23 Ocak 2016 Cumartesi

Tahsin Yücel’in 'son dileği': ‘Beni çağıma tutsak etme’

Kaynak : http://kulturservisi.com/p/tahsin-yucelin-son-dilegi-beni-cagima-tutsak-etme

Türkiye’deki göstergebilim çalışmalarının öncüsü, Türkçenin en özenli seslerinden, yazar, eleştirmen, çevirmen Tahsin Yücel, bugün 83 yaşında hayata veda etti. Tahsin Yücel’in cenazesi yarın Şişli Camisi’nde öğle vakti kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.
Yaşamına öykü, roman, deneme, anlatı, derleme alanında pek çok eser sığdıran Yücel’in, 2012'de yayımlanan “İnsan Yazdığı Şeydir” kitabının sonunda, “tanrıdan son dileği” yer alıyordu. “Son dileğim şu senden: dilimde ve düşüncemde çağıma tutsak etme beni, ama ondan çok da uzak düşürme” diyen Tahsin Yücel’in o metnini aktarıyoruz:
Sonsöz: Dilek
Tanrım, şu sıcak temmuz gününde, uzaktan bir avuç deniz gören şu köy evinde, yani her zamanki çalışma ortamımdan uzakta, elimde bir kurşunkalem, dizimin üstünde bir küçük defter, içimde incecikten bir coşku, bu kitabı yazmaya girişirken, önce sana seslenmek geliyor içimden. Sana seslenmek ve yeryüzünde yetkilendirilmiş görevlilerin olduklarını söyleyenlerin hiç hoşlanmadıkları bir alanda, her şeyi yeniden sorgulayan yazının alanında yol almaya çabalayan bir yaratığa yardımcı olmanda sakınca yoksa, bu alçakgönüllü kitaba ilişkin dileklerimi sıralamak istiyorum.
Tanrım, bizlerle sıradan yaratıkların içinden geçenleri bile bilecek ölçüde, tek tek ilgilendiğin doğruysa, seni tanık göstererek söyleyebilirim ki, bildiğimi eksiksiz bilmek gibi bir savım olmadı hiçbir zaman; tam tersine, kendi uzmanlık alanımda bile, eksiklerimi hep gördüm, gizlemek için de fazla çaba harcamadım. Gene de, yazacağım küçük kitapta, bilgi yanlışlıklarına düşmeme izin verme, okurlarım söylediğinin doğruluğunu iyice araştırıp kesinleştirmeden kitap yayımlamaya kalkan bir saygısız sanmasın beni.
Tanrım, yeteneklerimizi sınırlı, yaşam süremizi kısa tutmuşsun; koşulumuz sonucu, yüzeysel bilgilerle, yüz kızartıcı önyargılarla donanmışız, yaşamımız acıklı koşulumuzun örnekleriyle dolu; gene de hiç değilse kitaplarımda, içi sıra da bu kitabımda, okurumun karşısına yüzeysel bilgilerle, yazarlıkla bağdaşmayan önyargılarla çıkacak olursam, beni durdur demiyorum, her iş bitti de sıradan bir yazara çobanlık mı edeceksin, ama içime fazladan bir tepke yerleştir de beni sürekli uyarsın; kalıplaşmış bilgilerle, taşlaşmış önyargılarla okurumu yanlış yola sürüklemeyeyim.
Tanrım, gözlerini bir an için şu sıradan kulunun üzerine çevirecek olursan, açıklıkla görürsün ki, kendi kendimle başbaşa kaldığım zamanlarda bile, benzerlerinden daha iyi ya da daha doğru düşündüğünü sananlardan olmadım, farklı verilerin ve farklı alışkıların farklı sonuçlara götürdüğünü de çoktan öğrendim; ayrıca, yalnızlığında azıcık eğlenmek istediğinden olacak, saçmalık ve çelişki dağıtımında bizlere fazlasıyla cömert davrandığını bilmez değilim. Gene de şu kitapta okurumun karşısına yalan yanlış düşüncelerle çıkarma beni.
Tanrım, “Çıkarma!” diyorum ya çıkardıklarının çok olduğunu da iyi biliyorum. Ne yapalım, sağlam bilgilerle donatmıyorsun bizi, biz de, hemen her konuda sanılar, varsayımlar, eğretilemeler arasında bocalayıp duruyoruz. Birkaç yıl önce, şimdi elimin altında olmayan o eşsiz araçla çalışmaya yeni başladığım sıralarda, hem de kaç kez, parmaklarımın camda görünür kıldığı söylem benim kendi görüntümmüş, en azından benim kendi görüntümden bir şeyler yansıtıyormuş gibi bir sanıya kapılarak donup kaldığımı anımsıyorum. Şimdi, elde kalem, dizde defter, düşünüyorum da izlenimim çok aykırı gelmiyor bana. “Önce söz vardı,” diyen aracıların haklıysa, hepimizin sözden geldiğini, sözün de tıpkı bedenimiz gibi, bedenimizle birlikte, bedenimizle kaynaşmış olarak varlığımızın özünü oluşturduğunu kesinlememiz gerekmez mi? Gerekirse, hatta gerekmese bile, sözüm de tıpkı bedenim gibi, bedenimle birlikte, bedenimle kaynaşmış olarak beni hem benzerlerimle birleştiren, hem onlardan ayıran özüm, özdeşim değil mi? Öyleyse, okur karşısına aksak bir dille çıkmama izin verme Tanrım. Güzel yazmak bir yetenek işi, ama aksak yazı ortak özümüze değer vermediğimizi gösterir ya da bu öze yabancı olduğumuzu. Benimki konuğunun karşısına en düzgün kılığıyla çıkmak isteyen yoksulun dileği.
Tanrım, söylemimi görmemişler gibi süsleyerek gülünç düşmeme de izin verme.
Tanrım, yazarken kızarıyorum ya, belli mi olur, bakarsın şu alçakgönüllü kitapta doğru sözler de ederim, olur ya, yeni şeyler bile söylerim belki; böyle bir tansığın gerçekleşmesi durumunda, yazdıklarım benzerlerimin önyargılarına takılıp kalmasın, onlara gerçekten ulaşsın isterim; bu nedenle, son dileğim şu senden: dilimde ve düşüncemde çağıma tutsak etme beni, ama ondan çok da uzak düşürme.
Benden istemesi.
İnsan Yazdığı Şeydir/ Tahsin Yücel/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 314 s

6 Kasım 2015 Cuma

Kısa Öykü Yazmak, Flannery O’Connor

Kaynak : http://www.notosoloji.com/kisa-oyku-yazmak-flannery-oconnor/

                                                          

                                                                                                                                                19 Ekim 2015


Yazmaya yeni başlayan yazarların duygudan tüylerinin ürperdiğini fark ettim, ancak bunların kimin duyguları olduğuna karar vermek çok zor. Diyaloglar çoğunlukla gerçekten görebildiğiniz karakterlerin yardımı olmadan ilerliyor, öykünün her yerinden içeriksiz düşünceler sızıyor.

KisaOykuic-FlanneryOConror
İnsanların kısa öyküye en zor edebi tür dediklerini duydum, bana insanların en doğal ve temel ifade tarzı gibi gelen bu biçim hakkında neden böyle dendiğini anlamaya çalıştım hep.* Sonuçta daha çocukken hikâyeler dinleyip anlatmaya başlıyorsunuz, bunda da pek karmaşık bir şey yok. Çoğunuz hayatınız boyunca hikâye anlatmışsınızdır, ama yine de oturup nasıl yapmanız gerektiğine kafa yoruyorsunuz işte.

Zira geçen hafta burada kullanmak üzere bazı berrak düşünceler not almıştım ki, gözden geçirmem için yolladığınız yedi öyküyü aldığımda huzurum kaçtı.

Bu tecrübeden sonra, kısa öykünün en zor edebi tür değilse bile bazı türlerden daha zor olduğunu itiraf etmeye hazır bir halde buldum kendimi.

Yine de çoğu insanın bir hikâye anlatma yeteneğiyle yola çıktığını, ancak bu yeteneğin bir süre sonra yitip gittiğini düşünüyorum. Elbette, kelimelerle bir hayat yaratmak temelde bir yetenektir. En başta bu yeteneğe sahipseniz, yeteneğinizi daha da geliştirebilirsiniz, eğer böyle bir yeteğiniz yoksa boşverseniz de olur.
Ancak kısa öykü yazmaya kararlı olanların çoğunlukla bu yetenekten yoksun olduğunu keşfettim. Zaten nasıl kısa öykü yazılacağına dair kitaplar ve makaleler yazanların da bu yetenekten yoksun kişiler olduğuna eminim. Bu konuda mektupla öğrenim gören bir arkadaşım var, bana bazı bölümlerin başlıklarını yolladı: “Yazarlar İçin Öykü Formülleri”, “Nasıl Karakter Yaratırsınız”, “Hadi Kurgulayalım!” Bu namussuzluk ona yirmi yedi dolara patlıyormuş.

Öykü yazmayı kurgu, karakter ve konu terimleri üzerinden anlatmayı, bir surat ifadesini gözlerin, burnun ve ağzın nerede olduğunu söyleyerek tasvir etmeye benzetiyorum. Öğrencilerin, “Kurguda çok iyiyim ama karakterleri halledemiyorum,” ya da “Şöyle bir konu buldum ama kurgulayamıyorum,” ve hatta bir keresinde de “Bir öyküm var ama hiç teknik bilmiyorum,” gibi şeyler söylediğini duyuyorum.

Teknik kelimesi dillerinden düşmez. Bir keresinde bir yazarlar kulübünde konuşmuştum, soru cevap sırası geldiğinde birisi bana, “Öykü içinde öykü yazmak için bana bir teknik anlatabilir misiniz?” diye sordu. İtiraf etmeliyim, öyle bilgisizdim ki neden bahsettiğini bile bilmiyordum ama kadın böyle bir şey olduğuna inandırdı beni; meğer böyle bir şey yazarak kendisinin de katıldığı, elli dolar ödüllü bir yarışma varmış.
Yeteneği olmayan insanlar bir yana, bir de yeteneği olduğu halde öykünün ne demek olduğunu bilmedikleri için boşuna çırpınıp duranlar var.

Sanırım tanımlaması en güç şeyler en bariz şeyler oluyor. Herkes öykünün ne olduğunu bildiğini düşünüyor. Ama yeni başlayan bir öğrenciden öykü yazmasını isterseniz, elinize geçecek şey, öyküden başka her şey olabilir; bir hatıra, bir olay, bir fikir, bir anekdot; bir öyküden başka her şey. Öykü, noksansız, dramatik bir olaydır [action]; iyi öykülerde karakterler olay yoluyla gösterilir, olaylar da karakterlerce yönetilir, bunun sonucunda ortaya çıkan da, sunulan tecrübenin tamamından türeyen anlamdır. Ben öykünün bir insan barındıran dramatik bir olay [event] olduğunu söylemeyi tercih ederim, çünkü oradaki bir insandır, hem de belirli bir insan; yani insanlığın genel durumunun ve bazı özel insani durumların bir parçasıdır. Bir öykü, dramatik bir biçimde, her zaman bir kişiliğin gizemine yer verir. Benden bir sokak aşağıda yaşayan çiftçi bir kadına bazı öyküler vermiştim, geri getirdiğinde, “Şu öyküler bana kimi insanların nasıl yaşadıklarını gösterdi,” dedi; kadının haklı olduğunu düşündüm kendi kendime, öykü yazarken, tam buradan başladığınıza emin olmanız gerekir – kimi insanların her şeye rağmen neyi nasıl yaptıklarını göstermeniz.
Daha yeni yola koyulduğunuz oldukça mütevazı bir seviyedir bu, ancak öykü yazmak istediğini düşünen insanların çoğu buradan başlamayı pek istemiyor. Sorunlardan bahsetmek istiyorlar, insanlardan ya da somut konulardan değil de soyut konulardan. Ya fikirleri, ya hisleri ya da taşkın bir egoları vardır, ya da “Yazar Olma” hevesleri, ya da bilgeliklerini dünyanın özümseyebileceği kadar basit bir şekilde yayma istekleri. Nasılsa, bir hikâyeleri yok, olsaydı da yazmak istemezlerdi zaten; hikâyeleri olmayınca da bir teknik ya da formül arayışına giriyorlar.

Bunların hiçbiri, öykü yazarken, sahip olduğunuz değerlerden vazgeçmek ya da bu değerleri unutmak zorunda olduğunuz anlamına gelmiyor. İnançlarınızın, görmenizi sağlayan ışık olması, ancak gördüğünüz şeye dönüşmemesi ya da görmenin yerini almaması gerekir. Kurmaca yazarları için her şeyin gözle sınandığı bir nokta vardır; göz, nihayetinde bütün kişiliği kapsayan bir organdır, dünyanın tamamını içine alabilir. İçinde yargıyı barındırır. Yargı, görme eylemiyle başlayan bir şeydir, böyle başlamadığında ya da görmekten ayrı hale geldiğinde zihinde bir karmaşa yaşanır, bu da öyküde yansımasını bulur.

Kurmaca hisler aracılığıyla işler, insanların öykü yazmayı böylesine zor bulmasının nedeni bence hisler yoluyla ikna etmenin ne kadar uzun zaman ve ne kadar sabır gerektirdiğini unutmalarıdır. Öyküyü gerçekten tecrübe etmeyen, öyküyü hissetmeye açık olmayan okurlar, kurmaca yazarının bahsettiği hiçbir şeye inanmayacaktır. Kurmacanın ilk ve en açık özelliği görülebilen, duyulabilen, koklanıp tadına bakılabilen, dokunulabilen şeyler yoluyla gerçekle uğraşmasıdır.

Bu sadece akılla öğrenilebileceğiniz bir şey değildir, alışkanlıklarla da öğrenilmesi gerekir. Şeylere alışkanlıkla bakma biçiminiz haline gelmelidir bu. Kurmaca yazarı şefkatle şefkat, duyguyla duygu, düşünceyle düşünce yaratamayacağının bilincinde olmalıdır. Bütün bu şeylere bir vücut vermelidir; ağırlığı ve kapsamı olan bir dünya yaratmalıdır.

Yazmaya yeni başlayan yazarların duygudan tüylerinin ürperdiğini fark ettim, ancak bunların kimin duyguları olduğuna karar vermek çok zor. Diyaloglar çoğunlukla gerçekten görebildiğiniz karakterlerin yardımı olmadan ilerliyor, öykünün her yerinden içeriksiz düşünceler sızıyor. Bunun nedeni öğrencinin dramatik olay yerine kendi düşünceleri ve hisleriyle ilgili olması ve kurgunun gerçekleştiği somutluğa inemeyecek kadar tembel ya da tumturaklı olmasıdır. Yargının ve duyarlılığın apayrı şeyler olduğunu düşünüyor öğrenci. Ancak kurmaca yazarı için yargı, gördüğü ayrıntılarda ve onları görüş biçiminde başlar.

Bu somut ayrıntıları önemsemeyen kurmaca yazarları, Henry James’in “zayıf ayrıntılandırma” dediği suçu işlemektedir. Gözler kelimelerin üzerinde kayıp giderken dikkat uykuya dalar. Ford Madox Ford’un bize öğrettiği şuydu: Okura öyküdeki adamı görmesine yetecek kadar ayrıntı vermezseniz, o adamın bir öyküde gazete satacak kadar bile görünmesini sağlayamazsınız.

New York’ta, aktörlere ders vermekte çok iyi olduğu söylenen Rus bir kadından oyunculuk dersi alan bir arkadaşım var. Arkadaşım bana ilk bir ay boyunca tek cümle etmediklerini, yalnızca görmeyi öğrendiklerini yazdı. Görmeyi öğrenmek, müzik hariç her sanat dalını öğrenmenin ilk adımıdır. Resim yapan birçok kurmaca yazarı tanıyorum, bunu iyi resim yaptıkları için değil, yazmalarına yardımcı olduğu için yapıyorlar. Resim yapmak onları bir şeylere bakmaya zorluyor. Kurmaca yazmak nadiren bir şeyler söyleme meselesidir; çoğunlukla bir şeyleri gösterme meselesidir.

Ancak kurmacanın ayrıntıların kullanımıyla işlediğini söylemek basit ve mekanik bir biçimde ayrıntıları yığmak demek değildir. Ayrıntı nihai bir neden tarafından yönetilmelidir ve her ayrıntı amacınıza hizmet etmelidir. Sanat seçicidir. Seçilen şeylerin orada olması zaruridir, zira hareketi yaratan da budur.

Bütün bunlar zamanla olur. İyi bir kısa öykü, bir romandan daha az anlam içermemeli, eylemleri romanınkinden daha az bütünlüklü olmamalıdır. Ana tecrübe için zaruri olan hiçbir şey, kısa öykünün dışında bırakılmaz. Bütün eylemlerin saikleri tatmin edici bir biçimde açıklanmalı ve bu sırayla olmak zorun değilse bile bir başlangıç, orta ve son olmalıdır. Bence birçok insan, kısa olduğu için, hem de her anlamda kısa olduğunu düşündükleri için kısa öykü yazmaya karar veriyor. Kısa öykünün az şeyin gösterilip çok şeyin ima edildiği tamamlanmamış bir olay olduğunu, bir şeyi ima etmenin onu dışarıda bırakmak olduğunu sanıyor. Bu kanıları bir öğrencinin kafasından çıkarmak çok zor, çünkü öğrenci bir şeyi dışarıda bıraktığında, usta işi bir şey yaptığını sanıyor; bir şeylerin orada olmaması için önce bir şeyler sunması gerektiğini söylediğinizdeyse de sizin duyarsız bir ahmak olduğunuzu düşünüyor.

Belki de kısa öykü konusunda ele almamız gereken, kısa diyerek neyi kastettiğimizdir. Kısa demek hafife alınmış demek değildir. Kısa öykü, derinlik bakımından uzun olmalıdır, bize bir anlamın tecrübesini vermelidir. Sonunda birinin evlenmediği ya da vurulmadığı bir öyküde hiçbir olayın olmadığına inanan bir teyzem var. Yaşlı bir kadının geri zekâlı kızıyla, kadının arabasını ele geçirmek için evlenen bir serseri hakkında bir öykü yazmıştım. Evlendikten sonra adam, kadının kızını arabayla balayı seyahatine çıkarıyor, sonra da kızı yemek yerlerinden birinde bırakarak kendi başına yola devam ediyor. İşte bu tastamam bir öykü. Hiçbir şey bu adamın belirli bir dramatizasyonla gösterilen kişiliğinin gizemine daha yakın olamaz. Ancak teyzemi bunun tastamam bir öykü olduğuna asla ikna edemedim. Teyzem o salak kıza en sonunda ne olduğunu bilmek istiyor.

Kısa süre önce bu öykü televizyona uyarlandı, işini bilen uyarlayan kişi, serserinin fikrini değiştirmiş, geri döndürüp geri zekâlı kızı aldırmış ve ikisini birlikte mutlu bir biçimde arabaya bindirip göndermiştir. Teyzem öykünün bu haliyle tastamam olduğuna inanıyor olsa da, benim hislerim başka türlü, ama bunları toplum içinde söylemek pek uygun olmaz. Bir öykü yazdığınızda, tek yapmanız gereken bir öykü yazmaktır, ancak yazdığınız öyküyü okumayı reddedecek birileri daima olacaktır.
Bu tabii ki kurmaca yazarken ne tür bir okur kitlesi için yazdığınıza dair o berbat soruyu gündeme getirir. Belki de herkes bu soruna kendi kişisel çözümünü buluyor. Kendi adıma konuşursam, kurmaca sanatına itibar ederim ama “ortalama” okur denen şeyden pek hazzetmem. Kendime bu okurdan kaçamayacağımı, uyanık tutmam gereken kişiliğin bu olduğunu hatırlatıyorum, ama aynı zamanda daha zeki okurlara kurmacadan bekledikleri daha derin tecrübeyi de sağlamam gerek. Aslında bu okurların her ikisi de yazarın kendi kişiliğinin farklı özelliklerinden ibaret, son tahlilde yazarın hakkında bir şey bilebileceği tek okur da kendisi. Hepimiz kendi anlama seviyemize göre yazıyoruz; işte kurmacanın, bariz somut bir düzlemde kimi okurları eğlendirirken, aynı düzlemde bunu tecrübe etme kapasitesine sahip okur için anlam doğuran kendine has özelliği budur.

Anlam, kısa öyküyü kısa olmaktan kurtaran şeydir. Bir öykünün konusundansa anlamından bahsetmeyi tercih ederim. İnsanlar öykünün konusundan tavuk yemi çuvalını bağladığımız bir sicimmiş gibi söz ediyor. Öykünün gerçek konusunu bulduğunuzda, tavuk yemi çuvalındaki doğru ipi çeker gibi, öyküyü açıverip tavukları besleyebileceğinizi düşünüyorlar. Ancak kurmacada anlam böyle işlemez.

Bir öykünün konusunu ortaya koyabiliyorsanız, konuyu öyküden ayırabiliyorsanız, bunun iyi bir öykü olmadığından emin olabilirsiniz. Öykünün anlamının kendi cisminde olması gerekir, öykünün içinde somutlaştırılması gerekir. Öykü başka türlü söylenmeyecek bir şeyi söylemenin yoludur, anlamın verilebilmesi için öyküdeki her sözcüğün işe koşulması gerekir. Öykü anlatırsınız, çünkü düz bir biçimde ifade etmek yetmez. Bir öykünün ne hakkında olduğunu soran birine karşı tek doğru davranış, öyküyü okumasını söylemek olur. Kurmacanın anlamı soyut bir anlam değil, tecrübi bir anlamdır; bir öykünün anlamı hakkında yorumda bulunmak ancak bu anlamı daha yoğun tecrübe etmeniz içindir.

Kurmaca, gerçekliğe son derece yoğun bir dikkat göstermeyi gerektirir: Yazarın yazdığı öykü, natüralistik mi yoksa fantastik mi? Yani her zaman, olan gerçeklikle ya da sahiden gerçek olasılığı taşıyan bir şeyle başlarız. Gerçeklik, fantastik öykünün bile en uygun temelidir. Bir şey ancak gerçek olduğu için fantastiktir, yani o kadar gerçektir ki fantastik hale gelir. Graham Greene diyordu ki, “Dipsiz bir kuyunun üstünde duruyorum” diye bir şey yazamam, çünkü bu gerçek değil, ya da “Merdivenlerden koşarak indim ve bir taksiye atlayıverdim” diye bir şey de yazamam, çünkü bu da gerçek değil. Ama Elizabeth Bowen karakterlerinden biri için, “Saçlarına, sanki içlerinden bir ses geliyormuş gibi yapışıverdi,” diye yazabilmişti, çünkü bu sahiden olasıydı.

Hatta biraz ileri gidip fantastik yazan birinin, somut ayrıntılara natüralist birinden daha sıkı dikkat etmesi gerektiğini söyleyeceğim, çünkü bir öykü ne denli inandırıcı olmaya yaslanıyorsa, o denli ikna edici özelliklere sahip olmalıdır.

Bunun iyi bir örneği Kafka’nın Dönüşüm adlı öyküsüdür. Sabah uyandığında kendini, insani tabiatını kaybetmediği halde, hamamböceğine dönüşmüş bulan bir adamın öyküsüdür. Öykünün geri kalanında hayatı, hisleri ve sonunda insan özellikleri taşıyan bir böcek olarak ölümü anlatılır; zira bu durum, öykünün somut ayrıntılarının kesinlikle ikna edici olması sebebiyle okur tarafından kabul edilir. İşin aslı, öykü insan doğasının çift yönlülüğünü öyle gerçekçi betimler ki, bu gerçeklik âdeta dayanılmaz bir hal alır. Burada gerçek çarpıtılmamıştır, öte yandan gerçeğe ulaşmak için belli bir çarpıtmadan yararlanılır. Görünüşün gerçeklikle aynı şey olmadığını itiraf edersek, ki etmemiz gerekir, bizi daha derin bir görme gücüne ulaştıracaksa eğer, sanatçıya doğayı yeniden düzenleme özgürlüğünü tanımamız gerek. Sanatçı, üzerinde değişiklikler yaptığı şeyin doğa olduğunu, doğayı tanıması gerektiğini ve onu değiştirebilme yetisine sahip olabilmek için önce aslına uygun betimleyebilmesi gerektiğini daima kendisine hatırlatmalıdır.

Kısa öykü yazarına özgü sorun, betimlediği olayın varoluşun gizemini mümkün olabildiğince nasıl açığa çıkaracağıdır. Bunu yapmak için sadece kısacık bir alanı vardır, doğrudan doğruya da yazamaz. Söyleyerek değil, göstererek yapmalıdır bunu, somut olanı göstererek, yani sorun somut olanı nasıl kendisi için iki kere çalıştırabileceğidir.

İyi kurgularda, bazı ayrıntılar, bizzat öykünün olayı üstünden anlam biriktirir, böyle olduğunda da, bu ayrıntılar işleyiş biçimleri açısından sembolik hale gelir. “Temiz Köylüler” adlı bir öykü yazmıştım, öyküdeki doktora dereceli kadının tahta bacağı, baştan çıkarmaya çalıştığı İncil satıcısı tarafından çalınır. Öyküyü böyle özetledim ama durumun bayağı bir şaka olduğunu itiraf etmek gerek. Birilerinin tahta bacağının çalındığını görmek, ortalama okurun hoşuna gider. Ama bu öykü, ortalama okura hitap etme kaygısını yitirmeden, büyük niyetler taşıyan bir söz söylemeden, tahta bacağın anlam biriktirmesine olanak sağlayarak başka bir deneyim düzeyinde faaliyet göstermeyi başarıyor. Öykünün başında, doktora dereceli kadının, fiziksel olduğu kadar ruhsal olarak da kötürüm olduğunu öğreniyoruz. Kadın kendi inançsızlığından başka bir şeye inanmıyor, ruhunda tahta bacağı gibi tahtadan bir parça taşıdığını anlıyoruz. Tabii bu doğrudan söylenmiyor. Kurmaca yazarı mümkün olduğunca az şey söyler. Okur, bu bağlantıyı kendisine gösterilen şeylerle kurar. Bağlantılar kurduğunu bile fark etmeyebilir, ama yine de bağlantılar oradadır ve okuru etkilemiştir. Böylece öykü sürdükçe tahta bacak anlam biriktirmeye devam eder. Okur, kızın kendi bacağı hakkında ne hissettiğini, annesinin bu konuda ne hissettiğini, bulundukları yerdeki köylü kadının bu konuda ne hissettiğini öğrenir; sonunda İncil satıcısı çıkıp geldiğinde bacak o kadar çok anlam biriktirmiştir ki, hani derler ya, ağzına kadar dolmuştur. İncil satıcısı bacağı çaldığında, okur, adamın kızın kişiliğinden bir parçayı da alıp götürdüğünü ve kıza içindeki derin acıyı ifşa ettiğini anlar.

Tahta bacağın bir sembol olduğunu söylemek istiyorsanız pekâlâ öyle diyebilirsiniz. Ancak öncelikle tahta bir bacaktır bu ve öyküde bir tahta bacak olarak ona ihtiyaç vardır. Öykünün düz anlam düzeyinde bir yeri vardır; yüzeyde olduğu kadar derinde de işler. Öyküyü her yönde genişletir, öykü işte bu şekilde kısa olmaktan kurtulur.

Bunun nasıl meydana geldiğiyle ilgili birkaç şey söylenebilir. Bu öyküyü yazarken oturup, “Şimdi doktora derecesi olan tahta bacaklı biri hakkında bir öykü yazacağım ve tahta bacağı acının sembolü olarak kullanacağım,” diyerek yazdığımı düşünmenizi istemem. Birçok yazarın, başlangıçta ne yazacağını bildiğini sanmıyorum. Öyküye başladığımda, içinde, doktora derecesi olan tahta bacaklı biri olacağını bilmiyordum. Bir sabah kendimi hakkında bir şeyler bildiğim iki kadını betimlerken buldum, daha farkına bile varmadan bu kadınlardan birini, tahta bacaklı kızı olan birine dönüştürmüştüm. Öykü ilerlerken bir de İncil satıcısı adam atmıştım ortaya ama onunla ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. On, on iki satır öncesine kadar adamın bacağı çalacağını bilmiyordum, ama bunu yapmasının kaçınılmaz olduğunu fark ettim. Okuru sarsan bir öykü bu, bunun bir nedeni de yazarını sarsmış olması.

Bu öykü her ne kadar düşünülmeden yazılmış gibi görünüyorsa da, neredeyse yeniden yazma sürecinden hiç geçmemiş. Yazımının her aşamasında denetim altında olan bir öykü, ancak tam olarak bilinçli yazılmadığından böyle bir denetimin nereden geldiği sorulabilir.

Sanırım bunun yanıtı Jacques Maritain’in “sanat alışkanlığı” dediği şeyde yatıyor. Gerçek şu ki, kurmaca yazmak, kişiliğin bütünüyle dahil olduğu bir iş – zihnin hem bilinçli hem de bilinçdışı kısmının katıldığı bir iş. Sanat, sanatçının alışkanlığıdır, alışkanlıklarsa kişiliğin tamamının derinlerinde yatar. Her alışkanlık gibi uzun bir süre tecrübeyle işlenmesi gerekir; herhangi bir türde yazmayı öğretmek, öğrenciye sanat alışkanlığı kazanmasında yardım etmek demektir. Bu, her ne kadar bir disiplinse de, yine de bir disiplinden daha ötesidir diye düşünüyorum; bence bu, her şeyde mümkün olduğunca fazla anlam bulmak için, yaratılmış dünyaya bakmanın ve duyu algılarını kullanmanın bir yoludur.

Tabii insanların, edebiyatımızda kalıcı olan bir öykü yazmanın ne tür bir görme gücünü gerektirdiğini öğrenmek amacıyla yazar konferanslarına geleceğini sanacak kadar saf değilim. Bunu öğrenmek isteseniz bile, temelde uygulamaya dair şeyler duyma kaygılarınız olur. Gerçekten nasıl iyi bir öykü yazabileceğinizi bilmek isteyeceksiniz, öykünün bittiğini nasıl anlayacağınızı öğrenmek isteyeceksiniz; sanki biçim, her öykünün dışında var olan ve malzemeye uygulanan bir şeymiş gibi, kısa öykünün biçiminin ne olduğunu bilmek isteyeceksiniz. Elbette, ne kadar çok yazarsanız, biçimin organik bir şey olduğunu, elinizdeki malzemeden ortaya çıktığını ve her öykünün biçiminin eşsiz olduğunu o kadar iyi anlayacaksınız. İyi bir öykü indirgenemez, yalnızca genişletilebilir. Bir öyküyü okudukça daha çok şey görüyorsanız ve öykü ele avuca sığmamaya devam ediyorsa, o iyi bir öyküdür. Kurmacada iki artı iki daima dörtten fazla eder.

Bence kısa öykü yazmayı öğrenmenin en iyi yolu, kısa öykü yazmak ve sonra da yapmış olduğunuz şeyleri keşfetmeye çalışmaktır. Tekniği ancak elinizde bir öykü olduğu zaman düşünebilirsiniz. Öğretmen öğrencisine ancak eserine bakıp, olayın, anlamı tamamen aydınlatan tastamam bir öykü yazıp yazmadığına karar vermesine yardımcı olarak destek olabilir.

Sanırım yapabileceğim en faydalı şey, sizden gelen okuduğum yedi öykü hakkındaki bazı genel gözlemlerimi anlatmak olacaktır. Bütün gözlemlerim her öyküye tamı tamına uymayabilir, ancak bunlar, üzerine düşünülecek şeyler yazmakla ilginen birine zararı dokunmayacak gözlemler.

Profesyonel bir yazarın bir şeyi okurken bilincinde olduğu ilk şey, doğal olarak, dilin kullanımıdır. Biri hariç bu öykülerdeki dil kullanımı, birini öbüründen ayırmayı güç kılıyor. Birçok basmakalıp ifade kullanımına rastladığımı hatırlıyorum, ama yedi öyküde de ne bir metafora ne de bir imgeye rastladım. Hiç imge yoktu demiyorum; sizi alıp götürecek kadar etkili bir metafor ya da imge olmadığını kastediyorum.

Bununla bağlantılı olarak yaptığım bir başka gözlem beni epey tedirgin etti. Bir öykü dışında, hemen hemen hiçbir yerel deyiş yoktu. Güneyli Yazarlar Konferansı’ndayız. Öykülerin her biri Georgia’da ya da Tennessee’de geçiyor, ama hiçbirinde Güney hayatına özgü bir his yok. Savannah, Atlanta, Jacksonville gibi adlar geçiyorsa da öyküde hiçbir değişikliğe gerek duymadan bunları kolayca Pittsburgh ya da Passaic’le değiştirebiliriz. Karakterler televizyondakinin dışında hiçbir dil kullanımı duymamış gibi konuşuyorlar. Bu bize bir şeylerin gözden kaçtığını gösterir.

Kurmacayı kurmaca yapan iki nitelik vardır. Biri gizem hissidir, ötekiyse tavırların yarattığı his. Tavırları, sizi kuşatan varoluşun dokusundan alırsınız. Güneyli olmanın en büyük getirisi, tavırları bulmak için pek uzağa gitmemize gerek olmamasıdır, iyi ya da kötü, etrafımızda bolca tavır var. Güney’de çelişkilerle dolu bir toplumda yaşıyoruz; ironisi, tezatlıkları ve özellikle de konuşma dili bakımından zengin bir toplumda. Buna rağmen Güneyliler arasında geçen altı öykünün hiçbirinde bu bölgenin lütuflarından neredeyse eser yok.
Tabii ki, bu bölgenin lütuflarının kötüye kullanılmasına çokça tanık olduğunuzdan, bunları kullanmaktan çekinmiş olmanızdan ileri geliyor olabilir bu. Ancak bir yazarın bölgenin lütuflarını kullanmak yerine onları eline yüzüne bulaştırmasından daha kötü bir şey yoktur. Her şey öyle Güneyli bir hale bürünüyor ki mide bulandırıcı oluyor, öyle yerelleşiyor ki anlaşılmaz oluyor, öyle düz anlamıyla veriliyor ki hiçbir anlam taşımıyor. Genel, özel aracılığıyla gösterileceğine özelin içinde eriyip gidiyor.

Bununla birlikte aslında bizi çevreleyen hayat tamamen görmezden gelindiğinde, konuşma biçimlerimiz göz ardı edildiğinde bir şeyler çığrından çıkıyor. Böyle zamanlarda yazar kendine yapay bir hayat yaratıp yaratmadığını sormalıdır.

Toplumları karakterize eden deyişleridir; deyişleri görmezden geldiğinizde anlamlı bir karakter yaratabilecek sosyal dokunun tamamını göz ardı etmiş olursunuz. Karakterleri topluluklarından çekip alarak onlar hakkında birey olarak daha fazla şey söyleyemezsiniz. Bir karakteri inanılır ve manalı bir sosyal bağlam içine yerleştirmezseniz, o kişiliğin gizemi hakkında anlamlı bir şey söyleyemezsiniz. Bunu yapmanın en iyi yoluysa karakterin kendi dilini kullanmaktır. Andrew Lytle’ın öykülerindeki yaşlı kadın küçümser bir tavırla Birmingham’dan daha yaşlı bir katırı olduğunu söylediğinde, bu cümleden o toplum ve tarihi hakkında bir fikir ediniriz. Güneyli yazarların birçoğunun işi, daha kendileri başlamadan hazırlanmıştır, çünkü bizim tarihimiz konuşmamızda yaşıyor. Eudora Welty’nin öykülerinden birinde, bir karakter, “Geldiğim yerde bekçi köpekleri yerine tilki, tavuk yerine baykuş kullanırız ama doğru şarkı söyleriz,” der. Tek başına bu cümlede bir kitap yatar. Bölgenizdeki insanlar böyle konuşurken siz bunu görmezden geliyorsanız elinizdeki fırsatı kullanmamış olursunuz. Konuşmamızın fütursuzca bir kenara atılamayacak kadar belirgin bir tınısı var. Bir yazar bu nitelikten kurtulmaya çalıştığında, yaratıcı gücünün en iyi yanlarını yok etmeye mahkûm olur.
Bu öyküler hakkındaki bir başka gözlemim, çoğunun, karakterlerin derinine inmemesi, karakterler hakkında pek bir şey açığa çıkarmaması. Karakterlerin zihnine girmiyorlar demiyorum, ama karakterlerin kişiliklerini göstermiyorlar. Yine kısmen konuşma meselesine bağlı bu. Karakterlerinizin kendilerini açığa çıkaracakları belli bir konuşma biçimleri yok, bazen de gerçekten ayırıcı bir özellikleri yok. Öykülerin sonunda bir kişiliğin açığa çıkmadığını, çünkü aslında orada bir kişilik olmadığını hissediyorsunuz. İyi öykülerin çoğunda karakterin kişiliği öykünün olayını yaratan şeydir. Sizin öykülerinizin çoğunda, yazarın bazı olaylar düşündüğünü, bunları gerçekleştirmek için de bir karakter uydurduğunu hissediyorum. Eğer öbür türlü başlarsanız genelde daha başarılı olursunuz. Gerçek bir kişilikle, gerçek bir karakterle başlarsanız, bir şey olur, bunun ne olacağını başlamadan bilmezsiniz. Aslına bakarsanız, başlamadan önce bilmemeniz daha iyidir. Kendi öykülerinizde bir şeyler keşfedebilmelisiniz. Eğer siz keşfedemezseniz, büyük olasılıkla başka kimse keşfetmeyecektir.
İngilizceden çeviren Deniz Bozkurt

* Flannery O’Connor, başka bir vesileyle yazdığı bir yazıya şöyle başlar: “Kısa öykü hakkında söyleyecek çok az şeyim var. Kısa öykü yazmak ayrı, onlar hakkında yazmak ayrı; umarım öykü yazmak konusunda bana soru sormanızın, yüzme dersinde balık tutmakla ilgili soru sormaya benzediğini fark ediyorsunuzdur. Yazdığım her yeni öyküyle, öykü yazmak hakkında daha fazla gizem keşfediyor, kendimi bu konuda daha az çözümleme yapacak yetide hissediyorum. Öykü yazmaya başlamadan önce, sanırım size bu konu hakkında iyi bir ders verebilirdim, ama hiçbir şey tecrübe kadar sessizlik yaratmaz. Bu noktada size nasıl öykü yazılacağı konusunda söylecek pek az şeyim var.”

18 Eylül 2015 Cuma

Bu sıkıntılı devir geçecek

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/bu-sikintili-devir-gececek-425990

Bu sıkıntılı devir geçecek

“Tarihçilerin şeyhi” olarak anılan Halil İnalcık 100 yaşında. Hocanın evine konuk olduk, doğum gününü kutladık. İnalcık “Sıkıntılı bir devir yaşıyoruz ama geçecektir” diyor.

