30 Ağustos 2024 Cuma

30 Ağustos Zafer Bayramı

 Tek Adam 2. Cilt

KOCATEPE'DE

Ay hilal şeklindeydi. Hilalin önünde bir yıldız parlıyordu. Saat 22'de birlikler, yerlerini almışlardı"). Kesin sonuç, Afyon'un güneyin­de, Kalecik, Belen ve Tınaç tepelerin bulunduğu 12 kilometrelik kesim­de alınacaktı. Fakat bütün birlikler kendi cephelerinde taarruza katıla­caklardı.

Garp cephesi umumi karargahında bu harekete iştirak eden bir kur­may binbaşı, o sabahı şöyle anlatıyor:

26 Ağustos 1922 sabahı saat üçte hayvanlarla ordgâhtan Kocatepe gözetleme mevkiine yollandığımız zaman herkesin kalbinde kutsal bir heyecan vardı. Kocatepe'de hafif sabah sisler' arasında düşmana, pek yakın bir akıbeti ifade eden azametli bir varlık görünüyordu." Gün ağarırken saat 4.30'da topçunun tanzim ateşi başladı. 5.30'a kadar devam etti. Bundan sonra tahrip ateşi açıldı. Karanlıkta ilerleyen avcı hatları 4-5 yüz metreye kadar Yunan mevzilerine yanaştılar. Saat 5.30'da IV. Kolordunun 5. Tümeni Kalecik Sivrisi ile, bunun batısındaki düşman mevzilerine girdi. Saat 6.30'da Tınaz tepe alındı. Belen tepede işler iyi gitmiyordu. Bir aralık bazı mevzilerde çekilmeler oldu. Fakat süvari kolordusu, bütün tekerlekli vasıtalarını bırakarak Ahır dağının dar patika yollarından düşmanın gerisine Sincanlı ovasına akmaya başladı. Saat 7'de neticeler çok ümit vericiydi. Fakat 23. Tümen hareketinde gecikmişti. Hattâ saat 7'de Tümen Kumandanı, Başkumandan tarafından telefona çağrılarak biraz tenkit edildi. Mustafa Kemal'in Kocatepe'deki meşhur fotoğrafının, Başkumandan bu konuşma için telefona giderken çekildiği anlaşılmaktadır. Fakat saat 9'da Belentepe de zaptedildi. Bunun üzerine Başkumandan Kocatepe'den, Ankara'da Büyük Millet Meclisine, vekâletlere ve diğer cephelere şu telgraf' çekti: "Bugün 26 Ağustos 1338 (1922), saat ondan itibaren tekmil cephede taarruzu başlanmıştır. Muvaffakiyet Allahtandır. " Belen tepeye taarruz eden 23. Tümen birliklerinden bir kısmı, bu tepenin eteklerinde, topçumuzun ateşiyle yanmaya başlayan çalılıklar arasından geçmek zorunda kaldılar. Bu yangın sahası 400 metre kadar derinlik teşkil ediyordu. Birlikler bu ateş ve duman sahasına çekinmeden atıldılar. Hattâ bir kısım askerler bu ateşin içinde, bu harekete bizzat karışan Tümen Kurmay Başkanı Fahri Belen'in (General) naklettiğine göre, yanarak şehit oldular... 26 Ağustos günü önemli neticeler alınmış, fakat düşman cephesi yarılamamıştı. O gün akşama kadar Afyon güneyindeki önemli bazı mevkiler, 1310 rakımlı Ekrem Tepe, Çiğil Tepe, Toklu Sivrisi müstesna olmak üzere ele geçirilmişti. Topçu ateşinin sevk ve idaresi mükemmeldi. Süvari kolordusu düşmanın arkasına düşerek İzmir yolunu ve bir süvari tümeni de Eskişehir yolunu kesmişlerdi. Gece düşmanın karşı hücumları ile geçti. 27 Ağustos'ta yeniden çarpışma başladı. Öğleden sonra 2'de ilk hedefleri teşkil eden bütün düşman mevzileri alındı. Düşman arkaya, Sincanlı ovasına atıldı. VIII. Tümen Afyon'a girdi. Düşmanın Sincanlı ovasının batısındaki tepelerde tutunmasına da meydan verilmedi. Fakat arada, bir tümen kumandanının intiharı üzücü bir tesir yarattı: 57. Tümen Kumandanı Albay Reşat Bey, bütün mevkiler ele geçirildiği halde Çiğli tepeyi elde edememesini bir haysiyet meselesi yaparak intihar etti. Fakat son nefesini verirken, onun askerleri Çiğli tepeyi almış bulunuyorlardı!... 28 Ağustos'ta düşman, İzmir istikametine çekilebilmek için çırpınmaya başladı. Ama çevirme hareketi gelişiyordu. O gün Döğer ve Altıntaş zapt edildi. Kuzey kanatta I. Kolordu büyük başarılar kaydetti. Önündeki düşman kuvvetlerini parçalayarak bir kısmını kuzeye attı. Diğer kısmını çevirme çemberi içine sürdü. Bu yarma ve parçalama, taarruz planının asıl konularından biriydi. Süvari kolordusu, düşman gerilerine dehşet saçıyordu... Afyon'un işgalinden bir süre sonra, cephe karargahı Afyon'a nakledildi. 26-27 Ağustos günlerinde düşmanın Afyon güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğunda olan müstahkem hatları tamamen düşürülmüştü. Eldeki belgelere göre ve 26-29 Ağustos günleri arasında Yunanlılar bazı karşı hücumlara girişmiş ve hatta kısmen başarılar kazanmış olmakla beraber, asıl kuvvetleriyle teşebbüsü kaybetmiş durumdaydılar. Buna göre her şey, iki taraf Başkumandanlıldarının, bilhâssa 29. günü ve gecesi verecekleri kararlara bağlı kalıyordu. Gene bu vesikalara göre Yunan Başkumandanlığı daha 28. günü için, genel bir karşı taarruz emri vermiş ve kaybedilen dayanakların geri alınmasını istemişti. Fakat sonradan yeni bir emir bu karşı taarruzun ancak 29 Ağustos'ta yapılmasını bildirmiştir. Halbuki 29 Ağustos'ta düşman, hareket serbestisini pek büyük ölçüde kaybetmişti.

