18 Ağustos 2010 Çarşamba

Yunus Emre

* Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül !..Bir küçük meyve için, dalı incitme gönül..! Başın olsada yüksek, gözün enginde gerek !..Kibirle yürüyerek ; Yolu incitme gönül...! * Yunus Emre ?

7 Ağustos 2010 Cumartesi

H. Nur Artıran ile Ropörtaj - "Çok iyi bir göz doktoruna beyin ameliyatı yaptırmazlar. Elbette âşıklar medresesininde bir kuralı var. ”

http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=77


23 Temmuz 2010
Mevlevilik konusunda yapılan akademik çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Bu anlamda AŞK’IN SULTANLARI sempozyumu Mevleviliği tanıma anlamında nasıl bir görevi olacak?


Bendeniz akademik olarak, Hz.Mevlânâ, Mesnevî ve benzeri konularda çok ciddi çalışma ve araştırmaların yapıldığına inanıyorum. Gerek ülkemizde gerek yurt dışında konuya duyarlı bir çok üniversite ve akademisyenler olduğu gibi, gerçektende çok büyük bir gayret ve özveriyle bu konuda hizmet verenler de çoğunlukta. Bunları ve hizmetlerini görmezlikten gelmek haksızlık olur. Tasavvûfî olarak üzerine en çok çalışma ve araştırma yapılan Hz.Mevlânâ ve Mevleviliktir. Samimiyetle hizmet eden herkese gönülden şükran borçluyuz. Fakat; Mevlevîlik Hây’dan gelip, Hû’ya giden Hakk âşıklarının yoludur. Bu söz halk arasında beyhûde bir ömür sürmek gibi anlaşılsa da işin gerçeği başka. Aşıklar sulatanı Hz.Mevlânâ bir beytinde şöyle der:



AŞK söze sığmaz

AŞK Kelama gelmez

AŞK istemekle anlaşılmaz

Aşk öyle bir denizdir ki dibi görünmez

Denizin katreleri damlaları sayılmaz

Yedi deniz bir araya gelse

Aşk’a katre bile olmaz



Şu bir gerçeki; yedi deniz bir araya gelse katre bile olamadığı Aşk’ı ve âşıkları ne kadar söylerseniz söyleyin , ne kadar anlatırsanız anlatın, isterse yüzlerce cilt kitap yazın gene de, aşk’ı ve âşıkları anlatmaya kelimeler, sözler, kifâyetsiz olur. Bu tür ciddi ve güvenilir araştırmalar, Hz.Mevlânâ’nın dolayısıyla da Mevlevîliğin dışını şeklini suretini anlatan merkez işâretler gibidir. Gerçek mânası ise, öze sâdık bir şekilde Cenâb-ı Allah’a sadakat ve teslimiyet içersinde yol yürümekle elde edilir. Hz.Mevlânâ: “Aşk eğer sadece sözle ifade edilen kitap ilmi olsaydı o ilim ile, hâl ilmi arasında ne fark olurdu ? der. Yedi denizin katre bile olamayacağı aşk’ı ve aşk’a sultan olanları, ne zaman, ne mekan, ne söze, ne kelama sığdırmak, ne de kemaliyle idrâk edip anlamak çok kolay olmasa da, yinede onları gönüllerimizde taşımak, acizâne de olsa çeşitli vesilelerle anmaya çalışmak, “Kişi sevdiği ile beraberdir” hâdis-i şerifini yaşamaya vesile olacaktır. O nedenle bu sempozyum vesilesiyle, tüm yaşamlarını aşk-ı ilâhiye adayan son dönem İstanbul Mevlevîlerinin bir kez daha ehil dillerce anılması, dolayısıyla da gerçek mânada anlaşılması yegâne arzularımızdan biridir.




Mevlevilik Cumhuriyet tarihiyle birlikte nasıl bir yapı ve dönüşüm geçirdi? Bu yolda yürümek isteyenlere ne tavsiye edersiniz?



