6 Mayıs 2008 Salı

Keramet Üzerine

Kerâmete bakışı

Sûfiler, kerâmeti ikiye ayırırlar; Kerâmeti kevniye, kerâmeti ilmiye. Kerâmeti kevniye, yâni olan, görünen kerâmet, tebiat kanunlarına aykırı bir şeyin olmasıdır. Kerâmeti ilmiye, yâni bilgiye ait kerâmet, erenin sözü, yazısı ve gönüllere tesiridir. Bu buluş, şeriatçıların, peyagmbererin mucizelerini “geçici ve kalan mucizeler” diye ikiye ayırmalarından doşmuş olsa gerektir. Meselâ Muhammed Peygamber’in en büyük mucizesi Kur’ân’dır. Öbür mucizelerinin hepsi zamanında olmuş, gelip-gitmiştir. Fakat Kur’ân, kalan mucizesidir.

Bütün sûfiler, kerâmeti kabul etmekle beraber ilmî kerâmeti üstün görürler. Bilhassa eski Melâmetilerle XV. Yüzyıldan itibaren aynı neşeyi yürüten Melâmî-Hamzavîler ve gene Melâmet neşesine sahîb olan Mevlevîler, kerâmeti bayağı bir şey görürürler, ona hiç ehemiyet vermez ve onu “hayz-ı ricâl-erkeklerin hayız görmesi” sayarlar. Fakat gene de bütün sûfî biyografileri, Melâmîler de dahil olmak üzere, kerâmetlerle doludur. Esas itibariyle kerâmete, yani bir kişinin isteğiyle tabiat kanunlarına aykırı ve olağanüstü işlerin olabileceğine inanmak, bütün sûfîleri bu tenakuza düşürmüştür. Burada şunu da kaydetmemiz gerektir gerektir ki sûfi kerâmetleri ayrıca incelenmeye değer. Bunlarda Şamanizmin, Budizmin, Mandeizmin, Uygur Manihaizminin, Yahudilik ve Hiristiyanlığın ve bunlardan meydana gelmiş olan yerli geleneklerin tesirleri ap-apaçık görünür. Meselâ Şamanizmde, yahut Budizmde mevcut olağanüstü bir şey, zaman bakımından araları hiç de yakın olmayan, hattâ meşrep bakımından da birbirlerine aykırı bulunan bir çok sûfîlere atfedilmiştir ve bu suretle kerâmetlerde bir ayniyet meydana gelmiştir.

Mevlevîlikte de Mevlânâ’dan itibaren bütün Mevlevî büyüklerine isnad edilen bir çok olağanüstü şeyler , kerâmetler vardır. En eski kaynak olan “ İbtidâ-Nâme” de Mevlânâ’nın yalnız irfanından, bilgisinden, neşesinden, halinden bahsedilirken Sipehsâlâr’da Mevlânâ’nın kerâmetleri övülmeye başlar, nihayet Eflâki, bunları alanildiğine çoğaltır.

Fakat bizzat Mevlânâ’nın kerâmete bakışını, kerâmet telâkkisini bilmek, elbette çok mühim, hattâ Mevlânâ’nın ruhî tahlili bakımından lâzım bir şeydir. Mevlânâ’ya Hacı Bektaş’ın suyu kan yaptığı nakledililince “Temizi pislemek kolay iş, pisi temizlemek hünerdir” diyor ve buna hiç ehemmiyet vermiyor ki bundan, Mevlânâ’nın çağdaşlarını anlatırken daha etraflı bahsedeceğiz. Eflâki Seydî Ahmet al-Rufâî’nin soyundan Seydi Taceddin’in Rûfâî dervişleriyle Konya’ya geldiğini, bunların ateşe girmek, yılanlarla oynamak, kendilerine şiş saplamak gibi bir çok hünerler göterdiklerini, Konya halkının Rufâîlerce “Buhran” denen bu oyunları seyretmek üzere akın-akın gittiklerini, bu arada Mevlânâ’nın karısı Kira’nın da gitmek istediğini, fakat bunları ancak bir oyun telâkki eden Mevlânâ’nın bunlardan hiç hoşlanmadığını ve Kira’yı gitmekten men ettiğini kaydediyor ki hakikaten dikkate değer (179b – 180 a). O, Menevîde peygamberlerin mucizelerinden, erenlerin kerâmetlerinden bahsederken aynı zamanda gene “ Gizli mucize ve kerâmet, temiz pirlerden gelir. Gönüllere akseder “ demekte ( Mesnevî, c. VI, s. 105, b. 1300). Mucizelerle kerâmetlerin cansız şeylere tesiri eğretidir, geçip gider. Ruhta tesiri ise daimîdir, bir biri ardınca ulanır-durur” diye asıl kerâmetin ruha tesir eden kerâmet olduğunu söylemekterdir. ( VI, s. 106, b. 305) Dîvân-ı Kebîrde de bunlara temas eder. “İki dünyada da senin yüzünü görmekten başka kerâmet , ne vardır, ne olmuştur, ne olur” demede ve kâmil insanı görebilmenin, insan kadrini bilmenin kerâmet olduğuna inandığını bildirmededir ki bu bakımdan onun naklettiği mucize ve kerâmetlerin, bir geleneğe uyuşun ifâdesi olduğunu zannedebiliriz.

“Fihi mâ-fîh” teki şu sözleri Mevlâna’nın kerâmet hakkındaki nokta-i nazarını büsbütün açıklar:

“Bir gün kerâmetten bahsederken dedi ki : birisi, buradan bir günde Kâ’be’ye gitse bu, o kadar şaşılacak bir şey olmadığı gibi kerâmet de değildir. Çünkü sam yelinde de bu kerametler var, bir anda nereye giderse gider. Kerâmet ona derler ki seni ikilikten kurtarsın, aşağılıktan yüce bir hâle vardırsın, o hâle vardırsın, o hâlden sefer edesin, bilgisizlikten akıl âlemine, cansızlıktan canlılığa erişesin. Netekim evvelce de toprağa mensuptun, Tanrı seni nebât âlemine getirdi. Nebât âleminden sefer ettin, et ve kan pıhtısı oldun, o âlemden de canlılar âlemine, nihayet canlılar âleminden insanlık dünyasına sefer ettin. Kerâmet, buna derler ki Ulu Tanrı bu çeşit seferi sana kolaylaştırdı. Geldiğin yollardaki konaklar, hatırında olmadığı gibi geleceğini, hangi yoldan geldiğini ve nasıl geldiğini de bilmezsin. Seni getirdiler, bir de baktın ki gelmişsin” (78.a, No. 1033, 42. a – b )


devam edecek

Mevlana Celaleddin Hayatı Eserleri Felsefesi -Abdülbaki Gölpınarlı sh.228-229/1999