29 Ağustos böylece devamlı muharebelerle geçti. Vaziyet her an biraz daha Türk kuvvetleri lehine inkişaf ediyordu. Düşmanın kuzey kanadı, yani Eskişehir cephesi de bozulmuştu. Merkezdeki asıl kuvvetlerinin etrafındaki çember gittikçe kapanıyordu. 29 Ağustos akşamı düşmanın iki kolordusu, Türk kuvvetleri tarafından yakalanmış, çevrilmiş bir haldeydi. Fakat sonuç belli değildi. Bu harekâtta kendisine büyük görevler düşen IV. Kolordumuz, karşısındaki General Trikopis'in bu kolorduya karşı bütün kuvvetlerini kullanması dolayısıyla bazı zikzaklarla oyalanmak zorunda kalmıştı. Fakat bu arada General Trikopis de, geride ve bir an önce tutması lazım gelen Dumlupınar'a ulaşamayarak, o da kendi akıbetini hazırlamıştı. Dumlupınar mevziieri, Yunan Generali Frangos'un kuvvetleri elindeydi. Bu kuvvetlere karşı I. Kolordumuz taarruz edecekti. IV. Kolordunun, bazı bocalamalara rağmen, General Trikopis kuvvetlerini bir gün müddetle karşısında mıhlamış ve bunların Dumlupınar hattındaki diğer Yunan kuvvetleriyle işbirliği yapmalarına mani olmuş bulunmasının büyük değeri bilâssa 30 Ağustos savaşlarında anlaşılmıştır.

• * *

DUMLUPINAR: BAŞKUMANDANL1K MEYDAN MUHAREBESİ

30 Ağustos'taki netice harplerine ve Dumlupınar büyük meydan muharebesine yol açan 29 Ağustos gecesi durumunu, Başkumandan Gazi Mustafa Kemal, hem de tam bu savaşların geçtiği Dumlupınar'da, 30 Ağustos 1924'te şöyle anlatmıştır: "29-30 Ağustos gecesi, sabaha karşı Garp Cephesi Harekat Şubesi Müdürü Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu) bermutat o saata kadar muhtelif karargahlardan ve her taraftan gelen raporlara göre, harita üzerinde tespit ve işaret ettiği vaziyeti umumiyeyi Cephe Kumandanı İsmet Paşaya göstermiş ve o da, derhal Paşaya göster emri ile Tevfik Beyi yanıma göndermişti. Afyonkarahisar belediye dairesinde, bana tahsis edilen odada yatmakta idim. Beni uyandıran Tevfik Beyin gösterdiği haritaya baktım. Haritada gördüğüm şey şu idi ki, ordularımız düşmanın mühim kuvvetlerini, kuzeyden, güneyden ve batıdan çevirmeye müsait bir vaziyet almış bulunuyorlardı. Şu halde tasavvur ettiğimiz ve azami neticeyi temin edeceğini ümit ettiğimiz vaziyet tahakkuk ediyordu. "Derhal Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim. üçümüz toplandık Vaziyeti bir defa daha mütalaa ettik ve katiyetle hükmettik ki, Türk'ün hakiki kurtuluş güneşi, 30 Ağustos sabahı ufuktan, bütün şaşaasıyle doğacaktır. Bu karara göre ordulara, saat 6.30'da yeni bir emir ve talimat yazıldı. Fakat durum o kadar mühim, o kadar sürat ve şiddet talep ediyordu ki, bu yazılı emirle yetinmek ihtiyata uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa hazretlerinden Altıntaş ve güneyinden süvari kolordumuzun yanına bizzat giderek, tasavvurlarımıza göre hareketi tanzim buyurmalarını rica ettim. IV. Kolordu ile de, hedef tuttuğunuz düşman kısmı küllisini (büyük kuvvetlerini) güneyden takip eden L Ordu karargahlarına bizzat ben gidecektim. İsmet Paşanın karargahta kalıp, umumi vaziyeti idare etmesini münasip gördüm."

29 Ağustos'ta güneyden Dumlupınar istikametine yürüyen General Trikopis'in kuvvetlerinin (beş tümen) akşama kadar IV. Kolordumuz tarafından meşgul edildiği daha önce belirtilmişti. Bu durumdan, gece yürüyüşü ile kurtulmak kararına varan Trikopis ve kuvvetlerinin, güneş battıktan sonra da 23. Tümen tarafından yolları kesilmişti. Dumlupınar kuvvetli mevzilerini tutan General Frangos kuvvetleri ise, 1. Kolordu tarafından 10 kilometre batıya atıldı. Trikopis belki Gediz istikametine çekilebilirdi ama o istikamet de toplum, tekerlekli ve motorlu vasıtaların hareketine elverişli olmayan patika yollardan başka geçit vermiyordu. I. Ordu, I. Kolordusu ile General Frangos'un terk ettiği Dumlupınar mevzilerini işgal etti. Garp Cephesi Kumandanlığı II. Ordunun bazı birlikleri ile kuzeyden (VI. Kolordu ve 61. Tümen) I. Ordunun bazı birlikleri ile de (takviyeli V. Kolordu) güneyden General Trikopis grubunu kuşatmak istiyordu. Bu sırada süvari kolordusu, arkadaki Kızıltaş vadisini kapatacaktı. Doğudan yetişmesi gereken bazı birliklerin zaruri gecikmeleri ile bu muharebe bütün şiddetiyle ancak öğleden sonra gelişebilmiştir. Düşünmeli ki o gün II. Ordu birlikleri, tam 20 kilometrelik bir yürüyüş yaptıktan sonra ancak saat ikide cepheye varmış ve olağanüstü yorgunluğuna rağmen derhal ateş hattına girmiştir. I. Ordunun, kuvveti beş tümene çıkarılan IV. Kolordusu o sırada güneyden harekete geçmiş bulunuyordu. 10 kilometrelik bir cephe üzerinde hareketteydi. Netice savaşlarının öğleden sonraya kal ması ve hatta gece devam etmesinin doğurduğu bazı durumlara rağmen, çemberden süzülebilen bazı düşman kolları daha geride, Kızıltaş deresini daha önce tutmuş ve kapamış olan Süvari Kolordusunun ağına düşüyorlardı. O gün bu kesin muharebeyi, Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Paşa (Altay) ağır bir sıtma nöbetine tutulduğu için ata binememekle beraber araba üzerinde takip etmiş ve harekette aksaklık olmamıştır. Doğudan ve çok uzaktan gelen bazı tümenlerin mecburi gecikmeleri sebebi ile, çembere alınan düşmanın arkasında gene de bir kilometrelik yer açık kalmıştı. Başkumandan bu muharebeyi Zafer Tepe'den II. Tümen karargâhından takip ediyordu (Dumlupınar Tepesi). Gazi Mustafa Kemal o gün gördüklerini şöyle anlatmaktadır:

"Efendiler, tıpkı bugün gibi, 1338 senesi (1922) Ağustos'unun 30. gü nü, saat 14'te, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu tepeye (Zafer Tepesi) gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtta, kahraman II. Fırkamız, şu karşıki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşman aslî kuvvetlerine taarruz için yayılarak ilerliyordu. Şu gördüğümüz Çal köyü alevler içindeydi. Düşman kuvvetlerini tamamıyle sarmak ve düşmanın inatla savunduğu tepelere süngü hücumları ile girerek kati netice almak lâzımdı. II. Fırkanın kahraman Kumandanı Derviş Bey (Paşa) bizzat ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman mevzilerine ilerliyordu. Kolordu Kumandanı Kemalettin Sami Paşa, güneyden ve batıdan saldırttığı bütün fırkalarına yeniden yeniye, hareketlerini hızlandırmak ve şiddetlendirmek için emirler gönderiyordu. II. Ordunun 16. ve 61. Tümenleri de sarma çemberini daraltıyorlardı. Süvari Kolordumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere olduğu haberini bana bir süvari zabiti getirdi.

