19 Ekim 2008 Pazar

Eski Eserler

Eski Eserler


-İlber Ortaylı: 1717 yılında bugünkü Doğu Almanya'nın , Almanya'nın Doğusunda Saksonya Eyaletinin küçük bir kentinde bir sanatçı zanaatkarın çocuğu doğdu. Anası dokumacıydı. Fakir bir aile sayılırdı. Sağlıksız olarak dünyaya gelen bu çocuk kısa süren ömründe çok önemli bir dalın İlkçağ Sanat Tarihinin öncüsü sayılacak verimli çalışmalar ve eserler bıraktı. Bahsettiğimiz kimse JOHANN JOACHİM WİNCKELMANN dır. WİNCKELMANN Klasik Çağ yani Yunan Roma Çağı dediğimiz zaman akla gelen isimdir. Fakir ve imkansız hayatına rağmen Dresden(?) de okuduğu lisede Yunanca ve Latinceyi mükemmel öğrendi. Sıkıntılı bir köy öğretmenliğinden sonra Saksonya elektörünün (?) Dresden 'e çok yakın büyük dükalık kütüphanesinde kütüphaneci olma şansını elde etti. İşte onun asıl yetiştiği ve sadece Yunan Roma Sanatı'nı değil o zamanlar henüz çok iyi tanınmayan toprak altında yattığı için büyük eserlerini tanımadığımız ve daha doğrusu dilleriyle de henüz bir ilinti kuramadığımız için yunan Roma'nın dışında şüphesiz onun öncülüğü olan Mısır Fenike ve Mezopotamya sınırının ve kısmen Suriye’deki buluntularının üzerinde tetkiklerde bulundu.

Bunların üzerinde Winckelmann'ın geniş bir dil bilgisi olmadığı çok açıktı. Zaten henüz toprak altındaki beşer tarihin bu büyük medeniyetlerinin kendilerini anlatma şansı yoktu. İnsanlar ne çivi yazısını ne hiyeroglifi okuyordu.

Mısır'ın Winckelmann ölümünden 50 sene sonra ....... tarafından keşfedilmiştir. Mezopotamya, Asur, Hitit, Kalde ve Fenike gibi uygarlıklar için bu süre daha da uzundur. Fenike yazıtlarını Gramer'ini o kültürün açılışını iki kişiye borçluyuz. Birisi Fransızların ünlü Renand'ı. Zamanın Osmanlılarının İslam medeniyeti hakkındaki yorum dolayısıyla pek benimsemedikleri ama hiç şüphesiz ki büyük bir oryantalist olan eskisi ve yenisiyle Ernest Renan'dır. İkincisi bırakının Avrupalıları bizim bile çok dikkate almadığımız bir isim. Yaptığı arkeolojik kazılarla bu medeniyeti 19.asrın dünyasına tanıtan Osman Hamdi Bey.

İşte o andan itibaren Türkiye Eski Çağ araştırmalarını önemli bir üyesidir. Ve Allah'a Şükür bütün güçlüklere, küçümsemelere bütün imkansızlıklara rağmen Türkiye bu mirasını götürebilmektedir. Bunun götürülmesi için de çalışmamız lazım.

Winckelmann Yunan Roma Arkeolojisi üzerinde o zaman daha henüz kazıların başlamadığı zaman da mevcutları inceleyerek mukayeseli bir metotla ki o metodu da büyük ölçüde kendisi geliştirmiştir. Bunları eski medeniyetlere yani Fenike ve Mısır'la bağlantısını ortaya koymuştur. Kısa ve sağlıksız ömründe İtalya'nın dışında daha fazla geziler yapamadığı için bu büyük adamın değerlendirmelerinden mahrumuz.

Roma'ya 38 yaşında gidebildi. Orada da yaptığı bugün bugün Vatikan Devleti’nin Kültür Bakanlığı diyebileceğimiz ....... Palacio Del .... da bir kütüphane memurluğuydu. Ve o sayede tetkiklerini buluntular üzerindeki araştırmalarını tamamlayabildi.