Efendim bir çok yerde dile getirmeye çalıştığımız gibi, bir kez daha arz etmek isteriz ki; Mevlevîlik İslâmiyeti en nâif, en zârif bir şekilde yaşama biçimidir. Mevlevîliği İslâmiyetin dışında farklı bir şey gibi algılamak kişinin kendi eksiğidir. Bu çerçeveden bakılacak olursa: Gerçek imân sahipleri çeşitli zâhiri değişimler neticesinde mânevî erozyona uğramazlar. Cumhuriyetimizin gelişi, Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini, Efendimizin sünnetlerini değiştirmeyeceğine göre, dolayısıyla; Mevlevîlikte de hiçbir köklü mânâ değişimine yol açmaz. Eskiden Mevlevîhânelerde yapılan maddi mânevi tüm eğitimler günümüzde de farklı şekillerde devam ediyor. Belki isim ve şekil değiştirdi hepsi o kadar.. Nâçizâne arz etmek istediğim, şekiller suretler değişebilir, fakat öz her zaman aslını muhafaza eder bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bildiğiniz üzere puta tapmanın yegane belirtisi de şekle surete takılıp kalmaktır. Maksat şekilden suretten kurtulup, şekilden suretten münezzeh olana ulaşmaktır.



Mevleviliğin edebiyatımıza ve musikimize çok ciddi katkılarının olduğu inkar edilemez, bunu nasıl değerlendirmeliyiz ? Bu katkı günümüzde de devam ediyor mu? Ayrıca kültürel hayatımızda tasavvuf geleneği ve Mevlevilik nasıl bir yerde duruyor size göre?



Efendim en basit bir şekliyle; Tasavvuf ham işlenmemiş olanı işlemek, en sert metaı bile ilmek, ilmek çiçek, çiçek dokumaktır.Malûm edebiyat kök olarak edebten gelir. Mevlevîlik de baştan başa edebtir. Edebi olmayanın imânıda olmaz diyen bir ulu sultanın yolunda yürümektir..İlmek ilmek, çiçek çiçek, dokunan cümle güzelliği en ulvî bir şekilde yaşamak ve yaşatabilmektir. Mûsikî ise Elestüb-ü Rabbiküm hitâbını hâlâ bu âlemde duyabilmektir. O nedenle, Mevlevîler için mûsikî bir başka duyuş, bir başka hissediştir. Burada baş kulağının sözü bile yoktur. Tasavvuf mûsikîsini en iyi derecede yansıtan, mûsikî rûhun gıdasıdır sözünü yaşanır bir hâle getiren Mevlevîlerdir. Ancak gönül kulağı açık olanlar, gönle hitâp eden sesleri sezebilir, duyabilir, bunları da çeşitli ahenk ve ritimlerde ehline sunabilir. Bu söz ille de Mevlevîlerin gönül kulağı açık mânâsına gelmemeli, fakat herkeste kabul eder ki; Tasavvûfî mûsikînin pîrânı Mevlevîlerdir. Bunun sırrı hikmeti de Mesnevî’deki çeşitli beyitlerde dile gelmiştir.



Belki günümüzde, Itriler, İsmail Dede, Zekâi Dede, Abdülbâki Nasır Dede, Rauf Yekta Bey, Ahmed Avni Konuk gibi hemen ilk aklımıza gelen bu isimler gibi mûsikîye can veren bestekârlarımız, müzisyenlerimiz kalmadı gibi görünse de, Mevlevîlik var oldukça, aynı zihniyet, aynı aşk-u muhabbet yeri geldikçe, edebiyat, sanat, mûsikî ve daha bir çok konular da maddi mânevi ülkemizin kültür ve gelişimine öncülük edecek, hem dışımızı, hem içimizi süsleyecektir.