"Arkadaşlar, saatlar ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şuydu: Düşman Başkumandanının, şu karşıki tepede, son gayretiyle çırpındığını görüyor gibiydim..... Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan vardı. Artık toplarının ve mitralyözlerinin ateşlerinde, sanki öldürücü hassa kalmamıştı.

"Bu ovanın kuzeyinden ve güneyinden birbirlerini takip eden avcı hatlarımızın, guruba yaklaşan güneşin son şualarıyle parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevzilerini saran bir daire üstünde mevzi almış olan bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevzilerini, içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça, ateşli, kanlı, ölümlü bir kıyametin kopmak üzere bulunduğu bütün ruhlarda hissolunuyordu..."

**

Daha güneş batmadan II. Fırka Çal köyünün güney tepelerini zapt etti. Batıya doğru çemberi daha da daraltmaya başladı. 5. Tümen saat 19'da Küçük Adatepe'yi zapt etti. XI. ve V. Tümenler düşmanı cephe- den sıkıştırıyorlardı. Düşman, Büyük Adatepe'ye doğru yığınlar halinde kaçıyordu. Fakat bu yığınlar da kuzeyden 61. ve güneyden IV. Kolordu 16. Tümenler tarafından kavranıyordu. Bu iki tümen arasındaki bir kilometrelik açıklık kapatılamadığı için buradan General Trikopis 8.000 kadar kuvvetini o gün için kaçırabildi. Ama düşmanın büyük kısmı Adatepelerde imha edildi. Muvakkaten çemberden kaçan düşmanların içinde General Trikopis de vardı.

Trikopis hatıratında şunları yazmıştır:

"Erzak bitmiş bulunuyordu. Piyade cephanesi noksanı hissediliyordu. 9. Tümenin cephanesi tamamen bitmişti. Hiçbir tümen ve kolordunun telsiz telgrafları işlemiyordu.”

Bu arada Trikopis, Dumlupınar sırtlarından atılan General Frangos grubu ile de bağlantısının kaybolduğunu, hatta o grubun nerede olduğunu dahi bilmediklerini kaydeder. Trikopis'e verilen vazife artık “İzmir'e kadar ve adım adım müdafaa ederek çekilmek”ti.

Nihayet Trikopis, Banaz istikametinde gerilemeye karar verir. Fakat derhal topçu ve piyade hücumlarına uğrar. Muharebeyi kabule mecbur olur. Trikopis'e göre:

"Uzun yürüyüş derinliği vücuda getiren ordu ve kolorduya bağlı birliklerde düşman (yani Türkler) müthiş tahribat yapıyordu.”

O sırada Trikopis, Dumlupınar şimalinde Albay Plastıras (müstak- bel diktatör) kuvvetlerinin bulunduğunu haber aldığını, fakat yukarıda saydığı sebeplerle güneye, Banaz istikametine çekilmeye karar verdiğini yazar. Fakat az sonra, onları Banaz istikametine götürecek yol da Türkler tarafından kesilmiştir. Panik başlamak üzereydi. Türk topçusu çok ağır zayiat verdiriyordu. Kendi kuvvetlerinin ise cephanesi tükenmiş gibiydi. İşte ondan sonra ve tam akşam üzeri Trikopis'in hatıralarında anlattığı gibi:

"Derin bir vadide büyük bir karışıklık meydana gelmiş ve başlayan panik, bütün birliklere sirayet etmişti."

Hulâsa Trikopis, kendisini boyuna muharebelere mecbur eden Türk kuvvetlerinden yakasını kurtaramamıştı. Eğer daha önce ve Türk süvarisinin daha el çabukluğu yaparak kapattığı Kızıltaş boğazını tutarak dayanabilseydi, vaziyetini kurtarabileceği, askerî yazarlar tarafından belirtilir. Fakat buna muvaffak olamamıştı. Türklerin özellikle 29 Ağustos'tan beri mecbur ettiği iki günlü muharebelerde vakit, cephane, malzeme ve insan kaybetmişti. Çünkü zaten Kızıltaş vadisi önceden, çok daha gerilerden Türk süvarileri tarafından tutulmuştu. Trikopis'in o sıralardaki kuvvetinin, kendi raporunda bildirdiğine göre 15.000, Türk kurmayına göre 10-25.000 olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki Trikopis'in son demde kaçırdığını bildiğimiz 8.000 kişilik kuvveti de, bir taraftan süvarilerimizin Gediz yolunu kesmeleri, diğer taraftan I. Kolordumuzun Uşak istikametinde ilerlemesi sonucunda zaten kurtulamamıştır.

**

Başkumandanlık Muharebesi, Gazi'nin Afyonkarahisar belediyesin deki karargâhında ve sabaha karşı kendisine getirilen haritalarda gör düğü vaziyet üzerine, kendisiyle İsmet ve Fevzi Paşaların müşterek incelemelerinden sonra verdiği emir ve alınan tertiplerle 30 Ağustos 1922 günü ancak saat 14'te başlayabilmişti. İşin asıl mucizesi, o sabah, o bölgede bulunmayan büyük kuvvetleri, aynı gün ve bazen çok uzun, yorucu yürüyüşlerden sonra muharebe meydanına toplayabilmesidir. Çünkü bu emirler verilirken asıl büyük muharebenin cereyan edeceği taraflarda ancak ve yalnız 23. Tümen bulunuyordu. Gerçi düşmanın bir çember içine girmekte olduğu seziliyordu. Ama 30 Ağustos Başkumandanlık Muharebesi, münhasıran o gece sabaha karşı elde edilen bilgilere göre ve hemen aynı gün için tertiplenmiştir. Şu halde Başkumandanlık Muharebesi, ondan önce ve bu neticeyi hazırlayan, gayet iyi hazırlanan stratejik hareketlerin, 30 Ağustos'ta sabaha karşı beliren duruma göre, derhal ve tam yerinde verilen bir kararın şiddet ve süratle tatbikinin bir eseridir. O sırada oralarda bulunan 25. Tümenin mevcudiyeti ise bu planın daha sabahtan başlayan işgal muharebeleri ile tatbikinde kesin bir rol oynamıştır. İşte bu şartlar içinde, 8. Piyade ve 3. Süvari Tümeninin aynı günde ve en kısa bir zamanda aynı sahaya toplanabilmeleri sırasında gösterdikleri, eşi az görülmüş manzara ve yürüyüş kabiliyeti ve bu arada Başkumandan ve Erkânıharbiye Reisinin (Fevzi Paşa) ileri kumanda mevkilerinde yer almaları, Garp Cephesi Kumandanlığının işleyişindeki intizam, bu zaferin sağlanmasındaki diğer etkili şartları teşkil ederler.