14.09.2015 11:25

Güliz ARSLAN guliz.arslan@hurriyet.com.tr

Bu sıkıntılı devir geçecek



“Bu ev taştan, tuğladan değil, kitaptan inşa edilmiş olmalı.” “Şeyhül Müverrihin” (tarihçilerin şeyhi) ya da “tarihçilerin kutbu” olarak anılan Halil İnalcık’ın 100’üncü yaşını kutlamak üzere Bilkent Lojmanları’ndaki evinin kapısını çalıyorum ve içeri girdiğimde aklımdan ilk bu geçiyor. Kitaplar, kitaplar, notlar, ödüller, dergiler, dosyalar, sonra yine kitaplar, kitaplar...
Ailesi, öğrencileri, meslektaşları geçen hafta onun için bir doğum günü kutlaması düzenledi. Biz de şimdi bir pastayla dahil oluyoruz kutlamalara. İnalcık mumları üflerken tuttuğu dileği paylaşmakta sakınca görmüyor. Röportaj sırasında sık sık karşılaşacağım o muzip gülümsemesiyle, “Bir 100 yıl daha” diyor.
100 yaşında bir tarihçi olarak Türkiye’nin bugününe bakınca ne hissediyorsunuz?
- Sıkıntılı bir devir yaşıyoruz. Ama geçecektir. Tarihimizde bu dalgalanmalar olmuştur. Günlük siyasetle ilgili bir şey söylemek istemiyorum çünkü ben siyasetin üzerindeyim, bilim adamıyım. Kehanette bulunmaya girişmem. Yanlış yerlere çekilebilir. Ama bir sosyal tarihçi olarak durumu görüyorum. Reaksiyon halindeki gençliğin görüşlerini tespit ediyorum.
“Tarih bilmek bugünü ve geleceği doğru yorumlamakta bize yardım eder” derler. Ama sanki biz geçmişten hiç ders almıyoruz, hep aynı şeyi yaşıyoruz...
- Türkiye şimdi bir dönüm noktasında. Sadece Türkiye de değil, bence insaniyet son asırda istikametini kaybetti. Kendi rahatı için düşmanını nükleer silahlarla ezmek gibi yollara sapıyorlar. Ama bunlara bakıp yılmamalı. Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor.
Yaşananlara bakıp “Bu ülkede yaşanmaz artık” diyen çokça genç var. Siz uzun yıllar yurtdışında yaşadınız. Ama sonra döndünüz. Onlara ne demek istersiniz?
- Karamsarlık korkaklıktır. Türkiye büyüktür. 1500 yıllık bir tarihimiz var. Canımızla, başımızla bu büyüklüğü devam ettirmeliyiz. Bırakıp kaçmak ihanettir bence. Eğer noksanlar varsa gidermeye uğraşmalıyız. Bu devletin tarihine yakışır şekilde yaşamalı ve çok çalışmalıyız.
Her şeye rağmen?
- Her şeye rağmen!
Bir keşiş gibi çalıştım
Peki, insanın çok çalışabilmesi için ne çalışması gerektiğini iyi bilmesi lazım herhalde. Siz ne çalışacağınıza çok küçük yaşta karar vermişsiniz. Nasıl emin oldunuz ömrünüzü adayacağınız alanın sizin için en doğrusu olduğundan?
- 1935’ti sanıyorum, Balıkesir Muallim Mektebi’nde okurken kütüphaneden bir kitap aldım; Hasan Âli Yücel’in ‘Goethe’si. O bana çok tesir etti. Ben de bir misyon benimsedim. Arkadaşlarım Hititoloji, Sümeroloji gibi ilimlere önem veriyordu. Ben eskiçağa girmedim. “Bizim asıl tarihimiz Osmanlı’dır, kendimi Osmanlı tarihine vereceğim” dedim.
Ve çok çalıştınız değil mi?
- Bir keşiş gibi... İdealimi gerçekleştirmek için en iyi şekilde hazırlandım. Birinci sınıf âlimlerden ders aldım. Eşim de benimle işbirliği yaptı. Biz Şevkiye’yle, benim hanım, nerede tanıştık biliyor musunuz? Arapça dersinde. Yan yana oturmuşuz. O da Arap edebiyatının mütehassısı oldu. Arap kaynaklarında çözemediğim şeylere yardım ederdi. Kendisiyle günlerce ilgilenemediğim olurdu, davetlere gidemezdik. Hiç şikâyet etmezdi.
Ne mutlu ki çalışmalarınızın karşılığını aldınız...
- Evet, eserlerimi Çinceye, Rusçaya, Lehçeye, Arapçaya, Yunancaya, Bulgarcaya, Romenceye, Sırpçaya, Hırvatçaya, Farsçaya çevirdiler. 1432 tarihli, Arnavutluk nüfusunu anlatan bir defter bulmuştum arşivlerde. 1950’lerde onu neşrettim. Bu Balkanlar’da büyük akis yaptı. Osmanlı’nın kılıçla değil, uzlaşmayla geldiğini orada gördüler. Sırp Akademisi beni üye seçti; akademiye giderseniz görürsünüz, büyük âlimlerin fotoğrafının yanında bir de bir Türk âliminin fotoğrafı vardır. Sonra, UNESCO’nun dünya tarihi kitabında 18’inci asra ayrılan beşinci cildin editörlerinden biri de bendim. Uluslararası tarih ilminde bir otorite olarak tanındığımı bu kitap ispat eder. ‘Klasik Çağ’ kitabım ders kitabım olarak pek çok üniversitede okutulur. Bunlar büyük mutluluklar benim için.
72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım
Türkiye’de kıymetiniz biliniyor mu?
- Maalesef. Ben Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu “1302, Bafeus Zaferi’dir” diyorum. Bizans kayıtlarında ilk defa o zaman geçiyor Osmanlı. İlk defa o zaman Bizans ordusu denize dökülüyor. Ama hâlâ bütün tarihçiler 1299’da, Bilecik’in alınmasını kabul ediyor. Çünkü ilkmektepte öyle öğrenmişler! Efendim, ondan önce onun gibi daha kaç kale fethedildi. Defalarca yazdım ama okumuyorlar. Tembellik tembellik...
Öğrenciniz İlber Ortaylı da “Cahiller” der böyle kızınca...
- Akıllı gençler de var. Ama nedense yenilikler pek benimsenmiyor. Yeni olanı anlamaya çalışmak enerji istiyor, o enerjiyi vermek istemedikleri için evvelce ne yazılmışsa onu devam ettiriyorlar. Kendi tezlerimi pek az meslektaşın çalışmalarında görüyorum. Oysa dönüp baksalar bizim, 1950’lerde Barkan’la (Ömer Lütfi) toplumdaki değişikliklerin ve ekonominin üstünde duran, yeni bir tarih getirmeye çalıştığımızı görecekler.
Şimdi neyle meşgulsünüz?
- Bütün Osmanlı çalışmalarımı beş cilt halinde neşretmekteyim. Osmanlı tarihinin; yeni tarihçilik görüşüne göre ve arşiv vesikalarına dayanan son terkibini yaptım. Beşinci cildi de bitirdim, dizilmekte. Bu kitaplarla Hammer’i (Avusturyalı tarihçi) falan çöpe atmaya hakkımız var.
Hayatınızda bir gün olsun tembellik ettiniz mi? “Bugün yataktan çıkmayacağım” dediniz mi mesela hasta olmadığınız halde?
- Hayır. 72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım. Hâlâ hoca olarak faalim; yedi doktora öğrencim var. Geçen sene bazı yeni makalelerim çıktı. Bir şeye âşık oldunuz mu her şeyi unutursunuz işte. Uykunuzu, sıhhatinizi... Ama hedefe varmak için ömür, onun için de iyi sıhhat lazım. Doktorlarımıza çok şey borçluyum. 100’e vardımsa modern tababette yapılan keşifler sayesinde vardım.
Hayatı da ihmal etmedim, mutlu bir insanım
Şimdi sağlığınız iyi değil mi?
- Görüyorsunuz, bunamadım. Kalp pilim var. Sekiz çeşit ilaç kullanıyorum. Ama iyiyim. Bazen yoruluyorum. Gözlerim zayıfladı. Hatta unutkanlık başladı. O yüzden artık ilmi şeyler yazmayacağım. Sizin burada bulunmanız hayatımda yeni bir devrin başlangıcıdır. 100’üncü yaşımla ilgili röportaj veriyorum. Artık biraz dinleneyim.
Çalışmadığınız zamanlarda neler yaparsınız?
- Beni hayata bağlayan, kötülükleri, hastalıkları unutturan bir şey var; klasik müzik. Beethoven’i, Mozart’ı, Haydn’ı dinlerim.
Daha basit zevkleriniz hiç olmadı mı? Tavla oynamak, yemek yapmak gibi?
- Onlara vaktim olmadı.
Hep çalışmakla geçmiş bir ömrü sıkıcı bulanlar olacaktır...
- İlim yapıyorum diye hayatı ihmal etmedim. 15 sene Şikago’daydım, bu süre içinde yedi kere Las Vegas’a gitmişiz. Hanım çok severdi jackpot oynamayı. Ben kumar oynamazdım, dağlara giderdim. Seyahati çok severim. Bütün dünyayı gezdim.
İçinizde ukde kalan bir şey var mı?
- Hayır. Ben mutlu bir insanım. 15 yaşında kendime bir hedef koydum. Ona eriştim. Dağa çıkmak gibiydi; zirveye ulaştım, şimdi oradan bağırıyorum, herkes beni dinliyor.
Gençliğimde sağ açık oynadım
Bir gününüz nasıl geçer?
- 7-8 gibi kalkarım. 8.30’da kahvaltı yaparım. 10’a kadar müzik dinlerim. Sonra ilmi çalışmalarımla ilgilenirim. Arkadaşları kabul ederim.
Nasıl beslenirsiniz?
- Kahvaltıda sütlü kahve, bir yumurta ve beyazpeynir yerim. Zeytinyağına ekmek doğrayıp yemeyi severim. Et de yerim, sebze de... Aşırıya kaçmam; akşam yemeğim bir çorbadır.
Spor yapar mıydınız?
- Gençliğimde çok futbol oynadım. Sağ açıktım.
Aşk olmasa insanlık son bulurdu
100’ü 99’dan ayıran bir şey var mı?
- Güliz Hanım, insan 100 de olsa, 120 de olsa bir şeyden kurtulamıyor; aşk. Ben size âşık oldum mesela. Bu yaşta bu gibi hislerden aridir diye bakarsınız belki bana ama öyle değil. Tanrı bizi yaratırken bunu koymuş içimize. Aşk olmasa insanlık son bulurdu. Ben de şu anda size âşığım.
Bununla ilgili bir teklifiniz varsa değerlendirebilirim! Gerçi siz Şevkiye Hanım’ı kaybettikten sonra evlenmek istememişsiniz...
- Evlenmedim ama çok âşık oldum.
Kösem Sultan’ın tarihini ben yazdım
Türkiye’de toplumun tarihe ilgisini nasıl buluyorsunuz? ‘Muhteşem Yüzyıl’ çok sevildi. Şimdi herkes ‘Kösem Sultan’ı bekliyor...
- Kösem Sultan’ın tarihini Topkapı Sarayı vesikalarını kullanarak ben yazdım. Yıllarca bir sultan gibi idare etmiştir devleti. İlimden kopmadan popüler tarih takip edilebilir.

Günlük hayatta tarihle ilgili en sık yapılan hata nedir?
‘Osmanlı İmparatorluğu’ uydurma bir laftır. Osmanlı kendine imparatorluk demedi, ‘Devlet-i Aliye-yi Osmaniye’ dedi. Yani; Yüce Osmanlı Devleti. Aliye’nin a’sını da uzatmadan söyleyeceksiniz.
Halil İnalcık’tan hayat dersleri
Çalışma: 
Manalı bir hayat için kendinize uzak, büyük bir gaye koyun. Sonra da onu gerçekleştirmek için çok çalışın.
Para: Yetecek kadar olsun. Kendinizi servet yığma hırsına kaptırmayın. Ama bir eviniz olmalı.

Aşk: Çalışma uğruna yalnızlığı seçmeyin, hayatınız noksan kalır. Tanrı bizi çift yaratmış. Kadınsız hayat yarım hayattır.
Aile: Ben öyle çok çocuklu bir hayat kuramadım, bir kızım oldu. Ama çocuk sahibi olmak ilim yapmaya engel değildir.
(HÜRRİYET PAZAR)

2 Mart 2015 Pazartesi

Mevlevîliğin esasları

Mevlevîlere mahsus vasıflar ve esaslar şunlardır:

1- İnsanlığa hizmet etmek.
2- Başkalarına hüsn-i misâl olmak.
3- Mesnevî okuyarak mutasavvıf olmak.
4- Akl ü hikmet ashabından olmak.
5- Kalbini daima temiz tutmak.
6- Dindar olmak.
7- Hazret-i Mevlânayı Pîr tanımak.
8- Mesnevî ve menâkıbları okumak ve Mevlâna'nın yolundan gitmek.
9- Tanrı, Hz. Muhammed'den sonra Mevlâna'ya inanmak.

Mevlevîliğin bu dokuz esası hemen en mühimlerindendir. Mevlevîliğin terbiyesi hakkında şârih-i Mesnevî Rusûhî Dede'nin Minhâcü'l-fukarâ adlı eseri vardır.
Dedelerin mürşitlerden istifadesi şu esaslarda toplanmaktadır:

1-Mürşidin sûrî ve manevi hizmetinde bulunmak.
2-Sohbetleri kemâl-i ihtimamla dinleyip istifade etmek.
3-Sohbet[ler] müyesser olmazsa, [en azından] şeyhin sohbetinde bulunmak. O da müyesser olmazsa, onların sözleriyle yani eserleriyle meşgul olmak. O da müyesser olmazsa ibadet ve iyilik etmekle meşgul olmak.
4-Gönlünü bütün kötülüklerden temizleyerek ibadetle meşgul olmak.
5-İlim ve irfan yolundan gitmek.

gibi esaslar olup, bir de güzel sanatlardan birini elde ederek, sanat sahibi olmak lazımdır. Bütün Mevlevîler bu esaslara riayet ederek terbiyeli ve çelebi insanlar olmuşlardır. Mevlevî dedelerinden birisi kabahat işlerse Kazancı Dede çelik ile onu döver; daha büyük kabahat işlerse paşmağını çevirir19 ve der ki: "Erenler sana seyyah var!.."20 Dede de eline teberini ve keşkülünü alır, seyahate çıkar. Bu, Dergâh'tan kovulmak cezasıdır. Dedelere para dağıtmaya da 'niyaz' adı verilmektedir.21 Şeyhlik alanlar, dedelere para dağıtırlardı.

Konya Mevlâna Dergâhı'ndan başka Osmanlı İmparatorluğu'nun birçok yerlerinde mevlevîhaneler açılmıştı. İstanbul'da beş mevlevîhane vardı. Galata Mevlevîhanesi, Yüksek Kaldırım'da idi. Bahâriye Mevlevîhanesi Eyüp'te idi. Bir de Üsküdar Mevlevîhanesi ile Kasımpaşa Mevlevîhanesi vardı; bunların en büyüğü de Yenikapı Mevlevîhanesi [idi]. Bu da surların haricinde Merkez Efendi Camii civarında idi. Burada yatan meşhur Mevlevîler şunlardır: Sadrazam Bayram Paşa konağında mukîm iken Sabûhî Dede zamân-ı meşîhatinde 1052 [1638] tarihinde vefat edip konaktan getirilerek Dergâh'a defnedilen Ebubekir Çelebi bin eş-şeyh Ferruh Çelebi; bundan başka Abdülahad Çelebizâde Veled Çelebi, Alaeddin Çelebi, Hacı Zeynelâbidin Çelebi, Ebubekir Çelebi bin İshak Çelebi, Necib Çelebi ki pederim[dir], yatmaktadır.
İstanbul Mevlevîhanelerinden sonra Afyon, Bursa, Eskişehir, İzmir, Gelibolu, Manisa, Sivas, Kayseri, Kastamonu, Medine-i Münevvere, Halep, Şam, Mısır, Selânik, Manas¬tır Mevlevîhaneleri de mevcuttu.22 Bunların hepsinin evkâfı olup, onun varidatı ile geçinirlerdi. Selçukîler zamanından Osmanlı İmparatorluğu'nun inhitatına kadar Mevlevîlik tarikati mevcuttu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ankara'da kurulduktan sonra Vekiller Heyeti 2 Eylül 1925 tarihinde 'tekkelerin, zaviyelerin kapatılmasına' karar verince, hükümetin bu kararını duyduğum zaman şu şiiri yazmıştım:

Hak ehli olunca içimizden mefkûd
Cahiller edince arş-ı irşada suûd
Beyhûde figân etmeyelim lâyıktır
Dergehlerimiz boş idi oldu mesdûd23

Konya Mevlâna Dergâhı lağvedilip Şark'ın en büyük âlim ve şairi olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Türbesi kapatılmayarak Dergâh, Konya Müzesi hâline konuldu.24 Bu sırada Dergâh'ta 35 dede vardı. Tarikatçi [sertarîk] Âdil Çelebi, Aşçı Dede [sertabbâh] Nizameddin Çelebi olup son Çelebi Abdülhalim Çelebi idi.25 Dedelerin bir kısmı köylerine, bir kısmı da Halep e gittiler. Yalnız Ankaralı Mehmet Dede müzede memur kaldı. Bundan böyle Mevlevîlik tarihin malı olmuştur.

Tekke’den Meclis’e – Sıra Dışı Bir Çelebi’nin Anıları – Yayına Hazırlayan: Yakup Şafak – Yusuf Öz – İstanbul 2009 – s.130-147

17 Kasım 2014 Pazartesi

Sağlık, Hastalık ve Toplum


Yrd.Doç.Dr. Temmuz Gönç

GiRiŞ
Sağlık veya hastalık dendiğinde, insanların aklına öncelikle, sosyal bilimler ya da sosyoloji değil de doktorlar, hastaneler ve ilaçlar gelir. Ancak sağlık, sosyolojinin konuları arasındadır. Hatta sağlık sosyolojisi, günümüzde özellikle Batı ülkelerinde sosyolojinin en geniş alt dallarından biri haline gelmiştir. Bu ünitede sağlık sosyolojisinin temel kuram ve kavramlarını ele alarak sağlık ve hastalığın toplumsal yönleri ve toplumla ilişkileri üzerinde duracağız.
Sağlık ve hastalık sosyolojisi olarak da bilinen sağlık sosyolojisi, sağlığı bir toplumsal kurum olarak ele alır ve sağlık, hastalık gibi kavramların, tamamen biyolojik gerçekliklerin ifadesi değil, toplumsal olarak inşa edilmiş kavramlar olduğunu varsayar. Sosyologlar için hastalıklar, toplumun örgütlenme biçiminin bir sonucudur (White, 2002:1). Hastalık, kötü sağlık gibi durumlar diğer toplumsal eşitsizliklerle ilişkilidir. Örneğin, yoksul insanların yaşam ömrü, zenginlere oranla daha kısadır. Kötü yaşama ve barınma koşulları insanların hastalanmasına neden olur.
Ekonomik koşulları aynı olan insanların bile sağlık düzeyleri toplumsal cinsiyetlerine, ırk ve etnik durumlarına, kentte mi köyde mi yaşadıklarına, hatta eğitim düzeylerine göre farklılık gösterir.
Sağlık ve hastalık sosyolojisi; tıbbi bilginin toplumsal inşası, sağlık ve hastalığa
ilişkin sıradan insanların algıları, sağlık ve hastalık deneyimleri, bedenin toplumsal ve kültürel yönleri, hastalarla doktor, hemşire gibi sağlık profesyonellerinin etkileşimleri, sağlık ve hastalığın toplumsal yapı içindeki deseni, sağlığa ilişkin toplumsal eşitsizlikler, formel ve enformel sağlık hizmetlerinin toplumsal örgütlenmesi gibi konuların analizini içerir.
Sosyoloji ve tıbbın birçok ortak yönü vardır. Farklı yollarla olmakla birlikte, ikisi de insanlarla, bedenle ve toplumun genel refahı ile ilgilenir. Sağlık sosyolojisi terimini ilk olarak, 1894’te, sağlığı etkileyen toplumsal faktörleri incelediği çalışmasında, Charles McIntyre kullanmıştır. Yine de sağlık, klasik ve modern sosyoloji kuramları içinde, çok fazla üzerinde durulan bir konu olmamıştır. Klasik sosyoloji kuramları içinde Engels’in, ingiltere’de işçi sınıfının yaşam koşullarıyla sağlığı ilişkilendirdiği “ingiltere’de işçi Sınıfının Durumu” adlı çalışması ve Durkheim’ın intihar çalışması, öne çıkan çalışmalardır. Modern sosyoloji içinde de sağlıkla ilgili sayılabilecek en ünlü çalışma, Parsons’ın tıp mesleğine ve hasta rolüne önemli bir verdiği yer verdiği “Sosyal Sistem” adlı eseridir. Sağlık ve hastalık sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar, ikinci Dünya Savaşı sonrasında artış göstermiş ve günümüzde, sağlık ve hastalık sosyolojisinin, sosyolojinin en geniş alt dallarından biri haline gelmesini sağlamıştır.

Sağlık (ve hastalık)
sosyolojisi, sağlığın ve
hastalığın, toplumda nasıl
üretildiğini, nasıl
dağıtıldığını, bu süreçlerin
toplumsal yapılarla olan
ilişkilerini inceler.
Sağlık sosyolojisi’ terimi ilk
olarak, 1894’te Charles
McIntyre tarafından
kullanılmıştır.


Sağlık sosyolojisinin gelişimi, üç dönemde incelenebilir (Twaddle, 1992). Bu dönemler 
(a) tıpta sosyoloji, (b) tıp sosyolojisi ve (c) sağlık ve hastalık sosyolojiSi
dönemidir.
(a)Tıpta sosyoloji (sociology in medicine) dönemi, sağlıkla ilgili sosyolojik çalışmaların 1960’lara kadar olan kısmını kapsar. Bu dönemde, tıbbın kendi paradigması ve bu ünitede değineceğimiz ‘sağlığın ve hastalığın biyomedikal
modeli’ baskındır. Sosyoloji, tıp yanlısıdır ve ikincil konumdadır. Bu dönemde
yapılan sağlık sosyolojisi çalışmaları tıp kurumunu eleştirmemiş, sadece tıbbın sorun olarak gördüğü konuları çalışmış, toplumun diğer kesimleri tarafından sorun olarak görülen konuları ihmal etmiştir (White, 2002: 34).
(b)Tıp sosyolojisi (sociology of medicine/medical sociology) dönemi, bu alanda 1960’lar ve 70’ler boyunca yapılan çalışmaları kapsayan dönemdir.
Bu dönemde yapılan çalışmalarda tıp eleştirilmeye başlanmış; modern tıbbın meşruiyeti, tıp mesleğinin sınırları ve tıbbi örgütlerin işlev ve işleyişleri sosyolojik olarak sorgulanmış, sağlığa ve hastalığa ilişkin, tıbbi iktidarın görüşleri yerine, sıradan insanların yaklaşımlarına odaklanılmıştır.
(c) Sağlık ve hastalık sosyolojisi (sociology of health and illness) dönemi, 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan dönemdir. Bu dönemde yapılan çalışmalar eğitim, din, siyaset gibi diğer toplumsal kurumlara ve sağlıkla bu kurumların ilişkilerine odaklanarak önceki dönemin sınırlılıklarını aşmıştır.
Sağlık ve hastalık sosyolojisi döneminde sosyologlar, genel olarak, sağlığa ve hastalığa ilişkin biyomedikal modeli sorgulamaya başlayarak sosyal modeli geliştirmiş, biyolojik zemin ile kişilerin sağlığa ve hastalığa ilişkin toplumsal deneyimleri arasında tek yönlü bir ilişki olmadığını göstermişlerdir (White, 2002:37).

SAĞLIK NEDiR?
‘Sağlık’, oldukça kapsamlı bir kavramdır. Örneğin, birinin sağlıklı olduğunu ifade ettiğimizde, sadece o sırada hasta olmadığını kastetmeyiz. Daha kapsamlı bir iyilik halini kastederiz. Bu açıdan hastalık kavramını sağlık kavramının zıt anlamlısı gibi düşünmek yanlış olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), sağlığın “hastalığın yokluğu”na veya özürlülük durumuna indirgenmesine karşı çıkmış ve 1948 yılında sağlık kavramını “fiziksel, zihinsel ve sosyal açılardan tam bir iyilik hali” (DSÖ, 2006) olarak tanımlamıştır. Sağlık, bu kapsamlı tanımına, 20. yüzyılın ortalarından itibaren kavuşmuştur. şimdi, sağlığın bu kapsamlı anlayışa nasıl kavuştuğunu ve bundan önce ne şekilde açıklandığını görelim.

