7 Haziran 2008 Cumartesi

Tarih Dersleri’nde “Milletler Tarihi”

Tarih Dersleri’nde “Milletler Tarihi”

Osmanlı İmparatorluğu’nda tarihte hiç görülmemiş ölçüde bazı dinler bir aradaydı. İşin ilginç yanı, 18. asra kadar bu farklılıklar bir sorun teşkil etmezken bu asırdan sonra yeni dünyada en önemli sorun etnik ayrılıkların ortaya çıkması oldu.


NTV-MSNBC
Güncelleme: 17:40 TSİ 04 Haziran 2008 Çarşamba


İSTANBUL - Osmanlı İmparatorluğu tebaasının dini ve lisani renkliliği açısından hiç şüphesiz ki tarihteki Büyük Roma’dan sonra en ilginç olanı. Eski Roma pagan bir imparatorluktu ve hayatının belli bir safhasına kadar bu imparatorlukta tek tanrılı yani semavi dinler mensubu, tarih icabı sadece Filistin’deki yahudilerdi. Yahudilerle diğer çoktanrılı dinlerin , en başta Romalılar’ın kendilerinin birarada olmaları ve bulunmaları hiç şüphesiz ki belirli sorunları getirmiştir. Bizzat Hristiyanlığın çıkışı ve Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi olayları sırasındaki çatışma noktaları da bunu göstermektedir.
Haberin devamı


Bizim asıl üzerinde önemle duracağımız konu şudur: Aradaki Hristiyan Roma yahut yanlış bir deyimle Bizans denen camianın çekilmesinden sonra Osmanlılık, Balkanlar’da Tuna boyundan Mezopotamya denen bölgede yani bugünkü Irak’ta, Fırat kıyılarına, Kafkasya’dan hatta Ukrayna Kırım’dan güneydeki Somaliya, Etiyopya’ya kadar bir kere üç semavi dinin , üç büyük dinin hemen hemen bütün mezheplerini, varyantlarını da bulundurmuştur.

Bu, müslüman bir imparatorluktur. Müslüman imparatorlukta da birçoklarının yarı bilir, yarı bilmez tekrarladıkları bir durum söz konusudur. Efendim, bu müslmanlığın sünni ve hanefi yorumudur. Doğru değildir. Biraz sonra üzerinde duracağız. Onun dışında asıl en önemli unsur hristiyanlık dediğimiz bu semavi üç üniversal dinin bütün kiliselerinin, yani bütün yorumlarının birarada bulunmasıdır. Hele 19. asırda protestanlığın ortaya çıkması milletlerarası diplomasi ve çatışma alanlarının bu mezhebin rengiyle ortalığa kendini tanıtması daha başka sorunları ortaya çıkarmıştır.

Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu tarihte hiç görülmemiş ölçüde birtakım dinlerin, cemaatların bir arada bulunmasıdır. Daha da ilginci belki 18. asırda hatta 19.asırda değil, 18. asrın ortalarına kadar dil farklılıklarının bir sorun teşkil etmemesine rağmen bu asırdan sonra yeni dünyada asıl en önemli sorun dile ve dil farkına dayanan etnik ayrılıkların ortaya çıkmasıdır. İşte o zaman bilinen kiliseler ve inanç grupları arasında da çatışmalar çıkmakta ve imparatorluğun hazin sonunu hazırlayan dramatik gelişmelerle bu tarih sayfası kapanmaktadır diyoruz.

Kapandı mı acaba? Hayır. Zamanımızdaki olaylar gösteriyor ki Osmanlılık bazı safahatta dönemini çok daha rasyonel bir kuruluşla götürebilmiştir. Bugün en azından Ortadoğu coğrafyasına baktığımız zaman, bunu görmemek mümkün değildir.

Şimdi dilenirse, büyük dinlerin ortaya çıkışında ve bunların bu imparatorluktaki devamındaki bazı esasları ele alalım. Bir kere Roma İmparatorluğu’nda hristiyanlık tabi ki gayri resmi, tabi ki muhalif, “clandestin” denen adeta bir yeraltı teşkilatlanması şeklinde gelişmiştir. Zaman zaman Roma imparatorlarının ve idaresinin bu dini harekete ihtiyatlı da olsa toleranslı veya umursamaz bakışı, zaman zaman oldukça düşman bakışlar dolayısıyla hayatı çok zor götüren ama imparatorluğu da zorlyan geniş bir inanç grubudur bu. Filistin’de çıkan Mesih bazılarının zannettiği gibi yahudilikte çıkan ve o dinin yasalarını, yaşayış biçimini denetleyen, yorumlayan bir hareket olarak kalmamıştır. Hz. İsa’dan sonra onun havarileri ve hayatta kendisini görmeyen Tarsuslu haham St-Paul, - Shaul ‘dur adı - yeni yorumuyla Mesih ve bu inanç üniversaldir. Bütün milletlere gelmiştir ve göklerin melekutunu , yani öbür dünyanın hakimiyetini bu günahkar dünyaya göstermektedir. O zaman kilisenin teşkilatlanması söz konusudur. Çok açıktır, bu teşkilatlanma başladığı zaman yani kilise doğrudan doğruya, işte eyaletlerde piskoposlar onların altında papazlar, bu gizlilikte veya açıklıkta bu şekilde devam etmiştir.

St-Paul’ün kurduğu ilk kiliseler olan Antakya, