30 Ekim 2007 Salı

Dört Hintlinin namazı

Dört Hintlinin namazı

09 Ağustos 2007 09:31
( Burç Efm İrfan Meclisi programındaki sohbetlerden bir bölüm )


Bugünkü sohbetimizin konusu; Hz.Mevlânâ’yla bütünleşen; İnsana saygı, Düşünceye saygı ve hoş görünün asıl kaynağının ne olduğudur.

Eskiden mânevi büyüklerimiz söze, sohbete ya bir hâdis-i şerifle, veya Peygamber Efendimize selatü selam ile başlarlarmış.

Bizlerde en azından onları taklit ederek Hz.Mevlânâ’nın Peygamber Efendimiz için yazmış olduğu bir nât-ı şerifle başlayalım. İnşallah bizim de sözümüzün sohbetimizin câna şifa, rûha gıda olmasına vesile olur.



Ey Allah'ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı'nın Elçisi sensin,

Allah'ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin;

Ulu Allah'ın nazlısı, kainatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi

Peygamberlerin gözünün nuru bizim gözlerimizin ışığı sensin;

Miraç gecesi "Cebrail" rikabında olduğu halde,

Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan sensin;

Ey Allah'ın Elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin acizdirler,

Başsız, ayaksız acizlerin yol göstericisi sensin;

Peygamberlik bostanının selvisi, ma'rifet dünyasının ilk baharı,

Şeriat bağının gül fidanı, yüce sünbül sensin;

Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir,

Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin.



Hiç şüphe yok ki; Eşrif-i mahlukatın en şereflisi, en yücesi, tüm yaratılmışların şefaatçısı, kâinatın efendisi olan Peygamber Efendimizdir. Nâçiz sözlerimize binlerce selatü selam ederek başlıyoruz efendim.



Hz.Mevlânâ Mesnevi’de: Allah niyaz ehline bir çok ihsanlarda bulunduğu gibi birde onlara hayırlı uzun bir ömür lutfeder diye buyurmuştur.

Bu beyitlerin bir tecellisi olacak ki, Şefik Can Hocamız’da doksan altı yıllık hayırlı bereketli bir ömür sürmüş, tüm hayatını da, Hz.Mevlânâ’ ve eserlerine adayarak geçirmiştir.

Cenâb-ı Allah’ın lutfu kereminden bu mübarek insanı tanıma onunla birlikte olma bu fakire nasip oldu.

Asrımızın en son Mesnevi-hanı olarak kabul edilen Şefik Can hocamızın, Hz.Mevlânâ ve Mevlevilikle ilgili her zaman yüreğinde çok büyük bir hüznü vardı; oda gönül verdiği Hz.Mevlânâ’nın İnsan sevgisi ve insana verdiği değerle ilgili görüş ve düşüncelerinin günümüzde biraz yanlış anlaşılmasıydı. Hz.Mevlânâ da görülen çok üstün insan sevgisi, hoş görü ve anlayışın, İslâmiyetin dışında sanki sadece Hz.Mevlâna’ya has bir davranış gibi görülmesi Şefik Can Hocamızı derinden yaralıyordu.

Onun için de Hz.Mevlânâ’nın en doğru bir şekilde anlaşılması için çok gayret sarf etti.

Hocamızı ilk tanıdığım yıllarda; Dünyanın çeşitli yerlerinden, her milletten, her dinden insanlar gelerek kendisine Hz.Mevlânâ ve öğretisiyle ilgili çeşitli sorular soruyorlardı. Şefik Can Hocamız sorulan bu sorulara cevap vermeden önce istisnasız olarak herkese önce şunları söylüyordu: Efendim, Hz.Mevlânâ’da diğer bütün veliler gibi Muhammedi yolda büyük bir velidir. O Ben yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kulu kölesiyim. Ben Hz. Muhammedin bastığı yerin toprağıyım diye buyurmuştur.

Şimdi düşünün ki; Ben Kur’an’ın kulu kölesiyim, Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağıyım diyen bir kişinin sözünde Kur’an’a ve Peygamberimizin sünnetine aykırı bir şey düşünmek mümkün mü ? O nedenle sizin sorunuzun cevabı Kur’an’a ve Peygamber Efendimizin Hâdis-i Şerifine uygun olarak, Hz.Mevlânâ tarafından şöyle verilmiştir der, ondan sonra da sorunun cevabı neyse cevaplamaya çalışırdı.

Bendeniz ilk zamanlar Şefik Can Hocamızın bu davranışı karşısında oldukça şaşırır; kendisine sorulan sorulara cevap vermeden önce neden ille de Hz.Mevlânâ’nın Muhammedi yolda büyük bir veli olduğunu herkese söyleme gereği duyuyor diye anlamakta zorlanırdım. Çünkü bendenize göre Hz.Mevlânâ büyük bir veliydi ve bunu da zaten herkes biliyordu. Belki “Edep Yâ Hû” demek lazım ama; samimi olarak arz edeyim ki; ilk zamanlar Şefik Can Hocamızda ki bu hassasiyeti birazda gereksiz olarak kabul ederdim.

Fakat daha sonraları; Özellikle yurt dışında “Ben Mevleviyim ama Müslüman değilim” diyenleri, veya yurt içinde Hz.Mevlânâ’nın insan sevgisi ve hoş görüsünü sanki İslâmiyetin dışında şahsi bir düşünceymiş gibi algılayanları gördükten sonra, Şefik Can Hocamızın bu hassasiyetinde ne kadar haklı olduğunu fark ettim.

İnsan sevgisi, hoş görü ve dolayısıyla da tüm dinlere saygı, yine sizlerinde bildiği gibi bu denli sadece Hz.Mevlânâ ile bütünleşmiştir.

Fakat şu bir gerçek ki; Hz.Mevlânâ’da bulunan bu engin hoş görü ve insan sevgisinin asıl kaynağı İslâmiyettir. Kur’an’ın hükümleri, Peygamber Efendimizin sünnetidir.



Bendeniz konumuza örnek olması açısından. İngiltere de ki “KEMBİRİÇ” Üniversitesi’nden gelerek İstanbul Üniversitesinde kölelik hakkında konferans veren bir İngiliz profesörün neler söylediklerini siz değerli dinleyicilerimize arz etmek isterim.

Gerçeği hiç çarpıtmadan olduğu gibi ifade eden bu değerli ilim adamı aynen şöyle diyor:


Dünyada ne Hz Musa, ne Hz İsa, ne ondan evvel gelen Eflatunlar, Sokratesler, bütün büyük Yunanın filozofları, Romanın şanı yüksek filozofları, Avupa’nın büyük düşünürleri, hiç birisi, kölelik hakkında konuşmadı. Kölelerin varlığını, onlarında insan olduğunu hatırlamadı. Hatta yunan filozoflarından Aristo, tanrılar, kölelerin kemiklerini kalın yaratmıştır ki, hür olan insanlara daha iyi hizmet etsinler demiştir. Hiçbir filozof, hiçbir peygamber, köleleri insan yerine koyarak onlarla meşgul olmamıştır. Tarih boyunca sadece Hz Muhammed, köleler de insandır. Onlara kendi yediğinizden yedirin, kendi giydiğinizden giydirin diye hüküm vermiş, dünyada ilk defa kölelerinde insan olduklarını söyleyerek onların haklarını korumuştur.”



Bir İngiliz profesör İngiltere’deki KEMBİRİÇ Üniversitesinden gelerek, İstanbul Üniversitesinde bunları bizlere söylüyor. Üzülmek mi lazım; sevinmek mi bilemiyorum ama, bir tek bu mevzu bile islâmiyetin insana verdiği değeri en açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bulundukları dönemde hayvan yerine bile konulmayan kölelerinde insan oluklarını söylemek, onların insani haklarını korumak sadece kainatın efendisine nasip oluştur.

Bundan daha önemli bir insan sevgisi ve insan haklarına saygı olabilir mi. Efendimizden önce böylesine yüksek bir insani değer hangi Peygambere hangi ümmet nasip olmuştur.

Efemdim yanlış anlaşılmasın; Ne Hz.Musa’ya; nede İsa’ya bir şey dediğimiz yok. Onlarda kendi ümmetlerine Cenâb-ı Hakk’ın emir ve buyruklarını ilettiler. Fakat şu da bir gerçek ki tüm güzellikler Peygamber Efendimizle kemal bulmuştur. Elbette eşref-i mahlukat olan insana verilen değerde yine kainatın efendisiyle en doruk noktaya ulaşmıştır.

Hz. Mevlana’nın en büyük vasıflarından birisi de, herkesin inancına saygı göstermesidir. Bu inanca saygı, yine Hz. Mevlânâ’nın kendisine has bir davranış değildir, Hz Peygamberimize olan bağlılığından, Muhammedi ahlaka sahip olmasından meydana gelmektedir.



Buna da yine Peygamber Efendimizden küçük bir örnek vermek gerekirse:

Peygamber Efendiniz zamanında bir Yahudi ile bir Müslüman kavga etmişler. Kavga eden Müslüman daha güçlü ve kuvvetli olduğu için, Yahudinin ağzını burnunu kırmış. Yahudi de, kendini döven o Müslümanı Peygamber Efendimize gelerek şikayet etmiş. Peygamber Efendimiz, Yahudiyi döven Müslümanı yanına çağırmış. Neden bu Museviyi böyle dövdün, ağzını burnunu, kırdın diye onu azarlamış. Müslüman da kendini korumaya çalışarak, Yâ Resullallah bu adam, Medine’nin en kalabalık yerinde sizin Peygamberiniz, Muhammed de kim oluyor, o Mekke’de kuru ekmek yiyen dul bir kadının ümmi oğlu. Halbuki, Musa, Tur dağında Allah ile konuştu. Elbette Allah ile konuşan Musa sizin Peygamber dediğiniz kişiden çok daha büyük ve yücedir dedi. Ben de sizi hor görmesine dayanamadım, ağzını burnunu kırdım demiş.



Peygamber Efendimiz; senin bu yaptığın olmaz yanlış iş yapmışsın ; O Hz. Musa’yı seven, onun dinine bağlı biri olduğu için, kendi peygamberini sevip över ona saygı gösterir. Sende bana bağlı olduğun için beni sever, bana değer verirsin. Bunun için birbirinizle kavga etmenize ne gerek var. Sen başkalarının inancına hor bakma ki; Onlarda senin inancına saygısızlık etmesinler.



Peygamber Efendimizin bu sözü aynı zamanda bir âyeti kerimedir En’am suresi 108 ayet: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler”

Bunlar daha Peygamber Efendimiz zamanında insana ve düşünceye gösterilen saygının sevginin çok küçük bir örneği.