Sağlığın ve Hastalığın Biyomedikal ve Sosyal Modelleri
21. yüzyılda sosyoloji, sağlık ve bedenle ilgilenmeye, tıp da toplumsal konularla ilgilenmeye başlamıştır. ilgilerdeki bu değişmenin nedeni, toplumsal düzeyde ölüme
neden olan hastalıkların değişmesiydi. Yaklaşık olarak 1950’lere kadar, dünya
genelinde insanların ölümüne neden olan hastalıklar enfeksiyonlar, salgınlar ve
akut hastalıklardı. Ancak, bir yandan yaşam ve çalışma koşullarını iyileştiren devlet
müdahaleleri aracılığıyla toplum sağlığı konusunda elde edilen kazanımlar; diğer yandan da tıbbi teknolojiler sayesinde, bulaşıcı hastalıkların kontrol altına alınmasıyla (Ağartan, 2007:45) ölüm nedeni olan en önemli hastalıklar değişti. Daha önceleri erken yaşta ölen insanlar, daha uzun yaşamaya ve kronik hastalıklara yakalanmaya başladılar.

Dünya Sağlık Örgütü’nün
tanımına göre sağlık
fiziksel, zihinsel ve sosyal
açılardan tam bir iyilik
halidir.

Böylece, 20. yüzyılın ikinci yarısında, ölüme neden olan en önemli hastalıklar kanser, kalp, şeker gibi hastalıklar oldu. insanların en önemli ölüm nedenlerinin enfeksiyonlar ve akut hastalıklardan kalp hastalığı, kanser gibi kronik hastalıklara doğru dönüşmesi epidemiyolojik dönüşüm ya da epidemiyolojik eşik olarak bilinmektedir. Bu kronik hastalıklar, tedavi edilemiyordu. Bu nedenle, sürekli ilaç tedavileri, alternatif-tamamlayıcı terapiler ağırlık kazanmaya başladı (Nettleton ve Gustafsson 2006:4). Bir yandan bu gelişmeler, bir yandan da sağlık ve hastalık sosyolojisi çerçevesinde tıbba yöneltilen eleştiriler, sağlığa ve hastalığa yönelik anlayışı dönüştürdü. Bu dönüşüm, genel olarak, sağlığın ve hastalığın biyomedikal modelinin yerini sosyal modele bırakması olarak ifade edilir. şimdi, bu modellerin sağlığa ve hastalığa bakışlarına kısaca değinelim. 

Sağlık ve hastalığın biyomedikal modeli, Batı tıbbında uzun zaman hakimiyetini
korumuş olan bir paradigmadır. Bu model, tıbbi bilginin nesnel ve yansız olduğunu, zihnin ve bedenin birbirinden ayrı olduğunu ve bedenin makineler gibi tamir edilebilecek mekanik bir şey olduğunu varsayar. Hastalıkların, genellikle parazit, virüs, bakteri ya da gen gibi belirli ve tanımlanabilir aracılar yüzünden oluştuğunu ileri süren doktrini kabul eder ve hastalıklara neden olan sosyal, ekonomik, politik, psikolojik faktörleri görmezden gelir. Bu nedenle tıbbi sorunların ancak ilaçla veya makinelerle, yani teknolojik araçlarla çözülebileceğini savunur (Nettleton ve Gustafsson 2006:2).
Sağlık sosyolojisi, tıpta sosyoloji ve tıp sosyolojisi dönemlerinde biyomedikal
yaklaşımı verili olarak, sorgulamaksızın kabul etmiş ve kendi yaklaşımı gibi benimsemiştir.
Ancak, zamanla gelişen sağlık ve hastalık sosyolojisi tıbbı, sağlığı ve iyileştirmeyi yorumlamanın farklı yollarını aramaktadır. Bu anlayışın büyük kısmı, biyomedikal modele yönelik olarak getirilen eleştirilerden doğmuştur. Biyomedikal model, özetle şu noktalarda eleştirilmiştir:
• Bedeni kişiden izole etmekle, sosyo-çevresel bağlam içinde yerleştirememekle,
biyolojik değişimlere odaklanmakla ve hastalığın toplumsal ve ekonomik
nedenlerini görmezden gelmekle eleştirilmiştir.
• Tek doğru bilgiyi kendisinin ürettiğini kabul etmekle, sağlık ve hastalığın tanımını sadece tıbbın yapabileceğini, öznel yorumların yersiz olduğunu savunmakla eleştirilmiştir. Tıbbın bilimsel yöntemi sayesinde, hastalıklar hakkındaki gerçekleri tanıdığı varsayımına karşı çıkan sosyologlar, tıbbın birincil çalışma nesnesi olan hastalıkların, toplumsal olarak inşa edildiğini göstermişlerdir.
Bu nedenle, hastalık kategorilerinin, anatomik işlev bozuklularının tanımına bağlı eksiksiz kategoriler olmadığı, toplumsal nedenlerin sonuçları olarak ve yine toplumsal olarak yaratıldıkları ileri sürülmüştür (Nettleton 2006:6-7).
• Tıbbın, tarihi, kendi başarılarıyla doluymuş gibi gösterdiği ileri sürülmüş; halbuki, toplumların artık daha uzun yaşamasının tıbbi uygulamalardan çok beslenme, temizlik ve doğum kontrolü gibi faktörlerden kaynaklandığı ortaya konmuştur. Hatta, biyomedikal modelin karakterize ettiği tıbbın, topluma faydadan çok zarar verdiği ileri sürülmüş (Illich, 1995) ilaçların yan etkileri ya da doktorlardan kaynaklanan hatalar nedeniyle, hastalıkların nüfus içinde dağıtılmasına katkıda bulunduğu savunulmuştur.
• Biyomedikal modeli benimseyen tıp, tedavi ettiği hastaları ‘bütün’ insanlar yerine, edilgen nesneler olarak tedavi etme eğilimi nedeniyle de eleştirilmiştir. Bu eğilim, tıp eğitiminde kazandırılmaktadır. Tıp eğitimine yeni başlayan öğrencilere verilen ilk görevler arasında, insanları parçalara ayırmak vardır ve eleştirilere göre bu görev, öğrencilere çalışmalarının nesnesinin insan değil, beden olduğunu ima etmektedir (Nettleton 2006:5).

Biyomedikal model
hastalıklara neden olan
sosyal, ekonomik, politik,
psikolojik faktörleri
görmezden gelen
indirgemeci bir yaklaşımdır.

Bu çerçevede, tıbbın merkezine ‘insan onuru’ kavramının yerleştirilmesi gerektiği, tedavi ve bakımın daha etkili olabilmesi için sağlık görevlilerinin, hastalarının algıları, duyguları ve düşünceleri konusunda duyarlı olmaları gerektiği savunulmuştur (Horton, 2003).
• Biyomedikal modele yöneltilen bir diğer eleştiri de, tıp mesleğinin bilimsel bilginin sınırları temelinde değil, sosyo-politik mücadelelerin sonucunda ortaya çıktığı iddiasıdır. Meşru kabul edilen tıbbi bilgilerin ve uygulamaların neler olduğuna, meslek üyelerinin kesin bilgiye sahip oldukları doğal nesneler tarafından değil, toplumsal süreçler tarafından karar verilmektedir.

Benzer şekilde, tıp mesleği içindeki işbölümü de toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf gibi kategorilere göre düzenlenmekle eleştirilmiştir. Toplumsal yapılar sayesinde işleyen bu sosyo-politik süreçler, profesyonel tıbbi hakimiyetin devam etmesini, bu tıbbi hakimiyet de kapitalist ve ataerkil yapıların sürmesini sağlamakta ve kurumsal tıbbın sunduğu formel sağlık hizmetleri dışındaki iyileştirme etkinliklerini bastırmaktadır (Nettleton 2006:6-7).

Sağlık ve hastalık sosyolojisi, hastalığın ve sağlığın toplumsal olarak modellendiğini, tekrar tekrar belirtmiştir. Sağlık durumu, biyoloji dışındaki faktörlerin sonucudur, ve tesadüfi olarak oluşmadığı kanıtlanmıştır. Ölüm ve hastalık oranları ya da insanların yaşamlarındaki değişimler, toplumsal yapılarla ilişkilidir ve cinsiyete, sınıfa, ırka ve yaşa göre değişiklik gösterirler. Bu anlamda biyomedikal model, sağlıktaki toplumsal eşitsizlikleri hesaba katma konusunda başarısız olmuştur (Nettleton 2006:5). Bu çerçevede, biyomedikal modelin eleştirisinden doğan sağlığın ve hastalığın sosyal modeli, biyomedikal modelin antitezidir. Sosyal modelin özellikleri, kısaca şu şekilde özetlenebilir:
• Tıpta, içsel olan zihin-beden ikiliğine karşı çıkar. Böyle bir ayrımın “en iyi ihtimalle yanlış, en kötü ihtimalle ise öldürücü” (Nettleton ve Gustafsson, 2006 :2) olduğunu ileri sürer. insanlar hem bedendirler, hem de bir bedene sahiptirler, zihin ve beden birbirinden ayrı düşünülmemelidir.
• Fiziksel beden, bireyin bütününden bağımsız bir şekilde “onarılabilecek” bir makine değildir. Tıp, insanı bir bütün olarak ele almalıdır (Nettleton ve Gustafsson, 2006:2).
• Sağlık ve hastalık, sadece biyolojik değişimlerle ilişkili değildir. Daha geniş sosyal, ekonomik ve politik bağlam içerisinde biçimlendirilirler. Örneğin, toplumda güce ve kıt kaynaklara daha fazla sahip olanlar, olmayanlara oranla daha uzun yaşamakta ve daha az hastalanmaktadırlar. Bu nedenle, sağlığı ve hastalığı anlayabilmek için öncelikle, toplumdaki güç ilişkilerini ve toplumsal eşitsizlikleri kavramamız gerekir (Nettleton ve Gustafsson, 2006:3).
• Son olarak, tıbbi bilgi, hiçbir şekilde objektif olamaz; bilimsel bilgi de dahil olmak üzere, bütün bilgiler, içinde üretildikleri bağlama bağlıdır. Tıp, öğrencileri, eğitimlerinde bedeni nasıl “görmeleri” gerektiğini öğrenirler. Bu görme
şekli, bedenin “görülebileceği” ya da anlaşılabileceği çok çeşitli yollardan
sadece biridir. (Nettleton ve Gustafsson, 2006: 3) Beden, yani tıbbi uygulamaların merkezdeki nesnesi toplumsal olarak inşa edilmiştir; ama tıp onu sadece kendi tanımladığı açıdan ele almaktadır. Bu sonuncu eleştiri çok önemlidir. Çünkü, sağlık sosyolojisinin kuruluşu, tıbbi bilginin ayrıcalıklı kabul edilmemesiyle birlikte başlamaktadır. Bu açıdan, sağlık sosyolojisi bilgi sosyolojisinden doğmuştur denebilir.

Sağlığa ilişkin sosyal modelin kabul edilmesiyle birlikte, sağlık alanında ve genel olarak tıpta, büyük çaplı değişimler olduğu kabul edilmektedir (Nettleton,
2006:11). Bu dönüşüm sonrasında, hastalığın sosyal belirleyicileri içinde bireysel düzeyde sigara içmek, stres ve egzersiz; yapısal düzeyde işsizlik ve yoksulluk sayılmaya başlanmış ve hastalığa verilen kurumsal yanıtlarda da değişiklikler olmuştur (Nettleton ve Gustafsson 2006:4). Aşağıdaki tabloda, bu dönüşümler kısaca gösterilmektedir.
Kaynak: Nettleton, 2006:11
Sağlık sosyolojisi ile ilgili bir kaynak olarak Zafer Cirhinlioğlu’nun “Sağlık Sosyolojisi” (2010, 2.bs. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım) adlı kitabından faydalanabilirsiniz.

Sağlığın Toplumsal Belirleyicileri
Sağlığı etkileyen çok sayıda faktör söz konusudur. Bu faktörler bireylerin, grupların ve toplumların sağlık düzeylerinin birbirinden farklılaşmasına neden olmaktadır. Ancak aşağıda görülebileceği gibi bu farklılık, çoğu zaman eşitsizlik biçimini almakta, çeşitli açılardan eşitsizliğe maruz kalanların sağlık düzeyleri de kötüleşmektedir. Sağlık düzeyleri, çok çeşitli değişkenlerle ölçülebilirse de bu konuda en sıklıkla başvurulan ölçütler, doğumda beklenen ortalama yaşam süresi, ölüm oranı (mortalite) ve hastalanma oranıdır (morbidite). Bu oranlar, sağlık alanında karşılaşılan eşitsizlikleri yansıtmakta ve sağlığın sosyal belirleyenlerinin neler olduğu konusunda ışık tutmaktadırlar.

Ölüm oranı (mortalite), her yıl 1000 kişi başına yaşanan ölüm sayısının oranıdır. Hastalanma
oranı (morbidite) ise bir nüfustaki hasta insan sayısının, toplam nüfusa oranıdır.

Bireylerin sağlıkları, önemli ölçüde, içinde bulundukları toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilmektedir (Dahlgren ve Whitehead, 1991:11).
Toplumda, sağlık statüsünde, sağlığa ilişkin risklerin dağılımında ve sağlık hizmetlerine erişimde çeşitli eşitsizlikler söz konusudur ve bu eşitsizlikler, bireyler ya da gruplar arasında ölüm ve hastalık oranlarında, ortalama yaşam sürelerinde ve algılanan sağlık statülerindeki farklılıklarda görünür hale gelmektedir (Graham, 2007). Bu etkenler, genelden özele doğru genel sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel koşullar, beslenme, eğitim, çevre kirliliği, gelir düzeyi, yaşama ve çalışma koşulları,
barış ve insan hakları güvencesi, devlet tarafından iyi bir şekilde yönetilme, temiz su ve hijyenik kanalizasyona erişim, etkili sağlık hizmetlerine erişim, iyi barınma koşulları, sosyal ve topluluksal ağlar, bireysel yaşam tarzı faktörleri, yaş, cinsiyet ve kalıtımsal faktörlerdir (Dahlgren ve Whitehead, 1991:11). fiekil 1’de görüldüğü gibi yaş, cinsiyet, kalıtımsal faktörler veya beslenme tarzı, hareketsizlik, sigara ya da alkol tüketimi gibi bireysel yaşam tarzı faktörleri, sağlığı etkilese de toplumsal faktörlerin etkisi daha geneldir.

Hastalık ® Sağlık
Hastane ® Topluluk
Akut ® Kronik
Tedavi ® Önleme-koruma
Müdahale ® Görüntüleme
iyileştirme ® Bakım
Hasta ® insan

Tablo 7.1
Sağlıkta ve tıpta
yaşanan çağdaş
dönüşümler

Toplumsal eşitsizliklerin bir
sonucu olarak sağlık,
toplumda eşitsiz bir şekilde
dağılmaktadır.

Diğer bir deyişle sağlığı etkileyen bireysel özellikler ne kadar önemli olursa olsun, nüfus genelinde sağlığı belirleyen genel nedenler bireysel değil, çevresel ve toplumsal nedenlerdir (Wilkinson ve Marmot, 1998). 



Şekil 1’de görüldüğü gibi, sağlığı etkileyen faktörlerden bazıları, toplumsal faktörlerdir.

Sağlık sosyolojisi çerçevesinde, bu faktörlerin, sağlık üzerindeki etkisi ile ilgili yapılan çok sayıda çalışma, bireylerin sağlıklarının:
• yurttaşı oldukları ülkenin gelişmişlik düzeyinden,
• yönetim şekli ve sağlık politikasından,
• yaşadıkları alanın kentsel mi kırsal mı olduğundan,
• toplumsal sınıflarından,
• toplumsal cinsiyetlerinden,
• ırkları ve etnik gruplarından,
• gelir düzeylerinden,
• çalışma koşullarından,
• eğitim düzeylerinden
• ve sosyal statülerinden etkilendiğini ortaya koymaktadır (Gönç-şavran,
2010:3).
Bu faktörden bazılarının, sağlığı ne şekilde etkilediğine Sağlığın ve Hastalığın
Toplumdaki Dağılımı konusunda değineceğiz.

SOSYOLOJiK YAKLAŞMLAR AÇISINDAN SAĞLIK
Tıbba ilişkin sosyolojik düşüncelerin temelinde, genel olarak tıbbi bilginin, iyileştirdiği ya da tedavi ettiği kitleler üzerinde, bağımsız şekilde toplumsal bir işleve sahip olduğu argümanı yatar. Tıp, bilimsel bilgiyi işçi sınıfını disipline etmek, toplumsal rollere uyulmasını sağlamak, bireyleri sınıflandırmak ve yönetmek, kadınların kadınsı rollere uymalarını garantilemek için kullanır. Bununla birlikte, sosyolojideki farklı yaklaşımlar sağlığı farklı şekillerde incelemektedir. Bu yaklaşımların sağlığı nasıl ele aldıklarına, hangi yönüne odaklandıklarına ve sağlık sosyolojisi çerçevesindeki katkılarına kısaca değinelim.

Genel sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel koşullar
Toplumsal ve topluluksal ağlar
Bireysel yaşam tarzı faktörleri
 7.1
Sağlığın Temel
Belirleyicileri
Kaynak: Dahlgren
ve Whitehead
(1991:11’den
aktaran
Gönç-fiavran,
2010:2).

işlevselci Yaklaşım
işlevselci Yaklaşım içinde sağlık sosyolojisine en önemli katkıyı, hem tıp mesleği
hakkında yaptığı analizle, hem de “hasta rolü” kavramıyla, Talcott Parsons’ın yaptığı
söylenebilir.
Tıp Mesleği: Parsons’a (2005 [1951]) göre çağdaş toplum, ‘kapitalist’ olarak nitelendirilmemelidir çünkü, bu toplumun sadece ekonomisi kapitalisttir. Ekonomi
dışındaki kurumlar ekonomi gibi kâr peşinde koşan çıkara dayalı kurumlar değildir.
Kapitalist olmayan toplum yapısını mümkün kılan bu toplumsal kurumlar meslekler,
özellikle de tıp mesleğidir. Parsons’a (2005 [1951]:289-292) göre tıp mesleği, özgeciliğe ve etiğe dayalıdır ve piyasa ilişkilerinin rekabetçiliğini ve bencilliğini
kırma işlevini üstlenir. Ayrıca, doktor-hasta ilişkisi de kapitalist iş ilişkilerinin aksidir.
Parsons tedavinin mümkün olabilmesi için de ekonomik olmayan bu ilişki türünün şart olduğunu savunur.
Tıbba verdiği değere rağmen Parsons tıbbı eleştirmiş, tıbbın bilimselliğini, hem sosyal bilimsel açıdan, hem de tıbbın kendi paradigması açısından sorgulamıştır 
(Gönç-fiavran, 2010:21). Parsons’a göre, iyileşme süreci sadece bir sistem meselesidir.
Bu sistem bilim olduğu kadar sihir ya da din de olabilir. Önemli olan tedavi başarılı olursa sistemin meşruluk kazanacağı; tedavi başarısız olursa sistemin ne olduğuna bağlı olarak bu başarısızlığın bilgi eksikliğine, doğaya ya da şeytana atfedileceğidir (Parsons, 2005 [1951]: 242-254). Parsons ayrıca, tıptaki “placebo” etkisini örnek göstererek tıbbın, kendi paradigması içinde de her zaman bilimsel olmadığını ortaya koymuş, insanların aslında, tedavinin etkisinden çok, iyileşmeyi umdukları için iyileştiklerini vurgulamıştır. Parsons’ın placebo gibi Batı tıbbının açıklayamadığı
çeşitli noktaları vurgulaması ve tıbbın bilimselliği iddialarını sorgulaması, tıbba bilimselliği nedeniyle değil, dayandığı meslek ilkeleri nedeniyle değer verdiğini göstermektedir (Gönç-fiavran, 2010:22).

Placebo etkisinin ne olduğunu araştırınız ve Parsons’ın bu etkiyi vurgulayarak tıbbı, kendi
paradigması içinde nasıl sorguladığını açıklamaya çalışınız.

Parsons, tıbbın bilimsellik iddialarını bu şekilde sorguladıktan sonra, hasta olmanın, öncelikle biyolojik ya da psikolojik bir durum değil, bir toplumsal rol olduğu,
insanların hastalıkları hakkında seçim yapabildikleri, hastalığa bürünebildikleri sonucuna varmış (Parsons, (2005 [1951]:88) ve hasta rolü kavramını geliştirmiştir.
Parsons’a göre sağlık değerli bir toplumsal kaynaktır. Bireysel başarı da, toplumsal
düzenin uygun şekilde işlemesi de sağlığa dayanmaktadır. Bu açıdan, Parsons’a
göre hastalık, normalden sapma durumudur. Çünkü, hastalık durumunda birey, normalde (sağlıklıyken) yerine getirmesi gereken rolleri yerine getiremez.
Bununla birlikte, Parsons’a göre insanlar, toplumsal rollerin yarattığı baskıdan ve
rollerinden kaçmak istediklerinde, gönüllü olarak hasta rolüne bürünebilirler. Parsons
bunu hasta rolü kavramıyla açıklamaktadır:
Hasta Rolü: Parsons, hastalığın fiziksel bir varlık değil, toplumsal bir olgu olduğunu savunur. Bireyler, gündelik yaşamda uymaları beklenen normlara uymak istemedikleri ya da genel kültürel ölçütlere ulaşamadıkları zaman, ‘hasta’ rolüne girerek bu rollerden ve beklentilerden kaçarlar. Hasta rolü, bu role giren kişiye, toplum tarafından verilen tepki üzerinden tanımlanır. Yani kişi, ancak, toplum onu meşru olarak hasta kabul ederse hasta sayılır. Hasta rolünün meşru sayılması ise iki koşula bağlıdır. ilk olarak, hastanın hasta rolünün sağladığı hakları en kısa sürede terk etmeyi istemesi gerekir.

