27 Aralık 2008 Cumartesi

Neyin muhafazakârlığı

Yazarlar / Nihal Kemaloğlu

Neyin muhafazakârlığı
nihalkemaloglu@gmail.com



Yüzde 99’u Müslüman olan toplumumuz süratle İslamı dünyevileştiriyor. Maneviyata yapılan atıflar maddiyata tahvil ediliyor.

Dünyada dini değerlerin yükseldiği iddiasını çok sahici kılıyor.

Din mana âleminden çıkartılıp siyasetin, medyanın, popüler kültürün ekonomik değerine dönüştürülüyor.

İslam kutsal ve yetkin bir metin olarak tarihselliğinde hiç olmadığı kadar muhteva kaybına uğruyor.

Laik-Antilaik diye birbirlerini yiyen kesimler dünyevileştirme işleminde el ele, kol kola dayanışma içinde.

Sabah programının gece elbiseli sunucusu, konuğunu davet ediyor

Müzik ve alkışlarla hocamız koşarak geliyor.

Tarkan değil, dolayısıyla öpücük vermiyor.

Gelen ilahiyat profesörü yani eski dilde ulema.

Sunucu sanki Müslüman Rönesansı’nı halka ulaştırıyor havalarında.

Akla ziyan sorulara hocamız afralı tafralı cevaplar döşeniyor.

Seyirci bazı cevapları şiddetle alkışlıyor.

Birazdan Aczimendi rüzgârlı giysi tasarımıyla “yeşil popçumuz” geliyor

Güzelim bir ilahiyi elektronik tınılarla katletmiş biçimde playback söylüyor...

“La ilahe illallah” nakaratlarında konuklar vecd haline giriyorlarmış gibi yapıp ağlıyor.

Biraz ötede bir semazen ekibinin müsameresi uzak çekim veriliyor.

Kendinizi gerçekten kaybediyorsunuz.

Ciğerleriniz sökülüyor gibi geliyor.

Bunu yoksa yabancı istihbarat güçleri mi yaptırtıyor diye kuşkulanıyorsunuz.

Başka bir kanalda kamera, kara gözlü küçük kızın yüzüne zoom yapıyor.

Yoksulluk bizi utandıran tüm ayrıntılarıyla ifşa ediliyor.

Yanmayan soba, kırık pencere, kesik elektrik, boş teldolap, çıplak minik ayaklar.

İşsiz hasta baba ve yüzünü saklayan anne, gözlerinizi gerçekten acıtıyor.

Sonra ne mi oluyor?

Sunucular soluğu kasabadaki mefruşatçılarda ve beyaz eşya satan mağazalarda alıyor.

Nal gibi mağaza adları mükerrer söyleniyor, gösteriliyor.

Kamyona yüklenen çarşaf, yastık, ocak işletmelerin reklam maliyeti olarak fakirhanelere götürülüyor.

Onlar seviniyorlar ve “Allah sizden razı olsun” diyorlar.

Yine işsizler yine güvencesizler. Gelecekten yine yoksunlar.

Evlerinde yeni yorganlar var, üzerlerinden dönen tezgâhı duymuyorlar.

Kimin kime yardım ettiğinin promosyon haline gelmesi ne kadar caiz?

Sağ elin verdiğini sol el değil, bütün eller biliyor.

Yeni bir maneviyat üretiliyor. Alınır satılır, takıp takıştırır bir maneviyat

Ebced hesapları, Kuran’ın şifresi, çağdaş cinci hocalar.

İslami medyumlar, dokunmatik tespihler, steril zemzemler, umreye giden celebrityler!

Eski manken enkazları, sürmeli gözlerle hidayet macerasını kanallara satarak para ve ün kazanıyorlar.

TV’de ölü nasıl yıkanır, nasıl kefenlenir konulu şovlar ölü taklidi yapan canlı insan üzerinde tatbik ediliyor.

O günün en yüksek ratingini alıyor, Yaprak Dökümü’nü solluyor.

Ölüm bile tüketiliyor.

Kâbe manzaralı hac odaları, internet üzerinden merhumlara para karşılığı okutulan dualar.

“Başörtüsü aslında nasıl takılmalıdır”a takık fanatikler!

İç derinliğini kaybetmiş biçimlere dönüşmüş bir âlemde sekülerleşiyoruz.

Küresel kapitalist tüketimin pençesine düşmüş piyasa toplumu, Müslümanlaşıyor.

Müslümanlaşırken tüketimin bütün kalıpları hayatı boşaltıyor, esasında dünyevileşiyoruz.

Muhafazakârlık artmış tartışmalarının merkezindeki gündeme insanın şöyle seslenesi geliyor;

Neyin muhafazakârlığı yahu, neyi kaybettiğimiz umrumuzda değilken!

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=139338,10,212

25 Aralık 2008 Perşembe

Hulul

Kul varlığından mutlak olarak yok olmadıkça onun katında birlik gerçekleşemez. Birlik hulul değilidir, senin yok olmandır; yoksa saçma sözlerle, olmayacak işlerle hak batıl olmaz

Rubailer -A.Gölpınarlı-1969 D. Kafiyesi, 138. Rubai, s. 83

Mesnevi Şerhi s.105

24 Aralık 2008 Çarşamba

Seyid Hüseyin Nasr İle Mevlana Üzerine Söyleşi

Seyid Hüseyin Nasr İle Mevlana Üzerine Söyleşi

Eğer Allah bizi sevmeseydi biz onu sevemezdik. Sufi bu aşkı fark edendir.

http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=63

19 Aralık 2008


Rumi ve diğer sufi şairlerinin şiiri büyük oranda özel bir iştiyaktan gelmektedir. Ruhlarında bir kayıp tarafından tutuşturulan bir ateş ve özlem var gibi görünüyor. Rumi için bu kayıp, onun ruh arkadaşı ve rehberi Şems-i Tebrizi´nin kaybıdır. Neden bu uç duyguları görüyoruz: biri acı ve özlem diğeri aşk, her ikisi de İlahi Yol´a ulaşmada ve onu anlamada eşit oranda gerekli midirler? Neden acı ve özlem bir arada?

Nasr: Bu çok açıktır ve size bir insan örneği vermeme izin verin. Eğer senin gibi genç bir insansanız ve işinizle uğraşıyorsanız bunu düşünürsünüz. Farzedin bir kıza âşık oldunuz, aniden aşk unsuru hayatınıza girdi ve sizi rahatsız ediyor. Âşık olmanızdan önceki günlerde sabah uyanıyordunuz, duanızı okuyordunuz, yıkanıyordunuz, işinize gidiyordunuz ve bu şeylerle ilgili düşünmüyordunuz.

Sonra aniden âşık oldunuz. Bir kere âşık olduğunuzda bu durum bütün hayatınızı değiştiriyor. Başka şeyleri düşünmek yerine bütün zamanınızda bu kızı düşünüyorsunuz. Aşkın nesnesi olan bu özel insan olduğundan ondan ayrı olmak özlem ve acı üretiyor. Aşk kaybedişle karışmış acıdır, batıda bile Wagner´in operasını yaptığı, aşklarının sevenleri ölüme götürdüğü, Tristan ve İsolde gibi büyük âşıkların hikâyeleri vardır. Wagner bir mistik veya sufi olmadığı için bütünüyle dışsal bir seviyeye tekabül eden fakat bu derinliğe sahip bir ortaçağ hikâyesi olan Almanca Wagner´in Aşk-Ölüm Aryası batı müziğinde en ünlü parçalardan birisidir. Temel düşünce; aşkın kendisinin, maşuktan uzak olmaktan kaynaklanan acıdan ayrı olamayacağıdır. Arapça, Farsça ve diğer İslam topluluklarının dillerindeki Leyla ve Mecnun´un hikâyesi her zaman onları ölüme götürüyor. Romeo ve Juliet gibidir: şiddetli aşk. Bu bir insanın çok daha derin Tanrı´ya duyduğu aşkın ifadesinin yoludur.

Ve tabi ki Kuran açık bir şekilde bunula ilgili konuşuyor: "Allah onları sever, onlarda Allah´ı sever." Eğer Allah bizi sevmeseydi biz onu sevemezdik. Sufi bu aşkı fark edendir. Bu durum senin gibi genç bir adamın aşk sonrası gününe benzemektedir. İlk gün âşık değildi ve işiyle meşkuldü ve ikinci gün aniden aşk geldi. Bu hayatta Allah ile var olan aşkı fark eden insanlar var. Güzel bir kadına âşık olmak gibi veya bir kadının bir adama âşık olması gibi. Bir kere bu fark ediş gerçekleştiğinde bu aşk kendisiyle birlikte özlemi getiriyor. Özlem aşktan ayrılamaz, maşuk hemen yanlarında olmazsa, sevgilinin kucağına hemen düşmezlerse acı çekiyorlar. Bu, aşk ve acı arasındaki ilişkidir.

Bâtınilik eleştirmenlerinin yaptığı bir eleştiri var: Eğer şakirt, terbiyecisi olan mürşidinin elinde "ceset" gibi gözü kapalı köle gibi olmak zorundaysa İslam ve tasavvuf yolu onların bireyselliklerini ellerinden almıyor mu? Bu ne tür bir bireyselleşmeye giden yoldur?

Nasr: Keşke birileri bireysellikten o kadar kolay kurtulabilseydi; herhangi biri kendi bireyselliğinden hiçbir zaman bütünüyle kurtulamaz. Bir insan, çok farklı bir sorun olan bencilliğinden kurtulur. Odanızda, duvarınızda iki tabloya sahip olabilirsiniz; biri bir Fars minyatürü ve diğeri de Rembrandt tarafından yapılmış bir Alman tablosu olabilir. Çok farklı karakterler fakat kendi karakterlerine sahipler ama cansızlar, kendi arzularına sahip değillerdir. Biri manevi bir öğretmenin elinde ölü bir ceset gibi olma ile ilgili konuştuğunda bunun anlamı, arzuyu hapsetmeye muktedir olmak özellikle de yine Kurani bir terim olan ve bizi kötüye yönelttiğinden tutsak almaya mecbur olduğumuz ruhumuzun bir parçası olan nefsi emareyi hapsetmeye muktedir olmaktır. Bu deyişin anlamı budur. Bir makinenin bir dişine dönüşme anlamında değildir.

Aslında, makine bizim sahip olduğumuz şuura, özgür iradeye sahip değildir ve her anlamda değil fakat ruhi anlamda özgür iradesini manevi bir öğretmene teslim etme bir anlamda birinin iradesini Tanrı´ya teslim etmesinin en düşük seviyesidir. Pek çok insan İslam´ı otomatik olduğu, bireyselliğe sahip olmadığı sadece iradeyi Tanrı´ya teslim ettiği için eleştiriyor fakat biz Müslümanlar, günün her anında iradeyi Tanrı´ya teslim etme gerçeğinin bir özgür irade eylemi olduğunu çok iyi biliriz.

Müslümanlar şu an dünyaya bakıyorlar özellikle de İslam "ümmeti"ne ve istikrarsızlık, acı, otoriter rejimler, baskı v.b şeyler görüyorlar. Dolayısıyla pek çok Müslüman, bütün bu riyazetin, zikrin, nesf tezkiyesinin ve Sufi tecrübenin bu sorunların çözümüne ne katkı sağlayacağını soruyorlar. Bütün bu sufi tecrübeler Filistin, Çeçenya veya Irak´taki Müslümanların acılarına nasıl yardım edecek? İnsanlar, Müslümanların bir köpüğün içinde yaşayıp başını kuma gömenlere benzediğini söylüyorlar ve insanlara yardım etmek için insanın daha pratik olması gerekir. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Nasr: Bütünüyle saçmalık. Bu sorunun pek çok cevabı vardır. Temel cevabı; İslam dünyası sadece dışsal baskıdan dolayı acı çekmiyor aynı zamanda haysiyetini, mirasını, kendi İslam tecrübesini kaybetmesi, ahlakının zayıflaması gibi sadece dışsal olmayan yani İslam dünyasının içinde yaşanan şeylerden dolayı acı çekmektedir. Sufizm, her zaman İslami ahlakı arındırma işlevine sahip oldu, riyazet ve tezkiye parlayan bir lamba gibidir. Bir lamba neye yarar? Lamba, koşan fakat yerinden kımıldamayan bir at gibidir. Fakat lamba olmasının kendisine kazandırdığı fazilet dolayısıyla etrafındaki alanı aydınlatıyor. Bu yüzden birinin ruhunu arındırma işlevi, faziletli bir şekilde yaşamasını sağlama, onun etrafındaki toplumun ahlakı üzerinde büyük etkiler meydana getirmektedir.

İslam dünyası sadece Amerika´nın Filistin ve Irak´ı işgal etmesinden dolayı acı çekmemektedir. Aynı zamanda Afganların kendileri tarafından Afganistan´da yapılan inanılmaz yolsuzluklardan ve aynı zamanda Irak´takiler de benzerlerinden acı çekmektedir? sadece doğrudan işgal altında olan iki ülkeyi örnek veriyorum; tabi bu duruma sürükleyen korkunç olayları ve buralardaki yabancı işgaliyle nelerin yaşandığını bütünüyle yok saymıyorum. Fakat diyorum ki; işgal tek sorun değildir ve sufiler her zaman İslam ve toplum ahlakını arındırmaya çalışanlardır. Ve onlar hiçbir zaman dışsal faaliyetten ellerini çekmiyorlar. Örneğin sufilerin güçlü oldukları pazar her zaman İslam dünyasında ekonomide baskındı. İslam´ın ekonomik hayatı pazardan, onu başka bir açıdan ele alan modernleşmiş Müslümanların olduğu şehirlerin yeni kesimlerine taşındığında ve İslam ekonomisinin fazlasıyla İslam ve Müslüman toplumların pek çok derin tecrübelerine karşıt bir hale dönüştüğünde sufiler çok daha fazla makuliyet verebilirler.

İslam topluluklarında İslam adına bir toplum olarak, bir medeniyet olarak kendini yeniden tazelemek için kendisine gelen bu içsel manevi hayatiyet olmadan bir çıkış yolu bulunamaz. Ve aynı zamanda askeri olarak da 18. ve 19. yy.lın kolonyal güçlere karşı büyük direniş hareketlerinin nerdeyse bütünü sufilerden oluşmaktaydı: Kafkasya´da Şeyh Şamil, Cezayir´de Emir Abdülkadir, bugün Pakistan olan Hindistan´ın modern eyaletinde Barelvi ailesi ve listeyi uzatabilirsiniz. Bu gün trajik olan, çözümlerinde sadece dışsal faaliyetlerle bulunması gerektiğini düşünen bir grup olmasıdır. Aynı şeyi kendi içlerinde yapmıyorlar. Bu derin bir şekilde batılı bir düşüncedir, kendini geliştirmeden dünyayı geliştirmeye çalışmak modern düşüncedir. Bu, diğerlerinin başlarını kuma soktuklarını ve "biz cihad ediyoruz ve siyasiyiz" v.s. diyen Müslümanların söylediği şeydir, onlar modernizmin çok önemli bir hatasına gıpta ediyorlar.

Hz. Muhammed´in (sav) kişiliği ve adı Allah´ın sevgilisi (ashabullah) övülüyor ve peygamber davranışın bir kriter modeli olarak Müslümanlar tarafından seviliyor. Onun sünneti, Rumi gibi adamları ortaya çıkarıyor ve bencil olmayan bir hayırseverliğe öncülük ediyor fakat aynı zamanda modern dünyada cihatçılara ve radikallere ilham veriyor. Pek çok insan söz konusu ettiğim ikinci tip davranıştan dolayı Hz. Muhammed´in kişiliğini suçlamaktadır. Biraz takipçilerinde bu derece farklı meyveler ve sonuçlar üreten bu dikkat çekici derecede karmaşık kişilik hakkında konuşalım. Bir tarafta sufiler var diğer tarafta Bin Laden var.

Nasr: Her şeyden önce Bin Ladenler klasik cihad ile karıştırılmamalıdırlar, klasik cihat bütünüyle başka bir şeydir. Eğer dışsal bir cihad örneği istiyorsanız bütünüyle başka bir şey olan 19. yy.da Fransızlara karşı savaşan Emir Abdulkadir´i zikretmelisiniz. Fakat bunu bir tarafa bırakın Peygamber (s.a.v) insan halinin bütün olasılıklarını mükemmel içinde sunuyor. Şimdi, bunun bir parçası tabi ki Allah aşkıdır. Fakat Allah onu aynı zamanda yeni bir dünya düzeninin, yeni bir medeniyetin ve yeni bir toplumun kurucusu olarak görevlendirmişti. Bu yüzden o her şeyden önce tabi ki peygamber olmakla beraber, Allah´ın sevdiği ve Allah´ı sevendi, babaydı, ordu komutanıydı, hâkimdi, bir topluluğun yöneticisiydi, Medine´nin ve sonradan Arabistan´ın kralıydı ve bütün bu özellikler onda ve onun kaderinde birleşmişti. Allah´ın onu dünyaya göndermedeki amacı, hayatta insanların sahip oldukları işlevlerin bir peygamberin şahsında nasıl mükemmel olduklarını göstermekti.

Peygamber onların hepsi için bir model oluşturuyor. İyi bir devlet adamı olmanın modelini sunuyor. Aynı zamanda savaşçılar için iyi bir savaşçı olmanın, asaletin, Kuran ve hadislerin düşmanlarına haysiyet ve iyilikle davranın dediği her şeyin bir modelini sunuyor. Kuran açık bir şekilde masum insanların öldürülmesine muhalefet ediyor ve peygamber her zaman bunu uygulamaya dikkat ediyor. Bir savaş yapmak zorunda kaldıklarında o her zaman bir barış yapma mümkün olduğu anda barış tarafında olmuştur çünkü bu Kuran´ın da söylediği şeydir. O, örnek bir yöneticiydi, örnek bir babaydı, örnek bir savaşçıydı ve bir aileye sahip olduğun zaman çekişmeler oluyor, problemler oluyor bu insanın düzenidir. Müslümanlar için bütün farklı alanlarda bir örnek, bir model oluşturdu. O sadece manevi hayatın örneği değildir aynı zamanda bu dünyadaki hayatımız için bir örnektir. Çünkü İslam Hıristiyanlık ve Budizm´in aksine manevi hayat ve dünyevi hayat ayrımına dayanan manastır hayatına sahip değildir. Onların bütünü bir açıdan entegre edilmiş ve birbirleriyle ilişkilendirilmişlerdir. Ve peygamber bunu hayatında uygulamıştır.

