30 Mayıs 2008 Cuma

Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da fikir özgürlükleri

Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da fikir özgürlükleri

http://www.ntvmsnbc.com/news/448065.asp

İlber Ortaylı ‘dan Tarih Dersleri programının bu haftaki konusu Osmanlı’dan Günümüze Fikir Özgürlükleri. İlber Ortaylı’nın konuğuysa İttihat ve Terakki ve Osmanlı’da fikir özgürlüğü üzerine çalışmalarıyla tanınan Erol Şadi Erdinç.



İSTANBUL - Ortaylı bu hafta Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle son yüzyılında önem kazanan insan hakları, fikir özgürlüğü, baskı grupları ve bunların çevresinde gelişen olayları ele alacak. Programda Ortaylı’ya özellikle İttihat ve Terakki Partisi ile ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Erol Şadi Erdinç eşlik edecek.
Haberin devamı


PROGRAMIN TAM METNİ
İLBER ORTAYLI: Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı hürriyet fikri, insan hakları, hürriyetin teşkilatlanması, farmantalizm, baskı gruplarının ortaya çıkması gibi alışılmadık olaylarla geçmiştir.

Batı cemiyetinden bunların farkı, o vakte kadar bir dinler ve diller haritası olan kozmopolit bir son Roma İmparatorluğu’nun ve müslümanların hakim olduğu bir büyük imparatorluğun hayatında bir etnik mücadeleyle birarada yürümesidir.

Burada iki tane çağdaş tarihçinin tezlerine değinmek zorundayız. Profesör Ercüment Kuran, o vakte kadar hakim olan şeriatı garra, yani müslüman toplumunun ve ona bağlı gayrimüslimlerin fert ve toplum olarak yaşayabilmeleri için hük ahkamına uymak zorunda kaldığımız şeriata tanrının vahyine dayanan kurallara karşı artık bazı münevverlerin hukuk-u tabiyyeden, insan haklarından bahsettiğine işaret etmesidir.

Bunların başında Viyana Sefirliği’nde bulunan 19.yy’ın belki de en talihsiz münevverlerinden olan Sadık Rıfat Paşa gelir. O imparatorlukta artık tabii hukukun ve buna bağlı insan haklarının varlığından söz eder. Diğeri Bernard Lewis... İngiltere Parlamento Binası’nı ziyaret eden bir doğulu aydının “bunlar kanunlarını burda yapıyormuş” diye küçümser ifadeyle söz etmesinden bahseder.

Oysa ki bir müddet sonra aynı parlamento ve batıdaki siyasi partiler, sendikalar ve kanun yapma yolları doğulu münevverleri çok fazla işgal etmeye başlamıştır.

Onun etrafında doğan hareketler kavgalar, örgütlenmeler sadece bizim değil İran’ın da son asrını kaplar. Bunlar nedir?

Bugünkü toplantımızda bunlara bir nebze değineceğiz.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Osmanlı İmparatorluğu’nun galiba en önemli dönemi son dönemi oluyor. 2.Mahmut, biraz daha geçelim Abdülmecit.

İLBER ORTAYLI: Çok kanlı bir saray suikastler silsilesi. Ne yaptılar, 3.Selim’i katlettiler.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Damdam dama kaçırarak...

İLBER ORTAYLI: O zor kurtuldu ve hanedan ayakta kaldı.1856, Yunan Ayaklanması patlamış, imparatorluğu sarsan ilk milli ayaklanma. Sırp Ayaklanması vardır ama bu ilkidir, beynelminel bir destek görüyor. Orada anlaşılıyor ki artık Osmanlı Ordusu’nun esası olan yeniçeriler işe yaramıyorlar. Disiplin yok. Tek onlar mı işe yaramıyor, belki
bütün bir sistem çöküntü içinde bu açık. Kalelerin yapımı, muhafazası, iaşe ibate sistemi, mali sistem hepsi. Fakat bu bir yerde odaklanır.Bu kanlı 1826 Vakayi Hayriye denen şey. Tabi bunu devletin resmi vakanüvisti sahaflar, Şeyhizade Lütfi Efendi böyle bir kaside halinde adeta anlatıyor. Ne kadar melun bu yeniçeriler ve ne kadar iblis. Başkaları başka şeyler anlatıyor.Adolfus Slade Paşa- bahriye müşaviri- Sokağın ortasında nasıl katlediliyor yakanalan yeniçeri . Yeniçerinin dostu,dostunun dostu. Tüm bektaşi tekkelerine el konmuş ve dedikodu...

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Mezar taşları kırılmış.

İLBER ORTAYLI: Takvim-i Vakayi’den, hortluyomuş yeniçeriler, vampir hikayeleri. Bu resmi gazete haberi. Tamamen hepsi hedef ve bu tabi çok önemli bir olay. Hakikaten Bektaşi tekkeleri üst üste. Bunlarla ünsiyeti var diye Şanizade gibi büyük alimlerin ortadan kaldırılması adeta bütün bir vaka gidiyor bir ordu kalktı. Bundan insanlar ne kadar hoşlanırlar.Hayır.Unutma Surikov’un bir tablosu var, Strelitslerin Sabahı diye. Büyük Petro’yu, orada böyle muzaffer, Büyük Petro streviçleri idam ediyor, tüfekçileri yani rusyanın yeniçerileri, bir asır evvel bundan. Onu veriyor tarihçi, Büyük Petro’yu tutuyor ressam, ama bir taraftan o adamları ne kadar mazlum ve son mohikanlar gibi muhteşem bir şekilde resmediyor. Tabi yeniçerilik de aynı şey. Bu dönemde bizim için böyle hürriyetler, hukuku beşer söz konusu değil. Bu ne zaman başlıyor?

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Hatta aydınlar ilk defa bir toplumsal mukavelenin peşinde koşmaya başlıyorlar.

İLBER ORTAYLI: Bürokrasi çok önemli.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Kanun-i Esasi, Balıkçı Nizamnamesi kadar ilgilendirmiyor halkı. Ancak aydınlar bir toplumda haklar ve vazifeler...

İLBER ORTAYLI: Koruma hakları, koruyucu bir polis devleti söz konusudur. Kanun ve nizam devleti. Bunlar da söyleniyor.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Devamlı inceledikleri bir sözcük var . Hürriyet.

İLBER ORTAYLI: Hürriyet kelimesi bu eski Arapça’da var mı?

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Var.

İLBER ORTAYLI: Ne zaman?

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Başıboşluk, azadelik...

İLBER ORTAYLI: Hurra zaten. Acaba hurriyet gibi mi kullanılıyor? İşte o çok önemli. Mesela cumhur lafı var, cumhuriyet lafı var mı?

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Cumhuriyet yok

İLBER ORTAYLI: Demek ki bunlar Türklerin icadı. Libertenin karşılığı onu kullanıyor. Tercüme doğrudur. Libertenin karşılığı dediği zaman asude, başıboş, tabii bir hayat anlaşılıyor bundan. Demek ki doğru bir tercümedir Fransızca’dan ama Arapça’da olmayan bir kavram.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Hürriyet, vatan ve tebayı şahanenin hakları.Yeni Osmanlılar’ın başlangıcı da bu oluyor zannediyorum. Namık Kemal, Ziya Paşa...

İLBER ORTAYLI: Ama ne enteresan. Parayı kim veriyor, yeni osmanlı hareketine, hanedanın damadı ve hepsi Paris’teler. eEnteresan bir hayat. Ben Şinasi’yi tetkik etmiştim ve şaşırmıştım bu nasıl sıkılmıyor diye. Kütüphanede oturuyor günün belirli saatlerinde, rıhtımda dolaşıyor dönüyor. Bir adam mülteci olarak Paris’te bulunduğu zaman birtakım ihtilalci gruplarla temasa gelir. Sırf kendi Osmanlı Türkleri ile değil Rus ile mesela. Şinasi ve Gertzen bir yerde buluşacaklar.Hiç böyle bişey yok. Mesela Şinasi, Osmanlı’daki diğer etnilerin orada yaşayanlarıyla temasta olacak. Hiçbiri yok. Bu çok enteresan bir mülteci, Jöntürklük. Zaten hiç Jön Ottoman demediler. Jöntürk ama bu laf geçti . Portekiz’de ayaklananlara “jöntürk” diyorlarmış.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Batının birtakım şeylerine de “jöntürk” adı veriliyor.

İLBER ORTAYLI: Her ayaklananan genç grubun adı “jöntürk”.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Ondan sonra Kanuni Esasi’yi ilan hazırlıkları başlıyor.Mithat Paşa’nın başkanlığında.

İLBER ORTAYLI: Çünkü Mithat Paşa... Çok güzel bir tabiri vardı Tarık Zafer hocanın, “anayasa romantizmi”. Anayasa çıksın da isterse odundan olsun ama işte 113. maddeli. Padişah hiç yargıyı araştırmaya lüzum yok, selameti amme için mahsurlu ve tehlikeli gördüğünü sürer. O zaman niye anayasa yapıyorsun ki kendi koruyamadıktan sonra matbuat kanun dairesinde serbest . O zaman sansür de kanuni bir olay. Bu iş bitti. Yani meclisi de dağıtır zaten toplaması için süre koymamış. O zaman tabi anayasa lağvedilmedi, şalnamelerde duruyor, Meclis-i Ayan da devam ediyor. Bu demek ki ilginç birşey, partiler yok .

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Senin bir yazında okumuştum. Abdülhamit, Kanun-i Esasi’nin sınırları içinde, yani aykırı herhangi bir alıntı yok.

İLBER ORTAYLI: Kanuni Esasi, insana böyle bir suistimali cavez verir. Buna rağmen küçümseyemeyiz bu Osmanlı’da kanuni nizam, anayasal nizam fikri ve alışkanlığını getirdi. O parlamentonun toplanış usulu müzakeratı son derece de takdire şağyandır. Çok özgün ve tabi bu arada hayat yeniden başlıyor, yani siyasi hayatta bir kademe söz konusu. Bir de birşeyi unutmayın 1960’ların ortasına kadar olmadı, dış politikayı tartıştı meclis.Yani 2.Meşrutiyet’te var bu ve Cumhuriyet’in uzun yıllarında var. Hatta çok özgür ve muhalefetin çok başta olmasına rağmen iki grupta toplanmış ama Ankara Hükümeti’nde, TBMM’de bile bu kadar renkli değil. Osmanlı Parlamentosu’nun çok önemli bir özelliği var. İkinci bir özellik biliyorsunuz gayri müslim milletlerin orada temsil edilmesi, 1/3 oranla. Bu zaten hristiyan parlamentolarda da yok. Bu kadar yahudi ve müslüman Avusturya’da var mı, yok.

Demek ki biz imparatorluğumuzun hayatını, zihniyetini ve hürriyetlerin durumunun çok özgün olduğunu teslim etmek konumundayız. Burada hürriyet ne? Ferdin hürriyeti kullanıldığı kadar cemiyet yok ortada. Yok siyasi cemiyet, istibdat dediğimiz yasak devirde başlıyor değil mi? Nedir bu? Avrupa değil bunun örneği, balkan komiteleri...

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Zaten kuruluş amacı tekrar Kanuni Esasi’ye yürürlük kazandırmak.İttihat-ı Osmani, sonra Ahmet Rıza ile münasebet kuruyorlar. O da Paris’te .

İLBER ORTAYLI: Bütün bunlara rağmen Osmanlı meşrutiyeti, anayasanın tatili, lağvı değil, boyunca çok önemli bir özelliği var. Bu imparatorlukta herşey okunmuş, belirli yerde okunmamış, belirli yerde okunmuş. Türkçe’ye tercüme yok ama Arapça’ya var. Bulgarca’ya herşeye var.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Abdülhamid’i korkutan tek şey, karşısında iki padişah var, halletmiş bir kadronun oluşu. Ne yapsın yani biz de insan olsak benim de davranışım aynı olacaktı, bundan farklı olamayacaktı.

İLBER ORTAYLI: Artık yine orduya siyaset girmiş, militanlık bunları tabii görüyor. Buna karşılık müthiş bir politik tarafı var. Gayrimüslim cemaatlar ve ruhani reisleriyle çok hassas çok dengeli çok ustalıklı bir ilişki için...

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Onları korumuş olduğu gibi

İLBER ORTAYLI: Mesela döneminde Ermeni ayaklanmaları var. Ermeni Cemaati’nin önde gelenleriyle fevkalade dengeli gidiyor.Musevilerin altın çağı Osmanlı.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Birşeye aklım ermemiştir.Osmanlı Bankası’nı basan, hatta bir ayaklanma çıkaran o grubun affedilmesi olayı.

İLBER ORTAYLI: Dış baskı.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Kendisine suikast düzenleyen,

İLBER ORTAYLI: O da dış baskı. Dış baskılara karşı şevkat ve tolerans gösterdi. Yoksa devlet reisine suikast tertipleyen bir adama en ağır cezayı verseniz kimse bişey demez.Tabi bu bir aczin de ifadesidir. Artık imparatorluk kendinin imparatorluğu değil. Büyük devletler silsilesinde yer alan Osmanlı malesef o büyüklerin içinde en temkinli belki sözünü en az dinletebilen biri. Bu bir yapı. Kuvvetlenen Türkiye de başka olabilirdi.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: İyi ki olmuş çünkü 2. Meşrutiyet, Cumhuriyet’e birtakım müesseseleri kazandırdı.

İLBER ORTAYLI: 2.Meşrutiyet müthiş bir modernleşme süreci ama hürriyetler için aynı şey sözkonusu değil.

1920 meclisi yani son Meclisi Mebusan. Burada her türlü şey tartışılıyor. Kapatılma nedeni de o. Bütün konvansiyonel ihtilal meclislerinde aslında ihtilal önderlerinin borusu öter. Ankara’daki mecliste bir ikinci grup var. İçinde Sovyetler’e yakın olandan fundamentalistlere harkes var. Bu mecliste bunlar konuşuyorlar, muhalefeti etkili yapıyorlar. Bir taraftan harp çıkıyor. Harp sırasında konvansiyonel meclis birlik yapar. Bu ilginç değil mi? Bunu böyle görüyorum.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Herhalde fikri müsamaha ama dış düşmana karşı yek vücut.

İLBER ORTAYLI: O arada demek ki o birliği, iştiraki bölmemek istiyorlar. Büyük bir stratejik başarı. Demek ki demokrasi sırf kitapla değil, akıllı liderlerle olacak birşey.

////

İLBER ORTAYLI: Asıl önemli mesele bu toplumlarda hürriyet hürriyet diyoruz . Mesele herkesin hür olması değil. “Habeas Corpus” İngiltere’de. Bu hürriyet değil, kanuni devler. Prusya’da Polizeistaat denen kanunun sana verdiği koruma hakları. Korunacaksın bu budur. Gereksiz yere zulüm, işkence olamaz çünkü unutma papa 2.Innocent, 13.asırda bir dekre çıkardı. Buna göre işkence engizisyonda meşru bir yoldur. Öyle anılan delil geçerlidir.Roma Hukuku’nda var bu. 17.asır kaldırılıyor habeas corpus ile bu. Vücuduna sahip ol. Hapsedilemezsin, işkence göremezsin, sebepsiz yere sorgunun süresi var gibi. Bu temin edilmiştir. Tanzimat’ta böyle cezlandırılan valiler var. Bu güzel ama hürriyetlerin kullanılması var. Bu nasıl olur? Örgütlerle olur,ikincil gruplarla, partilerle unutmayın; 19. asırda Fransa’da grev yasaktı. İşçinin çalışma, işverenin çalışma hürriyetini yok ediyorsun. Bunlar nasıl gerçekleşecek? Çok önemli bir olay. Osmanlı’da siyasi parti ne? Jöntürk grubu o, Genç Osmanlılar parti değil. Parti ne? İttihat ve Terakki. Ondan evvel bulgarların gizli ihtilal komiteleri falan...

EROL ŞADİ ERDİNÇ: İttihat ve Terakki’nin çeşitli dönemleri var. Tabi 1908’e kadar jöntürklük döneminde yine çeşitli aşamaları var. Ancak 1908’den sonra açığa çıkmış bir parti var. Cemiyetlik dönemi. Şimdi Meclis-i Mebusan’da fırka var ama resmen cemiyete bağlı ve cemiyet kongresinde iki üyeyle temsil ediliyor.

İLBER ORTAYLI: Fırka mühim değil yani hep cemiyet, Osmanlı da, bizimki de diğer unsurlarınki de hep cemiyet. İlk bildiğimiz cemiyet Odessa’da kurulan Firiki Eterya 1821. Bu da bir cemiyet aslında fakat o mesele İttihat ve Terakki’den daha açık. Kayıt defterleri bulunuyor

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Malesef o çöküntü döneminde herkes arşivden ne bulursa alıp götürmüş.

İLBER ORTAYLI: Şimdi bu cemiyet nasıl örgütleniyor? Bunun üyeleri hem farmason olabiliyorlar, mason locasına girebiliyorlar. Talat Paşa ....

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Onlar Abdülhamid’in hafiyelerinden korunmak için...

İLBER ORTAYLI: Vali Cemal Bardakçı dermiş, serbest konuşabildiğimiz tek yer orası.İkinci hafiye girmeyen yer neresi biliyor musunuz? Padişahın burnunun dibi, mabeyni humayun.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: 1908 - 1913’e kadar ,1329 kongresine kadar hep İttihat ve Terakki bir cemiyet ondan sonra fırkalaşıyor ama yine nizamnamenin kapağında İttihat ve Terakki Cemiyeti Nizamnamesi yazıyor.

İLBER ORTAYLI: Öyle fırka olmaz. Girip de üye oluyor musun? Açık cemiyete gider üye olursun. Burada öyle değil, burada seçilecek, teklif edilecek, şimdi bir parti üyesinden ağzı sıkılık falan beklenmez. Çok lazımsa muhtelif yerlere, oraya seçilmezsin ama böyle parti olmaz.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Bir de 1908’e kadar herhangi bir kongre olmadığı için üye seçimi arkadaşlar arasında liyakat esasına dayanıyor.

