16 Kasım 2007 Cuma

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI

15 Kasım 2007 12:45
MESNEVÎ’DEN HAREKETLE

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI



Son dönemlerde Mesnevî, Gülistan ve Baharistan gibi önceki asırlarda Müslüman toplumun amaç ve yönelişini, hayata bakışını yansıtan klâsik edebî eserlerle günümüz insanının arasına birçok engel girmiştir. Bu engellerin ne kadarının iç bünyemizden ve ne kadarının dış dünyadan kaynaklandığını tespit etmek güçtür. Düşünce dünyamızı saran yeni arayışlar sonucunda masumca başlayan özü yakalama amacı sonuçta her şeyin irdelenmesi, hatta olumsuzlanması noktasına kadar varmıştır. Eldeki klâsik kitaplara değer verilmemesi ve bazı dinî eserlerin yarar sağlamayacak şekilde eleştirilmesi, arkada kalan birikimin üzerine artık herhangi bir ilave yapılamayacak şekilde dışlanması, ilk cümlede adları anılan günlük hayata dönük eserlerin iyice gözden uzaklaşmasına yol açmıştır. Kimi zaman ideolojik din anlayışı adına, kimi zaman ulusçuluk adına ve kimi zaman da modernlik adına düşünen ve hareket eden birçok okumuş kişi, geleneği ve onu yansıtan klâsikleri dışlamıştır.

Ortak geçmiş her üç koldan ideolojik dindarlık, ulusçuluk ve modernlik adına yerilirken, gerekçeler farklı ama sonuç aynı olmuştur. Basit bir deyişle birine göre Selçuklu ve Osmanlı sahih İslâm’ı yaşamamış, saltanatı ve keyfiliği öne çıkarmıştır. Diğerine göre Selçuklu ve Osmanlı, Türk unsuru dışlamış, başka ulusların kültürel etkisinde kalmış ve yabancı unsurları devlet yönetiminde etkin hâle getirmiştir. Modernistler ise geleneği ve birikimi, yetersiz hatta utanılacak bir mazinin ürünü görmüştür. Her üç kesimin, iyimser bir deyişle bazı mensupları farklı yollardan, İslam sonrasına ait Anadolu medeniyetini küçümseme konusunda ortak özelliğe bürünmüştür. Bu üç yolun öncüsü sayılabilecek şahıslara ve eleştiri noktalarına değinmek mümkündür ve ancak zannımca, hiç olmazsa şimdilik yersizdir.

Müslüman toplumda maddeci-batıcı bir anlayışla başkalaşmayı amaçlayan çevreler, geçmişle bağlantıyı koparma arzusuyla fikir ürettikleri için burada söz konusu edilmeyecektir. Dolayısıyla ideolojik dindarlık ile yeni ulusçuluk anlayışları konumuz için daha önemlidir. Çünkü bu akımlar bir yandan topluma ve geçmişe masum kanallardan bağlı iken, diğer yandan modernist özellikler taşımakta ve gerçekte geçmişle geleceğin makul ve ürün verici şekilde bütünleşmesine engel teşkil etmektedirler.

İdeolojik dindarlık “Sahih İslâm” arzusuyla veya iddiasıyla Peygamber Efendimiz ve Raşit halifeler dönemi dışında yararlanılacak bir geçmiş yoktur noktasına varmış, daha cesur olanlar sünnet ve hadis üzerinde verimsiz, sonuçsuz tartışmalara girişmiş ve bazıları Peygamber Efendimizi aracı-aktarıcı beşer noktasına yerleştirmiştir. Yine de unutulmamalıdır ki bu düşünce sahipleri arasında olumlu sayabileceğimiz duraktan olumsuz durağa kadar birçok noktada bulunanlar olmuştur.

Konuyu özelleştirmekte yarar vardır. Meselâ Anadolu’daki ilk İslâmlaşma dönemiyle ilgili bugünü dahi huzursuz edecek abartılı tespit ve görüşler ortaya atılmaktadır. 11. asrın sonlarına doğru yaygın şekilde Müslümanlaşmaya başlayan Anadolu’da oluşan kültür ve yönelişler, bazılarınca bugünün ideolojik bakışıyla değerlendirilmektedir. Farklılık ve karşıtlık üretme çabası gibi gözüken bu bilgece çözümlemelere göre Anadolu’da farklı iki kültür çevresi vardır. Biri Türk kültür çevresi Amasya, diğeri İran kültür çevresi Malatya ve de Konya yahut “Konya ekolü” ve “Kayseri-Kırşehir ekolü”. Daha ağır ifadelerle Moğolcu “Konya ekolü” ve işgal karşıtı “Kayseri-Kırşehir ekolü”.

