Dört Hintlinin namazı
09 Ağustos 2007 09:31
( Burç Efm İrfan Meclisi programındaki sohbetlerden bir bölüm )
Bugünkü sohbetimizin konusu; Hz.Mevlânâ’yla bütünleşen; İnsana saygı, Düşünceye saygı ve hoş görünün asıl kaynağının ne olduğudur.
Eskiden mânevi büyüklerimiz söze, sohbete ya bir hâdis-i şerifle, veya Peygamber Efendimize selatü selam ile başlarlarmış.
Bizlerde en azından onları taklit ederek Hz.Mevlânâ’nın Peygamber Efendimiz için yazmış olduğu bir nât-ı şerifle başlayalım. İnşallah bizim de sözümüzün sohbetimizin câna şifa, rûha gıda olmasına vesile olur.
Ey Allah'ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı'nın Elçisi sensin,
Allah'ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin;
Ulu Allah'ın nazlısı, kainatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi
Peygamberlerin gözünün nuru bizim gözlerimizin ışığı sensin;
Miraç gecesi "Cebrail" rikabında olduğu halde,
Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan sensin;
Ey Allah'ın Elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin acizdirler,
Başsız, ayaksız acizlerin yol göstericisi sensin;
Peygamberlik bostanının selvisi, ma'rifet dünyasının ilk baharı,
Şeriat bağının gül fidanı, yüce sünbül sensin;
Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir,
Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin.
Hiç şüphe yok ki; Eşrif-i mahlukatın en şereflisi, en yücesi, tüm yaratılmışların şefaatçısı, kâinatın efendisi olan Peygamber Efendimizdir. Nâçiz sözlerimize binlerce selatü selam ederek başlıyoruz efendim.
Hz.Mevlânâ Mesnevi’de: Allah niyaz ehline bir çok ihsanlarda bulunduğu gibi birde onlara hayırlı uzun bir ömür lutfeder diye buyurmuştur.
Bu beyitlerin bir tecellisi olacak ki, Şefik Can Hocamız’da doksan altı yıllık hayırlı bereketli bir ömür sürmüş, tüm hayatını da, Hz.Mevlânâ’ ve eserlerine adayarak geçirmiştir.
Cenâb-ı Allah’ın lutfu kereminden bu mübarek insanı tanıma onunla birlikte olma bu fakire nasip oldu.
Asrımızın en son Mesnevi-hanı olarak kabul edilen Şefik Can hocamızın, Hz.Mevlânâ ve Mevlevilikle ilgili her zaman yüreğinde çok büyük bir hüznü vardı; oda gönül verdiği Hz.Mevlânâ’nın İnsan sevgisi ve insana verdiği değerle ilgili görüş ve düşüncelerinin günümüzde biraz yanlış anlaşılmasıydı. Hz.Mevlânâ da görülen çok üstün insan sevgisi, hoş görü ve anlayışın, İslâmiyetin dışında sanki sadece Hz.Mevlâna’ya has bir davranış gibi görülmesi Şefik Can Hocamızı derinden yaralıyordu.
Onun için de Hz.Mevlânâ’nın en doğru bir şekilde anlaşılması için çok gayret sarf etti.
Hocamızı ilk tanıdığım yıllarda; Dünyanın çeşitli yerlerinden, her milletten, her dinden insanlar gelerek kendisine Hz.Mevlânâ ve öğretisiyle ilgili çeşitli sorular soruyorlardı. Şefik Can Hocamız sorulan bu sorulara cevap vermeden önce istisnasız olarak herkese önce şunları söylüyordu: Efendim, Hz.Mevlânâ’da diğer bütün veliler gibi Muhammedi yolda büyük bir velidir. O Ben yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kulu kölesiyim. Ben Hz. Muhammedin bastığı yerin toprağıyım diye buyurmuştur.
Şimdi düşünün ki; Ben Kur’an’ın kulu kölesiyim, Hz.Muhammedin bastığı yerin toprağıyım diyen bir kişinin sözünde Kur’an’a ve Peygamberimizin sünnetine aykırı bir şey düşünmek mümkün mü ? O nedenle sizin sorunuzun cevabı Kur’an’a ve Peygamber Efendimizin Hâdis-i Şerifine uygun olarak, Hz.Mevlânâ tarafından şöyle verilmiştir der, ondan sonra da sorunun cevabı neyse cevaplamaya çalışırdı.
