Sünnî veya Şiî olmak zorunda mıyız?
Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi
-----------------------
Irak’taki durum giderek içinden çıkılmaz bir hal alırken, en son Saddam’ın idamı ile Şiî-Sünnî gerilimi ve saflaşması bir kez daha tetiklendi.
“Büyük Şaytan”, daha önce Şiîlere saldırttığı, Kürtlere kimyasal bomba attırttığı Saddam’ı, döndü Kürtlere yargılattı, Şiîlere astırdı. Malum, yargılayanlar Kürt, asanlar Şiîydi.
Hani o tipik “emperyalist” taktik vardı ya; böl, parçala, yut politikası…
Tıkır tıkır işliyor.
Ve hiç birimiz hiçbir şey yapamıyoruz.
Müslüman dünya tam bir akıl tutulması yaşıyor.
Şiîlik veya Sünnîlik artık para da etmiyor.
Iraklı ve İranlı Ayetullahlar “Sünnînin kanı Şiîye haramdır” diye açıklama üstüne açıklama yapıyor. Mekke’de Şiî ve Sünnî alimler toplantısından ortak beyanatlar çıkıyor; ama nafile…
Türkiye’de bir zamanlar, sağcı ve solcu kahvehanelere “aynı silahla” ateş edildiğinin ortaya çıkması gibi, Sünnî ve Şiî camilere “bir el” aynı silahlarla ateş ediyor, bomba atıyor. Tam anlaşma sağlanmışken, bir de bakıyorsunuz patlamalar, kurşunlamalar yeniden başlıyor.
“Büyük Şeytan”, zayıf karnımızla oynamayı, oraları deşmeyi çok iyi beceriyor. Buldu kaynağı, keyifle deşeliyor, yarayı kanatıyor, kışkırtıyor, bizimle oyum oyum oynuyor.
Ve biz, hepimiz çaresizlik içinde seyrediyoruz.
***
Peki, suçu büyük şeytana atıp, işin işinden çıkmak öyle kolay mı?
Düştüğümüz bu halden Müslüman dünyanın hiç mi kabahatı yok?
Bir “yara” var ki adamlar deşeleyip duruyor.
Bu yarayla sen zamanında yüzleşmemiş, yangına körükle gitmişsin. Şiî ve Sünnî itikatları oluşturmuşsun. “Şiî veya Sünnî olunmadan Peygamberin yolundan gidilemez” demişsin yıllarca. “Şiî veya Sünnî olmak zorunda mıyız?” diyenlere mezhepsiz, telfikçi, itikadı bozuk vs. diyerek dışlamışsın. Velhasıl Şiîliği veya Sünnîliği bütün zamanların “imanı” haline getirmişsin, din yerine koymuşsun.
Şimdi çek ceremesini, dövünmek vaktidir bu an.
***
Hz. Peygamber, veda hutbesinde “Bu söylediklerimi, burada olanlar olmayanlara anlatsın, belki onların içinden daha iyi anlayan çıkar” buyurmuş…
“Bu ümmetin başı mı sonu mu hayırlıdır bilinmez” demiş…
Ne demek bunlar?
Bunu, Şiîliğin veya Sünnîliğin rantını yiyenler söyleyemez, ben söyleyeyim:
“Öncekiler de yanlış yapabilir” demek!
Öncekiler de sonrakiler de…
Demek ki “Öncekiler hep iyi yaptı, ne yaptılarsa iyiydi. Biz onlardan farklı bir şey yapamayız” diye bir şey yok.
Akif’in dediği gibi “Böyle gördük dedemizden” sözü dinen merdud.
Şimdi, kendisine Şiî veya Sünnî diyerek, İslam’ı iyi anlamanın yegane yolu olarak bu ikisinden birine tabi olmayı şart görenlere soruyorum: Elinizde “Böyle gördük dedemizden” mazeretinden başka ne var?
Boşuna eyet hadis sıralayarak Şiî veya Sünnî olmamızın vacip olduğu edebiyatı yapmaya kalkmayın. Bunların hepsinin yeri tarihin çöp sepetidir. Tarih ve hayat bunun böyle olmadığını göstermiştir. İspatı işte Irak’tır. Dahası Çaldıran’dır, hatta Sıffin’dir.
Bütün o küf bağlamış sayfalar, varaklar, Şiî ve Sünnî itikatları, amentüleri fostur.
