29 Mayıs 2012 Salı

Nüfus Kuramları

Nüfus Kuramları

Nüfus artışını etkileyen faktörleri açıklamak için, Malthus, nüfusun kontrol edilmediğinde geometrik oranla artarken; yiyecek üretiminin aritmetik oranla arttığını, bu nedenle, insan toplumlarında nüfus artışını kontrol edecek mekanizmalar geliştirildiğini; Sadler, doğurganlığın nüfus yoğunluğuyla ters orantılı olduğunu; Doubleday, beslenme türünün doğurganlığı etkilediğini; Dumont, sosyal damarların yoğun olduğu yerde doğurganlığın düşük olduğunu; Fetter, doğurganlıkta insan davranışlarındaki iradenin belirleyici olduğunu; Nitti, bireyselliğin yüksek olduğu toplumlarda doğurganlığın düşük olduğunu; Brettano, zevke düşkün insanoğlunun, artan zenginlikle daha farklı eğlencelere yöneldiği için doğurganlığın düştüğünü; Ungern-Sternberg ise akılcı zihniyetin toplumun tüm sınıflarına hakim olmasıyla doğurganlığın düştüğünü savunur.
Bir toplumdaki nüfus büyümesini etkileyen faktörleri açıklamak için, nüfus kuramları geliştirilmiştir. Nüfus kuramları genel olarak, doğurganlık kalıpları üzerinde yoğunlaşır. Ölüm ve göç de nüfus büyümesini etkileyen faktörler olmakla birlikte, nüfus kuramları temel olarak, doğurganlık kalıplarındaki değişimlere ve toplumsal
sınıfların doğurganlık kalıplarındaki farklılıklarına odaklanır. Ayrıca, bir ülke ya da tanımlanmış bir grup için, doğurganlık kalıpları dikkate alınarak, doğurganlıkla ilgili belli bir doğrulukla tahminde bulunur.
Nüfus kuramları içinde en ünlüsü, Malthus’un nüfus artışının sınırlarıyla ilgili kuramıdır. Diğer kuramlar, kendilerini, Malthus’a yakınlık ya da uzaklık derecelerine göre konumlandırır.


Nüfus Artışının Sınırları
Thomas R. Malthus, 1789 yılında yazdığı ‘Nüfus ilkesi Üzerine Bir Çalışma’ adlı kitabında, insanın mükemmelliği görüşünü reddederek, kuramına iki temel önermeyle başlar:
• Yiyecek insan için zorunludur.
• Cinsler arasındaki çekim (tutku) zorunludur ve hemen hemen şu andaki durumunda
olduğu gibi devam edecektir.
insanlıkla ilgili bu iki kanun, aynı zamanda, doğa kanunudur. Bu konuda henüz bir değişime şahit olunmamıştır. Kontrol edilmediğinde nüfus, geometrik oranla artarken (2, 4, 8, 16, 32, 64 v.s.); yiyecek üretimi, aritmetik oranla (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 v.s.) artar. Buna göre, nüfusun gücü, yeryüzünün insan için yiyecek üretebilme gücünden daha fazladır.
insan için, yiyeceği zorunlu kılan doğa kanunu nedeniyle bu iki eşit olmayan güç, dengede tutulmalıdır. Yiyecek temin etme güçlüğü nedeniyle nüfus, sürekli ve güçlü bir şekilde kontrol edilmeyi gerektirir. Bu güçlüğün mutlaka bir yerlerde yaşanması ve insanlığın büyük bir kısmının bu durumdan katı biçimde mutlaka etkilenmesi gereklidir.


insan ve hayvan krallıklarında da doğa tohumlarını saçar ve bu tohumların büyümesi için, alana yayılmaları ve beslenmeleri zorunludur. Doğa kanunundaki zorunluluk, büyüme ve yayılmayı, belirlenmiş sınırlar içinde tutar. Bitkiler ve hayvanlar, bu büyük sınırlayıcı kanuna tabidir. insanlar da ‘aklın çabası’yla, bu kanundan
kaçamazlar. Bu kanunun bitkiler ve hayvanlar üzerindeki etkisi, tohumların ziyan olması, hastalık ya da erken ölümdür. insanlar üzerindeki etkisiyse, sefalet ve ahlâk düşkünlüğüdür. Sefalet bu kanunun mutlak sonucudur. Ahlâk düşkünlüğü ise yüksek olasılıklı sonucudur (Malthus, 1926: 16). Ahlâk düşkünlüğünün mutlak zorunlu sonuç olmamasının nedeni ahlakın, kötülüğün her türlü baştan çıkarmasına karşı direnmek zorunda olmasıdır. Nüfus ve yiyecek üretimi arasındaki eşitsiz güç, daha güçlü bir doğa kanunu olan güçlerin dengede tutulmasıyla, insan toplumunun mükemmelliğini sınırlamaktadır. İnsanlar akıllarıyla, tüm canlı varlıkların tabi olduğu bu kanundan kaçamazlar. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir eşitlik ya da toplumsal düzenleme, bu baskıyı ortadan kaldıramamıştır. Bu durum, herkesin mutlu olduğu, kendileri ve aileleri için yiyecek sağlamak konusunda endişe etmediği bir insan toplumu idealine, tamamen karşıdır.