Parsons’a göre tıp mesleği,
piyasa ilişkilerinin
rekabetçiliğini ve
bencilliğini kıran, özgeci bir
meslektir.

Diğer bir deyişle hasta, iyileşmeyi istemelidir. ikinci koşul ise hastanın, iyileşmek amacıyla doktorla ve ilgili diğer profesyonellerle işbirliği yapması ve onlara itaat etmesidir. Bu koşulları yerine getiren kişi, meşru olarak hasta kabul edilir. Bu zorunlulukları yerine getirerek hasta rolüne giren kişi, bu role girerek iki avantaj elde eder. Bunlardan birincisi kötü sağlığından ötürü kişisel olarak sorumlu tutulmamaktır. ikincisi ise, bu rol içinde olduğu sürece normal toplumsal rollerden muaf tutulacak olmasıdır. (Parsons, (2005 [1951]:294).

Hasta rolü kavramı ile Parsons, insanların gönüllü olarak hasta olmaya karar verebileceklerini yani, sosyal yaşamlarının gerekliliklerinden kaçmanın sapkın bir yolu
olarak, hasta rolünü benimseyebileceklerini belirtmiş olur. Parsons’a göre, tıbbın
en önemli işlevlerinden biri, kimin hasta olarak kabul edilip kimin edilemeyeceğini
belirlemesidir. Çünkü, ona göre, çok fazla sayıda insanın hasta rolüne girmesi,
sosyal sistemin sürekliliğini tehlikeye sokacaktır (Parsons, (2005 [1951]:289).
Parsons’ın hem tıp mesleğine yönelik analizi, hem de hasta rolü kavramı, çeşitli
açılardan eleştirilmiştir. Hasta rolüne girme konusunda hastalığın ciddiyeti, sınıf,
ırk, cinsiyet gibi faktörleri görmezden gelmekle, ayrıca, toplumsal rollerden muaf
olmanın, toplumsal sorumluluklardan muaf olmak anlamına gelmediğini görmemekle
eleştirilmiştir. Bunun yanında, hasta rolünün sadece bazı hastalıklar için geçerli
olabileceği, kronik hastalıklar için söz konusu olamayacağı ileri sürülmüştür
(Annandale, 1998:11). Parsons’ın tıp mesleğine ilişkin analizi de eleştirilmiş, doktorların sadece bilimsel verilere dayanarak karar vermedikleri, kararlarında hem
kendi toplumsal geri planlarından, hem de ilaç firmalarıyla olan ilişkilerinden etkilendikleri savunulmuştur.

Marksist Yaklaşım
Marksist yaklaşım, sağlık bakımını ve tıbbı, kapitalizmin bir parçası olarak ve kapitalizmle ilişkisi üzerinden açıklar. Hastalıklar da tedaviler de kapitalist ekonomik
sistemin ürünüdür. Marksist yaklaşıma göre tıp, kapitalist ekonominin bir parçası-
dır ve tedavi açısından bir faydası olmasa da kâr amacıyla teknolojik gelişmeleri
desteklemektedir. Bu yaklaşıma göre, tıbbi bilgi de kapitalist sistemin verdiği zararları
doğal ve biyolojik göstererek, hastalıkların politik ve ekonomik nedenlerini
gizleyen bir ideolojik araçtır.
Bu yaklaşım içinde sağlığa değinen ilk eser, Engels’in ingiltere’de “işçi Sınıfının
Durumu” (1844) adlı eseridir. Engels, bu eserde tifo, verem, raşitizm gibi hastalıkların, doğrudan kapitalist üretim koşullarıyla ilişkili olduğunu, bu nedenle tek başına tıbbi müdahalenin, bu hastalıkların ortadan kaldırılması için yeterli olmayacağını savunmaktadır. Engels, hastalığa kaderin, önlenemez biyolojik olayların ya da
bireylerin psiko-sosyal özelliklerinin neden olduğu yönündeki açıklamaları reddetmiştir.
Ona göre hastalık, endüstriyel kapitalist örgütlenme biçiminin, dayatmacı yönetim tekniklerinin ve kapitalistlerin barınma ve yiyecek güvenliği pahasına kâr peşinde olmalarının sonucudur. Buradan hareketle, hastalıkların kötü barınma koşulları
ve yoksulluk nedeniyle oluştuğunu savunan Engels, hastalıkları bireyi suçlayan
bir yaklaşımla değil, toplumsal örgütlenme biçimiyle ilişkilendirerek açıklar
(Gönç-fiavran, 2010:25).
Marksist yaklaşıma göre, çağdaş kapitalizm içindeki sağlık bakımı örgütleri
(hastaneler, klinikler), sağlığı insanların işgücü piyasasında emeklerini satmaya devam
edebilmeleri açısından ihtiyaç duyulan zindelik durumuna indirger ve hastalıkları sigara, içki, hareketsizlik gibi bireysel yaşam faktörlerinin sonucu gibi göstererek
dikkati toplumsal, politik, ekonomik, mesleksel ve çevresel nedenlerden
uzaklaştırırlar (Doyal ve Pennell, 1979).

Parsons, modern yaşamın
yarattığı gerilimler yüzünden
insanların toplumsal
rollerinin
sorumluluklarından kaçmak
istediklerini ve bunun için
de “hasta rolüne”
büründüklerini belirtir, ama
çok sayıda insanın bu role
bürünmesi toplumun işleyişi
açısından sakıncalıdır, bu
nedenle tıp kimin bu role
girip kimin giremeyeceğini
kontrol etmelidir.

Kapitalist tıp, hastalıktan korunmak için gerekli önlemleri almak yerine, hastane temelli tedavileri destekleyerek iyileşmeyi tüketime indirger (Renaud, 1975). Tıp mesleği, hasta raporlarını kontrol edebildiği için, emeğin ve işçi sınıfının kontrolü üzerinde önemli bir yere sahiptir. Kapitalist tıp, ayrıca, kadınların cinsiyete dayalı rollerini meşrulaştırarak onları, işçi sınıfının sonraki nesillerinin bakımından sorumlu tutar. Böylece, kadınları ücretsiz ev içi işçisi olarak kullanır.
Bu çerçevede, Marksist yaklaşıma göre, sağlık bakımı örgütleri üç ideolojik işlevi
yerine getirirler (Navarro, 1976):
• ilk olarak, yetersiz de olsa sağlık bakımı sağlayarak, temelde toplumsal olan
problemleri bireysel düzeye aktararak statükoyu meşrulaştırırlar.
• ikincisi, sağlık bakımını, hastane bakımı ve ilaç tüketiminden ibaret görerek
kapitalist üretim tarzını yeniden üretirler.
• Üçüncüsü, hem sağlık işçilerinin örgütlenişiyle hem de yarattığı tüketim desenleriyle
kapitalist sınıf yapısını yeniden üretirler.
Marksist yaklaşımın temel ilkesi, sağlık hedefi ile kâr hedefi arasında bir çelişki
olduğudur.
Günlük yaşamın parçalarının, piyasada mal olarak satılması süreci olan metalaştırma, sağlık sektöründe giderek artmış, sağlık sektöründe, son yıllarda ücretsiz olarak bireylerin erişimine açık olan alanlar giderek azalmış ve sonuçta ‘tıbbi-endüstriyel
kompleks’ (Relman, 1980) olarak adlandırılan yapı ortaya çıkmıştır.
Sağlık bakımı, alınıp satılan bir mal haline geldikçe, yani metalaştıkça, ‘girişimci’ ve
‘şirketleşmiş’ tıp gelişmiştir. ‘Şirketleşmiş tıp’, sağlık hizmeti veren kuruluşların,
mal piyasasındaki diğer şirketler gibi, sadece kâr amacına yöneldiğini vurgulamak
için kullanılan bir terimdir. Şirketleşmiş tıp, hastanın ihtiyaçlarını karşılamaktan
çok, sağlık hizmeti veren kuruluşun ihtiyaçlarını karşılamaya önem vermekte, endüstriyel rekabetin yarattığı yöntemler hem herkese sağlık hizmeti verilmemesine,
hem de tedavi olan hastaların doktorlarının değişmesi ya da başka nedenlerle, tedavilerinin yarıda kalmasına yol açabilmektedir (Battista, 1997).

Marksist yaklaşıma göre
hastalıkların nedeni
kapitalist toplum
örgütlenmesidir.
Marksist yaklaşımın temel
ilkesi, sağlık hedefi ile kâr
hedefi arasında bir çelişki
olduğudur.

ÖRNEK
1963 yılında, kimyasal maddeler üreten bir şirket olan Dow Corning, içi silikon
jelle dolu olan göğüs implantları üretmeye başlamıştır. Bu implantlar, silikon gö
ğüs ameliyatlarında kullanılmaktadır ve bedene zarar vermeyeceği sanılmaktadır.
1970’lerden itibaren bazı doktorlar, bu implantların kanamalara yol açtığını bildirmeye ve ABD Federal ilaç Ajansı’na (FDA) üretimin durdurulması için baskı yapmaya
başlamışlardır. Ancak, bazı araştırmacılara göre bu baskı, önemsenmemiştir.
Çünkü, plastik cerrahlar ve üreticiler, FDA’yı silikon implantlarının güvenli olduğuna ikna etmişlerdir (Annandale 1998:14). 1980’ler ve 1990’ların ilk yılları boyunca, çoğu göğüs kanseri olan bir milyona yakın kadının bu implantlardan taktırdığı ve 1994 yılına gelindiğinde on binlerce kadının implantlardan kaynaklanan yaralanmalar
rapor ettiği bilinmektedir. Bu şikâyetler üzerine yapılan araştırmalar, implantların birçok açıdan sağlığa zarar verdiğini ve göğüs kanserinin erken teşhisini engellediğini, silikon implantların yan etkileri nedeniyle bazı kadınların öldüğünü ve birçoğunun da hayatlarını ciddi anlamda etkileyen kronik hastalıklarla yaşamak zorunda kaldıklarını göstermiştir (Annandale, 1998:14).

Bununla birlikte, 1997 yılında A.B.D.’de açılan bir mahkeme, şirketi silikon ve sağlık riskleri hakkında bilgi saklayarak kadınları bilerek aldatmaktan suçlu bulmuştur.
1980’ler boyunca da bu şirkete çok sayıda dava açılmış, ancak şirket, bulguların ve tıbbi kayıtların mahkemece korunarak gizli tutulmasını sağlamış, davacılarla anlaşmalar yaparak sorunu mahkeme dışında halletmiştir. Ancak, 1988 yılında Mariann Hopkins, bir dava açmış ve şirket kendisine davadan vazgeçmesi için 1,8 milyon dolar teklif ettiği halde davadan vazgeçmemiştir. Bu davanın sonunda şirket, dolandırıcılık ve kötü niyetten suçlu bulunarak 7,3 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edilmiştir. Bu sonucun üzerine, mağdur olanlar tarafından şirketten toplam 4,225 milyon dolar tazminat ödemesini isteyen çeşitli davalar açılmış ve şirket, 1995 yılında işas koruması altına alınmıştır (Annandale, 1998:14-15). Verilen örnek, bazı teknolojiler sağlık açısından risk taşısa da kapitalist şirketler açısından, kârlı olmayı sürdürdükleri sürece kullanıldığını göstermektedir. Özetle, kapitalizm hem sağlığı hem de sağlık bakımını yağmalamaktadır (Annandale 1998:15).


1992 yılında FDA bu silikonların sınırlı kullanımı dışında genel kullanımını yasaklamıştır, ancak Sağlık Bakanlığı silikon kullanımının tamamını yasaklamak için
daha çok veriye ihtiyaç duyulduğunu savunmuştur. Dow Corning FDA’nın kararı
doğrultusunda üretimi durdurmuştur ama hala implantların güvenli olduğu konusunda
ısrar etmektedir (Annandale 1998:14).
Ivan Illich, Sağlığın Gaspı (Medical Nemesis) adlı eserinde (1995 [1975]) tıbbın,
yararsız tedavilerle hastalara yarardan çok zarar verdiğini, toplumu sağlıksız kılan
koşulları iyileştirmek yerine kötüleştirdiğini ve bireylerin kendi kendilerini iyileştirme,
acı çekme ya da ölme özgürlüklerini ellerinden aldığını savunur. Bu durumu klinik, sosyal ve kültürel-simgesel iatrojenez kavramları ile açıklar. iatrojenez, tıbbın kendisinden, doktorların uygulamalarından ve tedavilerinden kaynaklanan hastalıklar anlamına gelmektedir. Illich, her ne kadar son yüzyılda tıp ilerlese de difteri, tüberküloz gibi çeşitli hastalıkların azalmasının nedeninin tıptaki gelişmeler değil, toplumun yaşam şartlarının, beslenme ve barınma koşullarının iyileşmesi olduğunu savunur.

Illich ölüm ve hastalanma oranlarındaki iyileşmenin, tıbbi müdahalelerden çok, çevresel faktörler sayesinde gerçekleştiğini, tıp kurumunun çıkara dayalı teşhis ve
tedavilerinin yarardan çok zarar sağlayarak ölüme, hastalığa, ağrıya ve acıya neden
olduğunu belirtir. Illich (1995 [1975]), sağlığın, doktorların yanlış teşhis ve tedavileri,
aşırı ilaç yazmaları ve benzeri müdahalelerle kötüleştirmesini klinik iatrojenez
olarak adlandırır. Sağlık politikalarının, ilaç firmaları gibi sağlıksızlık yaratan
endüstriyel kuruluşları desteklemesi ya da devlet bütçelerinin, halk genellikle yararlanamadığı halde, ağırlıklı olarak tıbba aktarılması da sağlığı kötüleştirmektedir.
Bu durum, sosyal iatrojenez olarak ifade edilir. Illich ayrıca, tıbbın acıya ve ölüme
karşı verdikleri tepkileri de engellediğini, bireylerin kendi bedenleri, acıları,
hatta ölümleri üzerindeki kontrollerinin, tıp tarafından ellerinden alındığını belirtir
ve bu durumu da kültürel ve simgesel iatrojenez ile ifade eder.
Tıbbın sağlığı nasıl kötüleştirdiği ile ilgili ayrıntılı bilgiye Ivan Illich’in “Sağlığın Gaspı”
(Çeviren: Süha Sertabiboğlu, 1995, istanbul: Ayrıntı Yayınları) kitabından ulaşabilirsiniz.
“Hospis” nedir? Araştırınız.
Marksist yaklaşım, kapitalist gelişimle birlikte tıbbın, yaşam süresi ve kalitesinde
sağladığı faydaları ve bireylerin öznel etkilerini görmezden gelmekle, toplumsal
yapılara gereginden fazla odaklanmakla eleştirilmektedir.

Ivan Illich, tıp kurumunun kendisinin sağlığa zarar verdiğini savunur.


Yorumlayıcı Yaklaşım
Yorumlayıcı Yaklaşım içinde, Sağlık ve Hastalık Sosyolojisi’ne en önemli katkı, köklerini fenomenolojiden alan toplumsal inşacılık yaklaşımından gelmiştir. Toplumsal inşacılık yaklaşımı, tıbbi bilginin toplumsal inşası üzerinde durmuş, tıbbın pozitivist paradigma içinde doğa bilimi olmasından kaynaklanan ayrıcalıklı pozisyonunu, eleştirmiş, tıbbın sosyolojinin inceleme konusu olmasına büyük bir katkı sağlamıştır. Toplumsal inşacılık yaklaşımın temel argümanları özetle üç başlıkta toplanabilir.

Bedenin ve Hastalığın Toplumsal inşası
Toplumsal inşacı yaklaşım, hastalıkların basit gerçekler olmadığını, toplumsal muhakemenin ve toplumsal pratiklerin sonucu olduğunu iddia eder. Bu yaklaşıma
göre beden, bedene ilişkin tanımlara bağlıdır. Hastalıkların gerçekliği de sorunludur,
örneğin RSI (Tekrarlanan Zorlama Yaralanması ve Tekrarlayan Gerilim Deformasyonu) hastalığı, işverenlere göre işçilerin zinde olmamasından ve yanlış durmalarından; sendikacılara göre çalışma koşullarının uygunsuzluğundan, işin kontrolünün işçide olmamasından ve işlerin ağırlığından kaynaklanan bir hastalıktır.
Psikiyatrlara göre ise tazminat nevrozunun ve/veya histerik sendromların bir biçimidir
(White 2002: 19). Yani RSI’nin hastalık olup olmadığı, hatta hastalık haline gelip gelmeyeceği biyolojik faktörlerin değil, toplumsal ilişkilerin sonucudur ve politik bir konudur (Tesh, 1988). Toplumsal inşacılık yaklaşımı içinde, çeşitli hastalıklar için benzer analizler yapılmıştır. Bu yaklaşıma göre, bilginin kendisi, inşa edilen bir şey olduğu için tıbbi inanç sistemi, diğer inanç sistemlerinden farklı değildir. içerikleri de uygulamaları da kültürel ve toplumsaldır. Bu nedenle, söz konusu yaklaşıma göre, diğer iyileştirme sistemleri gibi modern tıbbın sağlamlığının da sorgulanmaksızın kabul edilmemesi, bir sosyal ve kültürel sistem olarak incelenmesi gerekmektedir (Comaroff, 1978:247).

Hastalığın toplumsal inşası ile ilgili örnek bir çalışmayı Aylin Nazlı’nın “Hastalığın Sosyal
inşası ve Hastalık Anlatıları: Meme Kanseri Örneği” adlı kitabında (2007, Güven Kitabevi)
bulabilirsiniz.