Bir mürşit ile müridi, arayan ile aranan, şeyh ve talebesi arasındaki ilişki ile ilgili konuşalım biraz. İlk olarak bir ruhani adayı neden ruhani bir şeyhe biat etmeye ihtiyaç duyar?

Nasr: İslam’da ruhbanlık yoktur ve herkes aracısız bir şekilde günlük namazlarında olduğu gibi Allah´ın karşısındadır. Bu özellik, kutsal toplantı sırasında bir papazın ayini yönetmek zorunda olduğu ve papazların bir bağ olarak işlev gördüğü Hıristiyanlıktan farklıdır. En azından bu Katolik Hıristiyanlığında Tanrı ile din görevlisi olmayan arasında aracı olma şeklindedir. İslam´da bu yoktur. Bununla birlikte bu sözünü ettiğim ruhi önderlikle aynı şey değildir. Bütün Müslümanlar Allah´ın karşısındadırlar ve kendilerinin papazlarıdırlar. Fakat ruhi rehberlik, rehberliğe ihtiyaç duymaktadır. Bu düz bir zeminde yürüme ile dağa tırmanmayı karşılaştırmak gibidir. Nasıl yürüyeceğinizi bir kere öğrendiğinizde zeminde kendiniz yürüyebilirsiniz fakat Everest Tepesi´ne tırmanmak istiyorsanız bir rehbere ihtiyaç duyarsınız.

Ruhi yürüyüş için bir rehbere ihtiyaç olduğu gerçektir. Tıp alanında eğer hastaysanız bir doktora ihtiyaç duyarsınız. Bir doktor rahatsızlıklarınızla nasıl uğraşacağını öğrenmiştir ve insanoğlu kusurludur. Zihin ve ruhun tedavi gerektiren pek çok sorunu vardır ve ciddi bir mürşid veya manevi şeyh de aynı zamanda ruh doktorudur: tıpkı bir tıp doktorunun fiziksel problemlerle ilgilendiği gibi ruhun yaralarını iyileştiren kişidir gerçek mürşid. Eğer Tanrı bedenimizi bize vermişse ve bize yardım etmesi için ona dua ediyorsak neden bir doktora ihtiyaç duyuyoruz?

Bu bir düzeyde böyledir fakat çok kötü bir mide ağrısı hissettiğimizde doktor, acil bir ihtiyaçtır ve Allah imkânlar sunar. İslam´da bizler mutlak rehberin “el-Hadi” Allah olduğuna inanırız. Fakat aynı zamanda Allah, vahiyde insanlar üzerinden manevi rehber imkânları sunmaktadır çünkü herkes Allah´a doğrudan aracısız erişebilir. Eğer hayatta ne yapmak istediğinizle ilgili karar vermek istiyorsanız, bu hayatta O´na daha yakın olmak için manevi pratik üzerinden, yoğunlaşma üzerinden, Allah´ın adını zikretme üzerinden sistematik bir şekilde çalışıyorsanız size rehberlik edecek birine ihtiyaç duyarsınız. Ve Allah İslam´da bu rehberliğin olmasına izin vermiştir.

Tam bu noktada eleştiri geliyor ve ben bu insanları damgalamak istemiyorum ama farzedin ki birileri, "tamam söyledikleriniz anlaşılıyor fakat Kuran ve sünnette buna izin veren delil nerde" diye soruyorlar. Peygamber biat işlemini ne zaman yaptı?

Nasr: İlk olarak Hz. Peygamber Hudeybiye´de Sufizmin biatının temelini atarak takipçilerinden biat aldı. Bu doğrudan Peygamberin sünnetidir. İkincisi, Kuran Hz. Musa´nın dinin dışsallığını ve Hızır´ın içsel manasını, batınını temsil ettiği Hz. Musa ve Hızır´ın kıssasını anlatıyor. Hz. Musa Hızır´la bir yolculuğa çıkıyor ve Hızır ona dışarıdan tuhaf görünen fakat içsel olarak anlamı büyük şu talebini dile getiriyor: "soru sormayı terk etmezsen seni yol arkadaşım olarak kabul etmeyeceğim." Bu tam olarak ruhi rehberliğin anlamıdır.

Son olarak, manevi rehberliğin prototipine sahipsiniz, paygambere sahipsiniz, salât ve selam onun üzerine olsun, Kuran´da onun gece Mirac´a çıkışından söz ediliyor ve ne kadar dışsal olurlarsa olsunlar, sayıları ne kadar fazla olursa olsun bunu inkar edemezler, bu gün İslam dünyasında batıni rehberliği reddeden pek çok kimse var fakat onlar Kuran´ın metnini inkar edemezler. Peygamber, İslam´ın batıni idraki olarak Allah´ın emriyle cennete götürüldü. Fakat bir rehberi vardı, Cebrail (a.s). Cebrail onun rehberiydi. Peygamberi cennete o götürdü. Bu yüzden birileri bunun temeli nedir diye sorabilir, bununla ilgili çok fazla kaynak var. Bu bütünüyle vahyi, yazınsal temelden yoksun değildir; İslam hukukunda bunu çok fazla temeli var.

Pek çok kimse sizin tarif ettiğiniz şeyi, dinin ve maneviyatın fazlasıyla evrensel bir bağlamı olduğunu söyleyebilir. Fakat Sufizm ve İslam´da Hakikat neden Şeriat´ta içkindir? Allah´a giden bu kadar çok yol varsa tarikatlar neden İslam´i olmak zorundadır?

Nasr: Bu çok güzel bir soru. Tıpkı bizim bir bedenimiz ve ruhumuz olduğu gibi ve ruhumuz bedenimiz olmadan caddeden yürüyemeyeceği gibi, eğer böyle olsa ölü olurduk. Dinde böyledir; bir bedene, bir şekle ve bir yapıya sahip olmak zorundadır. Bu olmadan ruh, tarikat eğitimini takibe devam edemez. Şeriatsız tarikat, kabuksuz şam fıstığı gibidir. Şeriat diğer pek çok fonksiyona sahiptir fakat aynı zamanda tarikatı, manevi yolu koruyor. Dünyada manevi bir gelişim olanağını bağlamının dışında tutan hiçbir din yoktur. Bu sadece modern bir icattır. Örneğin Hıristiyan mistikler aynı zaman Hıristiyanlardı. Onlar aynı zamanda kiliseye giderlerdi ve Hıristiyan kurallarını takip ederlerdi. Hindu mistikler Hinduizmi yaşıyorlardı, inekleri kesmiyorlar ve inek eti yemiyorlardı. Hindu kurallarını takip ediyorlardı ve örnekleri çoğaltabiliriz, sufizm bir istisna değildir.

Sadece bir din nefretinin olduğu modern dünyada ve modern toplumun bazı kesimlerinde bir dinin manevi öğretilerinin o dinin dışında yaşanabileceği düşüncesi var; bu düşünceler ileri sürülüyor. Bu kolay gibi görünüyor. "Domuz eti yemekle, şarap içmekle ilgili canımı sıkmak zorunda değilim. Yapacağım şey Rumi´nin güzel şiirini okumak, şarap, kadın ve müzik ile ilgili konuşmaktır. Veya buna benzer bir şeyler yapmaktır" diyebilirsiniz. Bu bir davranış türüdür. Bu, İslam´ın bomba atmak olduğunu söyleyen diğer tavrın tam karşıtıdır; içsel ve dışsal arınmayla ilgili hiçbir şeye sahip değildir.

Bazıları hakikatın Hallac´ı mahvettiğini söylüyor. Hakikat, onu şeriatın sınırları dışına çıkardığı ve kendini "Hak" olarak ilan ettiği noktaya getirdi. Dindar bir Müslüman için bukadar tehlikeli olan bir şeyle neden uğraşılsın? Neden bu batıni ilimle uğraşalım?

Nasr: Sadece bir olayı ele alıyorsunuz. Bu şunu demeye benzemektedir; her gün yollarda sarhoş insanlar olduğunda neden araba gezintisi yapalım. İslam tarihinde Hallac´ın kaderini yaşamamış ve felsefeden, sanata, bilime toplumsal yapıya, ekonomiye İslam kültürü ile medeniyetinin her yönü üzerinde derin etkiye sahip olmuş milyonlarca sufi var. Bu anlaşılmalıdır.

Hallac özel bir yazgıya sahiptir. Dünyeviliğin, lüksün İslam dünyasında fazlasıyla bulunduğu bir zamanda geldi. Onun işlevi bu duruma bir tür anti tez olmaktı ve bunu hayatıyla ödedi ve bunu büyük bir mutlulukla yaptı. Cellâdına doğru yürürken gülümsüyordu. Bu yapıldı çünkü dönemin Müslümanlarının bilincini sarsıyordu. Fakat sufilerin çok büyük bir çoğunluğu Hallac´ın yazgısıyla yüzleşmedi. Onlar "Hak"ka ulaşma ile ilgili konuşuyorlardı ve bunu söylemek onlar için tehlike oluşturmuyordu. Senegal´e bakın, Senegal´deki Müslümanların yüzde 90´ı Ticani veya Kadiri sufidir. Onlar arasında Hallac hakkında şiirler yazan büyük önderler vardı ve öldürülmediler. Aslında Sufizmin bütün Senegal´e İslam´ı iki yüzyılda getirdiğini görüyoruz. Aynı durumu Malezya ve Endonezya´da da görebilirsiniz. Türkler nasıl Müslüman oldu? Sufiler üzerinden Müslümanlaştılar. Araplar asla Türkleri fethetmedi. İslam´ın ilk dönemlerinde Hallac gibi gerçek hakkında, gerçeğe ulaşma hakkında ve gerçekle bir olma hakkında konuşan insanlar vardı ve onlar öldürülmedikleri gibi kendi kültürlerinin büyük kahramanları idiler, Türkiye´de bir sufi şeyhinin adı verilen bir üniversite var.

Sufizm Güney Asya da Çişti ve Kadiri tarikatlarını kullanarak kılıçsız İslam´ın yayılmasına nasıl yardım etti? Çünkü bütün duyduğumuz İslam´ın kılıçla yayıldığı ve sadece kılıç?

Nasr: Bu saçmadır. Bu bütünüyle yanlış olan ve Orta Çağlardan beri yapılan batılı propagandadır. Her şeyden önce İslam´ın yükselişinden 300 yıl sonra İran´da Zerdüştiler vardı. İslam orduları asla insanları İslam´ı kabul etmeye zorlamadılar. Allah´ın putperestlere ya İslam´ı tercih etmeyi ya da Müslümanlara karşı savaşmayı tercih etmelerini emrettiği bölge sadece Arabistan içindeydi çünkü Allah, orada var olan berbat putperestliği oradan çıkarmak istedi. Fakat Arabistan dışında İslam´ın Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştiler ve Hindularla karşılaştığı yerlerde onlara genellikle bir tercih hakkı verdiler. Bu yüzden İslam dünyasında pek çok Hıristiyan ve Yahudi topluluk yaşadı fakat onların pek çoğu aşamalı bir şekilde farklı nedenlerden dolayı İslam´ı seçti. Her şeyden önce kılıçla yayılma ile ilgili konuşmayı terk edelim. İslam dünyası Arap dünyasında veya İran´da bitmiyor. Bütün Türk dünyası var, Orta Asya dünyası var, Güney Asya dünyası var, Güneydoğu Asya dünyası ve Afrika dünyası var.

Eğer bir milyar Müslüman varsa bunların 900 milyonu hiçbir şekilde istila ile İslam´a döndürülmemiştir, pek çoğu Sufiler üzerinden İslam´a kazandırılmıştır çünkü insanoğlu manevi karakterli insanlardan etkilenir. Kuşkusuz asalet, misafirperverlik, kibarlık ve sevgi gösterdiklerinde, bencil ve saldırgan olmadıklarında samimilerdir. Tüccarlar da Java dolaylarında gördüğümüz gibi sufilerdi, zahiren tüccar fakat aynı zamanda çok yüksek bir manevi karaktere sahiplerdi. Aksi halde hiçbir tüccar bir insanı bir dinden diğerine kazandıramaz. Bu o sufi tüccarların yüksek manevi karaktere sahip olmaları dolayısıyla gerçekleşmiştir.

Güney Asya´daki Kadiri ve Çişti sufi tarikatları inanılmaz bir rol oynadılar. Çişti tarikatını kuran kişi Muinuddin Çiştiydi. Esasında Çişt, modern zamanların Afganistan ve Pakistan sınırları dâhilindeydi, Muinuddin Hindistan´a genç bir adam olarak getirilmişti. Büyük bir azizdi. Açıkçası, Hindular ona geldiler, o, onlar için dua etti, onlara iyi davrandı ve onlarla beraber yedi. Bu Hindulardan pek çoğu bu adamın Hindistan´da var olan kast sisteminin bütün farklılıklarının ve sosyal sınıflandırmaların ötesinde olduğunu fark ettiler. Kendi felsefesine sahip olan kast sistemini eleştirmeye çalışmıyorum fakat sosyal katmanlaşmanın baskıcı görünüşü onda yoktu bu yüzden pek çok Hindu ona geldi. Onun hayatı boyunca 500 bin insanı İslam´a kazandırdığını söylüyorlar. Aynısı Kadiriler içinde geçerlidir, bunlardan bazıları ellerine kılıç alıp Hindulara karşı savaşmaya çalışmayan büyük öğretmenlerdi. Hindu arkadaşlar edindiler. Aslında pek çok Hindu yogici iler sufiler görüştüler, arkadaş oldular ve bilgi ile Tanrı aşkı hakkında konuştular, var olan bütün benzelikler hakkında konuştular. Bu insanların yaşadığı ve davet ettikleri İslam´ın sadeliği pek çok Hindu´yu Müslümanlaştırdı. Bu çok açıktır bunu görebilirsiniz: sufizm olmadan İslam bu gün İslam dünyası olarak adlandırdığımız bölgenin üçte ikisine yayılamayacaktı.

Çeviren: Ali Karakuş/Timetürk

23 Kasım 2008 Pazar

Ahilik

AHÎLİKTE
MORAL DEĞERLER

Dr. Ali MAZAK 1
A.KAVRAM VE TARİHSEL OLARAK AHÎLİK
Ahîlik, XIII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla kadar Anadoludaki esnaf ve sanatkar birliklerine verilen bir isimdir.2 Bu birlik, köylere kadar yayılan örgütleriyle, millî birliği ve bütünlüğü, sosyal dayanışma ve yardımı temel ilke olarak benimseyen, dostluk ve kardeşlik havası içinde, toplumsal ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı, millî bir toplum kurmayı amaçlayan, yurt ekonomisinde temel ihtiyaç maddelerini en kaliteli, en ucuz biçimde üretmeyi öngören millî bir örgüt biçimi idi. 3
Ahîlik, kelime olarak, Türkcedeki cömert, eli açık anlamını taşıyan “Akı” ile Arapçadaki “kardeşim” demek olan “Ahî” kelimelerini birlikte terimleştiren bir ifadedir. 4

Ahi, vicdanını kendi üzerine gözcü koyan, helalinden kazanan, yerine ve yeterince harcayan, ölçü ve tartı ehli olan, yararlı şeyler üretip insanlara sunan insandır. 5
Sanatkarlara işyerinde yamak, çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi ile mesleğinin inceliklerini öğretilirken, bunların akşamları toplandıkları ahî zaviyelerinde ahlak eğitimi uygulanıyordu. İşte bu yolla yetiştirilen Türk esnaf ve sanatkarları hem aralarında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma kurmuş, hem de Bizans sanatkarları ile rekabet yeteneğine ve gücüne kavuşmuştur. 6
Biz bu araştırmamızda bir Türk Kurumu olan Ahîliğin, ahlakî(etik) yönünü inceleyeceğiz. Ancak, buna geçmeden önce ahlak terimi ile ilgili kısa bir bilgi vermenin uygun düşeceği kanaatindeyiz.

B. AHLÂK BİLİMİ VE İŞ AHLAK
Yaşadığımız bu dünyadaki bazı eylem ve duygular iyi, bazıları da kötüdür. İşte, iyi hayat tarzını en iyi yaşama biçimini belirleyen ahlaktır. Bu bakımdan ahlâk, insanda gerçekleşmesi istenen ruhsal özellik ve yeteneklerin ortak ifadesidir. Ancak, insan bu özellikleri ve yetenekleri kendisinde nasıl gerçekleştirebilecektir? Bunun için bazı bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır. İşte bu bilgileri ortaya koyan ilim de ahlâk ilmidir. 7
Ahlak, sadece insanın kendisiyle ilgili bir kavram olmaktan öte, bütün bir toplumu ve toplumun çeşitli kategorilerini ilgilendiren bir kavramdır. Kapsamı ve kategorileri itibariyle genişleyebilen, toplumdaki insan davranışlarına çevreden gelecek olumlu ya da olumsuz eleştirel değerleri kapsayan ahlak, her toplumda çeşitli kategoriler olarak ortaya çıkar.
Bu kategoriler hayli fazladır ve her bir kategori genel ahlak anlayışından ayrı olarak kendi ahlak kurallarına sahiptir. Mesela, spor ahlakı, ticaret ahlakı, öğrencilik ahlakı, yayıncılık ahlakı ya da sanat ahlakı gibi. 8


--------

1 İBB Kütüphaneler ve Müzeler Müdürü
2 Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, s. ,1,43.
3 Hayrettin İVGİN, Ahilerde Ahlaki Değerler ve Bunların Ticarette Uygulanması, I. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyum Bildirileri, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara 1996, s. 71.
4 ÇAĞATAY, a.g.e, s.143.
5 Ekinci, a.g.e. s. 21.
6 A.g.e., s. XII.
7 İVGİN, a.g.b., s. 72.
8 Mahmut Özdevecioğlu ”Ahilikten Günümüze İş Ahlakı Anlayışı”, Çerçeve, Yıl 3, Sayı: 11, Eylül-Ekim 1994, s. 50.