Türkistan, Horasan ve İran bölgesinden batıya doğru ilerleyen büyük nüfusun hem kendi gelişimini, hem yeni toprağı vatan edinmeyi, hem de yerli nüfusun İslamlaşmasını sağlayan bir gücü ve kaynağı beraberinde taşıdığı açıktır. Böyle olduğunun delili ise sahip olduğumuz Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri ile yeni medeniyetimizdir.

Anadolu’da İran kültür ve kimliğini temsil eden bir çevre veya ekol bulunduğunu söylemek, bilgin ve şairlerimizden bazılarını bu özellikte görmek doğru değildir. Bu iddia ilk önce batılı bazı şarkiyatçılar tarafından ileri sürülmüştür. Türkiye’de de bu görüşler bazı bilim adamlarınca savunulmuştur.[1] Meselâ bir televizyon programında eğitmen olduğunu söyleyen milliyetçi çevreden aydın birinin, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini başta sona okuduğunu ve maalesef İran kimliğinin bu esere hâkim olduğunu gördüğünü dile getirmesi bu iddiaların bir yansımasıdır. Gerçekte Mevlânâ’nın doğduğu Belh şehrinin nüfus yapısı ve siyasî tarihi ile atalarıyla ilgili kaynaklarda bulunan bilgiler ve Mesnevî’sindeki ifadeleri hiç de bu özellikte değildir.

Gerek Gazneli Mahmud’un önderliğindeki Gaznelilerin ve gerekse Büyük Selçukluların Farslaştığı ve Fars kültürünün etkisi altında kaldığı iddiaları günümüzdeki bilgi ve tespitler ışığında anlamsız ve geçersizdir. Bu konuda artık İranlı bilim adamlarından bazıları da farklı görüştedir. Yüz yılı aşkındır, Doğudaki klâsik edebî zevk ve şiir geleneğinin İran kültür ve medeniyetinin tesiri altında geliştiği iddia edilirken bugün bazı İranlı araştırmacılar dahi özellikle Gazneli ve Selçuklu dönemi şairlerinin şiir dünyalarıyla ilgilendikten sonra bu şairlerin büyük çoğunluğunu şiddetle eleştirmektedir. Farsça yazmış bu şairlerin Türkleri, Türk devlet adamlarını övdüklerini ve İran destan kahramanlarını küçümsediklerini, Sünnî sultanlara dalkavukluk yaptıklarını delillendirmektedirler.[2] Mevlânâ da bir dereceye kadar bu eleştirilere maruz kalmıştır. Mesela onun Gazneli Mahmud’u övgüyle anması ve yakın adamı Ayaz’ın üstün özelliklerinden söz etmesi tenkit sebebidir.

Mevlânâ ile Anadolu insanının arasına engel koyan düşünce ve iddia sahipleri bulunduğu için bu noktalara değinme mecburiyeti duymaktayız. Gerçekte ulusların ve insanların arasına girebilecek her engel üzerinde titizlikle duran ve insan oğlunu huzura ve barışa davet eden Mevlânâ’nın bu tartışmalarda anılması üzüntü vericidir. Ancak bugün maalesef ülkemizde kimi gönülleri buruklaştıran bazı iddialar sebebiyle ve Mesnevî gibi bir kaynaktan vazgeçmeyeceğimiz için bu satırlara ihtiyaç duyulmaktadır.

Fîhi Mâ Fîh’te Mevlânâ, günlük hayatımızda her an bizlere bir şekilde dünya değerlerine bağlılıktan uzaklaşmamıza yardımcı olacak uyarılar gelmektedir derken, bugün için önemli bir nükteye işaret etmektedir:

Bir şahıs imamlık yapıyordu. “Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir (Tevbe, 9/97)” ayetini okudu. Meğer Arap reislerinden biri orada bulunuyordu. Ona kuvvetli bir sille vurdu. İmam ikinci rekâtta “Bedevîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanan vardır (Tevbe, 9/99)” ayetini okudu. O Arap, “Sille seni islah etti” dedi .[3]

Bir ayet-i kerimeyi ayırımcılık sanıp aldanan bir Arabın hikâyesidir bu. Her an ayrılık için vesile arayan, söz ve davranışları hep kötülüğe yoran kişiler sözü ve davranışı, hatta ayetleri bile yanlış düşüncelerine alet edebilir. Sorun, bu örnekte olduğu gibi cahilce art niyet aramaktır, dürüst ve samimi olmamaktadır. Anlaşmayı ve uzlaşmayı gönülden amaç edinmiş kişiler toplumda huzur ve güven sağlayıcı olmuştur. Mevlânâ der ki:

Aynı dili kullanmak, akrabalık ve bağlılıktır. İnsan yakın olmayanlarla bir arada tutsak gibidir.

