13 Ekim 2012 Cumartesi

Makam-I


13 Temmuz 1996 / CINUÇEN TANRIKORUR
AKSİYON'un 8. sayısındaki "Müziğimiz teksesli mi?II" başlıklı yazımızın altına bir not düşmüş,
okuyucularımızın müzikle ilgili merak ettikleri konuları köşemize yazabileceklerini, bizim de elimizden geldiğince cevaplamaya çalışacağımızı belirtmiştik. Şu ana kadar elimize böyle bir mektubun ulaşmamış olması, okuyucularımızın, yazmayı düşündükleri halde yoğun işleri arasında fırsat bulamamış olmalarına bağlıyor ve genel müzik kültürümüzle ilgili, çoğunluğun ilgisini çekeceğini umduğumuz bazı temel konulara ışık tutmak istiyoruz. Türk musikisi denir denmez çoğunluğun aklına ilk gelen merak konusu makamların ne olduğu ve birbirlerinden nasıl ayırt edilebildikleridir. Tanzimattan bu yana, kendi kültürlerinin yabancısı olan aydınlarımızın ağzında musikimizin adı "alaturka" veya "şark musikısi" olduğu için (merhum Arel'in "Türk musikisi" sözünü yerleştirme konusundaki gayretleri yanlışı düzeltrneğe maalesef yetmemiştir), gazete bulmacalarındaki "şark müziğinde bir makam" veya "alaturkada bir makam" (Rast) tekerlerneleri, bulmacacılık tarihimizle yaşıt olarak sürüp gitmiştir. Ama Rast'ın, Mahur'un, Nihavend'in makam olduğu er-geç bulunur da, makam nedir, o pek bilinmez. Sözlük veya ansiklopedilerse, konunun bilmeyenlerce anlaşılmaması için adeta gizli bir dayanışma içindedirler. Tıpkı Nasreddin Hocamızın (k.s.) bir Cuma vaazında "Eh, madem bilmiyorsunuz, size anlatacak birşeyim yok", ertesi Cuma cemaatin "Biliyoruz" demesine karşılık "Madem biliyorsunuz, ne diye anlatayım?" deyip camiden çıkıp gitme şakasında olduğu gibi!.. Okul müzik kitaplarımızda da kendi müziğimiz zaten olmadığı (azıcık olsa da, şartlanmış öğret menler öğretmediği) için, konu mesleki sır olma özelliğini daha uzun yıllar koruyacağa benzer.

Arapça "kaame-yekuumu" (ayakta durmak) fiil kö~ünden gelen "makam"(*) kelimesi, Islam'ın ilk yıllarında Kur'an-ı Kerlm'i ayakta okuyanların bulunduğu yüksekçe yeri gösterirdi. Kelime sonradan, dilimizde bugünkü ilk manası olan, "yüksek dereceli resmi görev, bu görevin icra edildiği mevki" anlamını kazandı. Eski toplum düzenimizde yüksek mevki sahipleri posta oturdukları için, yetki çekişmeleri "post kavgası" şeklinde deyimlendirildi ve "makam hırsı" ile yakın anlamda kullanıldı. Bizim "makam"ımızın (musikideki makamın) kavgası yapılacak bir post veya mevki ile ilgisi yok çok şükür. "Belli giriş, gelişme ve bitiş kurallarına göre kullanılan müzik dizileri"ne Uygurlar "kök" veya "küg" şekjinde 0kunabilen bir isim vermişlerdi. Işte makam, şu tırnak içinde verdiğimiz ve aşağıda biraz daha açacağımız anlamı ile, ilk defa büyük Azeri-Türk bilgini Meragalı Hoca Abdülkadir tarafından, 1418 tarihli Makaasıdü 'l-elkan adlı kitabında kullanılmış ve öylece yerleşmiştir. (**)

Bizim müziğimizde ezgiler (nağmeler/melodiler), Batı müziğindeki gibi geniş ses aralıklarıyla oradan oraya sıçrayan bir gelişigüzellik içinde değil; girişi, gelişmesi ve bitişi belirli olan bir düzen içinde kullanılırlar. Ezginin dolaşımını düzenleyen bu kurallara "seyir" adı verilir. Makamlara kişilik,lezzet ve kokusunu veren, işte bu hayati önemdeki, bestecilerin değiştirerneyeceği seyir kurallarıdır. Makamı, çağdaşnazariyat kitaplarının ve onlardan kopya eden ansiklopedilerin yaptığı gibi, "Bir durakla bir güçlü etrafında toplanmı§. seslerin genel
durumu" diye tarif etmek, bir bilinmeyeni iki bilinmeyen daha katarak anlatmak gibi (Durak ne? Makarnın durduğu yer. Makam ne? Durakla güçlü etrafında toplanmış sesler! Tam bir Hacivat tekerlernesi!) bir pedagoji ucubesidir ki amacı herhalde -yukarıda söylediğimiz gibi- anlatmak değil, mümkün olduğu kadar girift hale getirip anlaşılmamasını sağlamak olsa gerektir. Nitekim makamın ne olduğunu bilen, ama çaresizlikten bu tarifle öğreten meslekten kişiler dahi, tarifteki mantık hatasını görmezlikten gelmek zorundadırlar. Oysa makarnın sırrıseyirdedir; anlamanın yolu da önce seyri anlamaktan geçer. Makamların birbirinden nasıl ayırt edilebileceği konusunu gelecek yazıda inceleyeceğiz.

(*) Kelimenin ilk a'sı değil, ikinci a'sı uzundur (makaam, mim-kaf-elifmim). Birçoklarının yaptığı "maakam" şeklindeki telaffuz yanlışını yapmamaya özen gösteriniz.

(**) Batı dillerinde, bir kelimenin o dilde hangi tarihtenberi -hatta ilk defa kim tarafından ve hangi eserde- kullanıldığını gösteren etimoloji (kelime kök bilgisi) sözlükleri vardır. Ama bizim dil bilginlerimiz, yerleşmiş kelimelerin yerine yeni "sözcük"ler uydurma hastalığından baş alamadıkları için, bu tür sözlükler yazmaya vakit bulamamaktadırlar.

30 Eylül 2012 Pazar


Güncellenmiş Para Politikası Uygulamaları

http://www.mahfiegilmez.com/2012/09/guncel-para-politikas.html

Para Politikası Nedir, Neyi Amaçlar?
Para politikası, merkez bankalarının bazı araçları kullanarak piyasadaki para miktarını
etkileyerek piyasaya sürdüğü paranın istikrarını sağlamak amacıyla uyguladığı politikalar
bütününe verilen addır.

Piyasada sadece hazinelerin (ya da darphanelerin) piyasaya sürdüğü sınırlı
tutarda madeni para ile merkez bankalarının piyasaya sürdüğü banknot söz
konusu olsaydı merkez bankalarının emisyon hacmini, yani piyasaya
 sürdüğü para miktarını, denetlemesi para politikasının temelini oluştururdu.
Bankaların kaydi para yaratmasının çok yaygın olmadığı dönemde Fisher’in ünlü miktar
 denklemi MV = PQ denklemi parasal ilişkileri açıklamaya yetiyordu. Bu denklemde M = para arzı, yani piyasadaki para miktarı, V = paranın dolanım hızı, yani bir para biriminin bir yılda kaç kez el değiştirdiği, P = fiyatlar genel düzeyi, Q =  Ekonomide bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin fiziki miktarıdır. Bu denklemde PQ çarpımı GSYH’ye eşit olduğuna göre MV = GSYH yazabiliriz.

Buna göre sadece paranın olduğu bir yerde Merkez Bankası M’yi yani piyasadaki para arzını denetleyerek para politikası uygulayabilir. Eğer enflasyonist eğilimler söz konusuysa piyasadaki fazla parayı çeker yani M’yi düşürür, bu durumda denklemin ikinci tarafında Q değişmediği sürece P, yani fiyatlar düşer. Eğer deflasyonist eğilimler söz konusuysa para arzını yani M’yi artırır ve bu durumda Q hemen değişmeyeceğine göre P yani fiyatlar yükselmeye başlar.  

Zaman içinde önce bankaların yarattığı kaydi para kredi talebindeki artış ile birlikte hızla çoğalmaya başladı, ardından da kredi kartları devreye girdi. Her ikisi de Merkez Bankası’nın doğrudan denetimi altında olmayan bir çeşit para idi. Bu durumda Merkez Bankası’nın nakit para arzını denetlemesi para politikasının etkinliği açısından yetersiz kalmaya başladı. Merkez Bankası ister istemez kredi hacmini denetleyecek araçları da devreye sokmak zorunda kaldı.

Para Politikası Araçları
Para politikası denildiğinde üç grupta toplanabilecek alt politikalar anlaşılıyor. Birinci grupta dolaysız para politikası araçları yer alıyor. Bunlar: (1) Kredi tavanı, (2)
İkinci grupta dolaylı para politikası araçları yer alıyor: Bunlar: (1) Reeskont politikası, (2) Açık piyasa işlemleri (APİ), (3) Karşılıklar politikası. Üçüncü grupta enflasyon hedeflemesi yer alıyor.     

Dolaysız Para Politikası Araçları
Dolaysız para politikası araçları fiyat ya da miktara, limit koyma gibi doğrudan müdahale yoluyla uygulanan araçlardır. Bunları kredi tavanı, faiz denetimi ve diğer araçlar olarak üç başlıkta ele alalım.

(1) Kredi tavanı: Bankaların açabilecekleri kredilere konulan miktar limitine kredi tavanı deniyor. Örneğin Merkez Bankası bankalara, topladıkları mevduatın ya da tüm kaynaklarının (mevduat + özkaynak + diğer kaynaklar) yüzde 80’i kadar kredi açabilecekleri talimatını vermişse buradaki yüzde 80 oranı kredi tavanını oluşturur. Diyelim ki bir bankanın toplam mevduatı 100 TL ise açabileceği kredinin tavanı 80 TL olur. Böyle bir oran koymak yerine doğrudan miktar da konulabilir. Örneğin Merkez Bankaları bankalara her yıl X milyar TL’den fazla kredi açamamaları talimatı verebilir. Kredi tavanı banka özelinde de uygulanabilir. Merkez Bankası, Bankacılık denetim otoritesinden aldığı raporlara göre bazı bankalara kredi tavanı getirebilir. 

Kredi tavanı, zorunlu karşılık uygulamasıyla birleştiğinde oldukça kısıtlayıcı bir önlem olabilir. Zorunlu karşılık oranının yüzde 10, kredi tavanının da mevduatın yüzde 80’i olarak belirlendiğini varsayalım. Bu durumda banka aldığı 100 TL’lik mevduatın 10 TL’sini Merkez Bankası’na karşılık olarak yatırdıktan sonra kalan 90 TL’nin yüzde 80’ini yani 72 TL’sini kredi olarak açabilecek demektir.

Bu politika aracının uygulanmasıyla iki kademeli etki yaratılabilir: (a) Doğrudan etki: Kredi genişlemesinin yarattığı talep fazlası bir ölçüde giderilir ve dolayısıyla ortaya çıkan enflasyonist baskı hafifletilebilir. (b) Kredi imkanı daralınca faizler yükselir ve kredi talebi biraz daha düşer.    

(2) Faiz denetimi: Merkez Bankası, bankaların mevduat ve kredi için uyguladığı faiz oranlarına sınırlamalar getirebilir. Günümüzde uygulanan serbest faiz sistemi geçmişte birçok açıdan denetim altındaydı. Bugün de aynı denetimin uygulanması mümkündür. Merkez Bankası faize limit koyabilir, farklı vadeler için farklı faizler uygulatabilir. Hatta bu uygulamayı teşvik amaçlı olarak farklılaştırılmış olarak da uygulatabilir.

Geçmişte faiz oranları Merkez Bankası tarafından belirlenirken ya da denetlenirken Türkiye’de Ziraat Bankası tarım kesimine Halk Bankası da esnafa, mevduat maliyetinin altında düşük faizle kredi açıyor ve bu farklardan doğan zararlar da görev zararı olarak Hazine’ye fatura ediliyordu.    

Bu tür müdahaleler mümkün olsa da günümüzdeki uygulama daha çok dolaylı politikalar aracılığıyla piyasa faizlerini etkilemeye yönelmiş, doğrudan faiz oranlarına müdahale yöntemi terk edilmiştir.

(3) Diğer dolaysız para politikası araçları: Merkez Bankası, bankaların konumuna göre getirecekleri senetlere farklı reeskont faiz oranları uygulayabilir (farklılaştırılmış reeskont uygulaması), bankalara kredi kartları nedeniyle ödenecek asgari miktarın yükseltilmesi yoluyla talebin denetlenmesi (tüketici kredilerine uygulanan denetim) gibi değişik konularda para arzını denetlemeye yönelik çeşitli araçları kullanabilir.

Bu tür para politikası araçları günümüzde kullanım alanı çok daralmış araçlardır. Aslında dolaysız para po9litikası araçlarının tümünün kullanımı günümüzde neredeyse ortadan kalkmış durumdadır. Kriz halinde bile ne Fed ne de AMB bu politika araçlarına başvurmamışlardır.

Dolaylı Para Politikası Araçları
(1) Reeskont politikası: Bankaların iskonto yoluyla aldıkları kâğıtları tekrar iskonto ettirerek (reeskont) Merkez Bankası’na satıp karşılığında para almaları uygulamasıdır. Diyelim ki bir şirketin elinde bir yıl vadeli ve 1000 TL değerinde bir tahvil olsun. Bir yılın sonunda 1000 TL edecek olan bu tahvilin bugünkü değeri 1000 TL’den düşüktür. Şirket, vadesinden önce bankaya bu kağıdı verdiğinde banka, şirkete örneğin 900 TL verecektir. Bu durumda banka bu tahvili üzerinde yazılı değere göre yüzde 11 iskonto ederek almış olacaktır. Bu işleme iskonto, burada ortaya çıkan yüzde 11 oranındaki faize de iskonto faizi deniyor. Banka bu kağıdı alıp Merkez Bankasına 910 TL’ye satıyorsa ikinci kez iskonto işlemi ortaya çıkmış oluyor ki buna da reeskont deniyor. Bu durumda Merkez Bankası’nın bankaya ödediği faiz [(990 – 900) / 900 x 100] yüzde 10 oluyor. Buna da reeskont faizi deniyor.

Reeskont politikasının iki amacı olabilir: (a) Bankaların elindeki kağıtları alarak onlara para vermek ve piyasadaki likiditeyi düzenlemek. (b) Reeskont faizini değiştirerek piyasadaki faiz oranını etkilemeye çalışmak.

 (2) Açık piyasa işlemleri (APİ): Merkez Bankası’nın bankalardan ve diğer kurumlardan tahvil, bono veya diğer menkul değerleri satın alması ya da tersine onlara tahvil, bono veya menkul değerleri satması eylemine açık piyasa işlemi adı veriliyor. Bu alım ve satımlar kesin alım veya satım olabileceği gibi geri alım veya satım vaadiyle (repo ve reverse repo) yapılan alım ve satımlar da olabilmektedir.

Merkez Bankası açık piyasa işlemlerine başvurmak suretiyle piyasadaki para miktarını (likiditeyi) ayarlayabilmektedir. Tahvil vb gibi kağıtları satın aldığında piyasaya likidite vermiş, geri sattığında ise piyasadan likidite çekmiş olur. Bu yolla piyasadaki para miktarını etkileyerek talep üzerinde oluşan baskıları denetleyebilmekte ve enflasyonist ya da deflasyonist gidişe müdahale edebilmektedir.

(3) Karşılıklar politikası: Bankalar topladıkları mevduatın Merkez Bankası tarafından belirlenen oranda belirli bir miktarını, ileride karşılaşabilecekleri zorluklarda talep edip kullanabilmek için Merkez Bankasına yatırmak zorundadırlar. Buna zorunlu karşılıklar, bunun miktarını belirlemeye yarayan orana da karşılık oranı adı veriliyor. Merkez Bankası’nın, karşılık oranını artırıp azaltarak bankaların açabileceği kredi miktarını ve maliyetini etkilemesi eylemine de karşılıklar politikası adı veriliyor.  

Merkez Bankaları, bankalardan aldıkları bu karşılıklar için belirli bir faiz ödeyebilecekleri gibi herhangi bir ödeme yapmayabilirler.

Eğer bir ülkede para ikamesi (yani yabancı paraların da yerli para ile birlikte kullanımı ya da banka hesaplarında bulunması) yaygınsa Merkez Bankaları bu mevduatın karşılığını yerli para ile isteyebileceği gibi o para cinsinden de isteyebilir. Hatta yerli para cinsinden karşılıkların bir bölümü ya da tamamı için karşılıkları yabancı para cinsinden ödeme opsiyonu tanıyabilir.

TCMB’nin uyguladığı zorunlu karşılık oranları vadeye ve mevduat cinsine göre değişiklik göstermekle birlikte en yaygın vadeye sahip mevduat için uygulanan oran hem TL hem de yabancı para için yüzde 11 olarak belirlenmiş bulunuyor. Demek ki bir banka aldığı bir ay vadeli 100 TL için 11 TL, 100 USD için 11 USD ve 100 Euro için 11 Euro zorunlu karşılık ayırıp bunu TCMB’ye yatırmak zorundadır.

TCMB, bankaların yatırmak zorunda oldukları zorunlu karşılıkların bir bölümünü (bugün itibariyle % 60’ına kadarki bölümünü) döviz cinsinden tutulmasına izin veriyor. Bu bir zorunluluk değil bir opsiyon. Yani örneğin bir ay vadeli 100 TL mevduat alan bir banka bu paranın karşılığında TCMB’ye isterse 11 TL ya da isterse bunun 4,4 TL’lik bölümünü TL ve kalan 6,6 TL’lik bölümünü USD, Euro veya altın olarak yatırabilir. Bu kalan yüzde 60’lık bölüm için TCMB Rezerv Opsiyon Katsayısı (ROK) adı verilen bir katsayı uyguluyor. Bu opsiyonu kullanarak elinde TL tutup, elindeki yabancı parayı karşılık olarak vermek isteyen bankalar 4,4 TL’yi yatırdıktan sonra kalan 6,6 TL’nin ilk % 40’lık bölüm için 1,1, izleyen % 5’lik bölüm için 1,4, izleyen % 5’lik bölüm için % 1,7, izleyen % 5’lik bölüm için % 1,9, izleyen % 5’lik bölüm için % 1,9 ve sonraki bölümler için 2 oranında ROK uyguluyorlar. Zorunlu karşılıklarını altın ile ödemek isteyen bankalar zorunlu karşılık tutarının % 30’unu altın ile ödeyebiliyor. Altına uygulanacak ROK oranları ise ilk % 20’lik dilim için 1, izleyen % 5lik dilim için 1,5 ve izleyen % 5’lik bölüm için 2 olarak saptanmış bulunuyor.      

Bankaların TL mevduatına ödemek zorunda oldukları zorunlu karşılıkların bir bölümünü yabancı para veya altınla ödemelerine izin verilmesi bankalar açısından TL likiditesini artırmış oluyor. Günlük işlemlerini ağırlıklı olarak TL ile yapan bankalar açısından TL fonlama maliyeti de düşmüş oluyor.

