16 Kasım 2007 Cuma

MÜSLÜMAN MI YOKSA TEBAA MI YETİŞTİRİYORUZ - Aliya İzzetbegoviç

MÜSLÜMAN MI YOKSA TEBAA MI YETİŞTİRİYORUZ

Bu makaleyi, ebeveynlerimiz ve dinî Öğretmenlerimizle küçük bir sohbet olarak tasavvur ediyorum.

Kısa bir süre evvel, İyi ve heyecanlı bir Müslüman olan yakın dostumu, Müslüman gençliğin eğitimi hususunda bir makale yazarken buldum. Bitmemiş, fakat ana fikirleri ortaya konmuş olan makaleyi okudum. Dinin ruhuna uygun bir eğitimde ısrar ederken dostum, ebeveynleri, çocukları nezdinde nezaket, iyi davranma, tevazu, kendisini ön plana çıkarmama, merhamet, bağışlama, kadere boyun eğme, sabır vs. hasletlerini kazandırmaya çalışmalarını davet ediyor. O, çocukların sokaktan, kovboy ve kriminal filmlerinden, faydasız basından, saldırganlığı ve yanş-macılık ruhunu tahrik eden sporlardan vs. uzak tutulmaları hususunda eğiticileri Özellikle ikaz ediyordu. Yine de dostumun makalesinde en sık rastlanan kelime "itaat" idi. Evde çocuk ana ve babaya, mektepte hocaya, okulda öğretmene, sokakta düzen koruyucusuna (polise), yarın ise işte müdüre, şef ve sorumluya karşı itaatkâr olmalıydı.
"İdealini" tasvir etmek maksadıyla yazar, her türlü kötülükten sakınan, sokakta dövüşmeyen, kovboy filmleri seyretmeyen (onun yerine müzik okuluna giden), futbol oynamayan (çünkü bu spor çok fazla serttir), uzun saçı olmayan, kızlarla gezmeyen ("zamanı gelince ana ve babası onu evlendirir") bir çocuğu tasvir etmektedir. O asla bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde teşekkür eder ve özür diler. Yazar söylemiyor ancak devam edebiliriz: Hakkını yiyorlar o susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor. Tek kelimeyle o "karınca bite ez-meyenler" dendir vs.

Bu makaleyi okurken, cehenneme giden yolun iyi niyetlerle döşendiğini ifade eden o sözü anladım. Ve sadece bu değil, bizim son asırlardaki gerilememizin en az bir sebebini tespit ettiğimi düşünüyorum: İnsanların hatalı eğitimi.

Aslında, asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslamî fikrinin an-laşılamamasının neticesi olarak biz, gençliğimizi yanlış eğitiyoruz. Düşmanımız eğitimli, sert ve pervasız, Müslüman ülkeleri teker teker işgal ederken biz gençliğimize nazik olmasını, "sineğe bile kötülük düşünmemesini", kaderine boyun eğmesini, "her türlü iktidar Allah'tan olduğuna göre "her türlü iktidara İtaat içinde olmasını öğretiyoruz.

Gerçek kökenini bilmediğim, fakat kesin olarak İslam'dan kaynaklanmayan itaatin bu mutsuz felsefesi mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: Bir taraftan o, canlı olanları ölü haline getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam'ın etrafına toplamaktadır. O, normal insan mahlûklarından, suç ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır.

Günümüz uyanış asrında, bizzat İslam düşüncesinin savunucuları veya kendini öyle tanımlayan kimselerin her türlü karşılaşmayı (kavgayı) rutin olarak kaybetmeleri ancak bu şekilde açıklanabilir. Yasaklar ve ikilem felsefeleriyle ağa yakalanmış olan yüksek ahlak sahibi bu insanlar, ne İstediklerini bilen ve hedeflerine ulaşmak için her aracı mubah gören, daha az ahlaklı, az medenî fakat kararlı ve acımasız karşıtlarıyla karşılaştıklarında kendilerini ikinci derecede (alt, aşağı seviyede) görmektedirler.

Müslüman halkları idare eden kimselerin İslam içinde terbiye görmüş ve İslam düşüncesinden esinlenmiş kişilerden olmalarından daha tabii ne olabilir? Ancak onlar bunu basit bir sebepten dolayı başaramamaktadırlar: İdare etmek için değil idare edilmek için eğitilmişlerdir.

Müslüman ortamında bizzat Müslümanların topraklarına hâ-
kim olan yabancılara, yabancı fikirlere ve siyasî vo ekonomik zulüme karşı direnç göstermelerinden daha mantıklı bir şey ne olabilir? Ancak onlar bunu yine o bilinen sebepten dolayı yapamamaktadırlar: Seslerini yükseltmek için değil, itaat etmek için eğitilmişlerdir.

Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu!
Fitne, esaret ve adaletsizlik dolusu olan bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir?

Söz konusu psikolojinin birçok bakış açısı vardır. Onlardan biri her zaman tekrarlanan geçmiş hakkındaki hikâyedir. Gencimize İslam'ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır. O, Alhambra ve geçmişteki fetihleri, Binbir Gece'nin şehrini, Semerkand ve Kurtuba'daki zengin kütüphaneleri bilir. Onun ruhunu devamlı olarak geçmişe doğru çevirmektedirler ve o, ondan yaşamaya başlar. Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, eski atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha Önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba. Eğer, geçmişte yaşanamayacağmı ve kendimizin bir şeyler yapmamız gerekeceğini öğrenmemiz şart olacaksa, o muhteşem abideleri yakmak daha iyi olur.
Bu yıkıcı teslimiyetçilik ve karşı gelmeme pedagojisinin, en az elli yerinde mücadele ve direniş prensiplerinin zikredildiği Kur'an adına öğütlenmesi ayrı bir paradokstur. Rahatlıkla söylenebilir ki Kur'an teslimiyetçiliği yasaklamıştır. Çok sayıda sahte büyüklük ve otorite yerine Kur'an, sadece tek ve biricik teslimiyeti tesis etmiştir: Allah'a olan teslimiyet. Ancak Allah'a olan bu teslimiyette Kur'an insan için özgürlük İnşa ederek, onu bütün korkulardan ve diğer bütün teslimiyetlerden kurtarmıştır.

Şimdi, ana babalara ve eğitimcilerimize ne tavsiyelerde bulunabiliriz?

Her şeyden evvel, gençlerde bulunan güçleri öldürmemelerini tavsiye edebiliriz. Öyle yapacaklarına, onları yönlendirsin ve belli bir şekle soksunlar. Onların uyuşuğu Müslüman değildir ve ölü birini İslam'a "çevirmenin" imkânı yoktur, Müslümanları eğitmek için insanları eğitsinler, hem de en mükemmel ve kapsayıcı şekilde. Onlara tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet hakkında konuşsunlar. Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil yetiştirsinler.