Bendeniz ilk zamanlar Şefik Can Hocamızın bu davranışı karşısında oldukça şaşırır; kendisine sorulan sorulara cevap vermeden önce neden ille de Hz.Mevlânâ’nın Muhammedi yolda büyük bir veli olduğunu herkese söyleme gereği duyuyor diye anlamakta zorlanırdım. Çünkü bendenize göre Hz.Mevlânâ büyük bir veliydi ve bunu da zaten herkes biliyordu. Belki “Edep Yâ Hû” demek lazım ama; samimi olarak arz edeyim ki; ilk zamanlar Şefik Can Hocamızda ki bu hassasiyeti birazda gereksiz olarak kabul ederdim.
Fakat daha sonraları; Özellikle yurt dışında “Ben Mevleviyim ama Müslüman değilim” diyenleri, veya yurt içinde Hz.Mevlânâ’nın insan sevgisi ve hoş görüsünü sanki İslâmiyetin dışında şahsi bir düşünceymiş gibi algılayanları gördükten sonra, Şefik Can Hocamızın bu hassasiyetinde ne kadar haklı olduğunu fark ettim.
İnsan sevgisi, hoş görü ve dolayısıyla da tüm dinlere saygı, yine sizlerinde bildiği gibi bu denli sadece Hz.Mevlânâ ile bütünleşmiştir.
Fakat şu bir gerçek ki; Hz.Mevlânâ’da bulunan bu engin hoş görü ve insan sevgisinin asıl kaynağı İslâmiyettir. Kur’an’ın hükümleri, Peygamber Efendimizin sünnetidir.
Bendeniz konumuza örnek olması açısından. İngiltere de ki “KEMBİRİÇ” Üniversitesi’nden gelerek İstanbul Üniversitesinde kölelik hakkında konferans veren bir İngiliz profesörün neler söylediklerini siz değerli dinleyicilerimize arz etmek isterim.
Gerçeği hiç çarpıtmadan olduğu gibi ifade eden bu değerli ilim adamı aynen şöyle diyor:
Dünyada ne Hz Musa, ne Hz İsa, ne ondan evvel gelen Eflatunlar, Sokratesler, bütün büyük Yunanın filozofları, Romanın şanı yüksek filozofları, Avupa’nın büyük düşünürleri, hiç birisi, kölelik hakkında konuşmadı. Kölelerin varlığını, onlarında insan olduğunu hatırlamadı. Hatta yunan filozoflarından Aristo, tanrılar, kölelerin kemiklerini kalın yaratmıştır ki, hür olan insanlara daha iyi hizmet etsinler demiştir. Hiçbir filozof, hiçbir peygamber, köleleri insan yerine koyarak onlarla meşgul olmamıştır. Tarih boyunca sadece Hz Muhammed, köleler de insandır. Onlara kendi yediğinizden yedirin, kendi giydiğinizden giydirin diye hüküm vermiş, dünyada ilk defa kölelerinde insan olduklarını söyleyerek onların haklarını korumuştur.”
Bir İngiliz profesör İngiltere’deki KEMBİRİÇ Üniversitesinden gelerek, İstanbul Üniversitesinde bunları bizlere söylüyor. Üzülmek mi lazım; sevinmek mi bilemiyorum ama, bir tek bu mevzu bile islâmiyetin insana verdiği değeri en açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bulundukları dönemde hayvan yerine bile konulmayan kölelerinde insan oluklarını söylemek, onların insani haklarını korumak sadece kainatın efendisine nasip oluştur.
Bundan daha önemli bir insan sevgisi ve insan haklarına saygı olabilir mi. Efendimizden önce böylesine yüksek bir insani değer hangi Peygambere hangi ümmet nasip olmuştur.
Efemdim yanlış anlaşılmasın; Ne Hz.Musa’ya; nede İsa’ya bir şey dediğimiz yok. Onlarda kendi ümmetlerine Cenâb-ı Hakk’ın emir ve buyruklarını ilettiler. Fakat şu da bir gerçek ki tüm güzellikler Peygamber Efendimizle kemal bulmuştur. Elbette eşref-i mahlukat olan insana verilen değerde yine kainatın efendisiyle en doruk noktaya ulaşmıştır.
Hz. Mevlana’nın en büyük vasıflarından birisi de, herkesin inancına saygı göstermesidir. Bu inanca saygı, yine Hz. Mevlânâ’nın kendisine has bir davranış değildir, Hz Peygamberimize olan bağlılığından, Muhammedi ahlaka sahip olmasından meydana gelmektedir.