----

XIII. Yüzyılda Anadolu’da ortaya çıkan Ahi teşkilatları; iyi insan olmanın niteliklerini üzerinde taşıyan sanatkârların, iyi esnaf ve ticaret erbabı olmalarını da amaçlıyordu. Bu kurumlar iş ilişkilerini kutsal kitabımıza ve kadim geleneklerimize dayandırıyor ve buradan hareketle ticarette ve sanatta, temelli ahlâk kuralları geliştiriyordu.
İş ahlakı da, ekonomik hayatla ilgilidir ve ekonomik faaliyetlere katılan insanların işlerini layıkıyla nasıl yapacaklarına ilişkin kuralları kapsar. Yani, bir iş, nasıl yapılırsa toplum tarafından beğenilecek veya reddedilecektir? Bunun kriterleri bir toplumun kendi içinde olduğu kadar, toplumdan topluma da farklılıklar arzetmektedir.
Ekonomik faaliyetler sosyal hayatın önemli bir parçasıdır. Bu bakımdan iş ahlakı her yönüyle mutlaka incelenmesi gereken bir konudur. Ahilik ahlakı, bu gün özlenen iş ahlakı arayışlarına bir model olarak önerilebilir mi? Bu incelemede buna cevap aranacaktır.
Zamanımızda toplumlar daha çok ekonomik güçleri ile öne çıkmakta, diğer toplumlarla aralarındaki fark, ilerlemişlik,-geri kalmışlık gibi ekonomik gelişme ile belirgin hâle gelmektedir. Bu durum, bizim, ekonomi ve iş ahlâkına ayrı bir yer vermemizi gerekli ve hattâ zorunlu kılmaktadır. Aynı şartlarda çalışan ve aynı maddeyi üreten bir fabrikada verimliliği sağlayacak insan gücünün ayırıcı vasfı, ahlâkı olacaktır. 1

C. FÜTÜVVETTE GENEL AHLAK KURALLARI
Ahilik kurulmadan önce İslam toplumlarında Fütüvvet (gençlik) teşkilatları vardı. Ahiliğin gelişmesine bu teşkilatlar kaynaklık etmişlerdir. Bunların yazılı kaynaklarına da Fütüvvetname deniliyordu.
Fütüvvetnâmemelere göre yiğitliğin ilkeleri altıdır. Yiğidin üç şeyi bağlanır, üç şeyi açılır.
Kapalı olanlar:
• Gözü kötü bakışlara,
• Ağzı kötü sözlere,
• Eli haksızlıklara ve zulümlere bağlanır.

Açık olanlar:
• Kapısı konuklara,
• Kesesi kardeşlere,
• Sofrası bütün fukaraya açılır. 2

Fütüvvet, bir ulu ağaçtır. Yiğidin gönlünde biter, yapraklanır, yücelir. Temeli doğruluktur. Gövdesi insanda bulunmaktadır. Budakları temizlik, yaprakları edeptir, hayadır. Kökü tanrıyı bilmek, yemişi evliya sohbeti, suyu, rahmettir. 3
1. Fütüvvetin diğer kuralları
• Doğruluk.
• Cömertlik.
• Misafirseverlik
• Hayalı olmak.
• Kötülüğe iyilikle karşılık vermek.
• Yemekte kusur aramamak.


------

1 İVGİN, a.g.b., s. 73.
2 Harputlu Nakkaş İlyas Oğlu Ahmet, Tuhfat-al-Vasaya, Terc. A. GÖLPINARLI, İÜİFM, C.11. s. 209. Nak. GÜLLÜLÜ, a.g.e. s. 98.
3 Abdülbaki GÖLPINARLI, Burgazi ve Füvvetnamesi, İÜİFM. C.15, s. 86.

----

devam edecek

19 Kasım 2008 Çarşamba

Divan-ı Kebirden Şeçmeler

258. Hakk'tan gelen gamı, kederi bir lütuf olarak kabul et!

Müstef'ilü, Müstef'ilün, Müstef'ilün, Miistef'ilün

(c. 1,518)


• Ey gönül! Hakk'tan gelen gamı, kederi bir lütuf olarak bil de, ondan yüz çevirme! Onun içine gir! Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır. Onun gönülde açtıgı yaraya katılan ki merhemi yüz göstersin! Sunu aklından çıkarma ki sabır,ızdırabın, acının anahtarıdır.

• Dertlerin, kederlerin içine öyle bir aşkla dal ki, sonunda hiç beklemedigin bir zamanda ansızın Hakk'ın kürsüsü ve ars-ı azamı senin önüne gelsin. Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Cihanın nüru ile gül de, cihanın dügünü, dernegi ol! Onun mateminden, acılarından kurtul, emniyete ulas! Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Kibirden, kinden kurtulur da gönlünü ayna gibi parlak, lekesiz bir hale getirirsen, her an onu gönül aynasında görürsün. Çünkü sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Kibri, kini yok edersen hem benlikten yakanı sıyırırsın, hem de seytanın saçından tutar, boynunu vurursun. Sabır sıkıntının anahtarıdır.

• 0 zaman bahtın, talihin, devlet, varlık kendiliginden kalkar senin ayagına gelirler. Onların gelisi ile mutlu olursun. Sabır sıkıntının anahtarıdır.

• Sus! Artık sırları söyleme, söyleme ki: " (=Min ledün) sırrına yabancılar, ham kisiler, nasıl erebilirler? Sabır sıkıntının anahtarıdır.

"Kehf Suresi 18/65. ayette, Hz. Musa'ya, kendisine Allah tarafından bilgi verilmis bir arkadasla karsılasacagı bildirilmistir. Bu arkadasın Hızır (a.s.)oldugu rivayet edilir."


280. Söz gökten inmistir. Söz Allah'ın sanatıdır.
Mefa'îlün, Fe'ilatün, Mefa'ÎIün, Fa'ilün,

(c. II, 938)



• Söz, söz söylemeyi bilen, sözün kudretini anlayan kisinin yanında büyüktür. Söz çok degerli bir seydir. Çünkü söz,

gökten inmistir.

• Eger iyi bir söz söylemezsen, bin söz söylesen onlar söz sayılmaz. Fakat iyi ve yerinde söz söylersen, bir tek

sözün binlerce söz kadar degeri vardır.

• Söz perdesini kaldırsan da, söz ortaya çıksa, görünse, o zaman görür ve anlarsın ki, söz, Allah'ın san'atıdır.

• Söz, yüzünü gösterse, herkes ona gıpta eder. Bundan dolayı o, yüzünü gizIer, kendini göstermez. Ne mutlu o

kisiye ki, sözde sır sahibidir. Aklına geleni söylemez, sözün nereye varacagını bilir.

• Arstan yere kadar, zerre zerre her sey konusmaktadır. Yeryüzü de, anlayısta tıpkı arsa benzer.



Divan-ı Kebirden Seçmeler - Şefik Can - Cild I

8 Kasım 2008 Cumartesi

Andrei TARKOVSKİ

http://www.thymos.com.tr/Tarkovsk.html


"İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan,
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.
Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir."

...................................................Andrei TARKOVSKİ




BİR SİNEASTIN PORTRESİ:

TARKOVSKİ İLE FİLMLERİ ÜZERİNE





IVAN'IN ÇOCUKLUĞU (IVANOVA DESTYO), 1962


- Nereden aklınıza geldi ilk filminiz "İvan'ın Çocukluğu" nun konusu?

- TARKOVSKİ: Biraz tuhaf bir hikayesi var bu filmin. Mosfilm stüdyoları filmin yapımına başka bir ekiple başlamıştı. Filmin yarısından fazlası bu ekiple çekildi, paranın yarısı harcandı ama sonuç öylesine kötüydü ki, yapımcı firma filmin çekimini durdurmak zorunda kaldı ve yeni bir yönetmen aramaya başladı. Önce isim yapmış yönetmenlere başvuruldu, sonra daha az tanınmışlara. Hepsi de bu yarım filmi devralmayı reddetti. Bana gelince VGIK Sinema Okulu'ndan yeni mezun olmuş, diploma filmim " Le Rouleau Compresseur et le Violon" u bitirmeye çalışıyordum. Öneriyi kabul etmeden önce bir çok şart ileri sürdüm. Senaryoyu yeniden yazmak, bunun için de senaryonun esinlendiği Vladimir Bogolomov'un hikayesini yeniden okumak istiyordum. Daha önce çekilen ve hepsi bir metreyi geçmeyen kısmın hiç çekilmemiş gibi kabul edilmesini ve her şeye sıfırdan başlamak için tüm oyuncularla, teknik ekibin degiştirilmesini istedim. Bana " Tamam ama paranın da yarısını alacaksınız " denildi. Ben de "Eğer bana beyaz kart verirseniz yarım bütçeyle de çalışırım" diye cevap verdim ve film böylece çekildi.

- O halde konu seçimini bir yana bırakırsak "İvan'ın Çocukluğu" tamamıyla Andrei Tarkovski'den doğdu.

- TARKOVSKİ: Evet

- Ama bu konu aynı zaman da size de çok yakın.Genç İvan savaş yıllarında sizinle aynı yaşta.

- TARKOVSKİ: Benim çocukluğum savaşı bir yetişkin ve bir savaşçı olarak yaşayan İvan'ınkinden çok farklı. Buna rağmen benim yaşıtlarımda oldukça güç bir dönem yaşadılar. Andrei Tarkovski ile İvan'ı birbirine bağlayan şey yalnızca İvan'la bu kuşağın tüm genç Rusları arasındaki yaşanmış acıyı anımsatmaktan ibaret.

- Film, 1962 yılında Venedik'te gösterildiği zaman, savaş üzerine derin bir refleksiyon olarak algılandı.

- TARKOVSKİ: Film iyi karşılandı ama eleştiri düzeyinde tamamen anlaşılmaz olarak kaldı. Herkes, tarihi, hikayeyi filmin karekterlerini yorumladı. Oysa ki söz konusu olan, daha çok, genç bir yönetmenin ilk yapıtıydı. Yani tarih görüşümün değil, dünya görüşümün anlaşılabileceği şiirsel bir eserdi söz konusu olan. Mesela Sartre, filmi İtalyan solundan gelen eleştirilere karşı coşkuyla savundu, ama tamamen felsefi bir açıdan. Bu benim için geçerli bir savunma değildi. İdeolojik değil sanatsal bir savunma arıyordum. Bir filozof değil sanatçıyım. Ayrıca bu savunma tamamen gereksizdi. Filmi kendi öz felsefi değerleri ile yorumlamaya girişiyordu ve ben, sanatçı Andrei Tarkovski, bir kenara konmuştum. Sanki yalnızca Sartre'dan konuşuluyordu, sanatçıdan değil.

- Sartre'ın film üzerine yaptığı yorum - Savaşın canavarlar, sonunda yiyip bitireceği kahramanlar ürettiği - sizin yorumunuzla aynı değil mi?

- TARKOVSKİ: Karşı çıktığım yorum değil. Bu görüşe tamamen katılıyorum. Savaş kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz. Karşı çıktığım yorum değil, polemiğin çerçevesi. Düşünceler ve değerler öne çıkarılmış, sanatçı ve sanatı unutulmuş.



ANDREİ RUBLEV, 1966

- Nasıl doğdu "Andrei Rublev"?

- TARKOVSKİ: Bir alşam Konçalovski ve diğer bir dostumla masa başında tartışıyorduk. Bu dostumuz "Niçin Rublev üzerine bir film yapmıyoruz? Ben oyuncuyum, Roublev rolunu de pekala oynayabilirim. Eski Rusya, ikonlar çok güzel bir konu olur" diye önerdi. İşin başında, bu fikir bana gerçekleştirilemez, hatta berbat, benim dünyamdan çok uzak gibi göründü. Bununla birlikte ertesi gün filmi yapmaya karar vermiştim. Andrei Konçalovski ile çalışmaya başladık. Ne mutlu ki, Roublev'in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı.

- Vladimir'in çantasından, Çan'ın yapımına kadar bütün epizodlar sizin tarafınızdan mı seçilip tasarlandı?

- TARKOVSKİ: Bütün bunlar uyduruldu. Ama bu yeniden yaratımdan önce varolan tüm belgeler tarandı. Bir anlamda Andrei Rublev'in yaşamını elimmizdeki tarihi belgelerin ışığında yeniden keşfettik.

- Böylece son derece kişisel bir film oldu...

- TARKOVSKİ: Kişisel olmayan bir film yapılabileceğine inanmıyorum.

- Filmin ana sorunu, hastalanan sanatçının yaratımdan vazgeçmesi, bir Tarkovski düşüncesi mi?

- TARKOVSKİ: Elbette, aslında bir kaç ikon dışında Rouublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu. Ama Roublev'in kariyerinde bir boşluk, yaratımsız geçen önemli bir dönem olduğu biliniyor. Bu dönemi bir reddiye olarak yorumladım. Ama mesela, Roublev'in bu dönemde Venedik'te olduğunu ispatlayan bir başka yorum çıkarsa ne şaşırırım ne de şok olurum. Belki de Vladimir Katedral'inin yıkılması onu hiç sarsmadı. Ben bir Roublev yarattım ama başka yorumları da kabul ederim.

- Andrei Roublev kötülüğe maruz kalan bir dunyada sanatın meşruiyeti üzerine bir film. Kötülük sürekli iş başındayken güzeli yaratma tutkusu niye?

- TARKOVSKİ: Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedenide bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli.

- Tabi bunun alelade bir sanat olmaması koşuluyla.

- TARKOVSKİ: Ne demek alelade bir sanat olmaması?

- Tanrının dünya projesi ile uygun düşen sanat.

- TARKOVSKİ: İnsan varolduğu sürece yaratma eğilimi de var olacaktır. İnsan kendini insan olarak hissettiği sürece bir şeyler yaratmaya girişecektir. İşte onu yaratıcısına bağlayan şey burada. Nedir yaratım? Neye yarar sanat? Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektüel analiz olabilirler. Picassonun tüm eserleri bu entellektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.

- Dünyanın bir anlamı olduğunu öne süren sanattan başka sanat yok mu sizce?

- TARKOVSKİ: Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar.

- Birçok insan "Andrei Roublev"de bugünün Sovyetler Birliği'ne, Rusya'nın geçmişte ki manevi yaratıcılığını yeniden bulabilmesi için gönderilen mesajlar olduğunu düşünüyor.

- TARKOVSKİ: Bu mümkün ama benim problemim değil. Bugünün Rusya'sına mesaj göndermiyorum. Zaten hiçbir Rusa hiçbir şey söylemek istemiyorum artık. "Halkıma demek isterim ki... Bütün dünyaya derim ki..." türünden peygambervari erdemler artık beni ilgilendirmiyor. Ben bir peygamber değilim. Tanrının şair olma olanağını, bir katedraldeki inananlardan farklı bir biçimde, yakarma olanağını verdiği bir insanım. Bundan başka ne bir şey söyleyebilirim ne de söylemek istiyorum. Eğer Batı toplumu benim fimlerimde Rus halkına yönelik mesajlar buluyorsa, bu iki halk arasında halledilecek bir problemdir. Benim problemim değil. Benim bir tek kaygım var; Çalışmak, sadece çalışmak.



SOLARİS, 1972


- Solaris gezegeninde Kelvin otuz yıl önce ölmüş karısına kavuşuyor. Bu, gerçekleşmesi imkansız bir olay aracılığıyla Tarkovski tarafından anlatılan tek aşk hikayesi mi?

- TARKOVSKİ: Aşk hikayesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin'in Solaris'te bir tek amacı var: Başkasına duyulan aşkın yaşamak için vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir insan, insan değildir.

- Ama başında bir bilim-kurgu hikayesine benzeyen bu macera aslında tinsel bir macera.

- TARKOVSKİ: Daha çok bir insanın başına vicdanen gelmiş bir macera. Stanislav Lem'in romanından esinlenerek bu filmi yapmak istedim. Gerçek bir uzay yolculuğu yapmadan... Şüphesiz gerçek bir uzay yolculuğu yapmak daha ilginç olacaktı, Ama Lem aynı fikirde değildi.

- Bu evren, daha sonra Stalker Zonu, bir çile metaforu değil mi? Yani yalnızca tek bir arzuya sahip olduğumuz bir yer: Kendini değiştirmek.

- TARKOVSKİ: Hayatın çilesiz olsa bile bu tanımı ortaya çıkardığını düşünüyorum; Değişmek. İnsan hayatı yalnızca bu değişimi hedefliyor. Çile bize daha çok, sakin olmak, acılarımızı dindirmek için gerekli.



AYNA (ZERKALO), 1974

- Fransızlar için "Ayna" Proust'un, belleğin dünyasını çağrıştırıyor.

- TARKOVSKİ: Proust için zaman zamandan öte bir şey. Bir Rus içinse bu bir problem değil. Proust için daha çok yayılmak, açılmak sözkonusu. Biz Ruslarsa kendimizi korumak zorundayız. Rusya'da çocukluk anıları, geçmişle hesaplaşmak, pişmanlık üzerine yoğunlaşmış çok güçlü bir edebiyat geleneği vardır.

- "Ayna"da bu gelenekten mi?

- TARKOVSKİ: Evet, zaten bu film Rus seyircisi arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filmin gösteriminden sonra, halka açık olarak düzenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısından sonra salonu temizlemekle görevli temizlikçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmanın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu. Bize, " Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister" dedi. Bu basit kadınn herşeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. "Ayna" bu anlamda biraz da Rusların öyküsüdür. Pişmanlıklarının öyküsü. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbirşey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu.