Bu uygulamanın TCMB açısından yararı ise başlıca üç noktada toplanıyor: (1) TCMB bu yolla döviz rezervlerini artırmış oluyor. (2) Döviz piyasasında likidite azaltılmış ve dolayısıyla para ikamesinin etkisi düşürülmüş oluyor. (3) Sermaye akımlarının gelişimine yanıt vermek kolaylaşıyor. TCMB bu aracı kullanarak Türkiye’ye giren sıcak parayı çekmiş ve döviz piyasasında fiyatları dengelemiş oluyor. Eğer sıcak para çıkışı söz konusu olursa uygulamayı tersine çevirerek döviz sıkıntısını hafifletme imkanına kavuşmuş oluyor. 

(4) Faiz politikası: Merkez Bankası’nın bankalarla para alış verişinde uyguladığı faizleri değiştirerek piyasa faizlerini etkilemeyi hedeflemesine faiz politikası deniyor.

TCMB’nin çeşitli işlemleri için uyguladığı farklı faiz oranları söz konusu. Bunları sıralayayım:

Bir hafta vadeli repo işlemlerine uygulanan faiz (politika faizi.): TCMB, 1 hafta vade ile repo ihalesi açıyor, bankalar ellerindeki tahvil ve bonoları TCMB’ye verip karşılığında para alıyorlar ve vade sonunda parayı iade edip kağıtlarını geri alıyorlar. TCMB bu araçla banka ve finans kurumlarının piyasada uyguladığı faiz oranlarını, bankalardan alınan kredilerin miktarını, hisse senedi ve döviz gibi varlıkların fiyatlarını etkileyebiliyor. Bu işleme uygulanan faiz oranı yıllık % 5,75.

Gecelik işlemlerde uygulanan faiz (gecelik faiz, fonlama faizi ya da koridor faizi):  TCMB’nin, hesaplarını kapatabilmek için gecelik olarak borç almak ya da ellerinde kalan paraları gecelik olarak borç vermek isteyen bankalara uyguladığı faize bu adlar veriliyor. TCMB, bu yolla ikincil piyasada oluşan kısa vadeli faiz oranlarını, döviz kurlarını ve kredilerin büyüme hızını etkileyebiliyor. TCMB’nin gecelik borç almada uyguladığı faiz oranı yıllık % 5, gecelik borç vermede uyguladığı faiz oranı yıllık yüzde 10.    

Geç likidite penceresi faizi: Hesaplarını kapatmak ya da ellerinde bulunan parayı borç vermek için son ana kadar bekleyen bankalara uygulanan caydırıcı faiz oranlarını kapsayan bir uygulamadır. Bu uygulamada saat 16.00 ile 17.00 arasında TCMB’ye gecelik borç vermek isteyenlere yıllık % 0, gecelik olarak TCMB’den borç almak isteyenlere yıllık % 13 faiz uygulanıyor.

TCMB’nin bu faiz oranlarında yapacağı değişiklikler bankaların fonlama maliyetleri üzerinde etki yapıyor ve sonuçta piyasa faizlerini etkiliyor. Gecelik fonlama faizi tavanının düşürülmesi bankaların daha ucuza fon bulmasına yol açtığı için onların maliyetinin düşmesine yol açıyor. Bu durumda da bankaların kredi faizlerini düşürmesi bekleniyor. Bununla birlikte Türkiye’de mevduatın ortalama vadesiyle kredinin ortalama vadesi arasında krediler lehine yaklaşık on kat fark olması kaynak maliyetindeki düşüşün kolayca kredi faizlerine yansımasını sağlayamıyor. 

(5) Kur politikası: Merkez Bankası’nın TL’nin dış değerini ayarlamaya yönelik olarak bir müdahalesi söz konusuysa kur politikasından söz edilebilir. Bu tür müdahaleler daha çok kurlarda yüksek oranlı dalgalanmalar ortaya çıktığı zaman gündeme geliyor.

TCMB, geçmiş uygulamalarında bu tür kur dalgalanmalarında piyasaya döviz satarak ya da piyasadan döviz alımı yaparak kura müdahale yoluna gitmiştir. Günümüzde karşılıklar politikasında ROK uygulaması yaparak döviz likiditesini düzenlemeyi tercih ediyor.

(6) Para basma: Merkez Bankası’nın piyasadaki likiditeyi artırarak sorunları çözmeye yönelmesi halinde piyasaya yeni para sürmesi eylemini bir politika gibi kullanması söz konusu olabilir.

(7) Niceliksel gevşeme: Ekonominin yaygın uygulama alanı bulmuş para politikası araçlarıyla canlandırılmasının mümkün olmadığı hallerde uygulanan bir para politikası aracıdır. Bu politika çerçevesinde merkez bankaları, bankaların ve diğer kurumların ellerinde bulunan finansal varlıkları (tahvil, bono, varlığa dayalı menkul kıymet vb) satın alarak karşılığında bu bankalara ve kurumlara para verirler. Böylece ekonomiye karşılığı ve limiti teorik olarak belirli bir miktar yeni para enjekte edilmiş olur. Küresel kriz boyunca ABD Merkez Bankası Fed, Avrupa Merkez Bankası AMB ve İngiltere Merkez Bankası BOE tarafından uygulanmış bir politikadır.


Bunun para basmaktan tek farkı limitinin ve tahvil, bono gibi bir karşılığının olmasıdır. Para basmanın bir limiti olmadığı gibi karşılığında verilen bir menkul kıymet de bulunmamaktadır. Dolayısıyla niceliksel gevşemenin para basmaya göre daha az enflasyonist etki yaratması beklenir.       

Niceliksel gevşemenin APİ’den farkı yine belirli bir süre ya da limitle bu işin yapılacağının bilinmesidir.

(8) Açık sözlülük politikası: Merkez Bankası’nın ileride yapacaklarını açıklayıp beklentileri etkileyerek para politikasına yön vermesi hali olarak tanımlanabilir.


Güncellenmiş Para Politikası Uygulamaları

29 EYLÜL 2012 CUMARTESI Güncellenmiş Para Politikası Uygulamaları http://www.mahfiegilmez.com/2012/09/guncel-para-politikas.html Para Politikası Nedir, Neyi Amaçlar? Para politikası, merkez bankalarının bazı araçları kullanarak piyasadaki para miktarını etkileyerek piyasaya sürdüğü paranın istikrarını sağlamak amacıyla uyguladığı politikalar bütününe verilen addır. Piyasada sadece hazinelerin (ya da darphanelerin) piyasaya sürdüğü sınırlı tutarda madeni para ile merkez bankalarının piyasaya sürdüğü banknot söz konusu olsaydı merkez bankalarının emisyon hacmini, yani piyasaya sürdüğü para miktarını, denetlemesi para politikasının temelini oluştururdu. Bankaların kaydi para yaratmasının çok yaygın olmadığı dönemde Fisher’in ünlü miktar denklemi MV = PQ denklemi parasal ilişkileri açıklamaya yetiyordu. Bu denklemde M = para arzı, yani piyasadaki para miktarı, V = paranın dolanım hızı, yani bir para biriminin bir yılda kaç kez el değiştirdiği, P = fiyatlar genel düzeyi, Q = Ekonomide bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin fiziki miktarıdır. Bu denklemde PQ çarpımı GSYH’ye eşit olduğuna göre MV = GSYH yazabiliriz. Buna göre sadece paranın olduğu bir yerde Merkez Bankası M’yi yani piyasadaki para arzını denetleyerek para politikası uygulayabilir. Eğer enflasyonist eğilimler söz konusuysa piyasadaki fazla parayı çeker yani M’yi düşürür, bu durumda denklemin ikinci tarafında Q değişmediği sürece P, yani fiyatlar düşer. Eğer deflasyonist eğilimler söz konusuysa para arzını yani M’yi artırır ve bu durumda Q hemen değişmeyeceğine göre P yani fiyatlar yükselmeye başlar. Zaman içinde önce bankaların yarattığı kaydi para kredi talebindeki artış ile birlikte hızla çoğalmaya başladı, ardından da kredi kartları devreye girdi. Her ikisi de Merkez Bankası’nın doğrudan denetimi altında olmayan bir çeşit para idi. Bu durumda Merkez Bankası’nın nakit para arzını denetlemesi para politikasının etkinliği açısından yetersiz kalmaya başladı. Merkez Bankası ister istemez kredi hacmini denetleyecek araçları da devreye sokmak zorunda kaldı. Para Politikası Araçları Para politikası denildiğinde üç grupta toplanabilecek alt politikalar anlaşılıyor. Birinci grupta dolaysız para politikası araçları yer alıyor. Bunlar: (1) Kredi tavanı, (2) İkinci grupta dolaylı para politikası araçları yer alıyor: Bunlar: (1) Reeskont politikası, (2) Açık piyasa işlemleri (APİ), (3) Karşılıklar politikası. Üçüncü grupta enflasyon hedeflemesi yer alıyor. Dolaysız Para Politikası Araçları Dolaysız para politikası araçları fiyat ya da miktara, limit koyma gibi doğrudan müdahale yoluyla uygulanan araçlardır. Bunları kredi tavanı, faiz denetimi ve diğer araçlar olarak üç başlıkta ele alalım. (1) Kredi tavanı: Bankaların açabilecekleri kredilere konulan miktar limitine kredi tavanı deniyor. Örneğin Merkez Bankası bankalara, topladıkları mevduatın ya da tüm kaynaklarının (mevduat + özkaynak + diğer kaynaklar) yüzde 80’i kadar kredi açabilecekleri talimatını vermişse buradaki yüzde 80 oranı kredi tavanını oluşturur. Diyelim ki bir bankanın toplam mevduatı 100 TL ise açabileceği kredinin tavanı 80 TL olur. Böyle bir oran koymak yerine doğrudan miktar da konulabilir. Örneğin Merkez Bankaları bankalara her yıl X milyar TL’den fazla kredi açamamaları talimatı verebilir. Kredi tavanı banka özelinde de uygulanabilir. Merkez Bankası, Bankacılık denetim otoritesinden aldığı raporlara göre bazı bankalara kredi tavanı getirebilir. Kredi tavanı, zorunlu karşılık uygulamasıyla birleştiğinde oldukça kısıtlayıcı bir önlem olabilir. Zorunlu karşılık oranının yüzde 10, kredi tavanının da mevduatın yüzde 80’i olarak belirlendiğini varsayalım. Bu durumda banka aldığı 100 TL’lik mevduatın 10 TL’sini Merkez Bankası’na karşılık olarak yatırdıktan sonra kalan 90 TL’nin yüzde 80’ini yani 72 TL’sini kredi olarak açabilecek demektir. Bu politika aracının uygulanmasıyla iki kademeli etki yaratılabilir: (a) Doğrudan etki: Kredi genişlemesinin yarattığı talep fazlası bir ölçüde giderilir ve dolayısıyla ortaya çıkan enflasyonist baskı hafifletilebilir. (b) Kredi imkanı daralınca faizler yükselir ve kredi talebi biraz daha düşer. (2) Faiz denetimi: Merkez Bankası, bankaların mevduat ve kredi için uyguladığı faiz oranlarına sınırlamalar getirebilir. Günümüzde uygulanan serbest faiz sistemi geçmişte birçok açıdan denetim altındaydı. Bugün de aynı denetimin uygulanması mümkündür. Merkez Bankası faize limit koyabilir, farklı vadeler için farklı faizler uygulatabilir. Hatta bu uygulamayı teşvik amaçlı olarak farklılaştırılmış olarak da uygulatabilir. Geçmişte faiz oranları Merkez Bankası tarafından belirlenirken ya da denetlenirken Türkiye’de Ziraat Bankası tarım kesimine Halk Bankası da esnafa, mevduat maliyetinin altında düşük faizle kredi açıyor ve bu farklardan doğan zararlar da görev zararı olarak Hazine’ye fatura ediliyordu. Bu tür müdahaleler mümkün olsa da günümüzdeki uygulama daha çok dolaylı politikalar aracılığıyla piyasa faizlerini etkilemeye yönelmiş, doğrudan faiz oranlarına müdahale yöntemi terk edilmiştir. (3) Diğer dolaysız para politikası araçları: Merkez Bankası, bankaların konumuna göre getirecekleri senetlere farklı reeskont faiz oranları uygulayabilir (farklılaştırılmış reeskont uygulaması), bankalara kredi kartları nedeniyle ödenecek asgari miktarın yükseltilmesi yoluyla talebin denetlenmesi (tüketici kredilerine uygulanan denetim) gibi değişik konularda para arzını denetlemeye yönelik çeşitli araçları kullanabilir. Bu tür para politikası araçları günümüzde kullanım alanı çok daralmış araçlardır. Aslında dolaysız para po9litikası araçlarının tümünün kullanımı günümüzde neredeyse ortadan kalkmış durumdadır. Kriz halinde bile ne Fed ne de AMB bu politika araçlarına başvurmamışlardır. Dolaylı Para Politikası Araçları (1) Reeskont politikası: Bankaların iskonto yoluyla aldıkları kâğıtları tekrar iskonto ettirerek (reeskont) Merkez Bankası’na satıp karşılığında para almaları uygulamasıdır. Diyelim ki bir şirketin elinde bir yıl vadeli ve 1000 TL değerinde bir tahvil olsun. Bir yılın sonunda 1000 TL edecek olan bu tahvilin bugünkü değeri 1000 TL’den düşüktür. Şirket, vadesinden önce bankaya bu kağıdı verdiğinde banka, şirkete örneğin 900 TL verecektir. Bu durumda banka bu tahvili üzerinde yazılı değere göre yüzde 11 iskonto ederek almış olacaktır. Bu işleme iskonto, burada ortaya çıkan yüzde 11 oranındaki faize de iskonto faizi deniyor. Banka bu kağıdı alıp Merkez Bankasına 910 TL’ye satıyorsa ikinci kez iskonto işlemi ortaya çıkmış oluyor ki buna da reeskont deniyor. Bu durumda Merkez Bankası’nın bankaya ödediği faiz [(990 – 900) / 900 x 100] yüzde 10 oluyor. Buna da reeskont faizi deniyor. Reeskont politikasının iki amacı olabilir: (a) Bankaların elindeki kağıtları alarak onlara para vermek ve piyasadaki likiditeyi düzenlemek. (b) Reeskont faizini değiştirerek piyasadaki faiz oranını etkilemeye çalışmak. (2) Açık piyasa işlemleri (APİ): Merkez Bankası’nın bankalardan ve diğer kurumlardan tahvil, bono veya diğer menkul değerleri satın alması ya da tersine onlara tahvil, bono veya menkul değerleri satması eylemine açık piyasa işlemi adı veriliyor. Bu alım ve satımlar kesin alım veya satım olabileceği gibi geri alım veya satım vaadiyle (repo ve reverse repo) yapılan alım ve satımlar da olabilmektedir. Merkez Bankası açık piyasa işlemlerine başvurmak suretiyle piyasadaki para miktarını (likiditeyi) ayarlayabilmektedir. Tahvil vb gibi kağıtları satın aldığında piyasaya likidite vermiş, geri sattığında ise piyasadan likidite çekmiş olur. Bu yolla piyasadaki para miktarını etkileyerek talep üzerinde oluşan baskıları denetleyebilmekte ve enflasyonist ya da deflasyonist gidişe müdahale edebilmektedir. (3) Karşılıklar politikası: Bankalar topladıkları mevduatın Merkez Bankası tarafından belirlenen oranda belirli bir miktarını, ileride karşılaşabilecekleri zorluklarda talep edip kullanabilmek için Merkez Bankasına yatırmak zorundadırlar. Buna zorunlu karşılıklar, bunun miktarını belirlemeye yarayan orana da karşılık oranı adı veriliyor. Merkez Bankası’nın, karşılık oranını artırıp azaltarak bankaların açabileceği kredi miktarını ve maliyetini etkilemesi eylemine de karşılıklar politikası adı veriliyor. Merkez Bankaları, bankalardan aldıkları bu karşılıklar için belirli bir faiz ödeyebilecekleri gibi herhangi bir ödeme yapmayabilirler. Eğer bir ülkede para ikamesi (yani yabancı paraların da yerli para ile birlikte kullanımı ya da banka hesaplarında bulunması) yaygınsa Merkez Bankaları bu mevduatın karşılığını yerli para ile isteyebileceği gibi o para cinsinden de isteyebilir. Hatta yerli para cinsinden karşılıkların bir bölümü ya da tamamı için karşılıkları yabancı para cinsinden ödeme opsiyonu tanıyabilir. TCMB’nin uyguladığı zorunlu karşılık oranları vadeye ve mevduat cinsine göre değişiklik göstermekle birlikte en yaygın vadeye sahip mevduat için uygulanan oran hem TL hem de yabancı para için yüzde 11 olarak belirlenmiş bulunuyor. Demek ki bir banka aldığı bir ay vadeli 100 TL için 11 TL, 100 USD için 11 USD ve 100 Euro için 11 Euro zorunlu karşılık ayırıp bunu TCMB’ye yatırmak zorundadır. TCMB, bankaların yatırmak zorunda oldukları zorunlu karşılıkların bir bölümünü (bugün itibariyle % 60’ına kadarki bölümünü) döviz cinsinden tutulmasına izin veriyor. Bu bir zorunluluk değil bir opsiyon. Yani örneğin bir ay vadeli 100 TL mevduat alan bir banka bu paranın karşılığında TCMB’ye isterse 11 TL ya da isterse bunun 4,4 TL’lik bölümünü TL ve kalan 6,6 TL’lik bölümünü USD, Euro veya altın olarak yatırabilir. Bu kalan yüzde 60’lık bölüm için TCMB Rezerv Opsiyon Katsayısı (ROK) adı verilen bir katsayı uyguluyor. Bu opsiyonu kullanarak elinde TL tutup, elindeki yabancı parayı karşılık olarak vermek isteyen bankalar 4,4 TL’yi yatırdıktan sonra kalan 6,6 TL’nin ilk % 40’lık bölüm için 1,1, izleyen % 5’lik bölüm için 1,4, izleyen % 5’lik bölüm için % 1,7, izleyen % 5’lik bölüm için % 1,9, izleyen % 5’lik bölüm için % 1,9 ve sonraki bölümler için 2 oranında ROK uyguluyorlar. Zorunlu karşılıklarını altın ile ödemek isteyen bankalar zorunlu karşılık tutarının % 30’unu altın ile ödeyebiliyor. Altına uygulanacak ROK oranları ise ilk % 20’lik dilim için 1, izleyen % 5lik dilim için 1,5 ve izleyen % 5’lik bölüm için 2 olarak saptanmış bulunuyor. Bankaların TL mevduatına ödemek zorunda oldukları zorunlu karşılıkların bir bölümünü yabancı para veya altınla ödemelerine izin verilmesi bankalar açısından TL likiditesini artırmış oluyor. Günlük işlemlerini ağırlıklı olarak TL ile yapan bankalar açısından TL fonlama maliyeti de düşmüş oluyor. Bu uygulamanın TCMB açısından yararı ise başlıca üç noktada toplanıyor: (1) TCMB bu yolla döviz rezervlerini artırmış oluyor. (2) Döviz piyasasında likidite azaltılmış ve dolayısıyla para ikamesinin etkisi düşürülmüş oluyor. (3) Sermaye akımlarının gelişimine yanıt vermek kolaylaşıyor. TCMB bu aracı kullanarak Türkiye’ye giren sıcak parayı çekmiş ve döviz piyasasında fiyatları dengelemiş oluyor. Eğer sıcak para çıkışı söz konusu olursa uygulamayı tersine çevirerek döviz sıkıntısını hafifletme imkanına kavuşmuş oluyor. (4) Faiz politikası: Merkez Bankası’nın bankalarla para alış verişinde uyguladığı faizleri değiştirerek piyasa faizlerini etkilemeyi hedeflemesine faiz politikası deniyor. TCMB’nin çeşitli işlemleri için uyguladığı farklı faiz oranları söz konusu. Bunları sıralayayım: Bir hafta vadeli repo işlemlerine uygulanan faiz (politika faizi.): TCMB, 1 hafta vade ile repo ihalesi açıyor, bankalar ellerindeki tahvil ve bonoları TCMB’ye verip karşılığında para alıyorlar ve vade sonunda parayı iade edip kağıtlarını geri alıyorlar. TCMB bu araçla banka ve finans kurumlarının piyasada uyguladığı faiz oranlarını, bankalardan alınan kredilerin miktarını, hisse senedi ve döviz gibi varlıkların fiyatlarını etkileyebiliyor. Bu işleme uygulanan faiz oranı yıllık % 5,75. Gecelik işlemlerde uygulanan faiz (gecelik faiz, fonlama faizi ya da koridor faizi): TCMB’nin, hesaplarını kapatabilmek için gecelik olarak borç almak ya da ellerinde kalan paraları gecelik olarak borç vermek isteyen bankalara uyguladığı faize bu adlar veriliyor. TCMB, bu yolla ikincil piyasada oluşan kısa vadeli faiz oranlarını, döviz kurlarını ve kredilerin büyüme hızını etkileyebiliyor. TCMB’nin gecelik borç almada uyguladığı faiz oranı yıllık % 5, gecelik borç vermede uyguladığı faiz oranı yıllık yüzde 10. Geç likidite penceresi faizi: Hesaplarını kapatmak ya da ellerinde bulunan parayı borç vermek için son ana kadar bekleyen bankalara uygulanan caydırıcı faiz oranlarını kapsayan bir uygulamadır. Bu uygulamada saat 16.00 ile 17.00 arasında TCMB’ye gecelik borç vermek isteyenlere yıllık % 0, gecelik olarak TCMB’den borç almak isteyenlere yıllık % 13 faiz uygulanıyor. TCMB’nin bu faiz oranlarında yapacağı değişiklikler bankaların fonlama maliyetleri üzerinde etki yapıyor ve sonuçta piyasa faizlerini etkiliyor. Gecelik fonlama faizi tavanının düşürülmesi bankaların daha ucuza fon bulmasına yol açtığı için onların maliyetinin düşmesine yol açıyor. Bu durumda da bankaların kredi faizlerini düşürmesi bekleniyor. Bununla birlikte Türkiye’de mevduatın ortalama vadesiyle kredinin ortalama vadesi arasında krediler lehine yaklaşık on kat fark olması kaynak maliyetindeki düşüşün kolayca kredi faizlerine yansımasını sağlayamıyor. (5) Kur politikası: Merkez Bankası’nın TL’nin dış değerini ayarlamaya yönelik olarak bir müdahalesi söz konusuysa kur politikasından söz edilebilir. Bu tür müdahaleler daha çok kurlarda yüksek oranlı dalgalanmalar ortaya çıktığı zaman gündeme geliyor. TCMB, geçmiş uygulamalarında bu tür kur dalgalanmalarında piyasaya döviz satarak ya da piyasadan döviz alımı yaparak kura müdahale yoluna gitmiştir. Günümüzde karşılıklar politikasında ROK uygulaması yaparak döviz likiditesini düzenlemeyi tercih ediyor. (6) Para basma: Merkez Bankası’nın piyasadaki likiditeyi artırarak sorunları çözmeye yönelmesi halinde piyasaya yeni para sürmesi eylemini bir politika gibi kullanması söz konusu olabilir. (7) Niceliksel gevşeme: Ekonominin yaygın uygulama alanı bulmuş para politikası araçlarıyla canlandırılmasının mümkün olmadığı hallerde uygulanan bir para politikası aracıdır. Bu politika çerçevesinde merkez bankaları, bankaların ve diğer kurumların ellerinde bulunan finansal varlıkları (tahvil, bono, varlığa dayalı menkul kıymet vb) satın alarak karşılığında bu bankalara ve kurumlara para verirler. Böylece ekonomiye karşılığı ve limiti teorik olarak belirli bir miktar yeni para enjekte edilmiş olur. Küresel kriz boyunca ABD Merkez Bankası Fed, Avrupa Merkez Bankası AMB ve İngiltere Merkez Bankası BOE tarafından uygulanmış bir politikadır. Bunun para basmaktan tek farkı limitinin ve tahvil, bono gibi bir karşılığının olmasıdır. Para basmanın bir limiti olmadığı gibi karşılığında verilen bir menkul kıymet de bulunmamaktadır. Dolayısıyla niceliksel gevşemenin para basmaya göre daha az enflasyonist etki yaratması beklenir. Niceliksel gevşemenin APİ’den farkı yine belirli bir süre ya da limitle bu işin yapılacağının bilinmesidir. (8) Açık sözlülük politikası: Merkez Bankası’nın ileride yapacaklarını açıklayıp beklentileri etkileyerek para politikasına yön vermesi hali olarak tanımlanabilir.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Mevlevî Hoşgörüsü: Nerede ve Ne Zaman?