İstediğiniz kadar ayet, hadis sıralayın. 72 fırka edebiyatı yapın, fırkay-ı naciyeler düzün. Hz. Peygamber ne Şiî idi, ne de Sünnî. Ne Hz. Ali Aleviyim dedi, ne de Hz. Ebubekir Sünnîyim.
Bütün bunlar hep onlardan sonra ve “onlara rağmen” ortaya çıktı.
Fakat gel gör ki onları geçti.
İnsanlar şu an Şiî veya Sünnî olduğu için mutlu mu oluyorlar?
Ne işe yarıyor sizin bu Şiîliğiniz veya Sünnîliğiniz?
Hesaplaşma, kan, revan, kıyım…
Tarihte de böyleydi. Çünkü işin doğuşu sakat, yanlış.
Bunların hepsi tarihin altında ezilmek, geçmişi kutsamak, öncekileri yanılmaz kabul etmek, zamanı onların çağında dondurmaktan başka bir şey değil.
Tarih, şu an derin bir sessizlik içinde değil mi?
Kulak ver dinle; bir ses, bir seda işitebiliyor musun Çaldıran’dan, Sıffin’den, Cemel’den…
Tarih bir olaylar yığınından, tecrübe ve birikimden, bundan dolayı da zenginlikten başka nedir ki? Ve bu olaylar yığınından, zenginlik, tecrübe ve birikimden bir sonuç çıkaramıyor, tarihi tekerrür ettirip duruyorsan, müstahaksın, çek ceremeni, dövünmek vaktidir bu an.
***
Tabiîki bu tarih, o geçmiş, şu kalbura dönmüş coğrafya her şeye rağmen bizim. Acısıyla tatlısıyla, günahı ile sevabı ile üstleneceğiz. Geçmişin yükünden kaçmayacağız. Yenilmiş ve yıkılmış bir uygarlığın sorumsuz nesilleri olmak bize yakışmaz. Bu tarihin ve coğrafyanın, varsa insanlığa bir borcu hepsi bizimdir, üstleneceğiz. Varsa bir suçu, hepsi bizimdir onlar adına hesabını vereceğiz. “Bize ne” demiyeceğiz. Bu tarihi sahipleniyorsak, kendimizi onların yerine koyuyoruz demektir. Onlar adına insanlığın önünde şu an biz varız ve onları savunmasız ve yapayalnız bırakmayız. Bizden sonrakilerin, bize de aynısını yapmasını istemiyorsak bu sürekliliği gözetmek zorundayız.
Bu cennet bu cehennem bizim.
***
Fakat bütün bunlar tarihin altında ezileceğimiz anlamına gelmez.
Geçmişe “sünger” çekmekten değil “süzgeç” olmaktan bahsediyorum.
Tarih akıyor ve “Zamanın Sahibi” her an yeni bir iş ve oluşta…
Yepyeni alemler/durumlar mümkündür. Yeniden doğuş, tazeleniş muhal değildir. İbret geçmişte olabilir; ama umut bugünde ve gelecektedir.
Şurası bir gerçek ki, bir mağarada varoluş sancıları çeken bir öksüzün dünyaya getirdikleri, bir güneş gibi insanlığın şafağında doğan o muazzam mesaj, ne yazık ki doğduğu topraklara gömülmüştür. Pers’in ve Bizans’ın köhnemiş telakkileri onu istila etmiştir. “Rum” suresinin öncesine dönülerek, Pers-Roma rekabetinin, İslâm içinde Şiî-Sunnî kılıfı altında yeniden hortlatılmasına mani olunamamıştır. Buna çanak tutulmuş ve fakat farkına bile varılamamıştır. Dünya, var gücüyle, içerden ve dışarıdan o mağaradan yükselen sesin üzerine yürümüş, onu boğmak ve yok etmek için elinden geleni ardına koymamıştır. “Söyletmen vurun” diyerek, “Böyle gördük dedemizden, bu de nereden çıktı” diyerek saldırmışlardır; hala da saldırmaktadırlar.
Oysa o mağaradan dünya semalarına yayılan, karanlık dehlizleri yırtarak yükselen bir insanlık parıltısıydı.