Günümüzde tasavvûf geleneği ve Mevlevilik nasıl bir yerde duruyor sorunuza gelince:



Hz.Mevlânâ ve Mesnevî olmazsa her halde tasavvûf dünyası bu kadar câzip ve etkileyici olmazdı. Sizlere de aşikâr olduğu gibi, günümüzde Mesnevî dolayısıyla da Mevlevîlik nâ-mütenâhi olan eşsiz bir yerde duruyor. Hz.Mevlânâ, sekiz yüz yıl sonra bile ilâhi nûruyla tüm dünyayı aydınlatmaya devam ediyor.” Birileri istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır” âyeti gereğince dünya durdukça da bu böyle sürüp gidecektir.. Bunu başka türlü düşünmek beyhûde bir anlayış olur. Bu sözün tasdiki Mesnevî’nin ilk ön sözünde kayıtlıdır.



Sonuç itibariyle Hakk âşıklarını Mevlevîlik temsil ediyorsa, her şeyin bir başı sonu vardır ama, Hakk âşıklarına son yoktur. Onlar ezelden ebede her zaman bâki olup bu fâni dünyayı ebedi müzeyyen kılacaktır.



Mevlevilik son yıllarda ibadet ve dini pratiklerden soyutlanmış, modern bir İslam yorumu gibi algılanıyor. Neden böyle bir algı var sizce?



Efendim, Mevlevîliği İslâmiyetin dışında veya modernize edilmiş bir din anlayışı olarak kabul etmek, az evvelde arz edildiği gibi bu sadece kişinin kendi eksiği, şahsi görüş ve düşüncesidir. Elbette bunu kabul etmek mümkün değil. Akl-ı selim olan herkes bunun böyle olmadığını bilir. Mevlevîlik Hakk âşıklarının yoludur diye tekrar edip duruyoruz. Bu yolun tarifini de bir kaç cümle ile en güzel bir şekilde yine Hz.Mevlânâ dile getirmiştir: “ Aşk kelimesindeki harflerin mânası nedir biliyor musun ? Ayın harfi ibâdet ve kulluk eden. Şın harfi şükür eden. Kaf harfi ise kanâat eden demektir” Görüldüğü üzere; AŞK’ın daha ilk harfi ibâdet ve kulluğu temsil ediyor. Böylesi bir durumda hem Hakk âşık’ı olduğunu iddia edeceksin, hem de mânevî sorumlulukları heybenin arka gözüne atacaksın olur mu böyle bir şey ? Aşıklığın şiârı ibâdet ile muhabbeti birleştirmektir. Gerisi kişinin kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Tek başına ibâdet veya muhabbetle yol yürümeye çalışmak tek kanatla uçmaya benzer. Gerçek Hakk âşıkları tüm bu eksikliklerden âzâdedir. Hz.Mevlânâ bir Mesnevî beytinde: “İşin aslı cezbedir aşktır. Fakat aziz dostum, ibâdeti, çalışmayı gayreti bırakıp cezbeyi de oturduğun yerde bekleme. Cezbe kendi kendine gelmez. Gelmesi için bir gayret bir emek gerekir” Der.



Hz.Mevlânâ eline kağırt kalem almadan vezinli kafiyeli yaklaşık yetmiş bin ilâhi beyit söylemiştir. Bu yetmiş bin beyit bir cümlede özetlenecek olsa: Ben Kur’an-ın kulu kölesi Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağıyım” beyti ortaya çıkar.



Bu çerçeveden bakılacak olursa: Ben Mevlevîyim diyen herkes gerçekten Kur’an-ın kulu kölesi Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağımıdır ? Elbette bu soruya hiç düşünmeden hayır diyeceğim. Tıpkı her müslümanım diyen kişinin efendimizin ahlakıyla ahlaklanmadığı, onun yolunda izinde olmadığı gibi.