Yeryüzünde, davranışların saf ve basit olduğu, yiyeceğin çok bol olduğu, erken evlilikler üzerinde kontrol mekanizmasının bulunmadığı, alt sınıflarda kendileri ve aileleri için rahatlık sağlama korkusunun olmadığı, üst sınıflar için yaşam şartlarını düşürme korkusunun olmadığı bir toplum olduğunu varsayalım. Böyle bir toplumda nüfus, gücünü gösterebilmek için mükemmel bir özgürlük içinde olacaktır.
Malthus’a göre, evlilik kanunu kurumsallaşsın ya da kurumsallaşmasın, tek kadına bağlanma, doğanın ve ahlakın kanunu gibi görünmektedir. Yanlış seçim sonucu, durumu değiştirme özgürlüğünün olduğunu varsayalım. Bu özgürlük ahlâk düşkünlüğüne varmadığı sürece, nüfusu etkilemeyecektir. Yiyeceğin bol olduğu, eşitliğin bulunduğu, davranışların basit ve saf olduğu, ahlaki düşkünlüğün olmadığı bir toplumun olduğunu varsayarsak, nüfusun gücü kontrolsüz kalacak ve insan türü, tarihin hiçbir döneminde görülmediği biçimde artacaktır.
Malthus, Birleşik Devletler’de, Avrupa’daki modern devletlerden daha fazla ölçüde yiyecek bolluğu olduğu, yaşamın saf ve basit, erken evlilikler üzerindeki kontrolün ise çok az olduğunu söyleyerek, böyle bir ortamda kontrolsüz nüfus büyümesinin nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışır.


Böyle bir ortamda, nüfusun her 25 yılda bir, kendini ikiye katladığı görülmüştür. Diğer bir deyişle, nüfus kontrol edilmediğinde, her 25 yılda bir kendini ikiye katlar ya da geometrik oranla artar. Yiyecek üretim, ise aritmetik olarak artar.
Örnek olarak, bir adada yedi milyon kişi yaşadığını ve yiyecek üretimininde bu sayıyı desteklediğini varsayarsak (Malthus, 1926: 24). 25 yıl sonra, insan nüfusu 14 milyon olacaktır. Yiyecek üretimi de bu artışa uyacaktır. Sonraki 25 yıl sonunda insan nüfusu 28 milyon olduğunda, yiyecek üretimi 21 milyonu besleyebilecek kadar artacaktır. Bir sonraki 25 yılda nüfus 56 milyon olduğunda, yiyecek üretimi, bu nüfusun ancak yarısını besleyebilecek şekilde artacaktır. Ve ilk yüzyılın sonunda, insan nüfusu 112 milyon olurken, yiyecek üretimi ancak 35 milyonu besleyebilecek kadar olacaktır. Bunun anlamı, 77 milyon kişinin yiyecekten mahrum kalmasıdır.
Malthus, büyük bir göçün yabancı bir yerde, tanımayan bir iklimde yaşamak, kişinin arkadaşlarından, ailesinden, toprağından kopmak olduğunu, bu durumunda büyük bir mutsuzluk anlamına geldiğini, çok az sayıda insanın başka bir yere gitmek isteyeceğini söyler. Bu nedenle, insanlar tarafından, insan nüfusu üzerinde kontrol uygulanmaktadır.
Malthus’a göre, nüfusun artışını kontrol etmek için, insan toplumunda uygulanan başlıca iki kontrol mekanizması bulunmaktadır:
1. Ölüm hızını arttıran pozitif kontrol mekanizması
2. Doğum hızını düşüren önleyici kontrol mekanizması
Ölüm hızını arttıran pozitifi kontrol mekanizması açlık, hastalık ve savaştır. Örneğin alt sınışarın, çocuklara yeterli besin vermemesi ve dikkat etmemeleri, ölüm hızını artıran bir işlev görür (Malthus, 1926: 63). Doğum hızını düşüren önleyici kontrol mekanizması ise kürtaj, doğum kontrolü, evliliğin ertelenmesi gibi daha çok burjuvazinin uyguladığı kontrol mekanizmasıdır.
Malthus, 1803’te çalışmasının ikinci basımında, üçüncü kontrol mekanizması olarak ahlaki kısıtlamayı eklemiş ve detaylı olarak açıklamıştır. Önleyici kontrol mekanizmasında yer alan, evliliğin ileri yaşlara ertelenmesi, tek başına nüfusu sınırlayıcı olmayacaktır. Evliliğin, aynı zamanda tamamen ahlâki olması (gayrimeşru ilişkinin olmaması) gerekir; çünkü, evlilik gerçekleştikten sonra artık, hiçbir yapay önleyici mekanizma uygulanmamalıdır (Glass, 1953: 28).