Makaalâtta Tebrizli Şemsin insanı tanrılaştırabilecek her türlü kavrama; tasavvufun, vahdet-i vücut'un radikalleştirilmesine, hulûl düşüncesine; insanlaşmayı, olgunlaşmayı hedeflemeyen çokbilmişliklere; ayrımcılıklara, düşüncesizliklere, çarpıtmalara bırakın hoşgörü göstermeyi tahammül dahi etmediğini görüyoruz. Derhal karşı çıkar, konunun üzerine gider. Hüküm vermekten, haklıyken ağır yargıda bulunmaktan çekinmez. Tartışma konusunun dışındaki alanlarda ise eleştirdiklerinin haklarını verir, istedikleri yola gitmelerini hakları olarak görür.

Ayrım noktalarını net koyar, her düşünceyi aynı potada eritmez, tasavvufun hakikatle eleştirilmekten bağımsızlaşıp uçmasına izin vermez. Kopup gideni yargıladıktan sonra, ayrım noktalarını vurgulayarak biraradalığın, dostluğun, insanca ilişkilerin devam etmesine özen gösterir.

Burada dikkati çekmek istediğim bir nokta var. Eleştirisinde nettir. Hakikatî bile bile çiğnediğini gördüğü ululanan, büyüklenen kişileri takipçilerinin yanında ayak altına aldığı da olmuştur, örtbas etmeyelim. Ancak ikna olmayanı susturma gibi bir yolu seçmez, ikna ettiğini de, kendisini de her sorundan kurtulmuş görmez. Tartışmanın içerisinde, eleştiriyi ayrıntılı ve ciddi argümanlarla göğüsleyerek, eleştirerek, fikirleri değişik alanlarında takip edip analiz ederek öğretir, düşüncesini canlı tutar.

O dönem ilginçtir. Entellektüel (temellendirici, tartışmaya açık) duruşlar ile düşünceyi işine geldiği gibi götürüyor görünen duruşlar yanyanadır. Aklı başında insanları çıldırtan fikirlerle bunları düzeltip derslerini verenlere ders verecek kadar derin ve temelli fikirler bazan aynı kişilerce geliştirilmektedir.

Tebrizli Şems insanların haklarını vermeye gayret eder. Başkaları için selâm sabah kesmeyi gerektirecek ayrımlar onun için konunun hakikatine sadakatten, hakikatliliğe davetten ibarettir. İnsana, emeğe, düşünceye saygısızlık değildir.

O dönemde ortak nokta insanların hakikatle kendilerini düzeltmeyi reddetmemeleridir. Birisi yanlışlarını gösterdiğinde kabul ederler ve belki de daha sonra bildiklerini okumaya devam ederler. Hakikat iddiasında bulunanı yalncı çıkarmazlar. Genellikle.

Tartışmalarda bir otorite kabul edildiğini kendisi gibi düşünen, düşünmeyen insanların Tebrizli Şemsin tasarımları, önerileri, geleceğe yönelttiği tanımlamalarına kendi projelerinde bildiklerini okusalar da, çatmadıklarını gözlemliyoruz.

Tebrizli Şems ve Mevlânânın Gazalî ile ortak yanları o dönemde ulaşılmış bir konsensusa da işaret ediyor. Bu konsensusun bir diğer ayağının oluşturulmasında Hacı Bektaş-ı Velî'nin insiyatif üslendiğini, yetmiş kişiden oluşan bir meclisin toplandığını Evliya Çelebiden öğreniyoruz. Ev sahibi Koyun Baba'dır. Toplantının sonuçlarını yedi yüz derviş her bir yöne iletir, rivâyetlere göre.

Şemsin rolünün bir konsensusta ifadesini bulan, bulacak düşünceler, temeller sunmaktan ibaret olduğunu düşünmüyoruz. Gelecek bin sene şekillendirilmektedir. Tartışma ortakları bir yasaktan, merkezî otoriteden korkuyla değil büyük bir uzlaşmanın şartlarının oluşmasının sonucu olarak,  özlemini duyarak Tebrizli Şems'e dikkat etmekte, kendilerini ve duruşlarını izah etmek için gayret göstermektedirler.

Açık bir diskur söz konusudur, tehdit, korku, baskı söz konusu değildir. Tartışmaya açıklık kendisini her alanda sarsıntıya açma anlamına da gelmez. Temel hassasiyetler üzerinde uzlaşılmıştır, dikkat gösterilmiştir, en azından karşı durulmamıştır.

Zamanla uzlaşma konuları sislenmiş, temellendirici tartışmaların hakikat iddiaslarını buluşturan diskuru kaybedilmiştir. Şemsin itiraz ve farklılıkla birarada yaşama ve tartışarak ayrımlar getirme, uyanık tutma, sohbet veya konuşma diyalektiğinde temel ayrımlar üzerine farkındalıkları aralıksız açık tutma tavrı geçerliliğini yitirmemiştir.

Tebrizli Şemsin yeni bir bin yılın temellendirilmesinde emekleri büyüktür. Ekzantrik bir seyyah değildir! Moğol istilalarıyla Cumhuriyet arasındaki dönemi belirleyen tavrın, duruşun, projenin temellendiricilerindendir.

...

Mevlânanın "avam" konusundaki tavrını hatırlayalım. Çalışanları, meslek sahiplerini, halktan insanları faziletli insanlar olarak görmeyen, avam ilan eden anlayış karşısında sinirlendiğini, bu düşüncelerin sahiplerine hakaret ettiğini Eflâkiden okuyoruz. Menkıbelerde abartma olabileceği düşünülebilir. Ancak, hem sözlü gelenek hem de eserleri bu tavrını destekliyor. Gazalî ile beraber iktidar sahiplerine eleştirel, mazlumları sahiplenici bir tavrı var.

Hayat kadınlarını, mahkûmları, itilmiş kakılmışları selamlayışları, her çiğliği mesele etmeyişi, eleştiriye açık oluşu her daim öfkesiz ve diplomatik kılmıyor Mevlânâyı. Bir adı zaten Celâl'dir, celâl'liğinin hakkını vermeye de çalışmıştır.

...

Affedebilmek, insanların farklarını, yanlışlarının olabileceğini, hayatların ve fikirlerin ömür/ömürler boyu şekilleneceklerini kabul etmek ile topluma öneriler, toplumun geleceğine öneriler olarak fikirlerin, yargıların, hakikat iddialarının arkasında duruş arasında bir çelişki, zıtlık yok.

...

"Katılmıyorum, bunu kasd etmedim, buradan bu çıkarılamaz" gibi iddialar her daim tartışma gerekmese de tartışmaya açık duruşun ifadesidir. İnsan, söylediğinin arkasında duruyorsa tartışabilir. Hakikatle kendisini düzeltiş iddiasızlık değildir. İddianın temellerinin sarsılması, daha farklı bir düşüncenin geçerliliğinin söz konusu olması gerekir.

Mevlananın yaşadığı dönemde ona birisi "Düşünce Senin ve Gazalinin yüzünden yok oldu!" dese "yanlışın var!" dermesi daha büyük olasılık. Susması, gülümsemesi, hatta konunun tartışılamayacağı birisi ise "haklısın!" demesi de küçümseme işi olmazdı. Nasreddin Hocanın sen de haklısın hikayesindeki gibi.

Tartışmaya açık durma eşitleme, eşit görme işi. İnsanın canının istemesi, zaman bulması bulmaması işi değil, bir sorumluluk işi.

Geçiştirme tartışmanın hayırlı olmaması ile alâkalı. Karşı tarafın haklılığının ifadesi değil.

"Sen de haklısın!" meselesi uzlaşmazlıktan hikmet çıkarma, perspektif açma işi. tartışmanın kendisi değil.

...

Refi Cevat Ulunay'ın 18 Aralık'ı cüzdan boşaltma olarak görüşe tepkisi çok ağırdı. O o tepkiyi verene kadar konuya aynı zamanda hem gülümsemiş, hem de üzülmüştür birileri. O tepki verilmese, "verilsin!" ya da "niye verilmedi!" demezlerdi. Verilince de "yanlış oldu!" demezler. Haklı olmak, eleştirinin hakkani olması her zaman konuşma tepki verme anlamına gelmez.

İnsan kendisini öldürmeye kalkışmış kişiyi affeder, hatta dost edinir, ancak, öbür dünyanın dili şu dil, bu dil, zaman ve mekan reel olarak mevcut diyene tepki gösterebilir. Birisi adaleti karşılıklılık ve intikam olmadan çıkartma işi, insanın değişmesini isteme, değişecek olanı ezmeme, insanlığı başa kakmama işi; diğeri hakikat üzerine iddia. Hakikat üzerine, insan hakkı hatta bir kedinin, kuşun hakkı üzerine suskun kalmama ayrı bir konu.

...

Günümüzde mevlevî olduğu düşünülenlerin hakikat konusunda yanlışa tavizkar olacaklarını düşünmüyorum, ifadenin kibar bir yolunu aramalarını ise bir kaçış, hakikati satış olarak düşünemiyorum. Her konuda fikir sahibi olmak zorunda değiller. Kendi yanlışları doğruları bir birine karşımış da olabilir bazan. Tasnif derdinde olabilir, herkesi dinleyebilirler. Ancak yanlış bir iddiaya doğru da dememek durumunda hissederler kendilerini ayırt edebildikleri ölçüde. Hakikat için yanlış ifadede bulunmak korkunç bir şey değildir. Yanılabileceğini hesaba kattıktan sonra, insanları ezip geçmedikten, insanların doğrusuna zulüm etmedikten sonra. Eğriye zulüm zaten olmaz. Eğriyi savunan da eğri veya eğri olmaya mahkum görülmez. Bazan susmak, tecrübesizliğin yanlışlarından kaçınmaktır, insanların anlayışına zarar vermekten kaçınıştır. Yeterince tecrübe zaten yoktur, tartışmaya tereddüt de bir çeşit hoşgörüdür bazan.

İnsan, kendi sözü fikri için "öyle değil, böyle değil, şöyle!" deme hakkına sahip değildir sadece. Yanlış hükümden de kaçınma, yanlış anlaşılmaya itirazda bulunma hakkına sahiptir. Yanlış anlaşıldığını vurgulama karşı tarafın anlayış kapasitesi ya da bilgisini küçümseme, hakaret de değildir.

Birisinin "şunu dedin"ini tartışmakla mükellef değildir sözü ifade eden, "onu demedim" demekle başlaması mevzuyu çarpıtma değil, mevzunun hakikatine yöneltmektir. "Yanlış anlama"ları düzeltme bir hak da olsa her daim gerekli değildir. Düzeltme talebi söyleyenin omuzuna yıkılacak sorumluluklarla da alakalıdır. İnsan kast ettiğini söyler, söylediğini kast eder ideal bir iletişim toplumunda, ya da bunu kabul ederek bir birimize itirazda bulunabiliriz. Kastetmediğimi söylüyor durumda olmam, iletişimin mümkün olmasının şartlarını, gereklerini savunmamla, iletişimin temel normatif duruşuna dönmekle alakalıdır.

İnsan ne dediğine karar verme, yani bunu açıklığa kavuştırma hakkına sahiptir dedik. Bu bir yükümlülük de değildir. Bu hakkın kullanılıp kullanılmaması "yanlış "anlaşılanın", yanlış anlaşıldığını düşünenin, düşüncesi tartışılanın hakkıdır. Karşı tarafın da yanlış anlaşılmaya, ifadesinin yanlış anlaşılmasını düzeltmeye hakkı vardır.

Toparlarsak: Tartışma ilk elde ele alınan düşüncenin üzerindeki uzlaşmazlığın anlaşmayla sonuçlanmasını değil, karşılıklı iddiaların ne(ler) olduğu üzerinde uzlaşmayı hedefleyebilir (Gadameri hatırlayarak).

"Hayır!" normatif olarak bağlayıcıdır (Haberması hatırlayarak), gerekçelendirilecektir. "Hayır, çünkü"... Onaylamayla değil, onaylamamakla tartışma kabul edilebilir. İlk elde onaylanacak olan, "evet bunu söylüyorum"dur. Karşı tarafın neyi söylediğinde uzlaşmak, konu üzerinde bir çeşit uzlaşma olsa da (buradan nerede ayrışıldığı ortaya çıkmaz, gerekçeler talep ediliyor olabilir, vb.).

....

Yanlışa, yanlış anlaşılmaya hoşgörü karşı tarafı küçümsemeye dönüştüğünde, karşı tarafın kapasitesini ciddiye almamaya dönüştüğünde sorunlu. Her yanlış anlaşılma sorunlu olmayabilir, nsanlar her konuyu tartışma istemeyebilir, zamanları olmayabilir vb. Buna karar verecek olanlar "yanlış anlaşıldıklarını" düşünenlerdir.

Tersi de geçerli olabilir. Yanlış anlaşıldığını sananın karşı tarafı yanlış anlaması da nadiren gerçekleşen bir durum değildir. Kimin yanlış anlaşıldığı üzerinde bir uzlaşmanın da tartışmanın devamı için zorlanması anlamlı değildir. Uzlaşmazlığı körüklememek, yargıları paranteze almak önerilebilse de her daim mümkün değildir.

...