İLBER ORTAYLI: İttihatçılık; ömür geçer,herşey değişir, ittihatçı üyeliği düşmez.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Zaten Kazım Karabekir Paşa’nın da Milli Mücadele’deki tutumu o. Hem ittihatçı yemini etmiş, hem milli mücadele.

İLBER ORTAYLI: Şimdi ikinci bir parti çıkıyor içinden o fırka. Hürriyet ve İtilaf. Allah versin o fırkayı. Arada çok ilginç birşey bilinmeyen, Kerim Sadi Cerrahoğlu, sonra Mete Tuncay yaptı, sol akımlar sol partiler . Solun fırka teşebbüsleri var 2.Meşrutiyet’ten beri. Bunlar ne kadar fırka? Dar kadrolar.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Çok az ve fonksiyonu olmayan birtakım kuruluşlar.

İLBER ORTAYLI: Mütareke sırasında sol partilerin bazı etkileri var.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Musfata Suphi, öbür tarafta Şefik Hüsnü Bey. Rusya’da kalmış ve komunist sistemin uygulamalarını görmüş ve memleket yararı için bunların faydaları olacağını düşünmüş.

İLBER ORTAYLI: İki türlü sosyalist var. Bir Moskova öğrenimliler bir de spartakistler, Almanlar. Sonra Türkiye Komünist Fırkası’nın ilk zamanları. Komünist arşivler dışında polit büro arşivlerini getirdiler. Polit büroya verilen layihalar dikkate alınmazsa atılır. Terakkiperver Fırka da Cumhuriyetçi Serbest Fırka da ilginç deneyler ve özgürce konuşma şeyini biz bilmiyoruz. Zannediyoruz ki CHP tek parti, tek ses gidiyor Mussoli’nin İtalya Meclisi gibi. Genel kurulda tamam ama sabahleyin orda aynı grup çok farklı olur.Malesef o zabıtları büyük ölçüde yok ettiler.Halk partililerin de kabahati var. Hiçbiri neşredilmedi. Büyük farklar ve özgürce tartışmalar var.Bazı, tabi belirli bir ölçü içinde kimse gidip de orda hilafeti ve saltanatı savunmadı. Bazı parçaları yayınlandı. O tek parti meclisini de ne kadar tek parti gibi görmeli bilmiyorum.

EROL ŞADİ ERDİNÇ: Orada her milletvekilinin fikrini serbestçe söyleme hakkı var.

İLBER ORTAYLI: Hürriyetlerin kuruluşu gelenektir. Kullanışı kite ve toplum tarafından ve bunların kullanılacağı yaşanacağı yerler olan kurumlar ikincil gruplar bugün sivil toplum kuruluşları deniyor. Bu geleneğin bizde nasıl yeşerdiği bizde tartışılacak şeyler

Bu tip demokrasinin yeşerdiği başka kurumlar var . Mahalli idare kurumları, o da zayıf Türkiye’de. Başka türlü o görevler yerine getirilmiş ve onunla da buraya kadar uzanmışız. Hepinize iyi akşamlar diliyoruz.

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da tarikatlar




http://www.ntvmsnbc.com/news/447163.asp

Tarih Dersleri’nde Osmanlı’da tarikatlar

Tarikatlar İslamiyet’te Muhiddin i Arabi’den ve hatta Hz. Rabia’dan beri ortaya çıkan inanç hareketleridir. Çok ilginç bir şeydir, İslamiyet’in zuhur edip yayıldığı topraklar kadar asıl uç noktası olan Endülüs’te, bu düşüncenin şekillendiği göze çarpar




İSTANBUL - Bir vakitler Hindistan’dan kaynaklandığı ve İran noktasında yoğun olarak tasavvuf hareketlerinin şekillendiği hatta İran edebiyatının en parlak dönemini tasavvufi düşünceye borçlu olduğu bilindiği halde bilhassa 16. asırda Safevi hakimiyetinden ve Şii caferiliğin resmen din olarak ilan edilmesinden sonra İran kıtasında insanların tasavvufi düşünceyi, hele tarikatları izlemediği görülmüştür.
Haberin devamı

Tarikatlar Selçuklu ve Osmanlı Türkiyesi’ne özgün düşünce ve inanç hareketleridir. Eski devirde, yani Selçuki devirlerde ve bilhassa Selçuki sonrası, İran ve Anadolu Beylikler döneminde bilhassa Akkoyunlular ve Karakoyunlular zamanında birtakım dergahlara ve tasavvufi merkezlere “soyurgal” dediğimiz, bir nevi vergiden muafiyet beratı verildiği görülürse, ki bu doğrudan doğruya tarikatların ve dergahların, devletin politikası, asayiş ve cemiyet düzeninin devamı konusunda bir desteği olduğunu gösterir.

Osmanlı toplumunda dergah, ulema ve şeyh bir üçgen teşkil eder. Bunların arasında her zaman bir armoni, bir uyum yoktur ama bir denge olduğu açıktır.Şurası bir gerçektir, Bursa Osmanlı’nın merkezidir ve Bursa’da yoğun bir tasavvufi düşünce ve tarikat vardır. Bu tarikatların başında Buhara’den gelen Emir Sultanı görürüz. Hala bugün bile ziyaret edilen ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında rolü olan din büyüklerindendir. Aslında Osmanlı ülkesinin adım adım fethinde bir nevi belgeleme tarikat büyüklerinin, evliyanın mezarları, dergahlarıyla kendini göstermektedir.

Şurası bir gerçektir, medrese ve dergah arasında yani meşayih ve ulema arasında gerilim de eksik değildir. Nitekim 16. asırda Çivizade Muhiddin tarikatlara olan düşmanlığıyla tanınır. Hatta o kadar ki, Kanuni Sultan Süleyman bile onun bu aşırı davranışından dolayı kendisini şeyhülislamlıktan azletmiştir; başkent müftülüğünden daha doğrusu. Ebu Suud Efendi’nin tarikatlar konusundaki tutumunu tespit etmek güçtür. Taraftar mıdır, sempati duyar mı, yoksa karşı mıdır? Herhalde dengeli hukukçu kişiliğiyle bu gibi problemi büyütmekten çekinmiştir. 17. asırda bilhassa Vani Mehmet Efendi ki, Haceyi Sultani yani “tuteur imperial” gibi yüksek rütbeye ulaşan birinin dahi tarikatlar hakkında iyi fikirleri olmadığı bellidir. İş devam eder gider.

19. asırda ünlü hukukçu, ünlü tarihçi ve hiç şüphesiz ki Osmanlı medreselerinin son güneşi Ahmet Cevdet Paşa tarikatlar için ne diyordu? Hiç de öyle çok yüceltici bir tavır yoktur. Hatta burada çağdaş insana bir yaklaşım vardır.

Bugün bile devir tarikat değil, hakikat devridir diyenler vardır. Oysa Osmanlı toplumunda tarikat, dergah ve tasavvufi düşüncenin her zaman önemli bir rolü olmuştur. İnsanlar oraya devam ederler. 600 bin nüfuslu İstanbul’da, 300’ü aşkın dergah olduğunu pekala bazı tarikat, tekaye mecmualarından biliyoruz. Bunlardan Mehmet Serhan Tahşi bir tanesini yayınlamıştır. Diğerleri de, hiç şüphesiz ki Mustafa Kara’dır. Mustafa Kara üstadımızla tarikatlar üzerinde konuşmak istiyoruz. Ve kendileriyle bugün hem bu üst konudaki yazılmış kitaplar, hem muhtelif sorunlar, hem Osmanlı toplumunda tarikatin rolü nedir ben umuyorum ki aydınlatıcı bilgiler elde edebileceğiz.

İLBER ORTAYLI: Şimdi çok enteresan bir şey. Bildiğimiz tarihi kayıtlar ve bilgimiz içinde tarikat geleneği içerisinde, Bursa’da Emir Sultan, Buhara kaynağı Nakşibendiliği’ni, Emir Sultan hayata hakim olmuş, hükümdara hakim olmuş, I. Bayezid’e. Çok ilginç bir şey bu. Bu devam ediyor. Bakıyorsunuz bütün hükümdarlar hatta bizim en sofu bilmemiz gereken II. Bayezid, onun oğlu bütün orta Şark’ın fatihi Yavuz Sultan Selim Han bile ehli tarik. Padişahlar bir iki böyle, hem Nakşibendi hem Mevlevi, adeta Şeyh Türlü gibi birkaç şeyhe bağlı, ki çok normal bir şey bu.

MUSTAFA KARA: Devlet başkanı için normal bir şey.

İLBER ORTAYLI: Sonra efendim, şeyler var mesela. Besleniyor tarikatlar. Dergahlar besleniyor. Hep devam ediyor bu. Mesela ben 19. asırda ilginç bir kayıt biliyorum. Ne yaptılar? Üsküdar’daki bir şeyh vefat etti yerine şeyh tayin etmek için oğlunu buldular. Oğlu memurdu, genç yaşta emekli tayin ettiler onu padişah iradesiyle. Bunlar oluyor. Ama öbür taraftan da , bir tarikat ehli Kırım Muharebesi sırasında bayrak açıp gönüllü topluyor diye yasak ediliyor. O kadar değil, aslı asker şubesi. Bunlar çok ilginç şeyler. Acaba bunların üzerinde durabilir miyiz?

MUSTAFA KARA: Osmanlı Tarihi boyunca Tasavvuf çok renkli bir alan.

İLBER ORTAYLI: Evet

MUSTAFA KARA: Özellikle dervişlerle saray erbabının ilişkileri de oldukça renkli. İsterseniz, Emir Sultan’la başladınız, oradan başlayalım. Emir Sultan gerçekten Buhara, Bursa, Bosna hattının çok merkezi bir yerinde durmaktadır. Tabi Emir Sultan’ın Buharalı oluşu bir tarafa, Emir Sultan’ın seyyid oluşu da çok önemlidir Osmanlı için. Dolayısıyla peygamberimizin torunu oluşu ve sadece Buhara ile Bursa değil, Buhara, Rauza ve Bursa’yı birleştiren bir üçgenin ortasındadır. Gerçekten Fatih başta olmak üzere birçok Osmanlı Sultanı Emir Sultan Külliyesi’ne vakıflar bağlamış, maddi imkanlar vermiş ve adeta bu birinci başkentin gerçekten gönül sultanı olmuş. Daha sonraki yüzyıllarda ifade buyurduğunuz gibi, dergahlarla saray arasındaki ilişki genel hatlarıyla müsbettir. Genel hatlarıyla ilişkiler iyidir ve sultanlar teknik olarak A tarikatına, B tarikatına mensup bir mürid bir derviş değildir. Ama devlet başkanı olarak bütün tarikatlara belli bir yakınlıktan bakan yöneticidirler. Bütün genel olay, bu sultanlara şu gözle bakılabilir.

İLBER ORTAYLI: Bektaşiliğin durumu ne oluyor mesela? O enteresan.

MUSTAFA KARA: Ama esas olan, devletin özellikle bu yeniçerilikle çok sıkı fıkı oluşu sebebiyle. Devletin Bektaşilikle 1826’ya kadar büyük bir derdi yok. 1826’da bu yeniçerilerle çok içli dışlı olduğu için devlet şunu görüyor. Bektaşiliği yasaklamadan Bektaşiliğin hesabını görmek kolay olmayacak. O kadar iç içedir bunlar. Dolayısıyla devlet, yeniçerilikle birlikte bektaşiliğin de hesabını görüyor.

İLBER ORTAYLI: Yani dergahın etrafla kurduğu bağlantı, dedikodu, değerlendirme, kanaat önderleri olmaları çok önemli tabii.

MUSTAFA KARA: Özellikle Yeniçerilerle o kadar güçlü bir bağ kuruyor ki; ama onun dışında devletin çok farklı muamele ettiği bir tarikat yoktur. Aslında Tanzimat’tan sonra da olmamıştır. Devletin gidişatına tavır koyanları da her zaman hesaba çekmiştir.

İLBER ORTAYLI: Tabii, ama onlar da mesela, daha enteresan bir şey, o da çok çıkmıyor. Demin dediğimiz İsmaili Maşuki dışında. Yani bir sürü mesela kadızadeliler var değil mi? Üstüvani onlardan. Bunlar dert hükümetin başına. Fatih Camii Vakası mesela, Üstüvani takımını sürdüler Kıbrıs’a. Bu gibi şeyler çok görülmüyor. Demek ki tarikatlar hakikaten Osmanlı toplumunda kendi kabukları içinde ve siyasete de gerçekten çok katılmıyorlar. Onlardan bekleneni yerine getiriyorlar.

MUSTAFA KARA: Yaptıkları iş tabi toplumun ahlak eğitimi, toplumun...

İLBER ORTAYLI: Önemli. Herkes geliyor.

MUSTAFA KARA: İnsanların gönül dünyalarına ufuklar veriyorlar. Derinlik kazandırıyorlar.

İLBER ORTAYLI: En azından zapt-ü rabt altına alıyorlar. Sokaktan insanlar içeride o sayede. Çok enteresan mesela değil mi? Şurada bir Kont Ostrorog vardı 19. yy’da. Tamamen yani Osmanlı İmparatorluğu’nun mali kontrolü dolayısıyla burada bulunan beynelmilel bir uzman. Polonya asıllı. O kadar intibak etti ki o dahi oğlunu Mevlevi dergahına götürdü. Çok enteresan, Mevlevi yaptı oğlunu bir yerde. Herkes yani bütün aristokrasi aynı şeyi yapıyor ama bu bir görünüş tabii.

MUSTAFA KARA: Siyasi mekanizma ile, saygıdeğer Hocam, dergâhlar arasında bu yakınlığın bir başka sebebi de dergahlar bir kültür merkezi. Yani bu devletin birinci sınıf şairleri bu dergahlarda yetişiyor. Bu devletin birinci sınıf bestekârları bu dergahlarda yetişiyor.

İLBER ORTAYLI: Evet.

MUSTAFA KARA: Bu devletin birinci sınıf hattatları bu dergâhlarda yetişiyor. Dolayısıyla devletin kültür merkezi olma hürriyeti de var. Bunlar sıradan bir kurum değildir. Devletin çok önemli bir damarıdır.

İLBER ORTAYLI: Geçmişte. 19, 20 artık orda da bir çöküntü var herhalde.

MUSTAFA KARA: Şüphesiz. Devletlerin kurumları kuruluşta nasıl bir coşku yaşarsa ...

İLBER ORTAYLI: Yani mesela bir tipi var, bir şeyh tipi var. Bu böyle, zaman zaman deli dolu çıkan, tok sözlü çıkan devlet büyüklerini bile zemmeden icabında veya

MUSTAFA KARA: Muhalif tipler var.

İLBER ORTAYLI: Ama öbür tarafta da gerçek bir mualleme değil bu. Hani anlatır ya Abdülbaki Gölpınarlı Hoca kendi kitabında. Abdüllah-i Berki Hazretlerini Adile Sultan görüyor. Adile Sultan’ın kişiliği mühim çünkü II. Mahmut’un en büyük çocuğu. Yani sık sık Abdülmecit ve Abdülaziz’e dahi, en uzun o yaşadı, erkek olsaydım ben padişah olacaktım. Ama çok kültürlü, dil bilen ...

MUSTAFA KARA: Divan sahibi

İLBER ORTAYLI: Çok iyi şaire, mûsikîden anlıyor. Kandilli Kız Lisesi de bugün biliyorsunuz aslında onun sarayı. En önemli prenses sarayı da o. O, intisab etmek istedi Şeyh’e gittiği zaman böyle mutantan bir şekilde saray arabasıyla , halayıklarıyla kabul edilmedi. Ne zamanki bunu anladı, basit bir halk kadını kıyafetiyle feracesini kuşanıp gitti. Kapılardan karşılandı ve Şeyh Efendi ne dedi kendisine: ” Adile Sultan olarak giremezsin buraya, Adile Hanım olursan kapılarda karşılarız.”Çok önemli, böyle bir çıkış yapıyor. Bu tabi kimseyi çok rahatsız etmez. Siyasi bir ayaklanma değil, saraya karşı bir tavır değil. Halkın dilinde kulaktan kulağa bugüne kadar gelmiş.

MUSTAFA KARA: Adile Sultan saraya mensup olup divanı olan tek kadın. Divanında bizim tasavvuf kültürüyle ilgili çok ilginç bir şey yapıyor Hocam. Diğer tekke şairlerinde bu yoktur. 12 büyük tarikat var. 12 büyük tarikatın pirlerine ayrı ayrı şiirler yazıyor. Gerçekten tasavvuf kültürüyle iç içe olan bir kadın.

İLBER ORTAYLI: Hanedanın büyük halası. Fevkalade marifetli biri. Yani 19. asırdaki prenses tipini de o çizdi tabi. Hem alaturka kültür var, hem alafranga kültür var. Hem emansipe, yani kişilik var. Çünkü yaşayan padişahların, Sultan Murat, Sultan Abdülhamit, Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin’in nesi oluyor, halası, her iki taraftan da halası. Bunların bazılarının saltanatını göremedi ama her ikisinin de halasıydı.

MUSTAFA KARA: Dolayısıyla Hocam, bu tip insanlarla, saray ehliyle dergâh mensupları arasında bir sevgi, muhabbet bağı oluşuyor.