Nice aynı dili konuşan Hindu ve Türk vardır; nice yabancılar gibi iki Türk vardır.

Öyleyse yakınlık dili bizatihi başkadır. Gönüldaşlık, aynı dili konuşmaktan daha iyidir.

Gönülden konuşmasız, imasız ve kayıtsız yüz binlerce tercüman yükselir.[4]

Hulasa, gönülden konuşmanın ve anlaşmak için söyleşmenin yolları bulunmalıdır. Ayrılık için harekete geçenler, her ırktan insanı yaratan ve ona can veren Hakk’ın ayetlerini dahi ayrılık aracı yapmışlardır, yapabileceklerdir.

Anadolu’nun siyasî tarihi ve edebî geleneğiyle ilgili birçok husus art niyetlerle bir asır kadar önce ters yüz edilmiş hâliyle bugün doğruymuş gibi esas alınmakta ve bunun üzerinden yeni düşünceler geliştirilmektedir. Anadolu’ya Türkistan’dan ve Horasan’dan gelenlerle, daha önce İran sahasına yerleşen ve oradan Anadolu’ya ulaşanların ruhen ve manen yaşadıkları macerayı yakından izlemek ve tarihten yararlı sonuçlar çıkarmak, bizleri daha diri ve daha yeni hâle getirecektir. Bu açıdan Mevlânâ’nın elimizdeki eserleri günümüz için büyük kazançtır.

Türkiye’de geleneğe uzak çevreler klâsik eserleri bazı ifadeler ve söyleyiş biçimleri açısından eleştirmektedir. Onlara göre inanç açısından sakıncalı görülen noktalardan biri, bu eserlerde bazı şahıslar ve eserler için kullanılan yüceltici ifadelerdir. Örnek olarak, Mesnevî’nin birinci defterinde, mukaddimedeki Mesnevî Âlemlerin Rabbinden indirilmedir ifadesi, bugünkü nesillerin mecazsız ve benzetmesiz yalın ifadelerindeki yargılar gibi bir anlam taşımaktadır ve Mesnevî’nin kutsal bir kitap olduğu iddiasını içermektedir. Yine bu eserlerde şeyhe atfedilen özelliklerin de aynı şekilde peygamberlik, hatta ilahlık iddiası taşıdığı iddia edilmiştir. Meselâ şu beyitler onlara göre bu durumun örneğidir:

Velilerin Allah’tan -gelen- güçleri vardır; fırlamış oku, yoldan geri çevirirler.

Veli üzülürse, sebepten doğacak kapılar Hakk’ın eliyle kapanır.

İlahî lütufla söylenmişi söylenmemiş yapar; böylece ne şiş yanar, ne kebap.[5]

Uyanık ol! Veliler, zamanın İsrafil’idir. Onlarda ölüler için hayat ve zindelik vardır.

Her bir ölünün canı, onların sesiyle ten mezarından kefen içinde sıçrar.[6]

Genel bir değerlendirmeyle denebilir ki yüce Allah’a duyulan kalbî bağlılık, meydana gelen her şeyi Hak’tan bilmeyi gerektirir. Bir manada ilahî gücün varlığını her şeyde görmek mümkündür. Ankaralı İsmail Efendinin (ölm. 1631) çeviri ve izahına göre, Tezîlün min Rabbi’l-âlemîn ibaresi, Bu Mesnevî Âlemlerin seyyidinden veya mürebbisinden tedricen kalbe ilham olunmuş ve ilahî ilham yoluyla bırakılmıştır[7] anlamını taşımaktadır. Bu sakin ve duyarlı algılama nedeniyle asırlardır hiç kimse Mevlânâ’yı peygamber sıfatıyla anmamış ve Mesnevî’ye gerçek manada Kur’an dememiştir.

Mevlânâ Hakk’ın kudretinden bahsederken, insanın iradesi yokmuş gibi anlatır. Konu insan iradesine geldiğinde ise, insanda irade bulunduğunu ve onun tercih sahibi olduğunu güncel örneklerle açıklar, insanın çaba sahibi olması gerektiğini ısrarla vurgular. Aklına güvenenlerin nasıl âciz olduklarını izah eder. Ama aklın önemine de değinir,

Akıl akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli olur.

Nefis başka nefisle güldüğünde karanlık artıp yol gizlenir.[8]

der. Dostluğu ve rehberliği önemser:

Topraktan daha aşağı mısın? Zira toprak dost buldu; bir bahardan yüz bin nur elde etti.[9]

örneğini verir. Gerçekte yol gösterenin ne denli kutlu olduğunu açıklarken, Hak dostu görünüp yol kesenlerin özelliklerini de değinir. Samimi ve dürüst olanların her engeli aşacağını cesaret verici ifadelerle vurgular. Kılavuz olabilen dostun, rehberin ya da şeyhin büyük değere sahip olduğunu, Hak’tan himaye gördüğünü dile getirir. Netice olarak kelimeler mana ile ve bedenler ruhla özellik kazanır. Gönlü ölü kişinin manen dirilişini, ölü bedenin dirilmesinden daha önemli görür ve elbette bu dirilişe rehberlik edeni yüceltir.

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi önceki asırlarda kelimeler ve cümleler farklı üsluplarla kullanılmıştır. Onlara yüklenen anlamları anlamakta bugün güçlük çekebiliriz. Bu nedenle istek ve yönelişi dile getirmek, teşvik etmek ve yol göstermek için kullanılan bazı cümlelere günümüzde bazılarınca farklı ve kimi zaman olumsuz anlamlar yüklenmektedir. Gönülden ve şairce söylenmiş his ve mana yüklü nice söz, bugün bazı bilim adamlarınca maalesef yanıltıcı şekilde modernist bir anlayışla sahiplerini yıpratmak için kullanılmaktadır.

Bir sözün veya metnin taraflarca farklı algılanması ve yorumlanması her zaman için söz konusudur. Duygu ve üslup farklılığı, kişilere ve dönemlere göre anlama sorununu büyültmekte veya küçültmektedir. Bu nedenle anlaşmaya ve yakınlaşmaya istekli olmak, sorunun aşılması için en önemli adımdır. Aksi takdirde anlaşmazlık ve çatışma büyüyecektir. Mevlânâ der ki:

Dokunulmamış sözü yorumladın. Kendini yorumla, Kur’ân’ı değil.

Arzunca Kur’ân’ı yorumluyorsun. Yüce anlam, senin yüzünden alçaldı, eğrildi. [10]

Suretlerde kalırsan putperestsin. Sureti bırak ve manaya bak.

Hac adamısın, bir hacı yol arkadaşı ara; ister Hintli, ister Türk veya Arap.

Onun şekline ve rengine bakma; onun azmine ve niyetine bak.

O, siyah olsa da seninle aynı niyettedir. Sen ona beyaz de, zira seninle aynı renktedir.[11]

Niyet ve arzuların önemine işaret eden, samimi duyguların yol açıcı olduğunu gösteren aşağıdaki hikâyeyi, Anadolu’nun Müslümanlaşma süreci açısından irdelemek mümkün müdür acaba? Mevlânâ’nın,

Şimdi hikâyenin suretini dinle, ama dikkat et! Taneyi samandan ayır[12]

ikazını hatırda tutarak, Mesnevî’sindeki Hz. Musa ile Çoban Hikâyesi’ni gözden geçirelim[13]:

Musa yolda bir çobanı gördü; o, diyordu: “Ey Allah’ım! Ey Tanrım!

Sen nerdesin? Ben hizmetçin olayım. Çarığını dikeyim. Başını tarayayım.

Elbiseni yıkayayım. Bitlerini öldüreyim. Sana süt getireyim. Ey muhteşem!

Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyku vakti gelince yerini süpüreyim.

Ey! Bütün keçilerim sana feda olsun. Ey! Benim hayhuyum senin zikrinledir.”

O çoban bu tarz boş şeyler söylüyordu. Musa “Ey filan! Bu -konuşman-, kiminledir?” dedi.

-Çoban- “Bizi yaratanla; bu yeri ve göğü yaratanla” dedi.

Musa dedi: “Hey! Çok talihsiz oldun. Müslüman olmadan kâfir oldun.

Bu ne boş sözdür? Bu ne küfür ve hezeyandır? Ağzına pamuk tıka.

Senin küfrünün kokusu, dünyayı kokuttu. Senin küfrün, dinin ipek kumaşını parçaladı.

Çarık ve dolak sana lâyıktır. Bir güneşe böyle şeyler nasıl uygun olur?

Boğazını bu sözlere kapatmazsan bir ateş gelir, halkı yakar.”

Bir ateş gelmemişse, bu duman nedir? Kararmış can, kovulmuş ruh nedir?

Allah’ın âdil olduğunu biliyorsan, saçmalama ve küstahlığın nasıl bir inanmadır?

Akılsız bir dost, bizzat bir düşmandır. Yüce Hakk’ın, bu tür hizmete ihtiyacı yoktur.

Sen bunu kime söylüyorsun? Amcana, dayına mı? Cisim ve ihtiyaç, yücelik sahibinin sıfatlarında olur mu?

Sütü, büyüyüp gelişmekte olan içer; çarığı ayağa muhtaç olan giyer...

-Çoban- “Ey Musa! Ağzımı diktin. Pişmanlıkla sen, canımı yaktın” dedi.

