19 Ocak 2008 Cumartesi

Politik-Ezoterizm: Mahmut Erol Kılıç ile Röportaj

RÖPORTAJ
http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=1113&pid=905

Politik-Ezoterizm: Mahmut Erol Kılıç ile Röportaj Gönder Yazdır

René Guénon der ki; “Aydınlanma, Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir.” Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Bununla beraber aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ezoterik akımlar olduğu ortaya çıktı.
Röportajı gerçekleştirdiğimiz Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç buna son derece ilginç bir anekdotla cevap veriyor.

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, “Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı, çevresinden bağımsız değildir. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein, buluşlarını ve çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri, öyle bir gecede gelmiş görüşler değildir. Hitler bu görüşleri gençliğinden beri içlerinde bulunduğu Viyana Beyaz Kartal locasının ezoterik ırklar teorisinden almıştı” diyor.

Çalışmalarını genel olarak Tradisyonel ve Ezoterik ilimlerde, özel olarak da İslam Tasavvufu alanında yoğunlaştıran Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, devletlerin iniş-çıkış dönemlerinden, ömürlerine ve hatta devlet örgütünün oluşumunda ezoterizmin önemli olduğuna dikkat çekiyor.

Röportaj: A.Tarık Çelenk

Ekopolitik(A.Tarık Çelenk): Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Mahmut Erol Kılıç: İstanbul doğumluyum. Sırasıyla Hırka-i Şerif İlkokulu, Vefa Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenim gördüm. Öğrenim sürecimle birlikte bazı alimlerden klasik tarzda dersler aldım. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra 1988'de İstanbul Üniversitesi İslam Felsefesi Anabilim dalında asistanlığa başladım ve "İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce" isimli yüksek lisans tezimi tamamladım. Türkiye Üniversitelerinde "Tasavvuf Anabilim Dalı"nın kuruluşunun ardından bu anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi sayılan "İbn Arabî’de Varlık ve Mertebeleri" isimli tezimi savundum. Türkçe ve yabancı dillerde birçok ansiklopedi ve dergilerde, kendi sahamla ilgili makaleler yayımladım. Tasavvuf düşüncesi merkezli, uluslararası konferanslarda tebliğler sundum ve konuyla ilgili radyo ve televizyon programlarına katıldım. Sufi ve Şiir isimli kitabım 2004 yılında inceleme-araştırma dalında yılın kitabı seçildi. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf Bilim Dalı Başkanıyım ve ayrıca İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin başkanlığını yürütüyorum. Merkezi Oxford’ta bulunan Muhyiddin İbni Arabi’s Society’nin şeref üyesiyim. İslam Elyazmaları Birliği’nin “The Islamic Manuscript Association(TIMA)'nın da yönetim kurulu başkanıyım.

Ezoterizm Kavramı Batı’da ve bizde neleri çağrıştırıyor?

Ezoterizm kavramının bizde iki türlü karşılığı var ki manası doğru verilmezse problemlere yol açabilir. Bunun sebebi 20. yüzyılın başında yaşadığımız zihni dönüşümün kavramlara yansımasından kaynaklanmaktadır. Biz 20. yy’ın başından itibaren daha çok batılı kavramlarla düşündüğümüz için maalesef hakikatin bizdeki anlam haritaları parçalanmış oldu. Bir kelimenin eş anlamlıları bile farklı manalar taşır hale geldi. Mesela “bâtınî” dediğinizde -ki bu “ezoterizmin” karşılığıdır- Türk-İslam kültürü içerisinde daha çok ideolojik çağrışımları olan bir kavram anlaşılır. Buna karşılık “ezoterizm” dediğimizde yani kavramın batılı karşılığı kullanıldığında daha bilimsel, daha ciddi ve kuşatıcı bir anlam ifade edilmektedir.

Yeryüzünde görülen, oluşa gelen her şey, her eylem ve her nesne aslında bir hakikatin dışavurumudur. Hakikat sabittir, değişmez ve evrenseldir. Bu yüzden içtedir. Eşyanın hakikati sabittir. Görünen şeylerin asıl kaynakları içte yatmaktadır. Ezoterizm’de bilgelik, hikmet yazıya geçirilmez. Bir şey yazıya geçirildiği zaman kayıt altına alınmış olur. Her türlü kayıt onu zuhur haline getirmek demektir, zuhur alemi ise, oluşlar ve bozuluşlar alemidir, kayıtlar alemidir. Binaenaleyh, bu açılardan bakıldığında ezoterizm, bâtın ilmi demektir. Anlaşılacağı üzere İslam’da ezoterizmin karşılığı, tasavvuftur. Ezoterizm, tasavvufî ilimlerin üzerinde yoğunlaştığı bir sahadır. Ezoterizmin temeli; gördüğümüz her şey hakikat değildir, beş duyu organıyla algıladığımız bütün eşyalar yansımadır. Ezoterizm, beş duyuyla algıladığımız eşyânın hakikatlerinin içte yattığını kabul eder. Ezoterizmde, algıladığımız bu eşyalar, aslında içlerinde bulunan hakikatlerin dışa vurumudur. Dolayısıyle ‘hakikat göründüğü gibi değildir’ denildiğinde, ezoterizm bizde ‘derinde yatan’, ‘batında yatan’ anlamlarına geliyor. Yani ezoterizm, içte yatan hakikatların asıl olduğu, dışta görünenlerin de ikincil olduğu görüşünden yola çıkar. Ezoterizm dinlere, hayata, hayatta zuhura gelen her şeye; insana, insan ilişkilerine, ekonomiye, siyasete, siyasi tarihe bu gözle bakmaya çalışır.

Anadolu İslam geleneğinde, bunların izleri, modernlik öncesi dönemlere gelinceye kadar çok baskındır. Mesela Osmanlı tarihini, İsmail Hakkı Bursevi gibi bir şeyh efendi, ezoterik bir şekilde yorumlamıştır. Bu konuda kendileri bir kitap yazmıştır. Kitabın bir bölümünü, tez konusu olarak bir öğrencime verdim. Muhteşem bir eserdir. Bu eserde Sultan ne demek? Devlet ne demek? Vezir ne demek? Hariciye Vekili ne demek, Dâhiliye Vekili ne demek? Anadolu Kazaskeri ne demek? Rumeli Kazaskeri ne demek? Anadolu ne demek? Rumeli ne demek? Bu soruların hepsinin ezoterik açıklaması var.

