29 Mayıs 2012 Salı

Nüfus Kuramları

Nüfus Kuramları

Nüfus artışını etkileyen faktörleri açıklamak için, Malthus, nüfusun kontrol edilmediğinde geometrik oranla artarken; yiyecek üretiminin aritmetik oranla arttığını, bu nedenle, insan toplumlarında nüfus artışını kontrol edecek mekanizmalar geliştirildiğini; Sadler, doğurganlığın nüfus yoğunluğuyla ters orantılı olduğunu; Doubleday, beslenme türünün doğurganlığı etkilediğini; Dumont, sosyal damarların yoğun olduğu yerde doğurganlığın düşük olduğunu; Fetter, doğurganlıkta insan davranışlarındaki iradenin belirleyici olduğunu; Nitti, bireyselliğin yüksek olduğu toplumlarda doğurganlığın düşük olduğunu; Brettano, zevke düşkün insanoğlunun, artan zenginlikle daha farklı eğlencelere yöneldiği için doğurganlığın düştüğünü; Ungern-Sternberg ise akılcı zihniyetin toplumun tüm sınıflarına hakim olmasıyla doğurganlığın düştüğünü savunur.
Bir toplumdaki nüfus büyümesini etkileyen faktörleri açıklamak için, nüfus kuramları geliştirilmiştir. Nüfus kuramları genel olarak, doğurganlık kalıpları üzerinde yoğunlaşır. Ölüm ve göç de nüfus büyümesini etkileyen faktörler olmakla birlikte, nüfus kuramları temel olarak, doğurganlık kalıplarındaki değişimlere ve toplumsal
sınıfların doğurganlık kalıplarındaki farklılıklarına odaklanır. Ayrıca, bir ülke ya da tanımlanmış bir grup için, doğurganlık kalıpları dikkate alınarak, doğurganlıkla ilgili belli bir doğrulukla tahminde bulunur.
Nüfus kuramları içinde en ünlüsü, Malthus’un nüfus artışının sınırlarıyla ilgili kuramıdır. Diğer kuramlar, kendilerini, Malthus’a yakınlık ya da uzaklık derecelerine göre konumlandırır.


Nüfus Artışının Sınırları
Thomas R. Malthus, 1789 yılında yazdığı ‘Nüfus ilkesi Üzerine Bir Çalışma’ adlı kitabında, insanın mükemmelliği görüşünü reddederek, kuramına iki temel önermeyle başlar:
• Yiyecek insan için zorunludur.
• Cinsler arasındaki çekim (tutku) zorunludur ve hemen hemen şu andaki durumunda
olduğu gibi devam edecektir.
insanlıkla ilgili bu iki kanun, aynı zamanda, doğa kanunudur. Bu konuda henüz bir değişime şahit olunmamıştır. Kontrol edilmediğinde nüfus, geometrik oranla artarken (2, 4, 8, 16, 32, 64 v.s.); yiyecek üretimi, aritmetik oranla (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 v.s.) artar. Buna göre, nüfusun gücü, yeryüzünün insan için yiyecek üretebilme gücünden daha fazladır.
insan için, yiyeceği zorunlu kılan doğa kanunu nedeniyle bu iki eşit olmayan güç, dengede tutulmalıdır. Yiyecek temin etme güçlüğü nedeniyle nüfus, sürekli ve güçlü bir şekilde kontrol edilmeyi gerektirir. Bu güçlüğün mutlaka bir yerlerde yaşanması ve insanlığın büyük bir kısmının bu durumdan katı biçimde mutlaka etkilenmesi gereklidir.


insan ve hayvan krallıklarında da doğa tohumlarını saçar ve bu tohumların büyümesi için, alana yayılmaları ve beslenmeleri zorunludur. Doğa kanunundaki zorunluluk, büyüme ve yayılmayı, belirlenmiş sınırlar içinde tutar. Bitkiler ve hayvanlar, bu büyük sınırlayıcı kanuna tabidir. insanlar da ‘aklın çabası’yla, bu kanundan
kaçamazlar. Bu kanunun bitkiler ve hayvanlar üzerindeki etkisi, tohumların ziyan olması, hastalık ya da erken ölümdür. insanlar üzerindeki etkisiyse, sefalet ve ahlâk düşkünlüğüdür. Sefalet bu kanunun mutlak sonucudur. Ahlâk düşkünlüğü ise yüksek olasılıklı sonucudur (Malthus, 1926: 16). Ahlâk düşkünlüğünün mutlak zorunlu sonuç olmamasının nedeni ahlakın, kötülüğün her türlü baştan çıkarmasına karşı direnmek zorunda olmasıdır. Nüfus ve yiyecek üretimi arasındaki eşitsiz güç, daha güçlü bir doğa kanunu olan güçlerin dengede tutulmasıyla, insan toplumunun mükemmelliğini sınırlamaktadır. İnsanlar akıllarıyla, tüm canlı varlıkların tabi olduğu bu kanundan kaçamazlar. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir eşitlik ya da toplumsal düzenleme, bu baskıyı ortadan kaldıramamıştır. Bu durum, herkesin mutlu olduğu, kendileri ve aileleri için yiyecek sağlamak konusunda endişe etmediği bir insan toplumu idealine, tamamen karşıdır.

Yeryüzünde, davranışların saf ve basit olduğu, yiyeceğin çok bol olduğu, erken evlilikler üzerinde kontrol mekanizmasının bulunmadığı, alt sınıflarda kendileri ve aileleri için rahatlık sağlama korkusunun olmadığı, üst sınıflar için yaşam şartlarını düşürme korkusunun olmadığı bir toplum olduğunu varsayalım. Böyle bir toplumda nüfus, gücünü gösterebilmek için mükemmel bir özgürlük içinde olacaktır.
Malthus’a göre, evlilik kanunu kurumsallaşsın ya da kurumsallaşmasın, tek kadına bağlanma, doğanın ve ahlakın kanunu gibi görünmektedir. Yanlış seçim sonucu, durumu değiştirme özgürlüğünün olduğunu varsayalım. Bu özgürlük ahlâk düşkünlüğüne varmadığı sürece, nüfusu etkilemeyecektir. Yiyeceğin bol olduğu, eşitliğin bulunduğu, davranışların basit ve saf olduğu, ahlaki düşkünlüğün olmadığı bir toplumun olduğunu varsayarsak, nüfusun gücü kontrolsüz kalacak ve insan türü, tarihin hiçbir döneminde görülmediği biçimde artacaktır.
Malthus, Birleşik Devletler’de, Avrupa’daki modern devletlerden daha fazla ölçüde yiyecek bolluğu olduğu, yaşamın saf ve basit, erken evlilikler üzerindeki kontrolün ise çok az olduğunu söyleyerek, böyle bir ortamda kontrolsüz nüfus büyümesinin nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışır.


Böyle bir ortamda, nüfusun her 25 yılda bir, kendini ikiye katladığı görülmüştür. Diğer bir deyişle, nüfus kontrol edilmediğinde, her 25 yılda bir kendini ikiye katlar ya da geometrik oranla artar. Yiyecek üretim, ise aritmetik olarak artar.
Örnek olarak, bir adada yedi milyon kişi yaşadığını ve yiyecek üretimininde bu sayıyı desteklediğini varsayarsak (Malthus, 1926: 24). 25 yıl sonra, insan nüfusu 14 milyon olacaktır. Yiyecek üretimi de bu artışa uyacaktır. Sonraki 25 yıl sonunda insan nüfusu 28 milyon olduğunda, yiyecek üretimi 21 milyonu besleyebilecek kadar artacaktır. Bir sonraki 25 yılda nüfus 56 milyon olduğunda, yiyecek üretimi, bu nüfusun ancak yarısını besleyebilecek şekilde artacaktır. Ve ilk yüzyılın sonunda, insan nüfusu 112 milyon olurken, yiyecek üretimi ancak 35 milyonu besleyebilecek kadar olacaktır. Bunun anlamı, 77 milyon kişinin yiyecekten mahrum kalmasıdır.
Malthus, büyük bir göçün yabancı bir yerde, tanımayan bir iklimde yaşamak, kişinin arkadaşlarından, ailesinden, toprağından kopmak olduğunu, bu durumunda büyük bir mutsuzluk anlamına geldiğini, çok az sayıda insanın başka bir yere gitmek isteyeceğini söyler. Bu nedenle, insanlar tarafından, insan nüfusu üzerinde kontrol uygulanmaktadır.
Malthus’a göre, nüfusun artışını kontrol etmek için, insan toplumunda uygulanan başlıca iki kontrol mekanizması bulunmaktadır:
1. Ölüm hızını arttıran pozitif kontrol mekanizması
2. Doğum hızını düşüren önleyici kontrol mekanizması
Ölüm hızını arttıran pozitifi kontrol mekanizması açlık, hastalık ve savaştır. Örneğin alt sınışarın, çocuklara yeterli besin vermemesi ve dikkat etmemeleri, ölüm hızını artıran bir işlev görür (Malthus, 1926: 63). Doğum hızını düşüren önleyici kontrol mekanizması ise kürtaj, doğum kontrolü, evliliğin ertelenmesi gibi daha çok burjuvazinin uyguladığı kontrol mekanizmasıdır.
Malthus, 1803’te çalışmasının ikinci basımında, üçüncü kontrol mekanizması olarak ahlaki kısıtlamayı eklemiş ve detaylı olarak açıklamıştır. Önleyici kontrol mekanizmasında yer alan, evliliğin ileri yaşlara ertelenmesi, tek başına nüfusu sınırlayıcı olmayacaktır. Evliliğin, aynı zamanda tamamen ahlâki olması (gayrimeşru ilişkinin olmaması) gerekir; çünkü, evlilik gerçekleştikten sonra artık, hiçbir yapay önleyici mekanizma uygulanmamalıdır (Glass, 1953: 28).


Yoğunluk
Kuramını oluşturduğu çalışmasının büyük çoğunluğunu, Malthus’un kuramını çürütmeye ayıran, Thomas Sadler’in geliştirdiği nüfus kanunu iki ilkeye dayanır:

1. Doğurganlık nüfus yoğunluğu ile ters orantılıdır. Diğer durumlar sabit tutulduğunda, evliliklerin sayısı nüfus yoğunluğuna göre değişir. Burada kısıtlayıcı olan, yalnızca mekân değildir. Üzerinde yaşanan mekânın, nüfusu besleme kalitesi de önemlidir. Örneğin, dağlık yerlerle, buz altındaki yerler, daha verimli toprakların bulunduğu bölgelerle kıyaslanamaz.
2. Doğurganlık, ölüm hızı ile doğrudan değişir. Diğer bir deyişle, doğurganlığın yüksek olduğu yerde, ölüm hızı da yüksektir. Sadler, yoğunluk ilkesinin kır ile kent farklılığını ve üst sınıflardaki düşük doğurganlığı da açıkladığını savunur (Coontz, 1957: 28-29).