İLBER ORTAYLI: Şeyi düşünüyorum. Genç Sultan Ahmet, I.Ahmet, kaç yaşında öldü, 23 yaşında öldü. Adam akıllı genç, bugün Amerikalıların teenager dediği yani şabb-ı emred yaşta, genç de bir şeyi var bunun, sevdiği, Kösem Sultan. En mutlu dönemleri. Devamlı karşıda Üsküdar’dalar. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ni ziyaret ediyorlar. Ve orada tabi bir nasihat, bir telkin alıyorlar. Siz o dergâhın kazandığı otoriteyi düşünün etrafta. Çok tabi bu bir görünüm. Zannediyorum orta şark tarihinde, bütün İslam tarihinde bunun benzeri manzara az. İstisnai olarak bazı hükümdarların var böyle yaklaşımı; Hindde falan, Humayun’un falan. Osmanlı’da da bu müesseseleşmiş. Hepsi yapıyor bunu.

MUSTAFA KARA: Ve bir de altı asra yayılması var. Babür Şah da da var bu. Fakat ömürleri kısa. Fakat Osmanlı ...

İLBER ORTAYLI: Babür Şah’ın yok böyle tasavvufla bağı.

MUSTAFA KARA: Bir muhabbeti var. Mesela Ubeydullah Ahrar’ın bir kitabını tercüme ediyor. Osmanlılar da bu altı asır oluşu istisnai’dir. Ve bu altı asır boyunca, Şeyh Edeb Ali’den Vahdettin’e kadar bütün padişahların böyle bir muhabbeti var. Bu, toplumun tasavvuf kültürü, vazgeçilmez bir kültürüdür çünkü ilim, irfan ve sanatı temsil ediyor aynı zamanda.

İLBER ORTAYLI: Aynı zamanda itidal cemiyette, itidal çok önemli, o sağlanıyor.

İLBER ORTAYLI:Şimdi biz geldik 19. asıra. Bektaşilik telvin edildi. Ama yeniden dirildi tabi. Nakşibendilik var. Hükümete çok yakın. Kayyum durumda adeta. Mevlevilik hep devam ediyor, o böyle bir entelektüel tarikat adeta. Onun devamı enteresan. Ecnebilerin bile hayran olduğu ve zaten yapı itibariyle gayrimüslim muhibler de var, dervişler de var.

MUSTAFA KARA: Bektaşilik’te de var.

İLBER ORTAYLI: Bektaşilikte zaten var. Bunlarda böyle bir ecnebi çekme hassası var. Hatırlıyorum, İsveç’in son zaman elçilerinden birisi kendi çok anlattığı için söylüyorum, Erik Cornell, Hacıbektaş’ta Pîr Evi’ne gitti. Çilehaneye çıktı. Onu derhal orada benimsediler. O da ondan sonra hayran oldu o takıma. Adeta bir causa honoris üye gibi oldu.

MUSTAFA KARA: Gönül işi diyorlar ya..

İLBER ORTAYLI: Bu ne kadar böyle kolay, sarıyor insanları. Ve çok tuhaf. Ondan sonra, en ilginç tarafı, o dergâhlarda kimin neyi ne kadar aldığı, tasavvufi düşünceyi benimsediği de mühim değil. Kimi neyzen oluyor, kimi neyzeni dinliyor. Kimi hattat veya müzehhip oluyor ve yahut onları seyrediyor. Sanata ilgi duymayı öğreniyor. Belli ki, İstanbul halkı, Bursa halkı devam etmiş gitmiş.

Şimdi ikinci bir safhaya geldik. O çok önemli. 15. asırda iki tane fütuhat var Balkanlar’da. Bosna ve Arnavutluk. Bu Arnavutluk süratle, Bosna daha yavaş, İslamlaştı. Yüzde yüz değil tabi. Şimdi burada baktığınız zaman, Bosna’da Bektaşilik yok. Kim geliyor, Kadiri geliyor. Kim geliyor, Mevlevi tabi başta. Nakşî de var, Halvetî de var. Şimdi Kırım’a bakıyorsun, Osmanlı ülkesiyle 13. asırdan itibaren zaten İslamlaşma da oluyor Selçukiler devrinde. Yalnız Memlukların da etkisi var ordaki İslamlaşma’da. Buna rağmen, orada tarikatlar deyince mesela Bektaşiliği görmüyoruz. Kadirilik görüyoruz. Mevlevilik görüyoruz. Biraz değil asıl Mevlevilik. Ve Nakşilik bile var. Bu niye böyle? Niye mesala Arnavutluk’ta bir sürü Bektaşi var. Niçin 17.asırda Girit alınmış bir sürü Bektaşi ve Alevi dedesi var. İkisi biraz farklıdır.

MUSTAFA KARA: Evet ton farkı var.

İLBER ORTAYLI: Niye orda onlar var da, mesela Mevleviliği ta 19.asırda Sultan Abdülhamit Aydın Mevlevihanesi’ni görevlendirmiş. Böylelikle Kandiya’da kurulmuş bu ilk dergâh. Niye öyle, bunun bilmek lazım.

MUSTAFA KARA: Şöyle bir durum var Hocam. Bu sadece Osmanlılar’a has bir şey değil. Tarikatların tarihleri farklı olduğu gibi coğrafyaları da farklı oluyor. Yani bizim Osmanlı’da mesela çok yaygın olan bir tarikat, Türkistan’da olmuyor. Mesela Kuzey Afrika’nın en yaygın tarikatı Şazeviye tarikatıdır. Osmanlı’da yok.

İLBER ORTAYLI: Evet. Ticanilik yahut. Bize çok geç geldi. Ama ticanilik benim bildiğim 19.yy’ da bile yok Türkiye’de. 20. asırda Dr. Pilavoğlu getiriyor ilk defa.

MUSTAFA KARA: Mevlana Celaleddin-i Rumi biliyorsunuz Afganistanlı’dır ama Afganistan’da Mevlevilik yoktur.

İLBER ORTAYLI: Ama zaten o zaman böyle bir şey kurulamaz ki. Oğluyla çıktı bu değil mi?

MUSTAFA KARA: Çıktı da..

İLBER ORTAYLI: Kendi de tutunamadı.

MUSTAFA KARA: Konya’dan yayıldı ya Bosna’ya gidiyor ama Afganistan’a gidemiyor. Niçin? Burada enteresan manevi şeyler var, sebepler var. İnsanların fıtratlarıyla ilgili, bu tarikat mensuplarının gayretleriyle ilgili, çok sebepli bir şey. İnsan psikolojisiyle ilgili.

İLBER ORTAYLI: Evet mesela mederesenin tutulması lazım.

MUSTAFA KARA: O da sebeplerden biri olabilir. Mesela bir toplumda medrese kültürü çok güçlü ise, orada Bektaşilerin mesela yaygınlaşması tutulması zordur. Nitekim devlet 1826’da Bektaşiliği yasakladığı zaman, Bektaşi tekkelerini Nakşibendilere verdi.

İLBER ORTAYLI: Onların kayyumluğuna verdi.

MUSTAFA KARA: Onlara devretti ki onların tesiri azalsın diye.

İLBER ORTAYLI: Ne oldu azaldı mı? Yok.

MUSTAFA KARA: Bir müddet. 20- 30 sene sonra tekrar, aynı şey yeniden devam etti.

İLBER ORTAYLI: Şimdi ortada büyük bir sorun var. Medrese, yani ulema, ve dergâh , yani meşayih ve dervişân arasındaki gerilim. Bunlar böyle çok hazır lop genellemeler. İstisnası olmaz olur mu. Bir sürü müderris var ki birinci sınıf mutasavvuf. Hatta öyle müderrisan var ki şeyh. Sonra diyoruz ki Bektaşiler, Nakşiler, Mevleviler öyleleri var ki Şeyh Türlüt deniyor, değil mi, hem Bektaşiperest hem Mevlevi. Bugün de böyle. Bir bakıyorsunuz cerrahiyeden. Yani buna müsait bu ortam. Bu mecz edilebiliyor. Bunda bir ayıp yok. Bu bir oportünizm değil. Öyle ulema üyesi var ki ilmiye sınıfından, son derece hoş mutsavvuflar bunlar veya ilmiyeden ama tekkelerin o kadar da aleyhinde değiller. Tasavvufi düşünceyse, örneğin Cevdet Paşa tipik örneği. Alakası olmadığı belli ama yaşayış itibariyla katiyen öyle karşı da değil. Taraftar olanı da çok tabi. Şimdi bunu anlamak lazım. Bu çok önemli bir şey. Ve 19 yy.’da modernist dediğimiz bir İslam var. Hukuka dayalı. İçtihatlara, içtihatlar arasındaki birleştirmelere, Cevdet Paşa onların başında gelir. Ve yeni bir hayatı, modern bir dünyayı buna göre oturtan ve yorumlayan bunlar dışında. Bir de böyle İttihatçılar gibi, böyle Melamilik, Bektaşilik, Mevleviliğe hayran Muhibban diye gazete çıkaran, ama bir yandan da anayasacılık, “franc-maçonnerie” üyesi olan böyle bir karmaşa. Değişen medrese var, kendini dünyaya uyduran tarikat ve dergâhlar var ve çökeni var. Ne diyorsunuz bu çökmeye?

MUSTAFA KARA: Bu çökmeye isterseniz sonra gelelim. Önce bu farklı anlayışlara bir temas etmemiz gerekiyor saygıdeğer Hocam, bendeniz bu medrese anlayışıyla tekke anlayışını şöyle anlıyorum.Bütün toplumlar için böyle aslında, sadece İslam toplumları için değil. Bütün toplumlar kendi mukaddes metinlerini farklı algılıyor. Bu, insanın fıtratıyla ilgili. Herkes kendi mukaddes metnini bazen çok mistik bir şekilde yorumluyor. Bazen ise çok rasyonel bir şekilde yorumluyor. Bu, İslam kültürü için de söz konusudur ve tasavvuf işte Kuran’ı, İslam’ın klasik metinlerini mistik yorumlara tâbi tutarak kendine bir yol bulan bir anlayış. Medrese ise daha rasyonel, daha farklı açılardan bakan bir yolu tercih ediyor, dolayısıyla orada bir çatışma vardır doğrudur. Sizin de ifade buyurduğunuz gibi çok genel bir çatışma değildir. Yani müderrislerin büyük bir kısmı Cevdet Paşa gibi tasavvufa hürmetkârdır, kendisi bir derviş değilse bile. Dervişlerin, mutasavvufların bir kısmı da medreseyi bitirmiş, işte Aziz Mahmut Hüdayi gibi, o dönemin kadısı olmuş..

İLBER ORTAYLI: Veyahut son dönemde Bayezit Kütüphanesi’nin müdürü İsmail Sait Efendi gibi.

MUSTAFA KARA: İsmail Sencer gibi.. Yani bunlara biz bu iki ilmi biraraya getiren büyük şahsiyetler..

İLBER ORTAYLI: Yani şeriat ve tarikat veya ilim ve irfan...

MUSTAFA KARA: Hepsini mecz ediyor. Şimdi çöküşe gelirsek. Çöküşte aslında Tanzimat döneminde olsun, özellikle II. Meşrutiyet döneminde olsun , 1909-1919 arasında çok ciddi bir tartışma vardır Osmanlı kroniklerinde. Soru şu : Tekkeleri ne yapacağız? Dergâhları ne yapacağız? Tasavvufi hayat ne olacak?
Bütün mecmuaların ana konularından biri budur. Buna değişik cevaplar veriliyor ama tabi ki Suficiler biraz farklı cevap veriyor, Türkçüler, Batıcılar, İslamcılar ... Fakat hepsinin ortak bir kanaati var. Sufiler dahil hepsi şunu söylüyorlar: Tekkelerde bir çöküş var, gelin bunun sebeplerine bakalım ve çarelerini bulalım. Bu konuda hepsi ittifak halinde, bunu itiraf ediyorlar. Ve çöküşün sebeplerini de tartışıyorlar gayet tabi. Öne hangisi çıkıyor? Birçok sebep var. Sufiler’de dahil, hepsinde öne çıkan birinci sebep saygıdeğer hocam, tekke şeyhi olan insanların yetersizliği. Buradan meşhur terim ortaya çıkıyor, “beşik şeyhliği”. Hani beşik ulemalığı var ya, bu, bir dönem sonra beşik şeyhliği diye bir terimle de bizi karşılaştırıyor. Yani Şeyh Efendi ölüyor, yerine kim geçecek?

İLBER ORTAYLI: Demin verdiğim örnek oğlu mutalaka.

MUSTAFA KARA: Evet tabi..

İLBER ORTAYLI: Ama insanı hayrete ve hayranlığa düşürenler de var. İşte Hüseyin Fahrettin Dede. Sadettin Arel gibi , Rauf Yekta gibi insanları çekmiş. Mûsikî bilgisi, Batı mûsikîsini de öyle biliyor ki, zaten onlar Almanca, Fransızca biliyor. Çünkü solfej ve mûsikî ilmini takip etmenin başka ölçüsü yok. Yani mesela şeyhlerden değildir ama ulemadan Elmalılı Ahmet Efendi Fransızca’yı kendi fevkalade iyi öğrenmiştir. Cevdet Paşa öyleydi..

MUSTAFA KARA: Bir dönem en enteresan Osmanlı son dönemde büyük insanlar var. Hem mederese ilimlerinde, hem tasavvuf ilimlerinde hem de sanatta . Muhammed Hamdi Yazır aynı zamanda hattatmış.

İLBER ORTAYLI: Ben Ahmet Hamdi Yazır dedim galiba özür dilerim.

MUSTAFA KARA: Aynı zamanda şair hocam. Bütün ilahiyatçılar şunda ittifak, 20. yüzyılın en büyük müfessiri.

İLBER ORTAYLI: Dirayet tefsiri yapıyor. Yeni bir yoldur.

MUSTAFA KARA: Osmanlıların bu çöküş asrına rağmen , Osmanlının son dönemlerinde çok güçlü kafalar yetişti.

İLBER ORTAYLI: Tabi medreselerin bir kısmı çöktü, bir kısmı yeni . Böyle şeyler var. Hukuk takımı kendini başka türlü, muhakkak ki ayrı bir fasıl tartışmak için ilerde. Onun üzerinde duracağız herhalde.

Türkiye yaşayan bir toplum. Devamlı kendisini yenilemeyi biliyor. Eskiyen şeyi değiştirmeyi biliyor. devam ediyor tarih yolunda.

MUSTAFA KARA: Tarihi tecrübesi var.

İLBER ORTAYLI: Yani düşünce ve inanç dünyası da bunun pek dışında değil. Öyle olduğu anlaşılıyor.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Tarih Dersleri’nde Japon modernizmi

Tarih Dersleri’nde Japon modernizmi

Kendimizi niye koruyamıyoruz? Niçin adet ve anonimimizmden vazgeçiyoruz? Japonya gibi bir örnek dururken niçin onlar gibi yapmıyoruz da başka yollara gidiyoruz? İlber Ortaylı, konuyu Selçuk Esenbel’le tartışıyor.


NTV-MSNBC
Güncelleme: 12:19 TSİ 14 Mayıs 2008 Çarşamba


İSTANBUL - Bugün çok önemli bir konuyu ele alacağız. Önemli diyorum çünkü Türkiye modernleşiyor, bu aşağı yukarı iki asırlık bir tarih veriyoruz.Bu gibi toplumsal,iktisadi değişikliklerin tarihini tespit etmek kolay değildir.Yorum meselesidir ve bu çağ değiştirmede, yaşayış tonumuzu biçimimizi değiştirmede hiç kuşkusuz büyük problemlerimiz var.
Haberin devamı

Kendimizi niye koruyamıyoruz? Niçin adet ve anonimimizmden vazgeçiyoruz? Japonya gibi bir örnek dururken niçin onlar gibi yapmıyoruz da başka yollara gidiyoruz?

Önümüzde iki model var ki biz onları düşünmek zorundayız. Rusya ve Japonya.Çünkü öbürleri bizi takip ediyorlar. Japon modernleşmesi nedir?Bizim zannettiğimiz gibi mi?Galiba bazı efsaneler var. O efsanelerin doğrusunu müsaade buyurursanız sevgili meslektaşım, yurtdışında da Japon tarihçisi ve uzmanı olarak ün yapmış Profesör Selçuk Esenbel’le tartışalım.

İLBER ORTAYLI: Şimdi önümüzde çok mühim bir mesele var tarih açısından. Avrupa dediğimiz bir kıta var. Bu Avrupa’nın kendi iç yapısı, coğrafyasından, yaşadığı tarihten ileri gelen bir değişimi var.Nüfusu artıyor, birtakım bataklıkları ormanları kurutuyorlar. Bunu yapanlar da kilise. Ticaret gelişiyor,işletme muhasebe sistemleri değişiyor.Muzahaf muhasebe dediğimiz çift taraflı muhasebeyi de yine Fransızken rahipleri buluyor. Yine dinle devlet,devletle halk hem ayrılıyor, hem herşeyin içinde ve o bir gelişme,bu gelişmenin karşısında zarar görenler var.

Bunların kendilerini toparlamaları gerekiyor. Kim bunlar? Rusya. Kim bunlar? Osmanlı İmparatorluğu ve çok uzak ülke var orada, Japonya.Şimdi bu modernleşmede benzetmeler yapacağız ister istemez. Bu çok şart ve hepsini de ayrı ayrı ele almamız gerekiyor.

Bu Japonya’nın bazı sorunları var. Bizim için bir tanesi mesela, bir; bunlar modernleştiler ananelerini, adetlerini, günlük yaşamlarını muhafaza ettiler.İkincisi; bunlar çalıştılar, kalkındılar vesaire.. ve biz bunların modernleşmelerinin tarihini bilmiyoruz. Herkes zannediyor ki “Commodor Perry” geldi gemiyle zorladı bunları ve 19. asırın ortasında bizden daha geç başladılar.Doğru mu bakalım? Değil galiba, çünkü moderleşmenin kalkınmanın birtakım unsurlarının daha evvelden başlamış olması gerekiyor.Şimdi burda bir soru sormak lazım.