Ezoterizmin de çeşitleri vardır. İslama ait ezoterizm var, Yahudiliğe, Hristiyanlığa ait ezoterizmler var, bütün dinlere ait hatta şamanizme ait ezoterizm var. Ezoterizm’in bağlı olduğu bir doktrin vardır. Bu sahada da önemli üstatlar yetişmiştir. Bu üstatlar da mühim ekoller kurmuşlardır. Herkes kendi zaviyesinden yola çıkar. Ezoterizmin bazı türleri her çeşit dışsallığı reddettiği için panteizme varan görüşleri savunurlar. Bunlar daha çok Hinduizm kalkışlı akımlardır. Veya ezoterizmi eklektik bir yapı olarak gören ve bir sentez çıkarmaya çalışan guruplar vardır. Bu sonuncusu, daha çok masonik yapılarda görülür.

Ancak bunun haricinde bir de, Réne Guénon, Frithjof Schuon, Titus Burckhardt gibi sufi olmuş üstatların oluşturduğu bir “Tradisyonalizm” ekolü vardır. Bu ekolün bütün dünyada birçok mensubu vardır ki bendenize göre en otantik “ezoterizm” tarifini bu ekol yapmıştır. Bu ekol aleyhine Against Modernity yani ‘Moderniteye Karşı’ diye kitaplar dahi yazıldı. Bu düşünce biçimini biraz da ajitatif bir dille anti-modernist ve bir gün geleneği yeniden inşa edecek ekol olarak lanse ettiler. Batı içerisinde bazı ezoterik çevreler bu akıma şiddetle karşılar.

Batı ezoterizmini Réne Guénon gibi anlayan bir düşünür bizden neden çıkmadı?!

Çıkmamasının nedenleri var. Ezoterizmde her şeyin bir sebebi vardır. Neticede batı düşünce dünyasının bir problemidir bu konu. “Religion” kelimesi Batıda bizdeki “Din “ kelimesinin çağrıştırdığı her şeyi kuşatamamaktadır. “Religion” kelimesi bizim Vahabilerin aklındaki dini karşılamakta bir bakıma fakat deruni ve manevi konuları çok fazla ihtiva etmemektedir. Müesseseleşmiş dini, kiliseyi ifade etmektedir. Fakat bir İsmail Hakkı Bursevi, Niyazi-i Mısri v.b.gibi mütefekkirlerimiz bu konuları çok iyi anlamış kişilerdir. Guénon der ki, Doğu aklı aydınlanma esaslıdır, kategorik değildir; yaşama esaslıdır, seyyaldir; Batı aklı ise tasnifçidir, sıralama, kategorize etme peşindedir.

En katı dogmatik aydınlanmacıların geri planlarında güçlü ezoterik ilişkiler gözlemleyebiliyoruz., bunu bir tarih anlama metodolojisi olarak kullanabilir miyiz?
Müsaade ederseniz öncelikle sizinle bir memnuniyetimi paylaşayım. Bu meseleye bu seviyede dikkat çeken ve merak duyan, görüntünün arkasındakileri görebilen insan Türkiye’de çok fazla yok. Bana böyle sorular sorduğunuz için size teşekkür ederim. Sizin beni dinlerken ‘Allah Allah bunun arkasında bu çıktı, şunun arkasında şu ezoterik yapı var’ şeklindeki hayretleriniz, diğer bir ifadeyle komplo gibi algıladığınız konular yüzyıllardır aslında var olan şeyler. Şimdi eğer geleneksel dünya içerisinde kalsa idik, sizin bu hayret ettiğiniz şeyler hiçte hayretle aktarılmayacak olan doğal, vakâ-yı âdiye’den konular olacaktı.
Ezoterizm, din kalkışlı bir felsefedir. Anlayış seviyelerinin içeriye doğru veya piramidin tepesine doğru yükselmekle daha rafineleşeceği anlayışına dayanır. Olayların ve nesenelerin hakikatinin ve bütünün ancak piramidin tepesine çıkıldığında görülebileceği ve tabanda kalanın (avam denilenlerin) hiçbir zaman satıhtan daha öteyi göremeyeceği, dolayısıyla çok kolay yönlendirilip kandırılabileceği gerçeğine dayanır. Yönlendirilemeyeceklerin veya kendileri yönlendirecek olan kişiler piramitte yukarılara yükselmiş kişilerdir.

Felsefenin modern dönemlerde ezoterik köklerinden, asli köklerinden koparılmış hali, özellikle Aydınlanma sonrasında gelişen modern insanın parçalayıcı bakış açısının oluşumunu sağlanmıştır. Guéneonien düşünürler gerçek Bilgeliğin Babilonya’dan, Mısır’dan yani Ortadoğu’dan Grek’e geçmesiyle beraber bir devrin kapanıp başka bir devrin başladığını söylerler. Çünkü Ortadoğu’da yaşanan bilgelik Grek’e geçince yazıya döküldü ve bu süreçte “yaşantı” kısmı ihmal edildi, elde sadece metin kaldı. Metin elde kalınca da felsefesinin inisiyatik ve ezoterik yönü unutuldu, ihmal edildi. Batı’da dinin ekzotik yönünü, yani dışla, şekille ilgili yönünü acımasız bir şekilde temsil eden papazların, inancı kurumsallık içinde boğmaları sonucunda Kilise, baskıcı bir kurum haline geldi. Aydınlanma bu Kilise’ye başkaldırıdır. Bizde ise böyle bir süreç yaşanmamıştır.

Diğer taraftan batıda, siyasetin öncesinde, her zaman bir dini ve felsefi arka plan söz konusu olmuştur. Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı bu çevrelerden bağımsız değildir. Newton, Einstein gibi bilim adamlarının mistik eğilimleri, tarikat bağlantıları Batıda iyi bilinirken bizde maalesef bu konular ihmal edilmiştir. Dünya bilim tarihinde buluş sahiplerinin çoğu ezoterik akımlara dahil insanlardır, çünkü arkada yatan sebepleri araştırırlar. Batı’da bazı ezoterik akımların fizik literatürü ve fizik alimleri üzerindeki tesirleri incelenmiştir. Majisyenler yeni dönemde fizikçiye dönüşmüştür. Maji, fizik alemdeki tesirleri inceleme ilmidir. Maji, fiziğe tekabül eden bir çok şeyi önceden bulmuştu. Simya, maddeler arası dönüşümler üzerinde uzun yıllar araştırmalar yaptı ve modern kimyayı doğurdu. Ezoterik düşünce, sonsuzluk nedir, sonsuz olan nedir gibi konular üzerinde yoğunlaşınca bu düşünceler matematiği doğurdu, Pi sayısını doğurdu. Asal sayı nedir, türevler nelerdir, bunların hepsi aslında ezoterik, felsefi sorulardır. Einstein’ın izafiyet teorisi sadece bir fizik dersi için icat edilen bir denklem değildir. O bir varlık sorunudur. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri öyle bir gecede gelmiş görüşler değildi. Hitler’in bu görüşleri gençlik çağlarından beri içinde bulunduğu bir grubun ezoterik ırklar teorisine dayanır. Hitler “Beyaz Kartal” locasına bağlıydı. Onlara göre âri ırk hikmet esaslıdır ve yöneticidir diğer ırklar paryadır vs.