Tıbbi Bilgilerin ve Uygulamaların Toplumsal Bağlamı
Toplumsal inşacı yaklaşım, tıbbi bilginin ve tıbbi teknolojinin kullanılış biçiminin
toplumsal ilişkilere bağlı olarak değiştiğini savunur. Bu yaklaşım içinde yapılan çeşitli
çalışmalar, çeşitli hastalıkların, özellikle de meslek hastalıklarının, hastalık olarak
kabul edilmesinin aslında işverenler, işçiler, doktorlar, sigorta şirketleri ve avukatlar
arasında yaşanan bir dizi tartışma ve uzlaşmanın ürünü olduğunu göstermektedir.
sim 7.1
Yukarıda verilen anatomi çizimleri tıbbın farklı yüzyıllarda, bedeni nasıl gördüğünü
yansıtmaktadır. Dinin bir toplumsal kontrol mekanizması olarak gücünü yitirmediği
1500’lerde bedenin iskeleti, ölümle ve mezarla ilişkilendirilerek çizilmektedir. 1600’lerde çizilen ortadaki resimde ise gebeliğe ilişkin bilgi verilmekte, ancak beden, bireyin bütününden de çevresinden de ayrılmamaktadır. Son resim ise modern tıbbın, bedene yönelik mekanik bakış açısını bütün açıklığıyla yansıtmaktadır.
Kaynak: http://www.designboom.com/history/a_m6.html

ÖRNEK
On dokuzuncu yüzyılda, histeri hastalığının, eğitim görmek ve çalışmak isteyen
kadınları etiketlemek için nasıl kullanıldığına (White, 2002:21) bir göz atalım. On
dokuzuncu yüzyılla birlikte, iş bölümüne katılma fırsatları gelişip arttıkça kadınlar,
öğretmen ya da hemşire olarak çalışmak gibi çeşitli yeni fırsatlara sahip olmuş ve ev
dışında ücretli işlerde çalışmaya başlamışlardır. Diğer taraftan, ataerki, kadınları geleneksel ev içi rolleriyle sınırlamaya çalıştığı için, erkeklerle kadınlar arasındaki kesin farkları vurgulayan bir tıbbi sistem gelişmiştir. Bu bakış açısına göre erkeklerde
beyin, kadınlarda ise sinir sistemiyle yeniden üretim sistemi, özellikle yumurtalıklar
ve rahim baskındır. Bir insanda ya beyin ya da yeniden üretim sistemi çalışmakta,
ikisi aynı anda çalışamamaktadır. Bu dönemde kadın olduğu, yani baskın sistemi
beyin olmadığı halde çalışmaya kalkışan kadınlara “histeri” teşhisi konmuş, ücretli
işlerde çalışan ya da çalışmaya kalkışan kadınların, biyolojik yeniden üretim zorunluluklarını inkâr ederek kendilerini “histeri” riskine attıklarına inanılmıştır. Ayrıca, beyin ve yumurtalıklar aynı anda gelişemediği için, eğitim görmenin de kadınların hastalanmasına neden olduğu düşünülmüştür. Dolayısıyla, histeri hastalığı (a) erkeklerin, işgücüne katılmaya çalışan kadınları sınışandırmalarını sağlamış, (b) toplumsal rollerine aykırı davranan kadınlara aktif ve saldırgan bir rol yüklemiştir. On
dokuzuncu yüzyılda başka hastalıklar için de benzer analizler yapılmıştır.
Yorumlayıcı yaklaşım, tıbbi bilginin, bilimin rasyonel ilerleme sürecinden çok,
toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini ileri sürer ve bu süreci, tıbbi kozmolojiler
kavramıyla (Jewson, 1976; Armstrong, 2002; Nettleton, 2004) açıklar. Tıbbi kozmoloji, tıbbi bilginin üretilmesindeki toplumsal ilişkilere gömülü, toplumsal etkileşim biçimleridir. Beş tip tıbbi kozmoloji vardır (Gönç-fiavran, 2010:36-37).
• Birinci kozmoloji, yatak yanı tıbbıdır. 1770’lerden 1800’lere kadar süren
bu dönemde hasta, doktorun patronu konumundadır. Doktorun yaptıklarını değerlendiren hastanın kendisidir. Bu nedenle, müşterinin doktor üzerinde
önemli bir etkisi vardır. Doktor, rekabet ortamı içinde diğer doktorlara
yönelmemesi için müşterisinin kişisel isteklerini dikkate almaktadır (Jewson,
1976:233). Bu dönemde tıbbi uygulamalar, doktorların ücretlerini ödeyebilecek
derecede zengin olan, küçük bir azınlık tarafından kontrol edilmektedir.
Bu dönemde hasta, tüm yönleriyle bir bütün olarak görülür. Hastalık da
sadece bedene değil, bütün olarak insana olan bir şey olarak, “hem fiziksel
hem de manevi öğeleri içeren insan dengesindeki bir eksiklik” ya da bozulma
olarak kabul edilir (White, 2002:121).
• ikinci kozmoloji, 1800’lerde hastanelerin doğuşuyla başlayan ve 1840’lara
dek devam eden hastane tıbbıdır (hospital medicine) (Jewson 1976:235).
Bu dönemde, hastanelerin doğuşuna bağlı olarak hasta doktora bağımlı hale
gelmiş, doktorlar kendi tasarruşarında bulunan fakir bir hasta kitlesine sahip
olmuşlardır. Tıbbi bilginin kontrolü artık, hastadan doktora geçmiştir,
hasta doktora itaat etmezse tedavi hakkını kaybedecektir (White, 2002:121).
Bu dönemde hastalık, bireyin bir bütün olarak var oluşundan ayrılır, belirli
bir organın patolojisi olarak, organik yaralar ve işlev bozuklukları olarak görülür.
Yatak yanı tıbbı, doktor bireye bir bütün olarak yöneldiği için özneyönelimli
bir kozmoloji olarak; hastane tıbbı ise doktor hasta bireyin sadece
belirli bir fiziksel bölgesine yöneldiği için, nesne yönelimli bir kozmoloji
olarak tanımlanabilir (Annandale 1998:6).
• Üçüncü kozmoloji, laboratuvar tıbbı (laboratory medicine) dönemidir. Bu
dönem, 1840’lardan 1870’lere kadar sürer. Bu dönemde tıbbi bilgiyi artık bilim
insanları, yani ‘laboratuvardakiler’ kontrol etmektedir. Doktorun da hastanı
n da yerini, bilimsel testler almıştır. Bu dönemde artık hastanın duygusal
varlığı tamamen kapsam dışındadır. Hasta, analiz edilecek maddi bir
‘şey’ haline gelmiş, hastalık da doktorlardan çok, biyolog ve kimyacıların
alanına giren ve laboratuvarda saptanabilecek biyolojik ve kimyasal bir süreç
olarak (Jewson 1976:238) görülmeye başlanmıştır.
• Dördüncü kozmoloji, 20. yüzyılda gelişen gözetim tıbbı (surveillance medicine)
dönemidir. Bu dönemde nüfusun sağlıkla ilgili bilgileri, anket gibi
tekniklerle toplanmaktadır. Tıbbi bilgi büyük ölçüde sağlığa yönelik risklere
odaklanmakta ve bu risklerden korunmak adına, doğumdan ölüme kadar
insan yaşamının tamamı, medikalize edilmektedir. Bu dönemde hastalık,
henüz gerçekleşmemiş ama her an gerçekleşebilecek bir potansiyel, bir risk
olarak görülmektedir. Bu risklerden korunmak için, nüfusa ait bilgiler toplanarak
nüfus gözetim, denetim ve kontrol altında tutulmaktadır (Armstrong,
2002).
• Son kozmoloji ise yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin algı ve yorumlarımı-
zı değiştirdiği internet tıbbı (e-scaped medicine) kozmolojisidir (Nettleton,
2004). Tıbbi bilgiye artık internet üzerinden ulaşılması, bir yandan bilginin
farklı biçim ve yorumları nedeniyle tıbba olan güveni azaltmakta, bir yandan da hastalarla doktorlar arasındaki ilişkinin niteliğini değiştirmektedir.

Tıbbi kozmolojiler tıbbi
bilginin, bilimin rasyonel
sürecinden çok, toplumsal
ilişkiler tarafından
üretildiğini göstermektedir.
Tıbbi bilgi bilimin basit,
rasyonel sürecinden çok,
belirli toplumsal ilişkiler
tarafından üretilmektedir
(Annandale, 1998:6).

Bu dönemde, kendi sağlığı için tıbbi bilgi arayan, önceki kozmolojilere kıyasla kendi bedeni ve sağlığı hakkında çok daha fazla bilgiye sahip olan “uzman hasta”lar söz konusudur (Nettleton, 2004: 676-677). Toplumsal inşacılık, yukarıda sayılan kozmolojiler çerçevesinde, tıbbi bilginin ve tıbbi teknolojilerin, bilime dayalı, nesnel ve değerden arınmış uygulamalar olmadığını, kültürel, ekonomik ve politik faktörler tarafından biçimlendirilen toplumsal ilişkilerin sonucu olduğunu savunur. Bu yaklaşım içinde yapılan çeşitli çalışmalar, hastalıkların teşhis ve tedavi süreçlerinde ırkçı ve ayrımcı uygulamalar olduğunu göstermektedir (Gönç-fiavran, 2010:36-37). Toplumsal ilişkilerle hastalık arasında, iki yönlü bir ilişki vardır. Bir yandan toplumsal ilişkiler hastalıkların yaratılmasına katkıda bulunur, diğer yandan da yansız olduğu kabul edilen hastalık dili, toplumsal ilişkilerin doğasını gizlemeye hizmet eder (Taussig, 1980). Böylece tıp, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işler. Tıbbın, neyin hastalık kabul edilip neyin kabul edilmediğini belirlemesini, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlemesini sağlayan ise medikalizasyon sürecidir.

Medikalizasyon (Tıplaştırma)

Sağlık sosyolojisinin en önemli kavramlarından biri, medikalizasyondur. Medikalizasyon (tıplaştırma), tıbbın önceden tıbbi sayılmayan alanlarını tıplaştırması ve önceden tıbbi olduğu düşünülmeyen konularda uzman olduğunu iddia ederek tıbbın
kapsamını bu alanları da içine alacak şekilde genişletmesi olarak tanımlanabilir
(Gönç-fiavran,2010:38). Medikalizasyon tezine göre tıp profesyonelleri, günlük yaşamın ya da toplumsal sorunların ‘normal’ olan yönlerini, tıbbi sorunlar olarak kavramsallaştırarak bunlara tıbbi ya da teknik çözümler önermeye eğilimlidirler (Nettleton 2006:26).
Medikalizasyon, tıbbın modern toplumda sahip olduğu toplumsal kontrol mekanizması
işlevini yürütmesini sağlayan bir araçtır. Neyin hastalık olarak tanımlanacağına karar verme konusunda doktorlar, sıradan insanlardan çok daha fazla güce sahiptir.
Bu durum, sıradan insanları tıp profesyonellerine bağımlı kılmakta, kendi sorunlarını çözme becerilerini ellerinden almaktadır. Tıp, bir sorunu ‘hastalık’ olarak etiketlediği andan itibaren kişi, sağlık profesyonellerinin denetimine girecek ve tıp uzmanları bireyi izleme, müdahale etme ve yargılama otoriteleri olacaktır (Nettleton
2006:26). Böylece tıp, normal ya da düzgün davranışın ne olması gerektiği konusunda
politik değerlendirmeler yapmakta ama bunları, bilimsel gerçekler gibi sunmaktadı
r. Kendi belirlediği normlara uymayan bireyleri, ‘hasta’ olarak gösteren tıp,
bireyleri klinik müdahalelerle ‘tedavi’ ederek bu normlara uymaya zorlamaktadır
(White 2002: 51-52).

Medikalizasyon, tıbbın
modern toplumda sahip
olduğu toplumsal kontrol
mekanizması işlevini
yürütmesini sağlayan bir
araçtır.

Örneğin yüzyıllarca, doğal bir kadın deneyimi olarak kabul edilen doğumun modern tıp tarafından “tıbbi bir sorun” olarak tanımlanması, doğumun medikalize edilmesi, yani tıplaştırılmasıdır. Bu medikalizasyon, hamileliğin ve doğumun kontrolünün, erkeklerin baskın olduğu tıp profesyonellerinin elinde toplanmasına ve kadınların doğumlarını hastanede yapmaya teşvik edilmelerine neden olmuştur.
Oysa yapılan çalışmalar, kadınların doğumu evde yapmalarının enfeksiyon ve
teknolojik müdahale riskini azalttığı için, daha güvenli olduğunu göstermektedir
(Tew, 1990). Benzer şekilde tıbbın eşcinselliği, kumarbazlığı, alkolizmi, disleksiyi
ya da toplumsal cinsiyet rollerine uymak istememe gibi tepkileri, hastalık olarak
etiketleyip tedavi etmeye çalıştığını gösteren çeşitli çalışmalar vardır. Kısacası, bir
toplumsal kontrol mekanizması olarak tıp, medikalizasyon sürecinde normal davranışın ve hastalığın ne olduğunu, kendi politik görüşü doğrultusunda tanımlar ve
teknoloji üzerindeki hakimiyetini ve yetkisini kullanarak, bireyleri kendi tanımladığı
normlara uymaya zorlar (Gönç-fiavran, 2010:41).

‘Disleksi’, öğrenme bozukluğu olarak da bilinen, belirtileri konuşmada, okuyup yazmada, soyut işlemler yapmada güçlük çekme olan bir ‘hastalık’tır. Bu hastalığı, medikalizasyon tezi açısından değerlendirmeye çalışınız.

Medikalizasyon sürecinin analizi, son derece önemlidir. Çünkü, bazı toplumsal
faktörleri tıbbi sorunlar olarak kavramsallaştırmak, çok önemli sonuçlar doğurur.
Medikalizasyon intihar, alkolizm ya da uyuşturucu kullanımı gibi olayları, bireyin
sorunu haline getirir, bireyin sorumluluğu olarak görür. Bireyleri bu davranışlara
iten toplumsal, ekonomik ve politik nedenleri gizler. Medikalizasyon süreciyle
daha genel nedenlerden kaynaklanan bu sorunları, insanların bireysel sorunları
gibi gören tıp, sorunları çeşitli tıbbi tedavi ve müdahalelerle iyileştirmeye çalışır.
Böylece, aslında bireysel nedenlerden kaynaklanmayan sorunlara bireysel tedaviler
uygular (White, 2002:49).
Toplumsal inşacılık yaklaşımı, dış gerçeklikleri tamamen göz ardı ettiği için
eleştirilmiş ve tıbbın bilimsel bilgilerinin ve uygulamaların geçerliliğini onaylamak
için, topluma kazandırdığı somut faydaların yeterli olacağı ileri sürülmüştür.

Bir toplumsal kontrol
mekanizması olarak tıp,
medikalizayon sayesinde
normal davranışı kendi
politik görüşleri
doğrultusunda tanımlar ve
teknolojik alandaki
hakimiyeti sayesinde
bireyleri kendi tanımladığı
bu normlara uymaya zorlar.

ÖRNEK
Drapetomania hastalığı 19. yüzyılda A.B.D.’de görülen bir ‘hastalık’tır (White,
2002:41). Bu hastalığa sadece tarlalarda çalışan siyah köleler yakalanıyordu.
Hastalığın belirtisi ise kölenin tarladan kaçmaya çalışmasıydı. Diğer bir deyişle, eğer bir köle sahibinden, çalışmak zorunda olduğu tarladan kaçmaya çalışırsa, ona drapetomania teşhisi konuyor ve tedavi ediliyordu. Bu hastalığın tedavisi ise hasta kölenin her iki ayağının başparmaklarının kesilmesiydi. Parmakları kesilen köle artık koşamadığı için tarladan kaçmaya çalışmıyordu. Bu sayede, iyileşmiş sayılıyordu (White 2002:42). Bu örnekte görüldüğü gibi beyazların hakim olduğu ve siyahlara boyun eğdirdiği, ekonomik sistemi kölelik olan ırkçı bir toplumda, belirli toplumsal ve politik koşullardan ötürü, kölelerin çiftlik sahibinden ya da tarladan kaçması, profesyonel tedavi gerektiren gerçek bir hastalık olarak kabul edilmiş, tıp kitaplarında bu hastalığın, sadece doktorlar tarafından teşhis ve tedavi edilebileceği belirtilmiştir (Cartwright, 1851’den aktaran White, 2002:41). Drapetomania hastalığı hem içinde oluştuğu toplumun ürünüdür, hem de bu toplumdaki güç ilişkilerini sağlamlaştırmaktadır.

Post-Yapısalcılık
Post-yapısalcılık içinde, sağlık ve hastalık sosyolojisine en çok katkısı olan sosyolog
Foucault’dur. Foucault, tıbbın bilgiyi biçimlendirişi ile ilgilenir. “Kliniğin Doğuşu”
(1973) adlı eserinde, hastalıkların bedene bakışın ürünü olduğunu, hastanın
bedenini görme biçimi değiştikçe tıbbi uygulamaların yeni biçimlerinin ortaya çıktığını gösterir. Foucault, sağlıkla ilgili düşüncelerinde daha çok, hastalık kategorisinin
gelişimine ve tıp mesleğinin üretilmesine odaklanmıştır.
Foucault, modern tıp da dahil olmak üzere birçok akademik disiplinin Avrupa’da
kapitalizmin geliştiği, nüfusun ve kentleşmenin arttığı bir dönemde doğmasının tesadüfi olmadığını savunur. Endüstriyel kapitalizmin gelişmesi, nüfusun artması
ve kentleşmenin hızlanması sonucunda nüfusun kontrolüne yönelik eski biçimler
yeterli olamamış, yeni iktidar rejimleri gelişmiş ve insanlar sayılmaya, izlenmeye
ve incelenmeye başlanmıştır. Foucault, bürokratik toplumların bu şekilde toplanan bilgiyi, toplumsal planlamalar yapmak için kullandıklarını ve bunun sonucunda, modern akademik disiplinler olan modern tıp, kriminoloji, penaloji, psikoloji, sosyoloji ve psikiyatri gibi bilim dallarının doğduğunu belirtir. Bu disiplinlerin amacı, nüfusu tahmin ve kontrol etmektir, bu akademik disiplinler, aynı zamanda, insanların kabul etmeleri gereken davranış normlarını ve benimsemeleri
gereken yaşam tarzlarını oluşturup bu normlar üzerinden insanlara nasıl davranmaları
gerektiğini bildiren disiplinlerdir. Bu disiplinlerden, amaçları bireylerin davranışlarını tahmin ve kontrol etmek ve devlete bu bireyleri izlemesi ve kontrol etmesi
için gerekli bilgiyi sağlamak olan meslek grupları doğmuştur. Bu meslek
grupları da devlet lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın gibi çeşitli kategorilere
sokmaya başlamıştır. Bu yeni disiplinler, toplumsal kontrolün bilgisini üretir ve insanları deli, akıllı, özürlü, sapkın, suçlu ve hasta gibi kategorilere bölerken kullanılacak ‘bilimsel’ kriterleri oluşturarak, kendi ürettikleri bu bilginin, insanlar tarafından öznel gerçeklikler olarak içselleştirmesini ve iktidarın disipline edici güce
sahip olmasını sağlar (Foucault (2006 [1967]’den aktaran Gönç-Şavran 2010:46).
Kısacası, toplum yönetilen bir toplumdur. Bu toplum içinde, mesleki gruplar,
yönetici devletin lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın gibi çeşitli kategorilere
sokarlar. Foucault’ya göre tıp, yönetici bürokratik devletin bir ürünüdür. Tıp, normal
davranışın tanımlanması yetkisini kendi kontrolünde tutar ve ‘normale’ uyulması
için insanları zorlamak amacıyla da modern akademik disiplinlerden doğan
meslek gruplarını kullanır (White 2002:9).

Feminist Teori
Çok genel düzeyde, bütün feministlere göre ataerki, erkek bedenine rasyonellik, akıl, sağlık gibi değerli sayılan özellikleri atfederek onu yüceltir. Diğer taraftan hastalık, akılcı olmayan davranışlar ve kontrol eksikliği gibi özellikleri kadın bedenine
atfederek onu, eksik bir beden olarak inşa eder. Sağlık ve hastalık sosyolojisi
açısından feminist çalışmaların en önemli işlevleri, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet
arasındaki farkı ortaya koyarak kadın bedenini ikincil olarak inşa eden toplumsal
süreci tanımlamak, eleştirmek ve sağlık alanında cinsiyete dayalı eşitsizlikleri analiz
etmektir (Gönç-fiavran, 2010:50-51).
Feministler temel olarak, toplumda kadın ve erkek rollerine bağlı şekilde toplumsallaştığımızı ve bu rollerin, sağlığımız ve hastalığımız üzerinde etkili olduğunu, tıbbın da toplumsal cinsiyete dayalı rollere uyum konusunda çok kritik bir pozisyonu olduğunu savunurlar. Sermayenin mirası açısından, kapitalist toplumda
çocukların meşruiyetinin sağlanması gerekir.

Foucault’ya göre tıp,
bürokratik yönetici devletin
lehine insanları hasta, deli,
suçlu, sapkın gibi çeşitli
kategorilere sokan
normalleştirici bir kurumdur.

Bu nedenle, ataerkil kapitalist toplumda, kadınların yeniden üretim becerilerinin kontrol edilmesi çok önemlidir ve bu kontrol işlevini de tıp üstlenmektedir. Tıbbın, kadınlara yönelik ilgisinin neredeyse tamamen biyolojik yeniden üretim organlarına ve doğurganlıklarına yönelik olması, bundan kaynaklanmaktadır. Çağdaş kapitalizmde tıp mesleği, kadınların ‘özel’ alanda ev içi rollerin meşrulaştırılması işlevini yüklenmiş, doğurma ve besleme işlevlerine odaklanarak kadınların ev içi rollerini, doğanın bir ‘gerçeği’ gibi sunmuştur (White 2002:10). Böylece tıp, bir yandan kapitalist sınıf için yeni işçi nesillerinin doğmasını ve beslenmesini minimum maliyetle garantilemiş olur, bir yandan da nüfusta ekonomik açıdan “kâr getirmeyen” çocukların ve yaşlıların bakımından kadınları sorumlu tutarak devletin “masraflarını” azaltır.
Feminizm, kendi içinde çeşitli kollara ayırılmaktadır. Bunlar içinde radikal feminizm,
diğer feminist yaklaşımlara oranla kadın sağlığına daha çok odaklanır. Radikal
feminist tartışmaların merkezinde beden kavramı ve bedenlerinin erkekler tarafı
ndan kontrol edilmesinin, bütün kadınların paylaştığı ortak bir deneyim oldu-
ğu düşüncesi yer alır. Radikal feministler, ataerkinin kadınlar üzerindeki baskıyı temel
olarak üreme (biyolojik yeniden üretim) üzerinden kurduğunu ileri sürerler.
Bu nedenle, bazı radikal feministler kadınların ataerkinin tahakkümünden kurtulmak
için teknolojiyi kullanarak üreme işlevinden kurtulmaları, yani çocuk doğurmayı
bırakmaları gerektiğini savunurlar.
Sağlık ve kadın arasındaki ilişkiye ilişkin bir araştırmayı Nurşen Özçelik-Adak’ın “Sağlık
Sosyolojisi, Kadın ve Kentleşme” (2002, istanbul: Birey Yayınları) adlı kitabından okuyabilirsiniz.
Radikal feminizm, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi
vurgulayan ve kadın bedeninin ayırt edici özelliklerine olumlu değer atfederek erkek
bedeninin ataerkil avantajını ortadan kaldırmaya çalışan bir yaklaşımdır (Annandale
ve Clarke, 1996:20). Erkeklerin, kadınları bedenleri üzerinden nasıl kontrol
ettiğini gösteren çeşitli çalışmalarda, kadınsılığın hastalıkla eşanlamlı kılındığı,
üremenin kadınların yaşamdaki tek amaçları olarak görüldüğü ve “doktorların baş
ağrısından boğaz ağrısına ve hazımsızlığa kadar kadınların neredeyse her türlü şikayetinin arkasında rahim ve yumurtalık bozuklukları bulduğu” (Ehrenreich ve
English, 1978:132) ortaya konmuştur. Radikal feminizm, erkek bedenine karşı kadı
n bedenine güçlü bir pozisyon sağlamakta ve onu erkek bedenine üstün kılmaktadı
r (Gönç-fiavran, 2010:53).
Radikal feminizmin, tıbba yönelttiği eleştirilerden biri de bilimin ve tıbbın ataerkil ve cinsiyetçi
olduğu eleştirisidir. Bu eleştiriyi destekleyen argümanlar neler olabilir? Düşününüz.
Hastalığın ve sağlığın analizine ilişkin daha farklı yaklaşımlar da söz konusudur. Bu konuda
Aytül Kasapoğlu’nun “Madalyonun iki Yüzü: Hastalık ve Sağlık” (Ed., 2008,. Phoenix
Yayınevi) adlı kitabından yararlanabilirsiniz.