Bizim memleketimizde tercüme 19. yüzyılın işidir. Yani Batı’dan yapılan tercümeler 19. yüzyılın işidir.18’de sadece teknik, ilmi kitaplar çevrilir veya çevrilmez. Fransızcadan okunur askeri talimmaneler. 19. yüzyılda mutlaka çevrilir böyle bir zamana uymak çeviri var.Türk milleti tercüme yapmadı mı? Yaptı. Klasik edebiyatı doğu edebiyatını daha evvelden çevirmişler, mesela, 15. yüzyılda 2. Murat devrinde önemli bir etiket var. İnsanların yaşam biçimine, devlet idaresine kadar eserler çevriliyor değil mi? Mercimek Ahmet’in yaptığı “Kabusname” veya Nizamülmülk’ün eserleri vesaire gibi...

Japonya’nın dış dünyayla tercüme faaliyeti neydi onlar 1600’de kapattılar kapılarını...

SELÇUK ESENBEL: Ama, o siyasi bir kapanış.

İLBER ORTAYLI: Siyasi...

SELÇUK ESENBEL:Katoliklere karşı,her ne kadar hıristiyanlığa karşı diye bilinse de aslında katoliklere karşı özellikle İspanya. İspanya, Filipinler’i fethediyor 16. yüzyılda, Japonlar bundan çok ürküyorlar.

İLBER ORTAYLI:Rahatsız oluyorlar.

SELÇUK ESENBEL:Çünkü, Filipinler yakın ve İspanyol İmparatorluğu bu kadar Asya’da da genişleme temahülünü gösterince Japonlar siyasi açıdan kapatıyorlar. Katoliklerle de işbirliği yapar, İspanya ile işbirliği yapar, yoksa onun karşılığında mesela Hollanda ile gayet iyi geçiniyorlar.Protestanlığa izin vermiyorlar ama Hollandalıların zaten misyonerlik yapma gibi bir derdi yok.Hatta Hollandalılar hem silah satıyor Japon shogunlarına hemde istihbarat bilgisi veriyorlar. İspanyolların ne yaptığıyla ilgili yani protestan ve katoliklik savaşı güneydoğu asyada da devam ediyor.Hollandalılar burda büyük bir zevkle yardım ediyorlar.

İLBER ORTAYLI:Yani tıpkı bizde katolik Fransa, katolik İspanya ve Alman İmparatorluğu’na karşı bizimle işbirliğinde.

SELÇUK ESENBEL:Aynen onun gibi...

İLBER ORTAYLI: Çok ilginç...

SELÇUK ESENBEL: Onun için Japonlar... Ben biraz o Japonların 1600 yılındadır o karar sonra tekrar edilir 1630’larda ve kesin şöyle bir karardır.Japonya’daki bütün hıristiyan diye bilinen katolikler derhal dinden çıkıcak ver zorla bir budist mezhebine kaydolucak bu bir.İkincisi; japonlarının yurtdışına gitmesi yasaklanıyor.Üçüncüsü; ilginç dışarıda oturan japonlarında gelmesi yasaklanıyor.mesela güneydoğu asyada ticaret yapan japonlar var.Tayland kralına hizmet eden samuraylar var 16.yüzyılda gitmişler askeri güç olarak. Orada bir iş tutmuşlar saraylarda hizmet ediyorlar, çünkü onlar cengaver bir millet tabi onun için böyle iş bulmaları mümkün. Şimdi orada ben şöyle zafiyet dolayısıyla bir ürküntü, korku sezinliyorum, çünkü 16.yüzyılda bir Japon samuray lideri Kore’yi fethetmeye kalkıyor, 1570’lerde.Hatta niyeti Çin’i de fethetmek. İsmi Hideyoshi. 16. yüzyıl zaten fütyat yapanların devri, yani 16. yüzyılda gücün varsa imparatorluk kurmuş oluyorsun. Japonlar burada başarısız oluyor ve o başarısızlık dolayısıyla bence içeriye çekilip kapıları kapatıp kendini koruyor.Bir savunmadır bu.

İLBER ORTAYLI:Peki şimdi bu kapandı ne yapıyor dış dünyayla, Avrupa ile ilgisi var mı yok mu?

SELÇUK ESENBEL:Şimdi o çok ilginç.Her sene Hollanda kapitani...Adamın ismi o kaptanı yani, iki gemiyle geliyor. Nagazaki’de ve onların orada belli bir mahalle var. Hala gidince görülebilinir.Bir adada işte evleri filan var, izin veriliyor, depoları var, eşyalarını orda saklayabiliyorlar ve Japonya ile ticaret yapma yetkisi var Hollanda’nın. Tabi bu büyük bir imtiyaz.Her sene geldiğinde kapiten büyük bir merasimle shogun’un sarayına gidiyor.Shogun bu arada tabi onların kralı..

İLBER ORTAYLI: İmparator çekilmiş shogun bakıyor bütün işlere...

SELÇUK ESENBEL: Siyasi ve askeri lider, dinsel ve manevi lider değil ama askeri lideri ülkenin, şöyle diyelim genelkurmay başkanı gibi.Şimdi o orada her sene kapitanin bu shogunla olan konuşmasında tercümanlık yapan bir grup samuray var.Onlar shogun tarafından işte Hollandalıların dilini öğrenip tercüme yapmakla görevlendiriliyor.


İLBER ORTAYLI:Bizim tercüme odası gibi ama işleri geniş galiba sadece resmi yazışma ticari görüşme değil kitap çeviriyor adamlar mutemadiyen.

SELÇUK ESENBEL:Ve çeviri yapmalarına izin veriliyor.

İLBER ORTAYLI:Bütün anatomi kitapları galiba, felsefe kitapları, Spinoza çeviriyor adam Leibniz çeviyor.

SELÇUK ESENBEL:Isaac Newton’un “Mathematica Principia” özetini çevirirler.Bu çok önemli çünkü Hollandalılar onu çevirmişler.

İLBER ORTAYLI:18. asır’ın sonunda Kant’ı tanıyorlar. Bu önemli..

SELÇUK ESENBEL: Doğrudur.

İLBER ORTAYLI: Anatomi yapıyor.Bak mesela Rusya anatomiyi Büyük Petro’yla tanıdı.

SELÇUK ESENBEL: Bunlarda da öyle. Yoshimune...Shogun Yoshimune, anatomi kitabı,18.yüzyılın başıdır...

İLBER ORTAYLI:O zaman Ruslardan evvel.Büyük Petro’nun enteresan şeyi, kadavranın kokusundan burnunu tıkamış millet, burnunuzu tıkamayın bu ilimdir.

SELÇUK ESENBEL: Yalnız tabi şunu anlamak lazım bu açık toplum anlamına gelmiyor; çünkü shogun 450 samuraydır.Yani Hollandalıların dilini öğrenip de çeviri yetkisi olan bu bilgiler toplumla paylaşılmıyor.

İLBER ORTAYLI: Lüzum da yok ama bir yerde duruyor.

SELÇUK ESENBEL:Onu shogun da biliyor.Daha önemlisi her sene kapitan geldiği zaman shoguna dünya ahvali üzerine bir istihbarat raporu vermekle yükümlü. Bu istihbarat raporunu da gayet ayrıntılı vermezse ticaret anlaşması yenilenmeyecek.Çünkü japonlar için, shogun için hollandalılardan alacağı mal, satacağı mal o kadar önemli değil. Önemli olan dünyanın siyasi gidişatı hakındaki bilgi, yani o bilgiyi almak için ticaret hakkını veriyorlar.

İLBER ORTAYLI: Bir nevi kiralık bir dışişleri kullanıyor çok ilginç, ama bunu yaparlardı ben biliyorum. Mesela Avusturya büyük dükaları bir dönem Venedik elçilerinin raporlarını satın alırlardı onları görürsünüz arşivde.

SELÇUK ESENBEL: Onun için ben 17.yüzyıl raporlarını gördüm, çok ilginç tabi, en büyük kısım Viyana muhasarası.Gayet ayrıntılı bir şekilde yani o senenin 1683 en önemli kısmı raporunda çevrildi o, Ankara Üniversitesi’nden daha doğrusu motomot çevrilmedi ama kullanıldı benim yardımcı olduğum bir öğrenci şimdi doçent bir arkadaş ve kullandı bunu. Şimdi orada önemli olan yani Osmanlı 17 ve 18. yüzyılda o raporlarda çok önemli bir dünya gücü olarak anlatılıyor japonlara. bu tabi doğruyu yansıtıyor.

İLBER ORTAYLI: Bu doğruyu yansıtıyor en azından o savaşı bilmeleri lazım.

SELÇUK ESENBEL: Buradan ben şöyle birşey anlıyorum. Japon toplumu belki dünyadan kopuk bu doğrudur ama Japon eliti hiç değil Japon eliti o kapalı kapıların arkasında bütün dünyadaki olanları biliyor takip ediyor ve kaygılanıyor.

İLBER ORTAYLI: Bilime uyguluyor mu bu tıbba hizmet ediyor mu mesela ?

SELÇUK ESENBEL: Çok yavaş.

İLBER ORTAYLI:Yalnız şöyle bir gerçeğin üzerinde durmamız lazım. Okuma yazma devrimini 18 yüzyılda yapan ülke bildiğimiz gibi ne İngiltere ne Avusturya İmparatorluğu, Japonyadır. Nedir oran? Yüzde 40’dan bahsediliyor.

SELÇUK ESENBEL:Erkeklerin %40’dır, kadınların %15 filan...ama o da yüksektir o dönem için, 18.yüzyıl için.

İLBER ORTAYLI: Bunu nasıl öğreniyor onlar?

SELÇUK ESENBEL: Onu yalnız şöyle yorumlamak lazım, yani oradaki eğitimin ilerlemesi 18. yüzyılda kapalı toplum ya, feodal toplum avrupalaşmak modernleşmek için değil. O kendi geleneksel eğitiminin yaygınlaşmasını sağlıyor.

İLBER ORTAYLI:Bu doğru. Niye yapıyor bunu ne oluyor?

SELÇUK ESENBEL: Şöyle; ihtiyaç oluyor çünkü, dışarıyla da bağlantılar kısıtlı olduğu için içerde de barış var.Bu demokratik bir toplum değil mesela köylülerin durumu hazin vs...Sonunda askeri bir yönetim bu samuray yönetimi çünkü, yani cengaverler siyasi imtiyaza sahip ve herşey onların elinde fakat ekonomik açıdan çok gelişiyor japonya çünkü, iç ticarete dönüyor ve o iç ticaretin getirdiği kompleks ekonomi bir de yerel derebeylerin yönetimlerinin bürokratikleşmesi okur yazar sayısının artmasını sağlıyor.

İLBER ORTAYLI: Hatta kendileri öğretiyor...Bize göre çok büyük bir fark değil mi? Çok büyük bir fark Rusya’ya göre çok büyük bir fark.

SELÇUK ESENBEL: Bir istatistik verebilirim. Diyelim ki 1868 yılında, tam Meiji Restorasyonu’ndan bir gece önce diyelim. Japonya’nın nüfusu 30 milyon.Bu 30 milyonun %8’i cengaver. Bu önemli çünkü, çok yüksek oranda bir aristokrasi var ve onun hepsi okuma yazma biliyor. O %8, o %8’in de yarısı ilkokul ötesi lise ve üniversite diyebileceğimiz rafine bir eğitime sahip. Şimdi onun dışında halktan zengin köylüler tüccarlar onlar da okuma yazma biliyorlar. Erkek nüfusunun %40’ı ki bunun içinde %8’i samuray oluyor kalanı halktır, %32 okuma yazma biliyor.

İLBER ORTAYLI: Rakamlara bakıldığında bu toplumda olamaz bu, Rusya’da da yok. Bu Büyük Petro’nun Rusyası’nda bile %90,95’i okuma yazma bilmiyordur. Türk okuma yazma ilkokul reformu düşük de olsa 19’da başladı biliyorsun?

SELÇUK ESENBEL: Carter Findley’i biliyorum. Doğru mu değil mi, %15 vardı 1910’larda.

İLBER ORTAYLI:Onun sayacağını zannetmiyorum ama şuradan dolayı o okullaşma oranı yüksektir. Yani bilhassa 19.yüzyılda çocukların, kız çocuklarının da okutulması, öğretmen okullarının teşviki, bütün bunlar bu iki toplumda baktığında bu iki komşu Rusya ve Osmanlı’da, biri 18’de Büyük Petro, biri de 19’da ama Japonya’nın daha evvel bu işi çok daha ciddi yaptığı anlaşılıyor.

SELÇUK ESENBEL: Onun için de hızlı hareket ediyor.

İLBER ORTAYLI:Efsane bir, 1850 kapıları açılınca değil bir alt yapı var dünyadan evvel.Şimdi önemli bir sorumuz daha var. Tercümede bunlar neyi çevirdiler, ne kadar tanıdılar dünyayı bu önemli. 19.asırda dünyayı mekan ve zaman olarak tanıyor muydu Japon toplumu bu mühim..

SELÇUK ESENBEL:Toplum dersen hayır...

İLBER ORTAYLI: Eski Yunan klasiklerini, İslam klasiklerini çevrilmiş mi birileri okumuş mu?

SELÇUK ESENBEL : Shogunlar devrindeki çeviri faaliyeti demin de bahsettiğimiz gibi Isaac Newton gibi çok önemli bir bilimsel devrimin metni olan “Matematica Principia” çeviriyor Japonca’ya gerçi,Latince’den değil Hollandalıların çevirisinin çevirisidir. Anatomi kitaplarını çeviriyorlar. Felsefeye dediğim gibi 18’in sonunda giriyorlar.19.yüzyılda bu birikim tuhaf birşekilde 19. yüzyıla yarıyor. 1868’de kapıları açınca zaten orada 450 aile var çeviri yapabilen...

İLBER ORTAYLI: Matbaa ne zaman?

SELÇUK ESENBEL:Matbaa tabi Çin’den alındığı için çok eskidir.Uzakdoğuda matbaa problemi yoktur bizdeki gibi.

İLBER ORTAYLI: Kalıp olarak baskıya gidiyor.Şimdi sorun şu, bu tercüme edebiyatı demek ki bir aydınlanma getirmiş yani o konuda zaman bakımından bir gerileme yok.

SELÇUK ESENBEL: Daha doğrusu şöyle birşey oluyor. O tercümenin ben şöyle bir faydasını da görüyorum kendi yapıldığı anda bir etkisi yok ama üst düzey samuraylar tabi okur yazar olduğu için aralarındaki entellektüeller daha ülke açılmadan okuyorlar bu kitapları zevk için, keyif için okuyor.

İLBER ORTAYLI: Evet. İnsanlar arasında yönetici zümrenin ki samuray eğitim de veriyor insanlara.

SELÇUK ESENBEL:Onun için o üst düzey samuraylar ülke zorunlu olarak açılınca 1853’te sonra bir iç savaş çıkıyor ve Tokugava shogunlarına muhalefet eden genç samuraylar onları devirip de 1868’de Meiji rejimini kuruyorlar, imparatoru getirip kendilerini aslında meşru kılmak için....

/////

İLBER ORTAYLI:Şimdi çok önemli bir mesele var. Osmanlı toplumu 19. yüzyılda milliyetler çatışmasının ortasına çıktı ve burda bir çözüm düşündü. Mehmet Emin Ali Paşa, Girit’te bulunduğu sırada ki çok dahi bir adamdır biliyorsunuz. Kanuni Medeni dedi. Bütün tebanın bir daha tefrik cins ve mezhep din farkını ortadan kaldırarak işlemleri götürecek şey. Model de fransız kanunu medenisi olsun dedi. Çok aşırı birşey bizim bölgemiz ve milletimiz için. Cevdet Paşa hemen engelledi ve oturdu mecelle faaliyetine girişti. Ortaya çıkan “mecelle” İslam Hukuku’nun son dönemi için müthiş bir eklektisizm ve abide. O doğru fakat bu kanuni medeni değil. Niye değil, çünkü, şahsın hukuku ve aile yok içinde, yani bilmediğinden değil temas edemedi oraya o iş yarım kaldı.

Şimdi Japonya Alman kanuni medenisini alıyor bana göre orada ilginç birşey var. Mesela demin de değindiğim gibi bir İsviçre kanunu medenisine göre Alman kanunu medenisinde dil bakımından büyük bir ağırlık var, uslüp var tefsir yorumları daha çok bilgi istiyor.İşin gerisinde onu yapan adamların bir hukuki bilgi ve eğitim sürecinden geçmeleri lazım şu veya bu şekilde. Bu çok önemli ve çok açık birşey. Hem Rusya’da, hem bizde hukuk toplumun ifadesi yani o gelenek çok önemli. Daha evvel değindin yazılarında, galiba japonlar hukuku geleneklerinin hayatlarının inaçlarının bir parçası olarak görmüyorlar.

SELÇUK ESENBEL: Hayır. 1872 yılında bir imparatorun emri vardır bütün eski hukuku lağveder eder herşeyi ama yani şöyle 645’teki imparatorluk kanunları, 1185’teki samuray kanunları. 1600 yıldan sonraki bütün tokugava shogunlarının icraatları bir kalemde lağvedilir ve amaçta orada şey çok önemli yani karar.Karar Japonya’yı biran evvel avrupa hukuki temeline oturtmak...

İLBER ORTAYLI:Çok radikaller o konuda hiç düşünmüyor.

SELÇUK ESENBEL: Onun için hukuku kültür ve dinden ayırıyorlar.

İLBER ORTAYLI: Ama demek hukuk yapıları müsait böyle lağvetmeye.

SELÇUK ESENBEL: Eskisini lağvediyorlar ve 1870’lerde önce Fransız medeni kanununu çevirtiyorlar beğenmiyorlar. Çok radikal buluyorlar yani aile hayatı vs..Biz bir imparatorluğuz, işte burada yani daha bir sosyal hayatımızda bir muhafazarkalık söz konusu olmalıdır deyip ama kendi kültürlerini kullanmıyorlar, orada almanlara dönüyorlar.Bismarck Almanya’sını daha uygun görüyorlar kendileri için.Alman hukuk profesörleri davet ediliyor Tokyo Üniversitesi’nde hukuk fakültesi kuruluyor ve yetiştirilen japon asistanlarla beraber işte 1889’da başbakanın kendisi bu hukukçularla çalışır ve anayasayı hazırlarlar.Tamamen Alman hukuk anlayışına göre yapılmış bir anayasadır.