Çünkü aklımızda hep tutalım: İslam'ın ilerlemesini -her türlü ilerlemeyi olduğu gibi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itiraz (isyankâr) ruhlu kimseler gerçekleştirecektir.
(Kasım, 1971)

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI

15 Kasım 2007 12:45
MESNEVÎ’DEN HAREKETLE

KLÂSİK ESERLERİ OKUMA VE YORUMLAMA SORUNLARI



Son dönemlerde Mesnevî, Gülistan ve Baharistan gibi önceki asırlarda Müslüman toplumun amaç ve yönelişini, hayata bakışını yansıtan klâsik edebî eserlerle günümüz insanının arasına birçok engel girmiştir. Bu engellerin ne kadarının iç bünyemizden ve ne kadarının dış dünyadan kaynaklandığını tespit etmek güçtür. Düşünce dünyamızı saran yeni arayışlar sonucunda masumca başlayan özü yakalama amacı sonuçta her şeyin irdelenmesi, hatta olumsuzlanması noktasına kadar varmıştır. Eldeki klâsik kitaplara değer verilmemesi ve bazı dinî eserlerin yarar sağlamayacak şekilde eleştirilmesi, arkada kalan birikimin üzerine artık herhangi bir ilave yapılamayacak şekilde dışlanması, ilk cümlede adları anılan günlük hayata dönük eserlerin iyice gözden uzaklaşmasına yol açmıştır. Kimi zaman ideolojik din anlayışı adına, kimi zaman ulusçuluk adına ve kimi zaman da modernlik adına düşünen ve hareket eden birçok okumuş kişi, geleneği ve onu yansıtan klâsikleri dışlamıştır.

Ortak geçmiş her üç koldan ideolojik dindarlık, ulusçuluk ve modernlik adına yerilirken, gerekçeler farklı ama sonuç aynı olmuştur. Basit bir deyişle birine göre Selçuklu ve Osmanlı sahih İslâm’ı yaşamamış, saltanatı ve keyfiliği öne çıkarmıştır. Diğerine göre Selçuklu ve Osmanlı, Türk unsuru dışlamış, başka ulusların kültürel etkisinde kalmış ve yabancı unsurları devlet yönetiminde etkin hâle getirmiştir. Modernistler ise geleneği ve birikimi, yetersiz hatta utanılacak bir mazinin ürünü görmüştür. Her üç kesimin, iyimser bir deyişle bazı mensupları farklı yollardan, İslam sonrasına ait Anadolu medeniyetini küçümseme konusunda ortak özelliğe bürünmüştür. Bu üç yolun öncüsü sayılabilecek şahıslara ve eleştiri noktalarına değinmek mümkündür ve ancak zannımca, hiç olmazsa şimdilik yersizdir.

Müslüman toplumda maddeci-batıcı bir anlayışla başkalaşmayı amaçlayan çevreler, geçmişle bağlantıyı koparma arzusuyla fikir ürettikleri için burada söz konusu edilmeyecektir. Dolayısıyla ideolojik dindarlık ile yeni ulusçuluk anlayışları konumuz için daha önemlidir. Çünkü bu akımlar bir yandan topluma ve geçmişe masum kanallardan bağlı iken, diğer yandan modernist özellikler taşımakta ve gerçekte geçmişle geleceğin makul ve ürün verici şekilde bütünleşmesine engel teşkil etmektedirler.

İdeolojik dindarlık “Sahih İslâm” arzusuyla veya iddiasıyla Peygamber Efendimiz ve Raşit halifeler dönemi dışında yararlanılacak bir geçmiş yoktur noktasına varmış, daha cesur olanlar sünnet ve hadis üzerinde verimsiz, sonuçsuz tartışmalara girişmiş ve bazıları Peygamber Efendimizi aracı-aktarıcı beşer noktasına yerleştirmiştir. Yine de unutulmamalıdır ki bu düşünce sahipleri arasında olumlu sayabileceğimiz duraktan olumsuz durağa kadar birçok noktada bulunanlar olmuştur.

Konuyu özelleştirmekte yarar vardır. Meselâ Anadolu’daki ilk İslâmlaşma dönemiyle ilgili bugünü dahi huzursuz edecek abartılı tespit ve görüşler ortaya atılmaktadır. 11. asrın sonlarına doğru yaygın şekilde Müslümanlaşmaya başlayan Anadolu’da oluşan kültür ve yönelişler, bazılarınca bugünün ideolojik bakışıyla değerlendirilmektedir. Farklılık ve karşıtlık üretme çabası gibi gözüken bu bilgece çözümlemelere göre Anadolu’da farklı iki kültür çevresi vardır. Biri Türk kültür çevresi Amasya, diğeri İran kültür çevresi Malatya ve de Konya yahut “Konya ekolü” ve “Kayseri-Kırşehir ekolü”. Daha ağır ifadelerle Moğolcu “Konya ekolü” ve işgal karşıtı “Kayseri-Kırşehir ekolü”.

Türkistan, Horasan ve İran bölgesinden batıya doğru ilerleyen büyük nüfusun hem kendi gelişimini, hem yeni toprağı vatan edinmeyi, hem de yerli nüfusun İslamlaşmasını sağlayan bir gücü ve kaynağı beraberinde taşıdığı açıktır. Böyle olduğunun delili ise sahip olduğumuz Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri ile yeni medeniyetimizdir.

Anadolu’da İran kültür ve kimliğini temsil eden bir çevre veya ekol bulunduğunu söylemek, bilgin ve şairlerimizden bazılarını bu özellikte görmek doğru değildir. Bu iddia ilk önce batılı bazı şarkiyatçılar tarafından ileri sürülmüştür. Türkiye’de de bu görüşler bazı bilim adamlarınca savunulmuştur.[1] Meselâ bir televizyon programında eğitmen olduğunu söyleyen milliyetçi çevreden aydın birinin, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini başta sona okuduğunu ve maalesef İran kimliğinin bu esere hâkim olduğunu gördüğünü dile getirmesi bu iddiaların bir yansımasıdır. Gerçekte Mevlânâ’nın doğduğu Belh şehrinin nüfus yapısı ve siyasî tarihi ile atalarıyla ilgili kaynaklarda bulunan bilgiler ve Mesnevî’sindeki ifadeleri hiç de bu özellikte değildir.

Gerek Gazneli Mahmud’un önderliğindeki Gaznelilerin ve gerekse Büyük Selçukluların Farslaştığı ve Fars kültürünün etkisi altında kaldığı iddiaları günümüzdeki bilgi ve tespitler ışığında anlamsız ve geçersizdir. Bu konuda artık İranlı bilim adamlarından bazıları da farklı görüştedir. Yüz yılı aşkındır, Doğudaki klâsik edebî zevk ve şiir geleneğinin İran kültür ve medeniyetinin tesiri altında geliştiği iddia edilirken bugün bazı İranlı araştırmacılar dahi özellikle Gazneli ve Selçuklu dönemi şairlerinin şiir dünyalarıyla ilgilendikten sonra bu şairlerin büyük çoğunluğunu şiddetle eleştirmektedir. Farsça yazmış bu şairlerin Türkleri, Türk devlet adamlarını övdüklerini ve İran destan kahramanlarını küçümsediklerini, Sünnî sultanlara dalkavukluk yaptıklarını delillendirmektedirler.[2] Mevlânâ da bir dereceye kadar bu eleştirilere maruz kalmıştır. Mesela onun Gazneli Mahmud’u övgüyle anması ve yakın adamı Ayaz’ın üstün özelliklerinden söz etmesi tenkit sebebidir.

Mevlânâ ile Anadolu insanının arasına engel koyan düşünce ve iddia sahipleri bulunduğu için bu noktalara değinme mecburiyeti duymaktayız. Gerçekte ulusların ve insanların arasına girebilecek her engel üzerinde titizlikle duran ve insan oğlunu huzura ve barışa davet eden Mevlânâ’nın bu tartışmalarda anılması üzüntü vericidir. Ancak bugün maalesef ülkemizde kimi gönülleri buruklaştıran bazı iddialar sebebiyle ve Mesnevî gibi bir kaynaktan vazgeçmeyeceğimiz için bu satırlara ihtiyaç duyulmaktadır.