STALKER, 1979

- Kimdir Stalker, bu gizemli karakter?

- TARKOVSKİ: Film, manevi değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı Stalker, edebiyatın "idealist" tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.

- İsa türünden karakterlerden bahsedilebilir mi?

- TARKOVSKİ: Benim için zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.

- Zayıfın bu gücünü duyması için insanın ne yapması gerekiyor?

- TARKOVSKİ: Önemli olan bu değil. Bir inanç adamının eylemleri düşünülmüş ve akıllıca olmak bir yana son derece absürd olabilir. "Gülünç", "Yersiz" eylemler maneviyatın yüksek bir şeklidir.

- Karşılıksız, nedensiz yapılan eylemler bir anlamda.

- TARKOVSKİ: Evet ama bununla beraber bu eylemler nedensizlik adına değil, kurulu haliyle varolan ve hiçbir şekilde manevi insanı üretemeyecek dünyayı aşmak için gerçekleştirilir. Önemli olan ve Stalker'in bütün seyrini yöneten, onu bayağılığa düşmeden gülünç, hatta aptal kılan ama kendi öz tekilliğini, öz maneviyatını ortaya çıkaran, bu güçtür.

- Stalker Zonu, bu inanışın mekanı mı?

- TARKOVSKİ: Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de bu zonun neyi anlattığı. Buna verecek tek bir cevap var; Böyle bir zon yok. Stalker'in kendisi yaratıyor bu zonu. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde Stalker'in yaratımları.


NOSTALGHIA, 1983

- Neden söz ediyor "Nostalghia"?

- TARKOVSKİ: Yaşamanın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından. Eğer aşka sınır koyarsak insan tamamen şekilsiz bir hale gelir; aynı şekilde eğer manevi yaşama sınır koyarsak insan büyük bir sarsıntı geçirir. Bazıları bunu diğerlerinden daha güçlü hisseder; dünyayı aşk eksikliğinden kurtarmak için kendilerini tamamen bir başkasına adarlar. Bir kurban gibi. Bu aşka, içinde yaşadığımız dünya tarafından sınırlar konulduğunu gördüğü zaman insan acı çekmeye başlar. "Nosthalgia" nın kahramanı, dost olmanın imkansızlığından, dünyayla dostluk içinde olamamanın olanaksızlığından acı çeker. Bununla birlikte kendisi kadar acı çeken bir dost bulur: Deli Domenico.

- Bu acı mı Nostalji?

- TARKOVSKİ: Nostalji bütün bir duygudur. Diğer bir değişle, kendi ülkemizde, yakınlarımızın yanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duyabiliriz. Çünkü ruhumuzun kısıtlandığını hisseder, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi anlarız. Nostalji, dünya önündeki bu güçsüzlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin acısıdır. "Nostalghia" nın kahramanını hasta düşüren illet, dost edinememenin, insanlarla iletişim kuramamanın acısıdır. Bu karakter, maneviyatın özgürce yaşanabilmesi için "sınırların kaldırılması gerektiğini" söyler. Daha genel olarak modern yaşama uyum sağlayamamış karakteri yüzünden acı çeker. Dünyanın sefaleti karşısında mutlu olamaz. Bu toplumsal sefaleti üzerine alır, ama aynı zamanda dünya ile arasına bir mesafe koyarak yaşamak ister. Onun sorunu tamamen merhametinden gelir. Bu merhamet duygusunun canlı örneği olmayı başaramaz. Diğer insanlarla birlikte acı çekmek ister, ama bunu da tam anlamıyla başaramaz.

- Kahramanınıza acıların üstesinden gelebilmesi için verebileceğiniz bir reçeteniz var mı?

- TARKOVSKİ: Köklerine, kaynaklarına inanması gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmesi, yani sürekli olarak yaratıcısına bağımlılığını hissetmesi gerekir. Aksi takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesindedir. Bağımlılık insanın tek şansıdır. Zira yaratandaki bu niyet, bu mütevazi bilinç, bir üstün yaratığın yaratıcısı olmaktan başka bir şey değildir. Bu inanç, dünyayı kurtarabilme gücüne sahiptir. Köle yaşamını yerine getirmek gerekir. Bu ilişki son derece basittir. Anne-baba-çocuk ilişkisine benzer. Bir başkasının otoritesini tanımak gerekir. Bu saygı, bu kölelik, insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, ortodoks rituellere göre yakarma diye adlandırdığımız, ama aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. Bununla birlikte, kendimi henüz bu yakarma idealini gerçekleştirmekten uzakta sayıyorum.

- Tanrı'ya inancınızla sanata inancınız böyle mi birleşiyor?

- TARKOVSKİ: Sanat yaratma kapasitesidir. Yaratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sanat, yaradana benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden yaradandan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrı'sız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı'ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir.

- Sanatın amacı nasıl yalnızca hizmet etmek olabilir?

- TARKOVSKİ: İşte gizem burada. Yaratılışın gizemi gibi. Bir ikonun önünde çöktüğünüz zaman Tanrı'ya aşkınızı söylemek için tam yerinde kelimeler bulursunuz, ama bu kelimeler gizli, gizemli kalır. Aynı şekilde bir sanatçı, öyküsünü, karakterlerini bulduğu zaman dua-eserini yapar, yaratımında Tanrı'yla hem fikir olur ve tam yerinde sözcükleri bulur. İşte burada sanat bir hediye şeklini alır. Sanat yalnızca bir hediye olduğu zaman "hizmet edebilir".

- Filmleriniz böylece Tanrı için aşk eylemleri oluyor.

- TARKOVSKİ: Buna gerçekten inanmak isterim. Bunu yapmaya çalıştım. Benim için ideal, bu "hediye" yi sürekli vermek olacak. Bu anlamda Bach, Tanrı'ya gerçekten sunulabilecek tek hediye.






--------------------------------------------------------------------------------



"Les mardis du cinema", France Culture,
Röportajı Yapan: Laurence Cosse, 7 Ocak 1986
Fransızca'dan Çeviren: Güven Güner, Eylül 1993, İstanbul


*****************************************************

http://kahvevetefekkur.wordpress.com/2009/06/23/deli-domenico-andrei-tarkovsky-uzerine/


Deli Domenico (Andrei Tarkovsky Üzerine)
Posted in Halil DURANAY by Halil DURANAY on Haziran 23, 2009
Kurgu sinemasını ve ilkelerini reddetmemin nedeni, filmin beyaz perdenin sınırlarını aşarak genişlemesine izin vermemesi, yani seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştırmasına olanak tanımamasıdır.

Andrei Tarkovsky





Bir klasik müzik eseriyle jenerik yazıları görünür sonra yavaş yavaş doğaya ait bir tablo ekrana dolar, herşey yavaştır, damardan ağır akan kan gibi, soğuk ve katılaşmaya yakın daha kurguya ait herhangi bir unsur çıkmadan kendi yaşamınıza ait onlarca şeyi aklınıza getirirsiniz evet bir az sonra harkete kavuşacak bu tablo bir Tarkovsky filimidir; film hakkında o an kafanıza kilitlenecek tek şey az sonra ciddi bir varoluş med cezirine bulanacağınızdır.

29 Aralık 1986 yılında sadece 54 yaşındayken Paris’te ölen bu Rus yarım asırlık yaşam serüvenine, aşılması çok güç sinema eserleri sığdırdı. Kendisine uzunca yıllar sinemasının; saçmalık, manasızlık, aşırı kişisel ve halka yaklaşamadığı eleştirileri yapılmıştı. Tarkovsky tüm bu eleştirilere Mühürlenmiş Zaman kitabında şöyle cevap verdi: ” Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil, ama Spielberg gibi, örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım. Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız, Star Wars ve Superman gibi, sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın aptal olduğunu söylemek istemiyorum, ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam. Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır.”

İmgenin taşıdığı nitelikli anlam, soyutluk, bilinçaltı ve ontolojik sorunsallar üzerine ciddi kompozisyonlar kurarak, bu tasarıları en ifadesel görüntülere nakletmek konusunda Dreyer ve Bergman’ın açtığı sinema yürüyüşünü ulaşılaması çok güç bir noktaya taşımışdır. Tüm bu konulardaki ustalığı ve seçkinliği; filmlerinde ciddi felsefi diyalogları ve katarsis görüntüleri varetti. Filmlerinin temel karakterleri, yabancılaşmış – kendini toplumdan izole etmiş, maddi kaygılardan arınıp metafiziğe saplanmış ve özünde yanlız olan adamlar ve ya kadınlardır. Ana karakterlerin yanında yan karakterler de filmin ortaya koyduğu sorunlara hat safhada katı bulunmaktadır. Nosthalgia filmindeki Deli Domenico, Kurban filmindeki Otto, Ivan’ın Çocukluğu filmindeki Komutan Kholin bu saptamaya örnek yan karakterlerdir.

İlk profesyonel filmi 1962 yılında çektiği Ivan’ın Çocukluğu (Ivanovo Detstvo ) filmidir. “Savaş, kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz.” der Tarkovsky. Ivan’ın Çocukluğu da bu tema üzerine inşa edilmiş bir savaş sırası karakter psikolojisi filmiydi. Ivan adlı küçük bir çocuk düşman hatlardan kendi saflarına istihbarat taşır ve bir subay kadar ciddiye alınır. Gereğinden fazla olgunlaşmış hatta karakter mutasyonuna uğramış Ivan ikinci dünya savaşının tüm pisliğini üzerinde resmeder. Şüphesiz Ivan, Tarkovsky’nin ve jenerasyonunun savaş döneminde yaşadıkları gerilimin açık bir yansımasıdır.

Sonra 1966 da Rus İkon sanatçısı Andrey Rublev’i anlattığı Andrei Rublyov filmini çeker. Andrei Rublev hakkında sanatçının yaptığı az miktardaki ikon çalışmasından başka, elde sanatçının hayatı hakkında fikir verecek bilgi neredeyse yoktur. Tarkovsky’i bu durumu şöyle ifade eder;… aslında bir kaç ikon dışında Rublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu… Rublev’in yaşamı üzerine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir eylem özgürlüğü tanıdı…Evet İkon sanatçısı Tarkovsky’nin bakış açısıyla yeniden yaratıldı. Bu yarı gerçek-yarı kurgu Rublev üzerinden Tarkovsky, sanatçının toplumla iletişiminden başlayarak yaşadığı tüm somut yahut iç deneyleri resmetti. Arka planda ise Rublev’in yaşadığı dönem olan Ortaçağ Rusya’sının detaylı bir analizini ve eleştirisini sundu. Pagan ayinlerinden, kilisenin toplumla ilişkisine ve dönemin siyasal durumuna kadar döneme ait birçok ayrıntıyı işledi.

1972 yılında ise ilk kitap uyarlaması olan Solaris’i tamamladı. Stanislav Lem’in romanından esinlenerek çektiği bu film, uzay yolculuğu yapmadan inşa edilmiş bir bilimkurguydu. Sırf bu sebepten bile aynı zamanda çekilen batı uzay filmlerinden oldukça ayrıksı bir yere sahiptir. Aslında Solaris bilimkurgu tabanı üzerine işlenmiş gizemli bir dram filmiydi. Yine bir karakterin bireysel hayatı filmin ana ekseniydi. Kelvin bir görev için Solaris gezegenine gider ve burada 30 yıl önce kaybettiği karısıyla karşılaşır. Bir süre sonra mantık ve mantıkdışılık birbirine karışır. Kelvin bir süre sonra bu olgudan ayrılmak istemez çünkü kaybettiği eşi burada yaşamaktadır ve dünyaya döndüğünde eşi orada olmayacaktır. Kelvin’in içine düştüğü bu ikilem bir süre sonra, neyin gerçek neyin kabul edilir olduğu tartışmasını, Solaristeki mantıkötesi durumu doğru saymasıyla sonuca erdirilmeye çalışılır.

1975’te ise Ayna ( Zerkalo) filmini çeker, bu film de yine Ivan’ın Çocukluğu gibi Tarkovsky’nin kişisel deneyimleriyle çok yakın ilişkidedir ki daha sonra çekeceği Nosthalgia ve Offert gibi soyutluğun ağır bastığı, salt imgelerden örülü ontoloji sorgulamalarının da ilk deneme tahtasıdır. Ayna filmi için de yine anlaşılmayan hatta saçma bir film olduğu eleştirileri ağır basar Tarkovsky’i ise bunun sıradan herhangi bir insanın yaşadığı durumların dışavurumundan ibaret olduğu durumunu karşı kitleye kabul ettiremez. Ayna filminin gece gösterimlerinden sonra Tarkovsky sinemada kalıyor ve izleyenlerle film üzerine uzun tartışma sohbetleri yapıyordu. Yine böle bir sohbet durumu bir gece haddinden fazla uzar ve bir süre sonra salonun temizlikçisi yanlarına gelip Tarkovsky ve beraberindekilere tartışmayı bitirmelerini çünkü salonu kapatması gerektiğini söyler, temizlikçi kadın filmi daha önce gördmüştü ve tartışılacak konun niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamamıştı, temizlikçi kadın söze şöyle devam eder; “Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister”. Tarkovsky bir röportajında bu olayı anlatır ve o temizlikçi kadının herşeyi anladığını ve durumun aslında bu kadar basit olduğunu yineler.

1979 yılında ise yine bir bilimkurgu olan ikinci kitap uyarlamasını tamamlar, bu film; Arkadi ve Boris Strugatsky kardeşlerin Uzayda Piknik kitabından uyarladığı İzsürücü (Stalker) filmidir. Filmde Zone adı verilen ve kendi kendine bağımsız yaşayışıya sahip insansız bir yer vardır. Burası bir felaket sonucu oluşmuştur ve Zone’ a gitmek yasaktır. Stalker denen karakter ise Zone’u çok iyi bilen biridir. Gelen bir teklif üzerine izsürürcü, bir yazarla bir bilimadamını Zone’a yasadışı sokup onları istedikleri yere ulaştıracaktır. Film bu üç karakterin Zone’da yaptıkları yolculuğu anlatmaktadır. Zone Ütopyalara karşı kurulan Disütopya geleneğinin bir Sovyet versiyonudur. Tarkovsky Stalker karakteri için Don Kişot benzetmesini kullanır ve ona göre Stalker tipik bir edebi idealisttir ve idealistler gerçek hayattaki tüm savaşları kaybedenlerdir. Yolculuktaki izsürücü figürüde bahsi geçen tüm bu nitelikleri belirgin biçimde üzerinde taşır. Stalker’ın film olarak bir başka farkı da daha yayınlanmadan başına gelen talihsizliktir. İlk film tamamlanır ancak bir laboratuar kazası sonucu tüm kayıtlar yok olur. Bunun üzerine Tarkovsky çok daha küçük bir bütçeyle ve daha ksıa bir sürede filmi tekrar çeker. Bugün izlediğimiz Stalker bu düşük bütçeli kaza sonrası versiyondur.

Tarkovsky dört yıl sonra 1983 yılında Nosthalgia filmini tamamlar, bu filmin temel kahramanı ise kendi ülkesinden sürgün edilmiş, ülkesini ve ailesini özleyen bir entellektüeldir. Film İtalya’da çekilmiştir ve daha ilk açılış sahnesi itibariyle inanılmaz doğa manzaralarına birer tablo gibi bakışlarımızı kilitler. Andrei Gorchakov filmin adlı bu sürgün, ülkesinin uzağında ve hastadır. Aslında bu karakter Andrei Tarkovsky’nin Rusya’nın dışına çıkıp batı Avrupa’da geçirdiği yılların bizzat yansımasıdır. O yıllarda Tarkovsky’de aynı Andrei Gorchakov gibi hastadır ve akciğer kanseri tedavisi görmektedir. Nosthalgia’da monologlar, diyaloglara göre daha baskındır ve derinliklidir. Arka plan olarak ise Tarkovsky gri,nemli ve soluk renklerin ağır bastığı antik harabeyi andıran bir kasabayı kullanır. Kıyamete benzer bir sonun bir kaç zaman evvelini yaşayan yabanileşmiş bir kasaba. Deli Domenico adlı karakter ise tüm bu şizofrenik durumun bedenleşmiş halidir. Nosthalgia özünde soyuttur ve bilinçaltıyla, kan basıncı düşük ağır bir tempoda ilerler. Diğer bir deyişle Nosthalgia kasvete dolanmış salt karanlıktır.

Tarkovsky Nosthalgia’daki ölümcül ve hastalıklı gidişata daha fazla hiçlik enjekte eder ve ortaya 1986 tarihli Offert (Kurban) çıkar. Tarkovsky, Kurban’ı oğluna ithaf eder aslında bir nevi oğluna miras filmidir bu. Bu son filminde de Tarkovsky yine varoluş sıkıntısının içine saplanmış Alexander üzerinden gerçeküstü bir soyutlama çıkarır. Filmde Nosthalgia’ya göre karakterlerin gerginliği ve dışavurumu daha yüksektir. Alexander’ın sahil kenarındaki evini ateşe verip uzun süre öylece izlemesi ya da savaş başladığında evde doğum günü için birikmiş insanların uyumsuz ve bencil tutumları bu olguya örnektir. Eğer yaşasaydı Tarkovsky’nin bir Macbeth uyarlamasıyla kariyerine devam edeceği söylenmektedir.

İmge, hakikatin suretidir. Körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…diyor usta sanatçı ve buna ek şöyle devam ediyor; “İnsan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilir. Buna rağmen film yönetmenleri sık sık şiirsel mantığın yerine kaba bir tutuculukla teknik yöntemleri kullanmakta ısrar ediyorlar. Bu filmlerde rüyalar somut bir yaşam fenomeninden modası geçmiş film hileleri karmaşasına dönüşüyor.”