Tartışma kin, öfke intikam, tahakkm işi değildir. tahakküm derdinin olmadığı yerde açık bir tartışma olur. Tahakküm talebi, ihtiyacı ile tahakküm aynı şeyler değidir. İnsanı, tartışmacıyı hatasız olmaya davet etmek insana haksızlıktır. İnsanlar karşılıklı çabalarla pozisyonlarını eşitler, belirlerler.

Öğrenci öğretmen tartışmasında dahi pozisyon belirlemeleri, eşitlik eşiklerinin şekillenmesi gereklidir. Argümentasyonun (tartışmayı belirlemek için) kesilmemesi gibi.

...


Hoşgörü insanın yanılabilirliğini, gaf yapabilirliğini kabulleniş; hatalardan rant sağlamama, davranışları idealize edilmiş davranışlarla kıyaslamama; kimseyi olup bitmiş görmeme, olgunlukla karşılama halidir.

Olgunluğun ifadesi olarak hoşgörü bir tartışmada da kendisini ifade eder: Yanlış anlaşılmayı düşmenlıkla karşılatmaz, puanlamaz, üstünlük kurma ya da aşağıda kalmama derdi taşımaz. Rakibini düşmanlaştırmaz, rakibiyle kendisini incitmez, rakibi tartışma ortaklığına çeker.

"Hoşgörü" karşı tarafın anlayışına tereddütün ifadesi olduğunda, kendi ifadesinin tartışılamazlığını perdelediğinde "hoşgörüsüzlüğü mü hoşgöreceğiz!" der. Sömürgecilerden hoşgörü değil adalet talep etmek bu yüzden gereklidir!



6 Haziran 2012 Çarşamba

Sosyal Psikoloji


SOSYAL PSiKOLOJiNiN TANIMI

Tarihsel olarak sosyal psikoloji, sosyoloji ve psikolojinin çocuğudur. Ancak modern sosyal psikoloji daha çok psikolojinin bir alt alanı olarak görülmektedir. Bu nedenle de, psikolojinin yani zihinsel yaşamın, sosyal etkileşim ve daha genel olarak sosyal olgularla ilgili taraşarının sosyal psikolojiyi oluşturduğu ileri sürülür
(McGarty ve Haslam, 1997). Sosyal psikolojinin tek ve basit tanımını vermek zordur. Bunun en önemli nedeni sosyal psikolojinin başındaki “sosyal” sıfatının ne anlama geldiği konusundaki görüş ayrılıklarıdır. “Sosyal”, kimi sosyal psikologlarca “insanlar arasındaki etkileşim” anlamında, kimilerince “toplum ya da kültür” anlamında kullanılırken, diğer bazıları da “çok sayıda insanı ilgilendiren problemler” le ilişkili olarak ya da “birden fazla insanı içeren” bir anlamda kullanılmaktadır (McGarty ve Haslam, 1997: 7). Bu farklı kullanımlar sosyal psikolojinin tanımlarına da yansımaktadır. Sosyal bağlamı kritik önemde görenler, tanımda sosyal olanı öne çıkarırlarken, sosyal bağlama bu kadar önem atfetmeyenler, tanımda bunu ikincilleştirmektedirler. “Sosyal”in farklı kullanımlarının altında yatan temel gerilimin, aslında sosyal psikolojinin doğumundan itibaren, birey ve toplumun birbirinden ayrı iki yapı olup olmadığı ve bu ikisi arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiğine dair tartışmalar olduğu ileri sürülebilir. Bazı sosyal psikologlara göre,bireyi toplumdan ayırmak zordur ve hatta böyle bir ayrım yapmak zoraki ve yapay bir şeydir. Çünkü birey, sosyal dünya ile pek çok yolla ve çeşitli düzeylerde sürekli bir ilişki içindedir (Gough ve Mcfadden, 2001).

Sosyal psikolojinin bu tanımlanma zorluğuna karşın günümüzde kullanılan çeşitli tanımları vermek mümkündür. Bu tanımlardan bazıları şunlardır:

• “Sosyal psikoloji, insanların diğer insanlar hakkında nasıl düşündüklerinin, onları nasıl etkilediklerinin ve onlarla nasıl ilişki kurduklarının bilimsel bir biçimde çalışılmasıdır” (Taylor, Peplau ve Sears, 2000: 3).
• “Sosyal psikoloji, sosyal ve kültürel ortamdaki birey davranışının özelliklerinin ve nedenlerinin bilimsel bir biçimde incelenmesidir” (Akt. Kağıtçıbaşı, 1999: 19).
• “Sosyal psikoloji insan etkileşimlerini ve bu etkileşimlerin psikolojik temellerini sistematik olarak inceleyen bir disiplindir” (Bilgin, 2000: 2).

Modern sosyal psikolojiyi tarif etmek için yukarıda verilen tanımlar geçerli olsa da, bugün sosyal psikologların en sık başvurduğu ve artık bir klasik haline gelen tanım ünlü sosyal psikolog Gordon W. Allport’a aittir: “Sosyal psikoloji bireylerin, davranış, duygu ve düşüncelerinin başkalarının gerçek, hayal edilen veya ima edilen varlığından nasıl etkilendiğinin bilimsel yollarla araştırılmasıdır” (akt. Hogg ve Vaughan, 1995: 1).

Sosyal Psikoloji

Sosyal Psikoloji: Diğer insanlarla nasıl ilişki kurduğumuz ve onların duygu, düşünce ve davranışlarımızı nasıl etkilediğinin çalışılmasıdır.
 .
Tanımlama zorluğunu aşmak için, bazıları sosyal psikolojiyi pratik bir biçimde “sosyal psikologların uğraştığı şey” olarak tanımlamaktadır. Modern sosyal psikolojinin uğraştığı konular çok çeşitlidir. Bunlardan bazıları gruba uyma davranışı, ikna, güç, sosyal etki, itaat, önyargı, önyargının azaltılması, ayrımcılık, kalıp yargılar,
sosyal biliş ve sosyal algı, sosyal kategoriler, saldırganlık, özgeci davranış, kişiler arası çekicilik, tutumlar ve tutum değişimi, iletişim, izlenim oluşturma, küçük gruplar, liderlik, kitle davranışı, gruplar arası ilişkilerdir. Bu ünitenin amacı sosyal psikoloyi alanını genel düzeyde tanıtmak olduğu için, burada sadece dört önemli konu
ele alınmıştır: Sosyal biliş, tutumlar, ön yargılar ve sosyal etki.

SOSYAL BiLİŞ
Biliş ya da daha doğru bir deyimle bilişsel psikoloji insanların bilgiyi nasıl edindiği, organize ettiği ve kullandığıyla ilgilenir. Bu yüzden bilişsel psikolojinin temel ilgi alanları algı, dikkat, bellek, düşünce ve dildir. Sosyal biliş alanında da aynı konularla ilgilenilir ancak tüm bu bilgi işleme süreçlerinin sosyal bir bağlamda ele alınması söz konusudur. Daha açık olmak gerekirse, sosyal biliş, insanların kendileri ve diğer insanlar hakkındaki bilgiler söz konusu olduğunda nelere dikkat ettikleri, bu bilgileri nasıl algıladıkları ve hatırladıkları ve farklı sosyal durum ya da bağlamların bu tür bilişsel süreçleri nasıl etkilediğini incelemektedir. Sosyal biliş yaklaşımında insan bir bilgi işlemcisi olarak görülmektedir. Buna göre, insanın zihnine sosyal dünyadan gelen girdiler aynen bilgisayarda olduğu gibi çeşitli işlemlerden geçirilmekte ve bu işlemlerden sonra çıktı olarak davranış üretilmektedir. Girdi ile çıktı arasında yer alan ve basit gibi görünen bu süreçte iki önemli nokta vardır: Birincisi, sosyal dünyaya ait bilgi, birey tarafından, önceden var olan bilgisi ışığında yorumlanır. ikincisi bireyin nasıl davranacağı, neyi nasıl hatırladığına ve hatırladığını nasıl değerlendirdiğine bağlıdır. ilk nokta, yani insanın dış dünyaya ait bilgiyi var olan bilgisi temelinde yorumladığı noktası algı sürecinin temelini teşkil eder. Öyleyse, insanların davranışlarını anlamak için sosyal dünyayı nasıl algıladıkları ve bu algının nasıl belirlendiğini bilmeye ihtiyaç vardır (Pennington, 1996: 104-105).

Sosyal Algı.

Sosyal algı kendimizin ve diğer insanların davranışlarını nasıl algıladığımıza dair bir bilişsel süreçtir. Sosyal algı daha önce algı ünitesinde ele alınan temel algı ilkelerine bağlı olarak işlemektedir. Aslında hem nesneleri hem de kendimiz ve diğer insanları algılama sürecimiz aynı temel ilkeler çerçevesinde gerçekleşir. Her iki algı türünün de aktif ve inşa edici bir doğası vardır. Yani, her iki algı türünde de daha önceden var olan bilgimiz sadece yeni gelen uyarıcıyı yorumlamamız için temel teşkil etmekle kalmaz, aynı zamanda hangi bilgiyi seçeceğimize, hangisine dikkat edeceğimize ve bilgiyi nasıl organize edeceğimize de rehberlik eder. Her iki algı türü de algılayıcının değer, inanç, bağlılık ya da motivasyonlarından etkilenir. Ancak tüm bu benzerliklere karşın sosyal algı, nesne algısından çeşitli açılardan farklılaşmaktadır. Zira bir kişiyi nasıl algıladığımız ve onunla nasıl bir etkileşime girdiğimiz, kısmen onun bizi nasıl algıladığı ve bizimle nasıl bir etkileşime girdiğine bağlıdır. Sosyal algıyı nesne algısından ayıran bazı temel farklılıklar şunlardır: Birincisi, insanlar eylemlerin failidir; yani, insanların niyetleri vardır ve dünyayı kontrol etmeye çalışırlar.



Sosyal Biliş: Sosyal bilgiyi farkettiğimiz, yorumladığımız, hatırladığımız ve sonrasında kullandığımız süreçtir. 

Sosyal Algı: Sosyal durumlara ya da insanlara ilişkin izlenim oluşturma sürecidir.

Nesneler ise fail değildir ve niyetleri yoktur. ikincisi, diğerlerinin bizi nasıl algıladığı davranışlarımızı etkiler. Birinin bizi belirli bir kategoriye koyduğunu bilmemiz değişmemize yol açabilir. Üçüncüsü, başkaları ve kendimiz hakkında algıladığımız pek çok şey doğrudan gözlenebilir şeyler değildir; kişilik eğilimleri ve duygular gibi nitelikleri çıkarsamak ya da atfetmek zorunda kalırız. Oysa nesnelerin özellikleri gözlenebilir ve ölçülebilir niteliktedir. Dördüncüsü, sosyal algının kesinliğinden söz etmek zordur, hatta mümkün değildir. Hiçbir zaman kendimizi yeterince tanıdığımızı söyleyemeyiz. Psikologlar kişiliği ölçmek için çok gelişmiş araçlara sahip olsalar da halâ kişiliği ölçmek onlar için kolay değildir. Oysa nesnelerin ö zelliklerini belirlemek ve üzerinde anlaşmaya varmak çok daha kolaydır (Pennington, 1996: 107-108).

Sosyal algı, kişiler arası ilişkilerde insanlar hakkında nasıl izlenim oluşturduğumuzla ilgili bir olgudur. insanlar hakkında oluşturduğumuz izlenimler ise kendimizin ve başkalarının davranışlarını nasıl açıkladığımıza, yani sosyal davranış için yaptığımız atıflara yansır. Dolayısıyla sosyal algı sürecinin kişiler arası ilişkilerde nasıl işlediğini anlamak için izlenim oluşturmaya yönelik yaklaşımların ve atıf kuramının ayrıca ele alınması gereklidir.

izlenim Oluşturma.
insanlar hakkındaki ilk izlenimlerimizi nasıl oluştururuz ve bu izlenimler ne kadar doğrudur? Sosyal psikolojideki sosyal algı çalışmaları insanlar hakkındaki ilk izlenimin hangi bilişsel süreçlerle gerçekleştiğini açıklamaya çalışmışlardır. Biriyle ilk karşılaştığımızda kişinin giysileri, konuşma biçimi, mimikleri, ses tonu vb. özellikleri dikkatimizi çeker. Bu özellikler o kiye ait oluşturacağımız izlenimler için birer ipucudur. Bu ipuçlarını değerlendirerek, tanıştığımız bu yeni kişiyi zihnimizde uygun bir kategoriye yerleştiririz. Sosyal biliş yaklaşımına göre, elimizde ne kadar az bilginin olduğu, daha önce ilk izlenim konusunda ne kadar yanıldığımızı düşünmeksizin yeni tanıştığımız insanları mutlaka bir kategori içine koymaktayız. insanları kategorilere koymak, daha önceki yaşantılarımız yoluyla oluşturduğumuz şemalar sayesinde gerçekleştirilmektedir. Bellek Ünitesi’nden hatırlayacağınız gibi şemalar algılarımızın basitleştirilerek ama aynı zamanda çok iyi örgütlenerek yeniden inşa edilmiş halleridir. Sosyal dünyayı algılama söz konusu olduğunda, sosyal şemalarımızı harekete geçiririz. Çok çeşitli sosyal şemalarımız vardır. Örneğin bir restoranda yemek yiyeceğimiz zaman, orada neler olacağını bilmemize yarayan bir şemadan yani soyut bir bilişsel yapıdan yardım alırız. Benzer biçimde kişi şemalarımız da vardır. Örneğin yeni tanıştığımız birinde dışa dönüklüğe ilişkin ipuçları algıladığımızda belleğimizdeki dışadönük kişi şemamızı harekete geçiririz. Dışadönük kişi şeması konuşkanlık, samimiyet, girginlik gibi dışadönüklüğe ait birbiriyle ilişkili özellikleri barındırır. Bu şemalar sayesinde yeni tanıştığımız kişideki birkaç ipucuna dayanarak onun nasıl biri olduğu hakkında çıkarsamalar yaparız ve davranışlarımızı buna göre ayarlarız. Bu kişisel şemalara örtük kişilik kuramları adı da verilmektedir. Yani hepimizin zihninde hangi kişilik özelliklerinin ne tür kişilerde olduğu, neden bu kişilerin bu özellikleri geliştirmeye yatkın olduğu, hangi özelliklerin bir kişide nasıl bir araya geldiği gibi farkında olmadan geliştirdiğimiz kuramlar bulunmaktadır.

Bizi sosyal dünyanın karmaşasından kurtaran şematik bilgi işleme süreci, aynı zamanda gerçekliğin çok basitleştirilmiş halleri oldukları için kaçınılmaz olarak yanlılıklar üretmektedir. Yeni tanıştığımız kişiler için var olan genel şemalarımız temelinde çabucak bir ilk izlenim oluştururuz.


Zaman geçtikçe ve onlarla birlikte geçirdiğimiz yaşantılar arttıkça onlar hakkındaki yeni bilgileri de şemamıza ekleriz. Ancak, genellikle, bu sonradan eklenilenler ilk izlenimlerimiz kadar bizi etkilemez. Buna öncelik etkisi denir. Diyelim ki yeni tanıştığınız birini zihninizde “utangaç” olarak kodladınız. Daha çok zaman geçirdikçe o kişinin gerçekte çok iyi espriler yaptığını fark ettiniz. Esprili olmak genellikle utangaçlık şemamızda yer almayan bir özelliktir. Buna rağmen o kişiyi “utangaç” olarak nitelemeye devam edersiniz. ilk izlenimlerin öncelik etkisi, ilk tanıştığımız kişiyi genel olarak sempatik ya da itici bulduğumuz durumlarda kendini çok kolay açığa çıkarmaktadır. Bir kişi hakkındaki ilk izleniminiz olumsuzsa, o kişi ağzıyla kuş tutsa da size sempatik gelmeyi başaramayacaktır. Öncelik etkisi, sosyal biliş yaklaşımında “bilişsel cimrilik”le açıklanmaktadır. Bu açıklamaya göre, zihinsel enerjimizi cimrice kullanarak, tanıdığımız kişiye dair her özelliği ya da ayrıntıyı yorumlamakla uğraşmayız. Bunun yerine, oluşturduğumuz izlenime inanarak yaşamayı yeğleriz (Morris, 2002).

Atıf Kuramı
Sosyal psikolojide atıf kuramının temel meselesi insanların kendi ve başkalarının davranışlarını hangi nedenlere atfettiklerini anlamak ve açıklamaktır. Bir iş görüşmesi yaptığınızı ve görüşmenin kötü gittiğini ve sonuçta da işe alınmadığınızı farz edin. Bunu kendinize, aile ve arkadaşlarınıza nasıl açıklarsınız? iş görüşmesindeki kötü performansınızın nedenini nelere atfederdiniz? O gün kötü gününüzde miydiniz?
Sizinle görüşme yapan kişiyi çok itici ve saldırgan mı buldunuz? Bunlar ve pek çok olası başka nedenleri gözden geçirip yaşadığınız olayı anlamlandırmak istersiniz. Ya da yolda giderken birinin aniden yere yığıldığını gördünüz. Epilepsi krizi ya da kalp krizi mi geçiriyor? Duruşuna, giysilerine vb. bakıp bir karara varmaya çalışırsınız. Örneğin eğer kılıksız ise ve alkol kokuyorsa büyük olasılıkla bu kişinin sarhoş olduğuna karar verirsiniz. Ya da başka ipuçlarına dayanarak kişinin kalp krizi geçirmekte olduğuna hükmedebilirsiniz. Eğer sarhoş olduğunu düşündüyseniz yardım etmeye daha az istekli olabilirsiniz. Günlük yaşamda hepimiz, Heider’ın deyimiyle “naif bilim insanları” gibi davranıp, kendimizin ve başkalarının davranışlarının nedenlerini anlamaya çalışırız. Çünkü yaptığımız atıflar çeşitli sosyal durumlardaki belirsizliği azaltmaya hizmet eder. Böylelikle sosyal dünyadaki pek çok etkileşimi atışar temelinde tahmin ve kontrol etmeye çalışırız (Pennington, 1996: 127-128).

Atıf kuramının öncüsü Fritz Heider’dır. Heider’a göre kendimizin ve başkalarının davranışlarını temel olarak iki şekilde açıklarız: Davranışın nedenini, davranışı yapanın kişiliğine, arzu ya da ihtiyaçlarına atfederiz. Bu atıflara kişisel ya da içsel atıflar denir. ikinci olarak da davranışı, ortamdaki birtakım faktörlerle açıklarız. Bu atıflara da durumsal ya da dışsal atıflar denir. Heider, bir davranışın hem içsel faktörlere hem de dışsal faktörlere atfedilemeyeceğini, sözkonusu bir davranışta bu faktörlerden sadece birine atıf yaptığımızı ileri sürmektedir. Diğer yandan Harold Kelley davranışın nedenlerini belirlemek için üç tür bilgiye başvurduğumuzu ileri sürmektedir. Bir ustabaşının işçisine mesai sonrası onunla görüşmek istediğini söylediğini farzedin. Bu işçi mesai bitimine kadar ustabaşının onunla neden konuşmak istediğini kendine açıklamaya çalışacaktır.