İLBER ORTAYLI: Pekala romanist hukuk sisteminini ifade eden bir sistem.

SELÇUK ESENBEL:1894’de de medeni kanunuda alman medeni kanununun bir uyarlaması olarak gene bu alman hukukçularla beraber hazırlıyorlar. onun için japon medeni kanunu avrupa kanunudur.Almandır.Hala da aslında o. 1946’da kadın erkek eşitliği mesela tam olarak getirildi vs..değiştirildi ama uslüp ve felsefesi almandır.Daha eşitlikçi bir yorumla hazırlanmış ama aynı medeni kanundur yani 1894’ün aynısı...

İLBER ORTAYLI: 30 sene fark var islam dünyasının medeni hukuk reformu yapmaları...

SELÇUK ESENBEL: Orada japonların ben Türkiye’de yanlış anlaşıldığını düşünüyorum.Japonlar işte kültürlerine bağlı geleneklerine bağlı vs. doğrudur ama 19. yüzyılda onların modern yaşamın içinde tanımladıkları japon geleneği ve kültürü hukuk dışı yeni bir yorumdur.

İLBER ORTAYLI:Hukuku geleneğin dışında tutuyor bu önemli...

SELÇUK ESENBEL:Hatta dinin de dışında tutuyor dolayısıyla yani dini de dışında tutuyor.

İLBER ORTAYLI:Mesela bizde kanunu medenide pekala islam hukukundan unsurlar vardır değil mi karı koca mal rejimi vs..falan Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’na göre hukuk reformlarında daimi bir kopukluk bir rahatlık var ama bizde bu niye var, çünkü eski dünyaya bulaşığız yani sisteme daha evvel girmeye başlamışız.Bir kökleri var bu tabi idari bakımdan büyük sorun yaratmıyor herhalde japonya’nın kendi otokrasisi gidiyor.

SELÇUK ESENBEL: Bunu yapmalarında yalnız bizdekinden farklı bir amaç görüyorum yani Osmanlı’dan nacizane görüşüm. Çok bilinçli bir şekilde avrupalılar kapütalasyonları biz hukukumuzu %100 avrupalaştırmazsak lağvetmezler anlayışı var japonlarda ki doğrudur.

İLBER ORTAYLI: O bizde de var

SELÇUK ESENBEL: Bizde de var.Onun için onlar çok hızlı davranıyorlar ve bir ingiliz yazar vardır Japonya’daki bu gelişmeleri takip eden ,Chamberlain mesela ben hatırat defterini okudum. 1898 - 1899’a gelindiğinde adam hüsniyetle inanıyorki japonlar avrupalılaştı diyor ama onun dediği avrupalı kılığı kıyafeti değil, hukuki olarak diyor ki tamamen avrupalılaştılar diyor

İLBER ORTAYLI:Yani mallar Nagazaki’ye ulaştığında nasıl bir tedbir koyuyorlar diye tıpkı İsviçre’deki , Londra’daki gibi, tamam o zaman mesele.

SELÇUK ESENBEL: Hukuki açıdan onun için ingiliz. O zamanki Londra’daki hükümete de bir önerisi var.Kapitalasyonları lağvedelim asyada bizim müteffikimiz olsun Japonya, Rusya’ya karşı ve bunu yapabiliriz yani onlar artık bir avrupa devletidir hukuki olarak yani bir asyalıyla ittifak değil iki avrupalı devletin ittifakı olacaktır diyor ki, 1902’de meşhur “İngiliz-Japon İttifakı” imzalanıyor.

İLBER ORTAYLI:Peki yetiyor mu bu? Romanist hukuk yani hukuk reformuna ki bazı avrupa üyelerinden daha erkenciyiz o konuda Yunanistan’dan falan daha zaman yetmiyor ama hayatı kolaylaştırıyor.

SELÇUK ESENBEL: Toplumun ayak uydurması çok zaman alıyor.

İLBER ORTAYLI: Bir de üretim lazım arkasında.

SELÇUK ESENBEL: Hukuk reformunu yapıyorsun bunun anlamı, senin siyasilerinin ve toplumunun 24 saat içinde bunu anlayıp da o doğrultuda haraket etmeye başlaması demek değil. Eski alışkanlıklar hiçbir zaman ortadan hemen kalkmıyor.onun için japonlarda mesela demokrasi çok sancılıdır, insan hakları korkunç sancılıdır. O medeni kanundaki yazılmış olan haklarının icraatı bile 1950’lere kadar sorunluydu. Yani 1930’larda zannetmeyelim ki hukukta son derece modern avrupai bir anlayış var gündelik hayatta da bu icraa ediliyordu yani toplumlar icraatte ancak tecrübeyle ve tarihle kendilerini o kalıba sokabiliyorlar. O bir zaman alıyor ama kalıbın kendisi 1898’e gelindiğinde tamamdı,bir eklektik yapı değildi.

İLBER ORTAYLI: Gelenekle hukuk ve diğer toplum örgütleriyle hukuk ne kadar bağdaşıyor onu değiştirmek çok zor.
Bu yapılan değişiklikte türkiye bizim toplum biraz sonra ama çok daha fazla zorlu bir savaş vermiş çok daha fazla daha çok düşünmek savaşmak zorunda, çok zor iş yapıyorsunuz bulunduğunuz kültürel çevreye dünyaya göre çok zor bir iş yapıyoruz galiba.

SELÇUK ESENBEL: Japonların kendi hukukunu lağvetmesi....

İLBER ORTAYLI: Evlilik işini nasıl hallediyor alman kanunu medenisi belli okuduğum kadar japonlarınki de. Cevdet Paşa gibi bir büyük adam hakikaten hukukçu biri. Aile hukukunun dışarda .... hiçkimse ile bağdaşamazsın bir yanda gayrımüslimlerimiz var,bir yanda müslüman...

SELÇUK ESENBEL: Her birinin kendi töresi var.

İLBER ORTAYLI: Bir eklektik kanun getirmeye çalıştık. Kanun kuvvetinde kararname .Biliyorsun hukuk-u aile .Harbe girdiğimiz zaman bunun yürürlüğü durduruldu.Harbeden İttihat Terakki Kabinesi, hükümet bu cesareti bulamadı çünkü biliyorsun taviz verilir. Yani muhafazakar tavizler verilir.Cesaret edemedi durduruldu sonra kaldırıldı.çok tatbikat bile zayıfladı.Çünkü o eklektik bir kanundur.Şimdi böyle bir sorun mesela aile konusunda çıkmadı Japonya’da.

SELÇUK ESENBEL:Böyle bir sorun çıkmadı fakat başka sorunlar mesela japonların feminist tarihçilerine bakarsan onlar 1894’ü eleştiriyorlar.İlginç bir çelişki var o da alman hukukundan alınıyor. biliyorsunuz kadınlar ve erkekler yüzdeyüz eşit değil.

İLBER ORTAYLI: Victoria İngiltere’sini biliyorsun.Hem işçi kadının hem aristokrat kadının zor hayatı İngiltere’de

SELÇUK ESENBEL: Mesela orada bir çelişki var. 1894’te bir kadın 18 yaşından sonra hem reşit, büyük bir devrim tabi Japonya için geleneksel samuray toplumu düşün , hem de aynı zamanda seçme ve seçilme hakkı dışında, o dönem yok ama avrupa’da da yok zaten yani bir vergi ödeyen reşit bir kişi ta ki evlenene kadar , evlenince bu medeni kanuna göre alman yasası aile reisi koca olduğu için, kocasının hukuki denetimine giriyor.Bu 1946’da çıkarıldı değiştirildi.

İLBER ORTAYLI: Kim yaptı, Mc Arthur ...

SELÇUK ESENBEL: Amerikalılar etkilediler ama japon feministleri de yani bunu böyle bırakmadılar. Çok güçlü bir kadın hareketi vardı.Belli bunun şeyi hazırdı diyelim ki dosyası ama 1946 yılında kadınlar seçme seçilme hakkıyla gerçekten tam eşitliği kazandılar.

İLBER ORTAYLI: Medeni kanunun verdiği hukuki ehliyeti kullanmak açısından.

SELÇUK ESENBEL: Türkiye’den farkı sanırım kalıba erken girmeleri

İLBER ORTAYLI: Kalıba erken girmek...Arkada bir eğitim var hazırlık. Bir de galiba eski hukuki yapıları fazla sabit kalmalarını gerektirmiyor. Bizim kendi mirasımız öyle kolayca itemiyorsun.Onun da tesiri var.

SELÇUK ESENBEL: Hukuku dinsel eğilimden ayırdılar.

İLBER ORTAYLI: Evet anlaşılıyor galiba. Çok teşekkürler.

9 Mayıs 2008 Cuma

Tarih Dersleri II - Roma

Tarih Dersleri’nde Roma...
Roma’dayız. Roma nın idare merkezi sayılabilecek Campidoglio yani ünlü Capitol.



İSTANBUL - Capitol, Roma’nın efsaneye göre yedi tepeye göre en merkezde bulunanı. Bütün öbür tepelerin hepsinde Roma’yı kuran ailelelerin yani patricilerin mekanı var. Capitol’de biraraya gelmişler ve idareyi, senatoyu burada meydana getirmişler. Ünlü sözler var: “Capitol’e çıkan yol Tarpeus Kayalıkları’nda biter” diye çünkü siyasi mahkumları bu tepenin arkasındaki kayalardan mancınıkla atıyorlarmış. Bugün Campidoglio veya eski adıyla Capitol birtakım lonca merkezlerinin bulunduğu odaları ihtiva ediyor. Tabi ki artık böyle bir roma yok. şu anda burada çok ünlü Capitol müzeleri var ve Roma Belediyesi toplanıyor.Yeri gelmişken söyleyelim Roma ‘nın kurulduğu sayılan 750. yıl aynı zamanda takvim başlangıcıydı ve hıristiyanlık ortaya çıktıktan sonra da çok uzun zaman yani 500’lerei 6.ncı asra kadar “Ab Urbe Condite (AUC)” şehrin kuruluşundan başlayan takvim kullanıldı. Ancak o zaman Hz.İsa’nın doğumunu miladı tespit etmek hıristiyanların aklına geldi, resmen imparatorluk dini olduktan 100 küsür sene sonra.
Haberin devamı

...Göreceğiz... Bu Capitol bütün Roma tarihine yani dünya tarihine hükmeden bir yer olmuş. Buradan sonra hakimiyet İstanbul’a geçmiştir ve, o İstanbul ki, onun dünya yüzündeki hakimiyeti en azından Doğu Avrupa, Doğu Akdeniz ve Türkler geldikten sonra Ortadoğu’daki, Rumeli’deki hakimiyeti de toplam 2000 yıla yaklaşmaktadır.

Roma’nın merkezindeyiz. Forum Romano. Yolları görüyorsunuz. Çarşıların kalıntısını görüyorsunuz. Devlet binaları buradaydı ve tabi bugünkünün çok altında bir seviyede. Muzaffer Roma Lejyonları Kuzey Avrupa’dan veya Ortadoğu’dan geldikleri vakit bu tak-ı zaferin altından geçmişlerdir. İnsanlar ondan sonra bunu taklit ettiler. Bu tak her yerde yapıldı. Paris’in ortasındaki Etoile’de ortasında gördüğünüz gibi. İşte buradan da Capitol’e çıkılıyor ve Capitol de de Roma Senatosu yani Patrici ailelerinin temsilcilerinin oturduğu yer. Karşımızda Palatina Tepesi, Roma’yı meydana getiren yedi tepeden bir tanesi ve her tepede bir aile, bir klan yahut bir “gents” dedikleri oturmuştur. İnsanlar burayı her zaman Roma diye telaffuz etmemişlerdir. Urbis, urbs, şehir demek yetmiştir. Tıpkı İstanbul’a polis, şehir demek olduğu gibi. Nitekim Osmanlı Devri’nde de Dersaadet, Der-aliye , Payitaht demekle yetinmişler çünkü başkası dünyada yok. Varsa da pek kale alınacak bir yer değil. Bugün burada kazılar devam ediyor ve katmanları gördüğünüz gibi Roma devri yapıları, onların üzerine Orta Çağ’dan bu yana gelen kiliseler ve diğer Rönesans sonrası yapıların katlanmasını görüyorsunuz.

Pantheon denen bir olay var Roma’da. Pantheon ne demektir? Roma’nın tanrılarının ama giderayak kozmopolit bir dünya imparatorluğunun fethettiği ülkelerdeki yerli tanrılarının da, yani Mısır’ın İsis’i, Anadolu’nun Kibele’si ve birçok tanrıların buradaki insanlar tarafından kabulüyle bir imparatorluk Pantheon’u haline gelmesidir. Onu yaptıran aslında Julius Sezar’dan sonra İmparator Augustus’un damadı olan, herkesin bildiği gibi Marcus Agrippa’dır. M.Ö. 5. yüzyılda yaptığı söyleniyor. Ter Consulatum Dicit, Intertio Consulatum panteon konsüllük. 3 konsüllük yapmış. Üçüncüde Pantheonu yaptırmış. Bunun özelliği kalın bir duvar, bir bardak gibi, üstünde kubbenin oturtulmasıdır. Çok geniş bir kubbedir, büyük bir icattır. Ancak Ayasofya bunu altı asır sonra geçmiştir. Kemerlerin ve sütunların üzerine büyük bir kubbeyi oturtarak Ayasofya’yı tekrar geçmek de ta Rönesans’ı bulmuştur, Mimar Sinan ı bulmuştur, dokuz asır daha geçmiştir.

Demek ki büyük bir medeniyet var ortada. Merkezi burası, bir ucu bizim ülkemizde, öbür ucu da Britanya Adaları’nda. Bunun devamı ikiye ayrılma dolayısıyla Bizans olmuş ve Justinien zamanında , Justinien son derece Roma İmparatoru rolünü benimsediği ve Latin kültürüne dinine çok hayran olduğu için İtalya’yı,İspanya’yı ve Kuzey Afrika’yı bir ara hakimiyeti altına almış ama bir ara. Asıl ondan sonradır ki Osmanlı İmparatorluğu devrinde Balkanlar ve Roma’nın hiçbir zaman ulaşamadığı Mezopotamya ve Irak dediğimiz bölge, Kafkasya, Ukrayna’nın güneyi, aşağı yukarı Mısır’ın güneyi’ne kadar çıkışla bir nevi Roma İmparatorluğu devam etmiştir. Bu, çok açık bir şeydir ki Fransız İhtilali’ne kadar antik dünyanın, eski dünyanın Türkler sayesinde bir ölçüde devamıdır. O bakımdan bu şehir bizim için çok büyük önem arz ediyor.

Özellikle Niğbolu Savaşı’ndan beri Roma’daki papaların politikalarının ana yönü Türkler olmuştur. Başka çare de yoktur çünkü artık Balkanlar’a yerleşen ve bilhassa 1480’de İtalya’ya adım atan bir imparatorlukla karşı karşıyadırlar. Tabi papaların Türklere karşı Haçlı Seferlerini birleştirme çabaları, şunu belirtmek gerekir ki, büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu aşağı yukarı ta Lepanto yani İnebahtı’ya kadar netice vermeyecek bir politikadır. Avrupa’nın büyük kuvvetleri, Avusturya, Almanya bloku yani Habsburglar ve hanedanı karşısında Fransa , ve daha sonra Fransa’nın karşısında İspanya. Bir türlü biraraya gelemeyen hıristiyan ülkeler papa’nın işlerini güçleştirmektedir.

Bu, dış görünüş. İçeriye bakalım. Kimdir bu papalar? Papalar genellikle hepimizin bildiği gibi kardinallerin arasından seçilir. Peki bu kardinallar ne? İşte sorun burada. İtalya’nın ve bilhassa Roma’nın ünlü aileleri birbiri ardından papa çıkarıyorlar. Tabi hıristiyan dünyasında pek hoşnutlukla karşılanan şey değil ama bu ailelerin de eğitimi, bilimi, arkalarındaki servet birikimi Roma medeniyetini yani Rönesans’ı yaratmış vaziyette.

Şu anda Roma’da Farnese Sarayı’nın önündeyiz. Kardinal Alessandro Farnesi 15. asır sonunda bu gördüğümüz sarayı yaptırmış. Yapan mimarlar içinde Della Porta gibi ve özellikle Michelangelo gibileri var. Sizin anlayacağınız, üç,dört mimarın elinden çıkan, hem mimari eser olarak, hem cephesi, hem de içindeki tablolarıyla çok ünlü bir rönesans eseri bu. İçeri girmeye pek kalkmayın çünkü bugün değil, epey zamandan beri bu, Fransa sefareti. Eğer elçilikten bir yakınınız yoksa içeri giremezsiniz. Kapının önüne konan broşür sayfalarını tetkik etmekle yetinmek zorundasınız. Farnese sonradan 3. Paul olarak papa seçildi ve 1534’te papa seçilen Alessandro Farnese’nin veya 3.Paul’ün hiç şüphesiz ki politikasının yöneldiği en büyük adam Kanuni Sultan Süleyman’dı.