Elbisesini parçaladı, yanık bir ah çekti. Çöle yönelip gitti...

Musa’ya Allah’tan vahiy geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Ben herkese bir davranış verdim; herkese bir terim/söyleyiş verdim.

Onun hakkında övgü, ama senin hakkında yergi; onun hakkında bal, ama senin hakkında zehir.

Biz temiz ve kirliden bütünüyle uzağız; bütün ağır davranışlılık ve çeviklikten de.

Ben fayda elde etmek için emretmedim. Bilakis kullara cömertlik yapmak için emrettim.

Hintliler için Hint adı, övgüdür; Sintliler için de, Sind adı.

Onların tesbihleriyle pak olmam; yine onlar pak olur, inci saçarlar.

Biz dile ve söze bakmayız; biz ruha ve hâle bakarız.

Lafız olarak söylediği huşulu bulunmasa da, huşulu olursa diye kalbe bakarız.”

Çünkü gönül, cevherdir; söylemekse araz. Öyleyse maksat, cevherdir; arazsa, ona bağlıdır.

Bu sözler, gizleme ve mecazla niceye dek? Yanış istiyorum, yanış; o yanışla buluş.

Canında aşktan bir ateş yak; baştanbaşa fikri ve ifadeyi yak.

Ey Musa! Âdab bilenler, başkadır; canı ve ruhu yanmış olanlar başkadır.

Âşıkların her nefesi yakıcıdır; yıkık köyün üzerinde vergi ve öşür yoktur.

Yanlış söylerse, ona hatalı deme. Kanlı şehit olursa, onu yıkama.

Şehitlerin kanı sudan evlâdır; bu hata, yüz doğrudan daha iyidir.

Kâbe’nin içinde kıble usulü yoktur. Dalgıcın kar ayakkabısı yoksa ne kederi olur?

Sen, sarhoşlardan bir kılavuz isteme; elbiselerini yırtanlara, yama ne buyurursun?

Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıklar için din ve mezhep, Allah’tır.

Yakutun damgası bulunmasa da, endişe yoktur. Aşk, gam denizinde kederli değildir...

Ondan sonra Hak, Musa’nın sırrında saklı söze sığmayacak sırlar söyledi.

Musa’nın gönlüne sözler döküldü; görmek ve söylemek birbirine karıştı.

Nice kere kendinden geçti ve nice kere kendine geldi; nice ezelden ebede uçtu.

Bundan sonra açıklarsam, aptallıktır. Çünkü bunu açıklamak, bilginin ardıdır.

Söylersem, akılları koparır; yazarsam nice kalemler kırılır.

Musa Hak’tan bu azarlamayı duyunca, çölde çobanın ardınca koştu.

Onun ayağı izi üzere şaşkınca koşuşturdu; çölün köşe bucağından toz kaldırdı.

Coşmuş adamın ayak izi, bizatihi başkalarının ayağından belli olur.

Bir adımı, -satrançtaki- ruh taşı gibi yukarıdan aşağıya; bir adımı da fil gibi eğri gitmiş.

Bazen bir dalga gibi, sancak yükseltmede; bazen balık gibi karnı üzerinde gitmekte.

Bazen kum falı bakan falcı gibi, kendi durumunu toprağa yazmış.

Sonunda onu bulup gördü. Ona dedi: “Müjde ver, izin geldi.

Hiç bir âdap ve tertip arama, kederli gönlün ne isterse söyle.

Senin inkârın, din ve dininse can nuru. Güvendesin, bütün cihanda seninle emniyette.

Ey, “Allah dilediğini yapar” sözüyle bağışlanmış kişi! Korkusuzca git, dilini aç.”

-Çoban- dedi: “Ey Musa! Ondan geçtim. Ben şimdi gönül kanıma bulandım.

Ben Sidre-i müntehayı geçtim, yüz binlerce yıllık öteye gittim.

Kamçıladın, atım sersemleyip şaha kalktı ve feleği aştı.

Madde âlemimizin mahremi, mana âlemi oldu. Eline koluna, aferinler olsun.

Şimdi benim hâlim, anlatmanın ötesindedir; bu söylediğim, benim hâllerim değildir.”

Bir aynada bulunan resmi görüyorsun; o, senin suretindir; o aynanın sureti değildir.

Neyzenin neye üflediği nefes, neye mi aittir? Adama ait değil midir?

Dikkat et, dikkat! Hamd etsen de, şükretsen de, o çobanın beyhude sözleri gibi bil.

Senin hamd edişin ona göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır...

Keşke secde ederken yüzünü çevirsen, “Sübhâne Rabbî (Rabbimi tenzih ederim)”nin manasını bilsen;

“Ey Rabbim! Secde edişim, varlığım gibi yaraşır değil. Kötülüğün karşılığını, sen iyilik ver” -desen-.