Yoğunluk
Kuramını oluşturduğu çalışmasının büyük çoğunluğunu, Malthus’un kuramını çürütmeye ayıran, Thomas Sadler’in geliştirdiği nüfus kanunu iki ilkeye dayanır:

1. Doğurganlık nüfus yoğunluğu ile ters orantılıdır. Diğer durumlar sabit tutulduğunda, evliliklerin sayısı nüfus yoğunluğuna göre değişir. Burada kısıtlayıcı olan, yalnızca mekân değildir. Üzerinde yaşanan mekânın, nüfusu besleme kalitesi de önemlidir. Örneğin, dağlık yerlerle, buz altındaki yerler, daha verimli toprakların bulunduğu bölgelerle kıyaslanamaz.
2. Doğurganlık, ölüm hızı ile doğrudan değişir. Diğer bir deyişle, doğurganlığın yüksek olduğu yerde, ölüm hızı da yüksektir. Sadler, yoğunluk ilkesinin kır ile kent farklılığını ve üst sınıflardaki düşük doğurganlığı da açıkladığını savunur (Coontz, 1957: 28-29).


Beslenme Prensibi
Thomas A. Doubleday, bitkiler ve hayvanların üremesi üzerinde beslenmenin yarattığı etkileri inceleyerek, elde edilen sonuçların insan doğurganlığı için de geçerli olabileceğini savunur. Bitkilerin çok fazla beslendiği zaman, tohum vermediklerini, daha zor çevre şartlarında ise daha fazla çiçeklendiğini ve yenilendiğini gösteren deneylerin, hayvanlar dünyası için de geçerli olduğunu, ne zaman bir tür yok olma tehlikesiyle karşılaşsa, doğurganlığının arttığını söyleyerek söz konusu sonuçları, insan toplumuna uyarlar. Doubleday, rahatlığın ve yiyecek bolluğunun olduğu yerde insanların üreme kapasitenin düştüğünü, zor şartlarda ve yiyeceğin az bulunduğu yerde ise üreme kapasitenin arttığını, bu kuralın hem bir ülkedeki hem de ülkeler arasındaki nüfus farklılıklarını açıkladığını savunur. Nüfus yoğunluğunun fazla olduğu ülkelerde, et ve şarabın daha az tüketildiğini; örneğin, iskoç Adaları’nda yaşayanların daha çok balıkla beslendiğini; Hindistan’da ve Çin’de pirinç ve patates tüketiminin fazla olduğunu söyleyerek, kuvvetli besinleri tüketen ülkelerin ve sınıfların, kendilerini üretebilme/yenileyebilme güçlerini zayıflattıklarını söyler (Coontz, 1957: 43-44).