Buna da yine Peygamber Efendimizden küçük bir örnek vermek gerekirse:
Peygamber Efendiniz zamanında bir Yahudi ile bir Müslüman kavga etmişler. Kavga eden Müslüman daha güçlü ve kuvvetli olduğu için, Yahudinin ağzını burnunu kırmış. Yahudi de, kendini döven o Müslümanı Peygamber Efendimize gelerek şikayet etmiş. Peygamber Efendimiz, Yahudiyi döven Müslümanı yanına çağırmış. Neden bu Museviyi böyle dövdün, ağzını burnunu, kırdın diye onu azarlamış. Müslüman da kendini korumaya çalışarak, Yâ Resullallah bu adam, Medine’nin en kalabalık yerinde sizin Peygamberiniz, Muhammed de kim oluyor, o Mekke’de kuru ekmek yiyen dul bir kadının ümmi oğlu. Halbuki, Musa, Tur dağında Allah ile konuştu. Elbette Allah ile konuşan Musa sizin Peygamber dediğiniz kişiden çok daha büyük ve yücedir dedi. Ben de sizi hor görmesine dayanamadım, ağzını burnunu kırdım demiş.
Peygamber Efendimiz; senin bu yaptığın olmaz yanlış iş yapmışsın ; O Hz. Musa’yı seven, onun dinine bağlı biri olduğu için, kendi peygamberini sevip över ona saygı gösterir. Sende bana bağlı olduğun için beni sever, bana değer verirsin. Bunun için birbirinizle kavga etmenize ne gerek var. Sen başkalarının inancına hor bakma ki; Onlarda senin inancına saygısızlık etmesinler.
Peygamber Efendimizin bu sözü aynı zamanda bir âyeti kerimedir En’am suresi 108 ayet: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler”
Bunlar daha Peygamber Efendimiz zamanında insana ve düşünceye gösterilen saygının sevginin çok küçük bir örneği.
Anlaşıldığı üzere Hz.Mevlânâ’da ki sonsuz insana ve düşünceye gösterilen saygı tümüyle gerçek bir Müslüman da olması gereken vasıflarıdır. Muhammedi ahlakın en güzel bir şekilde yaşanmasıdır.
Ben Kur’an’ın kulu kölesi Hz. Muhammedin bastığı yerin toprağıyım dediği sözün hale dönüşmesidir.
Hz. Mevlânâ Mesnevi’de Cenâb-ı Allah Hz.Muhammedi ve onun varisleri olan büyük velileri de bu aleme ilahi rahmet olarak gönderdi diye buyurmuştur.
Tüm evrene ilahi bir rahmet olan Hz.Mevlânâ kimi bu rahmetin dışında görebilirdi ki; Çünkü, Yüce Mevlânâ,’nın sınırsız insan sevgisinde ve hoş görüsündeki temel esaslardan biriside; Müslümanlığın üzerinde hassasiyetle durduğu “ İnsan yaratılmışların en şereflisidir” âyet-i kerimesinin tecellisidir. Mevlânâ bu şerefin şuuruyla insanların tümünü kucaklamıştır. Yaratılmışları âşık olduğu yaratandan dolayı, herhangi bir nefs mücadelesine girmeden hoş görüp sevmiştir.
İnsanda ayıptan başka bir şey görmeyene binlerce ayıplar olsun diyen Hz.Mevlânâ yaratılmışlarda ayıp kusur aramak, başkalarıyla uğraşmak yerine, mümin müminin aynasıdır hadis-i şerifi gereğince onları ayna kabul ederek kendi eksiğini görüp, kendini düzeltme yoluna gitmiştir.
Hz.Mevlânâ’ya bunca edebi nasıl elde ettin diye sormuşlar, Edebi edepsizden öğrendim diye buyurmuştur. Bu nasıl olur diyenlere de yaptıkları edepsizlikleri gördüğüm zaman onları ayıplamak yerine kendim o çirkin davranışı yapmadım onları ayna kabul ettim böylece de edep sahibi oldum demiştir.
Yine bir menkıbe arz etmek isterim.