Bu toprakta Allah’ın hilminden/sabrından eser vardır; pisliği yok eder ve çiçekler yetiştirir.

O, bizim pisliklerimizi örter; karşılığında ondan goncalar yeşerir.

O zaman kâfir, kendisinin bağış ve cömertlikte topraktan daha eksik ve daha değersiz olduğunu görünce,

Vücudundan gül ve meyve bitmediğini; kötülükten başka hiç bir temiz şey meydana gelmediğini -görünce-,

Dedi: “Ben gidişte geri gittim. Eyvah! Keşke toprak olsaydım.

Keşke topraktan yola çıkmasaydım; toprak gibi tane toplasaydım.

Yolculuk yapınca, yol beni imtihan etti. Bu yolculuk yapmaktan hediyem neydi?”

Önünde yolculuktan bir fayda görmediği için yönelişi hep toprağadır.

Yüzünü geriye çevirmesi, ihtiras ve tamahtır. Yüzünü yola çevirmesi, doğruluk ve niyazdır.

Yukarıya yönelen bitki, artıştadır, canlı ve gelişmededir.

Başını yere doğru eğdiğinde eksilmede, kurumada, noksanlık ve ziyandadır.

Ruhunun yönelişi, yukarıya doğru olunca artışta dönüş yerin orası olur.

Başın yere doğru tersyüz olursa, batarsın. Hak, batanları sevmez.

Musa ve Çoban hikâyesi, toplumda bilgi ve görgü açısından eksik ama içten ve duyarlı insanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini anlatan çok anlamlı bir hikâyedir. Samimiyet ve dürüstlük, insanı dert ve beladan kurtarır. Kötü olan, art niyet ve peşin fikirliliktir. İkinci husus her ferdin görevi, toplumda yakınlaştırıcı ve doğruluğa yönlendirici olmaktır. Bu hikâyenin kurgusu içerisinde Hz. Musa’ya Hak Taâla tarafından yapılan ikaz çok manidardır.

Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Söylenen söz ve atılan adım ayrılık ve ıstırap sebebi değil, huzur ve yükseliş kaynağı olmalıdır. Olumsuz noktada kalmak ve her yeni zaman diliminde ilave bir olgunluk kazanmamak, insana yaraşmaz. Mevlânâ, Anadolu’daki yükselişin temel fikrini böylece geliştirmiştir. Sözü ve bilgisi eksik ama samimi fertlerin önünü böylece açmış, bilgilenme ve yükseliş yolunu göstermiştir. Bilgili kişilerinse ayırıcı ve engelleyici değil, yol açıcı ve birleştirici olmaları gerektiğini böyle bir hikâyeyle çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ona göre insanlar olgunlaşmalı ve önderler birleştirici olmalıdır. Bilgili olanlar, hep kendilerini eleştirir konumda bulunmalıdır. Zira kişi ancak kendi bilgi ve becerisine göre davranır, kulluk eder. Yaptıklarını kendi ölçü ve terazisine göre değerlendirir. Gerçekte ise değerlendirmeyi Hak yapacaktır. Öyleyse,

Senin hamd edişin ona/çobana göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır.

Sözü farklı yorumlanan bilgin şairlerimizden Şair Bakî (ölm. 1600) de aynı soruyu sormaktadır:

Aceb ol tâ’at u takva diyü zu’m itdügümüz

Varıcak n’olsa gerekdür nazar-ı Cebbâre...

Bu tasavvurlar eger bâtıl olursa nic’olur

Katı hayret yiridür bir gözün aç bîçâre[14]

Yani kulluk ve takva amacıyla yaptığımızı sandığımız şeyler, Hakk’ın huzuruna varıldığında acaba ne değerde olacaktır? Hatta batıl ve boş olursa ne olur hâlimiz?

Mevlânâ’nın, hayata zenginlik ve dirilik kazandıran izahların sahibidir. Bunlardan biri de âcizlikte mevcut olan güç ve kuvvetten söz etmesidir. Âciz olan veya âcizliğini bilen kişi, dert ve aşk sahibidir. Dert ve aşk sahibi olan da başarılı olur. İlginçtir, bu konuyu aç ve çıplak olan, ancak sonuçta saltanata erişen Moğollar üzerinden de örneklendirir. Fîhi Mâ Fîh’in bir yerinde Moğollarla ilgili birkaç soru ve cevap vardır.[15] Kendisine, Moğollar -bizim- malları alır ve zaman zaman da onlar bize mal bağışlarlar. Bunun hükmü acaba nasıldır? Diye sorulur. Mevlânâ izahtan sonra der ki: “Netice olarak bizim malımız onlara haramdır ve onların malı bize helaldir.”