18.yy gerçekten bir aydınlanma çağı mıdır? Tarih, coğrafya ve bilhassa eski eserler alanındaki çalışmalara bakarsak evet. Diğer bölümleri tartışmak istemiyoruz. Karls Nibur (?) bir Danimarkalıdır. Hiç şüphesiz ki Almanca dilinde yazmaktadır. Uzuz şark seyahatleri Türkiye, Suriye ve bilhassa İran'ı da içeren uzun tetkik gezilerinde Şiraz civarındaki Persopolis'e adım atan ve daha henüz çivi yazısı bulunmadığı halde çok dikkatli kayıt ve kopyalarıyla bazen güneşin altında saatlerce kopya ettiği yazıtlarla aslında o uygarlığa yani Hindu Avrupa dili olan eski Farsça yoluyla (..?...zamanındaki) çivi yazısına arkeolojiyi yanaştırmıştır.
05.50: Eski eserler bilgisi üzerinde 18.yyda çok fazla duracak değiliz.Ama şunu bilelim; İnsanlığın tarih düşüncesinin henüz emekleme çağıdır. İlkçağ milletleri ve medeniyetleri Avrupa insanlığı ve hatta Orta Şark için bir muammadır. Efsaneler gerçekleri örtmektedir. Zeki bir seyyahımız vardır, Evliya Çelebi. Mısır'da kalmıştır, keskin gözleriyle orayı incelemiştir. Ve Girit'te çok uzun kalmıştır. Belki bugün yeryüzünde öremeyeceğimiz birtakım eserleri görmüştür. Muhakkak görmüştür.bunlarla mukayese yapmıştır. Ve Giritlilerin Ecine ? kavmine mensup olduklarını eski Giritlilerin ...dan Afrika'dan göç ettiklerini ileri sürmüştür. Onun seyahatnamesindeki bu dahiyane cümleler yapılan kazılar ve araştırmalar ile gün günden aydınlığa kavuşmaktadır. Ama hiç şüphesiz 18.yy gözlemleri artık evvel ki asırlar gibi değildir. Beşeriyet eski çağlara eğilim herhalde Vilkenman’la başlamış değildi. Vaka Vilkenman 1757'de çıkan ünlü eseri Gesih'te de ....... Eski çağ sanat tarihi gibi devir açan monumental abidevi eserinde bambaşka bir yöntem modern bir yöntemle bu konuya yanaşmaktadır ama unutmayın Helenizm devrinde yunanlılar yani onlara artık Yunanlılar diyemiyoruz Mısırlılar ve Orta Şark milletleri mısır'da İskenderiye'de ilk defa bir Müze'yi Pinoketekt denen revaklar altındaki müzeyi kurmuşlardı.

