Dücane Cündioğlu
dcundioglu@yenisafak.com.tr03 Temmuz 2010 Cumartesi
Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur!
İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır.
Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.
Pascal ne güzel söylemiş:
— "Agenouillez-vous, priez et vous croirez!"
Yani:
— "Diz çökün, dua edin; inanacaksınız!"
Önce secdeye kapanmayı bilmeli insan; aczini... güçsüzlüğünü... muhtaç olduğunu... yardıma değil, yaşama ihtiyaç duyduğunu... yaşamaya... ve bir gün ölmeye...
Aczini idrak, güçsüzlüğünü itiraf edebilmeli.
İnsan kendinden saklanmamalı.
***
Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediğinde, düşünmek kâr etmediğinde inanır. Eylediğinde yani. Eylemin içinde... yaşamın ve yaşamanın tam da içindeyken...
Belki acı çekerken, belki eğlenirken... ama her hâlukârda istemini/duasını eylemiyle gerçekleştirirken...
İnancın kökenini boşuboşuna serebral korteksin kıvrımlarında aramamalı bu yüzden! İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde duyurur yoksunlarına.
Anacaddelerde değil, bir arasokakta, kimbilir belki bir çıkmazsokakta...
Birdenbire engel(ler) kalkar, yol açılır, ve yürür gidersin. İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yani güvenmeyi öğrenmiş olarak gidersin.
Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.
Yeter ki yürü, inanırsın.
Dua et, seslen, istersen sövüp say, hem de bütün öfkenle, duyar O, ve cevap verir.
İnan!
***
— "İslamiyet dahil hiçbir dine yakınlık duymadım, ama her dinin bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoşuma gitti, her zaman takip etmek, hatta bir parçası olmak istedim." (Akşam, 28 Haziran 2010)
Oray Eğin'in bu açıklaması ne kadar düşündürücü değil mi?
Ve bir o kadar da dürüst ve samimi.
Bu açıklama, bizlere, insanın en güçlü, en derin çelişkilerinden birini gözden geçirme imkânını veriyor.
Yani inançla yaşam arasında gidip gelen bilinç sarkacının o kontrol edilmesi güç salınımını...
— "Ezan Türkçe olsaydı ve ibadete Türkçe çağrılsaydık, belki inanmamıza katkısı olmazdı ama en azından bu topraklarda bir kesimin dine bu kadar yabancı, düşman, mesafeli hatta reddeden olmasının da önü kesilirdi diye düşünmeden edemiyorum.
Açıkçası, ana dilde duayı çağdaşlık olarak da yorumluyorum ben.
İlk defa bir cenaze beni etkiledi. Ve bunda Türkçe'nin rolü büyüktü."
Meselenin siyasî cihetiyle ilgilenmiyorum. Doğrusu çağdaşlık söylemi üzerinden güncellenmiş vatandaş hâline gelmeyi de istemiyorum. Bu nedenle konunun klişelerle tartışılabilecek taraflarını ihmal edip üstüne basa basa şu kelimelerin altını çizmek istiyorum:
— ... belki inanmamıza katkısı olmazdı ama...
Sayın Eğin yanılıyorlar. Türkçe (veya Arapça) dua ve ibadetin inanmalarına katkısının olmayacağı sanısı kesinlikle doğru değildir.
İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır. Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.
O duanın hangi dilde olduğu ise —duanın özü bakımından— hiç ama hiç önemli değildir.
Niçin?
Çünkü dua ve ibadet aklın değil, hislerin faaliyette olduğu zemindir. Dua ve ibadet logos'a (akla) değil, pathos'a (hisse) ihtiyaç duyar. Tutkuya. Acıya. Zevke.
Logos'un fiili değil, pathos'un infialidir dua! Bu nedenledir ki insan dua ve ibadet sırasında, hem de bir çırpıda, suje mevkiinden obje mevkiine geçer; fail iken münfail olur. Eylemi kendisini dönüştürür. Bir bakar ki inanıyor. Aklı isyan ederken, gönlü boyun eğiyor.
Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur.
Ağlayan, çağıran bağıran, salya sümük zırlayan bir sarhoşun, bir mecnunun dua etmek için dile mi ihtiyacı vardır?
Bazen nârâ, bazen çığlık!
İçten. Sessizce. Bazen gözyaşlarıyla. Belki nefretle, belki aşkla.
Belki dua, belki beddua.
Hepsi bu kadar!
***
Ne tuhaf değil mi, inanmak kolay sanılır. İnanmak, yani güvenmek... Oysa dünyanın en zor işidir inanmak. Nitekim "İnanmak için bir kolumu verirdim" der Cemil Meriç.
Zavallı Kafka, ne kadar da uğraşmıştır inanmak için.
Tolstoy'un veya Dostoyevski'nin o tumturaklı, o sert beyanlarına aldanmayın, sırf inanmak için yazılarında o denli radikal, o denli sekterdirler. Okurlarına sundukları onca delil, inandıklarını değil, inanmayı istediklerini gösterir sadece.
İnanan insan, tedirgin olmanın değerini iyi bilir. Bilir ki tedirginliğine, huzursuzluğuna borçludur inancını.
Mümin olmak emin olmaktır sanılır. Değildir. Mümin olmak, emin olmayı istemek demektir. Hem de iki anlamıyla: başkaları nezdinde emin olmak, ve başkalarından emin olmak...
***
İste ey talib, istersen, olursun!
Dua et, edersen, inanırsın!
İnan ey talib, inanırsan, seversin!