Sosyal Damarlar: Dumont, Malthus’un nüfus ilkesinin tek olmadığını, doğurganlık kalıplarındaki değişimleri açıklayan iki nüfus ilkesi daha bulunduğundan söz eder. Bunlardan ilki, insanların hayvanlar gibi yaşadığı, ürettikleri yerine bulduklarını yedikleri Malthuscu ilke; ikincisi, Guillard’ın nüfusun oranının otomatik olarak ‘ekmeğin olduğu yerde’ insanın doğduğu ilkesidir. Böyle bir toplumda hayatın anlamı, emek ve birikim olduğunda; doğum oranlarının mevcut iş imkânlarına göre değiştiğini, böylece, Malthus’un sefalet ve ahlâk düşkünlüğü gibi kontrol mekanizmalarının gereksiz olduğu toplumlar bulunduğunu söyler. Üçüncü ilke ise Dumont’un önerdiği, medeni toplumları yöneten ‘Sosyal Damarlar’ ilkesidir (Coontz, 1957: 58-61).
Sosyal Damarlar ilkesi, tüm toplumlarda prestijin toplumsal hiyerarşisi olduğunu; değerler, toplumdan topluma farklılık gösterse de, her toplumda bazı insanların diğerlerinden daha prestijli olduğunu vurgular. Toplumsal moleküller, parlak ideallere doğru yükselmek için çekilirler. Dumont’a göre, sosyal statüyü yükseltmek için harekete geçirici dürtü, politik güç ya da zenginlik değildir. Bunlar, Sosyal Damarlar terimi altında toplanabilecek olan zevk, zarafet, lüks, gerçeğe ve adalete duyulan sevgi, hatta genelin iyiliği adına kendini feda edebilmek olan ideallerdir.
Kısacası, Sosyal Damarlar, bir toplum üyesinin, o toplumun değerlerine göre saygınlık kazanabilmek için, ortaya çıkan bireysel dürtülerini anlatır. Sosyal Damarlar, tüm medeni toplumlarda görülmekle birlikte, hepsinde eşit derecede işlemez. En zayıf olduğu toplumlar, statü ve kastın, bireysel gelişime katı engeller koyduğu toplumlardır. Böyle toplumlarda doğurganlık, daima yüksektir; çünkü, kişisel gelişim engellenmiştir. Kişisel gelişimi engellenen insan, doğasındaki hayvansı dürtülere boyun eğer. Diğer taraftan, Sosyal Damarlar’ın en etkili olduğu toplumlarda, sosyal hareketlilik yüksektir. Böyle toplumlarda çocuklar, kişisel gelişimi engelleyici ya da geciktirici etkide bulunduğu için, doğurganlık oranı da düşüktür.
Dumont, yoksulluğun ve cehaletin yüksek doğurganlık nedeni olmadığını, tam aksine, yüksek doğurganlığın, yoksulluk ve cehalet nedeni olduğunu iddia eder. Benzer biçimde, zenginliğin düşük doğurganlığa neden olmadığını, düşük doğurganlığın da, zenginliğin de ilerleme isteğinin genel sonucu olduğunu söyler. Kent merkezlerinde Sosyal Damarlar güçlü olduğu için, doğurganlık düzeyi düşüktür.
Ancak, kentte her sınıf aynı biçimde davranmaz. Proleterya, ilerleme isteklerine üretim sistemi tarafından konulan güçlü engeller nedeniyle, yaşam şartlarını yükseltmek imkânsız olduğundan sayıca artarlar.


Gönüllülük: Fetter’in (Coontz, 1957:61-64), Gönüllülük yaklaşımına göre, hiçbir nüfus ilkesi, tek başına, doğurganlık kalıplarındaki değişimi açıklamak için yeterli değildir. Demografik değişimlerde, yiyecek üretiminin sınırlarının, nüfus üzerindeki kısıtlayıcı etkisinin olduğunu, ama, insanların ilerleme vasıtasıyla, yalnızca fiziksel zorunluluklar nedeniyle, hareket etme durumundan belli bir özgürlüğe kavuştuklarını, böylece insan davranışlarında iradenin belirleyici olduğu görüşünü savunur.


Gönüllülük yaklaşımı, insanın üreme davranışını incelemek için, toplumu sınıflara bölerek bu sınıflarda ailenin işlevini inceler. Fetter, tüketim birimi olarak ailenin tüm sınıflarda aynı işlevi gördüğünü; aile gelirinin aile büyüklüğüne üst sınır koyduğunu; ancak, bu üst sınırın her zaman gerçek bir sınır olmadığını, aile üyelerinin her zaman için aile gelirini artırabileceğini söyler. Bu durumda, yoksul sınıfların aile büyüklüğüne sınır koymak için daha istekli görünmesi gerektiği halde, gerçek durumun tersi olduğunu, çünkü daha iyi durumdaki ailelerde açlık korkusunun daha fazla olduğunu, gönüllü olarak, geleceği düşünerek anlık zevklerini bastırmayı bildiklerini söyler. Bu sınıfların kendilerinin zengin olmalarını sağlayan basiret ve öngörü gibi özellikleri, aynı zamanda aile büyüklüklerini sınırlamalarını da sağlar.
Üretim birimi olarak, ailede çocuğun ekonomik değeri zengin ve yoksul sınıflarda farklıdır. Üst sınıflarda çocuk aile harcamalarının artmasına neden olur.
Yoksul sınıflarda ise aile bütçesine katkıda bulunur. Ayrıca miras, aile büyüklüğü üzerinde de belirleyicidir. Zengin sınıflarda babalar, miras çok sayıda çocuk arasında bölündüğünde, çocukların gelecekte sosyal konumlarını sürdüremeyeceklerini düşünür. Yoksul sınıflarda ise devredilecek bir miras bulunmamaktadır. Fetter, hane gelirinde hızlı bir artışın, nüfus büyümesine yol açacağını kabul etmez, çünkü, ailenin yeni yaşam standartlarını sürdürebilmek için aile büyüklüğünü sınırlı tutacağını söyler.