Beslenme Prensibi
Thomas A. Doubleday, bitkiler ve hayvanların üremesi üzerinde beslenmenin yarattığı etkileri inceleyerek, elde edilen sonuçların insan doğurganlığı için de geçerli olabileceğini savunur. Bitkilerin çok fazla beslendiği zaman, tohum vermediklerini, daha zor çevre şartlarında ise daha fazla çiçeklendiğini ve yenilendiğini gösteren deneylerin, hayvanlar dünyası için de geçerli olduğunu, ne zaman bir tür yok olma tehlikesiyle karşılaşsa, doğurganlığının arttığını söyleyerek söz konusu sonuçları, insan toplumuna uyarlar. Doubleday, rahatlığın ve yiyecek bolluğunun olduğu yerde insanların üreme kapasitenin düştüğünü, zor şartlarda ve yiyeceğin az bulunduğu yerde ise üreme kapasitenin arttığını, bu kuralın hem bir ülkedeki hem de ülkeler arasındaki nüfus farklılıklarını açıkladığını savunur. Nüfus yoğunluğunun fazla olduğu ülkelerde, et ve şarabın daha az tüketildiğini; örneğin, iskoç Adaları’nda yaşayanların daha çok balıkla beslendiğini; Hindistan’da ve Çin’de pirinç ve patates tüketiminin fazla olduğunu söyleyerek, kuvvetli besinleri tüketen ülkelerin ve sınıfların, kendilerini üretebilme/yenileyebilme güçlerini zayıflattıklarını söyler (Coontz, 1957: 43-44).

Sosyal Damarlar: Dumont, Malthus’un nüfus ilkesinin tek olmadığını, doğurganlık kalıplarındaki değişimleri açıklayan iki nüfus ilkesi daha bulunduğundan söz eder. Bunlardan ilki, insanların hayvanlar gibi yaşadığı, ürettikleri yerine bulduklarını yedikleri Malthuscu ilke; ikincisi, Guillard’ın nüfusun oranının otomatik olarak ‘ekmeğin olduğu yerde’ insanın doğduğu ilkesidir. Böyle bir toplumda hayatın anlamı, emek ve birikim olduğunda; doğum oranlarının mevcut iş imkânlarına göre değiştiğini, böylece, Malthus’un sefalet ve ahlâk düşkünlüğü gibi kontrol mekanizmalarının gereksiz olduğu toplumlar bulunduğunu söyler. Üçüncü ilke ise Dumont’un önerdiği, medeni toplumları yöneten ‘Sosyal Damarlar’ ilkesidir (Coontz, 1957: 58-61).
Sosyal Damarlar ilkesi, tüm toplumlarda prestijin toplumsal hiyerarşisi olduğunu; değerler, toplumdan topluma farklılık gösterse de, her toplumda bazı insanların diğerlerinden daha prestijli olduğunu vurgular. Toplumsal moleküller, parlak ideallere doğru yükselmek için çekilirler. Dumont’a göre, sosyal statüyü yükseltmek için harekete geçirici dürtü, politik güç ya da zenginlik değildir. Bunlar, Sosyal Damarlar terimi altında toplanabilecek olan zevk, zarafet, lüks, gerçeğe ve adalete duyulan sevgi, hatta genelin iyiliği adına kendini feda edebilmek olan ideallerdir.
Kısacası, Sosyal Damarlar, bir toplum üyesinin, o toplumun değerlerine göre saygınlık kazanabilmek için, ortaya çıkan bireysel dürtülerini anlatır. Sosyal Damarlar, tüm medeni toplumlarda görülmekle birlikte, hepsinde eşit derecede işlemez. En zayıf olduğu toplumlar, statü ve kastın, bireysel gelişime katı engeller koyduğu toplumlardır. Böyle toplumlarda doğurganlık, daima yüksektir; çünkü, kişisel gelişim engellenmiştir. Kişisel gelişimi engellenen insan, doğasındaki hayvansı dürtülere boyun eğer. Diğer taraftan, Sosyal Damarlar’ın en etkili olduğu toplumlarda, sosyal hareketlilik yüksektir. Böyle toplumlarda çocuklar, kişisel gelişimi engelleyici ya da geciktirici etkide bulunduğu için, doğurganlık oranı da düşüktür.
Dumont, yoksulluğun ve cehaletin yüksek doğurganlık nedeni olmadığını, tam aksine, yüksek doğurganlığın, yoksulluk ve cehalet nedeni olduğunu iddia eder. Benzer biçimde, zenginliğin düşük doğurganlığa neden olmadığını, düşük doğurganlığın da, zenginliğin de ilerleme isteğinin genel sonucu olduğunu söyler. Kent merkezlerinde Sosyal Damarlar güçlü olduğu için, doğurganlık düzeyi düşüktür.
Ancak, kentte her sınıf aynı biçimde davranmaz. Proleterya, ilerleme isteklerine üretim sistemi tarafından konulan güçlü engeller nedeniyle, yaşam şartlarını yükseltmek imkânsız olduğundan sayıca artarlar.


Gönüllülük: Fetter’in (Coontz, 1957:61-64), Gönüllülük yaklaşımına göre, hiçbir nüfus ilkesi, tek başına, doğurganlık kalıplarındaki değişimi açıklamak için yeterli değildir. Demografik değişimlerde, yiyecek üretiminin sınırlarının, nüfus üzerindeki kısıtlayıcı etkisinin olduğunu, ama, insanların ilerleme vasıtasıyla, yalnızca fiziksel zorunluluklar nedeniyle, hareket etme durumundan belli bir özgürlüğe kavuştuklarını, böylece insan davranışlarında iradenin belirleyici olduğu görüşünü savunur.


Gönüllülük yaklaşımı, insanın üreme davranışını incelemek için, toplumu sınıflara bölerek bu sınıflarda ailenin işlevini inceler. Fetter, tüketim birimi olarak ailenin tüm sınıflarda aynı işlevi gördüğünü; aile gelirinin aile büyüklüğüne üst sınır koyduğunu; ancak, bu üst sınırın her zaman gerçek bir sınır olmadığını, aile üyelerinin her zaman için aile gelirini artırabileceğini söyler. Bu durumda, yoksul sınıfların aile büyüklüğüne sınır koymak için daha istekli görünmesi gerektiği halde, gerçek durumun tersi olduğunu, çünkü daha iyi durumdaki ailelerde açlık korkusunun daha fazla olduğunu, gönüllü olarak, geleceği düşünerek anlık zevklerini bastırmayı bildiklerini söyler. Bu sınıfların kendilerinin zengin olmalarını sağlayan basiret ve öngörü gibi özellikleri, aynı zamanda aile büyüklüklerini sınırlamalarını da sağlar.
Üretim birimi olarak, ailede çocuğun ekonomik değeri zengin ve yoksul sınıflarda farklıdır. Üst sınıflarda çocuk aile harcamalarının artmasına neden olur.
Yoksul sınıflarda ise aile bütçesine katkıda bulunur. Ayrıca miras, aile büyüklüğü üzerinde de belirleyicidir. Zengin sınıflarda babalar, miras çok sayıda çocuk arasında bölündüğünde, çocukların gelecekte sosyal konumlarını sürdüremeyeceklerini düşünür. Yoksul sınıflarda ise devredilecek bir miras bulunmamaktadır. Fetter, hane gelirinde hızlı bir artışın, nüfus büyümesine yol açacağını kabul etmez, çünkü, ailenin yeni yaşam standartlarını sürdürebilmek için aile büyüklüğünü sınırlı tutacağını söyler.

Artan Bireysellik Kuramı
Francesco S. Nitti (Coontz, 1957:65-67), bireyselliğin nüfus büyüklüğü üzerindeki
etkisini inceleyen, yeni bir nüfus kuramı ilkesi geliştirmiştir. Buna göre, bireyselliğin güçlü biçimde geliştiği, toplumsallaşmanın bireysel aktiviteyi ortadan kaldırmadığı, zenginliğin bölündüğü, eşitsizliğin sosyal nedeninin işbirliğinin daha üst bir formuyla ortadan kaldırıldığı toplumlarda, doğum hızı yiyecek hızına eşitlenir ve demografik evrim, geçmişte olduğu gibi, bir korku ve terör unsuru olmaktan çıkar. Toplumsal örgütlenme türü, bireyselliğin en üst düzeye ulaşmasında çok önemli bir yere sahiptir. Mevcut toplum, üst sınıfların bireyselliğini bastırır ya da üyelerinin artışına sınır koyar. Yüksek doğurganlığın olduğu alt sınıfların durumları ise mevcut toplumsal kurumlardan kaynaklanır. Yoksulluk, yüksek doğurganlığa neden olur. Proleterya, Dumont’ta görüldüğü gibi eylemden dışlanır.
Bireyselliğin en üst düzeyde gerçekleşmesini sağlayacak olan toplumsal örgütlenme nasıl olmalıdır? Nitti’nin ideal toplumunda, ne toplumsal dayanışmayı yok edecek derecede yarışmacılık ve egoizm vardır ne de bireyselliği ortadan kaldıracak kadar topluluk merkezli bir yapı vardır. Nitti’nin ideal toplumunda, zenginlik dağıtılır ve sosyal damarlar artar.