Öncelik Etkisi:
izlenim oluşturma çalışmalarında, başlangıçta edinilen bilginin sonradan edinilen bilgiden daha ağır
basmasıdır.

Atıf Kuramı: insanların, davranışların nedenleri hakkında nasıl karar verdikleri sorusuna yanıt
arayan kuramdır.

içsel Atıf: Davranışı bireyin kişiliği, arzuları ya da ihtiyaçları ile açıklamaktır.

Dışsal atıf: Davranışı birey dışındaki çevresel koşullarla açıklamaktır.

Kelley’e göre, işçi, ustabaşının kendisiyle görüşme isteğini üç soru sorarak açıklamaya çalışır. Birincisi, ustabaşının görüşme talebi ne kadar belirgin? Yani ustabaşı diğer işçilerle de böyle mesai sonrası konuşur mu? Eğer konuşuyorsa, bu davranışın belirginliği yüksek, konuşmuyorsa belirginlik düşük demektir. Eğer belirginlik düşük ise, bu işçiyi kişisel olarak ilgilendiren bir mesele demektir. ikinci soru, ustabaşının bu davranışı ne kadar tutarlı? Ustabaşı bu tür görüşmeleri sık sık yapar mı yoksa böyle bir görüşme talebi ilk kez mi oluyor? Bu davranış sıksa tutarlılık yüksek, sık olmuyorsa düşüktür. Tutarlılık yüksek olduğunda konuşma talebinin amacı daha kolay tahmin edilebilir. Ama tutarlılık düşükse, işçi o gün ya da son zamanlarda olağan dışı bir olay
olup olmadığını düşünmek durumunda kalır. Üçüncü soru ustabaşının bu işçiyle konuşma talebi ne kadar yaygın? Burada işçi, ustabaşını diğer ustabaşılarla karşılaştırır. Diğer ustabaşılar da mesai sonrası görüşme yaparlar mı, yoksa sadece bu ustabaşı mı bunu yapıyor? Eğer diğerleri de aynı davranışı yapıyorsa, bu davranışın yaygınlığı yüksektir. Diğerleri yapmıyor, sadece bu ustabaşı yapıyorsa davranışın yaygınlığı düşüktür. Eğer yaygınlık yüksekse, bu davranış dışsal nedenlere atfedilebilir. Eğer yaygınlık düşükse, bu davranış kişisel nedenlere atfedilir. Özet olarak, bu üç soruya verdiği cevaplara bağlı olarak, örneğimizdeki işçi ya o gününü gayet iyi geçirecek ya da mesai saatinin sonunu endişeli bir biçimde bekleyecektir (Morris, 2002).

Atıf Yanlılıkları
Davranışları çeşitli faktörlere atıf yaparak açıklamak hiçbir şekilde nesnel olarak işleyen bir süreç değildir. Birden fazla kişi aynı davranışı farklı nedenlere atıf yaparak açıklayabilir. Arkadaşınızın sınavda düşük not almasını, onun tembelliğine atıf yaparak açıklayabilirsiniz. Oysa arkadaşınızın kendisi kötü sınav sonucunu sınav sorularının zor olmasına bağlayabilir. Aslında mahkemelerde olan biteni de bu farklı atıf süreçleri ışığında anlayabiliriz. Savcı, suç olarak adlandırılan davranıştan sanığı sorumlu tutarken, sanığın avukatı bu davranışı sanığın kendisi dışındaki faktörlere atıf yaparak açıklamaya ve müvekkilini korumaya çalışır. insanlarda genel olarak, davranışın nedenlerini davranışı yapan kişinin kendisine yani kişilik özelliklerine atıf yaparak açıklamak yönünde güçlü bir eğilim vardır. Davranışı açıklarken ortamsal faktörlere değil de, kişinin kendisine atıf yapma eğilimimiz sosyal psikolojide temel atıf hatası olarak adlandırılır. Bu hatayı muhtemelen başkalarının davranışlarını gözlerken, o kişinin davranışının yer aldığı bağlama değil de kişinin kendisine odaklandığımız için yapmaktayız. Ve sonuçta da davranışa etki eden ortamsal fakörleri göz ardı etmekteyiz. Temel atıf hatası ortamsal faktörlere yeterince odaklanmadığımızdan değil de bu faktörleri yeterince önemsemediğimizden de kaynaklanıyor olabilir. Yani davranışın içinde yer aldığı ortama da kişisel özellikler kadar dikkatimizi yöneltebiliriz ama davranışı ortaya çıkarmada bunların önemli olduğunu düşünmeyiz. Bunu en çok sosyal olarak dışlanmış gruplara yönelik değerlendirmelerimizde görebiliriz. Örneğin yoksulluk ne kadar kişilerin iradeleri dışında bir olgu olarak görülürse görülsün, toplumda halâ yoksul insanları “kötü” olarak görme ve yoksulluklarından onları sorumlu tutmaeğilimi devam etmektedir. (Baron, 1996; Morris, 2002).
Diğer bir atıf yanlılığı da kendine hizmet eden yanlılıktır. Kendine hizmet eden yanlılık, sistematik olarak kişinin kendi başına gelen olumlu olayları kendi kişiliğine, kişisel yetenek ve becerilerine atfetmesi; olumsuz olayları ise kendisi dışındaki faktörlere atfetmesidir. Bu pek çok sosyal bağlamda kolaylıkla gözlenebilecek bir olgudur ama herhalde hiçbiri okul ortamındaki kadar belirgin değildir.


Temel Atıf Hatası: Davranış üzerinde ortamsal etkilerin önemini küçük görme ve davranıştan bireyin kişisel bir özelliğinin sorumlu olduğunu varsayma eğilimidir.

Kendine Hizmet Eden Yanlılık: Olumlu sonuçları kendi kişiliğimize ama olumsuz sonuçları kontrolümüz dışındaki faktörlere atfetme eğilimidir.

Hepimizi öğrencilik yaşamımızdan biliriz ki, iyi notu öğrenci alır, kötü notu öğretmen verir! Başarılarımızı içsel faktörlere, başarısızlıklarımızı dışsal faktörlere atfetmek açıkça benlik değerimizi korumak için başvurduğumuz bir stratejidir (Baron, 1996).

TUTUMLAR.
Tutumların Doğası
Sosyal biliş açısından sosyal bilgi işlemcisi olarak çizilen insan portresine, tutumlar konusuyla birlikte duyguları da ekleyebiliriz. Türkiye’de yaşayan biri olarak şu listeyi inceleyiniz: Galatasaray, AKP, döner, Zeki Müren, istanbul, baklava. Eğer dünyadan tamamen yalıtık bir halde yaşamıyorsanız, bu sözcüklerden her biri için
kesinlikle söyleyecek bir sözünüz vardır. Galatasaray’ı seviyor ve destekliyor ya da tam tersi hiç sevmiyor olabilirsiniz. istanbul’u yaşamak için çok cazip bir şehir olarak düşünüyor olabilir ve çok seviyor olabilirsiniz ya da istanbul’da yaşamanın çok külfetli olduğunu düşünüp istanbul’u sevmiyor olabilirsiniz. Ya da siz baklava seven veya sevmeyen biri olabilirsiniz. Dolayısıyla bu listedekilerin her biri üzerinde fikir ve duygularınız vardır. Bu durumda bu listedekiler ve dünyada yaşamınıza giren ve sizi ilgilendiren her şey sizin için bir tutum nesnesidir. ilkesel olarak dünyadaki her nesne, olay, kişi ya da durum potansiyel olarak tutum nesnesi olabilir.
Tutum nesnesi örneğin liberalizm gibi soyutlama gerektiren bir ideoloji olabildiği gibi çok basit ve somut bir biçimde örneğin baklava da olabilir. Ancak belirtmek gerekir ki sizin için tutum nesnesi olan bir şey başkası için tutum nesnesi olmayabilir ya da daha önce sizin için tutum nesnesi olmayan bir şey sonradan tutum nesnesi
haline gelmiş olabilir.

Tutumlar genel olarak bir nesne, olay, kişi ya da duruma yönelik görece kalıcı zihinsel eğilimler olarak tanımlanabilir. Daha spesifik olarak tutumlar sosyal psikolojide 1960’lara kadar ABC modeli denilen üçlü bir yapı olarak tanımlanmaktaydı. Bu modele göre tutum duygusal, bilişsel ve davranış eğilimi olmak üzere üç bileşenden oluşmaktadır. Duygusal bileşen tutum nesnesine yönelik hoşlanma-hoşlanmama ya da sevme-sevmeme gibi duygusal tepkileri içerir. Bilişsel bileşen ise tutum nesnesine dair bilgi, inanç veya fikirlerin tümünü içerir. Burada bilgiden kastedilen zorunlu olarak tutum nesnesi hakkında detaylı ya da sistematik bilgi değil her türlü bilgi ya da inançtır. Dolayısıyla sağduyusal, kulaktan dolma bilgiler ya da kalıpyargı haline gelmiş inançlar bu bileşeni oluşturabilir. Üçüncü bileşen ise tutum nesnesine yönelik ne tür bir davranış sergileneceğine yönelik niyet veya eğilimdir. 1960’lardan sonra sosyal psikolojide çeşitli nedenlerden dolayı tutumların ABC modeli terk edilmiş, yerine tutum nesnesine yönelik değerlendirmeyi temel alan yaklaşım benimsenmiştir. Dolayısıyla bugün tutumlar, genel olarak bir nesneye yönelik değerlendirmeler olarak anlaşılmaktadır. Bu noktada tutumun dilinin kesinlikle tarafsız bir dil olmadığı, tam tersine her zaman tutum nesnesinin yanında ya da karşısında yer almayı gerektiren taraşı bir dil olduğu vurgulanmalıdır. Diğer bir deyişle, tutumun dili hoşlanma-hoşlanmama ya da sevme-nefret etme dilidir.

Tutumların işlevleri
Bireyler tutumlarını çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirirler. Diğer bir deyişle tutumların bireyler için önemli işlevleri vardır. Çeşitli kuramcılar tarafından farklı adlandırılsa da, sosyal psikolojide tutumların dört temel işlevi olduğu kabul edilmektedir.


Tutum: Başka bir kişiye ya da herhangi bir şeye, tutum nesnesine karşı yöneltilen düşünce, duygu ve davranışsal eğilimlerin görece durağan bir örgütlenmesidir.

Birincisi, tutumların bilgi sağlama işlevidir. Tutumlara sahip olmak fiziksel ve sosyal dünya hakkında bilgi sahibi olmak demektir. Böylelikle dünya bizim için daha tanıdık, daha tahmin edilebilir ve belirsizlikten daha uzak bir yer haline gelmektedir. Çünkü tutumlar sayesinde bu dünyaya ilişkin bir yapı algılamaktayız ya da bu yapıyı dünyaya biz dayatmış olmaktayız. ikinci işlev, tutumların araçsal olarak kullanılmasıyla ilgilidir. Tutumların bu uyum sağlama işlevi, kişiyi arzu edilen hedefe yöneltirken istenmeyen, arzu edilmeyen durumlardan kaçınmayı olanaklı kılar. Örneğin insanlar sevdikleri kişilerle aynı tutumları geliştirmeyi isterler ya da kendileriyle benzer tutumları olanlarla arkadaş olmayı tercih ederler. Hazcı olan bu işlev, bizi haz almaya yöneltirken, acıdan kaçınmamızı sağlar. Tutumların üçüncü işlevi benliği ifade edici işlevdir. Çoğu kez belirli tutumlara sahip olmak demek, kendinize ve başkalarına kim olduğunuzu ifade etmeniz demektir. Bu işlev
tutumları kimlikle ilişkilendirir. Örneğin tercih ettiğiniz kıyafet, size ve karşınızdakine sizin kimliğiniz hakkında çok şey söyler. Dördüncü işlev, egoyu korumadır. Kişinin sahip olduğu tutumlar kişiyi kendisinden ve başkalarından koruyabilir. Kendimiz hakkındaki olumlu tutumlar, bizi, hatırlamak istemediğimiz ve utandığımız davranışları bastırmamıza ve unutmamıza yardım eder. Diğer yandan bazı kişiler eşcinseller ya da farklı ırk ya da etnisiteden insanlardan kendilerine yönelik tehdit hissederler. Bu kişiler bu tehdidi bertaraf etmek için bu gruplara yönelik düşmanca tutumlar geliştirirler. Böylece, bu tutumlar sayesinde bu gruplara temas
etmekten kaçınmış olurlar. Tutumların işlevleri ile hatırlanması gereken önemli bir nokta, aynı tutumun farklı kişilerde farklı işlevleri olabileceği ya da aynı kişide bir tutumun zaman içinde farklı işlevleri olabileceğidir (Hogg ve Vaughan, 1995).

Tutum ve Davranış ilişkisi
Sosyal psikologlar için tutumlar, davranışı tahmin etmeye yaradıkları için önemlidir. Daha açık bir deyişle, sosyal psikologlar için asıl önemli olan mesele sosyal davranışı açıklamak ve davranış gerçekleşmeden önce güvenilir biçimde tahmin edebilmektir. Sosyal psikolojide tutumlar ile davranış arasından basit ve dolaysız
bir ilişki olduğu varsayılmıştır. Yani, eğer bir kişinin bir konu hakkındaki tutumunu bilirsek o konudaki davranışını da tahmin edeceğimiz düşünülmektedir. Tutumla davranış arsındaki ilişkinin doğrudan çalışıldığı ilk araştırma ABD’de 1930’larda Fransız sosyolog La Piere tarafından yapılmıştır. ABD’de diğer ırk ya da etnik
gruplarla birlikte Çinlilere yönelik olumsuz tutumların yaygın olduğu bu yıllarda, La Piere bir Çinli çiftle birlikte bir yaz dönemi boyunca ABD’nin batı kıyılarında iki yüzden fazla restoran ve otel veya moteli ziyaret ederek, Çinli çifte nasıl davranıldığını incelemiştir. Biri hariç ziyaret ettikleri otel ve restoranların hepsi Çinli çifti
kabul etmiştir. Bu geziden altı ay sonra La Piere ziyaret ettikleri tüm kurumlara bir anket göndererek, otel veya restoranlarına Çinliler gelse nasıl davranacaklarını öğrenmeye çalışılmıştır. Cevap verilen anketlerin hemen hepsinde kurumlarında Çinlilere hizmet edilmediği bildirilmiştir. Bu, beklenenin tersine, tutum ve davranış
arasında tutarsızlık olduğu anlamına gelmektedir. Bu ilk araştırma ve aynı konuda daha sonra yapılan diğer araştırmalar tutum ve davranış arasındaki ilişkinin basit bir ilişki olmadığını ve tutumların her zaman davranışa yol açmadığını göstermiştir. Sosyal psikolojide tutum çalışmalarının tıkanmasına yol açan bu sonuçlar üzerine,
sosyal psikologlar neden insanların söyledikleri ile yaptıklarının uyuşmadığı konusunu araştırmışlar ve tutumların sadece belirli koşullar altında davranışa yol açtığı ileri sürülmüştür. Bu bağlamda, tutum ve davranışın denkliği, tutumun gücü, tutumların zihinde ulaşılabilirliği, tutumun ölçülmesi ile davranış gözlemi arasında geçen süre vb. koşullar belirlenmiştir.


Tutum ve davranış arasındaki denklik, ya da kısaca denklik hipotezi adı verilen durum, ölçülen tutum ile gözlenen davranışın aynı genellik düzeyinde olmasını ifade eder. Genel düzeyde varlığı saptanan bir tutumdan çok spesifik bir davranışı tahmin etmek çoğu zaman tutum davranış uyuşmazlığını ortaya çıkarır. Denklik hipotezine göre, örneğin nükleer santralleri protesto eylemine katılımı önceden tahmin etmek istiyorsak, insanların genel olarak çevresel duyarlılığa ilişkin tutumlarını değil nükleer santrallere yönelik tutumlarını bilmemiz gereklidir. Bir diğer faktör tutumların güçlülük derecesidir. Genel bir kural olarak güçlü tutumlar zayıf olanlara göre davranışa daha çok yansır. Bir tutumun güçlü olması demek, aynı zamanda o tutum nesnesinin hayatında merkezi bir yere sahip olması ve tutum nesnesiyle doğrudan bir deneyim yaşamış olması anlamına gelmektedir. Üniversite sınavlarına hazırlanan bir öğrencinin üniversite sınavlarına yönelik tutumu, üniversiteye girmekle hiç ilgilenmeyenlere göre daha güçlüdür. Benzer şekilde bir tutum bizim için hayatımızda ne kadar merkezi bir yere sahipse, o tutumu zihnimizde o kadar çok aktif ve kullanıma hazır halde tutmaktayız. Diğer bir deyişle, böyle bir tutum zihnimizde kolay ulaşılabilir bir konumdadır. Sık sık kullanılan ve bu yüzden bilinç alanında her an kullanıma hazır bulunan bir tutumun, daha az kullanılan ve bilinç alanına getirmek için uğraşılan tutumlara göre davranışa yansıma olasılığı çok daha yüksektir. Tutum ve davranış tutarlılığı açısından önemli olan bir diğer faktör, tutumun ölçülmesi ile tutuma yönelik davranışın gözlenmesi arasında geçen süredir. Bu süre ne kadar uzun olursa tutuma uygun davranışı gözleme olasılığımız o kadar azalır. Çünkü arada geçen zamanda tutumun değişmesi olasıdır. Dolayısıyla eğer tutumdan güvenilir biçimde davranışı tahmin etmek istiyorsak, tutum ölçümü ile davranış gözlemi arasındaki süre kısa olmalıdır. Aslında bu faktörün önemini genel ya da yerel seçimler öncesi kamuoyu anket çalışmalarında çok rahat gözleyebiliriz.Örneğin seçimlere bir ay kala yapılan anket sonuçları, iki ay kala yapılan anket sonuçlarından daha güvenilir sonuçlar verir. Tutum ve davranış arasındaki basit ve dolaysız ilişki varsayımını sorgulayan kuramsal bir yaklaşım Fishbein ve Ajzen tarafından geliştirilmiştir. Fishbein ve Ajzen’in planlanmış davranış kuramı davranışın kendisini değil, davranışa yönelik niyeti tahmin etmek üzere kurulmuş bir modeldir. Kurama göre, davranışa yönelik niyeti tahmin etmemizi sağlayan üç faktör vardır: Davranışa yönelik tutum, öznel norm ve algılanan davranışsal kontrol. Bu üç faktör bir örnek üzerinden şöyle açıklanabilir: Ayşe’nin sigarayı bırakmaya niyetli olup olmadığını anlamaya çalıştığımızı farzedelim. Ayşe’nin davranışa yönelik tutumundan kastedilen Ayşe’nin genel olarak zararlı maddelere yönelik tutumu değil, spesifik olarak sigaraya yönelik tutumudur. Diyelim ki Ayşe sigarayı bırakması gerektiğini, bunun sağlığı için çok gerekli olduğunu düşünmekte yani sigarayı bırakma konusunda olumlu tutuma sahiptir. Ancak modele göre, sigarayı bırakma niyetini ortaya çıkması için bu yeterli değildir. Ayşe’nin sigarayı bırakması durumunda çevresindeki değer verdiği kişiler (anne, baba, kardeş, eş ya da çocuk vb.) tarafından onay ve destek alacağına ilişkin algısı nedir? Yani Ayşe’de bu davranışın çevresindekiler tarafından kabul edilen ve desteklenen bir davranış olacağına dair beklentisi var mı? Eğer varsa, Ayşe’nin tutumuyla uyumlu bir öznel norm algısı ya da beklentisi var demektir. Ancak Fishbein ve Ajzen bu iki faktörün yanı sıra davranışa yönelik niyetin ortaya çıkması için üçüncü bir faktör olarak algılanan davranışsal kontrol algısını da eklerler. Buna göre, Ayşe olumlu tutuma ve sevdiklerinin kendini destekleyeceğine dair inancına rağmen şu tür soruları kendine sormalıdır: “Ben sigara yoksunluğuyla başa çıkabilecek miyim?” ya da “ Sigarayı bırakmak için ciddi bir irade savaşı gerekir. Bu savaşa hazır mıyım?” Bunlara “evet” diyorsa davranışa yönelik niyet ortaya çıkmış demektir.