Anlaşıldığı üzere Hz.Mevlânâ’da ki sonsuz insana ve düşünceye gösterilen saygı tümüyle gerçek bir Müslüman da olması gereken vasıflarıdır. Muhammedi ahlakın en güzel bir şekilde yaşanmasıdır.

Ben Kur’an’ın kulu kölesi Hz. Muhammedin bastığı yerin toprağıyım dediği sözün hale dönüşmesidir.

Hz. Mevlânâ Mesnevi’de Cenâb-ı Allah Hz.Muhammedi ve onun varisleri olan büyük velileri de bu aleme ilahi rahmet olarak gönderdi diye buyurmuştur.

Tüm evrene ilahi bir rahmet olan Hz.Mevlânâ kimi bu rahmetin dışında görebilirdi ki; Çünkü, Yüce Mevlânâ,’nın sınırsız insan sevgisinde ve hoş görüsündeki temel esaslardan biriside; Müslümanlığın üzerinde hassasiyetle durduğu “ İnsan yaratılmışların en şereflisidir” âyet-i kerimesinin tecellisidir. Mevlânâ bu şerefin şuuruyla insanların tümünü kucaklamıştır. Yaratılmışları âşık olduğu yaratandan dolayı, herhangi bir nefs mücadelesine girmeden hoş görüp sevmiştir.



İnsanda ayıptan başka bir şey görmeyene binlerce ayıplar olsun diyen Hz.Mevlânâ yaratılmışlarda ayıp kusur aramak, başkalarıyla uğraşmak yerine, mümin müminin aynasıdır hadis-i şerifi gereğince onları ayna kabul ederek kendi eksiğini görüp, kendini düzeltme yoluna gitmiştir.



Hz.Mevlânâ’ya bunca edebi nasıl elde ettin diye sormuşlar, Edebi edepsizden öğrendim diye buyurmuştur. Bu nasıl olur diyenlere de yaptıkları edepsizlikleri gördüğüm zaman onları ayıplamak yerine kendim o çirkin davranışı yapmadım onları ayna kabul ettim böylece de edep sahibi oldum demiştir.

Yine bir menkıbe arz etmek isterim.

Hz. Mevlâna bir gün caminin önünden geçerken vaizin biride camide vaaz ediyor gayri Müslimleri de kasd ederek: çok şükür Cenâb-ı Hakk bizleri kafir yaratmadı diyormuş. Hz.Mevlânâ bu sözü duyunca bu vaizin hem kendisi sapık, hem de halkı sapıtıyor diye birden hiddetlenmiş. Yanındaki dostları bu durumu anlayamayınca : Bu vaiz kendisini hiristiyanların terazisiyle tartıyor bir dirhem ağır geldi diye de böbürleniyor. Gücü yeterse gelsin kendini ariflerin evliyaların terazisiyle tartsın o zaman kendi değerini, eksikliğini görsün de gece gündüz ağlayıp sızlayıp Allah’tan af dilesin diye buyurmuştur.

Önemli olan başkalarından kendimizi üstün görmek yerine, bizden daha ilerde olanları görüp kendi eksiğimiz fark etmektir bütün mesele bu.

O nedenle ki Mesnevi de hiç kimseye kafir deme herkeste onun ilahi emaneti var, insanların son nefesini nasıl vereceğini sen bilemezsin diye buyurmuştur.


Manevi büyüklerimiz: Terk edemediğin bir günah için ağlayıp sızlayıp kendini aciz görüp gece gündüz Allah’a yalvarıp yakarman; Terk ettiğin bir günaha sevinip kendine bir paye çıkarmandan daha hayırlıdır diye buyurmuşlardır.


Hz.Mevlânâ bu düşünce içerisinde Mesnevide şöyle demiştir: Herkes önce kendi ayıp ve kusurunu görseydi onu düzeltmeğe uğraşmaz mı idi. Fakat halk kendinden gafildir. Bu yüzdendir ki; kendi ayıplarını görmezler de hep başkalarının eksiklerini görürler onları söyler dururlar.

İnsanlarda ayıp kusur görmenin insanı nasıl telafisi mümkün olmayan hallere sürüklediğini de yine Mesnevide uzun uzun anlatmıştır. Konuyla alakalı olarak Hz.Pir’imiz Mesnevide çok bilinen bir hikayesi vardır arz etmek isterim.



Dört Hintlinin namazı

Dört Hintli Müslüman bir mescide namaza girdiler. İbadet etmek için rukûa vardılar, secde ettiler.

Her biri niyet etti tekbir getirdi, kendi noksanların, hatalarının idrâki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başladılar.

Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan Hintlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak; “Ey müezzin” dedi “ Ezanı okudun mu ? Yoksa daha vakit var mı ? Öbür Hintli namaz içinde olduğu halde, sus be kardeşim; söz söyledin namazın bozuldu, diye söylendi.

Üçüncü Hintli ikincisine: Be kardeşim dedi. Ona ne kusur buluyorsun ? sende namazda söz söyledin sen kendine bak sen öğüdü kendine ver.

Dördüncüsü de Allah’a hamd olsun ki, üçünüz gibi ben kuyuya düşmedim, yani bende sizin gibi namazda konuşarak namazımı bozmadım dedi.

Böylece dördününde namazı bozuldu. Şunun bunun hatasını ayıbını görüp söyleyenler, ayıplı kusurlu kişilerden daha çok hatalara düşerler yol kaybeder sapıklığa düşerler. Bir kimse birisinin ayıbını kusurunu görüp söylese o kusuru kendisi satın almış olur.



Evet sevgili dinleyenler arz ettiğim beyitlerde:

Dört Hintli Müslüman bir mescide namaza girdiler. İbadet etmek için rukûa vardılar, secde ettiler.

Her biri niyet etti tekbir getirdi, kendi noksanların, hatalarının idrâki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başladılar.

Bu beyitlerden anlaşıldığı üzere namaza duran bu kişiler hepten de cahil insanlar değiller kendi noksanlarının farkında olarak namaz duruyorlar. Bu bir kemal işaretidir. Buna rağmen namazda birbirlerinin hatasını görüp konuşabiliyorlar.



Lütfen ufkumuzu geniş tutalım Namazı sadece camide veya evlerimizde seccade üzerinde kıldığımız beş vakit namaz olarak algılamayalım.

Bakınız Divân-ı Kebirde ne buyurmuştur Hz.Mevlânâ:

Her zerrede her şeyde kainatı yaratan Allah’ın kudret ve kuvvetini görenler ve onun ilâhi güzelliğini kendilerine mihrap edinenler için yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû, yüz çeşit de secde vardır.

Namaz’da insan kendini Allah’ın huzurunda kabul eder. Diyelim ki namazda selam verdik seccadeyi topladık. Artık Allah’ın huzurunda değimliyiz.

Onun içindir ki Hz.Mevlânâ: Benim Tekkem âlem, medresem dünya diye buyurmuştur.

Gerçekte insanın sokakta, işte, hayatın her anında, Allah’ın huzurunda olduğunu unutmaması gerekmektedir. Burada sözü edilen dört kişi aslında hayatın içindeyken birilerinin eksiğini kusurunu görmüş bunu söyleyince de kendiside aynı hataya düşmüştür. Dikkat ederseniz dördüncüsünde sadece şükür vardır. O sadece şükrediyor Ya Rabbi çok şükür ben konuşmadım diyor. Onun bu şükrü dahi namazının bozulmasına neden oluyor bu da az evvel arz etmeye çalıştığım Camide vaaz veren vaizin halini anlatıyor.

Ayrıca bir kimse birinin ayıbını kusurunu görüp onu da söylese o kusuru kendisi satın alır diyordu arz edilen beyitlerde. Yine Mesnevi de anlatılan o dört kişi buna en güzel örnek bir birlerini uyarmak isterken kendileri de aynı hataya düştüler.



Şöyle bir soru akla gelebilir: birinin hatasını gördük ne yapalım söylemeyelim de o hatayı yapmaya devam mı etsin ?



Hayır efendim elbette söyleyeceğiz; elbette o yanlışı düzeltmek için bir gayretimiz, bir çabamız olacak bu konu yanlış anlaşılmasın.



Hz.Mevlânâ aynı zamanda Zalimleri affetmek Mazlumlara zulmetmektir diye buyurmuştur. Ne kadar önemli bir sözdür lütfen dikkat buyurunuz. Hoş görünün de bir bakış açısı, bir sınırı, bir adap ve erkanı vardır. Allah’ın hoş görmediğini, Peygamberin kabul etmediğini; Kul ne hakla hoş görür kabul eder olur mu böyle şey.

Kişi kendi nefsine ağır geleni affetmek hoş görmekle mükellef olabilir ama sorun toplumsal ise; herkesi ilgilendiriyorsa durum başkadır.

Konumuzla alakalı olarak bakınız ne buyuruyor Hz.Mevlânâ: bütün vücudun zehirlenmesini önlemek için yılanın ısırdığı parmağı kes at. Sen kesilen tek parmağı değil. Bu parmakla bütün bedenin zehirlenip helak olacağını düşün ona göre hareket et. Bu beyitler toplumu ilgili ilişkilerimiz çerçevesinde söylenmiştir.

Hz.Ali Efendimiz yüzüne tüküreni affetmiştir ama gerektiğinde de ZÜLFİKARI’ da elden bırakmamıştır.

Anlatılmak istenen; Birinde yanlış hata gördüğümüz zaman maksat onları ayıplamamak, küçümsememek, aşağılamamak, onu rencide edecek şekilde hatasını yüzüne vurmamak veya sağda solda dedikodusunu yapmamak. Hepinizin bildiği bir meseldir abdest almayı bilmeyen bir kişiye Hasan Hüseyin efendimizin abdest almayı göstermesi bizler için ne güzel bir örnektir bu.

Elbette insani bir vasıfla onu kırmadan incitmeden en zarif bir biçimde yanlışını düzeltmeye çalışmamamız en büyük insani görevimizdir.

Bunun en güzeli de, dil ile değil hâl ile yol göstermektir. Bir tasavvuf büyüğümüz gül yağı satıyorsan pazarcı gibi bağırmana gerek yok, bir parça sür o gül kokusuna insanların kendisi gelir bu ne hoş bir koku diye kendileri talip olurlar o kokuya derdi. Maksat gül yağını başkalarına satmaya çalışmadan önce biraz kendimizin de gül kokması.

Kaldığımız yerden Mesnevi beyitleriyle devam ediyoruz:

“Her insanın nefsâni huylarından ve hayvani ahlakından bir çok hastalıkları var, eğer kişinin merhemi varsa onu kendi başına sürmesi gerekmez mi ?

Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak o ayıbı iyileştirmenin merhemi ve ilacıdır. Bir kimse işlediği suçlar ve günahlar neticesinde pişman olur kırık ve dökük bir hale gelir tam bir vicdani pişmanlık duyarsa “ Bir kavmin azizi zelil olursa ona acıyın” “ Hadis-i şerifi o kişi tarafından yaşanmış olur”

Efendim ne kadar önemli değil mi ? Peygamber Efendimizin çok önemli bir hadis-i şerifini dil ile değil, hâl ile yaşamanın tek yolu günahlarımıza gönülden tövbe istiğfar edip samimi olarak pişmanlık duymak. Elbette böyle bir pişmanlık yaşayan kişinin şefaatçısıda kâinatın efendisi olur. Cenâb-ı Hakk cümlemize böyle bir gönül tövbesi, hâl pişmanlığı nasip eder inşallah.

Tekrar kaldığımız yerden Mesneviyle devam edecek olursak; “Bir müminde gördüğün ayıp ve kusur sende yok ise kendinden emin olma, kendine fazla güvenme ! Olabilir ki; o ayıbı sende bir gün işleyebilirsin; seninde o ayıbın kınadığın adam gibi halk için de yayılır etrafta duyulur.

Şeytan yıllarca iyi bir adla ömür sürdü. “Azzazil” diye melekler arsında aziz ve muhterem tutuldu. Sonra rezil ve rüsvay oldu. Bak da gör ibret al, adı ne idi, şimdi ne oldu”

Mesnevinin ikinci cildinde geçen arz ettiğim bu beyitlere gene en güzel şerh Mevlâna’mız tarafından Mesnevinin birinci cildinde yapılmıştır: “Bir gün Hz.Adem gurura kapıldı da ismi Azzazil iken şeytan olan iblise hakaret ve nefretle baktı. Kendini gördü, kendini beğendi de lânetlenmiş şeytanın işlerini beğenmedi onu kınadı ayıpladı.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’ın gayreti dile gelerek; “Ey tertemiz Âdem, sen gizli sırları bilmiyorsun” diye seslendi. Eyer Allah beklenilmeyen bir iş murat eder, lûtfu yerine kahrı tecelli ederse, dağı bile kökünden söker atar.

O anda senin gibi yüzlerce “Âdemin perdesini yırtar, yüzlerce ibliste yeniden Azzazil olur gider” Bu hitap üzerine Hz.Âdem, Allah’ım dedi,” Ben şeytanı kınayan ayıplayan görüş ve düşüncemden tövbe ettim. Bir daha böyle küstahca düşüncelere kapılmam.

Yâ Râbbi kullarını ayıplamak, onları kınamak, onlarda kusur ve eksik görmek

sadece sana yaraşır. Çünkü kusursuz, ayıpsız, eksiksiz bir tek sensin Yâ Rabbi”

Efendim; gördüğünüz gibi Cenâb-ı Hakk gerektiğinde Şeytanına bile laf söyletmiyor. Eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olan kullarına hangi cesaretle dil uzatabiliriz ki; Vessaelam hepimiz haddimizi bilip sadece kendi eksik ve kusurlarımızı düzeltme yoluna gitmekten başka çaremiz yok.

Hz.Mevlânâ’nın insanları hoş görmesi, onları hiçbir ayrım yapmadan sevmesi, saygı duyması, asla içi boş bir hümanistlik değildir. O eksiksiz kusursuz olarak sadece Cenâb-ı Allah’ı görüp, yaratılmışı yaratandan ötürü severek, yüksek bir hoş görüyle tüm evreni kucaklamıştır.

Bu âleme aşk dağıtılırken onda dokuzu bana, geriye kalan biride gelmiş gelecek tüm âşıklara dağıtıldı diye buyuran Hz.Mevlânâ; böylesine sınırsız bir ilâhi aşkla, tüm insanlık âlemini kapsayan evrensel sevgisi nedeniyle de; sekiz yüz yıldır çeşitli din ve düşünceden her toplum; Onu kendi idrâkleri ölçüsünde anlamaya, anlatmaya çalışmıştır.

Yukarıda arz edilen Mesnevi beyitlerinden de anlaşıldığı gibi sadece Cenâb-ı Hakkı kusursuz bulan Hz.Mevlâna nasıl olurda tüm insanları sevgi ve saygıyla kucaklamaz ki; işin gerçeği, özü de bu değimlidir ? Kusursuz insan var mıdır ? Kâinatın efendisi bile beşerim şaşarım dedikten sonra bizlere ne söylemek düşer.

Zaten bir insan eğer başkalarının yanlışıyla eksik ve kusurlarıyla uğraşacağına, kendi eksik ve kusurlarını görüp düzeltme yoluna gitse bütün mesele hallolacaktır.

Bu konuda NİYAZİ MİSRİ Hazretlerinin çok güzel bir sözü vardır:

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yar kalmadı

Ben beni terk eyledim bildim ki ağyar kalmadı

Hz.Mevlânâ’mız da Mesnevi şerifte: “Allah bir insana kendi eksik ve kusurlarını gören göz nasip ederse; başkalarında eksik ve kusur gören gözü de artık görmez olur. Cenâb-ı ALLHAH Settar-ul uyubdur kimsenin ayıp ve kusurunu asla ortaya dökmez. Ta ki O kişi başkalarının ayıp ve kusurunu ortaya dökmedikçe. Allah birisinin perdesini yırtıp ayıp ve kusurlarını ortaya dökmek; insanlar arasında zelil etmek isterse o kişinin başkalarını kınamasına ayıplamasına müsaade eder ona bu fırsatı verir.

Fakat ; Cenâb-ı Allah bir kimsenin de; ayıp ve kusurlarını örtmek onun günahlarını affetmek isterse; O kişi de; ayıplara günahlara bulaşmış insanların dahi ayıp ve günahlarını artık göremez olur.

Eğer ki sen insanların ayıplarını gören iki gözünü kapatırsan ancak o zaman öteki âlemi gören mâna gözün açılır; yoksa hep kör olarak yaşar; öteki âleme de kör olarak gidersin”

Efendim bildiğiniz gibi bir Kur’an ayetidir bu; dünyada kör olanlar öteki âlemde de kör olarak dirilirler diye.

Elbette bu körlük zahiri değil batini. Demek ki bu âlemde başkalarında ayıp kusur gören gözümüzü kapamadıkça mânâ gözümüzde açılmıyor. Kur’an-ı Kerimde sözü edilen mânevi körlük içerisinde yaşıyor öteki âlemde de kör olarak diriliyoruz.

Ayrıca Arz edilen öteki beyitlerden de şunu anlıyoruz ki; Bizler başkalarında ayıp ve kusur olarak gördüklerimizi ortaya dökmedikçe Cenâb-ı Allah’da bizlerin eksik ve kusurlarını ortaya döküp insanlar arasında zelil hor ve hakir bir hale getirmiyor.

Eğer Cenâb-ı Hakk tarafından hoş görülmek affedilmek bağışlanmak istiyorsak öncelikle kendimiz başkalarına karşı hoş görürlü bağışlayıcı ve affedici olmamız gerekiyor.

Sonuç olarak; etrafımızda ki insanları kendi istediğimiz gibi bir adam yapamayacağımıza, ve böyle bir şeyin asla mümkün olmadığına göre; mecburuz kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın istediği gibi kul yapmaya; bunu başarmak nasip olursa; işte o zaman hiçbir sorun da kalmayacaktır.

Konumuzla alâkalı Mesnevi’de çok güzel bir hikaye vardır arz etmek isterim.

ANASINI ÖLDÜREN ADAM

“Adamın biri hapse düşüyor; kovuşta bulunanlar hemen yanına giderek geçmiş olsun; seni hangi kader rüzgarı buraya attı diye soruyorlar.

Adam gayet sakin anamı öldürdüm diyor. Oradakiler birden hiddetlenerek ya hû sen ne kötü bir adammışsın insan hiç anasını öldürür mü diyerek onu kınamaya ayıplamaya başlıyorlar.

İçlerinden biri hiç mi analık hakları aklına gelmedi, insan hiç anasını öldürür mü ? O sana ne yaptı, ne işledi ki onu öldürdün diye üzerine yürüyor.

Anasını öldüren kişi kendini savunarak; anamı öldürdüm ama haklıyım çünkü o bir başkasıyla çok kötü utanılacak bir iş işledi diyor.

İçlerinden biri; olabilir çok kötü de olsa sonuçta ana anadır. Ananı öldüreceğine o işi ananla yapan adamı öldürseydin diyor.

Adam gayet sakin; eğer anamla o işi yapan adamı öldürseydim her gün bir kişiyi öldürmem gerekirdi. Çünkü anam o işi alışkanlık haline getirmişti. Her gün bir kişiyi öldüreceğime anamı öldürdüm kurtuldum diyor”

Hz.Mevlânâ’nın söylediği her hikayenin altında mutlaka anlatılmak istenen bir gerçek vardır.

O nedenle de; Bu hikayeden sonra aynen şöyle buyuruyor: “Ey insan hikayede geçen ana senin nefsindir. Nefsinin sembolüdür. Aklını başına alda sende nefsini öldür. Çünkü o çirkin huylu nefsin yüzünden her gün; her an; bir adamın canına kasd ediyorsun bu dünyada adamları öldürmekle bitiremezsin.

Eğer kendi nefsini öldürür onun isteklerini hiçe sayarsan onu dinlemezsen; habire yaptığın hatalardan şundan bundan özür dilemekten den kurtulursun, hem de etrafında hiç çirkin huylu kötü adam kalmaz”

Arz etmeye çalıştığımız Hz.Mevlânâ’daki insana sevgi, saygı ve hoş gürü konusunu toparlayacak olursak, Bilinmelidir ki; Hz.Mevlânâ’nın, bir kâmil mürşit olarak mânevi vazifesi yaratılışının gayesi çerçevesinde insanların hidayetlerine ve ebedi saadetlerine vesile olabilmektir. Bu ilâhi gayenin gayreti ve yüklendiği mânevi vazifenin şuuruyla; Onun engin hoş görüsünde, Tevhidin sırrı, Kur’an’ın nuru, İmanın şuuru ve Hz Peygamber Efendimizin ahlâkının engin huzuru bulunmaktadır.

Hazreti Mevlânâ sadece bir mütefekkir, bir mutasavvıf veya bir şair değildir. Evliya burcunun güneşidir. “ULEMÂ, ENBİYANIN VARİSİDİR” Hadisi hükmünce Hz.Peygamberimizin manevi vârisi, Velâyet sırrının tecelligahıdır.