Artan Bireysellik Kuramı
Francesco S. Nitti (Coontz, 1957:65-67), bireyselliğin nüfus büyüklüğü üzerindeki
etkisini inceleyen, yeni bir nüfus kuramı ilkesi geliştirmiştir. Buna göre, bireyselliğin güçlü biçimde geliştiği, toplumsallaşmanın bireysel aktiviteyi ortadan kaldırmadığı, zenginliğin bölündüğü, eşitsizliğin sosyal nedeninin işbirliğinin daha üst bir formuyla ortadan kaldırıldığı toplumlarda, doğum hızı yiyecek hızına eşitlenir ve demografik evrim, geçmişte olduğu gibi, bir korku ve terör unsuru olmaktan çıkar. Toplumsal örgütlenme türü, bireyselliğin en üst düzeye ulaşmasında çok önemli bir yere sahiptir. Mevcut toplum, üst sınıfların bireyselliğini bastırır ya da üyelerinin artışına sınır koyar. Yüksek doğurganlığın olduğu alt sınıfların durumları ise mevcut toplumsal kurumlardan kaynaklanır. Yoksulluk, yüksek doğurganlığa neden olur. Proleterya, Dumont’ta görüldüğü gibi eylemden dışlanır.
Bireyselliğin en üst düzeyde gerçekleşmesini sağlayacak olan toplumsal örgütlenme nasıl olmalıdır? Nitti’nin ideal toplumunda, ne toplumsal dayanışmayı yok edecek derecede yarışmacılık ve egoizm vardır ne de bireyselliği ortadan kaldıracak kadar topluluk merkezli bir yapı vardır. Nitti’nin ideal toplumunda, zenginlik dağıtılır ve sosyal damarlar artar.

Artan Zenginlik Kuramı
L. Brentano’ya (Coontz, 1957:67-68) göre, insanoğlu zevk düşkünü bir yaratıktır. Zevklerin ise maddi bir temeli vardır. Yoksul sınışarın alternatif zevkleri, oldukça sınırlıdır. Örneğin, maden işçilerinde görülen yüksek doğurganlığın nedeni, günlük yaşamlarından kaynaklanır. Maddi ve psikolojik olarak zor şartlar altında yaşayan, günlerini yeraltında geçiren maden işçileri için kitaplar, seyahat, entellektüel merak ve estetik tatmin kaynakları olmaktan uzaktır. Güneşi görmeden eve geç saatlerde dönen bu insanlar için, yıpratıcı yaşamlarının telafisini aşırı cinsellik karşılar. Zenginlerde ise durum tamamen farklıdır. Evin dışında, ulaşabilecekleri çok sayı da zevk kaynağı bulunmaktadır. Ayrıca, zenginler arasında, çocuklara ‘mükemmelleştirilecek yeni bir karakter’ olarak bakılmaktadır çünkü, miktar değil, kalite önemlidir. Eğitim ve kariyer için hazırlama gerekliliği, çocukların aile üzerindeki yükünü artırmaktadır. Toplumda, doğurganlıktaki genel azalma, teknik, bilimsel, endüstriyel ve ticari ilerlemenin getirdiği yeni zevk kaynaklarına, daha çok sayıda insanın ulaşabilmesinin
sonucudur. Zevk kaynaklarına ancak, maddi imkânı olanlar ulaşabileceğinden, erkekler bir seçimle karşı karşıya kalır. Medeniyetin yeni zevk fırsatlarından yararlanabilmek için, ailenin büyüklüğünü sınırlamak zorunluluğu ortaya çıkar.
Zenginlikte artış, doğurganlıkta artışı getirmez. Aileye yeni bir üye gelmesi, toplam tatminde azalmaya neden olacaksa, erkekler aile sayılarını sınırlı tutarlar. Yapmak zorunda oldukları seçim, ebeveynlikle alternatif zevkler arasındadır.
Brentano, yoksullarda, zevk kaynakları arasında seçim imkânı olmadığını söyler. Ancak, yüksek doğurganlığa neden olan, zevk kaynağının kendisi değil, yoksulların korunma araçlarından habersiz olmalarıdır. Diğer bir deyişle, yoksullar arasında yüksek doğurganlığa, cehalet neden olmaktadır.


Doğurganlıkta Azalma ve Akılcılık
Roderich von Ungern-Sternberg (Coontz, 1957:69-71), yalnızca üst sınıflarda değil, proleterya arasında da doğurganlıktaki düşüşün nedenini, biyolojik değil, tamamen zihinsel olduğunu söyler. Avrupa medeniyeti sınırları içinde, doğurganlıkta gözlenen düşüş, tüm sınışarı aynı biçimde etkileyen, kapitalist mentaliteden kaynaklanmaktadır. Burjuvazi arasında kapitalist mentalitenin gelişmesi, dürtülere uyan, anlık davranışlarda bulunan, zevk eğilimli mentaliteyi yok etmeye başlayarak, akılcı bir mentalitenin gelişmesini sağlamıştır. Böylece bireyler ebeveynlik de dahil olmak üzere, tüm davranışlarını dikkatle değerlendirmeye başlamışlardır. Eski tip burjuvazi, güç tutkusuyla hareket ederken, yeni burjuvazi, ideali kazanmak ve biriktirmek üzerine kurulmuştur. Ayrıca, kadınlar da kapitalist mentaliteden etkilenerek, eşitlik ve bağımsızlık arayışlarında erkekleşmeye başlamışlardır. Burjuvazi arasındaki, düşük doğurganlığın nedenleri bunlardır.
Proleterya arasında da durum farklı değildir. Tarım toplumundan çıkarak kentlere göç eden çok sayıda insan, sosyal durumlarını yükseltmek peşindedir. Bu insanlar, aşırı duygusal olmayan, zihinleri uyanmış, geçmişleriyle bağlantılarını kolaylıkla kopararak kent yaşamına genellikle uyum sağlayan insanlardır.


Ölüm ve Morbidite
Demografik açıdan ölüm, nüfusun azalmasını anlatan bir süreçtir. Ölüm istatistikleri kadar önemli olan diğer bir terim, morbiditedir. Sonu ölümle bitecek hastalıkları, salgınları açıklamak için kullanılır. Başlıca ölüm istatistikleri, Kaba Ölüm Hızı, Yaşa Bağlı Ölüm Hızı, Nedene Bağlı Ölüm Hızı hesaplamalarıdır.
Ölüm, bireyin fiziksel yok oluşunu tanımlar. Demografik açıdan ölüm, fiziksel yok oluş vasıtasıyla, bir nüfusun azalmasını anlatan bir süreçtir. Bireysel ölüm, hastalıklar, kazalar, cinayet vs. olayların sonucu gerçekleşir ve her yaş grubundan insanı hedef alabilir. Ancak, bazı yaş grupları diğerlerine göre daha fazla ölüm riski taşır. Demografide ölüm, genel anlamda kullanıldığında, nedene bağlı ölümleri ve yaşa bağlı ölümleri dikkate almaz. Bu konularla ilgili olarak ayrıca, yaşa bağlı ve nedene bağlı ölüm ölçümleri gerekir.
Ölümle değişimli olarak kullanılmasına rağmen; morbidite, daha çok, patalojik ve anormal bir durumu anlatır. iyileşmesi mümkün olmayan ‘ölümcül’ hastalıklar, bu kategoride değerlendirilir. Bu anlamda morbidite ölçümleri, bir nüfusta ölümcül hastalık oluşumunu tanımlamak için kullanılır. Daha çok, tıp alanında kullanılan bu ölçümler, demografik açıdan da ölüme yol açmaları nedeniyle, toplumdaki ölüm kalıplarının tanımlanması ve açıklanmasında kullanılır.