Aslında eski eserleri toplamak onları okumak Mezopotamya kültürüne ait bir şeydir. Asuriler v Akatlar Sami bir dil konuşmalarına rağmen Asyai bir dil olan yani Aglutine ekler köklere dayanan bambaşka bir dil olan Sümercedeki tabletleri kopya edip saklarlardı. Gılgamış Tufan efsanelerini oradan biliyorlardı. Bu hatta bizim bugünkü sınırlarımız dahilinde Urfa'da Sultan Tepe'de kazı yerinde bulunmuştur bu metinler . Hiç şüphesiz ki Rönesans gerçek anlamda bir eski eser toplayıcılığıdır.bu her zaman çok sistematik değildir. Rönesanssın insanı tabii ki eski Şark dilleri Egyptoloji ile ilgisi olmasa da Yunan Roma kültürüne dil dolayısıyla yakınlaştığı için bu alanda daha bilgili bir koleksiyonculuk yapabilmekteydi. Ve bu anlamda Hıristiyanlığın merkezi yani Vatikan, saraylar ilk müzeler sayılabilir. Şunu da açıkça söylemek lazım bu koleksiyonlar halka daha büyük ölçüde açıktı. British Museum'dan ve Louvre'dan evvel Vatikan'ın böyle bir fonksiyonu yerine getirdiğini belirtmek gerekir. Aynı zamanda ünlü kütüphanelerdi Kütüphanelerde eski resim ve yazma kitap toplamak bu dönemlere has bir alışkanlıktır. Ve unutmayalım Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi yani önce Bursa ve bilahare İstanbul bu faaliyetin bir parçasıdır. İçinde bulunduğumuz şu küçük bina bile hepinizin bildiği gibi Topkapı Saray'ndaki 3. Ahmet'in özel kütüphanesidir. Bu sıcak ve estetik dolu ortamda padişah hiç şüphe yok ki kendinden 2,3,4 asır evvel yazılmış hatları kitapları resimleri gözden geçiriyordu. Bugün Süleymaniye kütüphanesi bütün şarktan Hintten İran'dan Arabistan'dan getirilen bu gibi yazmalarla doludur. Ve bunların içinde sadece Arapça Farsça Türkçe Çaratayca dediğimiz şivedeki Türkçe değil Ermenice, yunanca Latince ve hatta Kanuni Sultan Süleyman'ın Budin'den getirdiği Macarca kitaplar dahi vardır.

Rönesans yarı sistematik yarı sistemsiz bir toplama dönemidir. Eski Mısır'ın yüzeydeki hazineleri İtalyan Rönesans sanatını etkilemiştir. Sistematik stilistik araştırmalarla daha çok açığa çıkıyor. Ama itiraf etmek gerekir Dünya'yı toplayan zamanları mekanları birleştiren senyörlerin içinde sadece Floransa'nın büyük dükası, İtalya'nın Urbino'daki .....dak, veya hepimizin bildiği gibi Mantua Sarayındaki hanedanı değil papalık vardır. Sadece Papalık mı vardır? İstanbul'da Padişah'ın kendisi vardır. 2. Mehmet yani bizim İstanbul'un Fatihi Yunanca ve İtalyanca bilirdi. Eski eserlere düşkündü. Onun zamanında bizim bugün Fatih köşkü dediğimiz Topkapı'nın Hazinesi olarak kullandığımız yerde Yunan-Roma heykelleri buna mümasil mozaikler ve eserler vardı. Rönesanssın önemli ustalarını Bellini başta , bildiğimiz ve bilmediklerimize portreler, resimler yaptırdı.

Bunların çoğu maalesef Halefi 2. Bayezıd zamanında elden çıkarılmış muhtemelen sattırılmıştır ki kendi portesini bugün oldukça yıpranmış, değiştirilerek sadece yüzü değiştirilerek restore edilmiş bir şekilde Britanya'da Londra'da National Galery'de buluyoruz. Hiç şüphesiz Rönesans sadece İtalya değil bütün Akdeniz'e yayılan bir zevk bir dönemdir. Çünkü insanlar eski eserlere meraklıdır. Ama bunların sistemasyonu sistematik incelemesi 18. asra aittir. Ve Türkiye’de de 19.asırda müzeler kurulmaya başlamıştır.

1847'de Tophane müşiri olan Fethi Ahmet Paşa yani bizdeki yazarlardan Sermet Muhtar Alus'un dedesi ilk müzeyi Topkapı Avlusu'ndaki birinci Avludaki Aya İrini kilisesinde yaptı. Burası çadır silahların saklandığı bir depoydu. Onu bir müze haline çevirdi.