Biri Mevlânâ’ya der ki: Moğollar bu vilayete ilk olarak geldiklerinde çırılçıplaktılar. Binekleri öküz ve silahları odundandı. Şimdi ihtişamlı ve doygundurlar. En iyi Arap atları ve güzel silahlar onların elindedir.

Mevlânâ cevap verir: Gönülleri kırık ve zayıf olduklarında, güçleri bulunmadığında Allah onlara yardım etti ve onların niyazını kabul etti. Böyle ihtişamlı ve güçlü oldukları bu zamanda Allah onları halkın zayıflığına rağmen helak edecek, böylece o yardımın Hak’tan olduğunu bilecekler...

Bu ifadelerin ardından Moğolların bu âcizlik hâllerini ve isteklerini sahneleştirir. Bu sahnede Moğol padişahı bir mağarada oruç tutar huşu ile yakarır. Hak’tan ona bir nida gelir: Yakarışını kabul ettim. Çık, nereye gidersen muzaffer olacaksın.

Fîhi Mâ Fîh’in bu satırlarındaki üçüncü nükte de şudur: Mevlânâ’ya biri, Moğollar da kıyamet gününe inanıyor ve yargılama olacak diyorlar dedi. Mevlânâ buyurdu: Yalan söylüyorlar. Kendilerini Müslümanlarla ortak etmek istiyorlar, yani biz de biliyoruz ve ikrar ediyoruz. Deveye, “Nereden geliyorsun?” dediler. “Hamamdan” dedi. -Soran kişi de- “Topuğundan belli” dedi. Şimdi eğer onlar haşre inanıyorsa, bunun alameti ve işareti nerede? Bu isyankârlıklar, zülüm ve kötülük kat kat toplanmış buz ve karlar gibidir...

Günümüzde bir bilim adamı art arda sıralanan bu üç nüktenin ikincisini doğrudan kaynak göstererek Mevlânâ Fihi Mâ Fîh’inde Cengiz Han’ın ilahî mesaj aldığını söyler şeklinde modernist bir mantıkla kendince ciddî bir yargı oluşturmuştur.

Kısaca, âcizlik hissiyatına Mevlânâ büyük anlamlar yükler. Hak, âciz ve düşkünün yanındadır. Âciz olan, yakarış ve istek sahibidir, hastanın Hakk’a yalvarması gibi. Samimi oluşu, yolunu açar. Güç ve iktidar sahibi olanlar, Hakk’ın kudreti karşısında âciz olduklarını unutmadıkları sürece gerçek iktidar sahibidir. Aksi takdirde güç kaybedip zelil olacaklardır, olmuşlardır. Mevlânâ’ya göre bu durum isyan etmekten ve zalim olmaktan koruyan âcizlik imrenilecek bir özelliktir. Hasta olmadan Hakk’ı anmak, iktidarda iken Hakk’a karşı âcizlik duygusunu taşımak ise büyük bir emniyet ve güç kaynağıdır.

Bir de Anadolu’da dehşet saçan Moğollardan söz etmeye mecburuz. Sivas ile Erzincan arasında, Kösedağ’da askerlerini bırakıp kaçan Sultan Gıyaseddin idaresindeki Selçuklu ordusunu 3 Temmuz 1243’te mağlup eden Moğolların önünde kalan halk ve bilginler çaresizdi. Sivas kadısı Kırşehirli Necmeddin, Moğollara mukavemet edilemeyeceği düşüncesiyle şehrin ileri gelenleriyle Moğol komutana hediyeler götürür. Sivaslılar hayatlarını ve mallarını kurtarır, ancak şehir yağmalanır. Kayseri halkı kahramanca müdafaa yapar, ancak hıyanete uğrar ve şehir düşer. Kayseri tarihinin en büyük felaketine uğrar, halk katledilir. Erzincan da yağmalanır, katliam yapılır. Malatya’da idareciler kaçar, halk düzeni sağlar. Geri dönen vali halktan topladığı altınlarla Moğolları ikna eder, halk bayram sevinci yaşar.