EKONOMi POLiTiKALARI, NEO-LiBERALiZM VE SAĞLIK

Endüstri devrimi sonrasında gelişen endüstriyel işçi sınıfının sağlığının çok kötü olması, hem işgücü potansiyelini hem de savaş dönemlerinde askeri potansiyelini
tehdit etmiştir. Bu dönemde yapılan epidemiyolojik çalışmaları hastalıkların toplumda tesadüfi olarak yayılmadığını, yoksulluğun yoğunlaştığı gecekondu mahallelerinde ve endüstriyel işlerde daha fazla görüldüğünü göstermiştir. Bunun üzerine, işçi ve asker
olarak ihtiyaç duyulan sağlıklı nüfusu yaratabilmek, yani sağlığı iyileştirmek için
yaşama ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gerektiği anlaşılmış ve bireylerin sağlığının bireylere bırakılmaması gerektiği konusunda bir görüş birliğine varılmıştır
(Dussault ve Sheiham, 1982). Bu amaç doğrultusunda yapılan devlet reformları,
Sosyal Refah Devleti’nin başlangıcını oluşturmuş ve ikinci Dünya Savaşı sonrasından
1970’lerin sonuna dek, devlet müdahaleleriyle işçilerin ücretleri de yaşam koşulları
da, sonuç olarak sağlıkları da iyileşmiştir (White 2002:58).
Ancak, 1970’lerin sonlarından itibaren uygulanmaya başlanan neo-liberal ekonomi
politikaları nedeniyle, sağlık alanında elde edilen kazanımların bir kısmı kaybedilmiş
ve toplum sağlığı kötüleşmeye başlamıştır. Neo-liberal politikalar işsizli-
ğin artmasına, ücretlerin düşmesine, elektrik, su, ulaşım hizmetlerinin özelleştiril mesine, devletin küçülerek, eğitim ve sağlık hizmetlerinden çekilmesine neden olmuştur (Terris, 1998).




Tablo 7.2
Sağlık Sosyolojisinin
Basitleştirilmiş Bir
Planı
Kaynak: White
2002:7’den
kısaltılarak
uyarlanmıştır.

Epidemiyoloji, hastalıkların toplumda görülme sıklığını
ve nasıl yayıldıklarını
inceleyen tıp dalıdır.


Bu gelişmelerin, sağlık açısından son derece olumsuz sonuçları vardır. Devletlerin küçülmesi, gıda ve su güvenliği gibi hayati konularda denetimin zayıflamasına neden olmuş, içme suyuna ya da yiyeceklere karışan kimyasallar gibi nedenlerle, on dokuzuncu yüzyılda ölümcül olan ve yirminci yüzyılda ortadan kalktığı düşünülen kolera gibi bazı hastalıklar, yeniden görülmeye ve ölümlere neden olmaya başlamıştır (Longbottom, 1997). Refahın sağlık üzerindeki etkisi, Rusya’da da kendini göstermiştir. 1990 ve 1995 yılları arasında, Rusya’da meydana gelen, çok sayıdaki erken ölümün, eski Sovyetler Birliği’nin topluma sağladığı sağlık ve refah altyapısının kaybedilmesinden ve piyasa ekonomisine geçişi sırasındaki ortamdan kaynaklandığı belirtilmektedir (Bloom ve Canning, 2003:59).

Neo-liberalizm, bir yandan özelleştirme, taşeron çalışma, atipik istihdam biçimleri ve iş güvencesinin azalması gibi mekanizmalarla, bir yandan da işsizlik nedeniyle kötü koşullarda yaşayıp çalışan göçmen işçilerin sayısını artırarak işçi sağlığını kötüleştirmektedir. Ayrıca, kâr amacını sağlığın önüne geçirerek, ziraat ve hayvancılığın ekolojiyi bozacak şekilde endüstrileşmesine neden olmakta, gıda güvenliğini azaltmaktadır. Bunun yanında IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların, sağlık hizmetlerinin sunumu konusundaki dayatmaları ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, çok sayıda insanın sağlık güvencesinden mahrum kalmasına ve sağlık
hizmetlerine erişememesine neden olmaktadır (Shahmanesh, 2007:315-6).
Toplum sağlığı, eğitim düzeyinin yükselmesine, işsizliğin kontrol altına alınmasına, çalışma koşullarının iyileştirilmesine, toplumsal dışlanmanın azaltılmasına, yeterli beslenmeye, yiyecekler üzerinde sıkı denetim uygulanmasına, ulaşılabilir ve yeterli koruyucu sağlık hizmetlerine bağlıdır (Wilkinson ve Marmot 1998). Bu aktörlerin tümü, neo-liberal politikalar tarafından tehdit edilmektedir (Beaglehole ve
Bonita, 1997:xiii). Neo-liberalizm, hak kavramından çok, birey ve karşılıklı sorumluluklar kavramlarını vurgulamaktadır. Bu çerçevede neo-liberalizm, bireyleri yurttaştan önce tüketiciler olarak, sağlık bakımını da satılıp tüketilecek mallardan biri
olarak (Horton, 2007:3) görmektedir.
Neo-liberal politikaların sağlığı bozucu etkilerine rağmen, neo-liberal paradigmada,
hastalıklara bireylerin kendi davranışlarının neden olduğu savunulmakta ve
hastalıklara neden olan toplumsal ve ekonomik nedenler göz ardı edilmektedir.
Böylece, bireylerin kötü sağlıklarından kendilerini sorumlu tutmaları sağlanmaktadır. Bu nedenle, sağlığı tehdit eden riskler olarak beslenme tarzı, hareketsizlik gibi çeşitli bireysel davranışlar vurgulanmakta, bireylerin örneğin tuz, şeker gibi ‘riskli’ gıdaları tükettikleri için hastalandıkları ileri sürülmektedir. Bireysel davranışlar, her ne kadar önemli olsa da hastalıkları bireysel davranışların sonucuymuş gibi gösteren bu bireyci anlayış, hastalığa neden olan daha genel toplumsal nedenleri ve sağlığın toplumsal belirleyicilerini gizlemektedir. Aslında toplumsal, ekonomik ya da politik nedenlerden doğan sonuçlar kişilerin, bireysel olarak kendilerini suçlamalarını sağlamak, neo-liberalizmin amaçları açısından işlevseldir. Böylece bir yandan devletin sağlık harcamalarını azaltması meşrulaştırılacak, bir yandan da bireylerin sağlık alanında kendilerine biçilen tüketici rolünü benimsemeleri hızlandırılıp sağlık hizmetlerinin bireysel tüketimi arttırılacaktır.

Günümüzde epidemiyoloji, neo-liberalizmin temel varsayımlarını yansıtacak şekilde bireysel faktörlere odaklanmakta, toplumsal faktörleri ya hiç dikkate almamakta ya da çok az vurgulamaktadır. Sigara ve alkol kullanımı, tuzlu, yağlı ya da şekerli yiyecekler yemek ve hareketsiz bir yaşam tarzının, sağlık üzerinde olumsuz etkileri vardır. Ancak hastalıklara neden olan bu davranışlar, hem hastalıkların yegâne nedeni değildir hem de sonuçta, bireylerin kendi kişisel tercihlerinden çok, yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Sigara, alkol kullanımı gibi davranışların sınıfsal olduğu, örneğin işsizlerin sigara, içki içme ve bu konuda ciddi sınıktılar yaşama olasılığının istihdam edilenlere oranla yüksek olduğu bilinmektedir (Montgomery ve diğ. 1998). Farklı toplumsal pozisyonlarda, insanların yaşama şekilleri farklılık gösterebilir. Düşük toplumsal sınıflardaki insanlar, sigara, içki içme, daha çok yağ, şeker yeme ve daha az egzersiz yapma gibi sağlıksız davranışlar gösterirler.
Ancak bu davranışları, bireylerin tamamen kişisel tercihleri olarak görmek yanlıştır. Bireylerin bu davranışlarda bulunmasının en önemli nedenleri bir yandan kendi iradeleri dışında toplumsal yapılar tarafından biçimlendirilen yaşam koşulları;
diğer yandan da kitle iletişim araçlarıyla, reklamlarla kendilerine belirli bir yaşam
tarzının ve buna bağlı ürünlerin dayatılmasıdır. Yapılan çalışmalar hastalığın
nedeni yaşam tazı olsaydı bile, insanların yaşam tarzlarını kendi kendilerine değiştirmelerinin ve içinde bulundukları toplumsal koşullardan kendilerini soyutlamalarının neredeyse olanaksız olduğunu göstermektedir (White 2002:61).
Örneğin Elbek (2010), düşük gelir gruplarında yer alanların yüksek gelir gruplarında yer alanlara oranla daha sıklıkla sigara içmelerini şu şekilde açıklamaktadır: “Çünkü yoksullar... tütünün zararları hakkında daha az farkındalığa sahiptirler,
tütün endüstrisinin politikaları karşısında korunmasız durumdadırlar. Stres yönetiminde zorluk yaşarlar, maddi yoksunlukla başa çıkmanın getirdiği güçlüklerle hayatlarını sürdürürler ve yazık ki kötü giden hayatlarında tütün kullanımını kendileri
için tek “ödül” olarak tanımlarlar. Hatta, yapılan çalışmalarda, tütün kullananlarda
bağımlılığa neden olan kotinin düzeyinin diğer gruplara oranla yoksullarda daha
yüksek olduğu gösterilmiştir”.
Neo-liberal dönemde epidemiyoloji, hastalıkları var olan toplumsal yapılardan
bağımsızmış gibi değerlendirerek, sadece görünen değerleriyle ele alarak, hastalı-
ğın nedeni olan yoksulluğu ve eşitsizliği üreten ve yeniden üreten toplumsal güçlerin
üzerini, sistematik olarak örter.
Epidemiyologların ürettiği bilgi, oluşturdukları risk kategorileri, bireylerin gündelik
hayatlarını büyük ölçüde etkilemektedir. Kitle iletişim araçlarıyla şişmanlığın,
hareketsizliğin, sigara ve alkol kullanımının içerdiği “riskler” iletilir. Böylece bireyler
bu risklere karşı uyarılmış olurlar ve organik gıdalar tüketecekleri, yemekleri
tuzsuz ya da yağsız yiyecekleri, egzersiz yapacakları, kullandıkları her şeyi neredeyse
dezenfekte edecekleri bir yaşam tarzı kurmaya çalışırlar. Buna rağmen risklerden
ötürü hastalanıp hastalanmadıklarını öğrenmek için çeşitli testler ve kontroller
yaptırır, düzenli aralıklarla check-up’lara (kontrol amaçlı, geniş kapsamlı
muayenelere) girerler. Bunun nedeni, riskler kendilerine bildirildiği için bunların
yol açacağı hastalıklardan kendilerini sorumlu tutmalarıdır. “Risklerin bu şekilde
epidemiyolojik inşası, içinde yaşadığımız neo-liberal toplumun bir parçasıdır. Riskler,
bizim sorumlu olduğumuz bireysel olaylar olarak inşa edilirler” (White,
2002:65).
Böylece tıp, hastalıkların daha genel nedenlerini, kötü sağlığın yoksullukla, işsizlikle,
gelirle, toplumsal cinsiyetle, hiyerarşiyle, etnik durumla, bölgesel ve eğitimsel
eşitsizliklerle ilişkisini gizlemiş ve bireylerin, kendi kontrollerinde olmayan
koşullardan ötürü kendilerini suçlamalarını sağlamış olur. Bunun, neo-liberal piyasa
açısından en önemli sonuçları, bireylerin giderek büyüyen sağlık sektöründe bu
risklerden korunmak için vitaminler, gıda takviyeleri, yiyecek ve içecekler için arıtıcı filtreler, check-up’lar satın almalarıdır. Bu durum, hem tıbbın ekonomik ve politik
yaşam ve toplumsal yapılar tarafından biçimlendirildiğini, hem de bu yapıları
biçimlendirdiğini göstermektedir (White, 2002:65).

Neo-liberal dönemde
epidemiyoloji, hastalığa
neden olan yoksulluğu ve
eşitsizliği üreten toplumsal
güçleri gizler.

SAĞLIĞIN VE HASTALIĞIN TOPLUMDAKi DAĞILIMI
Sağlık, toplumda eşit bir şekilde dağılmamaktadır. Sağlığın belirleyicileri arasında
bulunan çok sayıdaki toplumsal, ekonomik ve politik faktör, toplumsal açıdan dezavantajlı durumda olan grupların, sağlık açısından da dezavantajlı olmalarına, daha
sık hastalanmalarına, sağlık hizmetlerinden daha az yararlanmalarına ve daha
kısa yaşamlar sürmelerine neden olmaktadır. Diğer bir deyişle, sağlık eşitsizlikleri
sadece sağlık statüsündeki farklılıkları ifade eden bir kavram değildir. Sağlık eşitsizlikleri “...yoksulların, etnik ya da ırksal azınlıkların, kadınların ya da sürekli
olarak sosyal dezavantaja veya ayrımcılığa maruz kalan diğer grupların daha
avantajlı sosyal gruplara oranla, sistematik olarak, daha kötü sağlığa sahip olmaları
ve daha fazla sağlık riskine maruz kalmalarıdır” (Braveman, 2006:167).

Toplumsal Sınıf, Gelir ve Sağlık
Toplumsal sınıflarla sağlık arasında güçlü bir ilişki vardır (Nettleton, 2006:175). Yapı
lan çalışmalar, bütün yaşlardaki erkek ve kadınlar için, toplumsal sınıflarla hastalı
k arasında ilişki olduğunu göstermektedir. Alt sınıflardaki insanların ölüm oranları
da, hastalıkların çoğu için hastalanma oranları da toplumsal sistemin en üstündeki
insanların oranlarından çok daha yüksektir. Alt sınıflardaki insanlar kronik hastalıklara daha çok yakalanmakta, sağlık hizmetlerine daha az ulaşabilmekte, bu insanların çocukları düşük kilolu doğmakta ve daha kısa boylu olmaktadır (Townsend ve Davidson, 1988). Alt sınıflarda ölüm ve hastalık oranlarının, üst sınıflara oranla daha yüksek olmasının nedenleri arasında yoksulluk, işsizlik, yetersiz beslenme, eksik istihdam, olumsuz çalışma koşulları, sağlığa zararlı kimyasallara maruz kalarak yaşamak ya da çalışmak ve eğitim olanaklarının kısıtlanması gelmektedir. Her ne kadar, bütün sınıflarda ortalama ömür süresi artmakta olsa da alt sınıflarla üst sınıflar arasında, bu konudaki uçurum giderek fazlalaşmaktadır (Donkin vd., 2002).

Sınıf ve sağlık arasındaki ilişki hakkında daha ayrıntılı bilgiyi ilker Belek’in “Sınıf, Sağlık,
Eşitsizlik” (1998, istanbul: Sorun Yayınları) kitabından öğrenebilirsiniz.

Yapılan çalışmalar alt
sınıflara mensup olanların
üst sınıflara mensup
olanlara oranla daha kısa
ömürler yaşadıklarını ve
daha çok hastalandıklarını
göstermektedir.
Toplumun en alt kesimindeki
erkeklerin 25-65 yaş
arasında ölme oranı, en üst
kesimindekilerin bu yaş
aralığında ölme oranından
%40 daha fazladır (Mathers
vd 1999:25).

ÖRNEK
- “ABD’nin Arizona eyaletinde, doktorlarının verdiği diyeti uygulamayan aşırı şişman kişilerin, 50 dolar para cezasına çarptırılmasına karar veriliyor. Doktorlarının tavsiyelerini göz ardı eden sigara tiryakileri ve diyabet hastaları da para cezasına çarptırılacak.” 

- “Sağlık sigortası paketlerinin maliyetinin artmasıyla birlikte, ABD’de
bazı sigorta şirketleri sigara içenlere, içmeyenlere oranla daha yüksek
primler ödeme zorunluluğunu getiriyor.”

Yukarıda, basından alınan bazı haberler bulunmaktadır. Bu haberler, risklerin ne derece bireyselleştirilebildiğine ve bu risklerin, bireyler açısından doğurduğu ekonomik sonuçlara örnek oluşturmaktadır.
Kaynak: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/05/110518_fatness.shtml
http://www.fedsmith.com/article/860/smokers-should-pay-more.html

Sınıfsal eşitsizliklerle sağlık arasındaki ilişkiyi ortaya koyan ve açıklamaya çalışan en önemli eserlerden biri, 1982’de yayınlanan Kara Rapor’dur (Black Report). Bu raporda, sağlıktaki eşitsizlikleri birbirinden farklı şekilde açıklayan dört yaklaşıma yer verilmiştir. 1990’larda bunlara iki yeni yaklaşım daha eklenmiştir. Bu yaklaşımlar açısından sınıf ve sağlık arasındaki ilişkinin nasıl açıklandığına özetle değinelim (Nettleton 2006:183; White 2002:84):
(a) Yapaylık açıklamaları: Bu açıklamalar, istatistiksel araçlara odaklanan ve bu eşitsizliklerin hastalık ve sınıfı kullanmak için kullanılan ölçüm araçlarının ve bunların kullanılış şeklinin bir sonucu olduğunu, yani yapay, sadece görünürde olan eşitsizlikler olduğunu ileri süren açıklamalardır.
(b) Sağlık seçilimi açıklamaları: Bu açıklamalara göre sağlık, bağımsız değişkendir,
toplumsal sınıf farklılıkları sağlığı etkilemez. Sağlık durumu, bireylerin toplumsal
sınıflarının farklılaşmasına neden olur. Sağlıklı olanlar yukarı doğru toplumsal
hareketlilik, sağlıksız olanlar aşağı doğru toplumsal hareketlilik gösterecektirler.
Bu açıdan hastalıklar doğal veya toplumsal seçilimin sonucudurlar.
(c) Kültürel-davranışsal açıklamalar: Bu açıklamalar sağlığın bağımlı değişken
olduğunu, beslenme tarzı, egzersiz, sigara ve içki içme faktörleri gibi davranışsal ve kültürel faktörlerin bir sonucu olduğunu savunur. Aslında bu davranışların çoğu sosyal ve ekonomik pozisyonla ilişkilidir ama bu açıklamalara göre bu yaşam tarzı faktörleri, bireylerin kendi kontrollerindeymiş gibi görüldüğü için davranışını değiştirmenin ve daha sağlıklı bir tutum içine girmenin, bireyin elinde olduğu kabul edilir (Nettleton 2006:183).
(d) Materyalist açıklamalar: Materyalist açıklamalara göre, sınıf ve hastalık ilişkilidir; hastalık, üretimin örgütlenme tarzına ve toplumda yiyeceklerin dağıtımı gibi yapısal faktörlere bağlıdır. Toplumsal yapının sağlık üzerindeki etkilerini vurgulayan bu yaklaşım yoksulluk, gelir dağılımı, işsizlik, barınma koşulları, kirlilik ve
çalışma koşulları gibi faktörlerin, sağlık üzerindeki etkisine odaklanır (Blackburn,
1991). Örneğin, kötü barınma koşullarıyla çeşitli hastalıklar arasında bir ilişki vardır. Yani barınma koşulları kötüleştikçe hastalanma sıklığı artmaktadır, üstelik sigara
içme veya istihdam edilme faktörleri kontrol altında tutulduğunda bile, bu ilişki görülmeye devam etmektedir (Marmot, 2004).
(e) Psiko-sosyal açıklamalar: Bunlar, sağlığın toplumsal deseninin sadece maddi yoksullukla açıklanamayacağını ileri süren, sağlığı eşitsizlik ve toplumsal statünün etkilediğini savunan açıklamalardır. Örneğin, Wilkinson’ın yaptığı çalışmaya (1996) göre, uluslar daha zengin oldukça değil, ama daha eşitlikçi oldukça nüfusları daha sağlıklı olmaktadır.