Artan Zenginlik Kuramı
L. Brentano’ya (Coontz, 1957:67-68) göre, insanoğlu zevk düşkünü bir yaratıktır. Zevklerin ise maddi bir temeli vardır. Yoksul sınışarın alternatif zevkleri, oldukça sınırlıdır. Örneğin, maden işçilerinde görülen yüksek doğurganlığın nedeni, günlük yaşamlarından kaynaklanır. Maddi ve psikolojik olarak zor şartlar altında yaşayan, günlerini yeraltında geçiren maden işçileri için kitaplar, seyahat, entellektüel merak ve estetik tatmin kaynakları olmaktan uzaktır. Güneşi görmeden eve geç saatlerde dönen bu insanlar için, yıpratıcı yaşamlarının telafisini aşırı cinsellik karşılar. Zenginlerde ise durum tamamen farklıdır. Evin dışında, ulaşabilecekleri çok sayı da zevk kaynağı bulunmaktadır. Ayrıca, zenginler arasında, çocuklara ‘mükemmelleştirilecek yeni bir karakter’ olarak bakılmaktadır çünkü, miktar değil, kalite önemlidir. Eğitim ve kariyer için hazırlama gerekliliği, çocukların aile üzerindeki yükünü artırmaktadır. Toplumda, doğurganlıktaki genel azalma, teknik, bilimsel, endüstriyel ve ticari ilerlemenin getirdiği yeni zevk kaynaklarına, daha çok sayıda insanın ulaşabilmesinin
sonucudur. Zevk kaynaklarına ancak, maddi imkânı olanlar ulaşabileceğinden, erkekler bir seçimle karşı karşıya kalır. Medeniyetin yeni zevk fırsatlarından yararlanabilmek için, ailenin büyüklüğünü sınırlamak zorunluluğu ortaya çıkar.
Zenginlikte artış, doğurganlıkta artışı getirmez. Aileye yeni bir üye gelmesi, toplam tatminde azalmaya neden olacaksa, erkekler aile sayılarını sınırlı tutarlar. Yapmak zorunda oldukları seçim, ebeveynlikle alternatif zevkler arasındadır.
Brentano, yoksullarda, zevk kaynakları arasında seçim imkânı olmadığını söyler. Ancak, yüksek doğurganlığa neden olan, zevk kaynağının kendisi değil, yoksulların korunma araçlarından habersiz olmalarıdır. Diğer bir deyişle, yoksullar arasında yüksek doğurganlığa, cehalet neden olmaktadır.


Doğurganlıkta Azalma ve Akılcılık
Roderich von Ungern-Sternberg (Coontz, 1957:69-71), yalnızca üst sınıflarda değil, proleterya arasında da doğurganlıktaki düşüşün nedenini, biyolojik değil, tamamen zihinsel olduğunu söyler. Avrupa medeniyeti sınırları içinde, doğurganlıkta gözlenen düşüş, tüm sınışarı aynı biçimde etkileyen, kapitalist mentaliteden kaynaklanmaktadır. Burjuvazi arasında kapitalist mentalitenin gelişmesi, dürtülere uyan, anlık davranışlarda bulunan, zevk eğilimli mentaliteyi yok etmeye başlayarak, akılcı bir mentalitenin gelişmesini sağlamıştır. Böylece bireyler ebeveynlik de dahil olmak üzere, tüm davranışlarını dikkatle değerlendirmeye başlamışlardır. Eski tip burjuvazi, güç tutkusuyla hareket ederken, yeni burjuvazi, ideali kazanmak ve biriktirmek üzerine kurulmuştur. Ayrıca, kadınlar da kapitalist mentaliteden etkilenerek, eşitlik ve bağımsızlık arayışlarında erkekleşmeye başlamışlardır. Burjuvazi arasındaki, düşük doğurganlığın nedenleri bunlardır.
Proleterya arasında da durum farklı değildir. Tarım toplumundan çıkarak kentlere göç eden çok sayıda insan, sosyal durumlarını yükseltmek peşindedir. Bu insanlar, aşırı duygusal olmayan, zihinleri uyanmış, geçmişleriyle bağlantılarını kolaylıkla kopararak kent yaşamına genellikle uyum sağlayan insanlardır.


Ölüm ve Morbidite
Demografik açıdan ölüm, nüfusun azalmasını anlatan bir süreçtir. Ölüm istatistikleri kadar önemli olan diğer bir terim, morbiditedir. Sonu ölümle bitecek hastalıkları, salgınları açıklamak için kullanılır. Başlıca ölüm istatistikleri, Kaba Ölüm Hızı, Yaşa Bağlı Ölüm Hızı, Nedene Bağlı Ölüm Hızı hesaplamalarıdır.
Ölüm, bireyin fiziksel yok oluşunu tanımlar. Demografik açıdan ölüm, fiziksel yok oluş vasıtasıyla, bir nüfusun azalmasını anlatan bir süreçtir. Bireysel ölüm, hastalıklar, kazalar, cinayet vs. olayların sonucu gerçekleşir ve her yaş grubundan insanı hedef alabilir. Ancak, bazı yaş grupları diğerlerine göre daha fazla ölüm riski taşır. Demografide ölüm, genel anlamda kullanıldığında, nedene bağlı ölümleri ve yaşa bağlı ölümleri dikkate almaz. Bu konularla ilgili olarak ayrıca, yaşa bağlı ve nedene bağlı ölüm ölçümleri gerekir.
Ölümle değişimli olarak kullanılmasına rağmen; morbidite, daha çok, patalojik ve anormal bir durumu anlatır. iyileşmesi mümkün olmayan ‘ölümcül’ hastalıklar, bu kategoride değerlendirilir. Bu anlamda morbidite ölçümleri, bir nüfusta ölümcül hastalık oluşumunu tanımlamak için kullanılır. Daha çok, tıp alanında kullanılan bu ölçümler, demografik açıdan da ölüme yol açmaları nedeniyle, toplumdaki ölüm kalıplarının tanımlanması ve açıklanmasında kullanılır.

Morbidite Hızı
Bir hastalığın, ne kadar sıklıkla meydana geldiğinin hesaplanmasında iki temel
yaklaşım kullanır. Belli bir zamanda ya da zaman aralığında, belli bir hastalığa sahip
olan bireylerin, nüfus içindeki oranını gösteren yaygınlık ölçümü ve belli bir
zamanda, genellikle bir yıl içinde bir hastalıkla ilgili yeni teşhis edilmiş vakaların
sayısını gösteren vaka ölçümüdür. Ölçümlerin nüfusa oranlamasında, yıl ortasındaki
nüfus büyüklüğü dikkate alınır (Weinstein ve Pillai, 2001:167).
Yaygınlık = (Belli bir hastalığı olan kişi sayısı / Toplam nüfus sayısı) 100
Vaka Ölçümü = (Bir yıl içinde yeni teşhis edilmiş belli bir hastalık sayısı /
Hastalığın görüldüğü nüfus sayısı) 100,000
Vaka ölçümünde, toplam nüfus kullanılabileceği gibi, bazı hastalıkların cinsiyete
bağlı olması nedeniyle, toplam nüfus içinde, o cinsiyet kategorisinde yer alan
toplam kişi sayısı da kullanılabilir. Örneğin, prostat kanseri cinsiyete bağlı hastalık
olarak, nüfus içinde yer alan toplam erkek sayısına oranlanması gerekir. Yaygınlık
ölçümünde, her 100 kişiye düşen hastalık oranı, vaka ölçümünde ise her 100,000
kişiye düşen yeni teşhis edilmiş hastalık oranı verilir.
Kaba Ölüm Hızı
Kaba Ölüm Hızı, bir yıllık süre içinde, bir nüfusta meydana gelen ölüm sayısının,
her 1000 yaşayan kişiye düşen oranıdır. Toplam nüfusun, yıl ortasındaki büyüklüğü alınır.
Kaba Ölüm Hızı = (Ölüm sayısı / Toplam nüfus büyüklüğü) 1000
Kaba Ölüm Hızı, yaşa bağlı ve nedene bağlı ölümleri dikkate almadığından, bu
konuda bilgi sahibi olabilmek için, Yaşa Bağlı Ölüm Hızı ve Nedene Bağlı Ölüm
Hızı ayrı ayrı hesaplanır.

Yaşa Bağlı Ölüm Hızı
Yaşa Bağlı Doğurganlık Hızı ölçümünde olduğu gibi, Yaşa Bağlı Ölüm Hızı da bir
yıl içinde, belli bir yaş aralığında meydana gelen ölüm sayısının, aynı yaş grubunda
yer alan toplam nüfusa oranıdır. Her 1000 yaşayan kişiye düşen ölüm sayısı olarak
yorumlanır. Toplam nüfus olarak yıl ortasındaki sayı alınır.
Yaşa Bağlı Ölüm Hızı = (Belli bir yaş grubunda meydana gelen ölüm sayısı
/ Belli bir yaş grubuna düşen toplam kişi sayısı) X1000
Örneğin, 2002 yılında, A ülkesinde 25-29 yaşları arasında 2 milyon kişi yaşamaktadır. Kayıtlara göre, bu yılda, 25-29 yaşları arasında ölenlerin sayısı 10,000 kişidir.
A ülkesinde, 2002 yılı için, 25-29 yaş kategorisinde meydana gelen yaşa bağlı ölüm hızı nedir?
Yaşa Bağlı Ölüm Hızı = (10,000 / 2,000,000) x1000 =5
25-29 yaş kategorisinde yer alan her 1000 kişiye düşen ölüm sayısı, 5’tir.
Çocuk ölümlerinin incelenmesinde, yaşa bağlı ölüm hızları hesaplanmaktadır.
Çocuk ölümleri için üç temel kategori kullanılır.
• Yeni doğan: Yaşamın ilk gününden yirmi sekizinci gününe kadar,
• Bebek: Yaşamın ilk yılını,
• Çocuk: Yaşamın ilk yılından beşinci yılına kadar olan zamanı kapsar.
Yeni Doğan Ölüm Hızı bir yıl içinde yaşamının birinci ve yirmi sekizinci günleri
arasında ölenlerin sayısının, o yıl içinde meydana gelen doğum sayısına oranıdır.
Yeni Doğan Ölüm Hızı = (Yeni doğan ölüm sayısı / Doğum sayısı) x1000
Sonuçlar, her 1000 doğan çocuğa düşen, yeni doğan ölüm sayısı olarak yorumlanır. Yeni doğan ölüm hızı hesaplamasında, ölen yeni doğan sayısı, yıl ortasındaki değer değil, bütün bir yıl boyunca meydana gelen ölüm sayısını dikkate alır.
Benzer ölçümler, bebek ve çocuk ölümleri için de yapılır.


Nedene Bağlı Ölüm Hızı
Nedene Bağlı Ölüm Hızı ölçümü, morbidite ölçümleriyle yakından bağlantılıdır.
Çünkü, hangi grupların ölmekte olduğunu, hangi grupların ölüm riskinin en az olduğunu bilmek isteriz. Morbidite hızında vaka ölçümü, Nedene Bağlı Ölüm Hızı’nın hesaplanmasında kullanılır. Örneğin, bir yıl içinde, cinayet nedeniyle meydana gelen ölüm hızının hesaplanması için, aşağıdaki formül kullanılabilir:
Nedene Bağlı Ölüm Hızı = (Cinayet nedeniyle meydana gelen ölüm sayısı
/ Toplam nüfus büyüklüğü) X100,000
2008 yılında, Türkiye’de, Kaba Ölüm Hızı, binde 6,3 olarak hesaplanmıştır. Aynı
verilere göre, bebek ölümleri hızı, binde 14,9 dur. (Nüfus Projeksiyonları,
Göç
Nüfus hareketlerini etkileyen diğer bir süreç, göçtür. Başlıca iç göç, dış göç ve zorunlu
göç olarak sınışandırılır. Göçler, kısa süreli ya da uzun süreli olabilir. Yaşa
ve cinsiyete göre farklılıklar gösterir. Başlıca göç ölçümleri, Gelen Göç, Giden
Göç, Net Göç, Katkılı Göç hesaplamalarıdır.