Gerçi bu arada ve bir kısım kuvvetlerin uzaklardan gelip ancak akşama doğru muharebeye yetişebilmeleri yüzünden, Yunanlılar bazı imkânlar sağladılar:

"5. Yunan Tümeninin bir kısmı ile, 9. Tümen Kumandanı Albay Gordikos müfrezesi, gece de Trikopis idaresinde 7-8 bin kişilik bir kuvveti arkada 1 kilometre genişliğindeki gedikten geçirmeye muvaffak olmuşlardı. Fakat Trikopis'le çekilen kuvvetlerin bir kısmı (4. Tümen Kumandanı Dimaras, 12. Tümen Kumandanı Kalidopulos idaresindeki 2.000 kişiye yakın kuvvet) 6 Eylül'de ve Trikopis'in yanında kalan 5-6 bin kişilik kuvvet de 2 Eylül'de ele geçirildiler. Bu başarıda Süvari Kolordusunun kuşatıcılık kudreti ile I. Kolordu ön planda rol oynamışlardır.”

Başkumandanlık Muharebesinin önemi, bir kilit noktasında ve seri bir kararla bir darbe hareketinin, bütün Yunan cephesinde son ve kesin neticeyi sağlayan bir muzafferiyet oluşundadır. Nitekim Dumlupınar muharebesinden sonra Yunan cephesinde esaslı, sonuçlara etkili bir muharebe olmamıştır. Dumlupınar'dan sonra düşman ordusunun artakalan kuvvetleri tamamen çözülmüştür. Kısmen Bursa-Kapıdağ istikametine, kısmen İzmir'e doğru, her türlü manevi kuvvetleri kaybolmuş ve ancak, tahrip, yangın çıkarma ve cinayetler işleme enstenkleri harekete getirerek çekilmişlerdir. Menderes cephesindeki kuvvetler de Ege denizi ve İzmir üzerine yüzgeri ederek, bütün bu kuvvetlerden ve Türk ordusunun amansız takiplerinden kurtulabilenler perişan bir şe- kilde Türk topraklarından denize açılabilmişlerdir.

 

31 Ağustos sabahı düşman, muharebe meydanını, artık muzaffer ordunun silahlarına terk etmişti.

MUHAREBE MEYDANI

Gazi Mustafa Kemal, 31 Ağustos'ta gördüğü manzarayı şöyle anla- tir;

"Muharebe meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun ihraz ettiği zaferin azameti ve buna karşılık, hasım ordusunun uğradığı felaketin dehşeti beni çok mütehassis etti. Sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, mahfuz ve örtülü yerler, bırakılmış toplar, otomobillerle, mamitenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukât aralarında, yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargahımıza sevkedilen esir kafileleri ile, hakikaten bir mahşeri andırıyordu.

"Ağustos'un 31. günü, takriben zevalde (öğle vaktinde) idi ki, Çal köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek, vaziyeti mütalâa ettik. Kazandığımız meydan muharebesinin, bütün seferi sona erdirebilecek bir azamet ve ehemmiyette olduğunda ittifak ettik. Şimdi Bursa istikametinde çekilen kuvvetleri mahvetmekle beraber, bütün asli ordumuzla İzmir'e yürüyecektik...'

Başkumandan, olayla ve durum üzerinde işte bu görüş birliğinden sonradır ki, ordusuna son ve meşhur emrini vermiştir:

"Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları!

 

"Afyonkarahisar-Dumlupınar büyük meydan muharebesinde, zalim ve mağrur ordunun aslî unsurlarını, inanılmayacak kadar az bir zamanda imha ederek, büyük ve necip milletimizin fedakârlıklarına lâyık olduğunuzu ispat ediyorsunuz. Türk milleti, istikbalinden emin olmaya haklıdır. Muharebe meydanındaki maharet ve fedakârlıklarınızı yakından takip ediyorum. Milletimizin hakkınızdaki takdirlerine delâlet etmek vazifemi mütavaliyen (sırasıyla) ve mütemadiyen (devamlı olarak) yapacağım. Başkumandanlığa teklifatta bulunulmasını cephe kumandanlığına emrettim.

"Bütün arkadaşlarımın, Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önünde tutarak ilerlemesini ve herkesin, akıl kuvvetlerini, celadet ve hamiyet kaynaklarını, yarışırcasına ibzâle devam eylemesini rica ederim.

"Ordular! Hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!"

İşte Başkumandanlık Meydan Muharebesi adı, bu muharebeye verilmiştir, Gazi Mustafa Kemal, kazanılan zaferi 1 Eylül'de ve Dumlupınar'dan millete de bildirdi:

"Büyük ve asil Türk Milleti!

"Garp cephesinde, 26 Ağustos 1338 (1922)'den beri başlayan taarruz hareketlerimiz; Afyonkarahisar'ı, Altıntaş, Dumlupınar arasında büyük bir meydan muharebesi halinde, beş gün, beş gece devam etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının şecaat, şiddet ve sürati, tevkifatı subhâniyeye vesile-i tecelli oldu (Allah'ın yardımının görünmesine vesile verdi). Zalim ve mağrur düşman ordusunun aslî unsurları, akıllara dehşet verecek katiyetle imha edildi. Teşkilât ve teçhizatı gibi gelenek ve zaferleri ve ismi, yalnız milletimizin şuurundan, ezeli ve ebedi imanından vücut bulan ordularımızı, fedakârlıklara lâyık olarak size takdim ediyorum.

 

"En büyük kumandanından, en genç neferine kadar ordularımıza hâkim olan fikir, milletin gösterdiği vazife uğrunda şehit olmaktır.

"Milletimizin bünyesindeki kudret ve mefkûreyi, üç buçuk sene evvel, çalışma arkadaşlarımla ifade etmeye başlayarak, dayanılmaz müşkülât içinde devam eden mücadelelerimizin neticeleri artık meydandadır. Milletin rey ve iradesine dayanılan her işin neticesi, millet için hayır ve selâmet olduğu sabit olmuştur.

"Milletimizin istikbali emindir. Ve vaadolunan nusratı ordularımızını istihsal etmesi muhakkaktır...

