"nın tasavvufu, yalnız mistik ve idealist bir tasavvuf değildir. Sınırlı varlıktan, benlikten, bencilikten tamamıyla sıyrılmak, halka, topluma yayılmak suretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta sınırsız bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde; moral sahadaysa herkesin bir olgun kişiye uymak suretiyle umumî olarak hayra, iyiye, güzele doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realist ve amelî bir karaktere sahip olan bir tasavvuftur.
Mevlânâ, insanın olgunlaşması için aşka, cezbeye, aşkı ve cezbeyi beslemek için de raksa ve müziğe ilâhî bir önem vermiş, âdeta dinde bir reform yapmıştır. Mevlânâ"dan önceki sûfilerde, hattâ Yunan filozoflarında, iptidaî dinlerde bile raksa ve müziğe önem verilmiştir. Aşk ve cezbe, bütün Melâmet erbâbınca sülûkun, yâni olgunluk yolculuğunun, mânevî yolculuğun bir temelidir. Fakat Mevlânâ"nın bunlara verdiği önem büsbütün başkadır. Olgun insana karşı duyulan sınırsız aşk, bütün benliği, benciliği yıkan tek şeydir. Müzikse insanların dillerini birleştiren, ruhlarını yıkayan, onları ayıplardan, kirlerden arıtan ilâhî bir aşk ifadesidir; aşk çağlayanıdır. Zaten kendisi de, oğlu da, torunu da rebap çalmadadır...
Tarih Coğrafya Dünyası Mevlânâ Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, Sayı: 12, Cild: 2, s. 406-409
Abdülbaki GÖLPINARLI
Mevlânâ’ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir.
13 Şubat 2008 ...
Mevlânâ Celâleddin, Hind-İran, Roma-Bizans kaynaklarından gelen, yer yer, eski dinlerin, hattâ yerli halkın inanç ve gelenekleriyle beslenen, sonucu “Hükemâ” denen İslâm filozofları tarafından İslâmîleştirilen, inançlarıyla, nazariyeleriyle, terimleriyle kalıplaşan ve hayalî bir idealizm olan Vahdet-i Vücudcu (Varlık Birliği) tasavvufu, insancı ve moralist bir tarza sokan büyük bir mütefekkirdir. O, idealist bir sistemin verdiği vicdanî huzurla bu birlik âleminde kendinden geçmez, ferdiyetini terk eder, insanlara yayılır. Ona göre; bütün aykırılıklar, ayrılıklar, gidiş yollarındadır. Onun inancı, insanı yoklum âlemine çeken, hayallere daldıran bir inanç olmaktan ziyade amelî bir Varlık Birliği inancıdır. Sınırsız bir müsamahayla insanlığı hâkim eden, iyiliği ve hayrı gözeten bir birliktir.
Mevlânâ"ya göre dünya kötü değildir; hattâ para-pul, çoluk-çocuk, dünya değildir; dünya, Tanrıdan, gerçek varlıktan gaflet etmektir. Bir kabın içinde su yoksa denizin ortasında bile olsa batmaz, fakat içinde su olursa batar-gider. Bunun gibi insanın içinde dünya hırsı olmadıkça insan dünya nîmetlerine gark olsa ona hiçbir zarar gelmez, içinde hırs olan batar.
Yunan felsefesini iyiden iyiye bilen Mevlânâ, Heraklit gibi âlemi, hiç durmadan olup biten bir oluş âlemi görür. Onca her an bütün kâinat, yeniden yaratılmada, o an, gene bütün parça-buçuğuyla yokluğa gitmektedir. Kâinat âdeta akan bir nehirdir. Biz hep o nehri görürüz, fakat nehir bütün katreleriyle akıp gitmekte, giden bir daha geri dönmemekte, gelen de hep yeniden-yeniye gelmektedir. Her olay, her şey çeşitli sebeplerin sonucudur, her sonuç da bir başka olaya, bir başka şeye sebeptir. Böylece âlem, her an yenilenmektedir. İnsan da baba beline, ana rahmine düşmeden önce, âlemin zerrelerindeydi, canlılar, bitkiler ve cansızlar âlemindeydi. O, âleme gelmeden önce unsurlardaydı, yâni topraktaydı, sudaydı, ateşteydi, yeldeydi. Ondan önce göklerde, daha önceyse Mutlak Varlık"ın zatî iktizâsı olan ilgisindeydi. İnsan öldükten sonra da maddesi, gene âleme yayılmakta, bu suretle de âlem, âdem olmakta, âdem âlem olup durmaktadır.