Dünya Tarihindeki sosyal ve politik değişimlerin arka planına baktığımızda farklı ezoterik grupların etkisini de görebiliyoruz. Bu açıdan baktığımızda tarih bize ne anlatıyor?

Batı Ezoterizmi, kendine has oluşumu içinde sadece içeriyle uğraşmakla kalmayarak dışa da bunu yansıtmak esasını benimsediği için sosyo-politik teorileri de vardır. Ezoterizm dünya siyasetini yönlendirmede her zaman etkin rol almıştır ve hala almaktadır. Ezoterizmin birçok alt dalı vardır. Mesela bu alt dallardan biri de politik ezoterizmdir. Fransız İhtilali’nin, Rus Devriminin, ABD’nin kuruluşunun, Avrupa Birliğinin, Osmanlı’nın kuruluşu, yükselişi ve yıkılışının ezoterik yorumları vardır.

Türkiye’de tarafçılık açısından bir çatışma var. En azından felsefi bir suçlama karşılığı olan bir çatışma var. Örneğin Laik-Antilaik gibi… Bu çatışmanın ana unsuru da, bir kesim diğer kesime diyor ki biz aydınlanma çağına uymadık şimdi ise uyduğumuzda siz bize muhalefet ediyorsunuz ve biz buna uyarak muasır medeniyet seviyesine ulaşacağız. Ancak aydınlanma çağı bu ezoterik yapılarla iç içe geçmiş bir çağ. Bu örtü nasıl kalkabilir?

Ezoterizm Türkiye’de çok bilinmiyor. İyi bilinmediği içindir ki Türkiye ezoteristlerin elinde oyuncaktır. Türkiye’de Müslümanların elinden ezoterizm alındı, kupkuru hale getirildi ve şu an kullanılıyorlar. Burada bize biçilen yeni elbise içerisindeki ultra-militan sekülerizm karşılığında, bizim manevi boyutumuz alındı. Ancak manevi boyutumuzu alan bu kimseler kendilerine ait ezoterizmi bırakmış değiller. Hala ezoterik çalışma yapıyorlar. Binanaleyh bana göre bu ülkedeki çatışma, aslında bir ezoterizmler çatışmasıdır.

Aydınlanma devrimcileri ile ezoterik ilişkilere örnek verebilir misiniz?

Aydınlanma derken Nirvana’yı yani manevi aydınlanmayı kastetmiyoruz tabii ki. Aydınlanmacılar buradan çalmışlardır bu kavramı. Tabii ki yine içini boşaltarak veyahut içini dışa çevirerek.. Hakikatte bu kavram tamamen spiritüel ve din kaynaklı bir kavramdır. Aydınlanma veyahut “işrak” dediğimiz düşünce içerisinde siz bir ağacın altında aydınlanacaksınız yani Gothama Buda olacaksınız, veya Şeyhu’l- İşrâk olacaksınız ki ulvi nurlar alemi size açılsın ve böylece siz de münevver olun. Bu da görüleceği üzre tamamen dikey anlamdaki bir enfüsi kavramdır. Rönesansçılar bunu çalarak yatay hale getirmişlerdir. René Guénon der ki; “Aydınlanma ve Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir. Yani eldiveni yırtıp yerine yeni bir eldiven giymiyorlar. Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Aydınlanmacıların paradigması tabir caizse şu şekildedir: “Sen ezoteristsin!”, “Sen spirütüalistsin, dindarsın!”, “Sen hep ruhla ilgilendin, maddeyi ihmal ettin. Oysaki bu dünya, yeryüzü maddi süreçtir. Maddenin şekil değiştirmesidir. Madde derken, bunun içerisine ceset te girer, ekonomi de girer, politika da girer. Referansları gökten yere indirmek lazım. Her şey yerde ve maddi olanda”. Hal böyleyken aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ruhsal yönelimlerin ve ezoterik akımların yine de bulunduğu ortaya çıktı. Aydınlanmacılar, hakikatin maddede olduğunu ileri sürüyorlar. Onlara gore gerçek aydınlanma, gerçek ilerleme bu dönüm (kırılma) noktasıyla başladı. Yani, ruhun tasallutundan dünyayı kurtardık düşüncesi hâkim oldu. Böyle bir kalkış noktası başlangıçta haklı ve masum bir düşünce gibi gelebilir. Kim maddeyi inkar etmek ister ki? Hatta başlangıçta buna katkıda bulunan din adamları da vardı. Descartes gibi. Bazı Yahudi filozofları gibi. Zaten Yahudi filozoflarına göre, maddi olan spirütüel olandan çok daha önemlidir. Dolayısıyla bugün Yahudilerin politik teorileri, ekonomik teorileri, bir Budistin teorilerinden çok daha materialist ve pozitivisttir. Bizde ise böyle sert bir ayrım olmadı. Bizde madde ile ruh arasındaki evliliğinin bozulmasının ilk defa ne zaman başladığı konusunda farklı görüşler vardır. Bunun tarihini çok geriye götürenler de vardır daha geç dönemlere getirenler de. Kırılmanın başlangıç noktasını, yani ruhani olana maddi olanın baskın gelmesini, bazıları Kabil’e, bazıları Peygamber Efendimiz’in vefatına, bazıları Hz. Ali’nin vefatına, bazıları Kerbela’ya, bazıları Yavuz’un Mısır Fethine, Lale devrine v.s. dayandıranlar bulunmaktadır. Bendeniz ise bunu 1940 – 1960’lara kadar yakına çekenlerdenim. Çünkü gerçek kırılmalar ontolojik bakış açısında olur ve bunun toplumsal alanda da benimsenmesiyle bir kitlesel zihniyet dönüşümü asırlar alan bir süreç olarak gelişir. Bu sürecin tamamlanmadığı dönüşümler arızidir. Evet Hz. Peygamber’in vefatıyla veyahut Hz. Ali’nin vefatıyla bazı problemler, bazı arızalar meydana geldi, Lale Devrinde bazı yeni yönelimler öne çıktı. Ancak bütün bu türden gelişmeler dünya görüşünün ontolojik omurgasını kırarak tam aksi bir ferd ve toplum yaratmadılar. Zaten böyle bir hedefleri de yoktu. Lakin asrın başındaki zihniyet dönüşümleri radikal dönüşümlerdi ve 1960’lara doğru bu tohumlar yeşermeye diğer bir ifadeyle kendi çocuklarını doğurmaya başladı. Sonra bu çocuklar kendi şeriatlarına, kanunlarına dayalı despotik politik görüşlerini hakim kılmaya başladılar ve kurumsallaştılar. Yeni dönem aydınlanması bu yeni “kiliseye”(?) karşı gelişecektir. Tarih tekerrürden ibarettir ve çevrimsel yasalara dayanır. Şimdilik bu kadar yeter…