Demografik açıdan gelen göç ve giden göç önemlidir. Çeşitli göç türleri bulunmaktadır. Bir grup aktivitesi olarak göç, aile üyelerini, arkadaşları, komşuları belli bir dini ya da etnik grubu kapsayabilir. Geçici ya da uzun süreli olabilir.
• iç göç: Bir nüfus içinde, alt grupların hareketliliğidir. Örneğin, Türkiye’nin
daha az gelişmiş bölgelerinden istanbul, Ankara, izmir gibi metropollere
göç edilmesine iç göç denir.
• Dış göç: Bir nüfusun, bir ülkeden başka bir ülkeye hareketini anlatır. Örneğin, 1960’lı yıllardan itibaren ekonomik nedenlerden dolayı, Türkiye’den Batı Avrupa’ya doğru büyük bir hareketlilik yaşanmıştır.
• Zorunlu göç: Savaş, doğal afet ya da baskı nedeniyle, nüfusun, kendi istekleri dışında, ülkelerinden başka bir ülkeye hareketliliğidir.
Kişisel gönüllülüğe dayalı iç ve dış göçün yönü, gelişmekte olan bölgelerden gelişmiş bölgelere doğrudur.
Göç Ölçümleri
Gelen Göç: Bir grup insanın, bir nüfusun ya da alt nüfusun yerleştiği bölgeye, yerleşmek amacıyla gelmesidir.
Gelen Göç Hızı = (Belli bir zaman diliminde, belli bir bölgeye yerleşmek için yeni gelenlerin sayısı / Yerleşim yerindeki nüfus) X1000
Giden Göç: Bir grup insanın, başka bir yere yerleşmek için, belirli bir bölgeden gitmesidir.
Giden Göç Hızı = (Belli bir zaman diliminde, belli bir bölgeden yerleşmek için başka bir bölgeye yeni gidenlerin sayısı / Yerleşim yerindeki nüfus) X1000
Net Göç: Belli bir zaman diliminde, bir coğrafi bölge için, gelen ve giden göç arasındaki farkı verir.
Net Göç = (Gelen göç - Giden göç)/ Toplam nüfus X1000
Katkılı (Gross) Göç: Belli bir zaman aralığında, gelen ve giden göçün toplamı
dır.
Katkılı Göç Hızı = (Gelen göç sayısı + Giden göç sayısı) / Toplam nüfus X1000
Ölçümlerde, toplam nüfus için yıl ortasındaki sayı alınır. Yukarıda anlatıldığı gibi,
göç hareketleri, yaşa ve cinsiyete göre farklılık gösterir. onlu yaşların sonlarına
doğru artan hareketlilik, otuzlu yaşların ortalarına kadar devam eder. Bu yaş dönemleri,
aynı zamanda, yeni ailelerin kurulduğu; aileyi destekleme sorumluluğu
nedeniyle, ekonomik şartların daha iyi olduğu yerlerin arayışına girildiği dönemlerdir.
Göçler, cinsiyete göre de farklılık göstermektedir. Erkekler, daha uzak mesafelere
göç etmeyi tercih ederken; kadınlar, illeri ya da doğdukları yere yakın ülkeleri
tercih etmektedir.

30 Nisan 2012 Pazartesi

KÜRESEL ÇEVRE SORUNLARI



İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için çevredeki diğer canlıları ve cansız doğayı kullanmak zorundadır. Bütün canlı türleri için geçerli olan bu varoluş tarzı, insan toplulukları söz konusu olduğunda aşırı kullanım nedeniyle çevresel yıkım düzeyine varan sonuçlar yaratmıştır. Örneğin 3700 yıl önce Sümer kentleri aşırı sulama nedeniyle toprağın tuzlanarak çölleşmesi sorunuyla karşılaşmıştır. Benzer biçimde Platon Attika tepelerinin aşırı otlatma ve aşırı ağaç kesimi nedeniyle toprak erozyonu yaşadığını söyler (Roussopoulos, 1993, s.15-16).

Ancak bu sorunlar genellikle bölgesel sorunlar olarak kalmıştır. Doğal süreçler ve küreselleşme günümüz çevre sorunlarını bölgesel sorunlar olmaktan çıkarıp küresel çevre sorunları hâline getirmiştir. Bir bölgede meydana gelen çevre felaketi; bulutlar, rüzgar ya da yeraltı sularıyla binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelerde de çevre yıkımlarına neden olabilmektedir. Başlıca küresel çevre sorunları şunlardır:

Asit Yağmurları: Asit yağmurları volkanik patlamalar ya da elektrik jeneratörleri, fabrikalar ve motorlu araçlarda kömür ve petrol gibi fosil yakıtların yakılmasından havaya karışan kükürt ve azotun su buharıyla birleşerek sülfürik aside ve nitrik aside dönüşerek yeryüzüne yağmur olarak inmesiyle oluşur. Asit yağmurlarının olumsuz etkileri şunlardır: içilebilir su kaynakları ve toprak kirlenir, yine asit yağmurları böcekleri ve denizlerdeki canlı türlerini öldürür, binalara zarar verir. İnsan sağlığı üzerindeki en önemli etkisi ise ana karnında bebek ölümlerine ve kanser türü hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur.

Hava Kirliliği: Canlılar tarafından solunan havanın içine karışan, tüm canlılara ve doğal çevreye zarar veren kimyasalların, gaz ya da sıvıların içinde bulunan ve partikül denilen cansız küçük parçacıkların, mikroskopla görülebilen sağlığa zararlı küçük organizmaların canlılar ve çevre üzerinde tahribat yaratacak, hastalık ve ölüme yol açacak derecede yoğun olmasıdır.

Su Kirliliği: Göller, nehirler, okyanuslar ve yeraltı sularının insan aktivitelerinden kaynaklanan ve su kenarlarında, tabanda ve içinde yaşayan organizmalarla bitkiler için zarar görmeleridir. Su kirliliği atıkların doğrudan suya verilmesiyle oluşur.

Su kirliliğini yaratan başlıca insan aktiviteleri şunlardır: Asit yağmurları, gemi atıkları, kentlerden çıkan atık suların kanalizasyonla denizlere atılması, denize kurulan balık çiftliklerinde kullanılan yemlerin deniz tabanında birikmesi, deniz yüzeyine petrol akması, tarımda ilaçları ve kimyasal gübre.

Çevre ve Toplum
Toprak kaybı ve toprak kalitesinde azalma: Doğal afetler ve insan aktiviteleri nedeniyle bölgede yaşayan canlıların ve bitkilerin zarar görmesi, toprağın besleme gücünü kaybetmesidir. Toprak kaybı ve toprak kalitesinde azalmaya neden olan insan aktiviteleri şunlardır: Ormanların tahrip edilmesi, tarım alanlarının aşırı ekimi nedeniyle toprağın besinlerini kaybetmesi, aşırı otlatma, sulama sistemleri ve kanalizasyonla toprak yüzeyinin atılması, yeraltı sularının kendini yenilemesine izin vermeyecek derecede aşırı sondajla çıkarılması, endüstriyel atıklar, kentsel atıklar, motorlu araçlar ve yayaların toprak üzerinde yaptığı tahribattır. Bu aktiviteler toprak yüzeyindeki kaya ve toprak gibi katı maddelerin rüzgar ve suyla taşınması olarak adlandırılan erozyona, toprağın asitlenmesine, tuzlanmasına, toprak yapısının yok olmasına neden olarak üzerinde bitki ve canlıların yaşamasına izin vermeyecek duruma gelmesine neden olur.

iklim değişiklikleri: Belli bir bölgede ortalama hava sıcaklığında meydana gelen değişimdir. iklim değişiklerinin en önemli göstergeleri kutuplarda buzulların erimesi, okyanuslarda sıcak su akıntılarıyla taşınan ısının yeniden dağılımı, belirli bölgelerde yüzeye düşen yağmur miktarının azalması ve kuraklık dönemlerinin uzamasıdır.

Küresel Isınma: Yeryüzünde toprak yüzeyi ve okyanus yüzeylerinde ortalama hava sıcaklığının artmasıdır. Küresel ısınmanın başlıca nedeni insan aktivitelerinden kaynaklanan gazların oluşturduğu sera etkisidir.

Sera Etkisi: Atmosferde başlıca sera gazları olarak bilinen karbondioksit, metan, kloroflorokarbonlar ve su buharının radyasyonu emerek sera etkisi oluşturmasıdır. Doğal halde volkanik patlamalardan çıkan bu gazlardan bazıları ve su buharı belli bir ölçüde yeryüzünde sıcaklığın korunarak yaşamın devam etmesine katkıda bulunmaktadır. Ancak insan eylemleriyle sera etkisi yaparak gazların miktarındaki artış küresel ısınmanın başlıca nedeni olarak görülmektedir.

iklim değişiklikleri ve sera etkisiyle ilgili daha geniş bilgiye www.ipcc.ch adresinden ulaşabilirsiniz.

Ozon tabakasının delinmesi: Ozon tabakası kutuplar üzerinde yer alan ve güneşten gelen ve canlılar için zararlı olan ultraviole ışınlarını tutan bir tabakadır. insan aktivitelerinden çıkan kloroflorokarbonlar ozon tabakasını incelterek canlılar için zararlı ışınların yeryüzüne ulaşmasını kolaylaştırmaktadır.

Çevre sorunlarının küreselleşmesi ve yeryüzünde tüm canlı yaşamı tehdit eder hâle gelmesi son yüzyıl içinde gerçekleşmiştir. Doğanın kirliliği belli bir ölçüde temizyelebilme kapasitesi vardır. Doğal süreçler nedeniyle yukarıda sözü edilen canlılar için zararlı olaylar gerçekleşse bile, bunlar topyekün tüm canlıların yaşamını tehdit edecek ölçüye ulaşmamıştır. Binlerce yıldır insanoğlu yeryüzünde yaşamını sürdürmektedir ve doğaya zararlı aktiviteler olarak kabul edilen aktivitelerin bazılarını da sürdürmüştür. O halde son yüzyıl içinde insan toplumların ne değişmiştir de yeryüzü içindeki tüm canlılarla birlike yol olma tehlikesiyle karşılaşmıştır. Bundan sonraki bölümde çevre sorunları denilen, tüm canlı yaşamın varoluşunu tehlike altına sokan insan aktivitelerinin neler olduğu ve sorunların çözümü için neler yapılması gerektiğine dair farklı bakış açıları anlatılacaktır.