Bütün dinlerin, bütün mezheplerin üstüne çıkmış olan, fakat zâhiren Hanefî Mezhebine ve tasavvufa bağlı bulunan Mevlânâ"nın cebir ve ihtiyar hususundaki inancı da tam moralist bir inançtır. O, âdeta mezhepte olduğu kadar tasavvufta da bir müçtehittir. Ona göre; cüz"î iradeyi inkâr edip yapılan işlerin, kulun irade ve ihtiyariyle olduğunu kabul eden, Tanrı bilgisinin kulu, bir işi yapmaya cebretmediğini söyleyen Mu"tezile haksızdır. Fakat kulun idare ve ihtiyarını kabul etmeyen Cebrîler de haklı değildir. Bir ok atsak biz yayız, atan Tanrıdır. Fakat feryâdımız nasıl aczimize delâlet ediyorsa utanmamız ve nâdim olmamız da ihtiyârımıza delâlet eder. Gerçek ve Mutlak Varlığa ulaşmayan, benliğinden, bencilliğinden, geçmeyen kişinin, yaptığı işleri Tanrıya isnad etmesi yalancılıktır. Bu çeşit insan, mademki henüz Mutlak Varlık"ta yok olmamıştır; iyiye, hayra çalışması, edebe riayet etmesi, hayrı Tanrıdan bilip kötülüğü kendisine vermesi gerektir. Benliğinden, benciliğinden kurtulan, Mutlak Varlık"a ulaşan kişiye gelince o, cebirden de bahsedebilir, ihtiyardan da; çünkü onun varlığı, nasıl Tanrı varlığıysa ihtiyârı da Tanrı ihtiyârıdır. Görülüyor ki bu, tamamıyla mezhep içinde bir içtihattır. Zâten Mevlânâ, kıyâsı kabul etmemekle, sarhoşun karı boşamasının doğru olmadığını söylemekle de Hanefî Mezhebinde bir müçtehit olduğunu izhâr etmiştir.
Mevlânâ, insan zaafını bildiği için insandan yüz yüze iyilik istemez; niyetinin iyi ve güzel olmasına bakar. O, sebzenin bile saplarıyla tartıldığını bilir. Her şeyin hayra ve olgunluğa doğru gittiğine inandığı gibi, kötülüğün de olgunluğun ve iyiliğin noksanı olduğunu bilir. Yumuşaklığın, yüzlerce ordudan daha kuvvetli olduğunu söylemekle beraber, sorumluluğa da gerçekten taraftardır.
Mevlânâ"ya göre terbiyenin temeli, önce kendini terbiye etmektir. Mevlânâ"nın en ziyade tenkidine uğrayanlar, halkın bilgisizliğini, aczini istismar edenlerdir. Bu yüzden medreseyi tenkid ettiği kadar tekkeleri de, şeyhleri de kınar. Herkesin bir işle meşgul olmasını, elinin emeğiyle geçinmesini, at gibi hür yürümesini, leş gibi halkın omzuna yük olmasını tavsiye eden Mevlânâ"ya göre Tanrıya dayanmak da ancak çalışmak hususundaki dayanaktır.