Bir kez daha arz etmek isterim ki; Hz.Mevlânâ’da ki insan sevgisi asla içi boş bir hümanistlik değildir.

Hz.Mevlânâ’mızın Divân-ı Kebirde bulunan bir duasıyla sözlerimi tamamlıyor; bir sonraki İrfan Meclisine kadar sağlık, esenlik, huzur, aşk-u muhabbet içinde kalmanızı niyaz ediyorum. Hayra karşı olunuz efendim.

Ey benim yüce ALLAH’IM

EY yedi kat göğün rabbi. Ey arş-ı azimin rabbi.

Ey benim Rabbim. Ey her şeyin Rabbi.

Ey Tevrat’ı İncil’i, Zebur’u, Hak ile batılı ayırd eden, Kur’an’ı gönderen Rabbim

Ey tohumları ve çekirdekleri yeşillendirip bitiren Mâbudum.

Senin sevk ve idare ettiğin kudret eline boyun eğen her hayvanın şerrinden sana sığınırım.

Muhakkak ki, benim Rabbim, adâlet ve insaf üzerinedir.

Senin merhametine, senin lutfuna sığınan asla zarar görmez.

Ben senin lutfu merhametine sığınırım.

Ey yolunu kaybedenlere Hakk yolu gösteren Rabbim

Ey günah işleyenlere mağfiret eden.

Ey ayağı sürçenlerin yanılma hatalarını af eden Allah’ım

Hakkı bize hak olarak göster. Ona uymamızı bize nasip eyle

Batılı yanlış olanı da bize batıl olarak göster ve bize o yanlıştan sakınmayı da nasip eyle.

Allah’ım bizleri nefsin eline bırakma. Mahlukattan hiç birinin eline bırakma

Bir göz kırpması müddetince bile hatta daha az müddet bile bizleri bize bırakma

Ya Rabbi bizlere dost ol. Bizlere Hıfz edici ol. Yardım edici ol. İmdadımıza yetişerek, her halimizde, her işimizde inayetinle bizleri destekle yardımcı ol.

Ey her noksandan münezzeh olan

Ey bütün yaratılmışların padişahı olan

Ey doğmayan, doğurmayan, Hiçbir eşi benzeri olmayan Rabbim.

Sonsuz rahmetinle sen bizlere Rahmet ve merhamet et.

Bizim bu duamızı da huzur ilahinde kabul edilen dualardan et.

Allah’ım büyüğümüz Efendimiz Muhammed Mustafa hürmetine

Başkalarında ayıp ve kusur gören gözlerimiz kapat. Bizlere duyan kulak; hakikati gören göz nasip et.

Amin, Amin. Amin.

Hz. Mevlânâ’dan Sülûk Yolundakilere Uyarılar

Hz. Mevlânâ’dan Sülûk Yolundakilere Uyarılar

Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu



Bir tasavvuf ıstılahı olarak sülûk bir mürşid-i kâmilin idaresinde Allah’a vuslata çıkılan ve herkesin istidadı derecesinde makâm ve mevkilere ulaştığı manevî yolculuk, şeklinde tarif edilir. Sülûk bir şahsiyet eğitimi ve benliğin dönüşümü amelyesidir.

Ana rahminden vefat edene kadar bir insan, zaten manevî seferde ve kendi tahakkuku ile iç içedir. Tasavvuf yolundaki seyr-u sülûk, bu manevî eğitimi ve terbiyeyi belirli kurallara göre tanzim eder, manevî gelişimde hızlandırıcı ve sağlıklı bir rol ifâ eder.

Şüphesiz bu manevîyat yoluna giren sâlikin/dervişin, bu yolda dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Hz. Mevlânâ, hikemî pencereden bu hususlara dikkat çekerek sâlikleri/ dervişleri şöyle uyarır.

1. Sülûk Genç Yaşta Olursa Kolay Olur

Gençlik gibi enerji-yoğun bir dönemde, nefsi kontrol altına almak, büyük önem arzeder. Hz. Mevlânâ, gençken manevî terbiye yoluna girmeyi avantajlarıyla birlikte şöyle anlatır.

Ne mutlu gençliğini ganimet bilip, borcunu öder.

Kudretli günlerinde güçlü kuvvetliyken sülûku başarır.

Çünkü gençken yemyeşil ter ü taze bir bahçe gibidir

Meyvelerini esirgemeksizin bol bol yetiştirir

Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri sürekli akar

Bedenin zeminini (temelini) onlarla yeşertir.

Gençlik donanımlı ve tavanı çok yüksek

Dört duvarı sapsağlam bir eve benzer

Ne mutlu o kişiye ihtiyarlık gelip çatmadan

Boynunu liften örülmüş bir iple bağlamadan

Toprak çoraklaşmadan(sülûk) işini başarmıştır

Çünkü çorak topraktan asla güzel nebat bitmez.

Mevlânâ, verimli çağında bir dervişin, manevî eğitimini, gayret kemerini kuşanıp daha kolayca başarabileceğini bu şekilde revnaklı bir üslüpla dile getirir ve bu şekilde gençleri erken yaşta kemalât meyvelerini devşirmeye davet eder.

2. İhtiyarlıkta Manevî Eğitim (Sülûk) Zordur

Hikemlî bir zeminde bu fikri savunan Hz. Mevlânâ konuyla ilgili olarak şöyle der:

İhtiyârın gücü kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur.

Onun ne kendisine faydası olur ne de başkasına

Kaşları eğer kuskunu gibi aşağı düşer

Gözü yaşarır (fersiz kalır) görmez olur

Yüzü buruşur kertenkele sırtına döner

Dil konuşamaz, tat alamaz, dişleri kesmez olur

Gün artık geçmiş vakit akşam olmuştur.

Beden bir leş gibi sallanıp topallamakta

Manevî eğitim yolu ise oldukça uzun

İşyeri (yani beden) artık harap ve yıkık iş işten geçmiş

Bu mısralarıyla, Hz. Mevlânâ yaşlılıkta sülûk zorluğunu aşabilmedeki bedenî gücün za’afını öne sürer.

Ancak, Hz. Mevlânâ bu konuda da yaşlılara ümit ışığı yakarak şöyle der:

Sene geçti gitti vakit ekin (harman) vakti değil

Yüz karanlığı ve kötü amelden başka mahsul yok

Beden ağacının köküne artık kurt düştü

O’nu koparmak ve ateşe atmak gerek

Ey yolcu! Uyan artık kendine gel kendine

Vakit geçti ömür güneşi kuyuya yöneldi

Geri kalan bu iki günceğizinde kuvvetin varken

Bari şu ihtiyarlığını Hak yoluna sarfet

Elinde kalan şu son tohumu ek feda et ki

Bu iki anlık müddetle uzun bir ömür bitsin

Madem ki ışık veren bu çerağ henüz sönmedi

Kendine gel de hemen fitilini düzelt yağını tazele

Sakın yarın deme, zira ne yarınlar geçti

Ekin zamanı tamamen geçmeden artık uyan

3. Her Hâl ü Karda Sülûku Ertelememeli

“Yarın yapacağım diyenler helâk oldu” hadîs-i şerifi, insan hevasının, hayra rağbetten uzak vadilerde faaliyet icra ettiğini ve sürekli erteleme ile helake sürüklendiğini gösterir.

Mevlânâ Hazretleri bu hadis-i şerife telmîhen şöyle der:

Yarın öbür gün diye diye şu yankesici nefs

Hep ömürleri çalar gider

Bil ki bütün ömrün bu gündür ancak

Başka gün değil, gel de şu düzenbazın va’dine inanma

Varlık kemerini çöz de hizmet kemerini kuşan

Artık şu yalancı nefsinden kurtul gitsin

4. Sülûk Yolunda Hizmet ve Sadâkât

“Bir işe azmedince artık Allah’a sımsıkı sırtını daya!” (Âl-i İmran/159) âyet-i kerimesindeki azm etmek, ciddiyetle bir işe yönelmeyi ifade eder. Zira azm ve de buna ilaveten Allah’a dayanma olmadıkça hiçbir işte muvaffak olunamaz

Hz. Mevlânâ, azmdeki sadakata ve hizmete dair uyarılarını şöyle yapar:

Köpekler bile gönlünü ilk kapıya sıkı bağlar

Diğer köpeklere nasihat ederler:

“Kemik yediğin ilk kapıya sıkı bağlan

Yoksa Hak gözetmeyi terk etmiş olursun derler

Bu mısralarda görüldüğü üzere, terbiye edilecek nefis, köpek metaforuyla dillendirilir. Hz. Mevlânâ, köpek nimete nail olduğu kapıya nasıl edeplenmek üzere sadakatle bağlanırsa, bir sâlikin de aynı sadakatle, o büyük kapıya aynı şekilde bağlanması gerektiğini söyler.

Köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse

O kapıya bağlanır, hizmetkâr olur

Sonunda o kapıya bekçi olur, ona eziyet edilse

Hatta ona yemeği noksan verilse bile

O kapıyı asla asla bırakmaz

Orada kalır başka kapıya gitmez

Oraya dışarıdan bir garib köpek gelse

Kapıdaki köpekler onu gece gündüz terbiye eder

İlk gittiğin kapıya git oradan nimetlendin

O nimetin hakkı, gönlünü o kapıya rehin etmendir derler.

Bağlı olduğu kapıyı terkedip sadakat göstermemek, nimete şükür açısından da sıkıntılıdır davranıştır. Hz. Mevlânâ, sâlike sadakatle ilgili tavsiyelerini sürdürür:

Ey azgın köpek veliyy-i nimetine isyân etme

Tokmak gibi o kapıya bağlan o kapıda bekçilik et

O kapıda (tembel olma) çalışkan ol da

O kapıda sıçrayıp (yücelere) yükselesin

5. Sâlik Elde Ettiği Olgunlukla Gururlanıp Onu Teşhîr Etmemeli

Elde edilen olgunluğun ortaya saçılması, sâlikin başına çeşitli belâlar açar; zira hazine, saklanmak gerek. Hz. Mevlânâ bu konuyu şu şekilde açıklar:

Tavus kuşunun kanadı canının düşmanı olmuştur.