Şurasını önemle belirtmek gerekir. Ne 5.Nikolas’ın, ne 3. Paul’ün, ne 7.Clement’in Türklere karşı Haçlı Seferleri politikası iyi yürümedi. Katiyetle biraraya getiremediler. Biraraya gelenler hiçbir şey yapamadılar hatta ki toplantılarında da sadece saldırmazlık paktı imzalayıp ayrıldılar. Rönesans Dönemi’nin bu çıkmazı Doğu’da Türk İmparatorluğu’nun genişlemesini korudu. Bu büyük saray gibileri Roma’da çoktur. Kigi ailesinin sarayı, Barberinilerin sarayı orsiniler hiç şüphesiz ki rönesans Roması’ndaki zenginliklerdir. Bütün bunlar İtalyan coğrafyasının eseridir. itlya’nın kendi üretimi olmasa bile coğrafyanın eseridir ve bir ölçek de tabi bütün katolik dünyada daha doğrusu o zamandaki hıristiyan dünyada toplanan gelirlerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunun bir şeyleri kışkırtacağı bazı hoşnutsuzlukları büyüteceği ve sonunda bölünen bir hıristiyanlığı yaratacağı açıktı.

Malta şövalyeleri tarihin akışı içerisinde bugün daha çok sosyal hizmetler, kurslar özellikle sağlık hizmetleri ile hıristiyanlık propagandasına devam eden bir tarikat haline dönüşmüştür. Bizim tarihimiz için önemi şudur: Bodrum Kalesi’ni aldık. Rodos Kalesi’ni Fatih Sultan Mehmet alamadı fakat Kanuni Sultan Süleyman Han fethetti. Üstünden, merkez olan Malta’yı ele geçiremedik. 2. Bayezid kardeşi olan Cem Sultan’la bir dahili savaşa tutuştuktan sonra Cem Sultan yenildi ve kurtuluşu önce Bodrum sonra Rodos’ta şövalyelere sığınarak sağladı. Ardından onu getirdiler Roma’ya ve Fransa’ya ve tekrar İtalya ‘ya. Talihsiz çok kabiliyetli cihangir cengaver şehzadenin hayatı da galiba papa Alexander Borgia’nın elinde onu Beyazid ‘den aldığı külliyetli para miktarı karşılığı şehzadeyi zehirlemesiyle bitti.

Burası roma’da, katolik dininin ve kilisenin en sadık beldelerinin yani silahlı şövalyelerinin merkezidir. Aventin tepesi üzerinde Malta şövalyeleri meydanındayız. Yanlarındaki dergahları gelenlerin de delikten baktıklarını görüyoruz. Ağaçlıklı bir yol nihai hedef San Pietro Kilisesi. Mimariyle birlikte kendi konumlarını ortaya koymaktadır. Malta şövalyeliği bizim tarihimizin içinde küçük adanın ne kadar önemli bir rol oynadığını ve bu önemli rolü de gene Akdeniz’deki Türk ilerlemesine borçlu olduğunu gösterir.

Aventin tepesinden Tiber’e bakıyoruz. Tiber Roma’ya hayat veren nehir ve Romalılar nehir tanrılarına tapınırlardı. Bunlardan bir tanesini de ülkemizdeki Kaiserus nehir tanrısı. ama en çok saygı duydukları tanrı Tiber’di yani bu nehrin tanrısıydı. Şöyle bir baktığımız zaman Roma ayaklarımızın altında. Uzakta Tiber’in kıvrımı sonunda San Pietro Kilisesi’nin kubbesi ve kuleleri görünüyor. Bu tarafta ise çok ilginç, düğün pastası denen Romalıların pek sevmediği 19.yy da yapılan Risorgimento Anıtı. Biraz onun aşağısında gördüğümüz Santa Maria in Cosmetin Kilisesi. Şu dörtgen şeklindeki kubbe Roma’nın ünlü sinagogu 19 asırda yapılmış. Roma biliyorsunuz bu vakte kadar henüz cami yapılmayan bir şehir. Müslüman azınlığın hayli kalabalık sayıda olmasına rağmen ve sinagog da aslında musevi dünyasının en güzel binalarından biri. Roma profilden en güzel görünüme sahip olduğu şehirlerden biri. Bu profil hiç şüphesiz ki Nea Roma denen İstanbul’da daha başka bir önem kazanmaktadır.

Aslında tarihi Roma’nın tam ortasında bulunuyoruz çünkü yanıbaşımızda Aventin, orada Palatina Tepeleri ve nihayet şehrin yönetildiği Capitol binalarının arkasında.Bunların adeta üçünün merkezinde ve Tiber kıyısında çok önemli bir yapı var.Tarih boyunca bilinen Vesta Mabedi.Vesta Mabedi’nin rahibeleri bakireydi.Bu çok eskiden kalma arkaik bir müesseseydi ve burada yanan ateş-i ebedi, ebedi ateş sayılıyor. Roma’nın kudretinin ve tanrılarının hakimiyetinin temsilcisiydi.İlk defa 5’nci asırda İmparator Teodusius hıristiyanlığı resmen din olarak kabul ettirdikten sonra bu ateş söndürülmüş ve rahibeler dağıtılmıştır. Demek ki daha 4.asırda hıristiyan Konstantin’in zamanında bile imparatorluk henüz resmen hıristiyan değildi.

Bu yapının yanında 17 ve 18’nci asırdan kalma 1715 tarihli Carlo Bizzaccheri. Bizzaccheri çok önemli bir barok heykeltraştır ve onun yaptığı kilisenin karşısındaki abidevi anıtsal çeşmeyi görüyorsunuz. Yani bir aşağı bir yukarı birkaç yüz metrekarenin içinde Roma’nın çok eski tarihi Barok İtalya ve tabi Ortaçağ. Karşımızdaki kilise çok önemli, “Santa Maria in Cosmetin” adlı bir kilisedir bu. Bu kilise de tabi Roma’daki birçok kiliseler gibi eski Roma’daki mabetlerin üzerine kurulmuştur. Nitekim, kilisenin girişinde, narteks kısmında da “Bocca Della Verita” denen yani “doğruluk ağzı”. Eğer yalan söylerseniz elinizi onun içine soktuğunuz zaman sizi ısırıyor bu taş aslan. Bu, eski Roma’dan kalma bir inanç, bir ziyaretgah hıristiyanlıkta da ayne devam etmiş.

Peki bu kilisenin üzerinde niçin duruyoruz? Bu, Roma’nın hıristiyanlık sanatında belki çok önemli değil ama bizim için çok önemli. Bizans, yani Doğu Roma İmparatorluğu 15’nci asrın ilk yarısında artık hayatın sona ereceği endişesi ve paniği içindeydi. Ortodoksluk mezhebi ve kilisesi, batı tarafından, katolik kilisesi tarafından şiddetle takvim ediliyordu ve tarihte böyle tekerrürü andıran manzaralar vardır. inanışınız ve tavrınızı ıslah etmeniz ve bize gelmeniz gerekir. Katolik kilisesinin teklifi buydu. Sondan bir evvelki imparator Manuel Palaiologos bunu kabul etti tabi ve Ferrera ve Floransa’da konsüller toplandı 1442 -44.

Demek ki 15.asırda bu batı taraftarlığı Bizans’ta çok eskiden beri vardı ama azınlığındı.Nitekim toplantıdan sonra, konsülden sonra ne Bizans bunu kabul etti sonradan patriğin tayin edeceği, Scholarius’un başkanlığındaki bir grup imparatora bayrak kaldırdı, karşı çıktı.Rusya İsidor’u hapse attı, kabul etmedi o da katolik birleşmesini ve bu abide böyle uzakataki ama uzun zaman Osmanlı İmparatorluğu’nda da var olan katolik mezhepteki yunanlılar için bir merkez olarak kaldı.

Vatikan Tepesi eski Roma’nın, klasik Roma’nın tepelerinden biri. şunun için çok önemli. Vatikan’da imparator Neron’un da dahil olduğu kibele kültü hakimdi. Yani Kibele tanrıçaya tapınılırdı. Ve rivayete göre, o zamanki yazarların anlattığına göre de bu ayinlerde insan da kurban ediliyormuş ki Roma dini o safhayı çoktan geçmişti. Onun için şehrin halkı orayı sevmezdi. Ve bu ayinlerdeki sahneler de o zamandaki Roma’da bile tahammül edilir şeyler değildi. Günah tepesi diye biliniyordu. Ve hristiyanlığın mübeşşiri ve kilisenin kurucusu Saint-Pierre ve Paul burada faaliyet gösterdiler. Ve Saint-Pierre orada biliyorsunuz idama mahkum edildiği için de bugün kilise de o ismi taşıyor.

Vittorio Emmanuele, 2. Vittorio Emmanuele adına yapılan köprü bulvarı Vatikan’a bağlıyor. Ortada akan Tiber nehri bildiğimiz Vatikan’dan ayrılan bir sınır gibi. Malumdur ki İtalya birliği teşekkül edene ve Garibaldi kuvvetleri Roma’yı işgal edene kadar papalık İtalya’nın ortasında aşağı yukarı Venedik sınırlarına ve güneyde de Napoli krallığına kadar İtalya’nın ortasına hakimdi ve papalık devleti deniyordu buna. İtalyan birliğini isteyen İtalyan milliyetçilerinin başlıca hedefleri papalıktı. Nitekim Roma işgal edildikten sonra yeni kurulan krallığın merkezi de Torino’dan buraya taşındı. Ve papa bunun üzerine bu yeni tasavvura çok kızarak dünyevi hakimiyetini kaybettiği için Vatikan’ı terk etti. Orda San Pietro kilisesi civarında oturuyordu. Şehrin içindeki Lateran kilisesine San Pietro Lateran’a çekildi. Ve ondan sonra da papalık dünyaya oradan hükmetti, kiliseler dünyasına. Ta ki 1924 1926 arasında Mussolini kendisi hiç de o kadar katolik olmamasına rağmen, hatta oldukça ateist olmasına rağmen İtalyan halkının sesine kulak verdi. Ve Lateran’da yapılan ki Lateran antlaşması bu, papalığa bugünkü statüsünü verdi.

Vatikan dünyanın küçük bir devleti, çok küçük bir devlet. Bütün sınırları, kilisenin etrafındaki bazı araziler, artı Roma içindeki Lateran kilisesi gibi bazı kiliselerin ve yerlerin etrafında sadece bu gördüğümüz Sant’ Angelo kalesi, San Pietro kilisesi, etraftaki bahçeler, bir de Roma’nın içindeki Lateran kilisesi ve diğer bazı kiliselerin, ki etrafı sarı çizgiyle çizilmiştir, arazisini kapsıyor. İtalya’yla gümrük ve para birliği içinde ama pulları kendi basıyor. Bu küçük devletin görünüşte sadece 1502 kadar papa, kardinallar, rahipler ve rahibelerden oluşan bir nüfusu var. Ama şunu söyleyeyim Avrupa dünyasının ve dünyanın en mükemmel, en zengin, en iyi yönetilen müzesi burada. Vatikan sınırsız sanat zenginliklerini koruyan bir kuvvet ve sadece bu yüzden bu devletin yaşaması istenir. Çünkü başka hiçbir memleket bu kadar kültür ve sanat zenginliğini, bu kadar iyi ve ehemmiyetle koruyup idare edemez. Tabi ki Vatikan’ın bütün dünyada çok kalabalık bir cemaatin üzerinde müthiş bir etkisi var ve böyle bir kuvvetin sadece din işleriyle uğraştığını düşünmek de fazla iyimserlik olur. Hem İtalya’nın, hem Avrupa’nın hem dünyanın politikası içindeler. Galiba bizim de başımızda bu yeni bir düzen.

Ama bugün değil sadece, mazide de Osmanlı İmparatorluğu Vatikan’la çok uğraşmıştır. 1453’te İstanbul alındı alınalı Roma artık Türklerin bir gerçek olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ve 2. Pius bu nedenle Fatih Sultan Mehmet’e bir mektup yazdı. Bu mektupta kendisinin aqua pars, bir parça suyla bütün hristiyan dünyasının başına geçebileceğini söylüyor. Yani vaftiz olmasını teklif ediyordu. Bu mektup gelmemiştir. Ama müsvetteleri arşivlerde bulundu ve galiba Franz Babinger bu mektubu gerçekten padişaha ulaşmış gibi büyük bir abartıyla eserinde ele almıştır.
2. Pius’un beyhude uğraşmaları Fatih’in 1480’de Gedik Ahmet Paşa’yı Güney İtalya’ da Otranto’ya sevkiyle ortaya çıktı. Otranto fethedildi ve İtalya’ya ayak basıldı. Bir hafta içerisinde Vatikan bu korkunç haberle sarsıldı. Ne yazık ki padişahın Gebze sahrasında hedefi belli olmayan gizli tutulan bir seferin başında aniden zehirlenerek ölmesi ve ardından 2. Bayezid’in daha pasif bir politika gütmesiyle İtalya seferi durdu.

Türkler İtalya’ya çıksaydı ne olurdu? Tarihçilikte tahminleri yapmak zordur. Ama herhalde Rönesans kültürünün çoktan beri Osmanlı sarayına ve cemiyetine girmeye başlayan Rönesans resminin ve heykelinin bu kanalda devam edeceği bir gerçek.

Papalık 15. asırdan beri sarsılmaya başladı. Kendini sarsanlar sırf türkler değildi aynı zamanda protestanlardı. Ve özellikle Türklerin imparatorluğu Kanuni Sultan Süleyman devrinde her yerde, hem Avrupa’da, hem de Macaristan’da, protestanları ve kalvinistleri katolik dünyaya karşı desteklemeye devam etti. 18. yy’ da papalık Avrupa’daki önemini kaybetmeye başlamıştı. Galiba 15.yy’ ın ve 16.yy’ ın Vatikan’da San Pietro ‘da taç giyen son hükümdarı, ki 3. Paul’ün elindendir, bir daha tekrarı olmayacak. Napolyon ise imparatorluk tacını giymek için papa’yı Paris’e getirtmiştir.

Bugün Vatikan hristiyan dünyanın hepsine hükmetmiyor. Ama yine de zengin bir kurum ve artık öbür kiliselerle bir üniversal collegium, bir birlik kurma çabası içindedir. Bu, her şeye rağmen kiliseler arasındaki ayrılığı ortadan kaldırmış değil. Büyük Justinien zamanında dünyada bir kilise vardı. Roma, hristiyanlığın merkezi değilse de, Roma’daki piskopos yani papa en birinci derecede protokolda ve münakaşalarda birinci yere sahip bir başrahipti. Bu gittikçe zayıfladı. Özellikle 11. asırda İstanbul Roma arasında karşılıklı afarozla ortodoks ve katolik ayrılığı ortaya çıktı. İşte bu ayrılığı bilhassa Fatih Sultan Mehmet çok iyi kullanmıştır. Katolisizm karşıtı olan zümrelere ve onun başındaki Gennadius’u büyük bir törenle patrik tayin etti. Böyle bir politika güttü. Ve Allah bilir İtalya’yı alsa buradaki papayı gene başka yere karşı kullanmaya devam edecekti.

Karşımızda ünlü San Pietro kilisesi var. Floransa’daki Maggiore, Fiori Roma’daki Maggiore, Floransa’daki Santa Maria del Fiore gibi ünlü kiliseler gibi kubbesiyle meşhur. Söylemeye hiç lüzum yok 6. asırda Ayasofya’dan sonra gerçekten bin yıla yakın bir zaman geçmiş o kubbeyi o yapıyı geçmek için. Kubbenin en zarif örneklerini de rönesans ortaya koyunca, İtalya’daki mimarlardan çok galiba Osmanlı İmparatorluğu’nun mimar başısı Sinan geliyor. Bu, kilisenin yapımı hemen hemen 16. asrın sonunu bulmuştur bugünkü haliyle ortaya çıkması için . Bir hayli uğraşılmıştır. Bramante gibi ve ünlü mimar Mikelangelo gibi meşhurlar işin içine girdiği halde. San Pietro bugün papalığın kilisesi. Aslında Roma’daki papalık kilisesi Lateran’ dır. Ama şu anda papa bu kilisenin başındadır. Her zaman öyle oldu ve San Pietro kilisesi İsviçreli muhafızlar tarafından korunur. Tamamen sembolik bir korumadır bugün için. Bütün dünyanın hristiyanları muayen günlerde burada toplanır. Turistik bakımdan en çekici yerlerden biri olduğunu söylemeye lüzum yok. Papa, Saint- Pierre’ in vekilidir. Saint- Pierre biliyorsunuz havarilerden Şimon’dur. Ve Şimon Hazreti İsa tarafından hristiyan inanışa göre kilisenin başına tayin edilmiştir. Papa onun vekilidir, Roma’nın piskoposu olarak. Her halikarda 10. ve 11. asırdan itibaren ve ardından protestanlık ortaya çıktıktan sonra bu hakimiyeti tartışılır hale gelse de, kendine inanan çevrelerde tanrının yeryüzündeki naibidir. Çünkü Saint- Pierre tanrının o da Saint- Pierre’in naibidir. Ve bu niabet bütün kiliselerin büyüklerine gider. Yanındaki en büyük organ kardinaller tarafından oluşan collegium’dur. Papa seçimini bu organ yapar. İçerideki Sistine capelli de, şapelde yapılır. Bu seçimin sonunda, seçim belli olduktan sonra oy pusulaları aynı yerde yakılır. Çıkan duman üzerine hristiyan dünyası Habemus papam , artık bir papamız var diye bu ilan edilir bu dumanın üzerine. Ve papa görevine başlamış olur kaybı hayat şartıyla kutsanmıştır ve 19. asırdaki bir kavgadan dolayı infallable yani yanılmazdır.

Vatikan’ın arşivleri ve müzeleri çok meşhurdur. Bu arşivler ve kütüphanenin içinde gizli bir bölüm vardır. Spekülasyon konusudur. Fakat bir şey çok açıktır. Çok daha eskiden fragmanlar halinde bilgiler ve dokümanlar olmasına rağmen 1135’ ten itibaren dünya hakkında çok düzenli raporlar burada saklanır. Söylemeye lüzum yok bunlar en başta Selçuklu Türkiyesi’ni ve Osmanlı Türkiyesi’ni içerir. Demek ki tarihimizin çok önemli bir kısmı bu arşivlerin iyi etüt edilmesine bağlıdır.