İnsanı, yaratılışın önü ve sonu görmek, gayesi ve neticesi saymak, tusavvufun temel inançlarındandır. Hattâ bu inanç yüzünden bütün kâinatı kendinde gören, kendini âlemin merkezi bilen, Peygamberle boy ölçüşmeye kalkışan sûfîler çoktur. Mevlânâ"ya göreyse bu inanç bir bencilik halinde değil, içli, derin bir sevgi halinde belirir; o, bütün insanlığa, bütün canlılara, bütün dünyaya yayılmıştır. O, her dini, her inancı, o inançta riya yoksa hoş görür. Olgun kişinin bütün bağlardan, bütün nisbî ve izafî şeylerden mutlak olduğuna inanır. İrade ve ihtiyâr inancında olduğu gibi bu inançta da benlikten, bencilikten geçmiş olmayı şart koşar. Zamanının Ahmed"i olduğunu... belirtir, “Canım bedenimde oldukça seçilmiş Ahmed"e kulum” der, “Benden bundan başka bir söz nakleden olursa ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” diye Muhammed"e bağlılığını bildirerek olağanüstü temkinini belirtir.
Hâsılı Mevlânâ"nın tasavvufu, yalnız mistik ve idealist bir tasavvuf değildir. Sınırlı varlıktan, benlikten, bencilikten tamamıyla sıyrılmak, halka, topluma yayılmak suretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta sınırsız bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde; moral sahadaysa herkesin bir olgun kişiye uymak suretiyle umumî olarak hayra, iyiye, güzele doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realist ve amelî bir karaktere sahip olan bir tasavvuftur.
Mevlânâ, insanın olgunlaşması için aşka, cezbeye, aşkı ve cezbeyi beslemek için de raksa ve müziğe ilâhî bir önem vermiş, âdeta dinde bir reform yapmıştır. Mevlânâ"dan önceki sûfilerde, hattâ Yunan filozoflarında, iptidaî dinlerde bile raksa ve müziğe önem verilmiştir. Aşk ve cezbe, bütün Melâmet erbâbınca sülûkun, yâni olgunluk yolculuğunun, mânevî yolculuğun bir temelidir. Fakat Mevlânâ"nın bunlara verdiği önem büsbütün başkadır. Olgun insana karşı duyulan sınırsız aşk, bütün benliği, benciliği yıkan tek şeydir. Müzikse insanların dillerini birleştiren, ruhlarını yıkayan, onları ayıplardan, kirlerden arıtan ilâhî bir aşk ifadesidir; aşk çağlayanıdır. Zaten kendisi de, oğlu da, torunu da rebap çalmadadır...
Tarih Coğrafya Dünyası Mevlânâ Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, Sayı: 12, Cild: 2, s. 406-409
1 Ocak 2011 Cumartesi
Hilmi Yavuz’un İslam’ın Zihin Tarihi
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=989
Himi Yavuz’un İslamın Zihin Tarihi: Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri isimli kitabını okurken altığını çizdiğim bazı bölümleri sizinle paylaşacağım. Herşeyden önce şunu belirtmeliyim, Hilmi Yavuz, daha kitabın başlığından itibaren kendini bir Müslüman aydın olarak konuşlandırıyor ve kitabı okuyunca da kafasının bu konuda ne kadar net olduğunu görüyoruz. Kendisinde en ufak bir şüphe olmadığı gibi bir komlekse de girmeden düşüncelerini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ama ve ancak ile başlayan cümlelere sığınmadan bilgisini ve düşüncelerini samimi bir şekilde bizlera aktarıyor. Ben de bu kitabı okurken altını çizdiğim kimi cümleleri sizinle paylaşmak istedim.