Büyük Millet Meclisi Reisi, Başkumandan

Mustafa Kemal"

O sıralarda Genelkurmay'da çalışan Kurmay Binbaşı Cevdet Kerim, Başkumandanlık karargâhının bu muharebe sırasındaki görüşünü şöyle anlatır:

"O gece ve ertesi gün, Dumlupınar pek heybetli bir Başkumandan karargâhıydı. Bir tarafta mağrurane yatan aziz yaralılarımız, diğer tarafta düşmanın esir grupları, faziletli bir düşman gibi değil, yaptıklarından utanan kanlı çete reisleri gibi duran, titrek kumandan ve subay kafileleri ve Afyon taarruzundan evvel, Afyon'daki baloya davet edilen kadın alaylarıyle dolmuştu...

Harp sahalarında işini bitirip, daha sonra Ankara'ya döndüğü zaman Gazi Mustafa Kemal, Dumlupınar meydan muharebesini, Büyük Millet Meclisi önünde şöyle anlatmıştı:

"Mesele halledildiği zaman gece de basmış bulunuyordu. Sanki zulmet-i leyl (gecenin karanlığı) pek fecî olan manzarayı dünyanın gözlerinden saklamak için koşuyordu. Hakikaten arkadaşlar, bu muharebe meydanın ertesi gün gezdiğim zaman nefsimi teessürden menedemedim. Bir asker için, herhangi bir asker için bu vaziyet teessürü muciptir. Fakat Allah'ın Yunanlılara bu vaziyeti mukadder etmiş olmasına göre burada bu vaziyete girenler asker değildiler. Bunlar herhalde canilerdi, katillerdi."

Dumlupınar'dan sonra Türk birlikleri, her tarafta çekilen, kaçan Yunanlıların arkasından saldırdılar. Daha Dumlupınar'da savaş devam ederken, Kütahya-Alayund istikametine, yani kuzeye yönelen birlikler, oralarda rastladıkları Yunan birliklerini bozdular. Kocaeli grubu da Bursa istikametinde baskı yapıyordu. II. Ordu, Murat dağı kuzeyinden Manisa genel istikametinde yürüyordu. Sonra güneyde Uşak, Alaşehir, Salihli umumi istikametine de yöneldi. Süvari Kolordusu düşmanın her adımda peşindeydi. III. Süvari Tümeni ve Menderes müfrezeleri daha güneyden Sarayköy'den İzmir umumî istikametine yönelmişlerdi.

Hulâsa, Yunan ordusu artık yoktu. Gerçi Dumlupınar'dan çekilen General Frangos grubu Murat dağları üzerinde (Hasan Dede Tepesi'yle Kaplangi Dağı arasında) bir cephe tutmuştu. Demiryolunun kuzeyindeki Halaçlar Tepesi 7. Tümenle tutulmuştu. Hasan Dede'yi de Plastiras tutuyordu. Fakat I. Kolordu daha 30 Ağustos akşamı bu mevzilerin karşısına vardı. Derhal muharebe başladı. Hattâ arada Frangos bir gece hücumunda az çok başarı da kazandı. 31 Ağustos'ta gün doğarken Kaplangi dağına Türk taarruzu başladı. Kolordu Kumandanı en ileri saflardaydı. Neticede düşman saat 8.30'da perişan bir şekilde Uşak istikametine çekildi. Daha güneş batmadan da Türk birlikleri, hem de 20 kilometrelik bir yürüyüşle Uşak önüne vardılar. Uşak kurtarıldı. 2 Eylül'de Başkumandanlık ve Garp cephesi karargâhı Uşak'a nakledilmişti.

Dumlupınar'dan çekilen Frangos'un emrinde 30.000 piyade, 2.000 süvari ve 68 top bulunuyordu. Bunların 5.000 kişi kaybettikleri anlaşıldığına göre ve Dumlupınar'dan sıyrılan General Trikopis grubunun da katılmasıyla gene ortada 35-40 bin kişilik bir düşman kuvveti hareket halinde demekti. 7.500 kişilik 15. Yunan Tümeni de Gediz'e doğru iniyordu. Kuzey bölgesinde Afyon-Eskişehir cephelerinden Bursa isti-kametine çekilen 50.000 kadar Yunanlının da henüz ayakta olduğunu düşünmelidir. O günlerdeki durumu anlatan askerî yazılar ve eldeki vesikalar bunları belirtirler. Düşman Başkumandanlığı bu kuvvetleri İzmir batısına çekerek orada bir müdafaa cephesi kurmak çabasında görünüyordu. Gerçi Yunanlıların, son çöküntüden önceki muharebe safhalarında iyi harp ettiklerinde, iyi idare edildiklerinde, yani ciddî bir savaş gücü olduğu halde, hemen bütün Türk yazarları müttefiktirler. Fakat Dumlupınar'dan sonra düşman askerinin maneviyatı çökmüştü. Yunan ordusunda disiplin kalmamıştı. Ast ve üst münasebetleri tamamen sarsılmıştı. Hulâsa, asker yığınları can kaygısına düşmüşlerdi.

Başkumandan, o güne ait tarihî nutuklarından bu ruh halini şu cümlelerle canlandırmıştır:

"Askerimizin, Yunan ordusunun kalp ve vicdanına verdiği dehşet çok ehemmiyetlidir. Yunan ordusunun vicdanında hasıl olan bu korku ve haşyet bütün Yunan milletine sirayet etmişti. O kadar ki, adalarda bulunan Yunanlılar bile, Türk ordusu geliyor diye firara teşebbüs ediyorlardı.

 

 

Bunlar arada deniz olduğunu unutuyorlardı. Kaçamadığından, kaçamayacağını anladığından, delirenler vardı”.

Yunan kumandanları tarafından daha sonra neşredilen anılarda, bu ruh düşkünlüğü, sözbirliğiyle ve bütün çıplaklığıyla açıklanmaktadır. Meselâ Frangos, Yunan Başkumandanlığına şunları yazmaktadır:

"Son günlerin sert mücadeleleri erlerin kuvve-i maneviyesine o derece tesir etti ki, bugün bu erler kaçarlarken, gayri muntazam ve rütbelilere itaat etmeyen insanlardan mürekkep bir halitaya benziyor. Vaziyetin bu haliyle, düşmanla her türlü temastan çekinmelidir."

Diğer bir Yunan kumandanı da şunları yazar:

"Ricat sırasında kuvvetlerin gösterdiği manzara, rabıtasızlık, intizamsızlık ve inhilâl manzarasıydı. Verilen emirler artık infaz edilmiyor ve subaylar tehditlerini yerine getiremiyorlardı.”

Bu belgeleri, hem de Yunan kaynaklarından istediğimiz kadar çoğaltabiliriz.