Bir çok hükümdarı da kuvvet ve azameti öldürmüştür

Masum ceylan göbeğindeki misk yüzünden avlanır

Tilkiye postu için tuzak kurulur, fil, dişi için öldürülür

Hz. Mevlânâ güzellikler içinde mahviyete, hiçliğe talib olmasının, sâliki selamete ulaştıracağını kaydeder ve şöyle der:

Tavus gibi kanadına bakma ayağını gör ki

Kötü gözler sana pusu kurmasın

Dağ bile kötülerin nazarıyla yerinden oynar

Kur’ândaki nazar âyetini oku da anla

Dağ gibi Hz. Ahmed (s.)bile yolda yağmur çamur yokken

Nazara uğradı da ayakları titremeye başladı

İbret al da dağ gibi (yüce bir insan olan) Peygambere bak

Bak O’na ey saman çöpünden daha değersiz olan adam

Artık bundan sonra kendindeki hünerleri

Kendindeki malı insanlara gösterme


6. Sâlik Manevî Hallerini de Gizlemeli

Sâlik, olgunlaşma yolunda zahirî nimetlerini setretmekle birlikte, manevî hallerini de gizlemeli. Hz. Mevlânâ, yine mecaz vadisinde bu hususu şöyle açıklar.

Mesela efendi yabancı bir yere gidince

Kölesine kendi elbisesini giydirir

Kendisi de kölesinin elbiselerini giyer

Kölesini kendisine efendi yapar

Kimsenin kendisini tanımaması gerektiği için

Köleler gibi onun ardından gider

Yani, kendini gizleyerek düşmanların fenâlıklarından korunmuş olur. Setr yapar, halini gizler. Hz. Mevlânâ, Senaî’den yaptığı alıntıyla bu konuyu farklı bir açıdan şöyle açıklar

İlâhî şarabı içtiğin yerde sızıp kal orada yat

Zira Meyhâneden çıkan sarhoş yolunu şaşırırsa

Çocukların (bilmezlerin) maskarası olur.

Her nereye gitse yalpalar çamura düşer

Onun halini anlamayan ahmaklar ona güler

O bu haldeyken peşine takılan çocuklar

Onun ne sarhoşluğunu bilir ne de şarabın neş’esini

Allah sarhoşundan başka herkes

Bu yolda çocuk mesabesindedir

Heva ve hevesinden kurtulan kişiden başkası

Buluğa ermiş (olgunluğa ermiş) değildir.

7. Sâlik, Dost Meclislerinde Bile Hünerini Göstermemeli

Hz. Mevlânâ, bu konuda da nefsin bir takım oyunları olduğunu göstererek sükûtî olmayı tavsiye eder.

Dost yolda arkadaştır, sığınaktır

İyi bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir

Dostlara, sevdiklerine ulaşınca sükût ol (sessizce)otur

O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma

İyi bir düşün de şu Cuma namazına bir bak

Herkes toplanmış tefekkür halinde susup durmaktadır

Sen de varını yoğunu (böylece mecliste) sükût diyarına çek

Nişan arıyorsan kendini nişâne yapmaya kalkış

8. Sâlik Sırlarını İfşa Etmemeli

Zirâ sırları ifşâ etmek, hedefe ulaşmaya engeldir.

Her sırrı ifşâ etmek doğru değildir

Zira bazen çift dediğin tek, tek dediğin çift olur

Şayet aynanın saflığını yüzüne karşı söylersen

Aynanın saflığı kaybolur buğulanır

Buğulanır da bizi göstermez olur

Hz. Mevlânâ, sır ifşâsının kalp aynasının buğulanmasına sebep olacağını söyler ve genel bir perspektif içinde sâlike şu üç şeyi tavsiye eder.

Şu üç şeyi söylemekten dilini tut;

Zehabın (kanâatin), zehebin (paran) ve mezhebin

Çünkü bu üçünün düşmanı çoktur

Düşmanın şayet bunları bilirse

Sana zarar için pusuda fırsat bekler

Sırrını bir tek kişiye dahi söyledinse

İşte artık o sırra “Elveda!”de

Zira iki kişiyi aşıp bir başkasına söylenen sır

Artık şayi olur, yayılır gider

Hz. Mevlânâ, istişare yaparken bile, sünnet-i Peygamberî (s.)’ye uyarak sırrı saklamak gerektiğini söyler.

Üstü örtülü ve sırrı açığa çıkarmadan

Kinayeli bir üslüpla meşverette bulun

Hazret-i Peygamber (sav) üstü kapalı istişâre ederdi

Cevap verenler, sırdan habersiz cevap verirlerdi

Sâlik’in değil kendi sırrını, başkalarının sırrını da saklamalıdır.

Allah bir kimsenin ayıp ve kusurunu örtmek isterse

Ona, ayıplı kulların ayıbını yaymama meyli verir.

9. Sâlik Kimseye Yük Olmamalı

Hz. Peygamber(S.)’in yere düşen kamçısını bizzat inip alarak kimseye yük olmamasını örnek gösteren Hz. Mevlânâ, şöyle nasihat eder:

Hz. Peygamber (sav): “Allah’dan cenneti istiyorsan

Kimseden bir şey isteme ki

Kimseden bir şey istemezsen, Ben kefilim

Cennete de girersin, Allah’a da ulaşırsın”, buyurdu

Bunu duyan sahabi bu kefillik yüzünden o hale geldi ki

Hz. Peygamber (s.) bir gün ata binmiş gidiyordu

Elinden kamçısı yere düşüverdi

Hemen inip kendisi aldı, kimseden istemedi

Kul ol da yeryüzünde at gibi özgür ol

Cenaze gibi kimsenin boynuna binme (yük olma!)


http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=372

21 Ekim 2007 Pazar

Dinde zorlama yoktur ne demek?

Bir kadını başörtülü diye devlet dairelerine, okullara, üniversitelere sokmamak…


Seçildiği meclisten “Dışarı!” diye bağırarak kovmak… “Bu kadına haddini bildirin” diye üzerine yürümek…


Diğerini başı açık veya perçeminden saçının teli görünüyor diye karakola götürmek, fotoğrafını çekmek, ısrarı halinde beş yıl şehirden sürmek…


Bir esnafı ezan vakti dükkanı açık tutuyor diye azarlamak, kapatmaya zorlamak…


Diğerini oruç tutmuyor diye sigaya çekmek, azarlamak, hatta pataklamak…


***


“Kim yapıyor bunları” diye sormayın; kaynak gayet sağlam, kimi yaşanmış, kimi de halen yaşanmakta...


Namaz kılmayana kaç sopa (veya kırbaç) vurulacağını tartışmak…


Kılmamakta ısrar ederse hapis, hatta mürted cezası (ölüm) gerektiğini “ulema içtihadı” diye savunmak…


“Nerede yazıyor bunlar” diye sormayın; kaynak gayet sağlam, yazılmış, kayda geçmiş “mezhep içtihadı” bunlar…


Din ya da laiklik adına yapılmış ne fark eder?


Türkiye, İran, Suud-i Arabistan, Afganistan olmuş ne yazar?


Yargıtay içtihadı olmuş, mezhep içtihadı olmuş ne önemi var?


Argümanlar farklı ama mantık aynı, önemli olan bu değil mi?


***


Tarih boyunca din ve devlet putları üretip duran coğrafyamız “özgürlüğü” ne zaman teneffüs edecek?


Tanrı adına insanı öldüren doğu ve insan adına Tanrı’yı öldüren batı, bu iki arasında kopmaz bir bağ, interaktif ve yaratıcı bir ilişki olduğunu ne zaman görecek?


İnsanların seçtiği din yani dünya görüşü ve yaşam tarzı karşısında, örneğin başörtülü ise Tanrılık taslamak, başı açık ise Tanrı’nın bekçisi pozlarına bürünmek doğru olabilir mi?


İslami dünya görüşü ve yaşam tarzı üzerinde yapılan zorbalıklara karşı, yazı yazmaktan öte, meydanlarda, sokaklarda ve nihayet mahkemelerde klasörler dolusu cevabım olduğu için, bu yazıda daha çok zorbalığın “dini dünyadaki” teorik kökleri ile yüzleşeceğim. Zira işin bu yanı “orada öylece duruyor.”


Yani yine iş başa kalmış durumda anlayacağınız…


***

Şimdi…


Allah’ın kitabı der ki: “Sen hatırlat, sen ancak bir hatırlatıcısın. Dayatan bir zorba değilsin.” (Ğaşiye; 88/21-22)


Ayette geçen “Sen musaytır değilsin” ifadesindeki musaytır, Türkçe’de “satır sallamak” deyimindeki satır ile aynı kökten gelir. Kasap (sâtır, settâr), kasap bıçağı (sâtûr) kelimeleri de bu kökten…


Buradan “dayatan, zorba” manası çıkıyor.


Kimi müfessirler Mekke’de inen bu ayetin, Medine’ye gelince savaş ayetleriyle birlikte nesh edildiği görüşündedir.


Bu durumda muhalefet yıllarında caiz olmayan bu iş, iktidara gelince meşru olmuş oluyor.


Konuştuğum bir Taliban görüşünü buraya dayandırmıştı da ne söyledimse ikna olmamıştı.


Mekke’de “Sen bir dayatan zorba değilsin” diyen Kur’an, Medine’ye gelince “Artık dayatan bir zorba olabilirsin, nasıl olsa güç eline geçti” diyor öyle mi?


Eğer zorbalık Mekke’de kötüyse Medine’de nasıl iyi olabiliyor?


Kur’an’da savaş ayetleri zorbalık yapılsın diye değil; tam tersi zorbalığı ortadan kaldırmak için inmiştir. Tamamı böyledir ve hiçbir istisnası yoktur. Buradan “Bütün sosyal içerikli ayetler ezilenlerden, mağdurlardan yanadır” gibi, “Bütün savaş içerikli ayetler zorbalığa maruz kalanlardan yanadır” şeklinde bir tefsir ilkesi daha çıkarabiliriz:


“Fitne (baskı, zorbalık) sona erinceye ve din (adalet) Allah için sağlanıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet sona erdirirlerse zalimlerden (zorba, despot, tiran) başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara; 2/193) vb.


Oysa az önceki “Sen dayatan bir zorba değilsin” ayeti Medine’de de geçerli olmak icabeder ve kıyamete kadar da geçerli olması gerekir. Çünkü Medine’ye gelince, nesh (yürürlükten kaldırmak, silmek) bir yana “Dinde zorlama yoktur” (Bakara; 2/156) ayeti ile teyid edildiğini, sürdürüldüğünü görüyoruz.


Çünkü bu ayetler evrensel bir yaraya parmak basıyor.


Bu yara, eline gücü geçirenin öteki insanlar üzerinde bazen Allah ve din namına, bazen de modernlik, çağdaşlık, laiklik vs. namına dayatan bir zorbaya dönüşmesidir. Kur’an argümanlarla uğraşmamış, mantığı kökünden kesmiş ama dinleyen kim…


Kur’an, peygamber üzerinden tüm Müslümanlara, din adına satır sallayan zorba (musaytır) değil; hatırlatıcı, hatırlatan (müzekkir) olmaları gerektiğini söylüyor.