1840'lardan beri Osmanlı idaresi her yerden eski eser topluyor. Hatta vilayet ve sancak merkezlerini mali müzeler teşkiline idarelerini bildiriyordu. Mesela bir örnek 47 tarihli Gazze'den yani bugünkü Filistin Askala mevkiinde bulunan bir lahti İstanbul'a celp etmek için onun resmi çizdirilmişti. Bilgi ediniliyor. Mesela Adana'dan mal müdürü Ata Bey tespit edilip bulunan sikkeleri toplattırıyor. Demek ki eski eserlerin kıymetini bilmemek gibi bir şey yok. Diplomatik gerekçelerle bunların hediyesi var. Baron Pro.... Austen Avusturya Sefiri Kırım savaşı sırasındaki diplomatik faaliyeti takdir edilmiştir Babıali tarafından ona bazı sikkeler hediye edilmiştir. Mesela Grand Dük Konstantin Rusya'dan geldiği zaman Çanakkale'de istediği bir lahit kendisine hediye edilmiştir. Veya 3. Selim zamanında İngiliz Sefirine İstanbul'da Çemberlitaş avlusunda bulunan yine böyle bir Yunanca kitabe hediye edilmiştir ama şunu da söylemek gerekir 19.yyda bu gibi hediyelere rağmen bir yandan da eski eser toplattırılır.

Ve hepimizin bildiği gibi 1872'de Ahmet Vefik Paşa Muarif Nazırıyken ünlü Dr. Detier 'i bu müzenin başlına getirir ve ilk katalogumuzu hazırlatır. 1860'larda bugünkü Çinili Köşk bizim ilk müzemizdir. Ve yeni bir Suphi Paşa Nizamnamesi 36 maddelik 'Eski Eserler Nizamnamesi' çıkmaktadır. Bu biraz gariptir. Buluntuların 3'te 1 esasıyla devlet-şahıs arasında paylaştırılacağını hatta kazıyı yapan yabancıysa da bu hükme dahil olacağını görüyoruz ki sonradan Osman Hamdi Bey bugüne örnek olan 'Asara.... ' Nizamnamesi ile bu hükümleri değiştirmiştir.

Osmanlı kazı yapmaktadır. Osman Hamdi Bey gibi, Aziz Bey gibi onun yetiştirdiği kimseler İmparatorluğun 4 bir tarafında kazılar yapıyorlar mesela Lübnan'da Saida ve Sidon'da bulunan eski lahitler ün kazanıyor. Ve zaten o lahitler imparatorluğun mimarlarından mimar Valory tarafından 'Ağlayan Kadınlar Lahti' örnek alınarak bugünkü müze binası Topkapı Sarayı'nın Saray-ı Amiri'nin Alanında yapılıyor Gülhane'ye bakan kısımda.Bu kadar büyük bir faaliyet arasında çok ilginçtir eski eserlerle klasik çağla kazılarla ilgimiz ne kadardı?Şunu söylemek gerekir 1900'le teşkil edilen Darülfünun Osmani yani İstanbul'daki Üniversite'de şüphesiz Tarih, Edebiyat Felsefe okutulduğu halde arkeoloji diye bir şey yoktu.

Peki hiç mi arkeoloji eğitimi yoktu. Vardı. Asar Atika müzesinde asistanlar bugunkü arkeoloji seminerleri gibi bir benzer programla yetiştirilmekteydi. Ve kazılara gönderilmekte yahut asistan olarak istihdam edilmekteydi. Daha ilginç bir şey var, Arkeolji müzesinin hala bugün bile çok zengin sayılan bir asker olan Mareşallipe kadar çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun en genç sadrazamlarından Ahmet Cevat Paşa'nın hediyesidir. Fransızca ve İtalyanca üzerine zamanın en zengin sistematik arkeoloji kitaplarını toplamış ve müzeye hediye etmiştir.

Hiç şüphe yok ki Akdeniz ülkeleri içerisinde en zengin mirasa sahip olan Türkiye ve Mısır ve ardından İran ve Suriye kaçakçıların hedefidir. İtalya gibi zengin çok eskiden organize olmuş ve eski eserlerini koruduğu farz edilen bir ülke bile kaçakçıların hışmından kurtulamıyor.