 

5 Eylül 2020 Cumartesi

Hölderlin ve Heidegger’de yasın ontopoetikası

https://t24.com.tr/k24/yazi/holderlin-ve-heidegger-de-yasin-ontopoetikasi,2831?fbclid=IwAR0wVvBflC99Y6G1ZrSxJlvbEW2i--6rG0tMeA6t6HKJKh5-eNxNPTtjZlg

"Yas geçmiş olana, bir daha gelmeyecek olana hüzünlenmek değildir. Şimdide ve burada tüm mevcudiyetiyle var olmak, berk olmak, sabit ve sağlam olmak demektir. Umut ve istenç, aşk ve sevgi ancak böyle mümkündür. Yas yitirmek değil, bilakis yaratmak ve kazanmak için temel histir."
Hölderlin-Heidegger

Babasını kaybettiğinde Hölderlin iki yaşındaydı. Baba ölünce aile başka bir eve taşınmak zorunda kaldı. Hölderlin beş yaşındayken kendisinden bir yaş küçük kız kardeşi öldü. Bunun üzerine aile başka bir şehre göçtü. Burada annesi yeniden evlendi. Üvey babasını çok sevmişti Hölderlin. Aralarındaki ilişki çok sıcak ve sevgi doluydu. Ama üvey babası da dört yıl sonra öldü.
Hölderlin öz babasını kaybettiğinde iki, üvey babasını kaybettiğindeyse dokuz yaşındaydı. Bu kayıp Hölderlin’de, kendi ifadesiyle “kavranamaz acılara” neden olmuştu. Hölderlin yirmi dokuz yaşındayken, bu yas ve acı hissini annesine yazdığı 18 Haziran 1799 tarihli bir mektupta şöyle açıklıyordu: “Bana inanmayacaksınız ama çok iyi hatırlıyorum. İkinci babam öldüğünde, ki onun sevgisini asla unutamam, kavranamaz acılarla kendimi bir yetim olarak hissettiğimde ve sizin her günkü yas ve gözyaşlarınızı gördüğümde, işte o zaman ilk kez ruhumdaki bu ağırlığı [Ernst] hissettim. Yıllarca beni terk etmeyen, hatta yıllar içinde giderek artan bir ağırlıktı bu.”[1] Hölderlin’in ruhundaki bu ağırlık hiç geçmeyecekti.
Ernst sözcüğü ciddiyet, berklik, neşeli olmama, ağırbaşlılık, hakikatlilik, mücadele, direnme, kalkışma gibi anlamlara sahip.[2] Ağırlık demek yani. Hölderlin’in içinde yıllarca artarak devam eden bu ağırlık, yas ve acı, onun varoluşunun temel ruh hali oldu. Şairin şiiri, varlığını bu ruh halinden aldı. İşte bu, tam da bir “ontopoetika” meselesidir. Zira varoluş hisledir. Çok daha sonraları Heidegger buna Dasein diyecektir: İnsanın dünya içindeki açımlayıcı bir hal içinde bulunuşa sahip olan kaygılı ve ölümlü varoluşu.
Heidegger insanın varoluşsallığını teşkil eden varlık karakterlerine “kategoriler” değil, “eksistensiyaller”demiştir. Bunlar Varlık ve Zaman’da dağınık olarak ele alınmıştır. Söz konusu eksistensiyaller arasında duygu durumu (his), bir hal içinde varolma, dünyasallık, dünya-içinde-var-olma, mesafe kaldırma, yönelme, birlikte var olma, herkes, düşmüşlük, açımlanmışlık, söz, anlama, tasarım, olanak, hakikat, anlam, ihtimam-gösterme, kaygı, ölüme doğru varlık, öne koşma, kapalılığı açma kararlılığı, tarihsellik, içinde olma ve ilgi bulunmaktadır. Heidegger his konusunu bir-hal-içinde-bulunma (Befindlichkeit) başlığı altında toplamıştır. Bir-hal-içinde-bulunma başlığını kullanarak ontolojik bakımdan göstermeye çalıştığı şey, ontik bakımdan aslında en iyi tanınan ve en her günkü olandır: duygu durumu, ruh hali, his (Stimmung).[3]
Ölüme doğru varolan Dasein, yeri gelir kendi iç sesine yahut Heidegger’in tabiriyle vicdanının çağrısına kulak verir. Ve her şeyi sil baştan yeniden yaratabilir. Bunu yapmak için gündelik meşguliyetler uygun değildir ama; çünkü onlar, herkes dünyasının gayrisahih yani benim kendiminki olmayan eylemleridir. Oysa sahih bir varoluş, insanın ölüme doğru varolurken kendini varlığa açması, bunu şairane biçimde, şiirle ve şairle birlikte yapması demektir. Bu yüzden Heidegger için Trakl ve Rilke’nin yanı sıra özellikle Hölderlin çok önemli ve merkezî bir “ontopoetik” konumda yer almaktadır.
Heidegger’in Hölderlin çalışmaları 1930’lu yılların başlarında başlamış ve onlarca yıl devam etmiştir. Heidegger’in genel olarak düşünce dünyasında yeni ve farklı yaklaşımların görülmeye başlaması, kendisinin Kehre (dönüş, ricat) olarak ifade ettiği, 1930 yılı sonlarında birkaç kere sunduğu ve 1943’te yayımladığı Vom Wesen der Wahrheit (Hakikatin Özü Üzerine) başlıklı konuşmasıyla ve 1930/31 ile 1931/32 güz dönemlerinde verdiği Platons Lehre von der Wahrheit (Platon’un Hakikat Öğretisi) adlı derslerle[4] başlayan, sonra Alman idealizmi, hemen ardından Nietzsche’nin felsefesi ve nihayet Hölderlin’in şiiri üzerine odaklanarak gelişen yeni soluklu bir evreye denk gelmektedir. Hakikatin özüne ilişkin sunuş ve derslerinde Heidegger Varlık ve Zaman’daki zaman anlayışından uzaklaşırken, Hölderlin hakkındaki yazı ve derslerinde dilin ve sözün özü hakkında çok farklı bir yaklaşım içine girmiş ve varlığı şiirsellik kapsamı içine almıştır. Bu yüzden ben bu yaklaşıma “ontopoetika” diyeceğim.
Heidegger’in Hölderlin yorumları, onun “ontopoetika”sının momentleri olarak düşünülebilmektedir.[5] Bu bağlamda varlığın dil, şiir ve ruh halleriyle (hislerle) olan ilişkisi veya temellendirilişi Heidegger için önem arz etmiştir. Özellikle temel hisler (Grundstimmungen) bakımından Heidegger, Hölderlin’de yas hissini keşfetmiş ve bunun izini en baştaki mükerrer baba kaybı örneği gibi hem Hölderlin’in kişisel yaşamından hem de onun şiirsel yaratımından sürmüştür.
Heidegger, “Toplu Eserler”in 39’uncu cildinde yer alan Hölderlin’in Germanien ilahisi hakkında yaptığı açıklamalarında, öncelikle şiir ile dil üzerinde durarak bu ilahinin içerik ve biçimini özetlemiş, Hölderlin’in dünya görüşünü sunmuş, şiir ile toplum arasındaki ilişkiye değinmiş, şiirin özü üzerinde durmuştur. Bu noktada Heidegger, Almancada şiir yazma veya nazmetme anlamına gelen dichten fiili ve buradan da Dichtung ismi yani “şiir” hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Heidegger’e göre dichten, Latincede dictare ve eski Almancada tihtôn sözcüklerinden gelmektedir. Bunlar dikte etmek, söylemek, dile getirmek, ifade etmek, biçime sokmak, şekil kazandırmak anlamındadır. Özellikle yazılı hale getirme veya bir şarkı halinde dile getirme demektir. Buna göre dichten, dilsel olarak ifade etmek anlamına gelmektedir. On yedinci yüzyıldan itibaren bu sözcük, münhasıran şiirsel yani poetik yaratılar için kullanılmıştır. Ancak Heidegger bu noktada yapma, yaratma ve ortaya çıkarma anlamına gelen Eski Yunancadaki ποιεῖν [poiein] fiilinden veya ποίησις[poiesis] isminden hareket etmemiştir. Heidegger’in başvurduğu Eski Yunanca sözcük δείκνυμι [deiknumi] olmuştur. Dictare ve dichten’in kelime kökü olan δείκνυμι [deiknumi], açığa çıkarma, gün yüzüne çıkarma, işaret etme, bilinir kılma, sözcüklerle belirli hale getirme, açıklama, teşhir etme anlamlarına sahiptir. Ama bu öyle bir açığa çıkarmadır ki, açığa çıkarma fiili haddizatında değil, kendine mahsus bir delalet etmeyle mümkün olmaktadır. O halde “şiir, delalet edici açığa çıkarma tarzında bir söz söylemedir”.[6]