Fîhi Mâ Fîh’te Mevlânâ, günlük hayatımızda her an bizlere bir şekilde dünya değerlerine bağlılıktan uzaklaşmamıza yardımcı olacak uyarılar gelmektedir derken, bugün için önemli bir nükteye işaret etmektedir:

Bir şahıs imamlık yapıyordu. “Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir (Tevbe, 9/97)” ayetini okudu. Meğer Arap reislerinden biri orada bulunuyordu. Ona kuvvetli bir sille vurdu. İmam ikinci rekâtta “Bedevîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanan vardır (Tevbe, 9/99)” ayetini okudu. O Arap, “Sille seni islah etti” dedi .[3]

Bir ayet-i kerimeyi ayırımcılık sanıp aldanan bir Arabın hikâyesidir bu. Her an ayrılık için vesile arayan, söz ve davranışları hep kötülüğe yoran kişiler sözü ve davranışı, hatta ayetleri bile yanlış düşüncelerine alet edebilir. Sorun, bu örnekte olduğu gibi cahilce art niyet aramaktır, dürüst ve samimi olmamaktadır. Anlaşmayı ve uzlaşmayı gönülden amaç edinmiş kişiler toplumda huzur ve güven sağlayıcı olmuştur. Mevlânâ der ki:

Aynı dili kullanmak, akrabalık ve bağlılıktır. İnsan yakın olmayanlarla bir arada tutsak gibidir.

Nice aynı dili konuşan Hindu ve Türk vardır; nice yabancılar gibi iki Türk vardır.

Öyleyse yakınlık dili bizatihi başkadır. Gönüldaşlık, aynı dili konuşmaktan daha iyidir.

Gönülden konuşmasız, imasız ve kayıtsız yüz binlerce tercüman yükselir.[4]

Hulasa, gönülden konuşmanın ve anlaşmak için söyleşmenin yolları bulunmalıdır. Ayrılık için harekete geçenler, her ırktan insanı yaratan ve ona can veren Hakk’ın ayetlerini dahi ayrılık aracı yapmışlardır, yapabileceklerdir.

Anadolu’nun siyasî tarihi ve edebî geleneğiyle ilgili birçok husus art niyetlerle bir asır kadar önce ters yüz edilmiş hâliyle bugün doğruymuş gibi esas alınmakta ve bunun üzerinden yeni düşünceler geliştirilmektedir. Anadolu’ya Türkistan’dan ve Horasan’dan gelenlerle, daha önce İran sahasına yerleşen ve oradan Anadolu’ya ulaşanların ruhen ve manen yaşadıkları macerayı yakından izlemek ve tarihten yararlı sonuçlar çıkarmak, bizleri daha diri ve daha yeni hâle getirecektir. Bu açıdan Mevlânâ’nın elimizdeki eserleri günümüz için büyük kazançtır.

Türkiye’de geleneğe uzak çevreler klâsik eserleri bazı ifadeler ve söyleyiş biçimleri açısından eleştirmektedir. Onlara göre inanç açısından sakıncalı görülen noktalardan biri, bu eserlerde bazı şahıslar ve eserler için kullanılan yüceltici ifadelerdir. Örnek olarak, Mesnevî’nin birinci defterinde, mukaddimedeki Mesnevî Âlemlerin Rabbinden indirilmedir ifadesi, bugünkü nesillerin mecazsız ve benzetmesiz yalın ifadelerindeki yargılar gibi bir anlam taşımaktadır ve Mesnevî’nin kutsal bir kitap olduğu iddiasını içermektedir. Yine bu eserlerde şeyhe atfedilen özelliklerin de aynı şekilde peygamberlik, hatta ilahlık iddiası taşıdığı iddia edilmiştir. Meselâ şu beyitler onlara göre bu durumun örneğidir:

Velilerin Allah’tan -gelen- güçleri vardır; fırlamış oku, yoldan geri çevirirler.

Veli üzülürse, sebepten doğacak kapılar Hakk’ın eliyle kapanır.

İlahî lütufla söylenmişi söylenmemiş yapar; böylece ne şiş yanar, ne kebap.[5]

Uyanık ol! Veliler, zamanın İsrafil’idir. Onlarda ölüler için hayat ve zindelik vardır.

Her bir ölünün canı, onların sesiyle ten mezarından kefen içinde sıçrar.[6]

Genel bir değerlendirmeyle denebilir ki yüce Allah’a duyulan kalbî bağlılık, meydana gelen her şeyi Hak’tan bilmeyi gerektirir. Bir manada ilahî gücün varlığını her şeyde görmek mümkündür. Ankaralı İsmail Efendinin (ölm. 1631) çeviri ve izahına göre, Tezîlün min Rabbi’l-âlemîn ibaresi, Bu Mesnevî Âlemlerin seyyidinden veya mürebbisinden tedricen kalbe ilham olunmuş ve ilahî ilham yoluyla bırakılmıştır[7] anlamını taşımaktadır. Bu sakin ve duyarlı algılama nedeniyle asırlardır hiç kimse Mevlânâ’yı peygamber sıfatıyla anmamış ve Mesnevî’ye gerçek manada Kur’an dememiştir.

Mevlânâ Hakk’ın kudretinden bahsederken, insanın iradesi yokmuş gibi anlatır. Konu insan iradesine geldiğinde ise, insanda irade bulunduğunu ve onun tercih sahibi olduğunu güncel örneklerle açıklar, insanın çaba sahibi olması gerektiğini ısrarla vurgular. Aklına güvenenlerin nasıl âciz olduklarını izah eder. Ama aklın önemine de değinir,

Akıl akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli olur.

Nefis başka nefisle güldüğünde karanlık artıp yol gizlenir.[8]

der. Dostluğu ve rehberliği önemser:

Topraktan daha aşağı mısın? Zira toprak dost buldu; bir bahardan yüz bin nur elde etti.[9]

örneğini verir. Gerçekte yol gösterenin ne denli kutlu olduğunu açıklarken, Hak dostu görünüp yol kesenlerin özelliklerini de değinir. Samimi ve dürüst olanların her engeli aşacağını cesaret verici ifadelerle vurgular. Kılavuz olabilen dostun, rehberin ya da şeyhin büyük değere sahip olduğunu, Hak’tan himaye gördüğünü dile getirir. Netice olarak kelimeler mana ile ve bedenler ruhla özellik kazanır. Gönlü ölü kişinin manen dirilişini, ölü bedenin dirilmesinden daha önemli görür ve elbette bu dirilişe rehberlik edeni yüceltir.

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi önceki asırlarda kelimeler ve cümleler farklı üsluplarla kullanılmıştır. Onlara yüklenen anlamları anlamakta bugün güçlük çekebiliriz. Bu nedenle istek ve yönelişi dile getirmek, teşvik etmek ve yol göstermek için kullanılan bazı cümlelere günümüzde bazılarınca farklı ve kimi zaman olumsuz anlamlar yüklenmektedir. Gönülden ve şairce söylenmiş his ve mana yüklü nice söz, bugün bazı bilim adamlarınca maalesef yanıltıcı şekilde modernist bir anlayışla sahiplerini yıpratmak için kullanılmaktadır.