Kaçak eserler kaçak ticaret o ülkenin de canını yakıyor. Belki bu konuda kitlesel ulusal bir uyanıklık içinde olan İsrail istisnadır. Ve bu gibi kaçak faaliyete ticarete en az konu olanıdır. Bunun bilgisizlikle pek ilgisi yoktur. Klasik çağ tarihi malzemeye ilgi duyanlar bütün toplumlarda azınlığı meydana getirirler. Ama bunları koruyabilmek ayrı bir şeydir. Osmanlı idaresi geçen asırdan itibaren en azından bu eserleri tanımakta Bergama, Efes gibi yerler hakkında rehberler kaleme almaktadır. Salnamelere bakarsanız vilayet yıllıklarına bunlar için güzel yazılar ve rehberler yazıldığını da görürsünüz. Ama imkan başka bir şeydir, unutmayalım kaçakçılık bugün de bizim ülkemizde büyük problem yaratmaktadır.

Şark eserlerinin durumu hazindir. Bazen bir caminin mihrabı 4-5 parça halinde muhtelif yerlere dağılmaktadır. Bunların hepsi müzelere düşse yine iyi meşhur şahsi koleksiyonlarda ve müzelerde bunları bulur. Çoğu tanınmayan insanların bahçelerinde yatmaktadır. O kadar ki orta sınıf mensubu insanlar bile arabalarıyla geçtikleri yerlerde mezar taşlarını yüklenip götürmekten hiçbir tereddüt ve utanma duymazlar bu hiç şüphesiz ki Şark tarihinin de malzemelerini karanlık hale getirmektedir.

Eski Mısır Eski Yunanistan'a göre çok yağmalanır. Suriye Anadolu'daki eserlere göre çok yağmalanır. Bunun önünü almazsak beşeriyetin müşterek tarihini yazmak son derece güçleşecektir. Bu ilgisiz ortamda 1930'lar Türkiye'sinde fakir sayılabilecek , kırsal Türkiye'de eski eserlere kazılara duyulan ilgi şayan -ı hayrettir. Avrupa'nın kustuğu, reddettiği ülkeden kovduğu Yahudi ya da sosyalist asıllı Laman eski çağcılar Volfram ?, Landberg, Pereteburg ? gibi Türkiye tarafından himaye dilip alınması ve yeni kurulan İstanbul Edebiyat Fakültesi'nin arkeoloji ,astroloji bölümlerinde ve bir yıldız müessesi olan o zamanki Dil,Tarih'in 36'dan itibaren eğitiminde bunlara yer verilmesi çok büyük bir aşamadır.

Bir doğu ülkesi, imparatorlukta başlayan ama eksik başlayan arkeoloji macera ve merakını ilmi metotlara dökmekte ve insanlarını yetiştirmektedir.

Hatta Avrupa'ya bursla gönderilenlerin arasında sadece, hekim , mühendis ,ziraatçı değil astrolog ve bizantiolog adayları da vardır. Bu öğrencilerin bazıları kendilerine verilen bu imkanı iyi değerlendirmişlerdir ki Sedat Alp bir Hititologumuz rahmetli Ekrem Akurgal gibi bir arkeologumuz aralarından çıkabilmiş ve yeni seli iyi yetiştirebilmişlerdir.
23.00: Kim ne derse desin noksanlarımıza ve imkansızlıklarımıza rağmen biz dünyaya bütün zamanları ve mekanlarıyla hükmetmeye kalkıyoruz. Eksiklerimiz var burnumuzun dibinde ve bize yakın zamanlardaki Bizans'ı hala ilmi olarak tetkik edemiyoruz. Bunu yapmamız lazım, bunun gibi örnekler ve eksikler de var ama Türkiye eski eserlere karşı başka türlü yaklaşabilen ilmi metotlarla gelen ve hatta yer yer öncülüğü olan bir ülkedir.