Anlatısının merkezi entellektüel bir tefekkürün daha da ötesinde akademisyeninden, manavına, komutanından dilencisine kadar istinasız her insanın içinde bulunduğu öz varoluş korkusudur.

Tarkovsky sineması istinasız herbirimizin kafamızı yastığa koyup uykuya dalmadan evvel geçirdiği o uzun ve sürekli gerilmenin somutlaşmasıdan ibarettir. Ne azı ne de fazlası. Tarkovsky’nin de dediği gibi: “Sanıldığının aksine, sanatın işlevsel amacı, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli kösesinden vurmaktır.”

Halil DURANAY

2 Kasım 2008 Pazar

Gürcistan

Gürcistan


Gürcistan ülkemizin kuzey doğusunda küçük bir ülke, fakat çok önemli. Son zamanlarda büyük devletler arasında aşağı yukarı siyasi soğukluğun bir nevi soğuk harbin odak noktası haline geldi. Türklerin tarihiyle çok yakından ilgili. o kadar yakından ki bazı Türk kabilelerini hazarları göz önüne alırsak 8. asır ama Selçuklu tarihinden başlarsak 10.asırdan beri Gürcistan Türk tarihiyle iç içe. o kadar ki gürcü dilini gürcü kaynaklarını tetkik etmeden sıhhatli bir Türkiye tarihinin yazmanın imkanı yok.

Niçin öyle söylüyorum, çünkü bu ülke 5. asırdan beri kendi yazısını yani dilini kağıda dökebileceği, dini ve laik edebiyatı olan ve aynı zamanda da Hıristiyanlık aleminin Habeşistan ve Ermenistan'la birlikte en eski devletlerinden biri. Daha da ilginci 8.asırdan beri halkının bir kısmının İslamlaşması bugünün Kafkasya'sını daha karışık ama kültür ve milli bakımdan son derece yeknesak bir ülke haline getiriyor. Kim ne derse desin hem kuzey hem güney Kafkasya'nın çok ilginç kültürel noktası. Sadece Kafkas milletlerinin değil civarda ki bir çok ulusların bile tarihinde önemli yeri olan bir ülke. Milattan önce 6000'den itibaren Kabataş veya paleolitik devri dediğimiz kalıntıları var. Ama Kolhit bölgesi Gürcistan'ın tarih öncesi kalıntılarının bulunduğu yer ve bu dönemde yine eski yunan kaynaklarına geçmiş. Kolki diye bahsettikleri yunan coğrafyalarının bildiğimiz Gürcüler. Gürcüce çok ayrı bir dil grubu. Kafkasya'da ne bugünkü komşuları Osetler gibi İndo-Avrupa ne de bugünkü yan komşusu Abhazyalılar gibi Çerkezya dil grubuna benzemeyen apayrı bir dil. Aşağı yukarı 5 sesli harf ve 28 sessiz harfle yazılıyor. Bazı Kafkas dillerinin başkalarının öğrenme şansı yok. Ama gürcüce öğle değil. Bu yüzden de edebiyatı yabancıların ilgisini çekmiş ve o canlı hayat 19.yüzyıldan beri Rusya edebiyatını da çok etkilemiş.

Büyük şair Lermentov eğer Gürcistan ve Kafkasya olmasa olmazdı. Çok genç yaşta düello da giden bu şairin dizilerinde ve hikayelerinde Kafkasya ve bilhassa Gürcistan ebedileşmiştir. Aynı şey Puşkin için söylemek mümkündür. Aynı şey büyük yazar Tolstoy'un gezi notları için söylemek mümkündür. Şurasını unutmayalım Gürcistan bütün büyük milletlerin edebiyatında ve tarihinde adı geçen bir ulus. Bu Kafkas büyük dağların güneyinde yer alan bizim maveray Kafkas dediğimiz güney Kafkasya'nın bir parçası. İklimi son derece ilginç. Mutedil ılıman bir Akdeniz ikliminden Karadeniz'de bulunmasına rağmen kara iklimine kadar gidiyor. Sıra sıra dağlar o ülkeyi bölmüş. Batıda, doğuda ve ortasında Kaheti, Kartvelli ve İmareti dediğimiz bölgelere o ülkenin ortasında geçen Kür nehrinin kollarının ayırdığı bölgeler. Burada gürcü dillinin muhtelif lehçeleri de var. Mesela megrilli dediğimiz lehçe bizim Kuzeydoğu Anadolu'muzda konuşulan Lazlar dediğimiz grubun konuştuğu dille hemen hemen aynı. Mesheti dediğimiz grubun konuştuğu lehçeye gene doğuda rastlamak mümkün. Bu bir yakınlık doğuruyor, hiç şüphesiz ki ve Acaristan bölgesinde Müslüman gürcüler Mesketya da kısmen öğleleri, fakat unutmayalım ki Gürcistan Ortodoks aleminin çok önemli parçası. Yani doğu kilisesinin çok önemli bir parçası. Bu dine çok laik yaklaşılıyor.

Gürcistan esasta laik bir ülke, fakat din etrafında çok ilginç kültürel bir yapı gelişmiş. Gürcistan'ı bütün ananeleriyle bütün yaşam tarzıyla oluşturan onun Müslümanlık ve Hıristiyanlıktan önceki hayatı. Ve o kadar ki 18. ve 19.asırdaki modernleşme döneminde de bu eski kültür devam etmiş. 10.cu asra kadar Gürcistan muhtelif kabilelerin muhtelif boyların hakimiyeti altında. Onu ilk defa birleştirenler Bagratlı sülalesi. Bagratik hanedanı hem Ermenistan hem Gürcistan'da hükmetmiştir. Fakat asıl önemlisi büyük Kral David'in torunu olan Tamar. Kraliçe Tamar Gürcistan'ın Hıristiyanlığını tamamlayan bir hükümdar. Gürcü edebiyatını ve idare sistemini kuran biri. Onun zamanında Gürcistan Karadeniz kıyılarından hatta bizim Doğu Karadeniz'den Kars'ı da içeren ta Şekiye ve Hazar denizine uzanan Kafkasya'nın en büyük devletiydi. Parlak bir dönemdi. Ticaret yollarının üzerindeydi. Gürcüce yazılı edebiyatının en parlak zamanını yaşıyordu. Yani klasik devrini. O ne demektir sonraki dönemlerde bu dil zaman zaman kullanılmasa hatta yabancı hakimiyeti dolayısıyla okul programlarında çıkarılsa dahi, her zaman için insanların öğreneceği, beyinlerinde ve zihinlerinde yaşatacağı bir edebiyatın yaratılması demek. İşte Kraliçe Tamar'ın zamanında Şota Rustaveli gibi büyük bir şair var. Dizileri Gürcüce bilmeyenleri bile etkiliyor. Başka milletlerin dilinde Şota Rustaveli terennüm edenler var. Onun son derece stratejik ve filozofik yaklaşımı arkasında çok kültürel bir mirasın yattığını gösteriyor. Doğrudur Gürcistan demek sadece Gürcistan değildir. İran ülkesinden etkilenmiştir, Helen dünyasından etkilenmiştir ve muhakkak Ortaçağın Gürcüleri başka milletlerin edebiyatlarını da tanıyıp çeviriyorlardı. Özellikle İslamiyet'in ilk devirlerinden itibaren Gürcistan'da Müslüman hakimiyeti de görülür.Koyu bir hakimiyet değildir. Ama burada artık Müslümanlar oturur ve toplumu etkilemeye başlamışlardır. Buna rağmen eski yapıda direnmektedir. Direniş daha sonraki dönemlerde Hıristiyanlıkta kendi ifadesini bulmuştur. Türkler Anadolu'ya girdikleri zaman, Selçukiler Bagrati hanedanıyla Kraliçe Tamar'dan evvel çok mücadele ettiler. Fakat Kafkasya ve Gürcistan'a girmeleri çok zor oldu. Kraliçe Tamar'dan sonra bu hakimiyet yayılır gibi oldu ve Gürcistan, İran ile Türkler arasındaki savaşlar ikisinin rekabeti arasında kaldı. O yüzdendir ki Çaldıran savaşında yani 1514'ten sonra Yavuz Sultan Selim İran Safevilerini İran'a püskürttükten sonra Gürcistan'da Osmanlı hakimiyeti artmıştı. O kadar ki üç sancak halinde Osmanlılar Gürcistan'ı 150 sene kadar yönettiler. Bu 150 senede ne oldu? Bir kere hiç şüphesiz ki Osmanlı idaresinin gereği buradaki Musevilik ki bu Musevilik bazı gürcü devletlerin bu dini seçmelerinden ileri gelmiştir. Çünkü Museviliğin esasta misyoner faaliyetleri olmamasına rağmen 7. ve 8. asırlarda Hazarlar arasında olduğu gibi Kıpçaklar arasında Gürcistan'da da böyle bir misyoner faaliyet yürüttüğü bazı tüccarların anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık yaşamıştır ve tabii ki Müslümanlık. Esas olarak Osmanlı idaresinde adı geçen bir takım gürcü paşaların sadarete kadar yükselenlerin çok becerikli komutanların devlet ve hatta ilim hayatına nüfuz eden gürcülerin bu dönemin ürünü olduğu açıktır. Ama 17. asırdan itibaren Kafkasya gene kendi dünyasına dönmüştür. Parçalanmış devletçikler hiç şüphesiz ki bu toplumun ve bu ülkenin bir zaafıydı. Ama şaşıracak şey aynı zamanda da bir kudretiydi. gürcüler her zaman için kendi dillerini savunmayı ve korumayı bildiler.

Nitekim 19yüzyılda bu ülke bir Rönesans yaşadı. Çok ilginç bir şekilde Avrupa edebiyatının büyük eserleri süratle Gürcüceye çevrildi. Mesela Shakspeare'in Kafkasya'daki ilk ve hatta dinlendiği zaman en güzel tercümesi Gürcistan'da yapıldı. O kadarla kalmadı felsefeye kadar giden bir merak vardı. Fransız edebiyatına yaklaşan bir merak vardı. Ve Gürcistan çok erkenden Roma Katolik kültürüyle, Germen kültürüyle tanışmış oldu. Dahası 1795'de Georgievsky Antlaşması Rusya Çar Pavel'in zamanında Gürcistan'ı otonom bir bağlı devlet haline getirdi. Ve bundan sonraki 70 yıl içinde de yavaş yavaş Gürcistan'ın kendi hiyerarşisini yerel hükümdarlarını ortadan kaldırdı. Ve Rusya Gürcistan bir mahalli idare kurdu. Bu yerel idare veya mahalli idare doğrudan doğruya Guberniya dediğimiz vilayet idaresinde Gürcistan Kafkasya'nın merkezi olmuştu ve zamanla Azerbaycan bugünkü Ermenistan ve bizim doğumuzda Kars vilayetimiz 1878'de ilhak edilince Tiflis'in merkez olduğu dünyaya bağlanmıştır. Tiflis Rusya'nın subayları, memurları ve aristokratları için en canlı bir merkezdi. İran'ın, Türklerin, Ermenilerin bir araya geldiği bu dünya Rusların hakim olmaktan çok hayran oldukları bir merkezdi. İşte genel vali Vorontsov'un zamanında Tiflis'teki Saray bugün Rustavila adını taşıyan ana bulvarının etrafındaki binalar . Henüz burada üniversite kurulmamasına rağmen, ki o üniversite ancak birinci cihan harbi müstakil Gürcistan tarafından teşkil edilecektir. Canlı kültürel hayat 19uncu yüzyılın başında Rusya'nın ünlü dram yazarı Gribayedov burada bulunduğu zaman Prens Chavchavadze'nin kızıyla evlenmiştir.Gürcüler Kafkasya'da yaşamayı Batıya en yakın olanı Fransız kültürünü en iyi taşıyan bir toplumdu. Ve bu yüzden de Rus hakimiyetinin idareciliğini hayranlığını çekiyorlardı. Tiflis bir kültürel merkez haline gelmişti. İlk Türk tiyatrosu diyebileceğimiz bir yerde Mirza Fethali Ahundzade'nin yazdığı eserler bu şehirde kaleme alınmıştır. Çünkü Ahundov tercüme bürosu şefi Baron Rose'nin yardımcısıydı Tiflis'te ki vilayet idaresinde. İlk Farsça gazete burada dünyaya gözlerini açmıştır. Ermenilerin kültürel faaliyetleri burada gitmektedir. Tabiî ki gürcülüğün ana kültürü burada sürüp gide gelmektedir. Hiç şüphesiz ki 12.asırdan beri başlayan bu sıcak çatışmalar 19cu yüzyılda Kafkasya'nın bu merkezini bir medeni ilişkiler ve giderek Çarlığa karşı bir siyasi direniş ortamı haline getirmektedir.


Sakartvielo aslında gürcülerin kendi ülkelerine verdikleri isim bu ve ülkenin tıpkı İspanyolların merkez lehçesinin Kastilya olması gibi bunlarında merkez lehçesi Kartvili dediğimiz orta Gürcistan dili fakat Gürcistan tarihi boyunca Türkler ve İranlılarla muhabere etmekten zaman zaman iç içe yaşamaktan dolayı çok önemli ölçüde kendi dil grubuyla alakası olmayan birisi İndo-Avrupa dillerinin başı sayılan Farsçadan öbürü finougrik? Türk dilleri dediğimiz grubun çok önemli bir grubu sayılan Türkçeden bir takım kelimeler almış. Ve bunları bu Türkizimleri ve bu Farsisizmleri hiç bir komplekse kapılmadan kullanan yaşatan bir dil. Çünkü bütün çevre dillere göre kendisini iyi koruyan dünyaya açılan, Ortaçağlarda bu dediklerimizden, yeni çağlardan Avrupa dillerinden ve Rus dilinden esinlenen ama aynı zamanda da onları etkileyen bir Kafkasyalı şairin söylediği gibi "Bizim ülkemizi fetheden Rus ordusu değildir, Puşkin Rusya'sıdır" demişlerdi. Rusya'nın şiiri ve müziği Kafkasya'da kendisine en yakın bir partner, karşı taraf buldu. Ve bütün o milletlerin şiiri günlük adetleri ve ananeleri onları etkiledi. Kafkasın sofra adetleri, Kafkasya'nın giyimi, Kafkasın mimarisi kendisini Tiflis'de, Bakü'de, Azerbaycan'ın kuzeyinde, Kafkas dağlarının başladığı Şeki'de hissettirdi. Bugün bile bu kültür devam edip gidebilmektedir.

Çok ilginç bir şey Sovyetler Birliği yıkıldıktan ve Batı'ya açıldıktan sonra Kafkasya'daki milletlerin itibar ettikleri ilk dil Rusca'dan sonra İngilizce değil Fransızcaydı. Fransa'dan Bakü'de, Gence'de, Şeki'de, Tiflis ve Kutais'de liseler açması istendi. Tabii ki çağdaş Fransa bu gibi talepleri karşılayacak dolduracak 19.yüzyılda dinamizmini sürdürecek bir ülke olmaktan çok uzaktır. Onun için bu talebi karşılayamadı. Ama unutmayalım bu dünya Batı'yı da Doğu'yu da çoktan iki asırdır bünyesinde bir araya getirebilmiştir. 1917 ihtilalinden sonra Brest Litovsk Antlaşmasıyla bu dünyanın içindeki bazı parçalar Osmanlı İmparatorluğuna dolayısıyla yeni Türkiye'ye terk edildi. İlk anda kurulan Gürcistan, İngilizler hatta o bölgede işgalde işgalci durumda olan Almanlara yakınlık duydu. Fakat neticede Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan bir arada Trans Kafkasya Cumhuriyetini bir araya getirdiler. Bu çok uzun ömürlü olmadı. ve belki Kafkasya'nın bugünkü konumunda bile böyle bir birliğin bir daha bir araya gelmesi mümkün değil. Yaşaması da mümkün olmaz, ama çok açıktır ki maveray Kafkas çok çabuk dejenere edildi ve Sovyet hakimiyeti devrinde bu bölgenin haritası yeniden çizildi.