17 Ocak 2008 Perşembe

Mevlevilik İslâmiyet’i Naif Yaşama Biçimidir

Mevlevilik İslâmiyet’i Naif Yaşama Biçimidir
http://www.hikayeler.net/yazilar/mevlevilik-isl-miyet-i-naif-yasama-bicimidir/

Güzin Osmancık
“Edep bir taç imiş nur-u Hüdâ’dan. Giy o tacı emin ol her beladan” der şair.
Edep denilince akla ilk gelen isimlerdendir Hayat Nur Artıran Hanımefendi. Değerli Şefik Can hocamızın Tahirü-l Mevlevi Hazretleri gibi büyük bir Mesnevihan’dan aldığı manevi emaneti ehline tevdi etmek için seçtiği kişidir Nur Hanım. Çünkü o zarafeti, duygusallığı, hizmet aşkı, tevazuu, edebi ile herkese örnek bir kişidir. Şefik Can Hoca, o manevi emanetleri taşıyacak en ehil kişinin o olduğunu düşünmektedir. “Bu işler kadın, erkek işi değil, gönül işidir. Kim yüreğinde o aşkı taşırsa, kim o denizler kadar engin yüreğe sahipse ancak onlar kutsal emanetleri taşıyabilirler” der Şefik Hoca.
İşte Nur Hanım da aldığı ilmi ile etrafına ışık saçan, ismi gibi bu işe gönül vermiş kişilere hayat veren edep timsali bir hanımefendidir. O kıymetli Şefik Can hocamızın postnişini kendisine inanarak devrettiği manevi kızıdır. İşte Nur Artıran’ın dilinden Hazreti Mevlânâ ve Şefik Can hocamız…

“Erkek ve kadın vahdette bir olunca o bir olan sensin. Adetleri meydana getiren binler yok olunca, kalan bir yine sensin” - Hazreti Mevlânâ -

OSMANCIK: Sevgili Nur Hanım, bize Şefik Can hocanızdan biraz bahseder misiniz?

ARTIRAN: Şefik Can hocam öyle bir deryaydı ki, bizim gibi katrelerin onları algılayabilmesi, en doğru bir şekilde de ifade etmesi bile düşünülemez. Ama idrakimiz ölçüsünde bildiklerimizi de paylaşmaktan bahtiyar olurum. Peygamber Efendimiz “Mümin müminin aynasıdır” der. Böyle kutlu insanlar kutlu aynalardır. Bizim onlara bakıp kendimizi düzeltmemiz gerekir. Şefik Can Hocamız ibret alınacak çok kutlu bir aynaydı bizler için. Şefik Can ismi her yerde Mesnevi’yle Hazreti Mevlânâ ile bir bütün olarak anılır. O, Mevlânâ aşkını dönemin âlimlerinden Müftü olan babası Tevfik Efendi’den almıştır. Daha çocukluk yaşlarında Arapça ve Farsça’yı öğrenmiş. Mevlânâ aşkı da onda çocukluk yaşlarında başlamıştır. Şefik Can hocamız “Konuşmayı Mevlânâ’nın beyitlerini ezberleyerek öğrendim” der. Daha sonra Tahirü’l Mevlevî Hazretleri’nin yanında eğitime başlayarak Mevlevî aşkına ulaşır.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ aşkı ne demektir?

ARTIRAN: Herkes Hazreti Mevlânâ’yı sever. Her dilden her dinden kişiler onu sever. Hazreti fark etmeyen yoktur. Gönül gözü açık olan onun manevi halini görüp seviyor, görmeyen de sıcaklığını hissederek seviyor. Onun için onu her kesin sevmesi çok normal. Şefik Can hocamızın da Hazreti Mevlâna’yı sevmesi de çok normaldir. Ama aradaki fark şudur. O Hazreti Mevlânâ’yı dili ile değil, hâl olarak yaşamıştır. Onun yaşantısını ahlâk edinmiştir. Herkes hoş görü, hoş görü diyor ama yeri geldiğinde bunu gerçekleştiremiyorlar.

OSMANCIK: Şefik Can hocamızın asıl mesleği nedir?

ARTIRAN: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çok şanlı bir askeriydi. Emekli albaydı.
Aynı zamanda öğretmendi ve öğretmenliğe âşıktı. Şöyle derdi. “Binlerce defa dünyaya gelsem hep öğretmen olurum.” Onun bir mesleği de edebiyat öğretmenliğidir. Özellikle Kuleli Askeri Lisesi’nde, çeşitli askerî okullarda öğretmenlik yapmıştır.

Kendileri 96 yaşında Hakka yürümüşlerdir. Son nefesine kadar talebe yetiştirdi. Şöyle dua ederlerdi “Ya’ Rabbim hak ve hakikat yolunda Mevlânâ gibi hizmet edeceksem yolunu bana aç, nefesini ver hizmet edebileyim. Eğer edemeyeceksem beni daha fazla da bekletme. Ama bilsemki yarın canımı alacak ona derdim ki. “Allah’ım yarın Mesnevi dersim var, onu vereyim de öyle canımı al.” Şefik hocamın hayatının yaşama gayesiydi Mevlânâ ve Mesnevi.

OSMANCIK: Ölmeden önce Postnişini size bıraktı. Bunun sebebi nedir acaba?

ARTIRAN: Elbette hepiniz bilirsiniz ki bunlar manevi sorumluluktur. Hocam lütfettiler, kerem buyurdular, İlahi takdir böyle tecelli etti. Bize düşen bu manevi sorumluluğu yerine getirmektir. Şefik Can gibi Tahirü-l Mevlevi gibi Cenabı Allah her kulu bu âlemde bir işle vazifelendirmiş. Bu iki Ali Sultanın bıraktığı boşluğu bu aciz nasıl doldursun? Gönül sesimdir bu, haddim değil bunu kabullenebilmek. Bu yola baş koymak müsaade ettikleri ölçüdedir. Varsa bir lokma ekmeğimiz onu da paylaşmak. Elbette bunun da bir zekâtı var. Onların eteğinde olmak, cemalini görmek ve gördüğümüz ne varsa dostlarla paylaşmak vazifemizdir.

OSMANCIK: Mesnevi “Dinle” diye başlar. Bunun anlamı nedir?