Sağlıklı beslenmek sadece kişisel
davranışa değil, çoğu zaman istihdam
statüsü, gelir düzeyi gibi yapısal
koşullara bağlıdır.
Barınma koşulları sağlığı etkileyen
en önemli faktörlerden biridir.
 7.2
Kaynak:
http://www.publicd
omainpictures.net/
hledej.php?hleda=s
hack
Çalışma yaşamında da aynı toplumsal sınıfa mensup olan astların sağlıkları, üstlerinin sağlıklarından daha kötüdür. Yani toplumsal statü, toplumsal sınıftan bağımız olarak sağlığı etkilemektedir (Wilkinson, 2000:6). Bu açıklamalara göre, eşitsiz toplumlarda insanlar topluma daha az bağlılık duyar, kendilerini izole olmuş, sosyal destekten yoksun hissederler ve sağlıkları bu nedenle bozulur. Toplumsal statü açısından düşük konumlarda bulunanlar da kendi çevrelerini kontrol edemediklerini hisseder. Bu nedenle, kendilerine duydukları güven azalarak endişe ve stres düzeyleri yükselir. Statü de genel olarak sağlığı bu şekilde etkilemektedir.
(f) Yaşam süreci açıklamaları: Bu yaklaşım, bireyin biyolojik statüsünü, geçmişteki
toplumsal pozisyonunun bir damgası olarak görür ve sağlık seçilimi argümanının tam aksini yansıtır (Nettleton 2006:186). insanların sağlık statülerinin onların sosyal statülerini etkilediğine odaklanmak yerine, zaten toplumsal olarak dezavantajlı
olan insanların, genellikle, “dezavantajların birikimi”ne maruz kaldığını ve sağlıklarının da bu nedenle kötü olduğunu ileri sürerler.
Toplumsal sınıf ve sağlık arasındaki ilişkinin bir boyutu da işsizliğin sağlık üzerindeki
etkisidir. Yapılan çalışmalar işsizliğin sağlığı riske attığını, erken ölümlere neden olduğunu, sağlık üzerindeki olumsuz etkilerin insanlar işten çıkarılabileceklerini
hissettiklerinde başladığını göstermektedir (Wilkinson ve Marmot, 1998). Her ne kadar bir işe sahip olmak, sağlık açısından işsizlikten daha iyi bir durum olsa da, çalışma yaşamının örgütlenişi ve niteliği de sağlık üzerinde çeşitli etkilere sahiptir. Yapılan iş üzerinde özerkliğe ve kontrole sahip olmanın önemli olduğu, işyeri hiyerarşisi içinde düşük pozisyonlarda bulunanların, yüksek pozisyonlarda bulunanlara oranla sağlıklarının daha kötü olduğu, çeşitli çalışmalarla ortaya konmuştur (Bosma vd., 1998). Sağlık açısından, toplumsal sınıflar arasındaki bu farklılığın önemli bir kısmını da meslek hastalıkları oluşturmaktadır. Yapılan çalışmalar, kansere bağlı ölümlerin beşte birinin (Epstein ve Swartz, 1981), kalp damar hastalıklarına bağlı ölümlerin de üçte birinden fazlasının (Johnson vd., 1996), mesleklerle ilişkili olduğunu göstermektedir.

Meslek hastalıkları, işçilerin yaptıkları işten kaynaklanan nedenlerle ortaya çıkan tekrarlayan,
sürekli hastalıklardır. Türkiye’de son zamanlarda kamuoyunun dikkatini çeken ‘silikozis’
de kotların silika içeren maddelerle taşlanması sonucu oluşan ve bu işi yapan işçilerin
ölümüne neden olan bir hastalıktır. “iki kardeşini de silikozisten kaybeden, kendisi de silikozis
hastası olan Lokman incirli, kendisinin çalıştığı dönemde lazer teknolojisinin olduğunu ancak, pahalı olduğu için işverenler tarafından tercih edilmediğini söylüyor.”
(http://www.kotiscileri.org/s/273/i/_silikozis_.pdf;30.05.2011).
Silikozis hastalığı ile ilgili bilgiyi http://www.kotiscileri.org/ adresinden edinebilirsiniz.

Toplumsal Cinsiyet ve Sağlık.
Kadın ve erkeklerin ölüm ve hastalanma oranları birbirinden büyük ölçüde farklıdır.
Bu farklılıklar, cinsiyet rolleri arasındaki etkileşimin, maddi kaynaklara erişim düzeyinin ve psiko-sosyal stres kaynakların bileşiminin sonucudur. (Mackenbach,
1999:1804). Bunun dışında, sağlıktaki cinsiyet eşitsizliklerinin birçok boyutu vardı
r. Bunlara kısaca değinmek gerekirse (Gönç-fiavran, 2010:86-101):

• Erkeklerle kadınlar, biyolojik olarak farklı oldukları için, sağlık sistemlerinden
beklentileri farklıdır. Ancak bu farklı talepler, adil bir şekilde karşılanmamakta, sağlık sistemleri büyük ölçüde erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir (Östlin vd., 2001).

Psiko-sosyal açıklamalar, sağlığın toplumda dağılımının sadece maddi
yoksullukla açıklanamayacağını savunarak eşitsizliğin ve toplumsal statünün sağlık üzerindeki etkisini vurgularlar.

• Küresel olarak, erkeklerin ortalama yaşam süreleri 65, kadınlarınki ise 70 olarak kabul edilmektedir (DSÖ, 2009:44). Bununla birlikte, kadın ve erkeklerin ortalama yaşam süreleri arasındaki fark, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin az olduğu ülkelerde daha az, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin fazla olduğu ülkelerde ise daha fazladır (Sen, 1992).
• Kadınlar, dünya genelinde, sağlık sigortasına erişim açısından dezavantajlıdırlar. Ücretli bir işte çalışmayan kadınlar, genellikle eşlerinin ya da babalarının sosyal güvencesinden yararlanmakta, ücretli bir işte çalışan kadınlar ise genellikle enformel sektörde, düşük ücretle, iş güvencesi ve sosyal güvence olmadan çalışmaktadırlar (Payne, 2006:81). Böylece, kadınların sağlıkları hem çalışma koşullarının kötülüğü nedeniyle, hem de sağlık hizmetlerine maddi nedenlerle erişemedikleri için kötüleşmektedir.
• Gelişmekte olan ülkelerde, kadınların sağlıkları erkeklere, oranla daha kötüdür
(Rahman vd., 1994). Bu eşitsizliğin bir kısmı, kadınların ekonomik ya da
kültürel-ataerkil nedenlerle sağlık hizmetlerinden erkekler kadar faydalanamamalarından kaynaklanmaktadır. Diğer bir deyişle, kadınlar maddi kaynaklara erişseler bile tek başlarına sokağa çıkmalarının, toplu taşıma araçlarına
binmelerinin yasak olduğu ya da eşlerinin “izin vermediği” durumlarda, sağlık hizmetlerinden faydalanamayabilmektedirler (Gönç-fiavran, 2010: 97-98).
• Birçok çalışma, sağlık personelinin cinsiyetçi algılara sahip olduklarını, hasta
tercihlerinde ve tedavi süreçlerinde bu algının etkisi altında kaldıklarını, kadın hastalara erkekler kadar saygı göstermediklerini, tedavi süreci hakkında erkekleri bilgilendirdikleri kadar kadınları bilgilendirmediklerini ve kadınlara daha az ilgi gösterip daha özensiz tedaviler uyguladıklarını göstermektedir (Arber vd., 2004).

Bölgesel Eşitsizlikler ve Sağlık
Dünya nüfusunun %85’ini oluşturan alt ve orta gelir grubundaki ülkeler, dünyadaki
toplam hastalık yükünün %92’sine sahiptir. Ancak, dünyada sağlık araştırmaları
na ve sağlık iyileştirmelerine yapılan harcamaların sadece %10’u, bu ülkelerdeki
sağlığı iyileştirmeyi amaçlamaktadır (DSÖ, 2002). Gelişmekte olan ülkelerde toplumun sağlığı, gelişmiş ülkelerden çok daha kötü durumdadır. Gelişmekte olan ülkelerdeki nüfusun yaklaşık %80’i kişisel sağlık hizmetlerine erişimden yoksundur.
Bebeklerin ve dört yaşa kadar olan çocukların ölüm oranları, gelişmiş ülkelerdeki
oranların 10 ila 20 katıdır ve dünyanın en yoksul bölgelerinde, bütün çocukların
dörtte biri, yaşamlarının ilk yılında ölmektedirler (Roemer, 1993). Azgelişmiş ülkelerle
gelişmiş ülkeler arasında hem ölüm ve hastalık oranlarında, hem bu oranları
n farklılaşmasına neden olan güvenli su ve kanalizasyon gibi kaynaklara erişimde,
hem de kişi başına düşen sağlık personeli ve hastane sayısı gibi sağlık bakımıyla
ilgili faktörlerde büyük farklılık görülmektedir (DSÖ, 2009:83,95).
50-100 milyon arası kişinin öldüğü tahmin edilen, 1918-19 yılları arasındaki ispanyol
Gribi salgınından beri ilk kez, 2000’lerde, salgınların toplumu bu derece tehdit ettiği belirtilmektedir. Bu salgınların başında HIV/AIDS gelmektedir ama AIDS de, dünya nüfusunu tehdit eden diğer salgın hastalıklar da dünyada eşit bir şekilde görülmemektedir. Salgınlar Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın yoksul bölgelerinde yaşayanları daha çok etkilemektedir. Japonya’da doğan bir bebeğin,
yaklaşık 75 yıl yaşaması beklenirken Malawi, Nijer ya da Sierra Leone gibi ülkelerde
doğan çocuklar, muhtemelen 30’lu yaşlarını göremeyeceklerdir (Bloom ve Canning,
2003:48). Dünya genelinde sıtmadan ölen her 10 çocuktan 9’u, AIDS’ten ölen
her 10 çocuktan 9’u ve ishale bağlı hastalıklardan ve zatürreeden ölen bütün çocukların yarısı Afrika’dadır (DSÖ, 2009:8).

Kadınlar, maddi kaynaklara
erişseler bile, ataerkil
düzenden kaynaklanan
nedenlerden ötürü, sağlık
bakımı
alamayabilmektedirler.

Yapılan çalışmalar, gelişmekte olan ülkelerde ilaçlara erişimin de zor olduğunu
göstermektedir. Bu ülkelerde, devlet sektöründe ilaçların üçte birine, özel sektörde
ise ancak üçte ikisine erişilebilmektedir ve ilaç fiyatları da uluslar arası referans fiyatlarının %250-650 katıdır (DSÖ, 2009:95). Gelişmekte olan ülkelerde ilaçlara erişim konusunda yaşanan sıkıntılarda, TRIPS anlaşmasının da önemli bir rolü vardır.

Doğumda beklenen ortalama
yaşam süresi
Ana Ölüm
Oranı (100.000
canlı doğumda
ölen ana
oranı)
Bazı hastalıkların
tespit edilmiş vaka
sayıları
Ülke Erkek Kadın Ortalama Sıtma Tüberküloz
Afganistan 47 50 48 1.400 0,3 38
Çin 72 76 74 38 0 12
Nijer 57 58 57 820 184 41
Ruanda 57 60 59 540 15 76
Bangladeş 64 60 65 340 1,8 51
Somali 51 51 51 12.000 28 57
Pakistan 62 64 63 260 0,6 38
Kenya 58 62 60 530 12 15
Meksika 73 78 76 85 0 0,6
Japonya 80 86 83 6 0 1,4
Finlandiya 77 83 80 8 0 1
Almanya 78 83 80 7 0 0,2
Kanada 79 83 81 12 0 0,2
isviçre 80 84 82 10 0 0,2
Danimarka 77 81 79 5 0 0,3
7. Ünite - Sağlık, Hastalık ve Toplum 177
Tablo 7.3
2009 Yılında Bazı
Sağlık Göstergeleri
Açısından Çeşitli
Ülkeler
Kaynak: DSÖ, 2011

TRIPS Anlaşması
TRIPS (Trade-Related Intellectual Property Rights, Fikri Mülkiyetin Ticari Yönleri)
anlaşması, 1995 yılında imzalanan ve Dünya Ticaret Örgütü’nün bütün üyeleri
için bağlayıcı olan bir anlaşmadır. Bu anlaşma, patentli ilaçların ve ilaçların
hammaddesi olabilecek bitkilerin üretim, satış, ithal ve kullanımını hak (patent)
sahibine veren, böylece gelişmiş ülkelerde üretilen ilaçların gelişmekte olan ülkelerde
daha düşük maliyetle üretilip satılmasını engelleyen fikri hakları koruma anlaşması
dır (Yavaş, 2007). Gelişmiş ülkeler TRIPS’i güçlü bir şekilde desteklemektedir
çünkü, patentlerin çoğu, bu ülkelerin elindedir. Gelişmekte olan ülkeler toplam
patentin sadece %0,75’ine sahiptir (Yüksel, 2002). Brezilya ve Hindistan kendi
ülkelerinde kendi gereksinimlerini karşılamak için TRIPS’e karşı gelerek eşde-
ğer (muadil) ilaç üretmeyi yasal kılmış ve ilaçları çok daha ucuza mal ederek di-
ğer gelişmiş ülkelere satmışlarsa da bu yardımlaşma ilişkisi, çokuluslu şirketlerin
açtıkları davalarla engellenmiştir.
Bölgesel eşitsizlikler, ulusal sınırlar içinde de görülmektedir. Örneğin Türkiye’de,
tüberkülozun Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz Bölgesi’nde diğer bölgelere
oranla daha sık görüldüğü (Bilgiç, 1991) ortaya konmuştur. DSÖ verileri (DSÖ,
2005) istisnalar dışında, tüberküloz görülme sıklığının, sosyal ve ekonomik gelişmişlik
sıralamasıyla neredeyse aynı olduğunu göstermektedir.

Irk, Etnik Durum ve Sağlık
Irk ve etnik grup da sağlık eşitsizliklerine neden olmaktadır. ABD’de yapılan çeşitli
çalışmalar, siyahların beyazlardan daha kısa yaşadıklarını ve yaşamı tehdit
eden hastalıklara daha fazla yakalandıklarını göstermektedir (Heron vd., 2009:10).
Etnik azınlıklar, genellikle kentlerde mahrumiyet içinde olan bölgelerde, kirlilik
kaynaklarına yakın olarak yaşayan, eğitim ve gelir düzeyleri düşük, işsizlik oranları
yüksek gruplardır. Yapılan çalışmalar, etnik grupların sağlıklarının, nüfus genelinden
daha kötü olduğunu göstermektedir. Ancak bu durum, genler gibi biyolojik
nedenlerden değil, yaşam koşullarından ve toplum kaynaklarının eşitsiz
dağıtımından kaynaklanmaktadır (Gönç-fiavran, 2010:116-118).

Eğitim ve Sağlık
Yapılan bazı çalışmalar, sosyal statü ile sağlık arasındaki ilişkide eğitimin gelirden,
meslekten ve sınıftan daha önemli olduğu sonucuna varmıştır (Mirowsky ve
Ross, 2005). Eğitim görmek, insanların beşeri sermayeye sahip olmalarının temel
bir yoludur. insan sermayesi (beşeri sermaye) teorisi, daha yüksek düzeyde eğitimin,
daha fazla ve daha iyi istihdam fırsatları sağladığını, daha fazla ekonomik
kaynağa ve sosyal ağa ulaşımı mümkün kıldığını, toplumsal hareketliliği hızlandı
rdığını ve fazla risk alınmayan ve daha iyi beslenilen yaşam tarzları geliştirmede
etkili olduğunu ileri sürmektedir (Ross ve Wu, 1995). Bu sonuçların hepsi, daha
iyi sağlık anlamına gelmektedir. Eğitim ve sağlık statüsü arasındaki ilişki hakkı
ndaki araştırmaların çoğu, eğitim düzeyi ile sağlık statüsü arasında olumlu bir
ilişki olduğuna, eğitim görülen süre arttıkça hastalık ve ölüm oranlarının düştü-
ğüne, olumlu sağlık davranışları gösterme sıklığının arttığına işaret etmektedir
(Gönç-fiavran, 2010:111-4).

TÜRKiYE’DE SAĞLIK
Türkiye’de nüfusun sağlığı genel olarak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana önemli ölçüde iyileşmiş, uzun süren savaşların ve salgın hastalıkların etkileri zamanla azalmıştır. “Türkiye’de sağlık politikaları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında koruyucu sağlık hizmetleri ve salgın hastalıklarla mücadeleye odaklanmıştır. 1950-60 arasında sağlık hizmetleri ticarileşmeye başlamış, koruyucu sağlık hizmetlerinden çok tedavi edici hizmetlere odaklanılmış, buna ek olarak, artan kentleşmenin de etkisiyle sağlık hizmetleri kentlerde yoğunlaştığı için, sağlıkta kentsel kırsal kesim arasındaki eşitsizlikler artmıştır. 1960’larda sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine çalışılmış, bu çaba sonucunda özellikle az gelişmiş bölgelerde çeşitli kazanımlar sağlanmış, ancak bu uygulama ulusal bir sağlık sistemi haline
getirilememiştir.

ingiltere 78 82 80 12 0 0,6
ABD 76 81 79 24 0 0,2
Türkiye 72 77 75 23 0 3,1
Etnik azınlıkların
sağlıklarının, çoğunluğa
oranla daha kötü olmasının
nedeni, genler ya da
biyolojik faktörler değil,
toplum kaynaklarının eşitsiz
dağılımıdır.
Türkiye’de sağlık
hizmetlerinin ticarileşmesi
1950-60 döneminde
başlamıştır.

1980’lerden itibaren, neo-liberal ekonomi politikalarının etkisiyle
devlet, sağlık hizmetleri sağlayıcı rolünden vazgeçmeye başlamış, sağlık hizmetleri
yerelleşmeye, özelleştirilmeye, taşeronlaştırılmaya ve metalaştırılmaya
başlanmıştır. 1990’larda küresel düzeyde etkili olan yoksullukla mücadele stratejilerinin
bir uzantısı olarak görülebilecek olan sağlıkta reform hareketleri, Türkiye’de
de yankı bulmuş, çeşitli hükümetler tarafından Genel Sağlık Sigortası ve
Aile Hekimliği Sistemi kurulmasına ilişkin kanun tasarıları hazırlanmış, ancak bu
tasarılar yasalaşmamıştır. Bu tasarıların yasalaşması, 2000’lerde mümkün olmuş,
uluslar arası kuruluşların Türkiye’deki sağlık sistemine yönelik piyasalaştırma
vurgusu taşıyan önerileri doğrultusunda tasarlanan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”
çerçevesinde sağlık sistemi neo-liberal ekonomi politikalarına her açıdan uygun
hale getirilmiştir” (Gönç-fiavran, 2010: 163-4).
Türkiye’de tarihsel olarak, sağlık personeli sayısı giderek artmış ve sağlık personeli
başına düşen kişi sayısı azalmıştır. Türkiye, her ne kadar sağlık personeli sayı-
sı açısından gelişmiş ülkelerin standartlarının gerisinde olsa da bu sayı olması
gerekenin çok altında değildir (TTB, 2008:23). Bir bölgedeki sağlık hizmetlerini de-
ğerlendirirken, bölge genelinde doktor sayısına bakmak yeterli değildir. Doktorları
n coğrafi olarak eşit bir şekilde dağılıp dağılmadığı, toplam doktor sayısından daha
önemlidir. Örneğin, Türkiye’de uzman doktorların yarısı Ankara, istanbul ve izmir’de
bulunmakta, en düşük oranda uzman doktora sahip olan illerin ise en az gelişmiş
iller olduğu görülmektedir (TTB, 2008:23). Diğer bir örnek, hastane yatağı sayı
sı üzerinden verilebilir. Türkiye’de, illerin yarısından fazlası hastane yatağı başına
düşen doktor sayısı açısından OECD ortalamasının üzerindedir. Örneğin fiırnak’ta
yüz hastane yatağı başına 121, Hakkari’de de yüz hastane yatağı başına yüz on
sekiz doktor düşmektedir. Ancak her bin kişiye düşen hastane yatağı ortalaması,
OECD ülkelerinde altı iken, Türkiye’de 2,7’dir (TTB, 2008:36). Hastane yatağına erişimde zorluklar yaşanırken hastane yatağı başına çok hekim düşmesi tek başına
sağlık hizmetlerini değerlendirmek için yeterli bir ölçüt değildir. Buradan da anlaşı-
lacağı gibi, sağlık eşitsizlikleri sadece sağlık personeli sayısı ile ilgili değildir.

Etkili sağlık
hizmetlerine erişim,
sağlığı belirleyen
önemli faktörlerden
biridir.

Türkiye’de sağlığın durumunu yansıtan tablo ve rakamlarda en göze çarpan
durum, bölgesel ve ekonomik eşitsizlikler başta olmak üzere, toplumsal eşitsizliklerin
nüfusun sağlık statüsünü etkilemesidir. Türkiye’de coğrafi bölgeler, ekonomik,
eğitimsel ve cinsiyete dayalı eşitsizlik göstergeleri açısından ayrımlaşmaktadır. Doğu Anadolu Bölgesi başta olmak üzere, bazı bölgelerde ekonomik düzey, eğitim durumu ve sağlık göstergeleri çok düşükken, bazı bölgelerde bu göstergelerin tümü, oldukça olumlu bir tablo çizmektedir. Bu durum, sağlık statüsü ile sosyal ve ekonomik değişkenler arasındaki ilişkiyi ortaya koyması açısından önemlidir.

Türkiye’deki sağlık harcamalarının tarihsel gelişimine ilişkin bir analizine Osman Elbek’in
“Türkiye’de Sağlık Harcamaları ve Genel Sağlık Sigortası: ‘Efsaneler ve Gerçekler”
adlı makalesinden (2010, Birikim, Sayı 228, Sf:83-91) ulaşabilirsiniz.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (World Health Organization) her yıl yayınladığı Sağlık Raporu’na
http://www.who.int/whr/2010/en/index.html adresinden ulaşabilirsiniz.