Fakat biz Müslümanlar her ne kadarda efendimizin yüksek ahlâk güzelliğini kendi hayatımıza yansıtmakta âciz, yetersiz, gâfil, câhilde olsak, bu durum Efendimize ve onun tebliğ ettiği ilâhi yola bir nakıslık getirmez. Güneş balçıkla sıvanmaz.



Günümüzde Mevlevîlik dünyevî bir trend, kâr kazanç haline geldi. Ben Mevlevîyim demek moda oldu. Fakat ben Mevlevîyim demekle de Mevlevî olunmaz. Maddi, mânevî, soyu sopu aşikâr, başka mezhep, meşrep ve tarike bağlı olanlar bile Mevlevîlik iddiasında bulunuyor. Eyvallah elbette Mevlevîlik kimsenin tekelinde değil, bu bir Hakk yoludur isteyen herkes o yolda yürür ve yürümelidir. Fakat, Armut elmayım diye ortaya çıkarsa bilmeyenler için bir karışıklık söz konusu. Her ikisi de çok hoş tatlı bir meyve ama, tadı, kokusu, çekirdeği, çiçeği, ağacı yaprağı hepsini bir bir hesaplayacak olsak aralarında söze sayıya gelmez farklılıklar var. Semâdan inen yağmur tanecikleri aynı temizlik ve güzellikte yer yüzüne iner. Fakat düştüğü yere göre zehir veya inci olur.



Tasavvuf ve Mevlevilik üzerine çok fazla yayın yapılır oldu. Siz bu yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?



Efendim ne yazıktır ki; bu yayınlar içersinde az evvel sözünü ettiğimiz gibi tümüyle maddi kâr ve çıkar amaçlı içeriği çarpıtılmış eserler çoğunlukta.. O nedenle okuyucunun çok dikkatli olması, tümüyle ticari maksatla yazılmış eserlere itibar etmemesi gerekir. Efendimiz mümin uyanık olur diye buyurmuştur. Bu sözün muhatapları olan bizler ne zaman uyanık olacağız ?



Doksan altı yıllık bereketli ve feyzli ömrünü, Hz.Mevlânâ ve Mesneviye adayan Şefik Can dedemiz; Tüm yaşamı boyunca Hz.Mevlânâ’nın en doğru bir şekilde anlaşılması için gayret göstermiş; gönülden bir yakarışla her zaman şöyle demiştir: “Hz.Mevlânâ’yı sağdan soldan değil, bizatihi kendisinden öğrenin. O eserlerinde gizlidir”



Ya kendimiz, Hz.Mevlânâ’nın eserlerini temiz bir gönülle okuyup anlamaya çalışacağız, yada mânevî kimliği belli, güvenilir hüsn-ü zân sahibi hâl ehli birinin eserlerini tercih etmek mecburiyetindeyiz.



Bildiğiniz üzere günümüzde bir çok yerde çeşitli kişiler Mesnevî okuyor ve kendi anladıklarını da halka anlatıyor. Böylesi bir durumda Mesnevî, dolayısıyla da Mevlevilik doğru bir şekilde anlaşılabiliyor mu?



Efendim, Mesnevî’yi dolayısıyla da Hakk âşıklarını en derûni ve doğru bir şekilde anlayıp ifade edebilmek için de hâl ehli olmak lâzım. Hz. Mevlânâ ilk on sekiz beyitte boş yere: "Sîne hâğem şerha şerha ez firâk, Tâ bi gûyem şerh-i derd-i iştiyâk." dememiştir.