Bir sözün veya metnin taraflarca farklı algılanması ve yorumlanması her zaman için söz konusudur. Duygu ve üslup farklılığı, kişilere ve dönemlere göre anlama sorununu büyültmekte veya küçültmektedir. Bu nedenle anlaşmaya ve yakınlaşmaya istekli olmak, sorunun aşılması için en önemli adımdır. Aksi takdirde anlaşmazlık ve çatışma büyüyecektir. Mevlânâ der ki:

Dokunulmamış sözü yorumladın. Kendini yorumla, Kur’ân’ı değil.

Arzunca Kur’ân’ı yorumluyorsun. Yüce anlam, senin yüzünden alçaldı, eğrildi. [10]

Suretlerde kalırsan putperestsin. Sureti bırak ve manaya bak.

Hac adamısın, bir hacı yol arkadaşı ara; ister Hintli, ister Türk veya Arap.

Onun şekline ve rengine bakma; onun azmine ve niyetine bak.

O, siyah olsa da seninle aynı niyettedir. Sen ona beyaz de, zira seninle aynı renktedir.[11]

Niyet ve arzuların önemine işaret eden, samimi duyguların yol açıcı olduğunu gösteren aşağıdaki hikâyeyi, Anadolu’nun Müslümanlaşma süreci açısından irdelemek mümkün müdür acaba? Mevlânâ’nın,

Şimdi hikâyenin suretini dinle, ama dikkat et! Taneyi samandan ayır[12]

ikazını hatırda tutarak, Mesnevî’sindeki Hz. Musa ile Çoban Hikâyesi’ni gözden geçirelim[13]:

Musa yolda bir çobanı gördü; o, diyordu: “Ey Allah’ım! Ey Tanrım!

Sen nerdesin? Ben hizmetçin olayım. Çarığını dikeyim. Başını tarayayım.

Elbiseni yıkayayım. Bitlerini öldüreyim. Sana süt getireyim. Ey muhteşem!

Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyku vakti gelince yerini süpüreyim.

Ey! Bütün keçilerim sana feda olsun. Ey! Benim hayhuyum senin zikrinledir.”

O çoban bu tarz boş şeyler söylüyordu. Musa “Ey filan! Bu -konuşman-, kiminledir?” dedi.

-Çoban- “Bizi yaratanla; bu yeri ve göğü yaratanla” dedi.

Musa dedi: “Hey! Çok talihsiz oldun. Müslüman olmadan kâfir oldun.

Bu ne boş sözdür? Bu ne küfür ve hezeyandır? Ağzına pamuk tıka.

Senin küfrünün kokusu, dünyayı kokuttu. Senin küfrün, dinin ipek kumaşını parçaladı.

Çarık ve dolak sana lâyıktır. Bir güneşe böyle şeyler nasıl uygun olur?

Boğazını bu sözlere kapatmazsan bir ateş gelir, halkı yakar.”

Bir ateş gelmemişse, bu duman nedir? Kararmış can, kovulmuş ruh nedir?

Allah’ın âdil olduğunu biliyorsan, saçmalama ve küstahlığın nasıl bir inanmadır?

Akılsız bir dost, bizzat bir düşmandır. Yüce Hakk’ın, bu tür hizmete ihtiyacı yoktur.

Sen bunu kime söylüyorsun? Amcana, dayına mı? Cisim ve ihtiyaç, yücelik sahibinin sıfatlarında olur mu?

Sütü, büyüyüp gelişmekte olan içer; çarığı ayağa muhtaç olan giyer...

-Çoban- “Ey Musa! Ağzımı diktin. Pişmanlıkla sen, canımı yaktın” dedi.

Elbisesini parçaladı, yanık bir ah çekti. Çöle yönelip gitti...

Musa’ya Allah’tan vahiy geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Ben herkese bir davranış verdim; herkese bir terim/söyleyiş verdim.

Onun hakkında övgü, ama senin hakkında yergi; onun hakkında bal, ama senin hakkında zehir.

Biz temiz ve kirliden bütünüyle uzağız; bütün ağır davranışlılık ve çeviklikten de.

Ben fayda elde etmek için emretmedim. Bilakis kullara cömertlik yapmak için emrettim.

Hintliler için Hint adı, övgüdür; Sintliler için de, Sind adı.

Onların tesbihleriyle pak olmam; yine onlar pak olur, inci saçarlar.

Biz dile ve söze bakmayız; biz ruha ve hâle bakarız.

Lafız olarak söylediği huşulu bulunmasa da, huşulu olursa diye kalbe bakarız.”

Çünkü gönül, cevherdir; söylemekse araz. Öyleyse maksat, cevherdir; arazsa, ona bağlıdır.

Bu sözler, gizleme ve mecazla niceye dek? Yanış istiyorum, yanış; o yanışla buluş.

Canında aşktan bir ateş yak; baştanbaşa fikri ve ifadeyi yak.

Ey Musa! Âdab bilenler, başkadır; canı ve ruhu yanmış olanlar başkadır.

Âşıkların her nefesi yakıcıdır; yıkık köyün üzerinde vergi ve öşür yoktur.

Yanlış söylerse, ona hatalı deme. Kanlı şehit olursa, onu yıkama.

Şehitlerin kanı sudan evlâdır; bu hata, yüz doğrudan daha iyidir.

Kâbe’nin içinde kıble usulü yoktur. Dalgıcın kar ayakkabısı yoksa ne kederi olur?

Sen, sarhoşlardan bir kılavuz isteme; elbiselerini yırtanlara, yama ne buyurursun?

Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıklar için din ve mezhep, Allah’tır.

Yakutun damgası bulunmasa da, endişe yoktur. Aşk, gam denizinde kederli değildir...

Ondan sonra Hak, Musa’nın sırrında saklı söze sığmayacak sırlar söyledi.

Musa’nın gönlüne sözler döküldü; görmek ve söylemek birbirine karıştı.

Nice kere kendinden geçti ve nice kere kendine geldi; nice ezelden ebede uçtu.

Bundan sonra açıklarsam, aptallıktır. Çünkü bunu açıklamak, bilginin ardıdır.

Söylersem, akılları koparır; yazarsam nice kalemler kırılır.

Musa Hak’tan bu azarlamayı duyunca, çölde çobanın ardınca koştu.

Onun ayağı izi üzere şaşkınca koşuşturdu; çölün köşe bucağından toz kaldırdı.

Coşmuş adamın ayak izi, bizatihi başkalarının ayağından belli olur.

Bir adımı, -satrançtaki- ruh taşı gibi yukarıdan aşağıya; bir adımı da fil gibi eğri gitmiş.

Bazen bir dalga gibi, sancak yükseltmede; bazen balık gibi karnı üzerinde gitmekte.

Bazen kum falı bakan falcı gibi, kendi durumunu toprağa yazmış.

Sonunda onu bulup gördü. Ona dedi: “Müjde ver, izin geldi.

Hiç bir âdap ve tertip arama, kederli gönlün ne isterse söyle.

Senin inkârın, din ve dininse can nuru. Güvendesin, bütün cihanda seninle emniyette.

Ey, “Allah dilediğini yapar” sözüyle bağışlanmış kişi! Korkusuzca git, dilini aç.”

-Çoban- dedi: “Ey Musa! Ondan geçtim. Ben şimdi gönül kanıma bulandım.