Günümüzde doğanın kirliliği emme ve temizleme kapasitesinin aşılmasının olası sonucu nedir?

İNSAN-DOĞA İLİŞKİSİNİ VE ÇEVRE SORUNLARININ NEDENLERİNİ AÇIKLAYAN YAKLAŞIMLAR

Temel Kavramlar
Çevre kirliliği ve nasıl çözülebileceğiyle ilgili farklı bakış açıları konusunda bilgi edinmek isteyenlerin karşılaşacağı en önemli sorun, çevre sorunlarıyla ilgisiz görünen ama anlamlarından çok farklı bir içerik ve kullanımla karşımıza çıkan eski kavramlar ve birbirleriyle oldukça örtüşen yaklaşımlar yığını karşısında kalma durumudur.

Bu nedenle çevresel yıkımının nedenlerini ve çözüm önerilerin açıklayan yaklaşımların sınıflandırılmasında iki ölçüt kullanılmıştır:

• Yaklaşımın dayandığı etik temel,
• Çevre sorunlarına önerilen çözümlerde toplumsal, ekonomik ve siyasal değişimi benimseme dereceleri.

Yaklaşımların daha kolay anlaşılabilmesi için öncelikle bazı temel kavramların açıklanması gerekmektedir. Bu kavramlardan en önemlileri şunlardır: çevrecilik, radikal ekoloji, antroposentrik etik ve ekosentrik etik ve habitat

Çevrecilik/Radikal Ekoloji: Sözlük anlamında herhangi bir kişi ya da canlının içinde geliştiği şartlara çevre, organizmalarla çevreleri arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalına da ekoloji (çevre bilim) denir (Alison, 1991, s.26). Doğa bilimlerinin bir dalı olan ekoloji doğayı kapalı bir eko-sistemler topluluğu olarak tanımlar. Eko-sistem birbiriyle bütünleşmiş ve uzun süredir birlikte yaşayabilen canlılar topluluğu ve çevrelerinden oluşur. Uzun süre yaşayabilme ve varlığını her türlü ortamda koruma özelliği, sistemin bir istikrarı olduğunu gösterir. istikrarın korunması ise türler arasındaki ve ortamdaki dengenin korunmasına bağlıdır (Vester, 1997, s.27). Radikal ekoloji, doğa bilimlerinin bir dalı olan ekolojiye normatif bir anlam katar. Yani, ekoloji biliminde kapalı bir yapı için alışılagelmiş tahmin ve değişim hesaplarının terkedilerek neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bir inanç, arzu edilen ve edilmeyen davranışlar hakkında bir yargı ekler. Yukarıdaki tanımlar göz önüne alındığında çevrecilik “kültürel olarak tanımlanmış sorumluluklar çerçevesinde yaşanabilir bir gelecek arayışı” (Milton, 1993, s.2) olarak tanımlanabilir.


Radikal ekoloji de çevreciliğin bu amacını paylaşır. Hem çevrecilik hem radikal ekoloji, insan eylemlerini günümüz çevre sorunları ve ekolojik yıkımın temel nedeni olarak görür. O hâlde, neden çevrecilik ve radikal ekoloji farklı ve birbiriyle çatışan iki temel çevre hareketini oluşurur? 


Aralarındaki en önemli fark nedir?
Çevrecilik çevre sorunlarının çözümü için doğaya odaklanır. Doğa, doğal bilimler aracılığıyla anlayabileceğimiz bir nesnedir. insanlar var olabilmek için doğayı kullanmak zorundadır. Çevre sorunları ise insanları doğaya yaptıkları belirli müdahaleler sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, çevre sorunlarının çözümü için teknolojik yeniliklerden yararlanılabilir. Ayrıca doğaya zarar veren insan davranışlarının azaltılabilmesi için ikna yöntemi, hukuki düzenlemeler ve uluslararası anlaşmalarda çevre sorunlarının çözümüne önemli bir katkıda bulunabilir (Grove-White, 1993, s.19-20). Çevrecilik kendi içinde farklı gruplar barındırmaktadır. Örneğin, sürdürülebilir kalkınmacılar, eko-kalkınmacılar, yeni-mathuscular bu çevreci gruplardan bazılarını oluşturur.

Diğer taraftan radikal ekolojistlere göre insan doğa ile uyum içinde yaşamalıdır. Bu uyumun sağlanabilmesi için insanların tür olarak doğadaki diğer canlılardan üstünlüğü düşüncesinden vazgeçmesi gerekir. Doğadaki uyum insanlığın yararı ön planda tutularak göz ardı edilmemelidir. Günümüzdeki ekolojik yıkımın nedeni hem genel olarak hem de bireysel düzeyde insan eylemleridir. Doğadaki uyum yararına eko-sisteme zarar veren tüm politikalar, planlar ve kurumlar kaldırılmalıdır (Bramwell, 1989, s.16). Radikal ekoloji hareketi de kendi içinde farklı yaklaşımları barındırmaktadır. Örneğin, derin ekolojistler ekolojik yıkımdan tüm insanlığı sorumlu tutarken, sosyal ekolojistler tüm insanlığın değil, belirli sosyal kategorilerin
çevre kirliliği ve doğadaki dengenin bozulmasına neden olan davranışlarda bulunduğunu savunur.

Çevrecilikle Radikal Ekoloji arasındaki en önemli fark nedir?

Antroposentrik Etik/Ekosentrik Etik: Felsefenin bir dalı olan etik, insanların yaşamlarını nasıl sürdürmeleri ve ne yapmaları gerektiğiyle ilgili ahlaki ilkeler ve değerlerle ilgilenir. Çevre etiği ise bu ilke ve değerlerin insan-doğa ilişkisine uyarlanmasıdır. Çevre etiği içinde farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Geniş bir yelpaze sunan Çevre etiğinin iki ucunda antroposentrik etik ve ekosentrik etik yer alır. Antroposentrik etiğe göre insanlar kendilerini doğada yaşayan diğer canlılardan üstün kılacak eşsiz özelliklere sahiptir. insan-olmayan doğa insanların kullanımı için vardır. insanların çevreye veya çevrede yaşayan diğer canlılara karşı herhangi bir etik sorumluluğu bulunmamaktadır. Tek sorumluluk ancak doğanın diğer insan kullanıcılarının kullanım haklarına duyulan saygıdır. Doğa mekanik bir yapı oluşturur ve ortaya çıkan çevre sorunları ister biyolojik ister psikolojik olsun teknolojinin kullanımıyla çözülebilir. Tek tanrılı dinlerde Yaradılış öyküsü antroposentrik etiğin en saf ve etkin hâliyle gözlendiği alandır. Yaratılmışların hiyerarşisinde insan-olmayan doğa en alt basamakta yer alır ve insan kullanımı için yaratılmıştır. Din, antroposentik etik vasıtasıyla doğanın sömürüsünü meşrulaştırır (Merchant, 1992, s.70-74). Ekolojik yıkım küresel bir sorun haline geldiğinde doğal çevrenin korunması ile ilgili tüm öneriler önem kazanmaya başlamıştır. Etkin bir sosyal kurum olarak din de “Halifelik” kavramıyla antroposentrik bakış açısını terk etmeden söz konusu sorunlara kendi çözüm önerilerini getirmiştir.


Diğer taraftan ekosentrik etik evreni de içine alan bütüncül bir yaklaşım sunar. ister canlı ister cansız olsun tüm varlıkların doğuştan gelen bir öz-değeri vardır. Bu öz-değer doğrultusunda tüm yaşam formlarının eşit derecede yaşama ve kendini gerçekleştirme hakkı vardır. Sözü edilen bütüncül metafiziğin temelinde tüm varlıkların ve herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğu varsayımı yatar. insanlar ve insan olmayan doğa bütünün parçalarını oluşturmakla birlikte, bütün parçaların toplamından daha farklı bir yapıdır. Bu yapı içinde bilgi birikimsel ve deneysel değil, bağlamsal ve sezgiseldir (Naess, 1973, s.95-99). Bu iki tür bilgi arasındaki farkı şu örnekle açıklayabiliriz: Bir çiçek hakkında bilgi edinmek istediğimizde, o çiçeği koparıp mikroskop altında yapısını incelemek, yapraklarını ya da tohumlarını saymak, nasıl ve neyle beslendiğini açıklamak, gelişimsel süreçlerini incelemek birikimsel ve deneysel bilgi alanına girer. Diğer taraftan çiçeğin bulunduğu toprakla, çevresindeki diğer bitkilerle, hayvanlarla ilişkisini ve evrende varlıklar zinciri içindeki yerini anlamaya çalışmak bağlamsal ve sezgisel bilginin kullanılmasıdır. Ekosentrik etiğin temelini tıpkı antroposentrik etikte olduğu gibi din oluşturmaktadır.

Ortaçağ Hıristiyan Kozmolojisi birbirine bağlı varlıklar zinciri kavramıyla ekosentrik etiğin temelini oluştururken aynı zamanda varlıklar hiyerarşisi kavramı ve insan-olmayan doğayı bu hiyerarşinin en altına yerleştirerek de antroposentrik etiğin temelini oluşturur. Ekosentrik etiğin yeniden doğuşu 18. ve 19. yüzyılda endüstrileşme karşıtı olarak Avrupa’da ortaya çıkan romantizm ve Amerika’da ortaya çıkan aşkıncılık akımlarıyla olmuştur.

Habitat: Bir organizmanın yaşadığı ve geliştiği yer olarak tanımlanabilir. Bu yer hava, su ya da toprak üzerinde olup her zaman sınırlı fiziksel bir bölgeyi işaret eder. Çevre terimi habitatla karşılaştırıldığında habitat tamamen fiziksel bir bölgeyi işaret ederken, çevre insan toplulukları da dahil olmak üzere bu toplulukların içinde geliştiği şartları açıklamak için de kullanılır.

Bu bölümde günümüzde çevre hareketinin içinde yer alan farklı grupların ve bakış açılarının sınıflandırılmasında çevrecilik/radikal ekoloji ayrımı göz önüne alınacaktır. Ayrımın en önemli noktası çevre sorunlarına çözüm önerilerin de yer alan sosyal, ekonomik ve siyasal değişimin derecesidir. Çevrecilik yaklaşımları altında en fazla taraftar bulan Yeni-Mathusculuk, Eko-kalkınma ve Sürdürülebilir Kalkınma yaklaşımları verilecektir. Radikal Ekoloji yaklaşımları olarak da Derin Ekoloji, Sosyal Ekoloji ve Ekofeminizm anlatılacaktır.