Peki, Kur’an insanları hiçbir şeyde zorlamaz mı?


Onun da “Yeter” dediği “kırmızı çizgileri” yok mudur?


***


Az önce geçti, Kur’an’da hemen herkesin bildiği başka bir ayet var: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 2/256)


Bu ayet bir kimsenin din ile (İslam) kuracağı üç tür ilişkinin üçünde de zorlama olamayacağı manasına gelmektedir. Çünkü herhangi bir tahsis (sınırlandırma) yapmamaktadır. Şurada var, burada yok dememektedir.


Bir kimsenin “din ile ilişkisi” mantıki olarak üç türlüdür: Dine girmek, dini yaşamak ve dinden çıkmak…


Kanaatimce ayette her üçünde de zorlama, hele de “devlet zorlaması” yasaklanmaktadır.


Şöyle ki:


1- Dine girerken zorlama yoktur. Bu konuda ulemanın hemfikir olduğunu görüyoruz. Bir kişiyi müslüman yapmak için zorlama yapılamayacağına dair hükümler gayet açıktır. Burada fazla söze hacet yok… Bu haliyle kiliseyi zorla kabul ettirmeyi teolojik bir zorunluluk olarak gören ortaçağ Hristıyanlığının fersah fersah ilerisindedir.


2- Dine girdikten sonra da zorlama yoktur.
Yani dini kabul ettikten sonra, yaygın görüşün aksine dinin içinde de zorlama yoktur. Namaz, oruç, hac, başörtüsü gibi hükümlerin yaşanması veya yerine getirilmesi gibi hükümlerde de zorlama olamaz. Çünkü daha çok hukukullah (Allah’ın hakları) sınıfına giren bu gibi hükümlerde, ne Kur’an’da ne de Hz. Peygamber’in sünnetinde herhangi bir zorlama, hele de devlet zoruyla ceza öngörüldüğü görülmemiştir. Bu tür Müslüman bireye mahsus ibadetlerin ihlal edilmesi durumunda irşat, nasihat ve hatırlatıcı (müzekkir) olmak dışında yapılacak bir şey yoktur. Herkes hesabını yevm-i kıyamette Allah’a verir. Tabiri caizse bunların hesabını Allah kendisine bırakmaktadır.


Kur’an’ın müeyyide (cezaî yaptırım) öngören kırmızı çizgilerinin hukuku’l-ibad (kul hakları) sınıfına giren konularda olduğunu görüyoruz. Bu noktada iş ahirete bırakılmayıp dünyevi cezalar öngörülüyor: Öldürmek, çalmak, yol kesmek, gasp, hırsızlık, vurgun, soygun, iftira, fuhuş, zina gibi can, mal, ırz ve namus güvenliğini tehdit eden, ortak iyiyi (maruf) yani insan (kul) haklarını alenen çiğneyen suçlarda hukuk (şeriat) vazedildiğini görüyoruz. Dünyanın her yerinde hukuk, özü itibariyle bundan ibarettir.


Demek ki bu suçları işleyenler veya işlemeye yeltenenler “devlet zoruyla” etkisiz hale getirilebilir. İslam tarih, kültür ve dil evreninde “şeriat” dediğimiz şey, bugün adına “hukuk” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Dolayısıyla “Şeriat isteriz” demek, “Hukuk isteriz” demektir.


Devlet zor kullanma yetkisini elinde bulunduran yegane meşru otorite olduğundan, bu zor kullanma, zorbalığa karşı zor kullanmadır. Bu nedenle de, Hz. Ömer’in dediği gibi adalet mülkün (devletin) temelidir. Bundan saptığı an meşruiyetini kaybeder.


Şu halde devletin “ibadet-i mersume” dediğimiz -dar anlamıyla- ibadet yaptırma veya bunların bekçiliğini yapma gibi bir görevi bulunmuyor: Namaz kılmayana hapis, oruç tutmayana sopa, başörtüsü takmayana sürgün gibi uygulamalar dinde zorlama olacağından gayr-ı meşrudur. Veya tam tersi namaz kıldı diye hapis, oruç tuttu diye sopa, başörtüsü taktı diye sürgün vs. cezaları da kişiyi haklarından mahrum etmek olacağından gayr-ı meşrudur. Her ikisi de zor kullanma yetkisinin istismar edilmesidir.


İşte burası, zorbalığı önlemekle görevli meşru otoritenin, bizzat kendisinin zorbalığa dönüştüğü yerdir. Bu durumda ise düğümü “ma’şeri vicdan” yani saf bir yürek temizliği içindeki halk uyanışı, kitle itirazı çözer…


3- Dinden çıkmak isteyen için de zorlama yoktur. Dine girerken veya dine girdikten sonra zorlama olmadığı gibi dinden çıkarken de zorlama yoktur. Yani “Ben bu dinden çıkmak istiyorum” diyen birisine “Çıkamazsın” diye zorlama yapılamaz. Kur’an’da dinden dönenin (mürted) öldürülmesi diye bir ceza göremiyoruz. Böyle bir yola girenlere herhangi bir dünyevi ceza öngörülmüyor. Nasihat, irşat ve ahireti hatırlatma ile yetiniliyor (bkz. Bakara; 2/217, Maide; 5/54).


Yani musaytır (zorba) değil; müzekkir (hatırlatıcı) olmamız burada da isteniyor.


“Dinden döneni öldürün” veya “Müslümanın kanını dökmek ancak şu üç durumda caiz olur: Evlendikten sonra zina etmesi, cinayet işlemesi ve dinini terk edip cemaatten ayrılması…” türünden rivayetlerinin ise aslı yoktur. Sonraki çağlardaki iç savaşlarda ve isyan olaylarında iktidar çevrelerince meşruiyet kazanmak için uydurulduğu anlaşılıyor. Bu tür hadislerin uydurma olduğu defalarca ispatlanmıştır (ör. bkz. İslam’a yamanan sanal şiddet: Recm ve irtidat meselesi, Prof. M. Hayri Kırbaşoğlu, İslamiyat dergisi, Ocak-Mart, 2002).


Daha iyimser bir yorumla, dönemin şartları gereği, namaz kılmamak, zekat vermemek, sultanın kıldırdığı cuma namazını protesto etmek gibi tavırlar otoriteye itaatten dönerek cemaatten ayrılmak yani dinden dönmek olarak algılanmıştır. Dini bir toplumda siyasi bir kalkışma dini terimler kullanılarak bastırılmıştır.


Çağımızda parayı yırtmanın veya bayrağı yakmanın devlete karşı gelmek olarak algılanması, hatta bazen anayasal düzeni zorla değiştirmek olarak yorumlanıp ölüm veya müebbet hapisle dahi cezalandırılması gibi. Oysa o çağdaki insanlar bunu duysa “Bir kağıdı yırttı veya bir bezi yaktı diye ceza mı olurmuş” derler ve şaşarlardı.


Tıpkı bizim Ebu Hanife’nin Emevi sultanının kıldırdığı cuma namazına zorla götürülmeye çalışılması ve zindanda işkence altında öldürülmesine şaşmamız gibi…


Yine günümüzde, örneğin İran’da, yönetimdeki mollayı eleştirmenin İslam’a, Allah’a, peygambere ve imamlara hakaret veya Türkiye’de bir generali eleştirmenin, halkı ordudan soğutmak, cumhuriyete ve Atatürk’e hakaret olarak algılanması gibi.


O çağlarda da sultanı eleştirmek, ona biat etmemek, verdiği hutbeyi protesto için cuma namazına gitmemek, vergi vermeyi reddetmek vs. namazı, zekatı inkar etmek, peygamberin vekili olan sultana hakaret, ona itaatten dönmek, cemaatten ayrılmak yani irtidat etmek (vatandaşlıktan çıkmak, vatana ihanet!) olarak algılanıyordu. Bir de savaş çıkıp da “bağiler” öldürülünce, “mürtedler” cezalandırılmış oluyordu.


***

Demek ki “siyasi iktidar için dini fetva” olarak doğan irtidat fıkhının, iktidarı tarih olmuş fetvası hala sürüyor. Bugün için artık bunlar alelade dinden dönme olaylarına nasıl uygulanır?


Artık Müslüman askeri tarım imparatorlukları (ihya) çağlarında, onların teyidi ve ikamesi için üretilen irtidat fıkhının manası kalmamıştır. Üstelik Kur’anî bir dayanağı da yoktur, temelsizdir…


***

Bakınız, “Din bir vicdanı işi” değil; “Vicdanla başlayan bir iştir.” Kökünde sevgi ve merhamet, gövdesinde akıl ve vicdan, dallarında özgürlük ve adalet, meyvelerinde ise dünya ve ahiret mutluluğu vardır.


Tapınak ve keşiş dininden değil; gerçek hayat dininden bahsediyoruz.


Bu dinin kilisesi, papazı, din adamı, keşişi, rahibi yoktur. İslam imanı halkın gönlünde yaşar, “ma’şeri vicdanda” kök salar, özgür vicdanlarında boy atar. Toplum için yaşam kaynağı olan “Adalet devleti” vardır. Onunla da can, mal, akıl, nesil, ırz gibi insanoğlunun temel değerlerini koruyup kollar; her tür zorbalığa mani olur. İslam’da devletin manası bundan başka bir şey değildir.

Bir kimse İslam’dan döndü diye İslam’ın şerefi azalmaz. İslam kişiyle değil; kişi İslam’la şeref kazanır. İzzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir.


Dünya zaten zorbalardan geçilmiyor. “Şu kalpsiz dünyanın kalbi”, insanlığın basireti ve vicdanı olan Kur’an’dan dahi din namına zorbalık çıkarılacaksa, artık tuz da kokmuş demektir…

http://www.haber10.com/makale/7403/

15 Ekim 2007 Pazartesi

Simurg


Rivayet olunur ki,

Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Agacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.

Kuşlar Simurg'a inanır,

O'nun kendilerini kollayacağina ve zor günlerde kendilerini kurtaracagına güvenirmiş..

Gel zaman, Git zaman, Kuşlar Dünyası'nda işler ters gitmeye baslamis.

Simurg bekleniyormus. Ancak ne gelen varmış ne de giden.

Simurg ortada gorunmedikce varligi sorgulanir ve de umutlar yiter olmus.

Derken bir gun, uzak bir ulkede bir kus surusu, Simurg'un kanadindan bir tuy bulmus.

Simurg'un var oldugunu anlayan tum kuslar toplanmislar ve

hep birlikte Simurg'un huzuruna varip yardim istemeye karar vermisler.

Ancak Simurg'un yuvasi etekleri bulutlarin uzerinde olan Kaf Dagi'nin tepesindeymis.