Hatta algılanan davranışsal kontrol davranış niyetini ortaya çıkarmakla kalmaz, davranışın kendisine yol açabilir. Planlanmış davranış kuramı çok sayıda görgül çalışmayla desteklenmiştir. Ancak kuramın sadece niyetli davranışlar için geçerli olması, önemli bir sınırlılıktır. Çünkü insanlar yaşamlarında pek çok davranışı niyetlenmeden gerçekleştirmektedir. Alışkanlık haline gelen davranışlar bunun en tipik örneğidir. Ayrıca bu kuramın davranışa yönelik niyeti tahmin etmek istediğimizde işe yaradığını unutmamak gerekir. Davranışa yönelik niyet ortaya çıksa bile, bu niyet davranışa dönüşmeyebilir. Niyet ortaya çıktıktan sonra kişinin başına gelen beklenmedik herhangi bir olay (hastalık, kaza vb.) davranışa dönüşmesini engelleyebilir. Ne var ki kuram, davranışın kendisiyle değil, davranışa yönelik niyetle ilgilendiği için niyetin davranışa dönüşmemesi kuramın problemi değildir (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006).

Tutum Değişimi
Tutumlarla ilgili ele alınması gereken son nokta tutum değişimidir. Tutum değişimi sosyal psikologlar için son derece önemli bir konudur. Zira sosyal psikologlar insanların davranışlarını değiştirmek için önce tutumlarının değiştirilmesi gerektiğini savunurlar. 21. yüzyılda tutum değişimi diğer bir deyişle ikna büyük bir sektör
haline gelmiştir. Politik kampanyalar, sağlık ilanları ve reklamlar modern yaşamın ayrılmaz birer parçası durumundadır. Bu sektörün devasa boyutlara ulaşmasına rağmen hedefi baştan beri aynıdır: Verdikleri mesajlara büyük kitleleri inandırmak ya da ikna etmek. ikna süreci hakkında sosyal psikologlar temel olarak iki soru sormaktadırlar: ikna çabaları ne dereceye kadar etkilidir ve ikna sürecinin başarılı olmasını belirleyen faktörler nelerdir? Sosyal psikolojide ilk tutum değişimi yaklaşımı 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında Yale üniversitesinde Hovland ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir dizi laboratuvar deneyine dayalı mesaj öğrenme yaklaşımıdır. Bu geleneksel yaklaşıma göre ikna sürecinde dört temel öğe mevcuttur: iletişimin kaynağı, mesaj, iletişimin yöneldiği izleyici veya dinleyici kitlesi ve iletişim ortamı. iletişim sürecinde bu dört öğenin her biri çeşitli değişkenlerle manipüle edilmiş ve iletişimin hangi koşullarda etkili olduğu ortaya çıkarılmıştır. Oldukça hacimli olan bu çalışmalarda elde edilen bazı önemli sonuçlar şunlardır: inanılırlığı yüksek olan kaynaklar, inanılırlığı düşük olanlara göre izleyicileri daha fazla etkilemektedir. Popüler ve fiziksel olarak çekici olan kaynaklar daha ikna edicidirler. iletişimdeki diğer unsurlara göre bazı durumlarda tek yönlü mesaj etkili olurken bazı durumlarda çift yönlü mesaj etkili olmaktadır. Tek yönlü mesaj sadece iletişim kaynağının iddialarını içerir. Çift yönlü mesaj ise hem iletişim kaynağının iddialarını içerir hem de karşıt iddiaların çürütülerek verilmesini içerir. Kendine güveni düşük olan insanlar kendine güveni yüksek olanlara göre
daha kolay ikna olurlar. Hızlı konuşan iletişim kaynağı yavaş konuşan iletişim kaynağından daha fazla etki yaratır. Bu ve bunun gibi daha pek çok araştırma bulgusu, hedefte tutum değişimi olasılığını arttıran faktörler olarak saptanmıştır. Ancak bu faktörlerin birbirleriyle etkileşim halinde olduğunu unutmamak gereklidir
(Baron, 1996).

Geleneksel yaklaşım tutum değişiminin nasıl ve hangi koşullar altında gerçekleştiğini açıklasa da insanların neden tutumlarını değiştirdiklerini açıklamaz. Bu soruya bilişsel tepki yaklaşımı cevap verir. Sosyal psikolojide tutum değişiminde modern yaklaşımı temsil eden bilişsel tepki yaklaşımı, insanların ikna edici mesajla karşılaştıklarında ne düşündüklerini ve bu düşüncelerin ve diğer bilişsel süreçlerin tutum değişimini nasıl etkilediğini açıklamaya çalışır.

Bu yaklaşım esas olarak mesajın değil, insanların mesaja karşılık tepki olarak geliştirdikleri düşüncelerin tutum değişimine yol açtığını ya da tutum değişimini engellediğini ileri sürmektedir. Bilişsel tepki yaklaşımına dayalı olarak geliştirilen ayrıntılandırma olasılığı modeline göre iknada merkezi yol ve iknada çevresel yol mevcuttur. Yani, ikna iki farklı bilişsel süreçle gerçekleşmektedir. Merkezi yolla ikna süreci, mesajın bireyi
kişisel olarak ilgilendirdiği durumda mümkün olur. Bu durumda, birey bu mesaja dikkat eder ve mesajı işlemek için güdülenir. Birey mesajın içerdiği iddiaların ne kadar güçlü ve rasyonel olduğunu tartar ve daha önceden sahip olduğu inançlarla uyuşup uyuşmadığına karar verir. Bu bilgi işleme sonucu birey ya tutumunu değiştirir ya da tutum değiştirmeye direnir. Eğer tutumunu değiştirirse, bu, mesajın içerdiği iddiaları ikna edici bulduğu için gerçekleşir. Çevresel yolla ikna sürecinde bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Mesaj görece önemsiz olduğunda ve bireyi kişisel olarak ilgilendirmediğinde bireyin ikna olması, yani tutumunu değiştirmesi halinde mümkündür ama bu çevresel yolla gerçekleşen bir süreçtir. Bu süreçte mesajın dikkatli bir biçimde üzerinde düşünülmez, daha çok mesajı veren kişinin popülerliği, çekiciliği ya da mesajın sunum biçimi gibi çevresel faktörler ön plana çıkar. Eğer kişi bu çevresel faktörleri ikna edici bulursa tutum değişimi gerçekleşir, eğer ikna edici bulmazsa tutum değişimi gerçekleşmez. Görülüğü üzere hem merkezi yolla hem de bilişsel yolla tutum değişimi mümkündür; ancak merkezi yolla tutum değişimi, çevresel yolla gerçekleşen tutum değişimine göre daha kalıcıdır (Baron, 1996).

ÖNYARGI.
Günlük kullanımında ön yargı genellikle birisi ya da birşey hakkında vaktinden önce ya da erken ifade edilmiş, olgunlaşmamış yargılar anlamını taşır. Yani söz konusu kişi ya da şeyle doğrudan bir deneyimi olmadan, o kişi ya da şey hakkında fikir oluşturmaya ve değerlendirme yapmaya işaret eder. Bu anlam, sözcüğün Latince
(pre+judicium- peşin+hüküm) köklerinden kaynaklanmaktadır. Sosyal psikolojide önyargı çeşitli biçimlerde tanımlanmaktadır. Örneğin, “bir sosyal grup üyesi için, sadece o grup üyesi olması nedeniyle geliştirilen (genellikle olumsuz) tutum”dur (Baron ve Byrne, 2000: 211). Ya da “belirli bir dışgrup hakkıda olumsuz, dogmatik kanaatlerdir” (Bilgin, 1994: 172). Çağdaş sosyal psikologların yaptığı çeşitli ön yargı tanımları dolaylı ya da dolaysız olarak Gordon Allport’un 1954’te yayımlanan Ön yargının Doğası adlı kitabında yaptığı tanımdan etkilenmiştir. Allport için “etnik ön yargı, hatalı ve esnek olmayan bir genellemeye
dayanan antipatidir. Bu, hissedilen ya da ifade edilen bir şeydir. Grubun bütününe ya da bir bireye o grubun üyesi olduğu için yöneltilir” (akt. Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 225). Bu tanıma göre günümüzde sosyal psikolojide ne kadar farklı tanımlanırsa tanımlansın, ön yargı kavramının şu beş özelliği paylaştığı görülebilir:
1- Ön yargı bir tutumdur. 2- Esnek olmayan ve hatalı bir genellemeye dayanır. 3- Ön yargı peşin verilmiş bir hükümdür. 4- Değişime dirençli ve katıdır. 5- Ön yargı kötüdür (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 225-226).
Sosyal psikolojide günümüzde yapılan bu ön yargı tanımları, ön yargıyı bir tutum olarak görmektedirler. Tutum başlığı altında da görüldüğü üzere, tutumlar üç bileşenden oluşmaktadır: Hem hissedilen duygunun niteliğini (ör: kızgınlık, sevecenlik vb.) hem de tutumun aşırılığını (örneğin; hafif rahatsızlık, açık düşmanlık vb.) ifade eden duygusal bileşen; tutumun içeriğini oluşturan inanç ya da düşünceleri kapsayan bilişsel bileşen ve kişinin eyleme yönelik niyetlerini/eğilimlerini içeren davranışsal bileşen.


Ayrıntılandırma Olasılığı Modeli: ikna edici bir mesaja tepki olarak farklı miktarda bilişsel detaylandırma içeren iki farklı ikna yolu olduğunu ileri süren bir kuramdır.

iknada Merkezi Yol: ikna edici mesajlardaki bilginin sistematik olarak işlenmesi sonucu gerçekleşen tutum değişimidir.

iknada Çevresel Yol: Mesaj kaynağının uzmanlığı, çekiciliği ya da statüsü gibi çevresel ipuçlarından
kaynaklanan tutum değişikliğidir. 

Önyargı: Bazı sosyal grupların üyelerine karşı, bu grup üyelikleri temelinde geliştirilmiş olumsuz tutumlardır.

Bakış açısından, insanlar diğerleri hakkında sadece tutum geliştirmekle kalmazlar, genellikle tutumları temelinde harekete de geçerler (Aronson, Wilson ve Akert, 1999).
Ön yargı ifadesi hem genel tutum yapısını hem de tutumun duygusal boyutunu ifade etmektedir. Teknik olarak, ön yargı, olumlu ya da olumsuz olabilir. Örneğin, ingilizleri soğuk buluyor ve sevmiyor olabilirsiniz. Bu olumsuz bir ön yargıdır. Diğer yandan Arapları canayakın buluyor ve seviyor olabilirsiniz. Bu da olumlu olsa bile bir ön yargıdır. Ancak, yukarıda da görüldüğü gibi, sosyal psikologlar ön yargı terimini diğerlerine yönelik olumsuz tutumları ifade etmede kullanmaktadırlar.
Diğer yandan, ön yargının sosyal gruplara karşı oluşturulan bir tutum olduğu da vurgulanmalıdır. Diğer bir deyişle ön yargının hedefi bireyler değil, sosyal gruplardır. Bireyi hedeşeyen ön yargı, bireyin kişisel özellikleri nedeniyle değil, bireyin söz konusu gruba üyeliği nedeniyle ortaya çıkar. Dolayısıyla, ön yargının hedefi olan grup üyesinin kişisel özellikleri ve davranışlarının iyi ya da kötü olmasının bir önemi yoktur.


Kalıp Yargı
Ön yargı ile ilişkili olarak ele alınması gereken önemli bir kavram kalıp yargıdır. Önyargının üçlü bileşen tanımını kabul ettiğimizde, kalıp yargı ön yargının bilişsel kaynağı olarak görülebilir. Birbirine az çok benzer çeşitli kalıp yargı tanımları şunlar olabilir : “Bir kalıp yargı, bir sosyal grubun ve onun üyelerinin zihinsel bir
temsilidir” (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 242). “Kalıp yargılar, bir sosyal grubun üyeleri hakkında yaygın bir biçimde paylaşılan genellemelerdir “ (Hogg ve Vaughan, 1995: 54). “Ön yargıyı muhafaza eden bilişsel çerçeve kalıp yargıdır. Bir kalıp yargı, bir grubun üyeleri hakkında, sadece o grubun üyeleri olmaları nedeniyle sahip olunan bir dizi inanç ve beklentilerdir” (Feldman, 1998 : 82-83).
Kalıp yargı terimi ilk defa 1922’de Lipmann tarafından kullanılmış ve “zihindeki resim” olarak tarif edilmişti. Günümüzde sosyal psikolojide kalıp yargılar ağırlıklı olarak sosyal biliş yaklaşımı içinden çalışılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, bir kalıp yargı bir resimden daha fazla bir şeydir; bir kalıp yargı kendine ait zihinsel yaşamı olan bilişsel bir yapıdır. Sosyal biliş yaklaşımı açısından kalıp yargı zihinsel bir şema olarak görülmektedir. şema, sosyal dünyadan gelen bilgiyi organize eden ve zihinde varolan bilgiyle bütünleştiren zihinsel bir yapıdır. Dikkati belirli olaylara yönlendirirken diğerlerinden uzaklaştırır, zihindeki bilginin hatırlanma biçimini etkiler. Ancak kalıp yargı diğer şemalardan özellikle sosyal sonuçları nedeniyle farklılaşır. Çünkü kalıp yargıların kullanımı sosyal adaletsizliğe yol açar (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006).
Sosyal biliş yaklaşımı açısından insanları belli kalıp yargılara sokmak, duygusal bir süreç değil, zihinsel bir bilgi işleme sürecidir. Yani bu yaklaşım açısından, insanları kalıp yargılara sokmak, her durumda onları küçümsemek ya da aşağılamak anlamına gelmez (Aronson, Wilson ve Akert, 1999). Bu görüşe göre, bir sosyal grup hakkındaki kalıp yargılar, bize o grup hakkında kestirme yoldan bir fikir, bir bilgi verir. Bu, çoğu zaman o grubun üyesi ile karşılaştığımızda onun davranışı hakkındaki beklentimizi ve ona karşı davranışımızı önceden ayarlamamızı sağlar (Kağıtçıbaşı, 1999). Bunlar sosyal kalıp yargılara sahip olmanın getirdiği avantajlardır. Ne var ki çevremizi anlamamızı ve ona hakim olmamızı sağlayan aynı kalıp yargılar, ön yargıları beslemeye de hizmet etmektedirler. Sosyal gruplar hakkında ki kalıp yargılar genellikle mantıksız ve haksız nitelemeler olarak görülmektedirler.


Kalıp Yargı: Belirli sosyal grupların tüm üyeleri tarafından belirli özellikleri paylaştığı varsayılan bilişsel çerçevelerdir.

Çünkü, grubun her bir üyesi için geçerli olsun ya da olmasın, olumsuz özellikler, grubun tamamına genellenmektedir.


Ayrımcılık
Ayrımcılık, sadece sosyal psikolojinin çalışma alanına özgü bir mesele değildir. Sosyal bir problem olarak görülen ayrımcılık konusunda psikologlar kadar sosyologlar, siyaset bilimcileri ve sosyal felsefeciler de çalışmalar yapmaktadırlar. Bu disiplinlerarası alanda, sosyal psikoloji, daha çok sosyal kategorileri temsil eden kişiler arasında sergilenen ayrımcı davranışlara odaklanmaktadır (Brewer ve Crano, 1994).
Sosyal psikolojide ön yargılar bir tutum olarak görüldüğü için, diğer tüm tutumlar gibi davranışları yönlendirdiği ileri sürülmektedir. Böyle bir bakış açısından, ayrımcılık, ön yargının davranışa dönüşmüş halidir. Daha kapsamlı tanımlamak gerekirse “ayrımcılık, belirli bir grubun üyelerine, sadece o grubun üyesi oldukları için olumsuz (bazen de olumlu) davranışlar gösterilmesidir” (Feldman, 1998 : 83).
Ayrımcılıkla ilgili önemli noktalardan biri, ayrımcı davranışlara kimlerin hedef olduğudur. Çoğu durumda azınlık konumundaki gruplara karşı ayrımcı davranışlar sergilenmektedir. Azınlık, sadece sayıca azlık olarak anlaşılmamalıdır. Hatta bazen sayıca çoğunlukta olsalar bile, kimi gruplar hala azınlık statüsünde olabilirler.
Sosyal psikolojik bakış açısından, “üyelerinin kendi yaşamları üzerinde baskın grubun üyelerinden daha az gücü, kontrolü ve etkisi olan gruplara, azınlık grubu adı verilmektedir” (Feldman, 1998: 83).
Toplumlar için her sosyal grup ya da kategorinin, ayrımcılığın hedefi olabileceği ileri sürülebilirse de, insanlık tarihinde uzun dönemler boyunca sürekli ayrımcı davranışlara maruz kalan belirli birtakım sosyal kategoriler vardır: Bunlar, ırk (beyaz ırk dışında kalanlar) ve cinsiyet (kadın) başta olmak üzere, yaş, cinsel yönelim, fiziksel ve zihinsel engelliliktir (Hogg ve Vaughan, 1995).
Ayrımcılıkla ilgili diğer önemli bir nokta, ayrımcılığın, ön yargılı tutumlarla olan ilişkisidir. Tutum başlığı altında da görüldüğü üzere, tutumlar davranışı tahmin etmede çok önemli bir role sahiptirler. Ön yargılar söz konusu olduğunda, yine tutum ve davranış arasındaki ilişkinin niteliği sorgulanmaktadır; ön yargı (tutum) ve ayrımcılık (davranış) arasındaki ilişki nedir? Diğer tutumlar gibi, ön yargılar da her zaman açık bir biçimde davranışa dönüştürülmeyebilirler. Çünkü, bazen ön yargılar davranışa dönüşecek denli güçlü olmayabilirler. Bazen de yeterince güçlü ön yargı varlığına rağmen ayrımcı davranışların gösterileceği grup fiziken var olmayabilir (Feldman, 1998). Hayatında hiç ingiliz görmemiş ama ingilizler hakkında güçlü ön yargıları olan bir Türk vatandaşının bunu davranışa dönüştürme imkanı bulması çok zordur. Çoğu durumda ise yasalar, sosyal baskı, intikam korkusu gibi nedenlerden dolayı insanlar çeşitli sosyal gruplara ilişkin ön yargılarını dışa vuramazlar.