Çevrecilik Yaklaşımları
Çevrecilik yaklaşımları genel olarak ekonomik stratejiler olarak adlandırılabilir. Kapitalist üretim tarzını, endüstrileşmeyi, ekonomik kalkınma kavramını, insan-doğa ilişkisinin toplumsal ve ideolojik yapısını sorgulamaz. Çevreci yaklaşımlara göre insan-doğa ilişkisi antroposentrik etik temelinde gelişir. Çevresel yıkımın etkilerinin azaltacak ekonomik ve siyasal tedbirlerin hem küresel düzeyde yıkımı önleyeceği hem de kalkınmanın devam edebileceğini savunur. Başlıca çevrecilik yaklaşımları Yeni-Mathusculuk, Eko-kalkınma ve Sürdürülebilir Kalkınmadır.

Yeni-Malthusculuk: Çevreciliğin düşünsel temelini oluşturan Malthus’un tezine göre yeryüzündeki nüfus artışı ile yiyecek üretimindeki artış arasında orantısız bir ilişki bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, yiyecek üretimindeki artış oranı nüfus artışından çok daha yavaş olmaktadır. Yeni-Malthuscular bu orantısız ilişkinin teknolojik genişleme, mineral kaynakların tüketimi ve kirlilik çeşitlerinin oluşturulması ile dünyanın üzerindeki nüfusu besleme, kirliliği emebilme kapasitesi ve mevcut tüketim tarzı arasında olduğunu belirtiler (Mellos, 1988:15). Bu yaklaşım beraberinde nüfus artışını sıfırlama konusunda ‘ortak karar’a dayanan ‘ortak baskı’ tedbirlerinin alınmasının gerekliliği tartışmalarının başlatmıştır (Hardin, 1968:1244-47).

Yeni-Mathusculuğun baskıcı önlem önerilerine getirilen eleştirilerin başında, çevre problemlerinin teknik problemler olarak değil, ekonomik ve toplumsal problemler olarak ele alınmasının gerekliliğidir. Örneğin, III.Dünya ülkelerindeki yiyecek kıtlığının fiziksel problemler değil, toplumsal ve ekonomik bağlamda oluşan problemler olarak ele almak gerekir (Mellos, 1988:47,50).

Eko-Kalkınma: Mevcut ekonomik kalkınma modelleriyle varoluşu sürdürmenin imkansızlığı üzerindeki görüş birliği, mevcut problemlere alternatif ekonomik, toplumsal ve siyasi yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açtı. Bu yaklaşımlardan biri de Eko-Kalkınma’dır. 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen insan Çevresi Konferansının genel sekreteri Maurice Strong tarafından ortaya konulan Eko-Kalkınma yaklaşımı bir dizi deneysel araştırma yazılarından oluşmaktadır. Çevre Problemlerinin nedenleri yerine etkileri üzerine odaklanır. Merkezileşmiş ekonomik ve siyasi gücün dünyayı zenginler ve fakirler olarak ikiye böldüğünü, toplumsal eşitsizliğin çevresel yıkımı ve doğal kaynakların tükenmesine neden olduğunu belirtir(Mellos, 1988:301).

Toplumsal eşitsizliğin neden olduğu çevresel yıkım insanların doğal kaynaklarla doğrudan ilişkisine bağlıdır (Dalby, 1998:301-303). Doğal kaynaklarla kurulan ilişkiye göre iki temel insan grubu vardır: Eko-sistem insanları ve biyosfer insanları. Yerel doğal kaynaklar üzerinde yaşayan ve bunları yaşamlarını sürdürmek için kullanan insanlar “eko-sistem insanları” olarak adlandırır. Eko-sistem insanları varolabilmek için doğrudan bu kaynaklara bağımlıdır. Ekonomik eylemleri yerel ticaretle sınırlı olduğundan doğal afetlere, çevresel yıkıma, toprak kalitesinin düşmesine, yerel hayvan nüfusunun azalmasına karşı varoluşları savunmasız kalır.

Doğayı romantikleştirmeden yaşamlarını doğal kaynaklar üzerinden sürdürürler ve doğal çevrelerindeki biyoçeşitliliği desteklerler. “Biyosfer insanları” ise uzak mesafelerden kaynakları getirtebilecek ekonomik güce sahiptir. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerin elit tabaka insanları bu sınıflandırma içinde yer alır. Ekonomik güçleri yiyecek ve diğer ürünleri küresel düzeyde uluslararası ticaretle sağlamaya imkân tanır. Biyosfer insanları kaynakların tükenmesi ve atıkların yarattığı kirliliğin olumsuzluklarından uzak kalabilme gücüne sahiptir. Biyosfer insanlarının ekonomik güçleri eko-sistem insanlarının yerel ticaretlerinin yerini alır. ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan tarım sanayileri yerel insanları şehirlere ya da nadir ormanların bulunduğu ve tarımı desteklemeyen bölgelere göçe zorlar. Bu toprakların kullanımı hakkında yeterli bilgi, ekonomik ve toplumsal destekleri olmadığından sonuçta ekolojik yıkıma neden olurlar. Şehirlerde ise gecekondu bölgelerine yerleşerek daha da yoksullaşarak biyosferik ekonomik sisteme bağımlı olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar.

Eko-Kalkınma yaklaşımı dört temel noktada eleştirilir: 1. Üretimi ve tüketimi tek ve farklılaşmamış bir eyleme dönüştürür ve toplumsal ilişkiler bağlamından çıkarıp doğrudan doğa ile ilişkili olarak görterir (Mellos, 1988:61). Ayrıca insanın ekonomik davranışlarında devletin rolünü göz ardı eder. 2. insanları küresel düzeyde kır/kent ayırımına göre değerlendirerek gelişmekte olan ülkelerdeki insanların özel şartlarını göz ardı eder. 3. Hem gelimiş ülkelerde hem de gelişmekte olan ülkelerde ırk, toplumsal cinsiyet ve etnik ayrımcılığı dikkate almaz. 4. Gelişmiş ülkelerdeki kentsel alan ile gelişmekte olan ülkelerdeki kentsel alanlarların tek
ortak özellikleri tüm dünyadan tüketim maddelerini alabilme ayrıcalığı olarak gösterir.

Bunun dışına yaşam kalitesi açısından büyük farklılıklar gösterdiğini göz ardı eder.
Sürdürülebilir Kalkınma: 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunun
yayınlanan raporu, Eko-Kalkınma yaklaşımının eleştirilen yönlerini değerlendirmeye alan bir yaklaşım sergiler. Brundtland Rapor’u olarak da bilinen bu raporda mevcut ekonomik kalkınma stratejileri ‘sürdürülemez’ olarak tanımlanır ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarının da göz önünde bulundurarak oluşturulan çözüm önerileri ‘sürdürülebilir kalkınma’ başlığı altında sunulur (Ortak Geleceğimiz, 1987:71).

Raporun ana fikri mevcut kalkınma stratejilerinin gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğa, gelişmiş ülkelerde de kirlilik ve çevresel yıkıma neden olduğudur. Gelişmiş ülkelerdeki sanayi atıkları insan ve diğer canlı türlerinin yaşamlarını asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi ve bazı türlerinin tamamen yok olmasına neden olarak tehdit etmektedir. Bu nedenle kirlilik yaratan etmenleri önlemek ve kontrol altına almak gerekmektedir. Diğer taraftan gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin kalkınma stratejilerini uygulayamayacaklarını bilmelidir. Çünkü artık
dünyanın taşıma kapasitesi batı tarzı kalkınmadaki yenilenemeyen enerji kaynaklarının sınırsız kullanımını destekleyemeyecek durumdadır. Ancak insanlık kalkınmayı belirli sınırlar içinde yine de sürdürebilecek durumdadır. Bu sınırlar teknoloji kullanımının yaygınlığı, doğal kaynakların kullanımda toplumsal örgütlenme, insan eylemlerinin biyosfer üzerindeki etkileri ve kirliliğin doğa tarafında emilme kapasitesine bağlı olarak düzenlenir. Gelişmekte olan ülkeler batı tarzı kalkınmayı sürdürmeye devam ederlerse kitlesel yoksulluk kaçınılmazdır. Sürdürülebilir kalkınma birikim için değil, yalnızca insan ihtiyaçlarını karşılamak için olduğundan gelişmekte olan ülkeler için bulunmaz bir fırsattır.

Gelişmekte olan ülkelerde kalkınma için nüfus artışı kilit konumdadır. Fazla nüfus, kaynaklar üzerinde baskı yaratır ve yoksulluğu beraberinde getirir. Ayrıca mevcut ekonomik kalkınma stratejileri gelişmekte olan ülkelerdeki yerel eko-sistemlerle uyumlu geleneksel yaşam tarzlarını da yok etmektedir.

Sürdürülebilir kalkınma geniş bir yelpazede yer almaktadır. Bunun anlamı çevrenin korunması için yalnızca ekonomik değil, toplumsal ve siyasi kalkınma da gerekmektedir. insan ihtiyaçlarının alanını genişletmek insan Hakları Beyannamesinde belirtilen her birey için asgari düzeyde yaşam, sağlık ve refah standartlarının sağlanması, yeterli yiyecek, giyecek, sağlık hizmeti ve sosyal güvencenin sağlanması demektir. Sürdürülebilir kalkınmanın amaçlarının ve sürdürülebilir yaşam tarzının gerçekleşebilmesi için geniş ölçekli katılım desteklenmelidir. Sağlıklı bir çevre için etkin vatandaşlık, eğitim ve çevresel yönetim gereklidir. Amaç, tüm uluslar
için ekonomik kalkınma hedeflerinden vazgeçmeden eko-toplumlar yaratmaktır. Sürdürülebilir Kalkınma iki noktada eleştirilir:

• ‘Sürdürülebilirlik’ kavramının esnek ve muğlak bir kavramdır. Kapitalist üretim tarzı içinde sürdürülebilir kalkınma ekonomik ve ekolojik değil, ideolojik ve siyasi bir sorundur. Mevcut kapitalist üretim tarzında sürdürülebilir kalkında sürdürülebilir kapitalizm anlamına geleceğinden kısa vadede sürdürülebilir kapitalizm imkansızdır (O’Connor, 2000:18).

• Ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre önerilen çözümler, gelişmiş ülkelerin
lehine, gelişmekte olan ülkelerin aleyhinedir (Aslanoğlu, 1994: 38-43). Sürdürülebilir
kalkınmada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için ayrı ayrı tanımlanan hedefler, gelişmiş ülkelerin kapitalist kalkınma sırasında tükettikleri doğal kaynaklar yerine, gelişmekte olan ülkelerdeki kaynaklardan yararlanmak, bu ülkelerdeki kaynakların kirlenmesini ve tükenmesini engellemeye çalışmak olarak anlaşılabilir. Bu bağlamda Aslanoğlu’na (1994) göre Sürdürülebilir  Kalkınma Batı ayrıcalığının sürdürülebilirliğidir.