Oraya varmak için Yedi Dipsiz Vadi'yi aşmak gerekirmiş.

Kuşlar hep birlikte havalanmışlar.

Yolda yorulanlar ve de dusenler olmus. Vaz gecenler de cokca imis.

Once Bulbul geri donmus - Gul'e olan askini hatirlayip ;

Papagan o guzelim tuylerinin yiprandigini bahane etmis, Oysa tuyleri yuzunden kafese kapatilirmis ;

Kartal yukseklerdeki kralligini animsayip donmus geriye ;

Baykus yikintilarini özlemiş ;

Balikcil ise batakliginin ozlemine dayanamamis...

Vadiler uzerinden uctukca sayilari gittikce azalmis ucan kuslarin.

Bes Vadiden gecen gecmis.

Altinci Vadi " Saskinlik " ve Yedinci Vadi " Yokolus " ta kalan kuslar umutlarini hepten yitirmis.

Kaf Dagi' na vardiklarinda geriye sadece Otuz Kus kalmis.

Simurg'un yuvasini buldukarinda ogrenmisler ki, Simurg Anka ' Otuz Kus ' demekmis.

Onlar birer Simurg'mus.. Her biri bir Simurg..



Feridüddin-i Attar

GÖNÜL KÂBESİ - H.Nur Artıran

Şefik Can Divân-ı Kebir clt.3.1356.

Şefik Can Divân-ı Kebir clt.2.no: 870

Eğer senin gönlün varsa,

git gönül kâbesini tavaf et!

• Eğer senin gönlün varsa git de gönül kâbesini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe'nin mânası gönüldür!

• Cenab-ı Hakk , görünen ve bilinen sûret kâbesini tavaf etmeyi, kirlillklerden temizlenmiş bir gönül kâbesi elde edesin diye sana farz kılmıştır!

• Şunu iyi bil ki, sen, Allah evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe'ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez!

• Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin!

• Allah'ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk; "Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!" diye buyurur!

• "Çünkü. altın ve gümüş, bizim için hiç bir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir!"

• Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsi'den de, Levh'den de, Kalem'den de!..

• Harap gönül, Hakk'ın nazargahıdır, Hakk'ın baktığı, Hakk'ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kuvvetlidir!

• Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk'ın nazarında hacdan da, umreden de değerlidir!

• Hakk'ın defineleri, harap gönüldedir! Harabelerde, pek çok defineler gömülüdür!

• Mutlu olmak, manen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak!

• Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynaklan fışkırır, akar!

• Dilinden sel gibi ab-ı hayat akar; nefesin, Hz. İsa'nın nefesi gibi, hastalıklara deva olur!

• iki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; "Sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım!" hadîsinin manasını düşün!

• Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekanın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı?

• Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz!

12 Ekim 2007 Cuma

Tebaa ve itizalciler

TEBAA VE İTİZALCİLER

(İtaat edenler ve karşı çıkanlar)

İnsanlar var ki güçlü iktidarlara hayrandırlar; disiplini ve ordularda görülen, amiri ve memuru belli olan düzeni severler.
Yeni kurulan şehir semtleri, sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı olan evleriyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formları, gösterileri, resmi geçitleri ve bunlar gibi hayatı " güzelleştiren" ve kolaylaştıran şeyleri beğenirler. Bilhassa her şey " kanuna uygun" olsun isterler. Bunlar tebaa zihniyetli insanlardır ve tabi olmayı; emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince methedilmeyi, onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst vatandaşlardır. Tebaa iktidarı, iktidar da tebaatı sever. Onlar beraberdir, bir bütünün parçaları gibi. Otorite yoksa bile tebaa onu icad eder.

Öbür taraf mutsuz, lanetlenmiş veya lanetli ve daima gayri memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni bir şey isterler ; ekmek yerine hürriyetten, intizam ve barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler. Geçimlerini hükümdara borçlu olduklarını kabul etmeyip, bilakis, hükümdarı da kendilerinin beslediklerinden bahsederler. Bu daimi itizalciler umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa, insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve isyancılar ise tek bir tanrıya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa, hakiki din de hüriyete mani değildir.

Bu iki gruptan hangisine mensup olduğunuza kendiniz karar verin.

Doğu ve batı arasında İslam- Ali İzzetbegoviç sh.243

11 Ekim 2007 Perşembe

Canlar canını buldum

Canlar canini buldum bu canim yagma olsun
Assi ziyandan geçdim dükkanim yagma olsun

Ben benligimden geçdim gözüm hicabin açdim
Dost vaslina ulasdim gümanim yagma olsun

Benden benligim gitdi hep mülkümü dost tutdu
La-mekan kavmi oldum mekanim yagma olsun

Ikilikden usandim ask donunu donandim
Derdi hanina kandim dermanim yagma olsun

Varlik çün sefer kildi ondan dost bize geldi
Viran gönül nur doldu cihanim yagma olsun

Geçdim bitmez saginçdan usandim yaz-u kisdan
Bostanlar basin buldum bostanim yagma olsun

Taalluktan üzüstüm ol dostdan yana uçtum
Ask divanina düstüm divanim yagma olsun

Yunus ne hos demissin bal u seker yemissin
Ballar balini buldum kovanim yagma olsun

10 Ekim 2007 Çarşamba

KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK

Aşağıdaki öykü çok hoşuma gitti ve sizlerle paylaşmak istedim. İngilterede
çoçukları böyle eğitiyorlarmış.

Sevgi ve sağlıcakla kalın

Sanki öykü değil, Türkiye’nin son 50 yılı.

Ya bu öyküyü yazan Türkiye’den esinlendi,

ya da Türkiyeyi “Kırmızı ibikli Tavuk”a çevirenler

bu öyküden esinlendiler.

Yok bunun başka açıklaması.

KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK

Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük

bir tavuk yaşarmış.

Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel

çiftlikte çok mutlu

bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş

ve bunları ekerek

daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak

nasıl ekeceğini

bilmediği

için

arkadaşlarından yardım istemiş:

“- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım

edecek ?”

Ördek cevaplamış:

“- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve

tohumu satabilirim.

Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve

istediğin kadar

buğday

alırsın.”

Domuz oradan seslenmiş:

“- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen

ürünlerini ben satın

alırım.”

Fare hemen atlamış:

“- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek

için gereken parayı

sana borç verebilirim, sonra ödersin.”

Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli

şirin tavuk, bu sözler

sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan

vazgeçmiş. Ancak

kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım

istemiş:

“- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?”

Ördek:

“- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi

için gereken

gübreyi sana satabilirim” demiş.

Domuz:

“- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri

zararlı

böceklerden

korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana

satarım” demiş.

Fare de:

“- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana

borç olarak veririm

” demiş.

Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış,

çalışmıııııış

çalışmış. Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten

daha zormuş ve daha

çok

gübre

ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok

zengin olacağını hayal

ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve

gerçekten de tavuk

çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren

arkadaşlarına

seslenmiş:

“- Kahveleri satmama kim yardım edecek?”

Ördek:

“- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve

paketlemek için benim

fabrikama getirmelisin.”

Domuz:

“- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve

ektiği için kahve

fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.”

Fare:

“- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana

verdiğim borçları ödemen

lazım.”

Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına

varmış ve buğday

yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu

anlamış, çünkü borç

içinde

imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan

ölmemek için yine

yardım istemiş:

“- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?”

Ördek:

- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.”

Domuz:

“- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği

için buğday eken de

kalmadı, yiyecek yok.”

Fare:

“- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını

ödemediğin için para

yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk

olursan, belki

senin

o

tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday

yetiştirmene izin

verebilirim.

Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz,

artık farenin olan

eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını

doyurmaya çalışıyor.

Kaynak : İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı

olarak okutulan “The

Little Red Hen” kitabı

Sünnî veya Şiî olmak zorunda mıyız?

Sünnî veya Şiî olmak zorunda mıyız?

Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi

-----------------------

Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi.

“Büyük Şaytan”, daha önce Şiîlere saldırttığı, Kürtlere kimyasal bomba attırttığı Saddam’ı, döndü Kürtlere yargılattı, Şiîlere astırdı. Malum, yargılayanlar Kürt, asanlar Şiîydi.

Hani o tipik “emperyalist” taktik vardı ya; böl, parçala, yut politikası…

Tıkır tıkır işliyor.

Ve hiç birimiz hiçbir şey yapamıyoruz.

Müslüman dünya tam bir akıl tutulması yaşıyor.

Şiîlik veya Sünnîlik artık para da etmiyor.

Iraklı ve İranlı Ayetullahlar “Sünnînin kanı Şiîye haramdır” diye açıklama üstüne açıklama yapıyor. Mekke’de Şiî ve Sünnî alimler toplantısından ortak beyanatlar çıkıyor; ama nafile…

Türkiye’de bir zamanlar, sağcı ve solcu kahvehanelere “aynı silahla” ateş edildiğinin ortaya çıkması gibi, Sünnî ve Şiî camilere “bir el” aynı silahlarla ateş ediyor, bomba atıyor. Tam anlaşma sağlanmışken, bir de bakıyorsunuz patlamalar, kurşunlamalar yeniden başlıyor.

“Büyük Şeytan”, zayıf karnımızla oynamayı, oraları deşmeyi çok iyi beceriyor. Buldu kaynağı, keyifle deşeliyor, yarayı kanatıyor, kışkırtıyor, bizimle oyum oyum oynuyor.

Ve biz, hepimiz çaresizlik içinde seyrediyoruz.

***

Peki, suçu büyük şeytana atıp, işin işinden çıkmak öyle kolay mı?

Düştüğümüz bu halden Müslüman dünyanın hiç mi kabahatı yok?

Bir “yara” var ki adamlar deşeleyip duruyor.

Bu yarayla sen zamanında yüzleşmemiş, yangına körükle gitmişsin. Şiî ve Sünnî itikatları oluşturmuşsun. “Şiî veya Sünnî olunmadan Peygamberin yolundan gidilemez” demişsin yıllarca. “Şiî veya Sünnî olmak zorunda mıyız?” diyenlere mezhepsiz, telfikçi, itikadı bozuk vs. diyerek dışlamışsın. Velhasıl Şiîliği veya Sünnîliği bütün zamanların “imanı” haline getirmişsin, din yerine koymuşsun.

Şimdi çek ceremesini, dövünmek vaktidir bu an.

***

Hz. Peygamber, veda hutbesinde “Bu söylediklerimi, burada olanlar olmayanlara anlatsın, belki onların içinden daha iyi anlayan çıkar” buyurmuş…

“Bu ümmetin başı mı sonu mu hayırlıdır bilinmez” demiş…

Ne demek bunlar?