Ben Sidre-i müntehayı geçtim, yüz binlerce yıllık öteye gittim.

Kamçıladın, atım sersemleyip şaha kalktı ve feleği aştı.

Madde âlemimizin mahremi, mana âlemi oldu. Eline koluna, aferinler olsun.

Şimdi benim hâlim, anlatmanın ötesindedir; bu söylediğim, benim hâllerim değildir.”

Bir aynada bulunan resmi görüyorsun; o, senin suretindir; o aynanın sureti değildir.

Neyzenin neye üflediği nefes, neye mi aittir? Adama ait değil midir?

Dikkat et, dikkat! Hamd etsen de, şükretsen de, o çobanın beyhude sözleri gibi bil.

Senin hamd edişin ona göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır...

Keşke secde ederken yüzünü çevirsen, “Sübhâne Rabbî (Rabbimi tenzih ederim)”nin manasını bilsen;

“Ey Rabbim! Secde edişim, varlığım gibi yaraşır değil. Kötülüğün karşılığını, sen iyilik ver” -desen-.

Bu toprakta Allah’ın hilminden/sabrından eser vardır; pisliği yok eder ve çiçekler yetiştirir.

O, bizim pisliklerimizi örter; karşılığında ondan goncalar yeşerir.

O zaman kâfir, kendisinin bağış ve cömertlikte topraktan daha eksik ve daha değersiz olduğunu görünce,

Vücudundan gül ve meyve bitmediğini; kötülükten başka hiç bir temiz şey meydana gelmediğini -görünce-,

Dedi: “Ben gidişte geri gittim. Eyvah! Keşke toprak olsaydım.

Keşke topraktan yola çıkmasaydım; toprak gibi tane toplasaydım.

Yolculuk yapınca, yol beni imtihan etti. Bu yolculuk yapmaktan hediyem neydi?”

Önünde yolculuktan bir fayda görmediği için yönelişi hep toprağadır.

Yüzünü geriye çevirmesi, ihtiras ve tamahtır. Yüzünü yola çevirmesi, doğruluk ve niyazdır.

Yukarıya yönelen bitki, artıştadır, canlı ve gelişmededir.

Başını yere doğru eğdiğinde eksilmede, kurumada, noksanlık ve ziyandadır.

Ruhunun yönelişi, yukarıya doğru olunca artışta dönüş yerin orası olur.

Başın yere doğru tersyüz olursa, batarsın. Hak, batanları sevmez.

Musa ve Çoban hikâyesi, toplumda bilgi ve görgü açısından eksik ama içten ve duyarlı insanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini anlatan çok anlamlı bir hikâyedir. Samimiyet ve dürüstlük, insanı dert ve beladan kurtarır. Kötü olan, art niyet ve peşin fikirliliktir. İkinci husus her ferdin görevi, toplumda yakınlaştırıcı ve doğruluğa yönlendirici olmaktır. Bu hikâyenin kurgusu içerisinde Hz. Musa’ya Hak Taâla tarafından yapılan ikaz çok manidardır.

Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen birleştirmek için mi geldin? Yoksa ayırmak için mi geldin?

Elinden geldikçe ayrılığa adım atma. Benim yanımda en çirkin şey, ayrılıktır.

Söylenen söz ve atılan adım ayrılık ve ıstırap sebebi değil, huzur ve yükseliş kaynağı olmalıdır. Olumsuz noktada kalmak ve her yeni zaman diliminde ilave bir olgunluk kazanmamak, insana yaraşmaz. Mevlânâ, Anadolu’daki yükselişin temel fikrini böylece geliştirmiştir. Sözü ve bilgisi eksik ama samimi fertlerin önünü böylece açmış, bilgilenme ve yükseliş yolunu göstermiştir. Bilgili kişilerinse ayırıcı ve engelleyici değil, yol açıcı ve birleştirici olmaları gerektiğini böyle bir hikâyeyle çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ona göre insanlar olgunlaşmalı ve önderler birleştirici olmalıdır. Bilgili olanlar, hep kendilerini eleştirir konumda bulunmalıdır. Zira kişi ancak kendi bilgi ve becerisine göre davranır, kulluk eder. Yaptıklarını kendi ölçü ve terazisine göre değerlendirir. Gerçekte ise değerlendirmeyi Hak yapacaktır. Öyleyse,

Senin hamd edişin ona/çobana göre daha iyiyse de, o Hakk’a göre daha eksiktir.

Ne zamana dek -övünüp- söyleyeceksin. Perde kaldırılınca, -görülür ki- zannedilen, olmamıştır.

Sözü farklı yorumlanan bilgin şairlerimizden Şair Bakî (ölm. 1600) de aynı soruyu sormaktadır:

Aceb ol tâ’at u takva diyü zu’m itdügümüz

Varıcak n’olsa gerekdür nazar-ı Cebbâre...

Bu tasavvurlar eger bâtıl olursa nic’olur

Katı hayret yiridür bir gözün aç bîçâre[14]

Yani kulluk ve takva amacıyla yaptığımızı sandığımız şeyler, Hakk’ın huzuruna varıldığında acaba ne değerde olacaktır? Hatta batıl ve boş olursa ne olur hâlimiz?

Mevlânâ’nın, hayata zenginlik ve dirilik kazandıran izahların sahibidir. Bunlardan biri de âcizlikte mevcut olan güç ve kuvvetten söz etmesidir. Âciz olan veya âcizliğini bilen kişi, dert ve aşk sahibidir. Dert ve aşk sahibi olan da başarılı olur. İlginçtir, bu konuyu aç ve çıplak olan, ancak sonuçta saltanata erişen Moğollar üzerinden de örneklendirir. Fîhi Mâ Fîh’in bir yerinde Moğollarla ilgili birkaç soru ve cevap vardır.[15] Kendisine, Moğollar -bizim- malları alır ve zaman zaman da onlar bize mal bağışlarlar. Bunun hükmü acaba nasıldır? Diye sorulur. Mevlânâ izahtan sonra der ki: “Netice olarak bizim malımız onlara haramdır ve onların malı bize helaldir.”

Biri Mevlânâ’ya der ki: Moğollar bu vilayete ilk olarak geldiklerinde çırılçıplaktılar. Binekleri öküz ve silahları odundandı. Şimdi ihtişamlı ve doygundurlar. En iyi Arap atları ve güzel silahlar onların elindedir.

Mevlânâ cevap verir: Gönülleri kırık ve zayıf olduklarında, güçleri bulunmadığında Allah onlara yardım etti ve onların niyazını kabul etti. Böyle ihtişamlı ve güçlü oldukları bu zamanda Allah onları halkın zayıflığına rağmen helak edecek, böylece o yardımın Hak’tan olduğunu bilecekler...

Bu ifadelerin ardından Moğolların bu âcizlik hâllerini ve isteklerini sahneleştirir. Bu sahnede Moğol padişahı bir mağarada oruç tutar huşu ile yakarır. Hak’tan ona bir nida gelir: Yakarışını kabul ettim. Çık, nereye gidersen muzaffer olacaksın.