Bunları şunun için söylüyorum:
Kur’an’da şöyle bir ayet var: “Size söz verilen şey de rızkınız da göktedir (sema).” (Zariyat, 51/22)
Yani: 1- Size sözü edilen cennet ve cehennem ile yediğiniz rızıkların kaynağı göktedir. 2- Kendine bak, yeryüzüne bak, kendine güven ve göklere yönel. İstikbalin, geleceğin, rızkın, sana söz verilen engin ufuklar oradadır. 3- Bir şeyi aşmanın yolu ondan daha yükseğe (sema) sıçrayabilmektir. Bu nedenle içinde bulunduğun durumdan ümitsizliğe kapılma. Tarihin, geleneğin, tabiatın, kendinin ve konjoktürün zindanlarından kurtul. Bunların seni ezmesine fırsat verme. Tıkandığın yerde, tıkanıklığı aşacak yeni bir hamle yap; tıkanıklığa neden olan şartları aş, gerilimin dışına çık, seni boğan karanlık dehlizleri yırtarak yüksel…
***
Şimdi, şu Şiîlik-Sünnîlik gerilimini “yırtarak aşmanın” zamanı gelmedi mi?
Hep böyle geçmişin olumsuz mirası altında ezilip duracak mıyız?
Tarihin tortularını sürdürmek zorunda mıyız?
Bizim olmadığımız bir dünyada ortaya çıkmış gerilimleri, ayrılıkları, gayrılıkları, hataları, yanlışları sürdürüp durmak akıl tutulması değilse nedir?
Rızkımız (ekmeğimiz, aşımız, geleceğimiz, hayatımız) ve bize vaat edilen şey (vahdet, birlik, güç, kudret) bu gerilimleri aşmada, yeni bir hamle ile sıçrama yapmada değil midir?
Bu sıçramayı yapmaya engel olan nedir?
İran devrimi günlerinde söylenen ve fakat kendilerinin de aşamadığını gördüğüm o sloganı tarihî, siyasî, mezhebî bütün gerekleri ile birlikte hayata geçirmenin zamanı çoktandır geldi geçiyor; “la Şiîyye la sünniye İslâmiyye İslâmiyye…”
Ben bunu laf olsun, birlik beraberlik mesajları versin diye söylemiyorum. Bütün gerekleri ile birlikte teorik ve pratik olarak yaşıyorum: “Şiî imamet mitolojisini” ve “Sünnî saltanat ideolojisini” aşmadıkça İslam dünyasının önünde yeni ufuklar açılmayacaktır!
İnşa çağında, ihya çağlarından kalma bu gerilimleri artık aşmalıyız. İnşa çağının Müslümanı kendini Şiî veya Sünnî olarak adlandırmak zorunda değildir. Hele bu davaları sürdürmek zorunda hiç değildir.
Geçmişin iyilikleri, güzellikleri, doğrulukları bizim; hepimizin, yanlışlıkları kendilerinindir. Hesabı bize kalsa da, ceremesini biz çekiyor olsak da yanlışlar ilelebet süremez; iyilik, güzellik, doğruluktur baki olan.
Şu Şiî-Sunnî davası Müslüman dünyanın bir yanlışıydı. Bunu kabul edelim. Tevhid dinine, bölgeyi ve insanlığı Pers-Roma rekabetinden kurtaran vahdet dinine hiç yakışmadı, yakışmıyor. Hala dava edip durmanın kime ne faydası var?
Makus talihi çevirecek, yaraları saracak, tekrar Rum suresinin o muazzam mesajını diriltecek bir önder, bir fikriyat, bir heyecan, bir topluluk çıkacak elbet bu ümmetten; yeter ki bu ülküye çağırın, icabet edilecektir.
Allah’a ve ahiret gününe inanan, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alan, bizzat peygamberi uyulacak en güzel örnek kabul eden, doğruluk ve dürüstlük yolundan (sırat-ı müstakim) şaşmayan, saf bir yürek temizliği içinde (ihlas) yüzünü fıtrat dinine çeviren, ana insanlık yolundan (hablun minennas) yürüyen, bunu aynı zamanda Allah’ın yolu belleyen sade bir “Müslüman” olmak yetmiyor mu? Bundan daha güzel ne olabilir?
Akif’ten ilhamla, söz geldi, tam yeri:
Ne Sünnî ne Şiî, bırakınız, sade Müslüman olunuz.
Ben ki “Sünnî” bir muhittenim bunu benden duyunuz.
Her hizip kendinde olanla sevinir; bense kurtuluşu O’nda buldum.
“Hâşa, asla” derseniz, başka bir şey diyemem işte perişan yurdum.
recepihsan@gmail.com