Yâni beni anlayabilmesi için, tıpkı ben gibi sinesi aşk ateşiyle delik deşik bir âşık isterim. Belki yüzlerce beyitte âşık değilsen âşıkların hallerinden bahsetme sus.. Çünkü senin nefesin son bahar rüzgarı gibi soğuk ve serttir, ağaçları sararır soldurur. Yâni insanlara zarar verir diye buyurmuştur.. Fakat bu feryadın mahiyetine kaç kişi vakıf olur. Doktorluk diploması olan herkes kalp ameliyatı yapmaya kalksa işin sonunu siz düşünün artık. Zâhirde bile her uzvun ayrı bir doktoru, ayrı bir uzmanı var. Bu nasıl olur da mânâ âleminde olmaz. Çok iyi bir göz doktoruna beyin ameliyatı yaptırmazlar, kişinin yerini ve haddini bilmesi gerekir. Eğer böyle olmasa Mevlevîlik içersinde MESNEVÎHÂN’lık diye bir kurum olmazdı. Mesnevîhân Mesevî okuyan demektir. Fakat bu zâhiri bir okuyuş değildir. Öyle olsa Kur’an okumak sünnet, fakat dinlemek farz olmazdı. Mesnevî dinle diye başlamazdı. OKU emri sadece ehline mahsustur. Buda ancak ilâhi bir emirle olur. Kişi kendi kendine oku emri veremez. Kur-an Oku emriyle başlamıştır. Mesnevî dinle. Bu iki farklı kavram arasında birbirini tamamlayan çok güçlü bir bağ var. Arabça bilmekle Kur-an, Farsça bilmekle de Mesnevî anlaşılmaz. O nedenle ki Hz.Mevlânâ bir beytinde: Büyük imamlardan Ebu Hanife hazretleri aşktan bahsetmedi. Şafiî hazretleride aşk’ı açıklamadı, hiçbir mezhep imamı aşk hakkında bir rivâyette bulunmadı. Çünkü din ilmindeki bu câizdir, şu câzi değildir münakaşasının bir sonu vardır. Fakat Hakk âşıklarının ilmine bir son yoktur der. Başı sonu olmayan sonsuz bir engin deryaya ayak ucunu değdiren kendini dalgıç zannederse elbette bazı şeyler de yeterli doğru bir şekilde anlaşılmaya bilir. Bunu da kabul etmek gerekir.



Peki tüm bu olumsuz gibi görünen ve Mevlevîliğin yeterince doğru bir şekilde anlaşılmasına engel olan davranışlar karşısında ne yapmalı ?



Efendim Hz.Mevlânâ her konuda olduğu gibi bu konuda da bizlere yol gösterip, rehberlik etmiştir. “ Karanlık karanlığını artırdığı zaman nûrda nûrunu artırmalı” der. Yapılacak tek şey gerçek nûr sahiplerinin nûrlarını artırması, yâni daha fazla bu konuda emek ve gayret sarf etmesidir. Yoksa bu durum sen ben, doğru yanlış, olur olmaz, tartışmalarıyla hallolacak bir şey değildir. Hakk âşıkları hâmûştur. Onların olduğu yerde lakırdıya yer yoktur. Söz değil hâl vardır. Edeb ve tevazûdan bahsedenler bu sözleri kendilerine sermâye değil de hâl edebilirse sorun çok daha kısa zamanda çözülecektir.





Son dönem İstanbul Mevlevileri konulu sempozyumun hangi vesileyle gündeme geldi ve bu toplantının en önemli özelliği nedir, hangi konular ve isimler konu edilecek bu toplantıda?





Efendim, Aşk’ın Sultanları Son dönem İstanbul Mevlevîleri konulu bir çalışama yapmak bendenizin çok önemli arzularından biriydi.Hz. Mevlânâ’dan günümüze kadar uzanan ve Mevlevî geleneğinde çok önemli bir makam teşkil eden Mesnevîhânlığın, yüzyılımızdaki icâzetli en son temsilcisi ve Ser-târik’i olan Şefik Can Dedemizin vuslatının beşinci yılı vesilesiyle bu niyetimiz Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla da gerçekleşmiş oldu.