ARTIRAN: Çok önemlidir. Hazretin bir Divan-ı Kebir Beyti vardır. “Bu âleme Cenabı Allah aşkı dağıtırken onda dokuzunu bana, birini de bütün âşıklara verdi” demiştir. Elbette kendisi Mesnevisi’nde “Mesnevi Kur’an’ın şerhidir” demiştir. Onun için “Dinle” veya “Duy” diye tercüme edilir. “Dinle” diye başlıyorsa elbette bunun çok büyük önemi vardır. Kendisi bunu şöyle açıklar. “Hayvan ağızdan, insan kulaktan beslenir.” Çünkü bizim yediğimiz bütün gıdalar ancak nefsimizi besler, ruhla hiç alakası yoktur. İşte bende kutsal ilahi bir emanet var. Onu da beslemek lâzımdır. Ruhumuzu beslemenin yolu dinlemektir. Kur’an’ı okumak sünnettir, dinlemek ise farzdır.
Baş kulağı işitir, gönül kulağı duyar. Bu gönülden duyabilmektir. Kulağını öyle çöplük yapmışsın ki kulaktan kalbe giden bütün yolları tıkamışsın. Kulağını temiz tut, çöplerle doldurma. Abdestle baş kulakları temizlenir, dinlemekle gönül kulağı temizlenir. Duymanın diğer bir yolu da boş sözlere kulağı tıkamaktır. Her söz vücutta bir yer bulup yerleşir. İşte abdestle zahir kulağı yıkarız. Peki, batın kulağı nasıl yıkayıp temizleyeceğiz? Boş sözlere kulağımızı tıkayarak temizleriz.
Mesnevinin bir yerinde de şöyle der.“Kapat kulağını boş sözlere kapat, pamuk tıka ki duymayasın.”
.
OSMANCIK: “Sema” ne anlama geliyor?

ARTIRAN: Sema derken insanlar bunu dönen insanlar olarak algılıyorlar. Aslında “Sema” semi’den gelir “İşitendir”. Semada bir musiki vardır. Sema musikiyle icra edilir. Çok ünlü musikişinasların pek çoğu Mevlevihanelerde yetişmiştir. Musiki bir ibadettir ama hangi musiki? Hazreti Mevlânâ’ya göre musiki Cenabı Allah’ın sesini sembolize etmektedir. İşte o sema ayini sırasında semazen Cenabı Hakkın sesini duyar, vecde gelir ve dönüp sema etmeye başlar.

OSMANCIK: Sema niçin Cenabı Allah’ın sesini sembolize etmiştir?

ARTIRAN: Araf suresi 172. ayetinde “Elestü bi Rabbeküm” hitabında “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiştir. Ve bütün ruhlar da “belâ” derler. “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye tasdik ederler. Mevlânâ Hazretleri “O gün Kâlu belada o sesi duymayan, o cemali görmeyen bir kişi varsa ben imansızım” der. O kadar büyük bir yemindir bu. Demek oluyor ki o Elest hitabında yaratılan ve yaratılacak herkes Cenab-ı Hakkın cemalini görmüştür.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ’dan bahsederken Mevlevi müziğinden bahsetmeden olmaz. İslâmiyette müziğin yeri nedir?

ARTIRAN: Hani müzik ruhun gıdasıdır derler ya, işte pirimiz der ki musikiden alınan zevk, ruh bir anda o Elest de Rabbinin sesini duymuş gibi zevk alır, sesini hatırlar, o anı hatırlayarak vecde gelir ve mutlu olur, semaya başlar. Mesnevi’de şöyle geçer.” Gönül ehli kişiler musiki nağmelerini gökyüzünün dönüşünden ve gökyüzündeki meleklerin tespih sesinden almışlardır. Dede Efendiler, Zekayi Dedeler, Itriler hem kalbini Hakka açmış, hem de kulağını Allah’a vermişler. “O gökyüzü âşık olmasaydı, aşkından dönmeseydi başı döner yere düşerdi” diyor pîr. Gökyüzü âşık, gökyüzü aşk ile dönerken onunda bir zikri var. Kâinatta Allah’ı zikretmeyen bir zerre var mıdır ki? Zaten bir Kur’an ayetidir. Yaratılan her şey kendi dilleri ile Allah’ı zikrederler. Her şey kendi dilleri ile Allah’ı zikreder diyor Muhittîn Arabi Hazretleri. Ve gökyüzünün zikrini duyuyorum diyor. Mesnevi beytinde diyor bunu. Onun için musikiye bazı insanlar hoş bakmış bazıları da hoş bakmamıştır.

Musiki denilen şey âşığın aşkını, fasığın fıskını artırır. Bu hangi niyetle dinlediğine bağlıdır. Hazreti Mevlânâ şöyle diyor: “Ben Ut sesinde Ente Hasbi, Ente Kâfi ya Vedud” sesini duyuyorum. (Ey sevgili, sen bana yetersin, sen bana kâfisin, başka bir şey istemem).

OSMANCIK: Ut sesi de Ney sesi gibi ilahi midir?

ARTIRAN: Bir kere ud’u Fârabi Hazretleri bulmuştur. O zaman da çok kişi buna karşı çıkmıştır. “Bu nefsin hoşuna giden bir şeydir, bu şeytan aletidir” demişledir. Hazreti Farabi de “Ben size bunu ispat edeceğim” diyor. Ve “Develere 40 gün tuz yedirip hiç su vermeyin” diye tembihliyor. “40 gün sonra develeri su kenarına getirin, ben de udumu çalacağım. Eğer develer su içmezlerse benim ud’um Rabbanidir. Eğer develer suya saldırırsa benim ud’um şeytanidir” diyor. Ama hiçbir deve ut sesini duyunca su içmemiş. Bunun üzerine Farabi Hazretleri “İşte hayvan hayvanken benim ud’umdaki Rahmanın sesini duyuyor da siz insan olduğunuz halde duyamadınız” diyor. Tabiî ki baş kulağı duyanlar anlar bunu. Hayvan hayvanken kaval duyunca ottan başını kaldırıyor da sen ki eşrefi mahlûksun şu otlardan başını kaldıramadın.

OSMANCIK: Mevlânâ Hazretleri Mesnevi’sinde sağlık konusu ilgili bir şeyler söylemiş mi?

ARTIRAN: Hiç söylemez olur mu? Bu konuda az yemekle ilgili birçok deyişleri var. Zayıflamak isteyenlere diyorum ki, diyetisyene gidene kadar alın Mesnevi’yi okuyun. Hazret derki “Az yemek ilaçların padişahıdır.” Az yiyerek bütün hastalıklarınızı tedavi edebilirsiniz. Büyük veliler, Peygamber Efendimiz hep buna riayet etmişlerdir.