6 Mayıs 2008 Salı

Keramet Üzerine

Kerâmete bakışı

Sûfiler, kerâmeti ikiye ayırırlar; Kerâmeti kevniye, kerâmeti ilmiye. Kerâmeti kevniye, yâni olan, görünen kerâmet, tebiat kanunlarına aykırı bir şeyin olmasıdır. Kerâmeti ilmiye, yâni bilgiye ait kerâmet, erenin sözü, yazısı ve gönüllere tesiridir. Bu buluş, şeriatçıların, peyagmbererin mucizelerini “geçici ve kalan mucizeler” diye ikiye ayırmalarından doşmuş olsa gerektir. Meselâ Muhammed Peygamber’in en büyük mucizesi Kur’ân’dır. Öbür mucizelerinin hepsi zamanında olmuş, gelip-gitmiştir. Fakat Kur’ân, kalan mucizesidir.

Bütün sûfiler, kerâmeti kabul etmekle beraber ilmî kerâmeti üstün görürler. Bilhassa eski Melâmetilerle XV. Yüzyıldan itibaren aynı neşeyi yürüten Melâmî-Hamzavîler ve gene Melâmet neşesine sahîb olan Mevlevîler, kerâmeti bayağı bir şey görürürler, ona hiç ehemiyet vermez ve onu “hayz-ı ricâl-erkeklerin hayız görmesi” sayarlar. Fakat gene de bütün sûfî biyografileri, Melâmîler de dahil olmak üzere, kerâmetlerle doludur. Esas itibariyle kerâmete, yani bir kişinin isteğiyle tabiat kanunlarına aykırı ve olağanüstü işlerin olabileceğine inanmak, bütün sûfîleri bu tenakuza düşürmüştür. Burada şunu da kaydetmemiz gerektir gerektir ki sûfi kerâmetleri ayrıca incelenmeye değer. Bunlarda Şamanizmin, Budizmin, Mandeizmin, Uygur Manihaizminin, Yahudilik ve Hiristiyanlığın ve bunlardan meydana gelmiş olan yerli geleneklerin tesirleri ap-apaçık görünür. Meselâ Şamanizmde, yahut Budizmde mevcut olağanüstü bir şey, zaman bakımından araları hiç de yakın olmayan, hattâ meşrep bakımından da birbirlerine aykırı bulunan bir çok sûfîlere atfedilmiştir ve bu suretle kerâmetlerde bir ayniyet meydana gelmiştir.

Mevlevîlikte de Mevlânâ’dan itibaren bütün Mevlevî büyüklerine isnad edilen bir çok olağanüstü şeyler , kerâmetler vardır. En eski kaynak olan “ İbtidâ-Nâme” de Mevlânâ’nın yalnız irfanından, bilgisinden, neşesinden, halinden bahsedilirken Sipehsâlâr’da Mevlânâ’nın kerâmetleri övülmeye başlar, nihayet Eflâki, bunları alanildiğine çoğaltır.

Fakat bizzat Mevlânâ’nın kerâmete bakışını, kerâmet telâkkisini bilmek, elbette çok mühim, hattâ Mevlânâ’nın ruhî tahlili bakımından lâzım bir şeydir. Mevlânâ’ya Hacı Bektaş’ın suyu kan yaptığı nakledililince “Temizi pislemek kolay iş, pisi temizlemek hünerdir” diyor ve buna hiç ehemmiyet vermiyor ki bundan, Mevlânâ’nın çağdaşlarını anlatırken daha etraflı bahsedeceğiz. Eflâki Seydî Ahmet al-Rufâî’nin soyundan Seydi Taceddin’in Rûfâî dervişleriyle Konya’ya geldiğini, bunların ateşe girmek, yılanlarla oynamak, kendilerine şiş saplamak gibi bir çok hünerler göterdiklerini, Konya halkının Rufâîlerce “Buhran” denen bu oyunları seyretmek üzere akın-akın gittiklerini, bu arada Mevlânâ’nın karısı Kira’nın da gitmek istediğini, fakat bunları ancak bir oyun telâkki eden Mevlânâ’nın bunlardan hiç hoşlanmadığını ve Kira’yı gitmekten men ettiğini kaydediyor ki hakikaten dikkate değer (179b – 180 a). O, Menevîde peygamberlerin mucizelerinden, erenlerin kerâmetlerinden bahsederken aynı zamanda gene “ Gizli mucize ve kerâmet, temiz pirlerden gelir. Gönüllere akseder “ demekte ( Mesnevî, c. VI, s. 105, b. 1300). Mucizelerle kerâmetlerin cansız şeylere tesiri eğretidir, geçip gider. Ruhta tesiri ise daimîdir, bir biri ardınca ulanır-durur” diye asıl kerâmetin ruha tesir eden kerâmet olduğunu söylemekterdir. ( VI, s. 106, b. 305) Dîvân-ı Kebîrde de bunlara temas eder. “İki dünyada da senin yüzünü görmekten başka kerâmet , ne vardır, ne olmuştur, ne olur” demede ve kâmil insanı görebilmenin, insan kadrini bilmenin kerâmet olduğuna inandığını bildirmededir ki bu bakımdan onun naklettiği mucize ve kerâmetlerin, bir geleneğe uyuşun ifâdesi olduğunu zannedebiliriz.

“Fihi mâ-fîh” teki şu sözleri Mevlâna’nın kerâmet hakkındaki nokta-i nazarını büsbütün açıklar:

“Bir gün kerâmetten bahsederken dedi ki : birisi, buradan bir günde Kâ’be’ye gitse bu, o kadar şaşılacak bir şey olmadığı gibi kerâmet de değildir. Çünkü sam yelinde de bu kerametler var, bir anda nereye giderse gider. Kerâmet ona derler ki seni ikilikten kurtarsın, aşağılıktan yüce bir hâle vardırsın, o hâle vardırsın, o hâlden sefer edesin, bilgisizlikten akıl âlemine, cansızlıktan canlılığa erişesin. Netekim evvelce de toprağa mensuptun, Tanrı seni nebât âlemine getirdi. Nebât âleminden sefer ettin, et ve kan pıhtısı oldun, o âlemden de canlılar âlemine, nihayet canlılar âleminden insanlık dünyasına sefer ettin. Kerâmet, buna derler ki Ulu Tanrı bu çeşit seferi sana kolaylaştırdı. Geldiğin yollardaki konaklar, hatırında olmadığı gibi geleceğini, hangi yoldan geldiğini ve nasıl geldiğini de bilmezsin. Seni getirdiler, bir de baktın ki gelmişsin” (78.a, No. 1033, 42. a – b )


devam edecek

Mevlana Celaleddin Hayatı Eserleri Felsefesi -Abdülbaki Gölpınarlı sh.228-229/1999

5 Mayıs 2008 Pazartesi

DERRİDA ETİĞİNDE ÇELİŞKİ, AŞKINLIK VE ÖZNELLİK

En Tr PDF Barry Stocker
DERRİDA ETİĞİNDE ÇELİŞKİ, AŞKINLIK VE ÖZNELLİK



Derrida'nın etiği sistematik bir biçimde sunulmaz, tıpkı felsefesinin bütünü gibi. Derrida felsefenin ana konuları üzerine görüşlerini dile getiren incelemeler veya denemeler yazmak yaklaşımını benimsememiştir. Onun felsefesi diğer filozofların metinleriyle girdiği ve çeşitli göndermeleri ve temaların iç içe geçtiği tartışmalara bakılarak anlaşılabilir. Derrida'nın başkaları gibi yazmamak için iyi sebepleri vardı. Metinlerin bir taraftan orijinal anlam ve bağlamına, diğer taraftan da muğlaklıklarına ve çelişkilerine yönelik yakın okuma yapmayı temele koyan yorumsal bir yaklaşımı vardı. Bu yaklaşımını 1997'de İstanbul'da sunduğu etik üzerine bildirisi "Hostipitalité"de (Derrida, 1999) etraflıca açıklar. Bu yazının yazarının da katıldığı ortak bir çalışmayla, bu bildiri İngilizce'ye "Hostipitality"[1] başlığıyla çevrilmiştir. Derrida bu bildirisinde hem semantik (ya da başka bir deyişle etimolojik-kurumsal) soy zincirlerinin kritik bir kavşağına hem de aporetik bir kavşağa, yani çifte öngerekliliğin koyutlanmasına, çifte çelişik devinime, çifte tahdide ya da çifte bağa değinir (Derrida, 2000, 12).[2] Derrida'nın çeşitli vesilelerle tartıştığı yapıbozumun ya da yorumun iki türünün bir versiyonudur bu.[3] Semantik ya da etimolojik-kurumsal yön, etimolojiye duyduğu ilgi ve Varlık araştırması ya da nostaljisi bağlamlarında Heidegger'e gönderme yapar. Aynı zamanda Rousseau'da doğanın rolüne ve Felsefi Fenomenoloji'nin tarih dışı aşkınlığı temel kabul eden türüne de atıfta bulunur. Aporetik olanda ise Michel de Montaigne'de yorumun yorumlanması ve tarihsel bir gerçekliğin edebi bir biçimde betimlenmesindeki muğlaklıklarının yanı sıra, Nietzsche'de farkın, gücün ve aşkınlık karşıtı olanın kutlanmasına gönderme yapılır. İkinci kutup, Nietzsche'nin Evet deyişi ve Joyce'un Ulysses'inin son bölümündeki çifte 'Evet' gibi olumlayıcıdır. İlk kutup ise temsil, tekrar ve farktan etkilenmemiş bir saf mevcudiyetin saf mevcudiyetinin imkânsızlığını her zaman teslim ettiği halde, birleştirici bir aşkınlık noktası bulmak adına ampirik olanı reddettiği için daha olumsuzdur. Derrida'nın etik konumu da yapıbozumsal felsefesinin ikiliği üzerine tesis edilmiştir. Her ne kadar bu ikilikte ikinci kutba doğru bir eğilim olsa da, kutuplardan hiçbirinin, birbirleri içindeki ya da herhangi bir yorumlayıcı çalışmadaki mevcudiyeti yok sayılamaz.

"Konuksev(-er/-mez-) lik" Kant felsefesi ve Pierre Klossowski'nin yazını bağlamında bir etik tartışmanın yanı sıra etimolojik bir tartışma da içerir. 'Konukseverlik'e duyulan ilgi, Cumhuriyetçi siyaset felsefesi bağlamında Kant'tan gelmektedir. Derrida'nın etiğinin önemli bir bölümü konukseverlik ve dostluk meseleleriyle uğraşır. Her iki durumda da etik kaygılar siyasi bir toplulukla ilişkili olarak tartışılmaktadır. Konukseverlik güncel siyasi bağlamda göçmenlere ve mültecilere nasıl davrandığımız sorusudur. Kant'ın metinlerinde konukseverliğin tartışılmasının sebebi sömürgeciliktir. Kant'a göre sömürgecilik, konukseverlik yasalarını kötüye kullanmaktadır, çünkü sömürgeci yabancı bir toprakta konukluk haklarının ötesine geçerek yenik düşmüş bir halka egemenliğini dayatır. Klasik ve erken modern dönem düşünürlerinde dostluk meselesi, siyasi bir topluluğun üyeleri arasındaki dostluk açısından ele alınır. Vatandaşları siyasi bir topluluğun parçası yapan, bir topluluğun parçası olmayı dileyen bireyleri siyasi haklardan mahrum bırakan şeyin ne olduğuna ilişkin tartışmalar Cumhuriyetçiler tarafından yapılan tartışmalardır.

"Konuksev(er-/-mez-)lik"teki konukseverlik araştırması, ev sahibi mefhumunun muğlaklığını gösteren ve daha çok Klossowski üzerinde yoğunlaşan edebi bir tartışmayla beraber yürütülür; ev sahibinin konukseverlik gösterebilmesi için konuğu, ait olmayan, ev sahibi ya da mülk sahibinden başka biri olarak tanımlaması gerekmektedir. Ev sahibi [host] ve düşmanlık [hostility] arasındaki etimolojik ilişki, konuğu kaçınılmaz biçimde Öteki olarak tanımlayan konukseverlik fikrini perçinler. Bu ötekilik ev sahibini tehdit eden düşmanın ötekiliği olabilir her zaman.

Bu metinde, Derrida'ya özgü bir biçimde, konukseverliğin hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacak ya da çözülemeyecek bir çelişkiye dayanan zorunlu bir imkânsızlık olduğu gösterilir. Bu çelişkiye olumlayıcı bir çifte evet'le yaklaşılır. Bu çifte evet düşmanlığı ve konukseverlik ile düşmanlık arasındaki kurucu karşıtlığı yadsır; onun içindeki fark düşmanlığın karşıtı haline gelebilir.

Derrida düşüncesinin bütünündeki bağlam nedir? Emmanuel Levinas'ın eserlerine bir karşılık olarak kaleme aldığı 1964 tarihli denemesi "Şiddet ve Metafizik"te (Derrida 1967) etik temalar üzerine uzun bir erken dönem tartışması bulunur. Levinas etiğin ilk felsefe olduğunu iddia etmiş ve bunu Aynı'nın ('Ben') ancak kendi aşkınlığıyla ilişkili olarak varolabileceği bir görüngübilimle desteklemişti. Görüngüler dünyasının olabilmesi için dışsallığın olması gerekir. Bilinçteki görüngüler, bilincin görüngübilimsel içeriğinin sonsuz sayıdaki olanağına bağlıdır. Sonsuz, bilincin herhangi bir andaki sonlu içeriğiyle ilişkisinde öteki olmalıdır. Görüngübilimin betimlediği içsel bilinç, sonsuzluğun dışsallığına dayanır. Bu sonsuzluk, Öteki'nin yüzü gibi, bilincimizde somut biçimde vardır. Bilincim, tümüyle içsel içeriğinden farklı, kendimizi yok etmeden ortadan kaldırılamayacağımız Öteki'nin yüzünün farkındalığında yaşanan bilinç deneyiminde kavranan bir başkalık içerir.

Derrida Levinas'tan çok şey almakla beraber, ondaki çoğu şeyi de reddeder. Levinas'ın Öteki'ne yönelik 'şiddet-olmayan'a yaptığı vurgu, 'aynı'ya uygulanan şiddetin bir biçimidir, çünkü Öteki bilinci ancak Öteki'nden ayrılınca var olabilir, ki bu da Öteki'ne uygulanan bir güçtür. Bu gücün inkârı, Levinas'ın, hiç şiddet-içermeyen etik bir duruşa yönelik herhangi bir iddiasının da altını oyacak şekilde şiddetli olmalıdır. Derrida, Öteki'nin her zaman zaten orada olduğu iddiasına katılmakla birlikte, Levinas'ın görüngübiliminde gözetilen bilinç betimlemesi yerine dile vurgu yapmaya yönelir. Dil hiçbir zaman tümüyle içsel olamaz. Her zaman dışsal kökenleri olmuştur, çünkü dil ancak Öteki'yle iletişim kurulması durumunda dil olabiliyorsa, onun yalnızca ötekilere gönderilen mesajların değil, Öteki'ni de içermesi gerekir.

Bu, Derrida için iki etik iddia tesis eder. İlkine göre, mutlak bir etik duruş şiddete karşı şiddettir ve bu sebeple saf bir biçimde etik olmaz. Saf veya mutlak etik yoktur. İkincisi, etik hiçbir zaman olmamazlık edemez, çünkü ben her zaman bir Öteki'yle ilişki içindeyim. Bilinç, kendi dolaysız mevcudiyetinin dışında bir şeylerin mevcudiyeti olmaksızın, kendinin en içsel gibi görünen öğeleriyle dahi kurulamaz. Bu etik olmayan tabirlerle ifade edilebilir; mevcut bilinç yalıtılmış tek bir anda kendi kendisine bütünüyle mevcut olamaz, belleğin mevcudiyeti böyle bir bilinç anlayışını bozguna uğratır. Belleği düşünürken bile o an kendi dışımızdaki bir şeyle ilgilendiğimizi teyit ederiz, ki bu bile başlı başına etik bir anlam taşır. Derrida konuyla ilgili olarak Kierkegaard'dan kısa bir alıntı yapar[4]. Korku ve Titreme (Fear and Trembling, Kierkegaard 1983), Ya/Ya da (Either/Or, Kierkegaard 1987) ve Kaygı Kavramı'ndaki (The Concept of Anxiety, Kierkegaard 1980) argümanlara yakın durur, ki bunlara göre etik olduğuma ilişkin iddialarım, ahlâk yasasına karşı yükümlülüğüme değil, zamana yayılmış bir kendi ile dolaysız kendi arasında bölünmüş bir 'kendi'yi bütünleştirme ihtiyacına dayanır. "Kendi", mutlak kendi olarak, kendisiyle mutlak bir ilişkiyi gerektirir. Kendinden başka bir şeyle kuracağı birincil ilişkileri bu ilişkide tanıması gerekir. Çağdaş faydacı filozof Derek Parfit'te[5] de buna benzer argümanlara rastlarız. Parfit Nedenler ve Kişiler'de (Reasons and Persons, Parfit, 1984) gelecek bir zamanda şimdiki kendimden başka bir kendi olacağımdan başkalarına karşı yükümlülüklerimin kendime karşı yükümlülüklerimden daha az önemli olamayacağını iddia eder. Parfit kesintili kendi'yi öylece bırakırken, Kierkegaard ve Derrida'da kendi olduğu söylenebilecek herhangi bir kendi'yi yakalayabilmek için öteki kendi'yi dolaysız kendi'yle bütünleştirme çabası vardır. Parfit gibi onlar da, diğerleriyle kurulan etik ilişkiler sorusu ile kendimin farklı versiyonlarıyla kurduğum bağa ilişkin anlayışım arasında bir ilişki görürler. Başka kendilerle, hatta kendimin başka halleriyle bağlı ve onlara bağımlı olduğuma ilişkin etik öncesi bir anlayış etiğin koşuludur. Bu durumda, Levinas'ın iddia ettiği gibi, etik-öncesi ilişki zaten etiktir. Bu döngüselliktir; fakat Derrida zaten döngüselliği de çelişkiyi de kaçınılmaz olarak görür. Ampirik çeşitliliği yadsıyan aşkın bir birlik yaratmak adına döngüselliği ve çelişkiyi reddetmeye yeltenen, metafiziktir. Derrida Ölüm Armağanı'nda (The Gift of Death, Derrida 1996) Kierkegaard üzerinde yoğunlaşır; ancak okumakta olduğunuz metnin yazarı, Derrida'nın görüngübilim üzerine yazdığı erken metinlerden biri olan Ses ve Fenomen'de (Speech and Phenomena, Derrida 1973) Kierkegaard'ın örtülü bir şekilde kullanımını ve "Şiddet ve Metafizik"te çözümlemeye tabi tutulmadan anılışını daha başarılı bulmaktadır.