Sempozyumun en önemli özelliğine gelince: Hakk ve Hakikatı, ilâhi aşk-u muhabbeti yansıtan her söz, her kelime, her eylem çok önemli ve özeldir. Fakat; “Aşkın Sultanları Son Dönem İstanbul Mevlevîleri” Sempozyumuyla, özellikle İstanbul Mevlevîhânelerinde yetişmiş veya Mevlevî kültürüyle hem-hâl olmuş, politik, ilmî, dinî, tasavvufî görüşleriyle, yaşam biçimleri ve bâkî nitelikteki eserleriyle gelecek nesillere farklı ufuklar açan Türk-İslâm Tasavvûfu’nun örnek şahsiyetlerinden bazı Mevlevî büyüklerimizin genç nesillere tanıtılması vefâ ve şükran duygularıyla yâd edilmesi en büyük amaçlarımızdan biridir. Geçmişimize ve mânevî değerlerimize karşı duyarlı ve bilinçli olmadan, geleceğimize güvenli ve sağlıklı adımlar atmanın mümkün olmadığını buyuran Hz. Mevlânâ’nın, ilâhî aşk yoluna maddî mânevî çok büyük hizmetler vermiş âbide şahsiyetlerden bazılarını, farklı yönleriyle günümüz gençlerine tanıtmak ve bu sâyede mâzimizle geleceğimiz arasında sağlam, güvenilir, kalıcı bir köprü kurmaya çalışmak, hem ülkemiz hem de geleceğimiz adına çok önemli hizmetlerden biri olacağına inanıyoruz.




Sempozyuma konu olan isimler ise:

Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhlerinden Osman Selâhaddin Dede (1820-1887)

Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhlerinden Mehmed Celâleddin Dede ( ö.1908 )

Bahâriye Mevlevîhânesi Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede (1853-1911)

Yenikapı Mevlevîhânesi son Şeyhi Abdülbâki Dede (Baykara) (1883-1935)

Mesnevi Şârihi Amed Avni Konuk ( 1868-1938 )

Üsküdar Mevlevîhânesi son Şeyhi Ahmed Remzi Akyürek (1872-1944)

Hz.Mevlâna torunu, Postnişîn ve ilk Meclis II. Başkanı Abdülhalim Çelebi (1874-1945)

Beşiktaş Mevlevîhânesi Şeyhi ve Galata Mevlevîhânesi son şeyhi Ahmed Celâleddin Baykara (1853-1946 )

Rüfai Tarikatı Mürşitlerinden olup aynı zamanda Mesnevi’nin birinci cildini şerh etmiş. Kenan Rifai ( 1867-1950 )

Yenikapı Mevlevihânesi Mesnevihânlarından Tahirü-l Mevlevi ( Tahir Olgun ) ( 1877-1951)

Hz. Mevlâna torunu, Mevlâna Dergâhı son Postnişîni ve eski milletvekili Veled Çelebi İzbudak (1867-1953)

Hz. Mevlâna’ya olan derûni büyük aşkıyla gündeme gelen son yüzyılımızın çok önemli Mevlevi şahsiyetlerinden Yaman Dede ( 1887-1962 )

Kasımpaşa ve Bahâriye Mevlevîhânesi Mesnevîhânlarından Şeyh Midhat Bahârî Beytur (1879-1971)

Mevlâna ve Mevlevîlik Araştırmacısı Abdülbâki Gölpınarlı (1900-1982)

Mesnevinin Nahifi tercümesiyle ismi bütünleşen Hz. Mevlâna torunu Prof Dr.Amil Çelebioğlu ( 1934-1990 )

Postnişin Selman Tüzün

Hz. Mevlâna’nın 21. kuşak torunu Dr, Celâleddin Bâkır Çelebi (1926-1996)

Sertarik, Mesnevîhân, Öğretmen Albay Şefik Can (1910-2005)



Tüm bu ulu şahsiyetlerin dışında, yine son yüz yılımızda İstanbul’da Mevlevî kültürüyle yetişmiş edibler, şâirler, mûsikîşinaslarda ehil diller vasıtasıyla sese söze dökülecek, gönüllerimizi aydınlatacak inşallah.