Dinimiz “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” buyurur. Biz bunu yanlış anlıyoruz. 1 kilo yiyecek aldık, yarısını yedik yarısını çöpe attık bu israftır diyoruz. Bu o israf değildir. Asıl israf Hazreti Mevlânâ’nın mürşidi Necmeddin-i Kübra Hazretleri söylemiştir. “Günde 1 defa yemek normaldir, 2 defa fazladır, 3 defa israftır. Allah adamları Allah değildir ama Allah’ dan da gayri bir şey değildir. Niye israftır. Eğer bir insanın günde 1500 kaloriye ihtiyacı varken 3000 kalori alıyorsa bu israf değil de nedir? Hazreti pîr Mesnevi’de “Yağlı ballı yiyeceklerle beslenirsen maneviyattan da o kadar nasipsiz kalırsın” diyor. Sen eğer maneviyattan nasiplenmek istersen önce şeytanı sütten keseceksin. Yemek bir amaç olmamalı, sadece bu bedeni ayakta tutacak kadar yemek yenmeli. Ağızdan aldığımızın ruhumuza hiç bir faydası olmadığı gibi tam tersine bizi köreltir, hapseder, benliğimizin egosunu içinde sıkıştırır. Beden az beslenince ruh özgür kalır.

OSMANCIK: Ruhun özgür kalması ne demektir?

ARTIRAN: Ruh ötelerden gelmiştir, bu âlemde gariptir. “Gariplere yardım ediniz” derler. Bizler dışarıdan gelenlere, mültecilere yardım ediniz anlarız bunu. Bu işin zahiri boyutudur. Bir de işin batıni boyutu vardır. Zahir batının gölgesidir. Nefis bu dünyaya ait olduğu için kendi evinde hükümrandır, güçlüdür. O’na yardım ediniz ona sahip çıkınız denmek isteniyor. Önce ruhuna sahip çık. Ruha sahip çıkmak ne demektir. Peygamber efendimizin sünnetleri bize bunun yolunu gösteren ışıklardır. Hazreti Mevlânâ, Ahmed- Er-Rufai, Abdülkadir Geylani Hazretleri, Cüneydi Bağdadi Hazretleri, Bayezid-i Bestami Hazretleri bunların hepsi Allah kullarını çok sevmiş ve onlara her devirde bir sultan, bir ışık yollamış kulları yollarını bulsunlar diye. Allah, Hazreti Muhammed’i bu âleme büyük ilahi rahmet olarak yolladı ama Hazreti Muhammed’in varisi olan büyük veliler de bu âleme rahmet olarak geldiler. Onlar ruhumuza sahip çıkabilmemiz için bize yol gösteren en güzel velilerdir.

“İşte yine etraf Şems’lerle dolu ama onu görecek Mevlânâ’lar nerede.”

Aşk şehri boş kaldı deme. Hiç kimsenin yeri boş kalmaz. Allah her sene bir peygamber varisini dünyaya getirir. “Size bir şey bildirmeden size zulmetmem” diyor. “Biz bilmiyoruz, anamız babamız da bilmiyordu, biz bilmeyen bir kavimdik, haberimiz yoktu demeyesiniz” diye size bildirdim diyor. İslâmiyet’te bir şart vardır, dilin dediğini kalp tasdik edecek. İşte bu hâle bürünmektir. Peygamber Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmaktır.

OSMANCIK: Bu dünya insanlar için bir imtihan mıdır?

ARTIRAN: Evet şimdi dünyaya imtihan dünyası diyoruz ya. Kulunu yaratan Allah, kulunu yaratıyor da kulunun ne olduğunu çok iyi biliyor. Ve bize bizim ne olduğumuzu bildiriyor. Ve “Ey kulum sana haksızlık yapılmadı yapılmaz da” diyor. Kuran “Allah birdir” der. Allah iki oldu diyen yoktur zaten. Hazreti Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Allah’ın tekliği hakkında kimse tartışmaz, bir şey demez ama veli kulları ve peygamber hakkında tartışır.” İnsan kendini Allah ile eşleştirmez, onun birliğini peşinen kabul eder ama peygamberleri ve büyük velileri kendinle eşleştirir. “Ya o da benim gibi bir insan, neden peygamber olsun ki?” der. Onları beşeri halleri ile görür. Gözlerinin körlüklerinden anlayamazlar. Bir kamış vardır içi boştur, bir kamış vardır, içi şeker doludur. İki arı vardır, biri bal yapar. Biri defalarca sokar. Ama ikisi de arıdır.

OSMANCIK: Hazreti Mevlânâ’ya göre Allah’ın birliğine iman nasıldır?

ARTIRAN: Bunu Hazreti Mevlânâ şöyle açıklıyor. “Allah birdir demekle Allah bir olmaz. Onun birliğine inanmak için kazaya ve belaya eyvallah dediğin zaman işte onun birliğine inandın demektir. Başına gelen her şeye eyvallah ettiğin zaman, her şeyi Allah’tan bilip sabredip eyvallah dediğin zaman odur onun tekliğine inanmak. Her şeyi kullardan bilip kullardan bekleyen, Cenabı Hakkı sanki bizi gökten seyreden bir Rab gibi görmek, düşündükçe başına gelen belâlara rıza ve sabır göstermedikçe hâl olarak Allah birdir dememiş olur. Elbette dili birdir diyor ama dili dese bile kalp tasdik etmiyor.

OSMANCIK: Bir tekkede dervişe en öncelikle öğretilen şey nedir?

ARTIRAN: Tekkede bir dervişe önce “eyvallah” demesi öğretilir. Ne olursa olsun. “Su içer misin?” “Eyvallah”, “Oturur musun?” “Eyvallah”, “Yer misin?” “Eyvallah”, “Yemez misin?” “Eyvallah…”
İşte dilin desin de bir gün, kalbinde mutlaka eyvallah der tasdik eder.
Bu da bir Kur’an ayetidir “Başınıza ne gelirse elinizden gelir. Belâlar ilahi rahmettir. Çünkü işin içinde sabır vardır.
Hiçbir ibadet sabır derecesine ulaşmamıştır. Bütün yolları sabır ile aşıp geçebilirler. Sabır da sabretmek vardır, istemediğiniz bir olaya zoraki katlanmak vardır. Ama ona rıza gösterdiğinizde orada rıza vardır. Her şeyin özünü görürsünüz her şeyin sonunu görürsünüz. Bizler bir olayı çözemiyorsak vardır bir sebebi deriz. Ama rıza makamına gelen artık bilir sebebini ve sabreder. Burada açılacak kapı Rıza kapısıdır. O makama gelince zaten sabretmek zorunda kalmazsınız.
Hani deriz ya hep. “Vardır bir hikmeti”. Rıza makamına gelen bilir niçin öyle dediğini. O zaman sabra gerek yok. O belâ denen şey önce peygamberlere, sonra velilere daha sonra halka gelirmiş. Allah belâ dağıtırken onlar elini açıp bana Allah’ım bana ver derlermiş.