Daha sonraki açıklamalarında Heidegger, Hölderlin’in şiire yönelik duruşunu dile getirmekte ve onun “şairin şairi” (Dichter des Dichters) olduğunu söylemektedir. Hölderlin’e göre şair, Tanrı’nın yıldırımlarını söze dönüştüren, bunu kendi ulusunun diline aktarandır. Şair kendi şahsi ruhsal yaşantılarını işleyen değil, Tanrı’nın yıldırımları altında olup korumasızca ve kendinden geçmişçesine ona hizmet edendir. İnsanın varoluşu, varlığın kahir kudretine salıverilmiş olmaktır. Bunu söze dökenler ise şairlerdir. Şiir, Tanrı’dan gelen işareti alma ve ulusa delalet ederek aktarmadır. İşte Heidegger’in yorumuna göre Eski Yunancadaki δείκνυμι [deiknumi] ile Almancadaki Dichtung, Hölderlin’de bu suretle bir araya gelmekte ve zirveye taşınmaktadır.[7] Hölderlin’e göre insanın ve özellikle de şairin yapıp ettiği her şey bir zorunluluğa sahiptir ve “tamamen liyakatle” gerçekleşir: “Tamamen liyakatle ve dahi şairane iskân eder / İnsan bu yeryüzünde.”[8] Heidegger’e göre buradaki “şairane” (dichterisch) ifadesi, “bir bütün olarak varolanların orta yerindeki tarihsel varoluş olarak insanın varlık yapısını temelden taşıyan şeydir”.[9] Şairane olmak, bir süs veya moda değil, “varlığa salıverilmişlik içinde olmaktır ve dolayısıyla insanın tarihsel varoluşunun temel hadisesidir”.[10]
Bu itibarla Heidegger için şairane söz söylemenin muadili, felsefedeki düşünsel söz söylemedir. Söylenenler kadar söylenmeyenler de burada önem arz etmektedir. Zira ikisinde de soru sormanın hüznü, kaybetmenin yası ve kavuşamamanın matemi hüküm sürmektedir. Şiir ve dil, tarihsel varoluşumuzun temel yapısını teşkil etmektedir. Bu da bir temel hisle, temel bir duygu haliyle oluşmaktadır. İnsanın varlığa salıverilmişliği dille ve hisledir. Bu yüzden de çöküş ve kaybı eşzamanlı olarak içinde barındırır. Dolayısıyla “insan dile sahip olan değil, dil insana sahip olandır. İnsan nedir? Karşılıklı konuşmadır. Karşılıklı konuşma olduğumuzdan, konuştuğumuzdan, dile getirilmiş olduğumuzdan beri bu böyledir. Şiir, varlığı bahşeder. Şiir, bir ulusun asli dilidir. Bu suretle kendini açan varolana salıverilmişlik bu dilde cereyan eder”.[11] Ontopoetikanın tanımı işte budur.
Ancak bu şairane iskân edişin ruh hali belirli bir temel hisse dayanır. Hölderlin’in Germanien ilahisinden hareketle Heidegger bu temel hissin yas veya matem (Trauer) olduğunu söyleyecektir. Almancada trauernfiilinin ve Trauer isminin kökü, eski Almancadaki trūrēn sözcüğünden gelmektedir. Bu sözcük başını veya bakışını yere indirmek, boynunu eğmek anlamındadır.[12] Buna göre yas veya matem hem duygusal hem de bedensel/fiziksel bir his ufkuna sahiptir.
Heidegger, Hölderlin’in Germanien başlıklı ilahisinde ortaya çıkan yas veya matem hissini insanın varoluşunun temel hissi olarak belirlemekte ve bunu üç veçhe bakımından ele almaktadır: Hölderlin Germanien’de, “kaçıp gitmiş tanrılar”dan[13] bahsetmekte ve bu kaybın yarattığı üzüntü ve yas hissini aktarmaktadır. Tanrıların çağrısı işitilmemektedir artık. Elde bir şey kalmamış, söz yitirilmiştir. Heidegger’e göre Hölderlin’in yapmak istediği, bir şair olarak yeniden bu Tanrısal seslenişi dile getirmek, Tanrısal sesi yeniden çağırmaktır. Ancak bu çağrı yanına çağırma değil, çağırmak suretiyle var etmektir. Heidegger’e göre bu bir çatışmayı barındırır içinde: Hazır olma ve açılma bir yanda, çağrı ve beklentinin yerine getirilmemesinin yarattığı hayal kırıklığı diğer yandadır. Böyle bir çatışmaya dayanmak demek, ıstırap, acı ve elem içinde olmak demektir. Dolayısıyla Tanrısal olana seslenme ve onu çağırma aslında bir ağıttır: “Bu çağrının, bu ağıtın acısı, yasın bir temel hissinden doğar ve onun içinde titrer”.[14] Ancak bu temel his, insanın birtakım duygu ve duygusallıklar içindeyken kendi ruh haline acıması demek değildir. Kendi içine kapanma ve kendini örtme de değildir. Bilakis: “Şayet yaygın bir ayrımı burada kullancak olursak temel hisler ruhsal şeyler değil, tinsel şeylerdir.”[15] Heidegger’e göre yas denen temel his ve ona eşlik eden acı ve keder, söz konusu çatışmaya dayanabilmekle mümkündür ancak.
Germanien’in başında Hölderlin, tanrıların kaçıp gitmesinden ve onların seslenişinin yitirilmiş olmasından elem duyarken, 19. dizede tüm acı ve ıstırabına rağmen “Hiçbir şeyi inkâr etmeyeceğim burada ve hiçbir şeyin ricacısı olmayacağım”[16] diyerek feragat ve fedakârlık içinde kalmayı tercih ettiğini söyleyecektir. Heidegger’e göre bu, bir temel his olan yasın en içsel üstünlüğünü temsil etmekte ve bu üstünlükten doğmaktadır. Yas, “tüm küçük ve çokça şeyleri kayıtsızlık içine iter ve kendini yalnızca tek olanın dokunulmazlığı içinde tutar.”[17]Ancak yas küskünlük değildir, umutsuzca içine kapanma da değildir: “Bilakis söz konusu kökensel yas, büyük bir acının yalın iyiliğinin parlak görüşlü üstünlüğüdür – bir temel histir. Bir bütün olarak varolanı farklı biçimde ve özsel bir minvalde açımlamaktır. Burada şuna dikkat etmemiz gerekir: His olarak his, varolanın açıklığını oldurur.”[18]
Heidegger’in Hölderlin yorumunda yas, “kutsal bir şeydir, yani herhangi bir tekil şey hakkında üzüntülü olmak değildir, bilakis temel hissin tümü kutsaldır”.[19] Bu bakımdan Heidegger, temel hisse üç unsurun ait olduğunu ifade eder: 1) Hissi doğuran yahut hisleyen; 2) Hissi duyan yahut hislenen; 3) Bu ikisinin karşılıklı ilintisi.[20] Ancak dikkat edilmesi gerekir ki his burada özne ile nesnenin arasına giriveren ve onların arasında gidip gelen veya alıp verilen bir şey değildir. “Bilakis his ve onun yükselip alçalması, en kökensel şeydir ve ancak kendi minvali içinde nesneyi hisse dahil etmekte ve özneyi hislenen haline getirmektedir. Hatta daha derin olarak düşündüğümüzde, genel olarak temsil edilen özne-nesne ilişkisinin, hissin özünü kavramada haddizatında yetersiz olduğu görülecektir.”[21] Dolayısıyla “temel his, kutsal yastır. [...] Yas, ne şu veya bu yitimin ardından tekil bir ağlaşma, ne de bizim hüzün [Schwermut] dediğimiz, derinliği ve kapsamı itibariyle tamamen değişik, küçük veya büyük olabilen, akıcı-uçucu ve fakat ağırlık verici olan, her şey olan ve hiçbir şeye dair olmayan üzüntü de değildir.”[22]
Bütün bunlardan hareketle denebilir ki yas geçmiş olana, bir daha gelmeyecek olana hüzünlenmek değildir. Şimdide ve burada tüm mevcudiyetiyle var olmak, berk olmak, sabit ve sağlam olmak demektir. Umut ve istenç, aşk ve sevgi ancak böyle mümkündür. Yas yitirmek değil, bilakis yaratmak ve kazanmak için temel histir. İşte yasın Hölderlin ve Heidegger tarafından kutsal addedilmesi bu yüzdendir.
Yasın ontopoetik yasası budur: Kişisel yas kutsal yasa dönüşmüş, varlığın açımlanışının şiirsel zemini haline gelmiştir. Heidegger’in Hölderlin sayesinde ortaya koyduğu ontopoetika bu momentler içinde cereyan etmektedir.