Radikal Ekoloji Yaklaşımları
Bu bölümde ele alınan radikal ekoloji yaklaşımları hem antroposentrik hem de ekosentrik etik temelli olabilir. Ancak ortak yaklaşımları, çevre sorunlarına önerilen ekonomik stratejilerin, kısa vadeli teknolojik ve politik çözümlerin yeterli olmadığını, sorunların ancak radikal bir toplumsal, siyasal, ekonomik ve ideolojik yapılanma öneren çözümlerle ortadan kaldırılabileceğini savunur. Bu bağlamda kapitalizm, endüstrileşme, hiyerarşi, ataerkillik ve din ideolojisi eleştirilir. Başlıca
radikal ekoloji yaklaşımları; Derin Ekoloji, Sosyal Ekoloji ve her ikisini de eleştiren Ekofeminizm’ dir.

Derin Ekoloji: Günümüzdeki Derin Ekoloji hareketinin kökleri 18 ve 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika’da endüstrileşme karşıtı olarak ortaya çıkan romantizm ve aşkıncılık akımlarına dayanır. Romantizm, edebiyat, müzik, resim ve drama alanlarında artistik ve entellektüel bir akım olarak doğmuştur. Toplumdaki maddi değişimlere tepki gösterir. Romantiklere göre maddi değişim sürecinde kentler, nüfusun yoğunlaştığı ve yalnızca kırsal kesimin ürünlerinin tüketildiği alanlar olarak görülür. Eski toprak aristokrasisinin yerini yeni burjuvazi almış ve kentler yıkım alanlarına dönüşmüştür. Eski toprak aristokrasisi kendini endüstrileşmeyi
reddeden romantiklerle bağlantılandırır. Endüstrileşmeyle birlikte oluşan yeni toplumsal düzende burjuvazi bilimsel bilgi düzen, otorite, akılcılık ve Aydınlanma felsefesiyle özdeşleştirilirken eski toprak aristokrasisi materyalizmin reddi formunda burjuvaziye ve onun temsil ettiği herşeye baş kaldırır. Bilimsel bilgi ve mantığa karşılık sezgisel bilgi ve duygusallığı insanoğlunun en önemli ve değerli yönü olarak görürler.

Diğer taraftan Amerikan Aşkıncılığı, Yeni Dünya’nın fethi ve medenileştirilerek cennet bahçelerini yeryüzünde kurmak için vahşi doğanın tahribatına karşı çıkarlar. Endüstrileşme, teknoloji ve bilimsel bilgi karşıtlığıyla kendilerini Avrupa romantiklerine yakın bulurlar. Amerika’da Burrough, Muir, Thoreau, Emerson insandoğa ilişkisinin romantik-aşkıncı kavramsallaştırılmasının öncüleridir (Pepper, 1988, s.76-81); Worster, 1990, s.6-17).
 insan-doğa ilişkisinde ekosentrik etiğin ilkelerini benimseyen derin ekolojistler göre ekolojik yıkımın nedeni insan eylemleridir. Bu yıkımdan belli bir grubun eylemleri değil, insanlığın tamamı sorumludur. Oysaki ekolojik enge ve diğer türlerin yaşamı insan toplumundaki ekonomi ve ideolojiden daha önemlidir. Çevreciliğe alternatif olarak kabul edilen derin ekolojinin hedefi sosyo-ekonomik ve politik yapılarda kökten bir değişimin gerçekleşmesidir. Derin ekolojinin sekiz temel ilkesi vardır. Bu ilkelerden üç tanesi insan-doğa ilişkisini ele alır. Beş tanesi ise insan toplumlarının temelini oluşturması istenen ilkelerden oluşur (Naess, 1973,s.95-99).


 Bu ilkeler:
1. insan ve çevresiyle ilgili ilişkisel, bütüncül bir imaj yaratmak,
2. insanlar da dâhil olmak üzere tüm yaşam formlarının eşit öneme sahip olduğunu anlatan biyosferik eşitliği kabul etmek,
3. insan ve diğer yaşam formları arasında mücadele değil, ortak-yaşam ve ortak-varoluşu gerçekleştirmek,
4. Sınıfsız bir toplum yaratmak,
5. Çevre kirliliği ve kaynakların tükenmesiyle mücadele etmek,
6. işin parçalanması yerine iş bölümünü gerçekleştirerek toplumlarda ekonomik, kültürel ve teknolojik çeşitliliği geliştirmek ve bunların bütünleşmesini sağlamak,
7. Siyasi yönetimde yerel otoriteleri güçlendirme, merkezsizleştirme ve ekonomik açıdan kendine yeterliliği sağlanmak,
8. Bilimsel değil sezgisel bilgiye dayalı ekolojik bilgiyi geliştirmektir.


Sosyal Ekoloji: Sosyal ekoloji radikal ekoloji hareketindeki temel bölünmelerinden biridir. Barry Commomer, Andre Gorz ve John Clark ekolojik problemlere Marksizm ve Sosyalizmin bakış açısından yaklaştıkları için kendilerini sosyal ekolojist olarak adlandırırlar; ancak sosyal ekoloji adı orjinal olarak eko-anarşizmden geliştirilerek Murray Bookchin tarafından kullanılmıştır.
Derin ekolojiden farklı olarak sosyal ekoloji antroposentrik etiğin ilkelerini benimser. Rasyonal ve bilimsel düşünceyi savunur. Sosyal ekolojiye göre günümüzdeki ekolojik sorunların nedeni kapitalizmin hiyerarşinin yer aldığı insan topluluklarında üretim araçlarını tahakküm araçları olarak kullanmasıdır. Kapitalizmin mentalitesi doğayı yalnızca insan tüketimi ve üretimi için gerekli olan bir kaynak olarak görür. Kapitalizm yaşam tarzı haline geldiğinde yalnızca ekonomi olmaktan çıkar, büyü ya da öl mentalitesi ve pazarın kaosu toplumun tüm yönlerine etki eder. Hiyerarşik bir toplumla birleştiğinde kapitalizmin mentalitesi doğanın insan tarafından sömürüsünü meşrulaştırır. Ekolojik yıkımı durdurmak ve insanın doğa üzerindeki hâkimiyetini yok etmek için önce insanın insan üzerinde hâkimiyetini yok etmek gerekir (Bookchin, 1988, s.71).
  
Ekolojik sorunları çözmek ve ekolojik açıdan dengeli bir toplum yaratabilmek için eko-topluluklar oluşturulmalıdır. Bu toplulukların oluşturulması sırasında toprağın ekolojisi dikkate alınmalıdır. Merkezsizleştirme, yerel yönetimlere ağırlık verme, topluluk içinde yüz yüze ilişkileri güçlendirme, gündelik yaşamda işin dönüşümlü olarak yapılması, toprak yönetiminde ekolojik çevreyle insan yerleşimi arasında dengenin sağlanması, insan ihtiyaçlarının insancıllaştırılarak yaratıcılık ve yaşama en yüksek değerin verilmesi, fosil yakıtlarla diğer enerji türlerinin dengeli bir biçimde kullanılması, orta ölçekli tarım işletmelerine önem verilmesi, tarımsal ürün çeşitliliğinin sağlanması, teknolojik olarak hem endüstriyel makinaların hem de zanaatkar araçlarının bir arada kullanılması, üretimde miktara değil kaliteye önem verilmesi sosyal ekolojinin ekolojik açıdan ideal insan topluluklarının oluşturulması için ortaya koyduğu ilkelerdir.

Ekofeminizm: Çevre yaklaşımları adı altında toplanabilecek tüm farklı görüşlere en güçlü muhalefet çevre sorunlarına feminist bakış açısı getiren Ekofeminizm’ dir. Ekofeministler çevre sorunlarını kadın sorunları olarak görürler. Çünkü kadınlar çevre kirliliği nedeniyle yaşamları ve doğurganlıkları tehlikede olduğunda bile çocukların, hastaların, yaşlıların bakımı ve sorumluluklarını yerine getirirler.

Ekofeministlere göre bireysel olarak erkekler değil ama ataerkillik kadın ve doğa arasında ilişki kurarak her ikisini de tahakküm altına alır ve sömürür. Bu kadın sorunlarının ve çevre sorunlarının temelinde ataerkil ideoloji yatmaktadır. Hem antroposentrik hem de ekosentrik etiği reddederek kadınsı değerlerin yüceltildiği bir ‘ortaklık etiği’ önerirler (Merchant, 1995, s.xix).

Ortaklık etiği ne insan ihtiyaçlarını herşeyin üzerinde tutar ne de insan ihtiyaç ve çıkarlarını ikincil konuma düşürür. insan toplulukları ile insan-olmayan topluluklar arasında dinamik bir ilişki vardır. Doğa insanları yok edebilme ve insanlar olmadan da evrilme ve gelişme potansiyeline sahiptir. Buna karşılık insanlar doğa ve kendilerini bilim ve teknoloji ile yok edebilme gücüne sahiptir. Öyleyse, insanlar doğa ile kurdukları ilişkide kendi temel ihtiyaçlarını karşılarken, doğadaki diğer varlıkların da yaşamlarını sürdürmelerine izin vermelidir.

Ekofeminizm kendi içinde farklı yaklaşımlar sergiler. Birinci grup ekofeministler, kadın-doğa ilişkisinin köklerinin kadının biyolojik ve psikolojik özelliklerinde yattığını savunur. Çevre sorunlarının çözümü için kadınsı değerleri yücelten, yeryüzü tinselliğine dayalı yeni bir din anlayışı önerir. ikinci grupta yer alan ekofeministler, kadın-doğa ilişkisini ve çevre sorunlarını daha çok sosyal ekoloji çerçevesinde değerlendirirler. Kadınların erkeklerden farklı biyolojik ve psikolojik özellikleri olduğunu kabul etmezler. Kadın ve doğanın ikili sömürüsünün maddi temellerini ortaya koyabilmek için ideolojik yapılanmaların ve toplumsal süreçlerin incelenmesi gerektiğini savunurlar. Birinci ayırımda yer alan Ekofeministleri kadın tinselliğine kuvvetli vurguları ve geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirici yaklaşımlarından dolayı eleştirirler. Üçüncü grupta yer alan ekofeministler, birinci ve ikinci gruptaki ekofeministleri beyaz, ortasınıf, kentli batı kadının doğa ile olan konumuyla ilgilendiği söyleyerek eleştirilirler. Üçüncü grup ekofeministlerin diğer ekofeministlere yönelttiği eleştiriler şu şekilde sıralanabilir (Agarwal, 1992, s.122-123):

1. Kadınların tek kategori olarak ele alırlar. Kadınlar arasındaki sınıf, ırk, etnik köken ve bunun gibi farklılıkları görmezler. Böylece kadınların konumlarında etkili olan diğer tahakküm şekillerini göz ardı ederler.