Gazali İslam’ın entellektüel tarihinde olduğu kadar, kalp tarihinde de gerçekten müstesna bir kimliktir. Bir ihtişam, bir kemaldir o. Kelamı, felsefeyi ve tasavvufu bu kadar tamamlanmış, bu kadar benzersiz ve billurdan bir teksifleMüslüman akla ve nefse emanet eden bir başka örnek yoktur. Gazali’yi İslam’da bilim ve felsefe düşüncesinin yolunu kapatmakla itham etmek, olsa olsa i ihtişamın açtığı yolu, onun ışığının göz kamaştırıcılığından dolayı görememek demektir. (s. 19)
Gazali, felsefe ve bilim düşüncesine değiş, felsefenin içinden bir muattıl (ateizm) söylemi üretilmesine karşı çıkmıştır. Onun meselesi ateizm iledir. İbn Sina olmak başta olmak üzere felasifenin hakikate ilişkin argümanlarının, örtük bir ataizme yol açıyor olduğunun Gazali tarafından keşfedilmiş olmasıdır. (s. 23)
Batı felsefesi uzun sürmüş yalanı bir yana bırakıp Gazali’ye dönüyor sanki. Ve Müslümanların Batı felsefesini Batılı gözlüklerle değil, Müslüman gözlüklerle okumalarının zamanı geldi diye düşünüyorum. (s. 31)
İbn Rüşd ilimde rasih olanların yani bilgide derinleşenlerin kimler olduğunu temellendirirken Platon’dan doğrudan doğruya aktarıyor ve ne yazık ki bu konuda hiç de orijinal değil. (s. 39)
Vahyin akla uygun olmadığı gibi bir mesele yoktur; öünkü vahyin akla uygun olup olmadığı aklın kurallarıyla vahyi doğrulamak ve ya yanlışlamak anlamına gelecektir. (s. 45)
Kuran’ı bilimin sonuçlarının önceden yazılmış olduğu bir kehanetler kitabı olarak görmek, son derece vahim ve tehlikeli içermeleri olan bir yaklaşımdır. Evet vehim ve tehlikeli. Çünkü bu Kelamullah’ı Nostradamus’un sözleriyle aynı ontolojik düzeye koymak demektir. (s. 46)
Hristiyan aklın Hristiyanlıkta söze dayalı bir vahiy olmadığı için seküler akılla çalişmesi ihtimali yoktur. (s. 60)
Gazali, ayetlere, belirli bir gayeyi (mutluluk vermek, hastalıklara mani olmak, haz vermek) öngördükleri için değil, Allah’ın emirleri oldukları için itaat edilmeleri gerektiğini bildirir. (s. 61)
Hristiyan kutsal kitabı sonsuza kadar temsil edilebilir, yani herhangi bir dile çevrilebilir ve kutsal konumundan hiç bir şey yitirmez. Kuran ise en azından teorik olarak anlamının yazısından ayrılmadığı bir kitaptır. (s. 82)
Hristiyanlıkta nefse tekabül eden herhangi bir kavram yoktur. (s. 93)
Modernleşmenin referansların tepetaklak edilmesi demek olmadığını ne zaman öğreneceğiz? (s. 198)
Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e oradan da Cumhuriyet’e eklemleneb bu aydın soykütüğünde ne yazık ki Cumhuriyet aydınları yok. Çünkü Namık Kemallerimiz, Ahmet Mithat Efendilerimiz, Şehberderzadelerimiz yok da ondan. Artık bizim de yerli Renanlarımız, yerli Draperlerimiz, yerli Dozylerimiz var. Zihinlerini oryantalizme kayıtsız koşulsuz teslim etmiş aydınlar. (s. 203)
Daha fazlası için kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Himi Yavuz’un İslamın Zihin Tarihi: Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri isimli kitabını okurken altığını çizdiğim bazı bölümleri sizinle paylaşacağım. Herşeyden önce şunu belirtmeliyim, Hilmi Yavuz, daha kitabın başlığından itibaren kendini bir Müslüman aydın olarak konuşlandırıyor ve kitabı okuyunca da kafasının bu konuda ne kadar net olduğunu görüyoruz. Kendisinde en ufak bir şüphe olmadığı gibi bir komlekse de girmeden düşüncelerini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ama ve ancak ile başlayan cümlelere sığınmadan bilgisini ve düşüncelerini samimi bir şekilde bizlera aktarıyor. Ben de bu kitabı okurken altını çizdiğim kimi cümleleri sizinle paylaşmak istedim.