Gariptir birbirleriyle din ve dil alakası olmayan kavimler iç içe geçirildiler. Bunu yapan milliyetler komiseri Josif Stalin'di. Stalin siyasi bakımdan birliği meydana getiren 15 ana cumhuriyet ve o cumhuriyette bu 1936 anayasasıdır. Bağlı mesela Gürcistan bir Sovyet Cumhuriyeti, Ermenistan ve Azerbaycan öyle, bunlara bağlı muhtar cumhuriyetler ve otonom bölgeleri gerçekten bir şeytani amaçları bazıların dediği gibi böl ve yönet ilkesince veya bilgisizlikten mi yaptığı tartışılır. Miras Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile problemler yaratmaya devam etmektedir. Abhazya Kuzeybatıda Gürcistan'ın Abhazca konuşan din bakımından ikili ve dil bakımından bu grupla alakası olmayan bir bölgedir. Osetya'da İndo-Avrupa dili konuşan kuzeyi ve güneyi, kuzeyi başka yere bağlı, güneyi buraya bağlı bir başka bölgedir. Bunların bir arada nasıl yaşadıkları bellidir. Totaliter tek parti yönetiminde bu devam edebilir. Alttan alttan mücadeleler olarak, mesela Kafkasya'da çok ilginç bir şeydir. İkinci Cihan savaşından sonra Ermenistan ve Azerbaycan'ın nüfusunda sessiz ve gizli bir mübadele meydana gelmiştir. Azerbaycanlılar kendi ülkelerinde ki Azeri nüfusun oranını düşürmüşlerdir. Muhtemelen onları Gürcistan ve Ermenistan'a göçünü kolaylaştırdı. Bakü şehri büyüdükçe içindeki Türk olmayan Azerbaycanlı olmayan oran azaldı. Ermenistan'ın çok kalabalık Azerbaycanlı nüfusu ise dramatik bir düşüş gösterdi. Bunlar hepsi sessizce ve bir takım kendine has mekanizmalarla gerçekleştirildi. Aynı şekilde Gürcistan bir nüfus kaybına uğramıştır. ama bu en azıdır. açık söylemek gerekirse çok yakın zamanlara kadar bu kozmopolit nüfus miktarını koruyan bir ülkedir. Gürcistan'ın anlayışı budur. şehrin içini gezdiğiniz zaman kendisine Tiflis'e Kafkasların Paris'i dediğinizi anlarsınız. Evvela muhtelif diller konuşulduğunu duyarsınız. Ondan sonra bu bölgede ki en iyi teatral ve müzikal faaliyetlerin Azerbaycan'la birlikte burada olduğunu görürüsünüz. Ve nihayet şehrin kuzeyinde ki dağda elinde kılıçlı Gürcistan ana heykeli. İnsanların en zor zamanında bile ne kadar bağımsızlıklarına ve ulusal kimliklerine sahip olduklarının bir göstergesidir. Ne var ki uzun İmparatorluk hakimiyeti arkasından yaşanan Sovyet devri mirasını ve bu mirasın etkilerini gösteriyor. Son olaylarda Gürcistan otonom parçasıyla açık bir krize girdi ve bu kriz bütün büyük devletleri etkiledi. Bu etkinin sonuçları ne olacak. Herhalde önemli oranda gürcü mülteci barındıran Türkiye ki Çar işgali zamanında 1800'lerden itibaren çok sıkıntı çeken müslüman gürcüler türkiye'ye göç etmişler ve bir de etnik grup olarak bazı bölgelerde varlar. Bu grubumuza rağmen nasıl bir politika güdeceğiz. Unutmayalım Kafkasya'da yaşayan her halkın aşağı yukarı yüzde elli miktari Türkiye'de dir. Yani bizim vatandaşlarımız bizim insanlarımız dedelerinin, büyük dedelerinin vatanına ve kültürüne bağlılık duymaktadırlar. Hassas bir politika izlemek zorundayız ve bu hassas politikaları takip ederken hiç şüphesiz büyük devletlerden en uzak ve en mesafeli bir şekilde durmamız gerekmektedir. Son Kafkas krizi bunu göstermektedir. Hiç şüphesiz ki Kafkasya Türkiye'nin arka bahçesi değildir.Kafkasya Türkiye'nin gönül bağları ve sorumlulukları olan bir parçasıdır. Bütün o milletler tarihlerinde önemli bir Osmanlı safhası geçirmişlerdir. Bugünkü oluşumlarının, kültürlerinin, dini yapılamalarının hatta kentte ki gruplaşmalarının en önemli yapıcı faktörlerden birisi bu iki asırlık Osmanlı hakimiyetidir. Kuzey de kumuk şamhallığı otonom fakat Osmanlı'dan çok etkilenen bir yapıyla Dağıstan bölgesini güney de Gürcistan'ın yapısı ve yine bir asır süren Azerbaycan'da ki hakimiyet, Ermenistan'da ki hakimiyet bu gibi yapılanmaları ortaya çıkarmıştır. Kafkasya'nın tarihi oluşumu ve bugünkü iştimai siyasi yapısından Türkiye bir ölçüde tarih olarak sorumludur, uzak duramayız. Bu ülkenin 19.yüzyılda Türkiye'ye Osmanlı İmparatorluğuna yönelik iç göçleri dolayısıyla, ulusumuzun en önemli değerleri ve çağdaş kültürümüzü oluşturan en önemli unsurların atalar ve dedeler yoluyla Kafkasya'dır. Bunu da göz önüne almak zorundayız. göz önünde tutmak zorunda olduğumuz bu iki unsur bizi batıda ki ve kuzeyde ki devletlerin çatışma nedenlerine, politik eylemlerine karşı son derece muhafazakar ve mesafeli olmaya zorlamaktadır. Tarihi boyunca bütün Ortadoğu dilleri etkisini taşıyan, milattan önce 65'de roma imparatorluğunda nüfuz alanına girer. Ondan sonra Bizans'la çatışan, ondan sonra ilk halifeler devrinde beri İslam dünyasıyla iç içe giren çatışan ve bir arada oturan, İran Türk Osmanlı harpleri sırasında, Selçuklu Osmanlı harplerindeki çatışmalardan dolayı gene bu dünyayla muhtelif bağlar kuran, sadece sınırdaş, sadece komşu değil ama kültürel paylaşım içine giren dünyanın en önemli parçasıdır Gürcistan. Bunu unutmamamız gerekiyor ve bu memlekette ki bazı atılımları, bazı eğri doğru yönelimleri çok dostça çok kardeşçe etkilememiz yan almamız kaçınılmazdır.

http://www.ntvmsnbc.com/ntv/metinler/Tarih_Dersleri/eylul_2008/17.asp

21 Ekim 2008 Salı

Mevlevi olmak zorunda mısınız?

Budizm başta olmak üzere doğu öğreti ve dinleri ahlâklarından, bağlamlarından, dünyalarından yani hakikatlerinden koparılıp bir kaçışın, hemen şimdiciliğin, diğerini (şimdilerde "başkası", "öteki") unutan, yıpratılmış bir diğerkâmlığın yerine kendiciliğin oturtulmasından başka bir şey olmayan klonlarıyla "bir sömürge olarak gündelik hayatımız"ın resmi dinselliği olarak kendilerini gösteriyorlar.

"Doğucu" hedonist, doğunun hedonizminden, hazdan anladığından hazzetmiyor. Zevk, ölçü, kıstas, dur durak anlayışının toplumsallığını red içinde herşeyden önce. Yeni yorumun geçerli olmasının kriteri tüketimci ve kendini ve kendi imkanlarını tüketmeye kurulmuş bir bireycilik. Fedakarlığı, başkalarının hakkını, başkalarına verilen öncelikleri reddeden bir başkalıkçılıkla, kendi başkalık hakkını savunuşun, başkalık vurgusuyla dünyayı değiştirmeye soyunuş.

Başkalarının mutluluğu başkalarının mutluluğunu öne çıkararak değil, kendi mutluluğunun silahşörü bir dünya kurtarıcılığıyla sağlanmak isteniyor gibi. Klasik hedonist utilitarianizm toplam mutluluğu artırma derdindeydi. Ya da acıyı azaltma. Bu "doğucu", kurtulmuş, kurtarıcı gündelik hayat sömürgeciliği kültür ve kültürlerarasılık lafzıyla, kendince ders vererek, kuzular gibi masum ve tepeden bakarak sürüye dalıyor.

Bu tip bir ufku ufkumuza bulaştırma derdinde olanlar, kendi doğuculuklarını bir eğreti hırka gibi giymekteler. Kendilerinde değişen bir şey yok. Kimlikleri aynı. Nesillerce devam edecek kendini tanımlama ve kimliklendirme süreçleri gücünü yitirmeden, saldırganlığını yitirmeden, sömürgeci hırsını terkeylemeden arka planda devam ettiriliyor. Sorgulamadan. Ama sorgulayana da aman vermeden.

Bizim aklı evvellerimiz, şimdilerde "Mevlevilik neden kapılarını dindar olmayanlara açmıyor?" sorusunu sormaktalar. Mevlevilik gerçekten devam etmekte mi, gerçekten Mevleviliği bilen eden, devam ettiren kaldı mı sorusunu bizzat geleneğin içinden gelenler sormakta. Bence, evet, bir adabı bilen, mevleviliğin kültürünü bilen insanlar var. Ancak onun içinden değil, dışından konuşanlar işitiliyor. Bu durumun adını koymayalım. Ama başkalarının söz hakkını, başkalarının bakışlarını kendi ufkundan, kendi(ne) bakışından bile daha çok sunan bir konumda Mevlevilik.

Mevlevilik sömürgeleştirilmiş doğu dini; meditasyon, gevşeme rahatlama dini; hazcı dinler jeneratörlerinden de nasibi almış durumda. Çoğu "Rumi" çevirisi, alıntısı vurgusu Mevlana'dan çıkarılabilecek en sıradan bir bilgeliği bile yadsır, dümdüz eder durumda.

Mevlana ve Şemsin reddettiği bir Vahdet-i Vücud yorumu, hattâ mevleviliğin temellerini oluşturan bir aşk, birlik kavramının politeizasyonu zaten var olan, kendini dayatan, önü açılmış olan, çığ gibi büyüyen bir silme süpürme işi.

Buna aşkla karşı koyan üç beş kişi sabırla köklerinden kopmadan, dünyaya nefret kusmadan, kimseleri silkelemeden, isyan etmeden, kovalamadan, kışkırtmadan, sabırla, sabırda, birlikte, birliğe teslim oluşta, insandan umut kesmemede yaşıyorlar.

Din olmasa tasavvuf ne güzel olurdu diyenler, sömürgeci hoşgörücülüğü değil, hoşgörmüşü, sabretmişi, katlananı, itilip kakılan ama itip kakmayanı ortadan kaldırma derdindeler. Onlar, anlayanın, sabredenin, sevenin, inananın eşiği. Onlar olsa da olmasa da siz de değişen ne olur? Onlar gitse, size ne kalır? Onların evi de işgal edilse size aşktan ne kalır?

Son mevlevi de teslim olmadan mevlevi olamayacağını düşünüş. Din olmasaydı tasavvuf ne güzel olurdu diyebiliş. Bizi aranıza alabilmeniz için bize benzeyin diyebilmenin " başkalık" hakkı ve hukuku? Başkalığa bakışın ahlakı?

Mevleviler adına konuşabilseydim, şunu söylerdim: Size Mesnevi okumayın diyen mi var? İstediğiniz kadar okuyun. Buyrun, istediğiniz gibi de yorumlayın, gerekçelerinizi vererek, ve söylediğinizi eleştiriye açarak. Ama inanmadan inanç sahibi olmak, sevmeden aşk konuşmak, olmadığını görünmek, göründüğünden olmamak iki yüzlülüktür. İki yüzlülük bizim işimiz değildir. Kapılar açık, ama misafirin yalanı yalancısını değil, ev sahibini, muhatabını mahcup eder. Utandırmak istememekteyiz, bundan mahcubiyetimiz.

Gönül evinde çizmeyle dolaşılmaz. İnsan inanmadan da sevebilir. Evi fethetmeden de evdeki güzele, güzelliğe tutulabilir.

Bizler de kaybolursak, istediğiniz olursa, o bina ne işinize yarayacak?

Biz biliyoruz ki, dibe vuracağız. Aşka geldiğimiz kadar, aklımız da başımıza gelene kadar. Akıl başa gelince, ne bir kin kalır, ne öfke. Sabrımızı beklemekteyiz. Sabıra beklemekteyiz.

İçinde çizmelerle dolaşılan bir bina. İçinde dolaşılan sikke, kavuk, cübbe, tennure. Biz hakikatimizde, hakikatimizle dolaşmaktayız. Onun bende olduğuna bendeyiz. Onun yolunun tozuyum dediğinin yolunun tozuyuz. Tersini iddia edenlerden de elbette şikayetçiyiz.

Öğretiden ibaret olan dahi hikmetle değiş tokuş edilmeye çalışılıyor. Hikmeti bırak, doğunun yüzeyseline bak. Evlerdeki bakırı talan eden naylon tabak satıcıları, naylon tabak, alüminyum tencere değiş tokuşcuları gene ev halkınca buyur edilmekteler. Kendilerini ne kadar eşit ya da kurtulmuş görseler de, naylon tabak devrini kapatamamaktalar. Kensisini evin sahibi göremeyen, kapkacağı talan ettiren bir hatun nasıl eşitliğin sözcüsü olabilir? Evinden çıktığında ev halkı evi yağmalıyorsa, yağmalatıyorsa o adam nasıl ev sahibi olduğunu düşünebilir?

Eşitlik, adalet, farkılığın zenginliğinde yaşamak, dayanışma, hak hukuk, ne ver kurtul işidir, ne kaç kurtul işi, ne de unut kurtul. İçinde yaşadığın dünyayı okumak, birlikte yaşadığın insanın, insanların derdini dert edinmektir. Dertte kaybolmakta değil, derdi tanımaktadır vurgu.

Senin derdini dert etmişlerle bir alıp veremediğin varsa, kimin ayakkabılarını giymişsin, kimin gözlüklerinden bakıyorsun, kime neyi kimi sunuyorsun bir bak! Yıktığın ev kendi evin.

Evet dışına çıkabilmektesin. Şimdilik. Çıkamaz durumda olduğunda, çıkmazda olduğunda, tavrını tüm dünyaya önerdiğinde ne olacak, bir kural olarak, bu senin ayrıcalığın değilse?

http://salimsaracer.blogspot.com/2007/11/mevlev-olmak-zorunda-msnz.html

19 Ekim 2008 Pazar

Eski Eserler

Eski Eserler


-İlber Ortaylı: 1717 yılında bugünkü Doğu Almanya'nın , Almanya'nın Doğusunda Saksonya Eyaletinin küçük bir kentinde bir sanatçı zanaatkarın çocuğu doğdu. Anası dokumacıydı. Fakir bir aile sayılırdı. Sağlıksız olarak dünyaya gelen bu çocuk kısa süren ömründe çok önemli bir dalın İlkçağ Sanat Tarihinin öncüsü sayılacak verimli çalışmalar ve eserler bıraktı. Bahsettiğimiz kimse JOHANN JOACHİM WİNCKELMANN dır. WİNCKELMANN Klasik Çağ yani Yunan Roma Çağı dediğimiz zaman akla gelen isimdir. Fakir ve imkansız hayatına rağmen Dresden(?) de okuduğu lisede Yunanca ve Latinceyi mükemmel öğrendi. Sıkıntılı bir köy öğretmenliğinden sonra Saksonya elektörünün (?) Dresden 'e çok yakın büyük dükalık kütüphanesinde kütüphaneci olma şansını elde etti. İşte onun asıl yetiştiği ve sadece Yunan Roma Sanatı'nı değil o zamanlar henüz çok iyi tanınmayan toprak altında yattığı için büyük eserlerini tanımadığımız ve daha doğrusu dilleriyle de henüz bir ilinti kuramadığımız için yunan Roma'nın dışında şüphesiz onun öncülüğü olan Mısır Fenike ve Mezopotamya sınırının ve kısmen Suriye’deki buluntularının üzerinde tetkiklerde bulundu.

Bunların üzerinde Winckelmann'ın geniş bir dil bilgisi olmadığı çok açıktı. Zaten henüz toprak altındaki beşer tarihin bu büyük medeniyetlerinin kendilerini anlatma şansı yoktu. İnsanlar ne çivi yazısını ne hiyeroglifi okuyordu.

Mısır'ın Winckelmann ölümünden 50 sene sonra ....... tarafından keşfedilmiştir. Mezopotamya, Asur, Hitit, Kalde ve Fenike gibi uygarlıklar için bu süre daha da uzundur. Fenike yazıtlarını Gramer'ini o kültürün açılışını iki kişiye borçluyuz. Birisi Fransızların ünlü Renand'ı. Zamanın Osmanlılarının İslam medeniyeti hakkındaki yorum dolayısıyla pek benimsemedikleri ama hiç şüphesiz ki büyük bir oryantalist olan eskisi ve yenisiyle Ernest Renan'dır. İkincisi bırakının Avrupalıları bizim bile çok dikkate almadığımız bir isim. Yaptığı arkeolojik kazılarla bu medeniyeti 19.asrın dünyasına tanıtan Osman Hamdi Bey.

İşte o andan itibaren Türkiye Eski Çağ araştırmalarını önemli bir üyesidir. Ve Allah'a Şükür bütün güçlüklere, küçümsemelere bütün imkansızlıklara rağmen Türkiye bu mirasını götürebilmektedir. Bunun götürülmesi için de çalışmamız lazım.

Winckelmann Yunan Roma Arkeolojisi üzerinde o zaman daha henüz kazıların başlamadığı zaman da mevcutları inceleyerek mukayeseli bir metotla ki o metodu da büyük ölçüde kendisi geliştirmiştir. Bunları eski medeniyetlere yani Fenike ve Mısır'la bağlantısını ortaya koymuştur. Kısa ve sağlıksız ömründe İtalya'nın dışında daha fazla geziler yapamadığı için bu büyük adamın değerlendirmelerinden mahrumuz.

Roma'ya 38 yaşında gidebildi. Orada da yaptığı bugün bugün Vatikan Devleti’nin Kültür Bakanlığı diyebileceğimiz ....... Palacio Del .... da bir kütüphane memurluğuydu. Ve o sayede tetkiklerini buluntular üzerindeki araştırmalarını tamamlayabildi.

18.yy gerçekten bir aydınlanma çağı mıdır? Tarih, coğrafya ve bilhassa eski eserler alanındaki çalışmalara bakarsak evet. Diğer bölümleri tartışmak istemiyoruz. Karls Nibur (?) bir Danimarkalıdır. Hiç şüphesiz ki Almanca dilinde yazmaktadır. Uzuz şark seyahatleri Türkiye, Suriye ve bilhassa İran'ı da içeren uzun tetkik gezilerinde Şiraz civarındaki Persopolis'e adım atan ve daha henüz çivi yazısı bulunmadığı halde çok dikkatli kayıt ve kopyalarıyla bazen güneşin altında saatlerce kopya ettiği yazıtlarla aslında o uygarlığa yani Hindu Avrupa dili olan eski Farsça yoluyla (..?...zamanındaki) çivi yazısına arkeolojiyi yanaştırmıştır.
05.50: Eski eserler bilgisi üzerinde 18.yyda çok fazla duracak değiliz.Ama şunu bilelim; İnsanlığın tarih düşüncesinin henüz emekleme çağıdır. İlkçağ milletleri ve medeniyetleri Avrupa insanlığı ve hatta Orta Şark için bir muammadır. Efsaneler gerçekleri örtmektedir. Zeki bir seyyahımız vardır, Evliya Çelebi. Mısır'da kalmıştır, keskin gözleriyle orayı incelemiştir. Ve Girit'te çok uzun kalmıştır. Belki bugün yeryüzünde öremeyeceğimiz birtakım eserleri görmüştür. Muhakkak görmüştür.bunlarla mukayese yapmıştır. Ve Giritlilerin Ecine ? kavmine mensup olduklarını eski Giritlilerin ...dan Afrika'dan göç ettiklerini ileri sürmüştür. Onun seyahatnamesindeki bu dahiyane cümleler yapılan kazılar ve araştırmalar ile gün günden aydınlığa kavuşmaktadır. Ama hiç şüphesiz 18.yy gözlemleri artık evvel ki asırlar gibi değildir. Beşeriyet eski çağlara eğilim herhalde Vilkenman’la başlamış değildi. Vaka Vilkenman 1757'de çıkan ünlü eseri Gesih'te de ....... Eski çağ sanat tarihi gibi devir açan monumental abidevi eserinde bambaşka bir yöntem modern bir yöntemle bu konuya yanaşmaktadır ama unutmayın Helenizm devrinde yunanlılar yani onlara artık Yunanlılar diyemiyoruz Mısırlılar ve Orta Şark milletleri mısır'da İskenderiye'de ilk defa bir Müze'yi Pinoketekt denen revaklar altındaki müzeyi kurmuşlardı.