Fîhi Mâ Fîh’in bu satırlarındaki üçüncü nükte de şudur: Mevlânâ’ya biri, Moğollar da kıyamet gününe inanıyor ve yargılama olacak diyorlar dedi. Mevlânâ buyurdu: Yalan söylüyorlar. Kendilerini Müslümanlarla ortak etmek istiyorlar, yani biz de biliyoruz ve ikrar ediyoruz. Deveye, “Nereden geliyorsun?” dediler. “Hamamdan” dedi. -Soran kişi de- “Topuğundan belli” dedi. Şimdi eğer onlar haşre inanıyorsa, bunun alameti ve işareti nerede? Bu isyankârlıklar, zülüm ve kötülük kat kat toplanmış buz ve karlar gibidir...

Günümüzde bir bilim adamı art arda sıralanan bu üç nüktenin ikincisini doğrudan kaynak göstererek Mevlânâ Fihi Mâ Fîh’inde Cengiz Han’ın ilahî mesaj aldığını söyler şeklinde modernist bir mantıkla kendince ciddî bir yargı oluşturmuştur.

Kısaca, âcizlik hissiyatına Mevlânâ büyük anlamlar yükler. Hak, âciz ve düşkünün yanındadır. Âciz olan, yakarış ve istek sahibidir, hastanın Hakk’a yalvarması gibi. Samimi oluşu, yolunu açar. Güç ve iktidar sahibi olanlar, Hakk’ın kudreti karşısında âciz olduklarını unutmadıkları sürece gerçek iktidar sahibidir. Aksi takdirde güç kaybedip zelil olacaklardır, olmuşlardır. Mevlânâ’ya göre bu durum isyan etmekten ve zalim olmaktan koruyan âcizlik imrenilecek bir özelliktir. Hasta olmadan Hakk’ı anmak, iktidarda iken Hakk’a karşı âcizlik duygusunu taşımak ise büyük bir emniyet ve güç kaynağıdır.

Bir de Anadolu’da dehşet saçan Moğollardan söz etmeye mecburuz. Sivas ile Erzincan arasında, Kösedağ’da askerlerini bırakıp kaçan Sultan Gıyaseddin idaresindeki Selçuklu ordusunu 3 Temmuz 1243’te mağlup eden Moğolların önünde kalan halk ve bilginler çaresizdi. Sivas kadısı Kırşehirli Necmeddin, Moğollara mukavemet edilemeyeceği düşüncesiyle şehrin ileri gelenleriyle Moğol komutana hediyeler götürür. Sivaslılar hayatlarını ve mallarını kurtarır, ancak şehir yağmalanır. Kayseri halkı kahramanca müdafaa yapar, ancak hıyanete uğrar ve şehir düşer. Kayseri tarihinin en büyük felaketine uğrar, halk katledilir. Erzincan da yağmalanır, katliam yapılır. Malatya’da idareciler kaçar, halk düzeni sağlar. Geri dönen vali halktan topladığı altınlarla Moğolları ikna eder, halk bayram sevinci yaşar.

Amasya’ya çekilen vezir Mühezzibüddin Ali, Amasya kadısı Fahreddin’le oturup ağlaşır ve çare ararlar. Ülkeyi sulha kavuşturmak için geriye dönmekte olan Moğollarla görüşmek üzere arkalarından giderler. Erzurum hududunda onlara yetiştiler. Sonuçta büyük malî yükümlülükleri kabul ederek Anadolu’nun siyasî birliğinin Selçuklu sultanları tarafından sağlanması için izin alırlar. Böylece Anadolu’daki kargaşa ve fitnenin sona erdirilmesine çalışırlar. 1256 yılında bazı anlaşmazlıklar sonucu Moğol ordusu tekrar Anadolu’ya yönelir. Erzurum’dan Aksaray’a kadar şehirler talan edilir. Beceriksiz Sultan İzzettin, askerinin 14 Ekim 1256 tarihinde Sultan Hanı civarında perişan olduğunu haber alınca Konya’yı sahipsiz bırakıp kaçtı. Yine halk, bazı idareciler ve din adamları çareler arar ve hediyeler hazırlar. Bu arada Selçuklu sultanları ve devlet adamları kendi aralarında kavga ve savaş içerisindedir. Konya’nın bu badireyi atlatmasında Cuma hatibinin etkileyiciliğinden veya Mevlânâ’nın kerametinden söz edilir.

Bütün bu felaketler ve katliamlara rağmen Anadolu’da her açıdan gelişmeler sağlanmıştır. Sonunda Anadolu’da hiçbir Moğol unsuru kalmadığı gibi İran ve Horasan bölgesinde dahi Moğol varlığı yok olmuştur. Dönemin kimi devlet adamları, bilginleri ve sûfîleri buldukları çözüm yollarıyla bu sonucun oluşmasında elbette etkili olmuştur. Mevlânâ da bu gelişmenin en önemli mimarlarından biridir. Bu acılı yıllara bir de bu gözle bakıp, Müslüman Anadolu’nun derin ve güçlü yapısını hissetmek mümkündür. Bu da heyecan vericidir.

Yukarıda kısmen işaret edilen klâsiklerden yararlanma yolunu kapatıcı görüşlere başkaları da ilave edilebilmektedir. Bunlarla ilgili değerlendirmeyi sonraya bırakıp geleneğin güzel ve huzur verici bir tarafını göz önünde bulunduralım. Fatih Sultan Mehmet’in ve II. Beyazıt’ın mektup yazarak hürmetlerini bildirdikleri, Mevlânâ’yı sevenlerden Molla Câmî’ (ölm. 1492) Baharistan isimli kitabına şu cümlelerle son vermektedir:[16]

Okuyucuların, ahlak güzelliklerinden bir eksiklik gördüklerinde onu affetme ve görmezlikten gelme eteğiyle örtmeleri; ayıplama ve itiraz etme diliyle ifşa etmeye çalışmamaları ümit edilir.

Kıta:

Tanıdığının bir ayıbını görünce yabancılara söylememen daha iyidir.

Çünkü sonu düşünenlerin usulünce ayıp örtmek, ayıp aramaktan daha iyidir.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Değerlendirme ve eleştiriler için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara, 2001 (Akçağ Yayınları)

[2] Örnek olarak bkz. şu eserler: [2] Nâdir-i Vezînpûr, Medh, Dâg-ı neng ber sîmâ-yi edeb-i Fârsî, Tahran, 1374 hş. /1995, 575 sayfa; Hüseyn-i Rezmcû, Şi‘r-i kuhen-i Fârsî der-terâzû-yi nakd-i ahlâk-i İslâmî, I-II, 1366 hş. /1987, 134+390 sayfa. Bu eserleri tekidi için bkz. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik İran Şiirine ve Şairlerine Yöneltilen İdeolojik Tenkitler: Övgü, Fars Edebiyatının Yüzünde Utanç Damgası ve İslâm Tenkit Terazisinde Eski Fars Şiiri Kitapları, Nüsha, sayı 10. Yaz 2003, s. 7-17.

[3] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, nşr. B. Furûzânfer, Tahran, 1369 hş., s. 183; krş. terc. A. Avni Konuk, İstanbul, 1994, s. 210.

[4] Mevlânâ, Mesnevî, I-II, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2004 (Akçağ Yayınları), I, 102; 1. Defter, 1206-1209. beyitler.

[5] Mesnevî, I, 126; 1. Defter, 1670-1672. beyitler.

[6] Mesnevî, I, 139; 1. Defter, 1930-1931. beyitler.

[7] İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-VII, İstanbul, 1289/1872, I, 11.

[8] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 25-26. beyitler.

[9] Mesnevî, I, 250; 2. Defter, 33. beyit.