Siz de sempozyumda Mesnevihan Şefik Can hakkında bir tebliğ sunacaksınız. Son dönem İstanbul Mevlevileri içinde Şefik Can nasıl bir kimliğe ve kişiliğe sahip, nasıl hizmetlerde bulunmuştur?



Efendim az evvelde arz ettiğimiz üzere, Şefik Can dedemiz, Hz. Mevlânâ’dan günümüze kadar uzanan ve Mevlevî geleneğinde çok önemli bir makam teşkil eden Mesnevîhânlığın, yüzyılımızdaki icâzetli en son temsilcisi ve Ser-târik’idir.



Onu tanıma lütfûna eren herkeste kabul eder ki; Tevâzu’un, hoş görünün, alçak gönüllülüğün, mütevâzılığın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri, insana ve düşünceye saygının sembolü, gerçek bir Hakk âşıkıydı.Doksan altı yıllık yaşamında aldığı her nefesi, Hakka, hakikat’a, Hz.Mevlânâ’ya ve bu yolda hizmete adayarak geçirmişti. O nedenle de “HİÇ” kelimesinin ete kemiğe bürünmüş mânâsıydı.En büyük özelliği, Hz.Mevlânâ’yı dilinde söz olarak değil, canında hâl olarak yaşamasıydı. Bu âlemde çok hoş bir sâda bırakarak bâki âleme göçmeden önce Hakk âşıklarına çok önemli mânevî mirâslar bıraktı.Bunlardan en önemlilerinden biri Açıklamalı Mesnevî tercümesidir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, günümüzde en çok satılan dolayısıyla da okunan Mesnevî-i şerif Şefik Can dedemizin hazırladığı eserdir. Buradaki en önemli sır: Böylesine önemli bir eserin sadece ilmî bir çeviri olmayışı, her satırına, her cümlesine doksan yıllık engin bir aşk-u muhabbetin katılmasıdır. Mesnevî-i şerifte yok olmanın karşılığıdır.



Röportajı yapan: Gülcan Tezcan

Gerçek Hayat Dergisi 2010 Mayıs sayısı

3 Ağustos 2010 Salı

? Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur!

Dücane Cündioğlu
dcundioglu@yenisafak.com.tr03 Temmuz 2010 Cumartesi


Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur!
İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır.

Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.

Pascal ne güzel söylemiş:

— "Agenouillez-vous, priez et vous croirez!"

Yani:

— "Diz çökün, dua edin; inanacaksınız!"

Önce secdeye kapanmayı bilmeli insan; aczini... güçsüzlüğünü... muhtaç olduğunu... yardıma değil, yaşama ihtiyaç duyduğunu... yaşamaya... ve bir gün ölmeye...

Aczini idrak, güçsüzlüğünü itiraf edebilmeli.

İnsan kendinden saklanmamalı.

***

Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediğinde, düşünmek kâr etmediğinde inanır. Eylediğinde yani. Eylemin içinde... yaşamın ve yaşamanın tam da içindeyken...

Belki acı çekerken, belki eğlenirken... ama her hâlukârda istemini/duasını eylemiyle gerçekleştirirken...

İnancın kökenini boşuboşuna serebral korteksin kıvrımlarında aramamalı bu yüzden! İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde duyurur yoksunlarına.

Anacaddelerde değil, bir arasokakta, kimbilir belki bir çıkmazsokakta...

Birdenbire engel(ler) kalkar, yol açılır, ve yürür gidersin. İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yani güvenmeyi öğrenmiş olarak gidersin.

Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.

Yeter ki yürü, inanırsın.

Dua et, seslen, istersen sövüp say, hem de bütün öfkenle, duyar O, ve cevap verir.

İnan!