2. Kadınların ve doğanın tahakküm altına alınmasını yalnızca ideolojik olarak ele alırlar. Ekonomik avantaj ve politik güce dayanan bu tahakkümün maddi kaynağını ihmal ederler.
  
3. Kadınların ve doğanın tahakkümünü ideolojik olarak değerlendirirken dahi ideolojik yapılanmanın üretildiği toplumsal, ekonomik ve politik yapılar konusunda çok az şey söylerler.

4. Kadınların doğa ile olan maddi ilişkisini (toplumsal cinsiyet temelinde oluşan iş bölümünün kadınlar için belirlediği evin yiyecek, giyecek ve yakacak temini sağlama) değerlendirirken bu kadınların ve diğerlerinin sözü edilen ilişkiyi nasıl düşündüklerini dikkate almazlar.

5. Kadın-doğa ilişkisini değiştirilemez ve değişmez dişi bir öz anlayışına bağlayarak doğa, kültür, toplumsal cinsiyet ve bunun gibi kavramların tarihsel ve toplumsal olarak nasıl yapılandırıldığını, farklı kültür ve zamanlarda nasıl farklılaştığını göz ardı ederler.

Ekofeminizmin diğer çevre yaklaşımlarına getirdiği eleştiriler nelerdir?


TÜRKiYE’DE ÇEVRE SORUNLARI
Ekonomik Gelişme, Kentleşme ve Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı
Türkiye’de çevre kirliliğinin artması ve ekosistemin bozulmasına neden olan yapısal faktörler batılı ülkelerdeki gelişmelere benzer bir yol takip etmiştir. Batı tarzı ekonomik kalkınma için endüstrileşmenin desteklenmesi, yüksek kentleşme oranı ve bu gelişmelere paralel olarak ilerleyen tarım politikaları genel olarak Türkiye’deki çevre sorunlarının temel nedenlerini oluşturur.
Tarihsel olarak Türkiye’deki çevre sorunları incelendiğinde, 1923 öncesi dönemde, oldukça ilkel olan Osmanlı endüstrisi yiyecek ve tekstil ürünlerinde yoğunlaşmıştı. I.Dünya Savaşı sırasında uluslararası ticaret önündeki engeller istanbul’da milli kapitalizmin ortaya çıkmasına yol açtı. Kırsal Anadolu başkenti beslemek için yiyecek üretmeye başladı (Boratav, 1988, s.19-24). O dönemde meydana gelen en önemli çevre yıkımları, anlatılan nedenlerden dolayı erozyon ve aşırı otlatmadan kaynaklanan toprak kaybıydı. Döneme ait çevre konularına duyulan ilgi,
günümüzde kaynakların akılcı kullanımını hedefleyen ilgiden farkılılk gösteriyordu.
Çevre sorunları başkentin sorunlarıydı. istanbul Belediyesi tarafından kentin çevre planlamasıyla ilgili düzenlemeler yapıldı (Ziyaoğlu, 1971; Akad, 1992, s.151 aktaran Dinçer, 1996, s.86). II. Meşrutiyet sırasında çevre sorunları yeni kurulan partilerin konut sorunları ve çevre sağlığı politikaları yoluyla yavaş yavaş ilgi alanı oluşturmaya başladı (Öz, 1989, s.30 aktaran Dinçer, 1996, s.86).
1923-1950 yılları arasında endüstri devlet tarafından desteklenirken tarım ekonomik
kalkınmanın itici gücünü oluşturuyordu. Savaştan sonra yalnızca endüstriyel
kalkınmada değil tarımda da yavaşlama görüldü (Boratav, 1988, s.39-84). Savaş sonrası ekonomik gelişmelere paralel olarak 1945-1950 yılları arasında hızlı bir kentleşme başladı. Ulusal savunma sorunlarının savaş sonunda azalmasına rağmen insanlar kentlere göç etme eğilimi gösterdiler (Keleş, 2000, s.41-42). Bu dönemde çevre konularına duyulan ilgi oldukça sınırlıydı. Hükümete bağlı olmayan bazı organizasyonlar kaynakların akılcı kullanımı, doğanın korunmasıyla ilgili çevre hareketi oluştursalar bile, temel olarak bu hareket elitist bir karakter taşıyordu. Dönemin esas ilgi konusu devlet politikaları ve halkın sosyo-ekonomik sorunlarıydı.
Bunun nedeni çevre sorunlarının henüz acil çözüm gerektiren bir durumda olmamasıydı (Dinçer, 1996, s.87).

1950-1960 yılları arasında başlıca ekonomik tercihler savaş sonrası dönemin uluslararası politikalarına göre belirlendi. Bazı sektörlerde önemli değişimler meydana geldi. Tarımda mekanizasyona geçildi ve yine bu yıllarda hızlı kentleşme gerçekleşti (Boratav, 1988, s.86-107; Dinçer, 1996, s.87).

Türkiye’de hızlı kentleşme; itici, çekici ve dönüştürücü faktörler nedeniyle çevre kirliliğinin en önemli kaynağı hâline gelmiştir. Hızlı kentleşmeye yol açan itici faktörlerin başında tarımda düşük üretim seviyesi, düşük tarımsal gelir, bazı bölgelerde toprak sahipliğinin dengesiz dağlımı ve tarımda mekanizasyon gibi değişen şartlar gelir. Ulaşımın gelişmesi kentlere göçü destekleyen dönüştürücü faktör olarak fabrikalardaki yeni iş olanakları ve hizmet sektörünün gelişmesi de hızlı kentleşme için çekici faktörler olarak görülebilir. Ayrıca hızlı kentleşme yalnızca yeni iş olanakları nedeniyle gerçekleşmemiştir. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden daha fazla yararlamak isteği ve boş zaman aktiviteleri için merkezlere yakın olma isteği de hızlı kentleşmeye yol açmıştır (Keleş, 2000, s.53). Diğer taraftan kentlerde yaratılan yeni iş olanaklarının yetersizliği kentlere göçü engellememiş ve kentlerin dış mahallelerinde kırsal kesimle güçlü bağları bulunan, yaşamlarını kazanmak için marjinal sektörde çalışan yeni bir alt sınıfın da oluşumuna yol açmıştır (Boratav, 1988, s.106-107). Kaçak yapılaşma nedeniyle kenti çevreleyen bölgelerde çevre yıkımları meydana gelmiştir.

Bununla beraber, Türkiye’de hızlı kentleşme yalnızca sosyal ve ekonomik şartların değişmesiyle kendiliğinden meydana gelen bir olgu değildir. Aynı zamanda hükümet politikalarıyla da desteklenmiştir. 1963-1967 Birinci ve 1968-1972 ikinci Beş Yıllık Kalkınma Planlarında kentleşmenin desteklenmesi hükümet politikası olarak ele alınmıştır. 1973-1996 yılları arasında temel amaç kentleşmenin desteklenmesi yerine kentlerde yaşam standardının yükseltilmesi olmuştur. 1996-2000 Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında ise metropollere hızı göçün yavaşlatılması hedeşeyen politikalar benimsenmiştir (Keleş, 2000, s.54-59).

Diğer taraftan, 1970’lerde Avrupa ve Amerika’da çevre konularına gösterilen ilgiye paralel olarak Türkiye’de de çevre konusuna gösterilen ilgide hafif bir artış meydana gelmiştir. Türkiye’nin üye olduğu uluslararası organizasyonların anlaşmaları çerçevesinde ve 1972 Stockholm Konferansından sonra çevre konuları belli bir düzeyde devlet tarafından desteklenmeye ve medya aracılığıyla kamunun bilgisine sunulmaya başlanmıştır (Dinçer, 1996:85).
1980 sonrası dönem çevre konularıyla ilgili olarak devlet tarafından hukuki ve politik eylemlerin gerçekleştirildiği dönemdir. Çevre korumayla ilgili maddeler 1982 Anayasasında yer almış ve 1983’de çevre koruma ve yönetimiyle ilgili Çevre Kanunu çıkmıştır. Bu kanuna göre çevre korumayla ilgili önlemler ekonomik kalkınma hedeşeriyle uyumlu olmalıdır (Dinçer, 1996:90,92). 1991’de ise Çevre Bakanlığı kurulmuştur.

Diğer taraftan, 1985’den sonra çevreci grupların halkın dikkatini çekmek ve hükümetleri çevreyi kirletenlere karşı önlem almaya zorlamak için yaptıkları eylemler artmıştır. 1987 yılında Yeşil Parti kurulduysa da 1988’de kapatılmıştır. Böylece çevre konularını siyasi platforma taşıma ve halkın dikkatini çekmek imkânları daralmıştır.

Kentleşme ve Batı tarzı ekonomik kalkınma Türkiye’de çevresel yıkıma neden olan faktörlerden yalnızca ikisini oluşturmaktadır. Diğer faktörlerin neler olduğunu anlamak için çevre sorunlarının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından gösterdikleri farklılıkları incelemek gerekir (Aslanoğlu, 1994). Gelişmiş ülkeler açısından çevre sorunları endüstriyel kirlilik, katı atıklarıdaki artış ve sınırsız tüketim olarak görülürken gelişmekte olan ülkeler için bu sorun açlık, yoksulluk, aşırı nüfus, toprağın eşitsiz dağlımı ve doğal kaynakların tükenmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Gelişmiş ülkeler için çevre sorunları endüstrileşmiş ve gelişmiş olmanın sonuçlarıdır ve dünya artık gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş olanların yollarını takip
ederek kalkınmasını kaldırabilecek durumda değildir. Gelişmekte olan ülkeler açısından ise sorun hâlâ gelişmekte olmanın getirdiği bir sonuçtur ve gelişmiş olanların yolunu takip ederek gerçekleşecek olan kalkınmadan sonra yok olacaktır.
Türkiye’de çevre konularına duyulan ilgi gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında oldukça zayıf kalmaktadır. Çevre sorunlarına gösterilen ilginin bir göstergesi olarak çevreyle ilgili protestolar, çevre koruma yasaları ve hükümete bağlı olmayan çevre organizasyonlarının kurulması büyük ölçüde uluslararası anlaşmalardan etkilenmiştir.

AÖF üniversitesi yayınlarından