[10] Mesnevî, I, 96; 1. Defter, 1081-1082. beyitler.

[11] Mesnevî, I, 188; 1. Defter, 2892-2895. beyitler.

[12] Mesnevî, I, 258; 2. defter, 200. beyit.

[13] Mesnevî, I, 331-335; 2. Defter, 1710-1805. beyitler.

[14] Bakî Dîvânı, Hazırlayan Sabahattin Küçük, Ankara, 1994, s. 364-365.

[15] Mevlânâ, Fîh-i Mâ Fîh, B. Furûzânfer, s. 64-65; krş. trc. A. Avni Konuk, 60-62.

[16] Molla Câmî, Baharistan, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Ankara, 2002 (Akçağ Yayınları), s. 137-138.

2 Kasım 2007 Cuma

Düşmanın, Ali –Keremallahu vechehunun yüzü- ne tükermesi üzerine Emîr-ül Müminîn Ali’nin elinden kılıcı atması

Düşmanın, Ali –Keremallahu vechehunun yüzü- ne tükermesi üzerine Emîr-ül Müminîn Ali’nin elinden kılıcı atması

İbadetteki ihlâsı Ali’den öğren, Tanrı aslanını hilelerden arınmış bil.
Savaşta bir yiğiti atletti, hemen kılıcını çekip üstüne saldırdı.
O, her peygamberin, her velînin öğündüğü Ali’nin yüzüne tükürdü.
Bir yüze tükürdü ki ay, secde yerinde o yüze secde eder.

3725. Ali, derhal kılıcı elinden attı, onunla savaşmadan vazgeçti.
O savaşçı er, bu işe, bu yersiz af ve merhamete şaşıp kaldı.
Dedi ki: “Bana keskin kılıcını kaldırmıştın, neden kılıcı indirdin ve beni bıraktın?
Benimle savaşmadan daha âlâ ne gördün de beni avlamadan vazgeçtin?
Ne gördün ki bu derecede kızgınken kızgınlığın yatıştı; böyle bir şimşek çaktı, sonra sönüverdi?

3730. Ne gördün? O gördüğün şeyin aksi bana da vurdu; gönlümde, canımda bir şûle parladı.
Kevinden, mekândan yüce, candan daha iyi neydi o gördüğün ki bize can bağışladı?
Yiğitlikte Tanrı aslanasın, mürüvvette kimsin, bunu kim bilir?
Mürüvvette Tih sahrasında Musa’nın bulutusun. O bulutta eşi görülmemiş nimetler, ekmekler yağar.”
Bu bulutlar, çalışıp çabalar, buğday bitirirler. Halk onu pişirip bal gibi tatlı bir hale koyarl.

3735. Halbuki Musa’nın bulutu rahmet kanadını açar, halka zahmetsizce pişmiş ve tatlı nimetler verir.
O bulutun rahmeti, kerem sofrasında pişmiş yemek yiyenler için âlemde bayrak açmıştır.
O vergi ve o ihsan, niyaz ehlinden tam kırk yıl, bir gün bile eksik olmadı.
Nihayet onlar, bayağılıklarından kalkıp pırasa, tere ve marul istediler; onun üzerine kesildi.

3740. Ahmed’in yüce ümmeti için o yemek kıyamete kadar bakidir.
Peygamber’in “Rabbime misafir olurum” demesi ortalığa yayılınca, “O beni doyurur, su verir” sözü, bu mânevi yemekten kinaye oldu.
Bunu, hiç tevil etmeden kabul et ki boğazına bal ve süt gibi lezzetli gelsin.
Çünkü tevil ihsan edilen şeyi geri vermektir. Çünkü tevilci hakikatı hata görür.
Halbuki bu hata görmesi, aklının zayıflığındandır. Akl-ı Küll içtir, Akl-ı Cüz’i ise deridir.
Kendini tevil et, hadîsleri değil; kendi dimağına kötü de, gülbahçesine değil!

3745. Ey baştanbaşa akıl ve göz olan Ali! Gördüğünden bir parçacık söyle.
Hilim kılıcın canımızı parça parça etti; ilim suyun toprağımızı arıttı.
Açıver; biliyorum, bu Tanrı sırlarındandır.
Çünkü kılıçsız adam öldürmek, ancak onun işidir.
Tanrı, aletsiz, uzuvsuz bir yapıcıdır. Artıp duran bu hediyelerin vericisi odur.
Akla yüz binlerce şarap tattırır ki onlardan ne iki gözün haberi vardır, ne kulağın!

3750. Ey arşta hoş bir surette evlanıp duran doğan! Bu anda Tanrı’dan ne gördün? Açıkça söyle.
Senin gözün gayb idrakını öğrenmiştir. Orada bulunan başkalrının gözleriyse kapalıdır.
Birisi ayı apaçık görür, öbürüyse dünyayı kapkaranlık.
Diğer birisi de bir yerde üç tane ay görür. Evet, bu üç kişi bir yerde oturmuşlardır:
Üçünün de gözü açık, kulakları duymakta… Fakat bunlar, senin eteğine yapışmışlardır, senin adamlarındır (Hallerini sen bilirsin), benden
kaçıyorlar (ben bunları bilemem).

3755. Bu hal, acaba gabya mensup bir sihir mi, yoksa gizli bir lûtuf mu? Sende bir kurt sureti mi var, bende de Yusuf sureti mi?
Âlem on sekiz bin, hattâ daha fazla olsa bunların on sekizi bile her göze görünmez.
Ey Aliyyel Mürtezâ, ey kötü kaza ve kaderden sonra güzel kaza ve kader, sırrı aç;
Ya sen akılına geleni söyle, ya ben gönlüme doğanı söyleyeyim.
Bu sır, senden parladı, bana vurdu; nasıl gizleyebilirim? Ay gibi, söylemeden nur saçmakta.

3760. Fakat ayın kursu, söze gelirse gece yol alanları hemencecik yola sokar.
Yanlış yola gitmekten de emin olurlar, yoldan çıkmadan da. Ayın sesi, gulyabani sesinden üstün olur.
Ay, söylemeksizin yol gösterirse, söyleyince ne yapmaz, dünyayı ışığa boğar!
Madem ki sen ilim şehrine kapısın, mademki sen hilim güneşine şûlesin;
Ey kapı, kapı arayanlara açıl ki kabuklar içlensin (zâhir ehli, hakikate erişsin)!

3765. Ey rahmet kapısı, ey eşi, naziri olmayan Tanrı dergâhı, ebede kadar açık kal!”
Her istek, her zerre bir penceredir, fakat kör gönül nasıl olur da “Orada bir kapı vardır” der.
Gözcü, bir kapı açmadıkça gönle, orada kapı olmak ihtimali bile gelmez.
Fakat bir kapı açıldı mı, şaşırır. Tamah ümidinin kuşu uçup gider.
Akıllı bir kişi, bir viranede ansızın define buldu, onun için her viraneye koşuyor.

3770. Sen, yoklukta bir inci bulamadıysan gayri orada ne diye inci arıyorsun?
Zan, yıllarca kendi ayağıyla koşsa burnunun direğinden ileriye geçemez (olduğu yerde sayar, durur).
Burnuna gayptan bir koku gelmedikçe, söyle… burnunun ucundan başka bir şey görebilir misin?