***

— "İslamiyet dahil hiçbir dine yakınlık duymadım, ama her dinin bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoşuma gitti, her zaman takip etmek, hatta bir parçası olmak istedim." (Akşam, 28 Haziran 2010)

Oray Eğin'in bu açıklaması ne kadar düşündürücü değil mi?

Ve bir o kadar da dürüst ve samimi.

Bu açıklama, bizlere, insanın en güçlü, en derin çelişkilerinden birini gözden geçirme imkânını veriyor.

Yani inançla yaşam arasında gidip gelen bilinç sarkacının o kontrol edilmesi güç salınımını...

— "Ezan Türkçe olsaydı ve ibadete Türkçe çağrılsaydık, belki inanmamıza katkısı olmazdı ama en azından bu topraklarda bir kesimin dine bu kadar yabancı, düşman, mesafeli hatta reddeden olmasının da önü kesilirdi diye düşünmeden edemiyorum.

Açıkçası, ana dilde duayı çağdaşlık olarak da yorumluyorum ben.

İlk defa bir cenaze beni etkiledi. Ve bunda Türkçe'nin rolü büyüktü."

Meselenin siyasî cihetiyle ilgilenmiyorum. Doğrusu çağdaşlık söylemi üzerinden güncellenmiş vatandaş hâline gelmeyi de istemiyorum. Bu nedenle konunun klişelerle tartışılabilecek taraflarını ihmal edip üstüne basa basa şu kelimelerin altını çizmek istiyorum:

— ... belki inanmamıza katkısı olmazdı ama...

Sayın Eğin yanılıyorlar. Türkçe (veya Arapça) dua ve ibadetin inanmalarına katkısının olmayacağı sanısı kesinlikle doğru değildir.

İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır. Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.

O duanın hangi dilde olduğu ise —duanın özü bakımından— hiç ama hiç önemli değildir.

Niçin?

Çünkü dua ve ibadet aklın değil, hislerin faaliyette olduğu zemindir. Dua ve ibadet logos'a (akla) değil, pathos'a (hisse) ihtiyaç duyar. Tutkuya. Acıya. Zevke.

Logos'un fiili değil, pathos'un infialidir dua! Bu nedenledir ki insan dua ve ibadet sırasında, hem de bir çırpıda, suje mevkiinden obje mevkiine geçer; fail iken münfail olur. Eylemi kendisini dönüştürür. Bir bakar ki inanıyor. Aklı isyan ederken, gönlü boyun eğiyor.

Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur.

Ağlayan, çağıran bağıran, salya sümük zırlayan bir sarhoşun, bir mecnunun dua etmek için dile mi ihtiyacı vardır?

Bazen nârâ, bazen çığlık!

İçten. Sessizce. Bazen gözyaşlarıyla. Belki nefretle, belki aşkla.

Belki dua, belki beddua.

Hepsi bu kadar!

***

Ne tuhaf değil mi, inanmak kolay sanılır. İnanmak, yani güvenmek... Oysa dünyanın en zor işidir inanmak. Nitekim "İnanmak için bir kolumu verirdim" der Cemil Meriç.

Zavallı Kafka, ne kadar da uğraşmıştır inanmak için.

Tolstoy'un veya Dostoyevski'nin o tumturaklı, o sert beyanlarına aldanmayın, sırf inanmak için yazılarında o denli radikal, o denli sekterdirler. Okurlarına sundukları onca delil, inandıklarını değil, inanmayı istediklerini gösterir sadece.

İnanan insan, tedirgin olmanın değerini iyi bilir. Bilir ki tedirginliğine, huzursuzluğuna borçludur inancını.

Mümin olmak emin olmaktır sanılır. Değildir. Mümin olmak, emin olmayı istemek demektir. Hem de iki anlamıyla: başkaları nezdinde emin olmak, ve başkalarından emin olmak...

***

İste ey talib, istersen, olursun!

Dua et, edersen, inanırsın!

İnan ey talib, inanırsan, seversin!