Hz. Mevlâna bir gün caminin önünden geçerken vaizin biride camide vaaz ediyor gayri Müslimleri de kasd ederek: çok şükür Cenâb-ı Hakk bizleri kafir yaratmadı diyormuş. Hz.Mevlânâ bu sözü duyunca bu vaizin hem kendisi sapık, hem de halkı sapıtıyor diye birden hiddetlenmiş. Yanındaki dostları bu durumu anlayamayınca : Bu vaiz kendisini hiristiyanların terazisiyle tartıyor bir dirhem ağır geldi diye de böbürleniyor. Gücü yeterse gelsin kendini ariflerin evliyaların terazisiyle tartsın o zaman kendi değerini, eksikliğini görsün de gece gündüz ağlayıp sızlayıp Allah’tan af dilesin diye buyurmuştur.
Önemli olan başkalarından kendimizi üstün görmek yerine, bizden daha ilerde olanları görüp kendi eksiğimiz fark etmektir bütün mesele bu.
O nedenle ki Mesnevi de hiç kimseye kafir deme herkeste onun ilahi emaneti var, insanların son nefesini nasıl vereceğini sen bilemezsin diye buyurmuştur.
Manevi büyüklerimiz: Terk edemediğin bir günah için ağlayıp sızlayıp kendini aciz görüp gece gündüz Allah’a yalvarıp yakarman; Terk ettiğin bir günaha sevinip kendine bir paye çıkarmandan daha hayırlıdır diye buyurmuşlardır.
Hz.Mevlânâ bu düşünce içerisinde Mesnevide şöyle demiştir: Herkes önce kendi ayıp ve kusurunu görseydi onu düzeltmeğe uğraşmaz mı idi. Fakat halk kendinden gafildir. Bu yüzdendir ki; kendi ayıplarını görmezler de hep başkalarının eksiklerini görürler onları söyler dururlar.
İnsanlarda ayıp kusur görmenin insanı nasıl telafisi mümkün olmayan hallere sürüklediğini de yine Mesnevide uzun uzun anlatmıştır. Konuyla alakalı olarak Hz.Pir’imiz Mesnevide çok bilinen bir hikayesi vardır arz etmek isterim.
Dört Hintlinin namazı
Dört Hintli Müslüman bir mescide namaza girdiler. İbadet etmek için rukûa vardılar, secde ettiler.
Her biri niyet etti tekbir getirdi, kendi noksanların, hatalarının idrâki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başladılar.
Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan Hintlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak; “Ey müezzin” dedi “ Ezanı okudun mu ? Yoksa daha vakit var mı ? Öbür Hintli namaz içinde olduğu halde, sus be kardeşim; söz söyledin namazın bozuldu, diye söylendi.
Üçüncü Hintli ikincisine: Be kardeşim dedi. Ona ne kusur buluyorsun ? sende namazda söz söyledin sen kendine bak sen öğüdü kendine ver.
Dördüncüsü de Allah’a hamd olsun ki, üçünüz gibi ben kuyuya düşmedim, yani bende sizin gibi namazda konuşarak namazımı bozmadım dedi.
Böylece dördününde namazı bozuldu. Şunun bunun hatasını ayıbını görüp söyleyenler, ayıplı kusurlu kişilerden daha çok hatalara düşerler yol kaybeder sapıklığa düşerler. Bir kimse birisinin ayıbını kusurunu görüp söylese o kusuru kendisi satın almış olur.
Evet sevgili dinleyenler arz ettiğim beyitlerde:
Dört Hintli Müslüman bir mescide namaza girdiler. İbadet etmek için rukûa vardılar, secde ettiler.
Her biri niyet etti tekbir getirdi, kendi noksanların, hatalarının idrâki içinde, hulus ile candan yakararak namaza başladılar.
Bu beyitlerden anlaşıldığı üzere namaza duran bu kişiler hepten de cahil insanlar değiller kendi noksanlarının farkında olarak namaz duruyorlar. Bu bir kemal işaretidir. Buna rağmen namazda birbirlerinin hatasını görüp konuşabiliyorlar.
Lütfen ufkumuzu geniş tutalım Namazı sadece camide veya evlerimizde seccade üzerinde kıldığımız beş vakit namaz olarak algılamayalım.
Bakınız Divân-ı Kebirde ne buyurmuştur Hz.Mevlânâ:
Her zerrede her şeyde kainatı yaratan Allah’ın kudret ve kuvvetini görenler ve onun ilâhi güzelliğini kendilerine mihrap edinenler için yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû, yüz çeşit de secde vardır.