Gazali İslam’ın entellektüel tarihinde olduğu kadar, kalp tarihinde de gerçekten müstesna bir kimliktir. Bir ihtişam, bir kemaldir o. Kelamı, felsefeyi ve tasavvufu bu kadar tamamlanmış, bu kadar benzersiz ve billurdan bir teksifleMüslüman akla ve nefse emanet eden bir başka örnek yoktur. Gazali’yi İslam’da bilim ve felsefe düşüncesinin yolunu kapatmakla itham etmek, olsa olsa i ihtişamın açtığı yolu, onun ışığının göz kamaştırıcılığından dolayı görememek demektir. (s. 19)
Gazali, felsefe ve bilim düşüncesine değiş, felsefenin içinden bir muattıl (ateizm) söylemi üretilmesine karşı çıkmıştır. Onun meselesi ateizm iledir. İbn Sina olmak başta olmak üzere felasifenin hakikate ilişkin argümanlarının, örtük bir ataizme yol açıyor olduğunun Gazali tarafından keşfedilmiş olmasıdır. (s. 23)
Batı felsefesi uzun sürmüş yalanı bir yana bırakıp Gazali’ye dönüyor sanki. Ve Müslümanların Batı felsefesini Batılı gözlüklerle değil, Müslüman gözlüklerle okumalarının zamanı geldi diye düşünüyorum. (s. 31)
İbn Rüşd ilimde rasih olanların yani bilgide derinleşenlerin kimler olduğunu temellendirirken Platon’dan doğrudan doğruya aktarıyor ve ne yazık ki bu konuda hiç de orijinal değil. (s. 39)
Vahyin akla uygun olmadığı gibi bir mesele yoktur; öünkü vahyin akla uygun olup olmadığı aklın kurallarıyla vahyi doğrulamak ve ya yanlışlamak anlamına gelecektir. (s. 45)
Kuran’ı bilimin sonuçlarının önceden yazılmış olduğu bir kehanetler kitabı olarak görmek, son derece vahim ve tehlikeli içermeleri olan bir yaklaşımdır. Evet vehim ve tehlikeli. Çünkü bu Kelamullah’ı Nostradamus’un sözleriyle aynı ontolojik düzeye koymak demektir. (s. 46)
Hristiyan aklın Hristiyanlıkta söze dayalı bir vahiy olmadığı için seküler akılla çalişmesi ihtimali yoktur. (s. 60)
Gazali, ayetlere, belirli bir gayeyi (mutluluk vermek, hastalıklara mani olmak, haz vermek) öngördükleri için değil, Allah’ın emirleri oldukları için itaat edilmeleri gerektiğini bildirir. (s. 61)
Hristiyan kutsal kitabı sonsuza kadar temsil edilebilir, yani herhangi bir dile çevrilebilir ve kutsal konumundan hiç bir şey yitirmez. Kuran ise en azından teorik olarak anlamının yazısından ayrılmadığı bir kitaptır. (s. 82)
Hristiyanlıkta nefse tekabül eden herhangi bir kavram yoktur. (s. 93)
Modernleşmenin referansların tepetaklak edilmesi demek olmadığını ne zaman öğreneceğiz? (s. 198)
Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e oradan da Cumhuriyet’e eklemleneb bu aydın soykütüğünde ne yazık ki Cumhuriyet aydınları yok. Çünkü Namık Kemallerimiz, Ahmet Mithat Efendilerimiz, Şehberderzadelerimiz yok da ondan. Artık bizim de yerli Renanlarımız, yerli Draperlerimiz, yerli Dozylerimiz var. Zihinlerini oryantalizme kayıtsız koşulsuz teslim etmiş aydınlar. (s. 203)
Daha fazlası için kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)