OSMANCIK: Eğer hiç ummadığımız bir anda başımıza bir musibet gelirse buna da şükretmemiz mi gerekiyor?

ARTIRAN: Hazreti Mevlânâ Mesnevi’sinde “Eğer sana kendiliğinde hiç ummadığın bir anda bir belâ gelirse yat kalk ona secde et. Çünkü mutlaka her belâ giderken sana çok büyük ikramlar bırakarak gider” buyururlar. Peygamber Efendimizin başına gelenleri düşünün. İşte Zekeriya peygamber testere ile kesildi, Hasan Efendimizin başı kesildi, Hüseyin efendimiz zehirlendi. Yani saymakla bitmez. Allah muktedir değil miydi bunları saraylarda yaşatsın. Veya peygamber efendimiz muktedir değil miydi Karun gibi yaşasın.

OSMANCIK: Mevlânâ Hazretleri herkes tarafından çok seviliyor. Ama sanki İslam’ın dışında bir inanç sergiliyor gibi algılanıyor?

N. ARTIRAN: Ne yazıktır ki Hazreti Mevlânâ hem kendi yurdunda, hem de dışarıda İslam’ın dışında gibi görülüyor. Sanki kendine göre bir ekolü, bir felsefesi var, kendi düşünceleri var. Bir kere Mevlânâ’nın felsefesi olmaz, onun her dediği Kuran hükmündedir. Herkesin hoşuna gidecek hale getirmiş, İslam’ı yumuşatmış ılımlaştırmış. Hiç olur mu böyle bir şey. 25 bin Mesnevi Beyti, 50 bin Divanı Kebir Beyti var. 70 bin beytini nasıl özetlersiniz dediğinizde gönül rahatlığı ile “Ben Kuranın kulu kölesiyim, Hazreti Muhammed’in bastığı yerin toprağıyım. Her kim ki benim dışımda sözlerimden ne anlarsa o sözden de naklederse huzuru ilahide nakledenden Huzur-u İlahide davacım” .her söylediği söz Kuran hükümlerindendir. Ancak Mesnevide 1500 ayet şerh edilmiştir. Ayet numaraları verilerek, bir o kadar da hadis-i Şerif şerh edilmiştir. Diğer ayetlerde sırlı olarak şerh edilmiştir. Bunu farklı görenin kendi düşüncesidir.

OSMANCIK: Neden Hazreti Mevlânâ denince farklı, Hazreti Muhammed denince farklı bir anlayış söz konusu oluyor?

ARTIRAN: İşte Hazreti Mevlânâ’da Muhammedî ahlâkı en zarif şekilde sergiler. Mevlevilik nedir derlerse “İslâmiyet’i en zarif en naif yaşama biçimidir” denilebilir. Eğer Hazreti Mevlânâ bütün toplumlar tarafından kabul görüyorsa bu Hazreti peygamberin ahlâkını en güzel şekilde ahlâklanmasının işaretidir. Ama bunun kaynağı vardır. Peygamber Efendimiz kâinatın ışığıdır. Şu güneşe bile başınızı kaldırıp bakamazsınız. Peygamber Efendimiz o güneşe bile nur veren nurdur. Güneşin içinde Muhammedî nur olmasaydı mümkün müydü onun ışığı ile yeryüzünde ot bitsin. Kâinatın Efendisi o kadar büyük bir nurdur ki, herkesin gözü dayanmaz onu görmeğe. Peygamber Efendimiz “Yarabbi bende bu kadar ilahi nur zahir iken bu kullar neden beni fark etmiyorlar” diyor. İşte sen öyle ilahi bir nursun ki seni görmeye bir bedel lazım. Bizler gerçekten Hazreti Muhammed’in ümmeti olsaydık bu gün böyle mi olurduk? Benim ümmetim veren eldir, alan el değildir demiştir. Kim bu gün veren eldir. Var mı dünyada bu gün Muhammed ümmetiyiz deyip de el ele yürek yüreğe birlik olan bir ülke var mı kardeş kardeşe yaşayan.

OSMANCIK: İnsanlar bu gün dünyaya düşkünler. Nedir kula göre dünya?

ARTIRAN: Dünya seni Allah’tan gafil bırakan her şey dünyadır. Dünya deniz gibidir. İnsan gemidir, ama gemiye su alırsan gemi batar. Yani dünya malını gönlüne alma. İslâmiyet dengedir. Dengeyi kuracaksın. Muhammed İslâm âlemine zekât olarak gelmiştir. Birlik beraberliktir Muhammed ümmeti olmak. Mümin uyanık olmalı diyor peygamberimiz. Allah, Allah derken dilin onun hakikatinden uzak olmadan peygamberin yolunu yol edinecek, ahlâkını ahlâk edinecek. Her şeyin bir Batıni, bir zahiri vardır.

OSMANCIK: Sahabilerin en büyük özelliği neydi?

ARTIRAN: Sahabilerin en büyük özelliği sohbet ile yetişmiş olmalarıdır. Sohbet çok önemlidir. Hazreti Mevlânâ Mesnevi’de “dinle” demiştir. Cenabı Allah’ın kuvvet ve kudretini idrak edenler için 100 çeşit namaz, 100 çeşit rükû, 100 çeşit secde vardır. Elbette beş vakit namaz, namazdır. Ama sohbetler de namazdır.

OSMANCIK: Mesnevihan ne demek?

ARTIRAN: Mesnevi okuyan demektir. Mesneviyi en iyi okumuş, anlamış ve bunu da en iyi yorumlayandır. Can hocamız en iyi Mesnevihandır. Bunu da lütuf ettiler, bu fakire bıraktılar. Manevi sohbetlerimiz vardır. İlgilenen herkes bu derslerde Mesnevi’yi öğrenebilirler.

8 Ocak 2008 Salı

HZ. MEVLÂNÂ'NIN ESERLERİNDE GÖNÜL

HZ. MEVLÂNÂ'NIN ESERLERİNDE GÖNÜL



Dr. Celâleddin Bâkır Çelebi



A gönül, vuslat diyarının devletkuşusun sen; uç, ne diye uçmuyorsun? Kimsecikler tanımaz seni, ne insansın ne peri.

Sen dilbersin, gönül değilsin, fakat binlerce gönlü elde edesin de alıp götüresin diye hileyle, düzenle gönül şekline girmişsin.

Bir an vefâlı ol da toprağa karıl; toprakla birleş, sonra bir anda kalk, Arş'tan da ferşten de, iki dünyanın sınırından da geç.

Can neden seni bulamaz? Onun kolusun- kanadısın sen; göz neden seni göremez? Görüşün aslısın, temelisin sen.

Tövbenin ne haddi var ki sana tövbe etsin? Haber kim oluyor ki seninle olsun da bir şeyden haberi olsun?