Namaz’da insan kendini Allah’ın huzurunda kabul eder. Diyelim ki namazda selam verdik seccadeyi topladık. Artık Allah’ın huzurunda değimliyiz.
Onun içindir ki Hz.Mevlânâ: Benim Tekkem âlem, medresem dünya diye buyurmuştur.
Gerçekte insanın sokakta, işte, hayatın her anında, Allah’ın huzurunda olduğunu unutmaması gerekmektedir. Burada sözü edilen dört kişi aslında hayatın içindeyken birilerinin eksiğini kusurunu görmüş bunu söyleyince de kendiside aynı hataya düşmüştür. Dikkat ederseniz dördüncüsünde sadece şükür vardır. O sadece şükrediyor Ya Rabbi çok şükür ben konuşmadım diyor. Onun bu şükrü dahi namazının bozulmasına neden oluyor bu da az evvel arz etmeye çalıştığım Camide vaaz veren vaizin halini anlatıyor.
Ayrıca bir kimse birinin ayıbını kusurunu görüp onu da söylese o kusuru kendisi satın alır diyordu arz edilen beyitlerde. Yine Mesnevi de anlatılan o dört kişi buna en güzel örnek bir birlerini uyarmak isterken kendileri de aynı hataya düştüler.
Şöyle bir soru akla gelebilir: birinin hatasını gördük ne yapalım söylemeyelim de o hatayı yapmaya devam mı etsin ?
Hayır efendim elbette söyleyeceğiz; elbette o yanlışı düzeltmek için bir gayretimiz, bir çabamız olacak bu konu yanlış anlaşılmasın.
Hz.Mevlânâ aynı zamanda Zalimleri affetmek Mazlumlara zulmetmektir diye buyurmuştur. Ne kadar önemli bir sözdür lütfen dikkat buyurunuz. Hoş görünün de bir bakış açısı, bir sınırı, bir adap ve erkanı vardır. Allah’ın hoş görmediğini, Peygamberin kabul etmediğini; Kul ne hakla hoş görür kabul eder olur mu böyle şey.
Kişi kendi nefsine ağır geleni affetmek hoş görmekle mükellef olabilir ama sorun toplumsal ise; herkesi ilgilendiriyorsa durum başkadır.
Konumuzla alakalı olarak bakınız ne buyuruyor Hz.Mevlânâ: bütün vücudun zehirlenmesini önlemek için yılanın ısırdığı parmağı kes at. Sen kesilen tek parmağı değil. Bu parmakla bütün bedenin zehirlenip helak olacağını düşün ona göre hareket et. Bu beyitler toplumu ilgili ilişkilerimiz çerçevesinde söylenmiştir.
Hz.Ali Efendimiz yüzüne tüküreni affetmiştir ama gerektiğinde de ZÜLFİKARI’ da elden bırakmamıştır.
Anlatılmak istenen; Birinde yanlış hata gördüğümüz zaman maksat onları ayıplamamak, küçümsememek, aşağılamamak, onu rencide edecek şekilde hatasını yüzüne vurmamak veya sağda solda dedikodusunu yapmamak. Hepinizin bildiği bir meseldir abdest almayı bilmeyen bir kişiye Hasan Hüseyin efendimizin abdest almayı göstermesi bizler için ne güzel bir örnektir bu.
Elbette insani bir vasıfla onu kırmadan incitmeden en zarif bir biçimde yanlışını düzeltmeye çalışmamamız en büyük insani görevimizdir.
Bunun en güzeli de, dil ile değil hâl ile yol göstermektir. Bir tasavvuf büyüğümüz gül yağı satıyorsan pazarcı gibi bağırmana gerek yok, bir parça sür o gül kokusuna insanların kendisi gelir bu ne hoş bir koku diye kendileri talip olurlar o kokuya derdi. Maksat gül yağını başkalarına satmaya çalışmadan önce biraz kendimizin de gül kokması.
Kaldığımız yerden Mesnevi beyitleriyle devam ediyoruz:
“Her insanın nefsâni huylarından ve hayvani ahlakından bir çok hastalıkları var, eğer kişinin merhemi varsa onu kendi başına sürmesi gerekmez mi ?
Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak o ayıbı iyileştirmenin merhemi ve ilacıdır. Bir kimse işlediği suçlar ve günahlar neticesinde pişman olur kırık ve dökük bir hale gelir tam bir vicdani pişmanlık duyarsa “ Bir kavmin azizi zelil olursa ona acıyın” “ Hadis-i şerifi o kişi tarafından yaşanmış olur”
Efendim ne kadar önemli değil mi ? Peygamber Efendimizin çok önemli bir hadis-i şerifini dil ile değil, hâl ile yaşamanın tek yolu günahlarımıza gönülden tövbe istiğfar edip samimi olarak pişmanlık duymak. Elbette böyle bir pişmanlık yaşayan kişinin şefaatçısıda kâinatın efendisi olur. Cenâb-ı Hakk cümlemize böyle bir gönül tövbesi, hâl pişmanlığı nasip eder inşallah.
Tekrar kaldığımız yerden Mesneviyle devam edecek olursak; “Bir müminde gördüğün ayıp ve kusur sende yok ise kendinden emin olma, kendine fazla güvenme ! Olabilir ki; o ayıbı sende bir gün işleyebilirsin; seninde o ayıbın kınadığın adam gibi halk için de yayılır etrafta duyulur.
Şeytan yıllarca iyi bir adla ömür sürdü. “Azzazil” diye melekler arsında aziz ve muhterem tutuldu. Sonra rezil ve rüsvay oldu. Bak da gör ibret al, adı ne idi, şimdi ne oldu”
Mesnevinin ikinci cildinde geçen arz ettiğim bu beyitlere gene en güzel şerh Mevlâna’mız tarafından Mesnevinin birinci cildinde yapılmıştır: “Bir gün Hz.Adem gurura kapıldı da ismi Azzazil iken şeytan olan iblise hakaret ve nefretle baktı. Kendini gördü, kendini beğendi de lânetlenmiş şeytanın işlerini beğenmedi onu kınadı ayıpladı.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’ın gayreti dile gelerek; “Ey tertemiz Âdem, sen gizli sırları bilmiyorsun” diye seslendi. Eyer Allah beklenilmeyen bir iş murat eder, lûtfu yerine kahrı tecelli ederse, dağı bile kökünden söker atar.
O anda senin gibi yüzlerce “Âdemin perdesini yırtar, yüzlerce ibliste yeniden Azzazil olur gider” Bu hitap üzerine Hz.Âdem, Allah’ım dedi,” Ben şeytanı kınayan ayıplayan görüş ve düşüncemden tövbe ettim. Bir daha böyle küstahca düşüncelere kapılmam.
Yâ Râbbi kullarını ayıplamak, onları kınamak, onlarda kusur ve eksik görmek
sadece sana yaraşır. Çünkü kusursuz, ayıpsız, eksiksiz bir tek sensin Yâ Rabbi”
Efendim; gördüğünüz gibi Cenâb-ı Hakk gerektiğinde Şeytanına bile laf söyletmiyor. Eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olan kullarına hangi cesaretle dil uzatabiliriz ki; Vessaelam hepimiz haddimizi bilip sadece kendi eksik ve kusurlarımızı düzeltme yoluna gitmekten başka çaremiz yok.
Hz.Mevlânâ’nın insanları hoş görmesi, onları hiçbir ayrım yapmadan sevmesi, saygı duyması, asla içi boş bir hümanistlik değildir. O eksiksiz kusursuz olarak sadece Cenâb-ı Allah’ı görüp, yaratılmışı yaratandan ötürü severek, yüksek bir hoş görüyle tüm evreni kucaklamıştır.
Bu âleme aşk dağıtılırken onda dokuzu bana, geriye kalan biride gelmiş gelecek tüm âşıklara dağıtıldı diye buyuran Hz.Mevlânâ; böylesine sınırsız bir ilâhi aşkla, tüm insanlık âlemini kapsayan evrensel sevgisi nedeniyle de; sekiz yüz yıldır çeşitli din ve düşünceden her toplum; Onu kendi idrâkleri ölçüsünde anlamaya, anlatmaya çalışmıştır.
Yukarıda arz edilen Mesnevi beyitlerinden de anlaşıldığı gibi sadece Cenâb-ı Hakkı kusursuz bulan Hz.Mevlâna nasıl olurda tüm insanları sevgi ve saygıyla kucaklamaz ki; işin gerçeği, özü de bu değimlidir ? Kusursuz insan var mıdır ? Kâinatın efendisi bile beşerim şaşarım dedikten sonra bizlere ne söylemek düşer.