Yine erken metinlerinden olan Of Grammatology (Derrida 1997a)'de Derrida, Jean-Jacques Rousseau'nun ve Claude Levi-Strauss'un, doğal durumun şiddet içermeyen bir durum olduğu iddialarına baş vurur. "Dillerin Kökeni Üzerine Deneme'nin Oluşumu ve Yapısı" bölümünde (Genesis and Structure of The Essay on the Origin of Languages) Derrida, Rousseau'da merhameti ve doğayı inceler. Rousseau doğal insanın diğer bireylerin acılarına merhamet gösterdiğini varsayar ve bunun toplumda azaldığını iddia eder. Merhamet doğal ahlâktır ve toplum tarafından yozlaştırılmıştır. Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylem'de (The Discourse on the Origin of Inequality) Rousseau sosyal insandaki hayal gücünün rolünü sorgular. Hayalgücü başkalarının benim hakkımda ne düşündüklerini hayal etmeme ve onların imgelemlerinde ve benimkinde olduğumdan daha iyi görünmeyi ummama yol açar. Derrida için önemli olan konu, Rousseau'daki hayal gücü ile Lévi-Strauss'daki tarihsel-yazılı bilincin içsel bilinci rahatsız etmesidir. Başkalarının ne düşündüğünü hayal etmek, tarihsel bağlamın farkında olmak ya da içsel bilinçte dolaysız ifadeler olmayan işaretler bırakmak için kendi bilincimde kendimin dışına çıkarım. Derrida'ya göre bu hiçbir zaman olmamış olana karşı duyulan bir nostaljidir. Eğer bellek varsa, tarihsel bellek de vardır. Eğer dil varsa, yazı da vardır. Eğer bilinç varsa, hayal gücü de vardır. Rousseau'nun doğal merhamet betimlemeleri, pratikte, doğal olmayan bir kökene sahip ve doğanın yerine geçen bir eke dayanır. 'Güncel Tartışma: Merhamet Ekonomisi' ('The Present Debate: The Economy of Pity') bölümünde Derrida, Rousseau'daki doğal merhametin anaç bir sese ve yürekte yazılı bir yasaya dayandığına dikkat çeker. Anne'yle ilişki sosyal ve dışsal bir ilişkidir. Yürekteki yazı, dolaysız-olmayan yazının ve yasanın dolaysız olayıdır. Dolaysız olmalıdırlar; çünkü yazı da yasa da kalıcıdır ve içsel yönelimsel kökenlerinden özerktir. Rousseau'da merhamet kendini sevmeye ikincildir ve bu yüzden de kendini sevmekten daha az doğal ve daha sosyaldir. Rousseau doğal insanın kendinden başkasına ihtiyaç duymadığını hayal eder ki, bu da Derrida'nın ileri sürdüğü gibi, merhametin doğal olduğu fikrini sarsar. Derrida, Rousseau'nun, hem Toplum Sözleşmesi'nde (The Social Contract) hem de Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylem'de gözlemlenebilecek olan, kendinden başkasına ihtiyaç duymamaya hayranlık beslediğine işaret eder. Bu, ruhun içselliğinin ona dışsal olanla karşıtlığına dayanan Platon metafiziğinin bir versiyonudur. Aynı şey Husserl'in görüngübiliminde de tekrarlanır.

Derrida'ya göre kendi dışımızda, dışsallıkta varolmalıyız. Dil içe dönük düşüncelerimde dahi iletişimle ilgilidir. İçinde düşündüğüm dil, dışsal şeyin bilincimdeki mevcudiyetini kabul etmelidir. Saf içsellik diye bir şey yoktur. İçselliği dışsallıktan üstün tutan Platoncu vurgu, iyi ile kötü arasındaki karşıtlığı içerir. Derrida bu terimleri pek fazla tartışmaz; ancak iyi ile kötü arasındaki mutlak karşıtlık üzerine kurulan her tür etiği üstü kapalı bir biçimde reddeder. Özellikle eliptik metni "Envois"da (Derrida 1987) Platoncu mutlaklıkla başlamayan Philebos'a, Platon'un başka bir yönüne gönderme yapar. Philebos, ahlâkın hedefinin haz olup olmadığını inceler. Platon bu metinde, hazzın azamileştirilmesini ölçme girişimlerindeki sorunları ortaya koyar. Haz basitçe dolaysız olamaz, belleği ve tekrarı gerektirir. Ancak hazları hatırlayıp tekrar edersem haz tarafından yönetilebilirim. Bu durumda, dolaysız haz peşinde koşmanın kendisi soyut ve sistematik bir hale gelir. Platon bu argümanı, hazza yönelik ahlak tanımlarının hepsinin kendi içlerinde çelişkili olduğu gerekçesiyle kendi ahlâki mutlakçılığını ve rasyonalizmini haklılaştırmak için kullanır.

Dostluk Politikası'ndaki (Politics of Friendship, Derrida 1997b) dostluk tartışması ağırlıklı olarak Aristoteles'e dayanır. Derrida Aristoteles okumasında dostluğun doğasını çelişkili bulur: Dostluk kendisini ideal olarak bir kişiyle sınırlandırmalıdır yoksa en yüce dostluk olmaz. En yüce dostluk dostumun Tanrı olabilmesini dilememi gerektirir ki, bu durumda dostumun bana ihtiyacı kalmaz ve artık dost olamayız.

Derrida'da etik, her zaman kendi içimde kendi dışımdaki bir şeylere sahip olmam temelinde, dostluğun ve konukseverliğin olumlanmasını gerektirir; kendiliği olumlamanın koşulu başkalarının olumlanmasıdır. Etik mutlakçı olamaz. Aşırı hedonizm kendine zarar verir, çünkü soyut ilkeler edinmek zorundadır. Etik Öteki'nin benden ayrı ve farklı olmasına izin vermelidir. Öteki'ni ona merhamet göstererek bana karşı bir borçluluk ilişkisi içine sürüklemeye çalışmam. Derrida'nın vurgu yaptığı bir diğer şey de Armağan'dır: Etik eylemin haklılığı yoktur ve eşit bir karşılık gerektirmez. Verili Zaman'da (Given Time, Derrida 1992) buna ayrıntılı olarak değinmiştir. Bu konular zaten "Şiddet ve Metafizik"te, Öteki'nin önceliği bağlamında işlenmiştir. Derrida'nın Verili Zaman'da referans gösterdiği kaynaklardan biri olan, antropolog Marcel Mauss'un armağan üzerine çalışması, Levinas tarafından Bütünlük ve Sonsuzluk'ta (Totality and Infinity, Levinas 1969) zikredilmişti. "Şiddet ve Metafizik", ağırlıklı olarak Bütünlük ve Sonsuzluk'un tartışıldığı bir çalışmadır. Yazı ve Fark'taki (Writing and Difference) bir başka deneme olan "Kısıtlı Ekonomiden Genel Ekonomiye"("From Restricted to General Economy") ise Georges Bataille'daki geri dönüşü olmayan harcamaya, 'mutlak harcama'ya gönderme yapan bir Hegel okumasıdır. Bataille bu izleği 'potlach' üzerine antropolojik fikirlerle, yani sosyal güç simgeleri olarak armağanlarla ilişkili bir biçimde çalışmıştır.

Derrida'ya göre etiğin bir de düzenleyici Kantçı bir yönü vardır; bu da uymak için çaba göstermemiz gereken yasaya kayıtsız şartsız itaat etme arayışıdır ki, onu asla tatmin edemeyiz. Konukseverlik ve dostluk mutlak olarak bizi çağırmakla beraber her zaman düşmanlığa ve düşmana sıkıca bağlıdır. Etikte bir dizi soyut ilke yerine, somut ötekilerle kurduğumuz somut ilişkilerimizi izlemek zorundayız. Eksiksiz yerine getirme imkansızdır. Derrida'ya göre bu, bireyler arasındaki ayrılığın çöküşüyle birlikte insanlığın sonu, kıyameti olurdu. Birtakım yükümlülükleri yerine getirmek için uğraşmalıyız, fakat aynı zamanda, tümüyle yerine getirilmiş olmalarını da hiçbir zaman ummamalıyız. Etik her yerdedir ve imkânsızdır.

Derrida'nın J.L. Austin'in dil felsefesine başvurmasında etiğin daha pragmatik bir anlamı vardır. Derrida 1971 tarihli "İmza Olay Bağlam" ("Signature Event Context", Derrida 1982) denemesinde bir Austin yorumu geliştirir. Austin'le ilgili diğer düşüncelerini Glas (Derrida 1986) ve "Envois" (Derrida 1987)'da daha çok anıştırmalar biçiminde dile getirir. Austin dilin edimbilimiyle (pragmatics) ilgilenmiş ve doğru ile yanlış arasındaki karşıtlığın mutlak olamayacağını düşünmüştür. Bu iddia sanki Derrida'nın fikirlerini öngörür, tıpkı anlamın kullanım bağlamında oluştuğu, dilin dilbilimsel-olmayan dünyada bir güç olduğu iddiaları gibi. Austin bu son iddiayı, dildeki edimsel ya da etkisöz edimsel güç fikriyle dile getirmiştir; buna göre dil dünyada bir şeylerin olmasına sebep olur. Austin'in dilin etik ve yasal taraflarını tanıması ve dilin bir anlamı iletme vaadi taşımasını bir tür toplumsal sözleşme olarak kabul etmesi, Derrida için önemlidir. Derrida dilbilimsel bir unsurun anlamını sabitleyebilecek bir bağlam olmadığını iddia ettiği için vardığı sonuçlar Austin'i aşar. Anlamı sabitlemek için kullanılan bağlam ilkesi, mantıksal sonuçlarına götürüldüğünde, her bağlamın başka bir bağlamı gerektireceği ve bunun böyle sonsuza dek [ad infinitum] devam edeceği söylenebilir. Burada kıyamet Derrida'nın düşüncesine tekrar girer, çünkü edimsel olan, anlamın dünyada etki bırakmasının yolunu açar. Tam anlamın iletişimde ortaya çıkışının, dünyada, dilin edimsel yönlerinde, kıyametimsi bir etkisi olmalıdır. Pragmatik ve kıyamet bir arada meydana gelir. Bu durumda, Pragmatizmin ve mutlak temelleri olmayan bir etiğin basit bir şekilde birbiriyle uyumlu hale getirilmesi söz konusu değildir. Hilary Putnam, Ontolojisiz Etik'te (Ethics without Ontology, Putnam 2004) mutlakların olmadığı ve böylece etik yargılar verirken her zaman bir tür bağlama başvurulduğu, pragmatik bir etik yaklaşımı tartışmıştır. Bu argüman kısmen bir Levinas okumasından doğduğu halde Putnam Derrida'yı hiç önemsemez. Derrida, Levinas'ın duruşunda bir mutlakçılık olduğunu zaten tartışmıştı. Oysa Derrida mutlakçılığa direnir ve her zamanki gibi kavramların felsefi ve dilbilimsel alanlarını, ampirik varyasyonların ve aşkın kuralların zorunluluğu arasında sıkışmış olarak kurar ki, bu da aşkın kuralların değişken ampirik gerçekliğe uygulanması girişimindeki kıyamet olanağını ortaya çıkarır. Richard Rorty, Pragmatizmin Sonuçları'nda (Consequences of Pragmatism, Rorty 1992), Pragmatizm ve anti-metafizik Avrupa Felsefesini uyumlu hale getirmek için daha genel bir girişimde bulunur. Rorty, Derrida'daki aşkın öğelerin farkında olmakla beraber, anti-metafizik felsefenin iki geniş alanını oluşturan Pragmatizm ile Kierkegaard ve Nietzsche üzerinden gelişen felsefenin durumlarına ilişkin zorunlu sonuçlara varmaz.

Derrida'nın düşüncesindeki etik ilkeler aşkındır, ancak Derrida aşkınlığı şiddet olarak tanır ve aşkın olanın ampirik bakış açısından sınanması gerekliliğinin ve iyiyi kötünün karşıtı olarak koyan bir etiğin ya da iyinin mutlak uygulamalarının yıkıcı etkilerinin farkındadır. Derrida'da, hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek Kantçı bir düzenleyici ideal olarak etik mutlak ile etik durumların sınırsız ampirik çeşitliliği arasında bir ikirciklik vardır. Çözüm, Derrida'nın özellikle dikkate aldığı Kierkegaard'ın yanı sıra Freud ve Nietzsche'nin öznellik teorilerinden gelmelidir.




Kaynakça
Derrida, Jacques. Speech and Phenomena and Other Essays on Husserl's Theory of Signs. çev. David B. Allison. Evanston IL: Northwestern University Press, 1973 [ilk basım 1967].
Writing and Difference. çev. Alan Bass. London: Routledge, 1980 [ilk basım 1967].
Derrida, Jacques. Margins of Philosophy. çev. Alan Bass. Chicago IL: University of Chicago Press, 1982 (ilk basım 1972).
Derrida, Jacques. Glas. çev. John P. Leavey and Richard Rand. Lincoln NE: University of Nebraska Press, 1986 [ilk basım 1974].
Derrida, Jacques. The Post Card: From Socrates to Freud and Beyond. Chicago IL: University of Chicago Press, 1987 [ilk basım 1980].
Derrida, Jacques. The Gift of Death. çev. David Wills. Chicago IL: University of Chicago Press, 1996 [ilk basım 1992].
–––. Given Time. 1. Counterfeit Money. çev. Peggy Kamuf. Chicago IL: University of Chicago Press, 1992 [ilk basım 1991].
Derrida, Jacques. Of Grammatology [ilk basım 1967]. çev. Gayatri Chakravorty Spivak. Baltimore MD: Johns Hopkins University Press, 1997a.
Derrida, Jacques. Politics of Friendship. çev. George Collins. London: Verso, 1979 [ilk basım 1994].
Derrida, Jacques. 'Hostipitalité' in Pera Peras Poros: Atelier interdisciplinaire avec et autour de Jacques Derrida. Cogito 85. Eds. Ferda Keskin and Önay Sözer. Istanbul: Cogito/YKY, 1999.
Derrida, Jacques. 'Hostipitality'. Tans. Barry Stocker and Forbes Morlock. Angelaki: Journal of the Theoretical Humanities 5(3) (2000): 3-18.
Kierkegaard, Søren A. The Concept of Anxiety. çev. Reidar Thomte and Albert B. Anderson. Princeton NJ: Princeton University Press, 1980 [ilk basım 1844].
Kierkegaard, Søren A. Fear and Trembling/Repetition. çev. Howard V. Hong and Edna H. Hong. Princeton NJ: Princeton University Press, 1983 [ilk basım 1843].
Kierkegaard, Søren A. Either/Or (2 vols.). çev. Edward V. Hong and Edna H. Hong. Princeton NJ: Princeton University Press, 1987 [ilk basım 1843].
Levinas, Emmanuel. Totality and Infinity: An Essay on Exteriority. çev. Alphonso Lingis. Pittsburgh PA: Duquesne University Press, 1969 [ilk basım 1961].
Parfit, Derek. Reasons and Persons. Oxford: Oxford University Press, 1984.
Putnam, Hilary. Ethics without Ontology. Cambridge MA: Harvard University Press, 2004.
Rorty, Richard. Consequences of Pragmatism: Essays, 1972-1980. Minneapolis MN: University of Minnesota Press, 1992.
Rudd, Anthony. Kierkegaard and the Limits of the Ethical. Oxford: Clarendon Press, 1993.
Stocker, Barry. Derrida on Deconstruction. London: Routledge, 2006.



[1] Catherine Pinguet'nin yardımıyla çevrilmiştir. Forbes Morlock tarafından gözden geçirilen hali Angelaki (Derrida 2000)'de yayınlanmıştır. Bu yazının yazarı tarafından Routledge'a hazırlanan bir derleme olan Derrida: Basic Writings (Derrida 2006)'de tekrar gözden geçirildiği şekliyle yayımlanacaktır.
[2] Fransızcada; Derrida 1999: 41, Ferda Keskin ve Önay Sözer'in, 'Konuksev(er-/-mez-)lik' olarak karşılanan Türkçe çevirisinde; Derrida 1999: 67.
[3] Söz konusu tartışmalardan bazıları Derrida on Deconstruction ( Stocker 2006) kitabının son bölümü olan "Yapısökümün bir Tanımına Doğru"da ("Towards a Definition of Deconstruction") ele alınmaktadır.
[4] Özellikle, 'Şiddet ve Metafizik' Bölüm III'te ('Violence and Metaphysics', Derrida 1978, 110-111).
[5] Anthony Rudd, Kierkegaard ve Etik Olanın Sınırları'nda (Kierkegaard and the Limits of the Ethical, Rudd 1993) Kierkegaard ve Parfit arasında bir karşılaştırma önermektedir.

http://www.eurozine.com/articles/2006-10-17-stocker-tr.html