Morbidite Hızı
Bir hastalığın, ne kadar sıklıkla meydana geldiğinin hesaplanmasında iki temel
yaklaşım kullanır. Belli bir zamanda ya da zaman aralığında, belli bir hastalığa sahip
olan bireylerin, nüfus içindeki oranını gösteren yaygınlık ölçümü ve belli bir
zamanda, genellikle bir yıl içinde bir hastalıkla ilgili yeni teşhis edilmiş vakaların
sayısını gösteren vaka ölçümüdür. Ölçümlerin nüfusa oranlamasında, yıl ortasındaki
nüfus büyüklüğü dikkate alınır (Weinstein ve Pillai, 2001:167).
Yaygınlık = (Belli bir hastalığı olan kişi sayısı / Toplam nüfus sayısı) 100
Vaka Ölçümü = (Bir yıl içinde yeni teşhis edilmiş belli bir hastalık sayısı /
Hastalığın görüldüğü nüfus sayısı) 100,000
Vaka ölçümünde, toplam nüfus kullanılabileceği gibi, bazı hastalıkların cinsiyete
bağlı olması nedeniyle, toplam nüfus içinde, o cinsiyet kategorisinde yer alan
toplam kişi sayısı da kullanılabilir. Örneğin, prostat kanseri cinsiyete bağlı hastalık
olarak, nüfus içinde yer alan toplam erkek sayısına oranlanması gerekir. Yaygınlık
ölçümünde, her 100 kişiye düşen hastalık oranı, vaka ölçümünde ise her 100,000
kişiye düşen yeni teşhis edilmiş hastalık oranı verilir.
Kaba Ölüm Hızı
Kaba Ölüm Hızı, bir yıllık süre içinde, bir nüfusta meydana gelen ölüm sayısının,
her 1000 yaşayan kişiye düşen oranıdır. Toplam nüfusun, yıl ortasındaki büyüklüğü alınır.
Kaba Ölüm Hızı = (Ölüm sayısı / Toplam nüfus büyüklüğü) 1000
Kaba Ölüm Hızı, yaşa bağlı ve nedene bağlı ölümleri dikkate almadığından, bu
konuda bilgi sahibi olabilmek için, Yaşa Bağlı Ölüm Hızı ve Nedene Bağlı Ölüm
Hızı ayrı ayrı hesaplanır.

Yaşa Bağlı Ölüm Hızı
Yaşa Bağlı Doğurganlık Hızı ölçümünde olduğu gibi, Yaşa Bağlı Ölüm Hızı da bir
yıl içinde, belli bir yaş aralığında meydana gelen ölüm sayısının, aynı yaş grubunda
yer alan toplam nüfusa oranıdır. Her 1000 yaşayan kişiye düşen ölüm sayısı olarak
yorumlanır. Toplam nüfus olarak yıl ortasındaki sayı alınır.
Yaşa Bağlı Ölüm Hızı = (Belli bir yaş grubunda meydana gelen ölüm sayısı
/ Belli bir yaş grubuna düşen toplam kişi sayısı) X1000
Örneğin, 2002 yılında, A ülkesinde 25-29 yaşları arasında 2 milyon kişi yaşamaktadır. Kayıtlara göre, bu yılda, 25-29 yaşları arasında ölenlerin sayısı 10,000 kişidir.
A ülkesinde, 2002 yılı için, 25-29 yaş kategorisinde meydana gelen yaşa bağlı ölüm hızı nedir?
Yaşa Bağlı Ölüm Hızı = (10,000 / 2,000,000) x1000 =5
25-29 yaş kategorisinde yer alan her 1000 kişiye düşen ölüm sayısı, 5’tir.
Çocuk ölümlerinin incelenmesinde, yaşa bağlı ölüm hızları hesaplanmaktadır.
Çocuk ölümleri için üç temel kategori kullanılır.
• Yeni doğan: Yaşamın ilk gününden yirmi sekizinci gününe kadar,
• Bebek: Yaşamın ilk yılını,
• Çocuk: Yaşamın ilk yılından beşinci yılına kadar olan zamanı kapsar.
Yeni Doğan Ölüm Hızı bir yıl içinde yaşamının birinci ve yirmi sekizinci günleri
arasında ölenlerin sayısının, o yıl içinde meydana gelen doğum sayısına oranıdır.
Yeni Doğan Ölüm Hızı = (Yeni doğan ölüm sayısı / Doğum sayısı) x1000
Sonuçlar, her 1000 doğan çocuğa düşen, yeni doğan ölüm sayısı olarak yorumlanır. Yeni doğan ölüm hızı hesaplamasında, ölen yeni doğan sayısı, yıl ortasındaki değer değil, bütün bir yıl boyunca meydana gelen ölüm sayısını dikkate alır.
Benzer ölçümler, bebek ve çocuk ölümleri için de yapılır.