Zaten bir insan eğer başkalarının yanlışıyla eksik ve kusurlarıyla uğraşacağına, kendi eksik ve kusurlarını görüp düzeltme yoluna gitse bütün mesele hallolacaktır.
Bu konuda NİYAZİ MİSRİ Hazretlerinin çok güzel bir sözü vardır:
Ben sanırdım âlem içre bana hiç yar kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyar kalmadı
Hz.Mevlânâ’mız da Mesnevi şerifte: “Allah bir insana kendi eksik ve kusurlarını gören göz nasip ederse; başkalarında eksik ve kusur gören gözü de artık görmez olur. Cenâb-ı ALLHAH Settar-ul uyubdur kimsenin ayıp ve kusurunu asla ortaya dökmez. Ta ki O kişi başkalarının ayıp ve kusurunu ortaya dökmedikçe. Allah birisinin perdesini yırtıp ayıp ve kusurlarını ortaya dökmek; insanlar arasında zelil etmek isterse o kişinin başkalarını kınamasına ayıplamasına müsaade eder ona bu fırsatı verir.
Fakat ; Cenâb-ı Allah bir kimsenin de; ayıp ve kusurlarını örtmek onun günahlarını affetmek isterse; O kişi de; ayıplara günahlara bulaşmış insanların dahi ayıp ve günahlarını artık göremez olur.
Eğer ki sen insanların ayıplarını gören iki gözünü kapatırsan ancak o zaman öteki âlemi gören mâna gözün açılır; yoksa hep kör olarak yaşar; öteki âleme de kör olarak gidersin”
Efendim bildiğiniz gibi bir Kur’an ayetidir bu; dünyada kör olanlar öteki âlemde de kör olarak dirilirler diye.
Elbette bu körlük zahiri değil batini. Demek ki bu âlemde başkalarında ayıp kusur gören gözümüzü kapamadıkça mânâ gözümüzde açılmıyor. Kur’an-ı Kerimde sözü edilen mânevi körlük içerisinde yaşıyor öteki âlemde de kör olarak diriliyoruz.
Ayrıca Arz edilen öteki beyitlerden de şunu anlıyoruz ki; Bizler başkalarında ayıp ve kusur olarak gördüklerimizi ortaya dökmedikçe Cenâb-ı Allah’da bizlerin eksik ve kusurlarını ortaya döküp insanlar arasında zelil hor ve hakir bir hale getirmiyor.
Eğer Cenâb-ı Hakk tarafından hoş görülmek affedilmek bağışlanmak istiyorsak öncelikle kendimiz başkalarına karşı hoş görürlü bağışlayıcı ve affedici olmamız gerekiyor.
Sonuç olarak; etrafımızda ki insanları kendi istediğimiz gibi bir adam yapamayacağımıza, ve böyle bir şeyin asla mümkün olmadığına göre; mecburuz kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın istediği gibi kul yapmaya; bunu başarmak nasip olursa; işte o zaman hiçbir sorun da kalmayacaktır.
Konumuzla alâkalı Mesnevi’de çok güzel bir hikaye vardır arz etmek isterim.
ANASINI ÖLDÜREN ADAM
“Adamın biri hapse düşüyor; kovuşta bulunanlar hemen yanına giderek geçmiş olsun; seni hangi kader rüzgarı buraya attı diye soruyorlar.
Adam gayet sakin anamı öldürdüm diyor. Oradakiler birden hiddetlenerek ya hû sen ne kötü bir adammışsın insan hiç anasını öldürür mü diyerek onu kınamaya ayıplamaya başlıyorlar.
İçlerinden biri hiç mi analık hakları aklına gelmedi, insan hiç anasını öldürür mü ? O sana ne yaptı, ne işledi ki onu öldürdün diye üzerine yürüyor.
Anasını öldüren kişi kendini savunarak; anamı öldürdüm ama haklıyım çünkü o bir başkasıyla çok kötü utanılacak bir iş işledi diyor.
İçlerinden biri; olabilir çok kötü de olsa sonuçta ana anadır. Ananı öldüreceğine o işi ananla yapan adamı öldürseydin diyor.
Adam gayet sakin; eğer anamla o işi yapan adamı öldürseydim her gün bir kişiyi öldürmem gerekirdi. Çünkü anam o işi alışkanlık haline getirmişti. Her gün bir kişiyi öldüreceğime anamı öldürdüm kurtuldum diyor”
Hz.Mevlânâ’nın söylediği her hikayenin altında mutlaka anlatılmak istenen bir gerçek vardır.