Kim oluyor o yoksul bakır ki, ilkbahar gelsin de ağaç gibi boy atıp tohumluktan çıkmasın?

Kim oluyor yoksul odun ki, ateşe düşsün de kıvılcımlar saçan bir ateş koru olmasın?

Bütün akıllar, bütün bilgiler, yıldızlardır, sense onların perdelerini yırtan bir dünya güneşisin.

Dünya, sanki kardır, buzdur, sense temmuz ayı; sen tesir etmeye başladın mı ondan bir eser bile kalmaz, erir gider.

Kim oluyor şu yoksul, kimim ben ki seninle olayım da, gene de varlığıma sahip bulunayım? Bana doğru bir baktın mı, ben de yok olur giderim, benim gibi yüzlercesi de.

Sahibimiz Tebrizli Şems'in sıfatlarının olgunluğu cebrî'nin vehimlerinden de üstündür, kaderî'nin vehimlerinden de.

***

Hakkımızda birisi birşey mi söyledi, yoksa bu iyilik, kötülük, kendiliğinden mi meydana geldi, bilmem; hoca henüz burda sakalına bak da anla artık.

Tuhafı şu ki hoca bir düzene başvurdu; çocuktu, çocuk kaldı; halbuki sakalı karaydı, başka bir renge girdi şimdi.

Söyleyeyim mi sana, hoca, yukardan-aşağıdan ne diye bahsetti durdu? Kendisi alt-üst olmadı da ondan.

Dört ayakla, iki ayakla dünyanın çevresini döndü-dolaştı amma deniz, hiç başından aşmadı hocanın.

Hoca, kendince pek iyi bir hale gelmiş, öyle sanıyor, halbuki hummaya tutulmuş hasta gibi, hattâ ondan da beter.

Delil getirmede, inad etmede, savaşmada aşırı vardıkça vardı; fakat candan, can zevkine dair delilden hiçbir haberi yok.

Bahis yolu, inattır, itirazdır, delil getirmedir; gönül yoluysa baştan başa zevktir; şevktir, baldır, şekerdir.

***

Gönlüm, hem yol gösterir; hem yol keser; hem bir çengeldir, herşey ona asılır, hem herkesin ihtiyacı olan padişah altınını basar.

Hem feryâd eder, yolumu vurdular diye bağırır gönlüm; hem de aptal yankesicilerin yolunu vurur.

Gönlüm, hem şahne gibi hırsızları arar, hem de hırsızlar gibi geceyarısı yol keser.

Gâh Tanrı buyruğu gibi başlara kasd eder gönlüm; gâh başı kesilmiş kuş gibi çırpınır, Allah-Allah der.

***

Gönlün varsa, gönül Kabe'sini tavaf et... anlam Kabe'si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?

Allah, sûret Kâbe'sini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur.

Bir gönül incittin mi, bin kez yaya gitsen de, Kabe'yi tavaf etsen Allah kabul etmez.

Malını-mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda o kapkara gecede ışık versin sana.

Allah kapısına binlerce altın torbası götürsen, Allah: "Bize bir şey getireceksen gönül getir" der.

Çünkü der, altın gümüş kapımızda hiçbir şey değildir. Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.

Senin bir saman çöpü kadar, değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan üstündür, Kürsî'den de, Levh'ten de, Kalem'den de.

Yıkık gönül, Allah'ın baktığı varlıktır; onu yapan can ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönülü yapmak, Allah'a Hac'tan da yeğdir, Umre'den de.

Allah'ın defineleri yıkık gönüldedir... Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür.

Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da, sırlar yolu yüzüne açılsın.

Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.

Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse, kalbinden hikmet kaynakları akar.

Dilinden sel gibi, âb-ı hayat akar; soluğun Mesîh'in soluğu gibi hastalıklara ilâç olur.

İki dünya da, bir gönülceğiz için var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan "Sen olmasaydın" hadîs'ini duy.

Yoksa varlığın,mekânın, güneşin, ayın, yerin, şu gök kubbenin vücûdu nerden olacaktı?

Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül gene de anlatışa sığmaz.

***

Gerçek aşka tutulmamış, o sevgiyi iş edinmemiş canın, yok olması daha iyi; çünkü varlığı, ancak ayıptır onun, ardır ancak.

Aşkla sarhoş ol, ne varsa aşktan ibarettir; aşka koyulmaktan başka dosta lâyık bir iş-güç yoktur.

Aşk nedir derler. De ki: Dileği, isteği, yapıp yapmamak arzusunu, iradeyi-ihtiyân terk etmektir aşk; ihtiyârı terk etmiyen-de hayır yoktur.

Aşık, bir padişahlar padişahıdır ki iki âlem de ona saçılıp dökülür; fakat padişahın saçıya; bağışa iltifatı yoktur ki.

Ebedî olarak kalan yalnız aşktır, aşıktır, bundan başkasına gönül verme, çünkü aşktan başka ne varsa iğretidir, geçicidir.

Ölmüş sevgiliyi ne vakte dek kucaklayıp duracaksın? Canı kucakla, canı, onun ne kıyısı vardır, ne ucu-bucağı.

Baharda doğan güzün ölür gider, fakat aşkın gül bahçesinin, baharın yardımına ihtiyacı yoktur.

Baharda açılan gülün dostudur diken; üzümcük cibresinden yapılan şarap, mahmurluk verir adama.

Bu yolda bakınıp durma, bekleyip kalma; vallahi hiçbir çeşit ölüm bekleyişten beter olamaz.

Kalp değilsen yarına bırakma, bugün, hemen gönüle sarıl küpen yoksa bile bu sözümü duy, kulağına küpe et.

Beden atının üstünde titreyip durma, in, ondan daha yürük bir yaya kesil; Tanrı bedene binmeyene kanat ihsan eder.

Düşünceyi bırak, tamamıyla arıt gönlünü, hani aynada ne resim vardır, ne süs, tıpkı öyle olsun gönlün.

Bütün resimlerden, şekillerden arındı mı artık her resim, her şekil ordadır, ona vurur. O yüzü tertemiz, pırıl pırıl ayna hiçbir yüzden utanmaz artık.

Ayıptan, ardan kurtulmanı istiyorsan sına kendini, bir ona bak; çünkü o tertemiz ayna, doğru söyler, kimseden utanmaz, çekinmez.

Demirden yapılan ayna bile bu arılığa erişebildikten sonra üstünde bir toz bile kalmayan gönül ne hale gelir? Bir düşün artık.

Söyliyelim onun nelere eriştiğini; hayır-hayır söylemiyeyim, susayım da sevgili de benden duyduğunu söylemesin, çünkü sır saklayamaz o.

(Dîv.Keb.: Gölpınarl( C:2/32012 - Furûzanfer C: 1/6455)