Nedene Bağlı Ölüm Hızı
Nedene Bağlı Ölüm Hızı ölçümü, morbidite ölçümleriyle yakından bağlantılıdır.
Çünkü, hangi grupların ölmekte olduğunu, hangi grupların ölüm riskinin en az olduğunu bilmek isteriz. Morbidite hızında vaka ölçümü, Nedene Bağlı Ölüm Hızı’nın hesaplanmasında kullanılır. Örneğin, bir yıl içinde, cinayet nedeniyle meydana gelen ölüm hızının hesaplanması için, aşağıdaki formül kullanılabilir:
Nedene Bağlı Ölüm Hızı = (Cinayet nedeniyle meydana gelen ölüm sayısı
/ Toplam nüfus büyüklüğü) X100,000
2008 yılında, Türkiye’de, Kaba Ölüm Hızı, binde 6,3 olarak hesaplanmıştır. Aynı
verilere göre, bebek ölümleri hızı, binde 14,9 dur. (Nüfus Projeksiyonları,
Göç
Nüfus hareketlerini etkileyen diğer bir süreç, göçtür. Başlıca iç göç, dış göç ve zorunlu
göç olarak sınışandırılır. Göçler, kısa süreli ya da uzun süreli olabilir. Yaşa
ve cinsiyete göre farklılıklar gösterir. Başlıca göç ölçümleri, Gelen Göç, Giden
Göç, Net Göç, Katkılı Göç hesaplamalarıdır.

Demografik açıdan gelen göç ve giden göç önemlidir. Çeşitli göç türleri bulunmaktadır. Bir grup aktivitesi olarak göç, aile üyelerini, arkadaşları, komşuları belli bir dini ya da etnik grubu kapsayabilir. Geçici ya da uzun süreli olabilir.
• iç göç: Bir nüfus içinde, alt grupların hareketliliğidir. Örneğin, Türkiye’nin
daha az gelişmiş bölgelerinden istanbul, Ankara, izmir gibi metropollere
göç edilmesine iç göç denir.
• Dış göç: Bir nüfusun, bir ülkeden başka bir ülkeye hareketini anlatır. Örneğin, 1960’lı yıllardan itibaren ekonomik nedenlerden dolayı, Türkiye’den Batı Avrupa’ya doğru büyük bir hareketlilik yaşanmıştır.
• Zorunlu göç: Savaş, doğal afet ya da baskı nedeniyle, nüfusun, kendi istekleri dışında, ülkelerinden başka bir ülkeye hareketliliğidir.
Kişisel gönüllülüğe dayalı iç ve dış göçün yönü, gelişmekte olan bölgelerden gelişmiş bölgelere doğrudur.
Göç Ölçümleri
Gelen Göç: Bir grup insanın, bir nüfusun ya da alt nüfusun yerleştiği bölgeye, yerleşmek amacıyla gelmesidir.
Gelen Göç Hızı = (Belli bir zaman diliminde, belli bir bölgeye yerleşmek için yeni gelenlerin sayısı / Yerleşim yerindeki nüfus) X1000
Giden Göç: Bir grup insanın, başka bir yere yerleşmek için, belirli bir bölgeden gitmesidir.
Giden Göç Hızı = (Belli bir zaman diliminde, belli bir bölgeden yerleşmek için başka bir bölgeye yeni gidenlerin sayısı / Yerleşim yerindeki nüfus) X1000
Net Göç: Belli bir zaman diliminde, bir coğrafi bölge için, gelen ve giden göç arasındaki farkı verir.
Net Göç = (Gelen göç - Giden göç)/ Toplam nüfus X1000
Katkılı (Gross) Göç: Belli bir zaman aralığında, gelen ve giden göçün toplamı
dır.
Katkılı Göç Hızı = (Gelen göç sayısı + Giden göç sayısı) / Toplam nüfus X1000
Ölçümlerde, toplam nüfus için yıl ortasındaki sayı alınır. Yukarıda anlatıldığı gibi,
göç hareketleri, yaşa ve cinsiyete göre farklılık gösterir. onlu yaşların sonlarına
doğru artan hareketlilik, otuzlu yaşların ortalarına kadar devam eder. Bu yaş dönemleri,
aynı zamanda, yeni ailelerin kurulduğu; aileyi destekleme sorumluluğu
nedeniyle, ekonomik şartların daha iyi olduğu yerlerin arayışına girildiği dönemlerdir.
Göçler, cinsiyete göre de farklılık göstermektedir. Erkekler, daha uzak mesafelere
göç etmeyi tercih ederken; kadınlar, illeri ya da doğdukları yere yakın ülkeleri
tercih etmektedir.