Aslında eski eserleri toplamak onları okumak Mezopotamya kültürüne ait bir şeydir. Asuriler v Akatlar Sami bir dil konuşmalarına rağmen Asyai bir dil olan yani Aglutine ekler köklere dayanan bambaşka bir dil olan Sümercedeki tabletleri kopya edip saklarlardı. Gılgamış Tufan efsanelerini oradan biliyorlardı. Bu hatta bizim bugünkü sınırlarımız dahilinde Urfa'da Sultan Tepe'de kazı yerinde bulunmuştur bu metinler . Hiç şüphesiz ki Rönesans gerçek anlamda bir eski eser toplayıcılığıdır.bu her zaman çok sistematik değildir. Rönesanssın insanı tabii ki eski Şark dilleri Egyptoloji ile ilgisi olmasa da Yunan Roma kültürüne dil dolayısıyla yakınlaştığı için bu alanda daha bilgili bir koleksiyonculuk yapabilmekteydi. Ve bu anlamda Hıristiyanlığın merkezi yani Vatikan, saraylar ilk müzeler sayılabilir. Şunu da açıkça söylemek lazım bu koleksiyonlar halka daha büyük ölçüde açıktı. British Museum'dan ve Louvre'dan evvel Vatikan'ın böyle bir fonksiyonu yerine getirdiğini belirtmek gerekir. Aynı zamanda ünlü kütüphanelerdi Kütüphanelerde eski resim ve yazma kitap toplamak bu dönemlere has bir alışkanlıktır. Ve unutmayalım Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi yani önce Bursa ve bilahare İstanbul bu faaliyetin bir parçasıdır. İçinde bulunduğumuz şu küçük bina bile hepinizin bildiği gibi Topkapı Saray'ndaki 3. Ahmet'in özel kütüphanesidir. Bu sıcak ve estetik dolu ortamda padişah hiç şüphe yok ki kendinden 2,3,4 asır evvel yazılmış hatları kitapları resimleri gözden geçiriyordu. Bugün Süleymaniye kütüphanesi bütün şarktan Hintten İran'dan Arabistan'dan getirilen bu gibi yazmalarla doludur. Ve bunların içinde sadece Arapça Farsça Türkçe Çaratayca dediğimiz şivedeki Türkçe değil Ermenice, yunanca Latince ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'ın Budin'den getirdiği Macarca kitaplar dahi vardır.

Rönesans yarı sistematik yarı sistemsiz bir toplama dönemidir. Eski Mısır'ın yüzeydeki hazineleri İtalyan Rönesans sanatını etkilemiştir. Sistematik stilistik araştırmalarla daha çok açığa çıkıyor. Ama itiraf etmek gerekir Dünya'yı toplayan zamanları mekanları birleştiren senyörlerin içinde sadece Floransa'nın büyük dükası, İtalya'nın Urbino'daki .....dak, veya hepimizin bildiği gibi Mantua Sarayındaki hanedanı değil papalık vardır. Sadece Papalık mı vardır? İstanbul'da Padişah'ın kendisi vardır. 2. Mehmet yani bizim İstanbul'un Fatihi Yunanca ve İtalyanca bilirdi. Eski eserlere düşkündü. Onun zamanında bizim bugün Fatih köşkü dediğimiz Topkapı'nın Hazinesi olarak kullandığımız yerde Yunan-Roma heykelleri buna mümasil mozaikler ve eserler vardı. Rönesanssın önemli ustalarını Bellini başta , bildiğimiz ve bilmediklerimize portreler, resimler yaptırdı.

Bunların çoğu maalesef Halefi 2. Bayezıd zamanında elden çıkarılmış muhtemelen sattırılmıştır ki kendi portesini bugün oldukça yıpranmış, değiştirilerek sadece yüzü değiştirilerek restore edilmiş bir şekilde Britanya'da Londra'da National Galery'de buluyoruz. Hiç şüphesiz Rönesans sadece İtalya değil bütün Akdeniz'e yayılan bir zevk bir dönemdir. Çünkü insanlar eski eserlere meraklıdır. Ama bunların sistemasyonu sistematik incelemesi 18. asra aittir. Ve Türkiye’de de 19.asırda müzeler kurulmaya başlamıştır.

1847'de Tophane müşiri olan Fethi Ahmet Paşa yani bizdeki yazarlardan Sermet Muhtar Alus'un dedesi ilk müzeyi Topkapı Avlusu'ndaki birinci Avludaki Aya İrini kilisesinde yaptı. Burası çadır silahların saklandığı bir depoydu. Onu bir müze haline çevirdi.

1840'lardan beri Osmanlı idaresi her yerden eski eser topluyor. Hatta vilayet ve sancak merkezlerini mali müzeler teşkiline idarelerini bildiriyordu. Mesela bir örnek 47 tarihli Gazze'den yani bugünkü Filistin Askala mevkiinde bulunan bir lahti İstanbul'a celp etmek için onun resmi çizdirilmişti. Bilgi ediniliyor. Mesela Adana'dan mal müdürü Ata Bey tespit edilip bulunan sikkeleri toplattırıyor. Demek ki eski eserlerin kıymetini bilmemek gibi bir şey yok. Diplomatik gerekçelerle bunların hediyesi var. Baron Pro.... Austen Avusturya Sefiri Kırım savaşı sırasındaki diplomatik faaliyeti takdir edilmiştir Babıali tarafından ona bazı sikkeler hediye edilmiştir. Mesela Grand Dük Konstantin Rusya'dan geldiği zaman Çanakkale'de istediği bir lahit kendisine hediye edilmiştir. Veya 3. Selim zamanında İngiliz Sefirine İstanbul'da Çemberlitaş avlusunda bulunan yine böyle bir Yunanca kitabe hediye edilmiştir ama şunu da söylemek gerekir 19.yyda bu gibi hediyelere rağmen bir yandan da eski eser toplattırılır.

Ve hepimizin bildiği gibi 1872'de Ahmet Vefik Paşa Muarif Nazırıyken ünlü Dr. Detier 'i bu müzenin başlına getirir ve ilk katalogumuzu hazırlatır. 1860'larda bugünkü Çinili Köşk bizim ilk müzemizdir. Ve yeni bir Suphi Paşa Nizamnamesi 36 maddelik 'Eski Eserler Nizamnamesi' çıkmaktadır. Bu biraz gariptir. Buluntuların 3'te 1 esasıyla devlet-şahıs arasında paylaştırılacağını hatta kazıyı yapan yabancıysa da bu hükme dahil olacağını görüyoruz ki sonradan Osman Hamdi Bey bugüne örnek olan 'Asara.... ' Nizamnamesi ile bu hükümleri değiştirmiştir.

Osmanlı kazı yapmaktadır. Osman Hamdi Bey gibi, Aziz Bey gibi onun yetiştirdiği kimseler İmparatorluğun 4 bir tarafında kazılar yapıyorlar mesela Lübnan'da Saida ve Sidon'da bulunan eski lahitler ün kazanıyor. Ve zaten o lahitler imparatorluğun mimarlarından mimar Valory tarafından 'Ağlayan Kadınlar Lahti' örnek alınarak bugünkü müze binası Topkapı Sarayı'nın Saray-ı Amiri'nin Alanında yapılıyor Gülhane'ye bakan kısımda.Bu kadar büyük bir faaliyet arasında çok ilginçtir eski eserlerle klasik çağla kazılarla ilgimiz ne kadardı?Şunu söylemek gerekir 1900'le teşkil edilen Darülfünun Osmani yani İstanbul'daki Üniversite'de şüphesiz Tarih, Edebiyat Felsefe okutulduğu halde arkeoloji diye bir şey yoktu.

Peki hiç mi arkeoloji eğitimi yoktu. Vardı. Asar Atika müzesinde asistanlar bugunkü arkeoloji seminerleri gibi bir benzer programla yetiştirilmekteydi. Ve kazılara gönderilmekte yahut asistan olarak istihdam edilmekteydi. Daha ilginç bir şey var, Arkeolji müzesinin hala bugün bile çok zengin sayılan bir asker olan Mareşallipe kadar çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun en genç sadrazamlarından Ahmet Cevat Paşa'nın hediyesidir. Fransızca ve İtalyanca üzerine zamanın en zengin sistematik arkeoloji kitaplarını toplamış ve müzeye hediye etmiştir.

Hiç şüphe yok ki Akdeniz ülkeleri içerisinde en zengin mirasa sahip olan Türkiye ve Mısır ve ardından İran ve Suriye kaçakçıların hedefidir. İtalya gibi zengin çok eskiden organize olmuş ve eski eserlerini koruduğu farz edilen bir ülke bile kaçakçıların hışmından kurtulamıyor.

Kaçak eserler kaçak ticaret o ülkenin de canını yakıyor. Belki bu konuda kitlesel ulusal bir uyanıklık içinde olan İsrail istisnadır. Ve bu gibi kaçak faaliyete ticarete en az konu olanıdır. Bunun bilgisizlikle pek ilgisi yoktur. Klasik çağ tarihi malzemeye ilgi duyanlar bütün toplumlarda azınlığı meydana getirirler. Ama bunları koruyabilmek ayrı bir şeydir. Osmanlı idaresi geçen asırdan itibaren en azından bu eserleri tanımakta Bergama, Efes gibi yerler hakkında rehberler kaleme almaktadır. Salnamelere bakarsanız vilayet yıllıklarına bunlar için güzel yazılar ve rehberler yazıldığını da görürsünüz. Ama imkan başka bir şeydir, unutmayalım kaçakçılık bugün de bizim ülkemizde büyük problem yaratmaktadır.

Şark eserlerinin durumu hazindir. Bazen bir caminin mihrabı 4-5 parça halinde muhtelif yerlere dağılmaktadır. Bunların hepsi müzelere düşse yine iyi meşhur şahsi koleksiyonlarda ve müzelerde bunları bulur. Çoğu tanınmayan insanların bahçelerinde yatmaktadır. O kadar ki orta sınıf mensubu insanlar bile arabalarıyla geçtikleri yerlerde mezar taşlarını yüklenip götürmekten hiçbir tereddüt ve utanma duymazlar bu hiç şüphesiz ki Şark tarihinin de malzemelerini karanlık hale getirmektedir.

Eski Mısır Eski Yunanistan'a göre çok yağmalanır. Suriye Anadolu'daki eserlere göre çok yağmalanır. Bunun önünü almazsak beşeriyetin müşterek tarihini yazmak son derece güçleşecektir. Bu ilgisiz ortamda 1930'lar Türkiye'sinde fakir sayılabilecek , kırsal Türkiye'de eski eserlere kazılara duyulan ilgi şayan -ı hayrettir. Avrupa'nın kustuğu, reddettiği ülkeden kovduğu Yahudi ya da sosyalist asıllı Laman eski çağcılar Volfram ?, Landberg, Pereteburg ? gibi Türkiye tarafından himaye dilip alınması ve yeni kurulan İstanbul Edebiyat Fakültesi'nin arkeoloji ,astroloji bölümlerinde ve bir yıldız müessesi olan o zamanki Dil,Tarih'in 36'dan itibaren eğitiminde bunlara yer verilmesi çok büyük bir aşamadır.

Bir doğu ülkesi, imparatorlukta başlayan ama eksik başlayan arkeoloji macera ve merakını ilmi metotlara dökmekte ve insanlarını yetiştirmektedir.

Hatta Avrupa'ya bursla gönderilenlerin arasında sadece, hekim , mühendis ,ziraatçı değil astrolog ve bizantiolog adayları da vardır. Bu öğrencilerin bazıları kendilerine verilen bu imkanı iyi değerlendirmişlerdir ki Sedat Alp bir Hititologumuz rahmetli Ekrem Akurgal gibi bir arkeologumuz aralarından çıkabilmiş ve yeni seli iyi yetiştirebilmişlerdir.
23.00: Kim ne derse desin noksanlarımıza ve imkansızlıklarımıza rağmen biz dünyaya bütün zamanları ve mekanlarıyla hükmetmeye kalkıyoruz. Eksiklerimiz var burnumuzun dibinde ve bize yakın zamanlardaki Bizans'ı hala ilmi olarak tetkik edemiyoruz. Bunu yapmamız lazım, bunun gibi örnekler ve eksikler de var ama Türkiye eski eserlere karşı başka türlü yaklaşabilen ilmi metotlarla gelen ve hatta yer yer öncülüğü olan bir ülkedir.