Günümüzde ayrımcılığa karşı yasaların olduğu ve bu konuda etkili sosyal normlar geliştiren toplumlarda dinsel, etnik ya da ırksal temeldeki kaba ayrımcılık biçimlerinin çok azaldığı bilinmektedir. Ancak, elbette ki, bu, ayrımcılığın tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir (Baron ve Byrne, 2000).
Yukarıda ön yargının olduğu durumlarda ayrımcılığın da görülüp görülmediği söz konusu edilmiştir. Peki, bu durumun tersi de söz konusu olabilir mi? Yani her ayrımcı davranışı gözlediğimizde, o gruba karşı bir ön yargı olduğunu da iddia edebilir miyiz? Aslında mantıksal olarak ön yargı olmadan ayrımcılığın olabileceğini
ileri sürmek zordur. Ancak nadir de olsa bazı durumlarda insanlar ön yargılı olmadıkları halde ayrımcı davranış sergileyebilirler.

Ayrımcılık: Gruptaki tüm insanlara ya da bir grubun tek tek üyelerine karşı yöneltilmiş haksız eylem ya da eylemlerdir.

Örneğin, kendisi ön yargılı olmadığı halde müşterilerinin ön yargısı olabileceğini düşünerek bir mağaza sahibi, mağazasına toplumda önyargı beslenilen bir sosyal grubun üyesini (bu kişi kültüre göre değişebilir; siyah, Uzak Doğulu, fiziksel engelli, eşcinsel ya da kadın olabilir) müdür olarak işe almayabilir (Feldman, 1998). Sosyal normlar ya da kurallar belirli gruplara ilişkin ön yargıyı besliyor ve hatta teşvik ediyorsa böyle bir ortamda
bireyler ön yargıya sahip olmasalar da normlara uymak yönünde sosyal bir baskı hissedeceklerinden ayrımcılık yapabilirler. Nitekim ABD’de bir maden kasabasında yapılan araştırma, ön yargısız ayrımcılığın sosyal baskı yüzünden olabildiğini göstermiştir. 1950’lerin başında yapılan bu araştırmada söz konusu kasabada yaşayan beyazların hiç azımsanmayacak bir bölümü (yüzde altmışı) maden ocağına indiklerinde siyahlarla konuşurken çalışma saatleri dışında, yani kasabada iken siyahlarla etkileşim kurmamaktaydılar. Kasabada siyahlara yönelik ön yargı ve ayrımcılık bir norm olduğu ve beyaz maden işçileri salt bu norma karşı çıkamadıkları için kasabada oldukları saatlerde ayrımcı davranışlar göstermekteydiler (Akt. Kağıtçıbaşı, 1999).

Ön Yargının Kökenleri
Sosyal psikolojide ön yargıların kökenlerini açıklamak üzere çeşitli kuramsal yaklaşımlar mevcuttur. Burada bunlardan sosyal biliş yaklaşımı, otoriteryen kişilik kuramı ve sağ kanat otoriteryenizm kuramı ele alınmıştır.

Sosyal Biliş Yaklaşımı
Wetherell (akt. Tuffin, 2005) 1970’lerin ortasında ortaya çıkan ve halâ sosyal psikolojide hakim olan sosyal biliş yaklaşımını, Allport’un 1950’lerde geliştirdiği ön yargı görüşü ile ilişkilendirmektedir. Yukarıda görüldüğü üzere Allport 1954’te yaptığı tanımda, ön yargıyı, diğer insanlara karşı çok katı ya da hatalı genellemelere
dayanan bir antipati olarak görmüştür. Sosyal biliş yaklaşımının temelini de sosyal gruplar hakkında çok genel düşünmemiz ya da düşüncelerimizin çok katı ya da hatalı olması oluşturur. Bu yaklaşım, insan zihnini, bilgisayardan esinlenerek bir bilgi işleme sistemi olarak görmektedir. Kalıp yargılar başlığında da söz edildiği gibi sosyal biliş yaklaşımı, sosyal dünyadan gelen çok miktarda algısal bilgiyle boğuştuğumuzu varsaymaktadır. Bu durumla başa çıkmak ve olan bitene bir anlam verebilmek için bu bilgiyi basitleştirmeye zorlanırız. Basitleştirme, kategorileştirme süreciyle gerçekleştirilir. Kalıp yargıların da bu süreçten etkilendiği düşünülmektedir (Tuffin, 2005: 110-111). Aşağıda önyargının kökeni olduğu düşünülen üç bilişsel sürece yer verilmiştir : Sosyal kategorileştirme, dışgrup homojenlik yanılgısı ve hayalî ilişkisellik.

Sosyal Kategorileştirme: “Biz” ve “Onlar”.
Sosyal biliş yaklaşımına göre, sosyal dünyayı algılamadaki temel süreç, sosyal kategorileştirmedir. insanlar genellikle sosyal dünyayı iki farklı kategoriye bölerler: “biz” ve “onlar”. Diğer bir deyişle, sosyal kategorileştirme, diğer insanları ya içgruba (kategorileştirmeyi yapanın ait olduğu grup) ya da bir dışgruba (kategorileştirmeyi yapanın ait olmadığı grup) ait olarak algılamaktır. Sosyal kategorileştirme pek çok boyutta gerçekleştirilebilir. Bunlar arasında en çok bilinenleri, cinsiyet, ırk, milliyet, din, yaş, meslek ve gelir durumudur.
Nesneleri kategorileştirmekten farklı olarak, insanları kategorileştirmek nesnel bir süreç değildir. Çünkü hem kategorileştirmeyi yapan hem de kategorileştirilen insandır. Sosyal kategorileştirmeyi mümkün kılan bilişsel işlem arttırma etkisidir. insanlar “biz” ve “onlar”ı yaratmak için grupiçi benzerlikleri ve gruplar arası farklı
lıkları arttırırlar. Bu işlem tamamlanınca artık grupiçi en küçük benzerlik ve gruplar arası en küçük bir farklılık bile önemli hale gelir. Sosyal kategorileştirme ile ilgili vurgulanması gereken önemli bir nokta bu sürecin sabit ve sürekli olmamasıdır. Diğer bir deyişle, her sosyal ortamda geçerli olan “biz” ve “onlar” ayrışmasından söz etmek mümkün değildir. Bir ortamda sosyal kategorileştirmenin “öğrenci olmak” ve “öğrenci olmamak” ekseninde yapıldığını farz edin. Aynı insanlar başka bir sosyal bağlamda “kadın” ve “erkek” olarak kategorileştirildiğinde, daha önce tanımlanan “içgrup” ve “dışgrup”lar da değişecektir.

Dışgrup Homojenlik Yanılgısı.
Dışgruplar içgruplardan daha homojen, yani birbirlerine daha benzer olarak algılanmaktadır. Bir sosyal gruba karşı güçlü ön yargısı olan kişiler şu türden bir cümleyi çok sık kullanırlar: “Bunların hepsi aynıdır.” Kişinin kendi ait olduğu gruplar dışındaki grupları daha homojen olarak algılama eğilimi, dışgrup homojenlik yanılgısı olarak bilinmektedir (Baron ve Byrne, 2000: 231). Burada söz konusu olan, belirli özellikleri tüm grup üyelerine paylaştırmaktır. Dışgruplar içgruba kıyasla daha az değişken ve daha az karmaşık olarak algılanmaktadır. Bu, algısal düzeyde dışgrubun olumsuzlanması demektir. Bunun aksi olan durumda ise kişi kendi grubunun üyelerini diğer gruplara göre daha farklılaşmış yani daha heterojen olarak algılama eğilimindedir. içgrup üyeleri daha karmaşık ve birbirinden farklı özelliklere sahip oldukları için bir kalıp yargı içine sokulamaz. 

Hayalî ilişkisellik.
Sosyal biliş yaklaşımına göre, ön yargıya giden yolun ilk adımı olarak sosyal kategorileştirme, yukarıda görüldüğü gibi insanları gruplara bölme, gruplar arasında farklılık yaratma ve dışgrup üyelerini aynılaştırma sürecidir. Bu sürecin bir başka sonucu, hayalî ilişkisellik adı verilen olgudur. “Hayalî ilişkisellik, gözlemcilerin,
gerçekte aralarında ilişki bulunmayan iki olay arasında bir ilişki algılaması veya iki olay arasındaki ilişki düzeyini abartması” olarak tanımlanmıştır (Hortaçsu, 1998: 241). Gruplar arası ilişkiler söz konusu olduğunda, bir grup ile onun az görülen bir özelliğe sahip üyesi arasındaki bir ilişki, hayalî ilişkidir. Örneğin spor alanında siyah
atletler gördüğümüz için, siyahlardaki iyi atlet oranının yüksek olduğunu düşünmeye eğilimliyizdir. Ya da sesi güzel olan, iyi şarkı söyleyen birkaç Roman tanımamız nedeniyle Romanların hemen hepsinin aynı özelliği taşıdığını düşünmeye eğilimliyizdir.

Otoriteryen Kişilik Kuramı.
Almanya’da Nazi faşizminin yükselişi, ABD’de bir grup araştırmacıyı faşist rejimleri mümkün kılan psikolojik özellikleri çalışmaya yöneltmiştir. Adorno’nun başını çektiği bu grup, anket ve görüşmeye dayalı pek çok araştırmadan sonra, ortaya çıkışını psikanalitik kuramla açıkladıkları, otoriteryen kişilik görüşünü geliştirmişlerdir. Araştırmacılar, işe Amerikan işçilerindeki Yahudi karşıtlığının derecesini ölçerek başlamışlar ve daha sonra diğer azınlık gruplarına yönelik ön yargıların ve kendi gruplarına yönelik etnosentrik tutumların olup olmadığını araştırmışlardır. Otoriteryen kişilerin sadece bir azınlık grubuna değil, tüm azınlıklara güçlü ön yargıları olan, bağnaz kişiler olduğu ortaya çıkmıştır (Hogg ve Vaughan, 1995). Araştırmacılar bundan sonra belirli gruplara yönelik ön yargıları hiç söz konusu etmeksizin, kişilerdeki otoriteryen ve faşist eğilimleri belirlemek üzere F (Faşizm) ölçeği geliştirmişlerdir. F ölçeğinde, otoriteryen kişiliği saptamaya yarayan dokuz boyut mevcuttur. Bunlar kısaca şöyle açıklanabilir:

Otoriteryen Kişilik: Geleneklere körü körüne bağlılık, otoriteye abartılı bir saygı ve toplumun
normlarına uymayanlara karşı düşmanlık besleme ile nitelenen bir kişilik örüntüsüdür.

1. Gelenekçilik (konvansiyonalizm): Geleneksel, orta sınıf değerlerine katı
bağlılık.
2. Otoriteryen boyun eğme: Ait olunan grubun idealize edilmiş ahlaki otoritelerine
yönelik, sorgulayıcı olmayan, boyun eğici tutum.
3. Otoriteryen saldırganlık: Geleneksel değerleri çiğneyenleri ya da çiğnemek
isteyenleri yakalamak için tetikte olma, onları kınama, reddetme ve cezalandırma eğilimi.
4. Öznelci bakış karşıtlığı: Öznel, yaratıcı, esnek düşünmeye karşı olma.
5. Boş inançlı ve kalıp yargılı olma: Bireyin, kaderinin mistik olarak belirlendiğine dair inançlara sahip ve katı kategorilerle düşünme eğiliminde olması.
6. Güç ve “sertlik”: Sürekli baskı-boyun eğme, güçlü-zayıf, lider-takipçi boyutlarıyla düşünmek ve kaygı duymak, güçlü kişilerle özdeşleşme, dayanıklılık ve sertlik konusunda abartılı bir iddia sahibi olma.
7. Yıkıcılık ve sinisizm (olumsuzculuk): Genelleşmiş bir düşmanlık, insanları yerme ya da onlara iftira atma.
8. Yansıtma eğilimi: Dünyada olan bitenin vahşi ve tehlikeli olduğuna inanmaya yatkınlık; bilinçdışı çatışmaları dışarı yansıtma.
9. Cinsellik: Cinsellikle ilgili faaliyetlere yönelik abartılı ilgi.

Tüm bu boyutlar içinde, otoriteryen kişiliğin saptanmasında özellikle ilk üç boyutun (gelenekçilik, otoriteryen boyun eğme ve otoriteryen saldırganlık) önemli olduğu belirtilmektedir (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 227). Adorno ve arkadaşları otoriteryen kişiliğin kökeninin acımasız çocukluk deneyimlerinde
yattığını ileri sürmüşlerdir. Psikanalitik olarak ifade edilecek olursa, bu kişiler, çocukluklarında, bir tarafta aşırı idealleştirilmiş ve diğer tarafta aşırı olumsuzlukla dolu olan ikili bir dünya deneyimlemişlerdir. Bu yaklaşıma göre, katı ve fakat tutarsız aile disiplini, otoriteye kolayca boyun eğmeyi öğrenen, fakat aynı zamanda kendi ihtiyaçlarını ve duygularını ifade etmeye korkan çocuklar üretir. Bu tür ebeveyn-çocuk etkileşimleri sonucu, çocukların bazıları kendilerinin kötü olduğuna inanarak ve babalarının koyduğu standart ve beklentilere ulaşmak için çabalayarak mazoşist hale gelebilirler. Aynı zamanda da itaat etmenin önemini öğrenirler.
Psikanalitik dilde, bu tür deneyimleri yaşayan çocuklar ebeveynlerinin, özellikle de babanın standartlarını içselleştirirler ve güçlü ve cezalandırıcı bir süperego ya da bilinç geliştirirler. Gündelik dilde, bu, çocuğun kendini sürekli acımasızca sosyal standartlara göre yargılaması anlamına gelir. itaatin önemi ve otoriteye saygı yetişkinlikte de devam eder. Diğer otorite figürleri (öğretmenler, grup liderleri, politik figürler) ebeveynlerin yerine geçer ve ebeveynler gibi güçlü ve disiplinli olarak algılanan kişilere aşırı saygı gösterilir. Ancak acımasız ebeveynlik pratikleri ve otoriteye aşırı saygı, ebeveynlere ya da diğer otorite figürlerine yöneltilemeyecek aşırı bir kızgınlık da üretir. Adorno ve arkadaşları, bu kişilerin psikolojik gerilimi azaltmak için, bilinçsiz bir biçimde savunma mekanizmaları kullandığını ileri sürerler. Böylece, kızgınlıklarını kendilerinden daha zayıf ya da aşağı olarak algıladıkları kişilere yansıtırlar (Gough ve McFadden, 2001: 195).

Sağ Kanat Otoriteryenizm Kuramı.
Adorno ve arkadaşlarının geliştirdikleri otoriteryen kişilik kuramına uzun süre ilgisiz kalınmıştır. Ancak, 1980’lerde Altemeyer (Akt. Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006) ile birlikte kurama yönelik ilgi tekrar canlanmıştır. Altemeyer, Adorno ve arkadaşlarının geliştirdiği F ölçeğini ve bunun içerdiği dokuz boyutu eleştirmiştir. Bunların yöntemsel anlamda yüksek geçerliliğe sahip olmadıklarını ve görgül araştırmalar tarafından çok az desteklendiğini belirtmektedir. Bunun yerine, kendisi, otoriteryen kişilik için güvenilir bir biçimde saptanabilecek sadece üç boyut olduğunu ileri sürmüş ve uzun yıllar bu üç boyutun varlığını göstermek için çalışmıştır.


Altemeyer’in otoriteryenizm boyutları şunlardır:

1. Otoriteryen boyun eğme: Kişinin yaşadığı toplumdaki yerleşik ve meşru olarak algılanan otoritelere yüksek düzeyde boyun eğme.
2. Otoriteryen saldırganlık: Çeşitli kişilere yöneltilmiş genel bir saldırganlık. Bu saldırganlık, yerleşik otoriteler tarafından “izin verilmiş (onaylanmış)” bir saldırganlık olarak algılanır.
3. Konvansiyonalizm (gelenekçilik): toplumsal konvansiyonlara (geleneklere, kabul edilmiş kurallara) yüksek derecede bağlılık. Bağlı olunan konvansiyonlar, toplum ve onun yerleşik otoriteleri tarafından kabul edilen (uygun görülen) konvansiyonlar olarak algılanır.

Altemeyer, otoriteryenizm hakkındaki görüşlerini, Adorno ve arkadaşları gibi Freudçu psikanalitik kurama değil, sosyal öğrenme kuramına dayandırır. Bu bakış açısına göre, normal bir gelişim olgusu olarak çocukların çoğu oldukça otoriteryendir. Zira, çocuklar, toplum ve aile içinde oldukça güçsüz bir konumdadırlar. Bu
güçsüz konumdan dolayı, otoriteye, özellikle de ebeveynlerine ya da kendilerine diğer bakım veren yetişkinlere ağır bir biçimde bağımlıdırlar, otoritenin yerleşik davranış kalıplarına uymadıkları durumda güçlü yaptırımlara maruz kalırlar ve ayrıca toplumda ayrı (özerk) bir birey olabilmek için toplumsal norm ve davranış kurallarını öğrenmeye heveslidirler (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006: 230).

Çocukların normal gelişim olgusu olarak ön yargılı oldukları fikri, aslında ön yargıların gelişimi konusundaki literatürle de uyumludur. Bu literatürdeki araştırmalara göre, çoğunluk grubunun çocukları hayata oldukça etnosentrik başlarlar ve ancak on yaşına geldiklerinde (hepsi değil, belki bazıları) daha az etnosentrik hale
gelirler. Altemeyer’in bu genel akıl yürütmesi, Adorno ve arkadaşlarının ön yargı ve hoşgörüsüzlük üzerine söylediklerinin tam tersidir. Adorno ve arkadaşları normal olan durumun hoşgörülü (ön yargısız) olmak olduğunu varsaymışlar, bu durumdan sapmayı yani bağnazlığı (ön yargılı olmayı) açıklanması gereken bir olgu
olarak görmüşlerdir. Oysa Altemeyer’in bakış açısından normal olan ön yargılı olmanın kendisidir (en azından çocuklukta), asıl açıklanması gereken ise “nasıl hoşgörülü hale geleceğimiz”dir (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006).