Amasya’ya çekilen vezir Mühezzibüddin Ali, Amasya kadısı Fahreddin’le oturup ağlaşır ve çare ararlar. Ülkeyi sulha kavuşturmak için geriye dönmekte olan Moğollarla görüşmek üzere arkalarından giderler. Erzurum hududunda onlara yetiştiler. Sonuçta büyük malî yükümlülükleri kabul ederek Anadolu’nun siyasî birliğinin Selçuklu sultanları tarafından sağlanması için izin alırlar. Böylece Anadolu’daki kargaşa ve fitnenin sona erdirilmesine çalışırlar. 1256 yılında bazı anlaşmazlıklar sonucu Moğol ordusu tekrar Anadolu’ya yönelir. Erzurum’dan Aksaray’a kadar şehirler talan edilir. Beceriksiz Sultan İzzettin, askerinin 14 Ekim 1256 tarihinde Sultan Hanı civarında perişan olduğunu haber alınca Konya’yı sahipsiz bırakıp kaçtı. Yine halk, bazı idareciler ve din adamları çareler arar ve hediyeler hazırlar. Bu arada Selçuklu sultanları ve devlet adamları kendi aralarında kavga ve savaş içerisindedir. Konya’nın bu badireyi atlatmasında Cuma hatibinin etkileyiciliğinden veya Mevlânâ’nın kerametinden söz edilir.

Bütün bu felaketler ve katliamlara rağmen Anadolu’da her açıdan gelişmeler sağlanmıştır. Sonunda Anadolu’da hiçbir Moğol unsuru kalmadığı gibi İran ve Horasan bölgesinde dahi Moğol varlığı yok olmuştur. Dönemin kimi devlet adamları, bilginleri ve sûfîleri buldukları çözüm yollarıyla bu sonucun oluşmasında elbette etkili olmuştur. Mevlânâ da bu gelişmenin en önemli mimarlarından biridir. Bu acılı yıllara bir de bu gözle bakıp, Müslüman Anadolu’nun derin ve güçlü yapısını hissetmek mümkündür. Bu da heyecan vericidir.

Yukarıda kısmen işaret edilen klâsiklerden yararlanma yolunu kapatıcı görüşlere başkaları da ilave edilebilmektedir. Bunlarla ilgili değerlendirmeyi sonraya bırakıp geleneğin güzel ve huzur verici bir tarafını göz önünde bulunduralım. Fatih Sultan Mehmet’in ve II. Beyazıt’ın mektup yazarak hürmetlerini bildirdikleri, Mevlânâ’yı sevenlerden Molla Câmî’ (ölm. 1492) Baharistan isimli kitabına şu cümlelerle son vermektedir:[16]

Okuyucuların, ahlak güzelliklerinden bir eksiklik gördüklerinde onu affetme ve görmezlikten gelme eteğiyle örtmeleri; ayıplama ve itiraz etme diliyle ifşa etmeye çalışmamaları ümit edilir.

Kıta:

Tanıdığının bir ayıbını görünce yabancılara söylememen daha iyidir.

Çünkü sonu düşünenlerin usulünce ayıp örtmek, ayıp aramaktan daha iyidir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Değerlendirme ve eleştiriler için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara, 2001 (Akçağ Yayınları)

[2] Örnek olarak bkz. şu eserler: [2] Nâdir-i Vezînpûr, Medh, Dâg-ı neng ber sîmâ-yi edeb-i Fârsî, Tahran, 1374 hş. /1995, 575 sayfa; Hüseyn-i Rezmcû, Şi‘r-i kuhen-i Fârsî der-terâzû-yi nakd-i ahlâk-i İslâmî, I-II, 1366 hş. /1987, 134+390 sayfa. Bu eserleri tekidi için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik İran Şiirine ve Şairlerine Yöneltilen İdeolojik Tenkitler: Övgü, Fars Edebiyatının Yüzünde Utanç Damgası ve İslâm Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri Kitapları, Nüsha, sayı 10. Yaz 2003, s. 7-17.

[3] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş., s. 183; krş. terc. A. Avni Konuk, İstanbul, 1994, s. 210.

[4] Mevlânâ, Mesnevî, I-II, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2004 (Akçağ Yayınları), I, 102; 1. Defter, 1206-1209. beyitler.

[5] Mesnevî, I, 126; 1. Defter, 1670-1672. beyitler.

[6] Mesnevî, I, 139; 1. Defter, 1930-1931. beyitler.

[7] İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-VII, İstanbul, 1289/1872, I, 11.

[8] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 25-26. beyitler.

[9] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 33. beyit.

[10] Mesnevî, I, 96; 1. Defter, 1081-1082. beyitler.

[11] Mesnevî, I, 188; 1. Defter, 2892-2895. beyitler.

[12] Mesnevî, I, 258; 2. defter, 200. beyit.

[13] Mesnevî, I, 331-335; 2. Defter, 1710-1805. beyitler.

[14] Bakî Dîvânı, Hazırlayan Sabahattin Küçük, Ankara, 1994, s. 364-365.

[15] Mevlânâ, Fîh-i Mâ Fîh, B. Furûzânfer, s. 64-65; krş. trc. A. Avni Konuk, 60-62.

[16] Molla Câmî, Baharistan, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2002 (Akçağ Yayınları), s. 137-138.