Bunu, Şiîliğin veya Sünnîliğin rantını yiyenler söyleyemez, ben söyleyeyim:

“Öncekiler de yanlış yapabilir” demek!

Öncekiler de sonrakiler de…

Demek ki “Öncekiler hep iyi yaptı, ne yaptılarsa iyiydi. Biz onlardan farklı bir şey yapamayız” diye bir şey yok.

Akif’in dediği gibi “Böyle gördük dedemizden” sözü dinen merdud.

Şimdi, kendisine Şiî veya Sünnî diyerek, İslam’ı iyi anlamanın yegane yolu olarak bu ikisinden birine tabi olmayı şart görenlere soruyorum: Elinizde “Böyle gördük dedemizden” mazeretinden başka ne var?

Boşuna eyet hadis sıralayarak Şiî veya Sünnî olmamızın vacip olduğu edebiyatı yapmaya kalkmayın. Bunların hepsinin yeri tarihin çöp sepetidir. Tarih ve hayat bunun böyle olmadığını göstermiştir. İspatı işte Irak’tır. Dahası Çaldıran’dır, hatta Sıffin’dir.

Bütün o küf bağlamış sayfalar, varaklar, Şiî ve Sünnî itikatları, amentüleri fostur.

İstediğiniz kadar ayet, hadis sıralayın. 72 fırka edebiyatı yapın, fırkay-ı naciyeler düzün. Hz. Peygamber ne Şiî idi, ne de Sünnî. Ne Hz. Ali Aleviyim dedi, ne de Hz. Ebubekir Sünnîyim.

Bütün bunlar hep onlardan sonra ve “onlara rağmen” ortaya çıktı.

Fakat gel gör ki onları geçti.

İnsanlar şu an Şiî veya Sünnî olduğu için mutlu mu oluyorlar?

Ne işe yarıyor sizin bu Şiîliğiniz veya Sünnîliğiniz?

Hesaplaşma, kan, revan, kıyım…

Tarihte de böyleydi. Çünkü işin doğuşu sakat, yanlış.

Bunların hepsi tarihin altında ezilmek, geçmişi kutsamak, öncekileri yanılmaz kabul etmek, zamanı onların çağında dondurmaktan başka bir şey değil.

Tarih, şu an derin bir sessizlik içinde değil mi?

Kulak ver dinle; bir ses, bir seda işitebiliyor musun Çaldıran’dan, Sıffin’den, Cemel’den…

Tarih bir olaylar yığınından, tecrübe ve birikimden, bundan dolayı da zenginlikten başka nedir ki? Ve bu olaylar yığınından, zenginlik, tecrübe ve birikimden bir sonuç çıkaramıyor, tarihi tekerrür ettirip duruyorsan, müstahaksın, çek ceremeni, dövünmek vaktidir bu an.

***

Tabiîki bu tarih, o geçmiş, şu kalbura dönmüş coğrafya her şeye rağmen bizim. Acısıyla tatlısıyla, günahı ile sevabı ile üstleneceğiz. Geçmişin yükünden kaçmayacağız. Yenilmiş ve yıkılmış bir uygarlığın sorumsuz nesilleri olmak bize yakışmaz. Bu tarihin ve coğrafyanın, varsa insanlığa bir borcu hepsi bizimdir, üstleneceğiz. Varsa bir suçu, hepsi bizimdir onlar adına hesabını vereceğiz. “Bize ne” demiyeceğiz. Bu tarihi sahipleniyorsak, kendimizi onların yerine koyuyoruz demektir. Onlar adına insanlığın önünde şu an biz varız ve onları savunmasız ve yapayalnız bırakmayız. Bizden sonrakilerin, bize de aynısını yapmasını istemiyorsak bu sürekliliği gözetmek zorundayız.

Bu cennet bu cehennem bizim.

***

Fakat bütün bunlar tarihin altında ezileceğimiz anlamına gelmez.

Geçmişe “sünger” çekmekten değil “süzgeç” olmaktan bahsediyorum.

Tarih akıyor ve “Zamanın Sahibi” her an yeni bir iş ve oluşta…

Yepyeni alemler/durumlar mümkündür. Yeniden doğuş, tazeleniş muhal değildir. İbret geçmişte olabilir; ama umut bugünde ve gelecektedir.

Şurası bir gerçek ki, bir mağarada varoluş sancıları çeken bir öksüzün dünyaya getirdikleri, bir güneş gibi insanlığın şafağında doğan o muazzam mesaj, ne yazık ki doğduğu topraklara gömülmüştür. Pers’in ve Bizans’ın köhnemiş telakkileri onu istila etmiştir. “Rum” suresinin öncesine dönülerek, Pers-Roma rekabetinin, İslâm içinde Şiî-Sunnî kılıfı altında yeniden hortlatılmasına mani olunamamıştır. Buna çanak tutulmuş ve fakat farkına bile varılamamıştır. Dünya, var gücüyle, içerden ve dışarıdan o mağaradan yükselen sesin üzerine yürümüş, onu boğmak ve yok etmek için elinden geleni ardına koymamıştır. “Söyletmen vurun” diyerek, “Böyle gördük dedemizden, bu de nereden çıktı” diyerek saldırmışlardır; hala da saldırmaktadırlar.

Oysa o mağaradan dünya semalarına yayılan, karanlık dehlizleri yırtarak yükselen bir insanlık parıltısıydı.

Bunları şunun için söylüyorum:

Kur’an’da şöyle bir ayet var: “Size söz verilen şey de rızkınız da göktedir (sema).” (Zariyat, 51/22)

Yani: 1- Size sözü edilen cennet ve cehennem ile yediğiniz rızıkların kaynağı göktedir. 2- Kendine bak, yeryüzüne bak, kendine güven ve göklere yönel. İstikbalin, geleceğin, rızkın, sana söz verilen engin ufuklar oradadır. 3- Bir şeyi aşmanın yolu ondan daha yükseğe (sema) sıçrayabilmektir. Bu nedenle içinde bulunduğun durumdan ümitsizliğe kapılma. Tarihin, geleneğin, tabiatın, kendinin ve konjoktürün zindanlarından kurtul. Bunların seni ezmesine fırsat verme. Tıkandığın yerde, tıkanıklığı aşacak yeni bir hamle yap; tıkanıklığa neden olan şartları aş, gerilimin dışına çık, seni boğan karanlık dehlizleri yırtarak yüksel…

***

Şimdi, şu Şiîlik-Sünnîlik gerilimini “yırtarak aşmanın” zamanı gelmedi mi?

Hep böyle geçmişin olumsuz mirası altında ezilip duracak mıyız?

Tarihin tortularını sürdürmek zorunda mıyız?

Bizim olmadığımız bir dünyada ortaya çıkmış gerilimleri, ayrılıkları, gayrılıkları, hataları, yanlışları sürdürüp durmak akıl tutulması değilse nedir?

Rızkımız (ekmeğimiz, aşımız, geleceğimiz, hayatımız) ve bize vaat edilen şey (vahdet, birlik, güç, kudret) bu gerilimleri aşmada, yeni bir hamle ile sıçrama yapmada değil midir?

Bu sıçramayı yapmaya engel olan nedir?

İran devrimi günlerinde söylenen ve fakat kendilerinin de aşamadığını gördüğüm o sloganı tarihî, siyasî, mezhebî bütün gerekleri ile birlikte hayata geçirmenin zamanı çoktandır geldi geçiyor; “la Şiîyye la sünniye İslâmiyye İslâmiyye…”

Ben bunu laf olsun, birlik beraberlik mesajları versin diye söylemiyorum. Bütün gerekleri ile birlikte teorik ve pratik olarak yaşıyorum: “Şiî imamet mitolojisini” ve “Sünnî saltanat ideolojisini” aşmadıkça İslam dünyasının önünde yeni ufuklar açılmayacaktır!

İnşa çağında, ihya çağlarından kalma bu gerilimleri artık aşmalıyız. İnşa çağının Müslümanı kendini Şiî veya Sünnî olarak adlandırmak zorunda değildir. Hele bu davaları sürdürmek zorunda hiç değildir.

Geçmişin iyilikleri, güzellikleri, doğrulukları bizim; hepimizin, yanlışlıkları kendilerinindir. Hesabı bize kalsa da, ceremesini biz çekiyor olsak da yanlışlar ilelebet süremez; iyilik, güzellik, doğruluktur baki olan.

Şu Şiî-Sunnî davası Müslüman dünyanın bir yanlışıydı. Bunu kabul edelim. Tevhid dinine, bölgeyi ve insanlığı Pers-Roma rekabetinden kurtaran vahdet dinine hiç yakışmadı, yakışmıyor. Hala dava edip durmanın kime ne faydası var?

Makus talihi çevirecek, yaraları saracak, tekrar Rum suresinin o muazzam mesajını diriltecek bir önder, bir fikriyat, bir heyecan, bir topluluk çıkacak elbet bu ümmetten; yeter ki bu ülküye çağırın, icabet edilecektir.

Allah’a ve ahiret gününe inanan, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alan, bizzat peygamberi uyulacak en güzel örnek kabul eden, doğruluk ve dürüstlük yolundan (sırat-ı müstakim) şaşmayan, saf bir yürek temizliği içinde (ihlas) yüzünü fıtrat dinine çeviren, ana insanlık yolundan (hablun minennas) yürüyen, bunu aynı zamanda Allah’ın yolu belleyen sade bir “Müslüman” olmak yetmiyor mu? Bundan daha güzel ne olabilir?

Akif’ten ilhamla, söz geldi, tam yeri:

Ne Sünnî ne Şiî, bırakınız, sade Müslüman olunuz.

Ben ki “Sünnî” bir muhittenim bunu benden duyunuz.

Her hizip kendinde olanla sevinir; bense kurtuluşu O’nda buldum.

“Hâşa, asla” derseniz, başka bir şey diyemem işte perişan yurdum.

recepihsan@gmail.com

Samuray iş adamlarının ahlak kodları

Küçük işlerle vakit kaybetmeyin; büyük işletmeler kurun.


Bir işletmeyi başlattığınızda, başaracağınızdan emin olun. (Kendinize güvenin.)


Spekülatif işlere girişmeyin.


Bütün işletmeleri, millî çıkarı gözeterek çalıştırın.


Halka hizmetin saf ruhunu aklınızdan çıkarmayın.


Gayretli ve tutumlu olun; başkalarını da düşünün.


Uygun personelle çalışın.


İşgörenlerinize iyi davranın.


Girişime başlarken cesur olun; fakat işi yürütürken kılı kırka yarın