Altemeyer’e göre, çocukların varolan otoriteryenizmleri farklı deneyimlerle azalıp yok olabilir. Azınlıklarla, geylerle, (uyuşturucu) madde kullanıcılarıyla, radikallerle vb. (‘farklı’ olan ve otoriteryenizmi ölçen ölçeklerde hedef haline gelen insanlarla) temas kurmuş ve bunun yanı sıra, özellikle de ergenlikte otoritelerin haksız
davranışlarına maruz kalmış genç insanlar daha az otoriteryen hale gelirler. “Dar çevreler”de yaşayanlar ve bu tür deneyim yaşamayanlar yüksek düzeyde otoriteryen olarak yaşamlarına devam ederler. Altemeyer’in uzun yıllar boyunca yaptığı çalışmalar sonunda geliştirdiği otoriteryenizm ölçeği, Adorno ve arkadaşlarının F ölçeğinin sahip olmadığı pek çok psikolojik ölçüm özelliklerine sahiptir (yani daha güvenilir bir ölçüm aracıdır). Altemeyer’in ölçeğinden elde edilen puanlar, diğer çeşitli ön yargı ölçümleriyle güçlü ve olumlu bir korelasyon göstermektedir. Altemeyer, otoriteryenizmle sol kanatta politika yapanlar arasında bir korelasyon bulamamıştır, bu yüzden, ölçeği, Sağ Kanat Otoriteryenizm ölçeği ve kuramı da, Sağ Kanat Otoriteryenizm Kuramı olarak bilinir. Bu, Sağ Kanat Otoriteryenizm ölçeğinin Batı dışı toplumlarda kullanılamayacağı anlamına gelmez. Politik olarak “sağ” ve “sol” kavramlarının toplumlara, tarihsel dönemlere ve politik sistem ve ideolojilere göre değiştiği doğrudur.

Ancak Altmeyer’in yaptığı otorite tanımını bir ölçüt olarak almak bu problemi aşmaya izin vermektedir. Hatırlanacak olursa, otoriteryen boyun eğme boyutunda, Altemeyer, otoriteleri “toplumda yerleşik ve meşru olarak algılanan” kişiler olarak tarif etmiştir (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006).


SOSYAL ETKi
Sosyal etki konusu ABD sosyal psikolojisinde 1950’lerde en fazla uğraşılan konulardan biri olmuştur. Öyle ki bazı sosyal psikologlar sosyal psikoloji alanını sosyal etki çalışması ile eşitlemiştir. Sosyal etki, çok genel bir düzeyde bir birey veya bireylerin diğer birey veya bireylerin tutum ve davranışlarını değiştirmesi olarak tanımlanabilir. Böyle bir tanım bir kişi ya da grubun tutum ve davranışlarımızı kasıtlı olarak değiştirmeye çalıştığı gibi bir kanı uyandırsa da sosyal etki sadece bu durumlarla sınırlı değildir. Açık ve görünür bir etkileme çabası yokken de tutum ve davranışlarımız sosyal etki altındadır. Bunun en açık örneği normlardır. Hepimiz yaşamımızda sosyal olarak oluşan normlara uyma yönünde dolaylı ya da dolaysız bir baskı yaşarız.
Sosyal psikologlar farklı sosyal etki biçimleri ayırt etmişlerdir. Bu ünitede belirsiz durumda norm oluşumu, akran baskısına uyma ve itaat ele alınmıştır.

Belirsiz Durumda Norm Oluşumu
Sosyal dünyada olup biteni algılamak, belirsiz durumları bizim için belirli hale getirmek için başka insanlara ihtiyacımız vardır. Topluluklar ya da gruplar belirsizliği azaltmak ve böylelikle davranışlarına yön vermek üzere belirli davranış standartları yani normlar oluştururlar. Muzafer Şerif de grup normunun nasıl oluştuğunu deneysel olarak göstermiştir. Grupta norm oluşumunu anlamak için bireylerin belirsiz bir durumda bırakılmaları ve bu belirsizliği azaltmak için bir araya gelmeleri gerekir. Şerif, deneyinde, bu belirsiz durumu otokinetik etki olarak adlandırılan olguyu uyarıcı olarak kullanarak yaratmıştır. Otokinetik etki, tamamen karanlık bir odada sabit bir ışık noktasının hareket eder gibi göründüğü algısal bir olgudur.
Şerif deneyin ilk aşamasında denekleri tek tek karanlık odaya almış ve aslında sabit duran ışığın ne kadar uzağa ve hangi yöne doğru hareket ettiğini tahmin etmelerini istemiştir. Denekler ışığın hareketine dair birkaç tahmini değerlendirme yaptıktan sonra nihai yargılarını söyleyerek deney odasından ayrılmışlardır.
Bu aşamada denekler çok farklı yargılara ulaşmışlardır; bazıları birkaç santimlik bazıları ise birkaç metrelik hareket algılamışlardır. ikinci aşamada ise denekler birkaç kişiden oluşan küçük gruplar halinde karanlık odaya alınmış ve yine ışığın mesafesine dair bir yargıya ulaşmaları istenmiştir. Bu aşamada bireylerin ışık hakkındaki
yargıları birbirine yaklaşmaya başlamıştır. Şerif son aşamada ışığın hareket mesafesine dair grup normunun oluşup oluşmadığını görmek için denekleri tekrar teker teker karanlık odaya almış ve yine ışığın mesafesi hakkında bir yargıya ulaşmalarını istemiştir. Denekler, bu aşamada, birinci aşamada ulaştıkları bireysel yargılarını bir kenara bırakmışlar, ikinci aşamada grup halinde ulaşılan yargıyı kullanmaya devam etmişlerdir. Bu deneyin sonuçları şöyle yorumlanmaktadır: insanlar gerçeğe ait belirsizlik yaşadıklarında, gerçek hakkında bilgi edinmek için diğer insanlarla bir araya gelip belirsizliği aşmaya çalışırlar. Grup halinde oluşturulan normu, diğer bir deyişle gerçeklik tanımını kabul ederler ve kendi doğruları haline getirirler.


Sosyal Etki: Bir ya da birden fazla bireyin algılarının, tutumlarının ve davranışlarının bir ya da birden fazla birey tarafından etkileme çabasıdır.


Grup normu bir kez oluştuktan sonra, insanlar grup o anda fiziksel olarak olsun ya da olmasın grup normu aracılığıyla edindikleri gerçeklik tanımlarını kullanmaya devam ederler. Zira artık grup normu ile ulaşılan gerçeklik tanımı, kendilerinin gerçeklik tanımı haline gelmiştir.

Uyma (Konformite).
Şerif’in deneyle gösterdiği sosyal etki biçiminin ortaya çıkmasını mümkün kılan durum, gerçekliğin belirsiz olmasıdır. Böyle olduğu için denekler gruptaki diğerlerine uyma davranışı göstermiş ve bu uyma davranışı onlar için gerçekliği tanımlama işlevi görmüştür. Solomon Asch de, Sherif’in deneklerinin gerçekliğin belirsiz
olduğu bir durumda sosyal etki altında kalmalarının çok olağan bir durum olduğunu ifade etmiştir. Asch’e göre, eğer uymanın temelinde gerçekliğin belirsiz oluşu yatıyorsa, gerçekliğin apaçık ortada olduğu durumlarda insanların başkalarına uymaları için bir neden kalmayacaktır. Asch tam da bunu test etmek için bugün artık sosyal psikolojide bir klasik haline gelen çizgiler deneylerini gerçekleşmiştir. Asch’in standart deneyinde altısı ya da sekizi sahte denek olmak üzere toplam yedi ya da dokuz denek bir deneysel oturuma katılmış ve gerçek denek sondan bir önceki sıraya oturtulmuştur. Sahte denekler, daha önceden ne yapacağı belirlenmiş
ve gerçek deneğin davranışlarını manipüle etmek üzere deneye katılan kişilerdir. Deneklere birinin üzerinde bir, diğerinin üzerinde üç çizgi bulunan, sırasıyla, A ve B kartı gösterilmiştir. Kartların temel özelliği, A kartındaki tek çizginin B kartındaki üç çizgiden biri ile açık bir biçimde eşit olmasıdır. Bu kartlarla algısal gerçekliğin tamamen açık ya da belirgin olduğu bir durum yaratılmıştır. Deneklerden A kartındaki çizginin B kartındaki üç çizgiden hangisine eşit olduğunu sırasıyla ve yüksek sesle söylemeleri istenmiş ve bu işlem bir oturumda defalarca tekrarlanmıştır. Standart bir deneysel oturumda, sahte denekler başlangıçta gerçek deneğin güvenini kazanmak için doğru cevaplar vermiş ama daha sonraları sürekli olarak yanlış cevaplar vermiştir. Siz olsaydınız, doğru cevabın apaçık ortada olduğu ve sizden önce beş ya da yedi kişi yanlış cevaplar verdiği bir durumda ne yapardınız? Doğru cevapta ısrar eder miydiniz yoksa kendinizi huzursuz hissedip sizden öncekilere uyar mıydınız? Asch’in deneyindeki denekler deneysel oturumların % 33’ünde doğru cevap apaçık ortadayken diğerlerine uymuşlar ve yanlış cevabı vermişlerdir.
Asch insanların ancak gerçeklik belirsizken başkalarına uyacaklarını ama gerçeklik bu kadar açıkken uyma göstermeyeceklerini düşündüğünden bu sonuçlara şaşırmıştır. % 33, gerçek deneklerin verdikleri toplam cevaplar içinde yanlış olanların oranıdır. Kişi bazında ele alındığında, deneye katılan gerçek deneklerin
dörtte birinin tüm oturumlarda doğru cevap verdiği, yüzde beşinin tüm oturumlarda yanlış cevap verdiği ve geri kalan deneklerin oturumların bazılarında doğru ve bazılarında yanlış cevaplar verdikleri görülmüştür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, başkalarına uyarak yanlış cevap veren denekler bunu yaparken psikolojik olarak
çok zorlanmışlardır. Gerçek denekler diğerlerinin yanlış cevaplarını duyduklarında şaşkın ve gergin bir tavır sergilemişler, bazıları ayağa kalkıp çizgilere daha yakından bakma gereğini duymuştur. Deney sonrasında deneklerle görüşme yapıldığında, denekler doğru cevaptan emin olduklarını ama herkesin aynı yanlış cevabı verdiği bir ortamda kendilerini yalnız hissettiklerini ifade etmişlerdir. Asch’ın deneysel olarak yarattığı durum günlük hayatta pek sık karşılaşmadığımız, aşırı bir durumdur. Ancak yine de, günlük hayatta çoğunluğa karşı muhalif olduğumuzda yaşadığımız duygu ve düşüncelere ışık tutmaktadır. Asch’in çizgiler deneyinde ortaya çıkardığı uyma davranışı konformite olarak adlandırılır. Konformite de sosyal etki biçimlerinden biridir.

Konformite: Bireylerin varolan sosyal normlara uyma yönünde baskı hissettiği bir sosyal etki
türüdür.

Asch bu standart deneylerin yanı sıra hangi koşullarda konformitenin artıp azaldığını bulmak için çeşitli koşulları değiştirerek, deneklerin uyma davranışını gözlemiştir. Etkisi gözlenen faktörlerden biri grubun büyüklüğüdür. Deneysel ortamda uyma davranışı yaratabilmek için için 3-4 kişilik küçük grupların da daha büyük gruplar kadar etkili olduğu ortaya konmuştur. Diğer önemli bir faktör çoğunluğun söz birliğidir. Diğer bir deyişle, gerçek denek karşısında çoğunlukta olan sahte deneklerin hepsinin aynı yanlış cevabı vermeleri önemlidir. Çoğunluğun söz birliğinin bozulduğu durumlarda yani, çoğunluktan birinin doğru cevabı verdiği durumlarda Asch’in deneylerinde uyma % 5 ya da 6’ya kadar düşmektedir. Üstelik şaşırtıcı bir biçimde, bu düşük düzeyde uymayı elde etmek için çoğunluğun söz birliğini bozan kişinin doğru cevabı vermesi de gerekli değildir. Çoğunluktan farklı ama gene başka bir yanlış cevap vermesi bile yeterlidir. Bu sonuç, azınlığın belirli koşullarda çoğunluğa uymayıp çoğunluk etkisine direnebildiğini göstermektedir (Augostinos, Walker ve Donaghue, 2006).

Otoriteye itaat.
Başka bir sosyal etki biçimi de itaattir. itaat diğer uyma davranışlarından özellikle güç eşitsizliğinin belirgin olmasıyla ayrılır. Asch’ın deneyinde, sahte denekler, gerçek deneklerden daha güçlü diğer bir deyişle statüsü daha yüksek ya da daha bilgili bireyler değildir. Güç açısından gerçek deneklerle eşit olan bireylerdir ama salt
çoğunluk oldukları için gerçek deneklerin grup baskısı hissetmelerine yol açmışlardır. Oysa itaat davranışı, tanımı gereği sosyal etkileşimde güç unsuruna dayanmaktadır. Sosyal psikolojide itaat konusuna ilgi, Nazi Almanya’sında yaşanan dehşet verici olaylarla birlikte başlamıştır. ikinci Dünya Savaşı süresince Almanya’da milyonlarca masum insanın öldürülmesini sadece Hitler’in psikopat kişiliğine bağlamak çok zordur. Pek çok insanın desteği olmadan Hitler vahşi politikalarını uygulamaya koyamazdı. O halde Hitler’e itaat eden insanların da mı psikopat olduğunu düşüneceğiz? Görünen o ki, bu insanlar ne psikopattır ne de canavar. Ünlü felsefeci Hannah Arendt, Hitler’e itaat eden insanların birer canavar olmadığını, yaptıkları işi görev olarak gördüklerine dayanarak kötülüğün sıradanlığı tezini ortaya atmıştır. Bu, hepimizi rahatsız edebilecek bir tezdir. Zira, bu teze göre, hepimiz Nazilerin yaptığı türden kötülükleri içimizde barındırıyor olabileceğimizi kabul etmek zorundayız. Gerçekten sıradan insanlar arasında otoriteye itaat bu kadar yaygın mıdır? (Atkinson, Atkinson ve Hilgard, 1995: 757-758).

Bu soru, ABD’de Stanley Milgram tarafında Yale Üniversitesi’nde yapılan bir dizi deneyle araştırılmıştır. Milgram, bir gazetede “öğrenme deneyi” için gönüllü denekler aradığını ilan etmiş ve ilan için başvuru yapan kişilerden kırk kişi seçilmiştir. Denekler deneye çiftler halinde alınmış ve birine öğretmen diğerine öğrenci rolü
verilmiştir. Deneyde öğrenci deneklere ezberlemeleri için kelime çiftlerinden oluşan bir liste verilmiştir. Öğrenci denekten yapması istenen iş, öğretmen kelime çiftlerinden ilkini söylediğinde ikincisini doğru biçimde hatırlayıp söylemesidir. Eğer öğrenci denek doğru kelimeyi hatırlamayıp yanlış cevap verirse, öğretmen denekten öğrenci deneğe ceza olarak elektrik şoku vermesi istenmektedir. Standart deneyde öğrenci denek başka bir odada bir koltuğa oturtulmuş ve kolları da sandalyenin üzerindeki elektrotlardan elektrik şoku almak üzere bağlanmıştır. Öğretmen deneğin bulunduğu odada bir elektrik jenaratörü ve jenaratörün üzerinde 15 volttan 450 volta kadar 15 volt artarak giden butonlar vardır. 450 voltluk butonun üzerinde “Dikkat öldürücüdür!” uyarısı ve bir kuru kafa işareti bulunmaktadır.

itaat: Bir bireyin diğerine belirli bir biçimde davranması için emir verdiği bir sosyal etki biçimidir.


Öğretmen deneğin, öğrenci denek her hata yaptığında elektrik şokunu 15 volt arttırarak vermesi gereklidir. Siz öğretmen denek olsaydınız, 450 voltluk şoku verir miydiniz? Herhalde hepimiz bu soruya “hayır” cevabını veririz. Üniversite öğrencileri ve psikiyatrlar, “Sizce bu deneye katılan deneklerden kaçı 450 volta çıkmıştır?”
sorusuna “yüzde bir” cevabını vermişlerdir. Milgram’ın standart deneyinde deneklerin % 65’i (40 denekten 25’i) 450 volta kadar çıkmış, geri kalanların hiçbiri de 300 volttan önce durmamıştır! Bu kadar yüksek bir itaat oranı, Arendt’in kötülüğün sıradanlığı tezini destekler görünmektedir. Ne var ki bu araştırma, sonuçlarından çok etik açıdan eleştirilmiştir. Zira denekler hem deneyin amacı hem de yöntemi konusunda yanıltılmışlardır. Aslında bu deneyde hiç kimseye elektrik şoku verilmemiştir. Elektrik jeneratörü olarak gösterilen makine de gerçek değildir. Öğrenci denekler de daha önceden ne yapacakları planlanmış sahte deneklerdir, gerçek deneklere bu deneyde sadece öğretmen rolü verilmiş, öğrenci rolü verilmemiştir.
Bu etik problemler bir kenara bırakılırsa, deneyin sonuçları belirli koşullarda sıradan insanların otoriteye ne dereceye kadar itaat edebileceklerini göstermiştir. Bu kadar yüksek elektrik şoku verebilmeleri, bu insanların patolojik birtakım kişilik özellikleriyle değil, sosyal bağlamla açıklanabilir. Ayrıca deneklerin yarısından çoğu 450 volta kadar çıkmışsa da bunu hiç rahatsız olmadan yaptıkları kesinlikle söylenemez. Tersine deneysel oturum boyunca, öğretmen denekler ciddi stres belirtileri göstermişler ve aynı odada otoriteyi temsil eden Milgram’a endişelerini yansıtmış ve öğrenci deneğe zarar verdikleri durumda sorumluluğun kimde olacağı sorusunu yöneltmişlerdir. Milgram sorumluluğun kendisinde olduğunu ifade ederek ve ayrıca, öğretmen deneğin şok vermek istemediği durumda “Deney devam etmenizi gerektiriyor.” türünden cevaplarla ciddi bir otoriteyi temsil etmiştir.

Milgram bu standart deneysel durum dışında itaatin arttığı ve azaldığı koşulları da deneysel olarak test etmiştir. Öğrenci deneğin öğretmen deneğe fiziksel yakınlığı, öğretmen deneğin otoriteye fiziksel yakınlığı, deneyin yapıldığı bina vb. gibi faktörler test edilmiştir. Bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar şöyle özetlenebilir:
Öğretmen denek ile öğrenci denek arasındaki fiziksel mesafe azaldıkça otoriteye itaat azalmakta ya da tersinden öğretmen denek ile öğrenci denek arasında fiziksel mesafe arttıkça otoriteye itaat artmaktadır. Öğretmen denek ile otorite aynı odada yüz yüze ise itaat yüksek, otorite aynı fiziksel ortamda değilse itaat oranı düşüktür. Deneyin Yale Üniversitesi yerine eski ve terk edilmiş bir binada yapılması itaat oranını düşürmüştür. Yine, Milgram yerine bilim adamı kimliği olmayan biri otoriteyi temsil ettiğinde itaat oranı düşmüştür. itaat oranını en çok düşüren deneysel koşul ise, birden fazla öğretmen deneğin yer aldığı koşuldur. Bu koşulda, iki ya da üç deneğe öğretmen rolü verilmiştir. Gerçekte bunların sadece biri gerçek denek, diğer ikisi sahte denektir. Sahte öğretmen denekler otoriteye itaat etmeyip deneyi bıraktıklarında, gerçek öğretmen deneklerin itaat oranı % 10’a düşmüştür