[1] Hölderlin – Sämtliche Werke, Sechster Band: Briefe, Erste Hälfte: Text, Herausgegeben von Adolf Beck, Verlag W. Kohlhammer, Stuttgart: 1954, s. 333.
[2] Kluge – Etymologisches Wörterbuch der deutschen Sprache, Bearbeitet von Elmar Seebold, 25. Auflage, Walter de Gruyter, Berlin ve Boston: 2011, s. 256.
[3] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, 4. Basım, Alfa Yayınları, İstanbul: 2020.
[4] Martin Heidegger: Gesamtausgabe, Band 9: Wegmarken, Frankfurt am Main, Vittorio Klostermann: 1976, “Vom Wesen der Wahrheit” (s. 177-202), “Platons Lehre von der Wahrheit” (s. 203-238). Martin Heidegger: Gesamtausgabe, Band 34: Vom Wesen der Wahrheit – Zu Platons Höhlengleichnis und Theätet, Vittorio Klostermann, Frankfurt am Main: 1988.
[5] Heidegger’in Hölderlin’le ilgili çalışmalarının Gesamtausgabe’de (Toplu Eserler) yer aldığı ciltler şunlardır: GA 4:Erläuterungen zu Hölderlins Dichtung (1981); GA 39: Hölderlins Hymnen “Germanien” und “Der Rhein” (1980); GA 52: Hölderlins Hymne “Andenken” (1982); GA 53: Hölderlins Hymne “Der Ister” (1984); GA 75: Zu Hölderlin / Griechenlandreisen (2000). Bunlar Vittorio Klostermann (Frankfurt am Main) yayınevinden çıkmıştır.
[6] Martin Heidegger: Gesamtausgabe, Band 39: Hölderlins Hymnen “Germanien” und “Der Rhein”, Vittorio Klostermann, Frankfurt am Main: 1980, s. 30.
[7] A.g.e., s. 31-32.
[8] A.g.e., s. 36.
[9] A.g.e., s. 36.
[10] A.g.e., s. 36.
[11] A.g.e., s. 74.
[12] Kluge: a.g.e., s. 927.
[13] Hölderlin – Sämtliche Werke, Zweiter Band: Gedichte nach 1800, Erste Hälfte: Text, Herausgegeben von Friedrich Beissner, Verlag W. Kohlhammer, Stuttgart: 1951, s. 149
[14] Heidegger: a.g.e., s. 81 (vurgu orijinalindedir).
[15] A.g.e., s. 82.
[16] Hölderlin: a.g.e., s. 149.
[17] Heidegger: a.g.e., s. 82.
[18] A.g.e., s. 82 (vurgu orijinalindedir).
[19] A.g.e., s. 82.
[20] A.g.e., s. 82-83.
[21] A.g.e., s. 83.
[22] A.g.e., s. 87-88 (vurgu orijinalindedir).