O kâfirin, Ali –Keremmallahu Vechehu- ye “Bana üstün gelmişken niçin elinden kılıcını attın?” diye sorması

*Bunun üzerine o yeni Müslüman velî sarhoşluk ve lezzetle.
Ali’ye dedi ki: “Ya Emîrel Müminîn, buyur da can; tende, ana karnındaki cenin gibi canlansın, oynasın.
Ey can, yedi yıldız; ana karnına düşen her çocuğu, muayyen müddetlerde ve nöbetle terbiye eder.

3775. Ceninin canlanma zamanı gelince ona yardım eden güneştir.
Cenin, güneşin tesiriyle harekete gelir. Güneş, ona derhal can bağışlar.
Cenine güneş doğmadıkça, güneşin nuru, ona vurmadıkça öbür yıldızların tesiriyle canlanmaz. Onlar, ancak suretine hizmet ederler.
Cenin, ana rahminde güzel yüzlü güneşle bu alâkayı hangi yoldan kazandı?
Bizim duygumuzdan gizli olan bir yoldan gökyüzündeki güneşe nice yollar var.

3780. Bir yol var; yakut, o yolla güneşten gıdalanır…Bir yol var; o yolla ve güneşin tesiriyle yakut olur.
Bir yol var, güneş o yola lâli kızıllaştırır. Bir yol var, o yolla nala kıvılcım saçma hassasını verir.
Bir yol var, güneş o yolda meyveleri oldurur… Bir yol var, o yolla korkaklara yürek verir.
Ey kandı aydınlanmış, padişahla ve padişahın koluyla ^şina olmuş doğan, açık söyle!
Ey padişahın ankayı bile avlayan doğanı, ey askerle değil, bizzat ve tek başına ordular kıran,

3785. Sen, tek başına bir ümmetsin, fakat yüzbinlerce er sayılırsın. Ey bu kulu, himmet doğanına av eden!
Kahır zamanında bu merhamet neden? Ejderhayı elden bırakmak kimin yolu?”
Emîr-ül Müminîn Ali –Kerremallahu Vechehu- nun, cevap vermesi ve o sırada kılıcı elinden atmasının sebebi ne olduğunu söylemesi
Ali dedi ki: “Ben kılıcı Tanrı için vuruyorum. Tanrı kuluyum ten memuru değil!
Tanrı aslanıyım heva heves aslanı değil... İşim, dinime şahittir.

3790. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.
Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Tanrıdan gayrısını yok bildim.
Bir gölgeyim sahibim güneş... Ona hacibim hicap değil.
Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem.
Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgâr nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir?
Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi?

3795. Bir rüzgârla yerinden kımıldanıp kopan bir çöpten ibarettir. Çünkü muhalif esen nice rüzgârlar var!
Hışım, şehvet ve hırs rüzgârı, namaz ehli olmayan kişiyi silip süpürür.
Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hattâ saman çöpüne benzesem bile rüzgârım, onun rüzgârıdır.
Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır. Askerimin başbuğu, ancak tek Tanrının aşkıdır.
Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir.

3800. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Tanrı hışmıysa bence rahmettir.
Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprak atası ( Ebu Turab) oldumsa da bahçe kesildim.
Savaşırken içime bir vesvese, bir benlik geldi; kılıcı gizlemeyi münasip gördüm.
Bu suretle “Sevgisi Tanrı içindir” denmesini diledim; ancak Tanrı için birisine düşmanlık etmeli.
Cömertliğimin Tanrı yolunda olmasını, varımı yine Tanrı için sakınmamı istedim.

3805. Benim sakınmam da ancak Tanrı içindir. Vermem de... Tamamı ile Tanrınınım, başkasının değil.
Tanrı için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek
yapıyor, görerek işliyorum.
Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Tanrı eteğine yapıştım.
Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri.
Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum.

3810. Halka bundan fazla söylemeye imkân yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.
Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu, ayıp değil, Peygamberin işidir.
Garezden hürüm ben; hür olan kişinin şahadetini duy. Kul, köle olanların şahadetleri iki arpa tanesine bil değmez!
Şeriatte dâva ve hükümde kulum şahitliğinin kıymeti yoktur.
Senin aleyhinde binlerce köle şahadet etse şeriat onların şahadetlerini bir saman çöpüne bile almaz.

3815. Şehvete kul olan, Tanrı indinde köleden, esir olmuş kullardan beterdir.
Çünkü köle bir sözle sahibinin kulluğundan çıkar,hür olur. Şehvete kul olansa tatlı dirilir, acı ölür.
Şehvet kulu, Tanrı’nın rahmeti, hususi bir lûtuf ve nimeti olmadıkça kulluktan kurtulamaz.
Öyle bir kuyuya düşmüştür ki bu kuyu, onun kendi suçudur. Ona cebir değildir, cevir de değil!
Kendisini kendisi, öyle bir kuyuya atmıştır ki ben o kuyunun dibine varacak ip bulamıyorum.

3820. Artık yeter... Eğer bu sözü uzatırsam ciğer ne oluyor? Mermer bile kan kesilir.
Bu ciğerlerin kan olmaması katılıktan, şaşkınlıktan, dünya ile uğraşmadan ve talihsizliktendir.
Bir gün kan kesilir ama bu kan kesilmesinin o gün faydası yok. Kan kesilme işe yararken kan kesil!
Mademki kulların kölelerin, şahadeti makbul değildir, tam adalet sahibi, o kişiye derler ki gulyabani kölesi olmasın.
Kur’an’da peygambere “Biz seni şahit olarak gönderdik” denmiştir. Çünkü o, varlıktan hür oğlu hürdür.

3825. Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Tanrı sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel!
Beri gel ki Tanrı’nın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır.
Beri gel ki şimdi tehlikeden kurtuldun, kaçtın kimya seni cevher haline soktu.
Küfürden ve dikenliğinden kurtuldun, artık Tanrı bahçesinde bir gül gibi açıl!
Ey ulu kişi, sen bensin, ben de senim. Sen Ali’ydin, Ali’yi nasıl öldürürüm?

3830. Öyle bir suç işledin ki her türlü ibadetten iyi bir anda gökleri bir baştan bir başa aştın.
O adamın işlediği suç ne kutlu suç! Gül yaprakları dikenden bitmez mi?
Ömer'in Peygambere kastedişi suçu, onu ta kabul kapısına kadar çekip götürmedi mi?
Firavun; büyücüleri, büyüleri yüzünden çağırmadı mı?
Onlara da bu yüzden ikbal yardım etmedi mi, bu yüzden devlete erişmediler mi?
Onların büyüsü, onların inkârı olmasaydı inatçı Firavun, onları huzuruna alır mıydı?

3835. Onlar da asâyı ve mucizeleri nereden göreceklerdi? Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu.
Tanrı ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur.
Çünkü Tanrı, şeytanların rahmine suçları ibadete, sevaba tebdil eder.
Bundan dolayı Şeytan, taşlanır; hasedinden çatlar, iki parça olur.
Şeytan bir günah meydana getirmek ve onunla bizi bir kuyuya düşürmek ister.

3840. “ O günahın ibadet olduğunu gördü mü?” işte o an, Şeytan’a yomsuz bir andır.
Beri gel; ben, sana kapı açtım; sen benim yüzüme tükürdün, bense sana armağan sundum.
Cefa edene bile böyle muamelede bulunur, aleyhime ayak atanların ayağına bile bu çeşit baş korsam,
Vefa edene ne bağışlarım? Anla! Cennetlerde ebedî mülkler ihsan ederim