Harf Devrimi

Harf Devrimi

-İlber Ortaylı: Türkiye 1928 Kasım’ında harf devrimi yaptı bu çok önemli bir olaydır kültürel devrimdir çünkü hepimizin bildiği gibi dil insanoğlunun en önemli üretim ve anlaşma aracıdır ve dilin işaretlerle ifade edilmesi yazıdır yazı medeniyeti yansıtan bir enstrüman bir alet araç olmaktan ötede bir üretim aracıdır kayıt sistemidir çünkü şunu unutmayalım ne zaman ki insanlar toplumlar tüketeceklerinin üstünde bir üretime kavuşmaya başladıkları vakit yani depolama işlerine girdikleri vakit ve dolayısıyla mübadele ve mal doz aşımına başladıkları vakit kayıt kaçınılmaz olmuştur ve aslında birçok kişinin düşündüğünün aksine yazı dediğimiz olay uygar kültürel bir kayıttan çok doğrudan doğruya mal varlığımızın depoladığımız ürünün ve ürün dolaşımının takibine yarayan bir araçtır çünkü eski çağlarda kültür dediğimiz olay yani şiir dini metinler dualar birtakım meseller zaten sözlü olarak ezber yoluyla nakil ediliyordu ve dillerin kullanımında da bunların ezberine yönelik bir üslup vardı bu çok açık bir şeydir çok yakın çağlara kadar okuma yazma bilmemek cehalet sayılmazdı bazı şeyleri bilmek şartıyla mesela Hindistan Babil imparatorluğunun 17. Asırdaki en önemli hükümdarı hümayun okuma yazma bilmiyordu ama çağın entelektüeliydi.onun hafızasındaki şiir onun hafızasındaki tarih onun hafızasındaki coğrafi bilgi çok az insanda bulunuyordu eski roma metinlerine baktığınız zaman bunların ezbere çok müsait olduğunu görüyorsunuz bunların metin tutmak çok zordu M.Ö 4000 de Mezopotamya havzasında arkeolojik kazı katmanları dolayısıyla uruk 4 dediğimiz yani üstteki katmanlardan şehrin adının uruk olduğu belli ama 4. Katmanda bulunan yazılar dikdoğrafik yazıdır okunamıyor çivi yazısı gibi değil bugün için okunamıyor fakat bunların fazla ürünü getirip mabetlerde depolayanların rahipler tarafından tutulan kayıtları olduğu anlaşılıyor bu çok önemlidir Nil havzasındaki hiyeroglifte buna yöneliktir çünkü Nil aslında vergilendirme sistemi bakımından Nil’deki ziraat depolama sistemi bakımından da çok mükemmel bir kayıt sistemi gerektiriyordu.hiç şüphesiz ki yazı tarih demektir.bu görüş bugüne kadar da değişmemiştir.yazı öncesi tarihi malzeme çok iyi değerlendiriliyor. Hatta bazen bu malzemeyle yani bundan çanak çömlekle birtakım metal unsurlarla bunların coğrafi mukayesesi yoluyla o bölgenin tarihini yapmak yazılı metinlerden daha çok imkan veriyor kolaylık sağlıyor.buna rağmen yazı tarih demektir çünkü yazıyla temas kuruyoruz.yazısını okuyamadığımız kavimlerin tarihlerini biliyor muyuz elbet okunamayan birtakım yazıtlara rağmen komşu devletlerdeki komşu kültürlerdeki yazılı kayıtlarla bunu öğrenmişizdir en başta Avrupa böyledir yani Avrupa’nın yazısı yokken büyük Romalılar oraya girdiler ve Julyus Sezar’ın . debelyogaiukus...................... gal savaşlarından başlayarak orada mükemmel Latince Romalıların kayıtlarıyla bölgenin tarihini öğreniyoruz kendileri bir şey anlatmadıkları halde. Mesela mısırın hiyerografilerini okumadan çok uzun yıllar evvel bazı fragmanlarla yani o devirdeki mısırlıların yunanca yazdıkları tarihlerle mesela Maneto kişilerin getirdiği parçalarla bölge hakkında bir bilgimiz vardı ama ne zaman ki Şampolyon hiyeroglifi çözdü bu mısırlılarla yüz göz olduk sayılır temasa geldik ve o zaman mısırı tanımaya başladık tarih bu şekilde yazıya dayanır bu en önemli unsurdur yazı tarih demektir yazıdan evvel ki bölüme tarih öncesi diyoruz . Yazı aslında tarih boyunca 2 kanaldan yürümüş birincisi resim yazıları bizim uzak Asya’da bildiklerimiz bu bizim alfabe mantığımıza uymuyor. Bu diyagramlara dayanıyor. Bunu öğrenmek te bize zor geliyor onun için fakat yakın doğuda Akdeniz havzasındaki yazı ne olursa olsun aynı kökten geliyor. Çünkü bunlar seslere dayanan fonotik yapılı alfabelerdir. Mesela Arap alfabesi bir yerde Sami dillerin bir bölümüdür. Buna kim dahildir bugünkü yaşayan dillerde Arapça Arap alfabesi tabii hiç samillerle alakası olmayan İranlılar. Ve öbür tarafta İbranlar yani bugünkü İsrail'in dünyada ki Yahudilerin kullandığı alfabe, dillerin ifade etmek için. Öbür tarafta yine bu şubede ki Fenike yazısından çıkan türeyen önce yunan alfabesi ve Latin alfabesi, yaygın olarak Latin alfabesi kullanılıyor. Çünkü tamamıyla fonetik bir alfabedir. En mükemmel tekniktir. Bütün meselede budur. Tarih boyunca yazı değiştiren kavimler vardır. Bu çok anlamlıdır. Yani mesela eski İranlılara baktığınız zaman çivi yazısıyla ortaya çıkmışlar. Sonra arada Arapcaya yakın bir alfabe kullanmışlar. Ondan sonra Arap alfabesine geçmişler. Bunların içindeki bir şube yani Tacikistan halkı hatta Kril alfabesine geçmiş. Resmen o ülke Kril alfabesini kullandığı halde, resmen halk artık eski farsça metinleri okumak için avdet ediyor, Arap harfleriyle kendi edebiyatlarını okumaya yani bir yerde İran ve Afganistan halkıyla kendileriyle aynı dili kullanan halkla bir beraberliğin içine girmek üzere. Türklerde tarihte birkaç kere alfabe değiştirmişlerdir. Bunu coğrafi zaruretlerle yerine getirmişlerdir. Siyasi hakimiyet alanlarını gereği olarak yerine getirmişlerdir. Ve en sonuncusu ve önemlisi Uygur alfabesi dediğimiz aslında Soklara eski Esrangelosa bir alfabedir. Bunu ne gariptir ki Moğol İmparatorluğunda kançılar veya kitabet hizmetlerinde kullanılmıştır bu Uygurcayla. Fakat gerekse İslam medeniyetine o çevreye girişimiz İran üzerinden olduğu için biz Arap harflerini İranlılar üzerinde aldık. Ve bu aldığımız Arap alfabesi Arabistan'da gördüğümüz tip de değil, çünkü 3 tane harf ilavedir buna. Ç, P ve J. Gene Kefin kullanılışı da çok farklıdır. Bunların Türkçeye uyarlanması maalesef ne Arap harflerindeki nede Farsçada ki Arap harflerinin kullanımı kadar çok kesinlik arz eden pekinlik olan yüzde yüz doğruya yakın bir imla vermez. Aslında yaşayan dillerin hiç birinin ifade tarzı sesi yüzde yüz ifade edilmez alfabeyle buna büyük Batı dilleri de dahildir. Ama buna rağmen bir çoğu çok yakındır artık. Bu keyfiyet Arap harfini kullanan Araplarda, Farslarda da bizimkine göre daha pekinlikli daha yakındır ses tarzına ama Türkçe için bu uzun zamanlar söylenemezdi. Bu nedenledir ki Türkçede Arap harflerinin kullanımı bilhassa 18. ve 19. asırlarda bir problem haline gelmeye başlamıştır ve 20. yüzyılda da bildiğimiz harf devrimin nedeni olmuştur. Çok garip bir şey harf devrimini Türkiye yapmış değildir ilk başta. Bizden evvel kardeş bir cumhuriyet hem de Rusya'dan bağımsız olduğu bir zaman da Azerbaycan Cumhuriyeti yapmıştır. Ve ondan sonra bir düze Rusya'dan çıkan Türki cumhuriyetlerde de mesela Krım'da mesela Kazan'da Latin harfleri getirilmiştir hayata. Buralarda Kril alfabesinin hayata geçirilmesi 1930'lar da, Stalinist dönemde, daha çok bir Ruslaştırma eğilimi, Sovyetsizimi ve sosyalsizimi Rus diliyle Rus kültürüyle aynileştirme döneminde tatbik edilmiştir. Ve itiraf edeyim ki bu tip bir Kril alfabesinin böyle bir yazıdaki Ruslaştırma denemesinin tek kurbanı Türkler değildir. Daha hazin örnekler vardır demin söylediğimiz gibi Tacikler, farsça konuşan edebiyatları çok gelişmiş olan yazılı edebiyatları çok eski olan bir millet bunlardan biridir. İkinci harpten sonra Sovyetlere ilhak edilen Moldova Cumhuriyeti burada da Latine geçilmişti tekrardan Krile geçirdi. Buna karşı Ermeniler ve gürcüler gibi iki alfabenin çok eski olduğu literatürleri çok eski olduğu doğru bir yaklaşım istisna olarak elde tutulmuştur.Gene Baltık Cumhuriyetlerinde de Latin harfleri bırakılmıştır. Burada ilginç olan bir şey vardır Romen halkı 19. asra kadar bizim bildiğimiz Latin dili hem de Latinceye en yakın olan gruptan bir Latin dili olan Romenceyi Kril harfleriyle yazıyorlardı. İlk defa müstakil Romanya kurulduktan sonradır ki bunun değiştirildiğini yani Latin harflerinin tatbik edildiğini görüyoruz. Ve demin söylediğim gibi o bölgenin Moldava kısmı bir Sovyet cumhuriyetine dönüştürüldüğü zaman ikinci harpten sonra tekrardan Kril harflerine dönülmüştü aynı dil için. Gene çok ilginç bir biçimde bir İndo Avrupa dili olan uzak şubeden bir İndi Avrupa dili olan Arnavutça Arap harfleriyle yazılmıştır.

Gene çok ilginç bir biçimde bir Hindu Avrupa dili olan uzak şubeden bir dili olan Arnavutça Arap harfleri ile yazılmıştır. Bunun Latince ile yazılması doğrudan doğruya bizim dilimizin tarihçiliğimizin ve tefekkürümüzün çok parlak simalarından sayılan bir Arnavut aristokratı olan Şemseddin bey Şemsettin Sami Fıraşeri'nin önerdiği Latin alfabesi üzerine olmuştur yani 19. asırdan itibaren söz konusudur. Şurası bir gerçektir Latince mi? Arap harfleri mi? Doğu dünyasında çok büyük bir kavga konusuydu bu. 19. yy'ın ortasında Tanzimat reformlarının en iddialı ve hızlı döneminde Azerbaycan'ın ünlü düşünürlerinden daha doğrusu sanat ve kültür adamlarından Mirzafetali Ahundof veya Ahuntzade ki kendisi Kafkasya'nın idare merkezi olan Tiflis'te vilayet merkezinde tercüme bürosunda başkan yardımcısıydı Baron Rose'nin yanında. Tabi o devrin münevver Azerbaycanlıları kendi dillerini Türkçeyi iyi bildikleri gibi İstanbul Türkçesini de çok iyi anlıyorlar Rusça biliyor tabi Farsça Arapçası biliyor bilhassa farsça yazı yazacak kadar geliştirmişlerdir ve Fransızca ve Almanca gibi batının önde gelen dillerinden bir veya ikisini bilirlerdi. Mirzafetali Ahuntzade Türkçe için Latin alfabesini önerdi ve böyle bir şemayı bizim o günlerde teşkil edilen encümeni danişe getirdi. Zannetmeyin ki kendisini zındık diye kovaladılar. Ali paşa Fuat paşa Mustafa Reşit paşa hatta medreseden gelen Cevdet Paşa gibi o tarihte daha o kadar yüksek rütbede değildi ama o grubun içindeydi bunu ilginç bir proje olarak gördüler katiyen Mirzafetali Ahuntzade'yi tahkir etmediler açıktan reddetmediler hatta bir mecidiye nişanı kendisine lütfedildi ve geri döndü şimdi bakınız ortam çok değişiktir. Çok zarih olmayan bazı kayıtlara nazaran 2. Abdulhamidin bile Latin harflerini Türkçe için makul gördüğü görülüyor. Tabi bunu gerçekleştirmenin bir kaos yaratacağını bir çatışma yaratacağını gördüğü için geri kalmıştır. Aslında Türkçe Latin harfleri ile yazılmadı mı yazıldı. Bu tip yabancı dil lügatleri vardır mesela Yakobnac Naci Harşabani diye bir Macarın Türkçe kollogyal Türkçe dediği konuşulan Türkçe üzerine yazdığı bir Türkçe öğretme kılavuzu vardır. Latince Türkçe ve Macarca olmazı lazım oradaki Türkçenin yazılışı . Hiç şüphesiz ki 19. asırda Türkçeyi Latin harfleri ile en azından lügatlerde ve gramer kitaplarında kullanıyorlardı. Bu çok olgun bir imla değildi Fransız imlasına yakındı. Daha da ilginci bu asırda bir de Karamanliga dediğimiz İncil sadece İncil değil ilmi mecmua edebiyat kitapları bile var bilhassa Evangelidos Misalidis gibi bir karamanlı yani Türk Hıristiyan Rum dediğimiz ama Türkmen Hıristiyan Ortodoks bir münevverin yazdığı bir roman var Bunlar Yunan harfleri ile Türkçe yazıyorlar çok zor bir imla aynı şekilde ermeni harfleri ile yazılan bir Türkçe var bunun aksi de söz konusudur mesela sakız adasının Egina adasının ve iyon adaları dediğimiz Adriyatik'teki bazı adaların Kefalonya da ahalisi Katolik olduğu için Rum olmalarına rağmen İstanbul'da da böyle Helen Katolik bir grup vardı bunlar Latin harfleri kullandılar Buna sakız adasında mesela Frangokyotika deniyor Kiyos Sakız adasının Frenkçesi Latin harfleri ile yazıyorlar bu tabi zaman içinde kaybolup gitmiştir ama böyle bir gerçek vardır Hristiyan Yunanlılar içinde el camia dediğimiz Arap harfleri ile yunanca yazma adeti vardı Yorgodedes Türkologlardan bunu inceliyor Bosna Hersek’de bildiğimiz Sırp Hırvatça geniş ölçüde Arap harfleri ile yazılıyordu o yüzden Bosnalıların konuştuğu dilin o kaynaktan uzaklaşmasına yardım etti. Ve tabi Arnavutça öyle yazılıyordu bunlar bilinen özelliklerdendir.19 yy'a gelindiği zaman hiç şüphesiz ki Türkiye çok önemli bir bürokratik devrim geçirdi Tanzimat idaresi demek idarenin insanların toplumun hayatına aktif müdahalesi demektir Okul açıyordu devlet sağlık işleri ile ilgileniyordu vergilerin daha düzenli bir biçimde toplanması söz konusuydu askerlik ordu meselesi kayıt kuyutu gerektiriyordu ve nüfus hareketlerinin takip edilmesi başlamıştı şimdi bu keyfiyet karşısında memur kadroları büyüdü okuma yazma yani kitleyle temas kurulması gazete çıkarılması ki 2. Mahmut biliyorsunuz takvim-i mekayı çıkartmıştı ve Mısır’da da Hidivlik İadresi Mehmet Ali Paşa aynı şeyi tekrarlamıştı hatta onlar öncüydü bile. Matbaanın geliştiğini görüyoruz. Bu durumda sadece okumak konumunda olanlar idare edilenler değildi idare edenlerinde daha kolay daha standart bir imanla ile yazmaları gerekiyordu. Bu bize has bir keyfiyet değildir 18 yy'ın başında Rusya aynı keyfiyet içinde bürokratik modernleşmesine başladığında büyük Petro Slav Rus alfabesini ıslah etti ve tam 11 harfi çıkarttı lüzumsuz gördüğü aynı şeyin benzerini 1917'en sonra Bolşeviklerde yaptılar Avusturya’da Mariterez imlayı ıslah etti Fransa 17. asırda yapmıştı bunu çok daha erken bir dönemde demek ki bu bir kaçınılmaz dönemeçti ve Türkiye bu yola girdi Şemseddin Sami bey ünlü lügat ve ansiklopedisinde kamusel alam, kamusuturki ve kamusufransevi'de Türk alfabesini Osmanlıca dediğimiz Arap harfli Türkçeyi bir takım harekelerle yazmak bir yana bir takım seslileri ilave etmiştir. Mesela gül harfini "k" ve "l" diye değil eskiden olduğu gibi g ve l araya vav u koyar. Bustanı yazarken mesela dikkat ederler bir takım isimlerde buna dikkat edilir. Aynı şeyi kırımda bütün türk dünyası için İstanbul Türkçesi ile bir gazete çıkaran tercüman gazetesini çıkaran İsmail bey Gaspıralı'da yapmıştır hatta o kadar ki bu tip yeni ilalı Türkçeyi öğretmek için usulü Cedid dediği mektepleri kurmaya başlamış buralarda süratle okuma yazma öğretmiştir ve bunların sayısı 20 yıl içinde ta uzak Asya’daki doğu Türkistan’a kadar beş bine ulaşmıştır bu okulların sayısı bu usül üzeri öğretilirdi Gene Türkiye’de 2. meşrutiyette sattı el husri kurduğu çocuk yuvalarında bu tarz biçimde okuma yazma öğretiyordu ki benim neslimde ilkokula gittiğimiz zaman onun yöntemleri ile tabi Latin harfleri ile kolay okuma yazma öğrenirdik. Bu hiç şüphesiz ki problemi çözmüyordu Nasıl olurda sekiz tane ünlü ile bugün yazılan Türkçe o devirde sadece vav ya elif bir ölçüde güzel h dediğimiz üç buçuk sesli harf ile işi idare edecek. Tabi bu imla karışıklığı değişiklikler getirdi. Kitlenin okuma yazmayı hızlı öğrenmesi için harbin içinde Enver paşa bütün harfleri Arap harflerini bitişmeden yazılacağı bir sistem getirtti Enver’i yazı denir pratik değildi bırakıldı Türk cemiyeti her gazetenin her derginin nerdeyse her nüshasında bu sorunu tartışır hale geldi. Kaldıralım kaldırmayalım yani imla harflerini. Latin harflerini getirelim getirmeyelim. Hayır efendim imlayı ıslah edelim

Kaldıralım kaldırmayalım yani Latin harflerini getirelim getirmeyelim, hayır efendim imlayı ıslah edelim. Bu 1928'e kadar devam etti. 19282in önündeki örnek Azerbaycan'dı. Aynı şey İzmir İktisat Kongresinde ileri sürüldüğünde yani bu yazı okuma yazmaya mani, bununla iktisati hayat gelişmezdi dendiğinde Kazım Karabekir Paşa dedi Efendim Azerbaycan bu işi yaptı rezil oldular. Ne kadar rezil olduklarını bilmiyoruz ama imlayı standart olarak tatbik edemedilerdi bazı sorunlar vardı ve o yüzden de 19302larda Azerbaycan alfabe olarak Kril harflerine döndürüldü. Ardından da öbürlerinde aynı şey tatbik edildi. Türkiye'de çok az sayıda insan bu konuda radikal bir harekete karar vermiştir. Ve karşı olanlar daha mutedil davranalım diyenler vardır. Karşı olanlardan biri inkilaf kanunla gerçekleşene kadar ünlü türküloğumuz Türk tarih profesörümüz Fuat Köprülü Hocaydı buna karşılık Avram Galanti Türk Musevi Cemaatinin aydın tarihçisi bu harfler terakkiye mani değildir diyen ve halen okunan bir risali kaleme almıştır. O da demek ki bu cephedeydi ama demek ki bunu isteyenler vardı. Ne tuhaftır Atatürk istiyordu şiddetle, İsmet Paşa aman Yavaş yavaş ikisini de tatbik edelim dedi. Buna karşı Mustafa Kemal Paşa'nın dediği şudur ikisi de tatbik edilirse bu iş yürümez. Nitekim Kasım 28'de ki radikal karara rağmen daha çok üniversiteler de bile talebelerin Arap harfleriyle not tuttuğu hatta o notlara imtihan için tesir ettiklerinde Arap harflerini kullandıklarını yani ben 30'ların sonundaki hukuk fakültesinde tesirlerin Arap harfleriyle olduğunu biliyorum. Gazetelerde yavaş yavaş geçildi başında imla zorlukları vardı. Fakat bunlarda zamanla düzeldi bir standarda doğru geldi. Şunu söylemek gerekir matbaacılıkta ve basın sanayide bir çöküntü hissedildi. Ama 30 bin küsur kitapla başıkla hayatını tamamlayan Arap harfli Türk edebiyatı bugün hiç şüphesiz ki artık milyonlarla başlığa ulaşmıştır. Bunun değiştirilmesi söz konusu değildir. Efendim harfler kalktı değiştirildi eski kültürümüzü takip edemez hale geldik. Doğrusu şudur filolojik hassasiyeti olmayan muhtelif dilleri ve eski metinleri mukayeseli olarak okuma alışkanlığı edinemeyen bir toplumda bu çok geçerli değildir. Geçen asırları Türkleri çok az kişi dışında eski metinleri okuyamamışlardır. Okumamışlardır böyle bir neşriyat yoktur. Eski harflerin muhtelif kullanılışı buna manidir. Buna karşılık şimdi daha iyi okuyanlar vardır. Bir hocamızın Faruk Akün'ün edebiyat fakültesinde bir palegrofi seminarında dediği gibi Artık yeni nesiller için Arap imlasının ve Osmanlıcanın bir handicup bir set teşkil etmediği görülmektedir. Bu meseleyi halletmişlerdir. Demek ki filolojik devrimi yaptığımız takdirde yani bir ölçüde tüm sosyal bilimlerde hukuktaki ilgili öğrencinin bu harfleri öğrendiği takdirde böyle bir sorun olmayacaktır ve esasen Arap harfleri öğrenmek ve okumak çok zor değildir.