O nedenle de; Bu hikayeden sonra aynen şöyle buyuruyor: “Ey insan hikayede geçen ana senin nefsindir. Nefsinin sembolüdür. Aklını başına alda sende nefsini öldür. Çünkü o çirkin huylu nefsin yüzünden her gün; her an; bir adamın canına kasd ediyorsun bu dünyada adamları öldürmekle bitiremezsin.
Eğer kendi nefsini öldürür onun isteklerini hiçe sayarsan onu dinlemezsen; habire yaptığın hatalardan şundan bundan özür dilemekten den kurtulursun, hem de etrafında hiç çirkin huylu kötü adam kalmaz”
Arz etmeye çalıştığımız Hz.Mevlânâ’daki insana sevgi, saygı ve hoş gürü konusunu toparlayacak olursak, Bilinmelidir ki; Hz.Mevlânâ’nın, bir kâmil mürşit olarak mânevi vazifesi yaratılışının gayesi çerçevesinde insanların hidayetlerine ve ebedi saadetlerine vesile olabilmektir. Bu ilâhi gayenin gayreti ve yüklendiği mânevi vazifenin şuuruyla; Onun engin hoş görüsünde, Tevhidin sırrı, Kur’an’ın nuru, İmanın şuuru ve Hz Peygamber Efendimizin ahlâkının engin huzuru bulunmaktadır.
Hazreti Mevlânâ sadece bir mütefekkir, bir mutasavvıf veya bir şair değildir. Evliya burcunun güneşidir. “ULEMÂ, ENBİYANIN VARİSİDİR” Hadisi hükmünce Hz.Peygamberimizin manevi vârisi, Velâyet sırrının tecelligahıdır.
Bir kez daha arz etmek isterim ki; Hz.Mevlânâ’da ki insan sevgisi asla içi boş bir hümanistlik değildir.
Hz.Mevlânâ’mızın Divân-ı Kebirde bulunan bir duasıyla sözlerimi tamamlıyor; bir sonraki İrfan Meclisine kadar sağlık, esenlik, huzur, aşk-u muhabbet içinde kalmanızı niyaz ediyorum. Hayra karşı olunuz efendim.
Ey benim yüce ALLAH’IM
EY yedi kat göğün rabbi. Ey arş-ı azimin rabbi.
Ey benim Rabbim. Ey her şeyin Rabbi.
Ey Tevrat’ı İncil’i, Zebur’u, Hak ile batılı ayırd eden, Kur’an’ı gönderen Rabbim
Ey tohumları ve çekirdekleri yeşillendirip bitiren Mâbudum.
Senin sevk ve idare ettiğin kudret eline boyun eğen her hayvanın şerrinden sana sığınırım.
Muhakkak ki, benim Rabbim, adâlet ve insaf üzerinedir.
Senin merhametine, senin lutfuna sığınan asla zarar görmez.
Ben senin lutfu merhametine sığınırım.
Ey yolunu kaybedenlere Hakk yolu gösteren Rabbim
Ey günah işleyenlere mağfiret eden.
Ey ayağı sürçenlerin yanılma hatalarını af eden Allah’ım
Hakkı bize hak olarak göster. Ona uymamızı bize nasip eyle
Batılı yanlış olanı da bize batıl olarak göster ve bize o yanlıştan sakınmayı da nasip eyle.
Allah’ım bizleri nefsin eline bırakma. Mahlukattan hiç birinin eline bırakma
Bir göz kırpması müddetince bile hatta daha az müddet bile bizleri bize bırakma
Ya Rabbi bizlere dost ol. Bizlere Hıfz edici ol. Yardım edici ol. İmdadımıza yetişerek, her halimizde, her işimizde inayetinle bizleri destekle yardımcı ol.
Ey her noksandan münezzeh olan
Ey bütün yaratılmışların padişahı olan
Ey doğmayan, doğurmayan, Hiçbir eşi benzeri olmayan Rabbim.
Sonsuz rahmetinle sen bizlere Rahmet ve merhamet et.
Bizim bu duamızı da huzur ilahinde kabul edilen dualardan et.
Allah’ım büyüğümüz Efendimiz Muhammed Mustafa hürmetine
Başkalarında ayıp ve kusur gören gözlerimiz kapat. Bizlere duyan kulak; hakikati gören göz nasip et.
Amin, Amin. Amin.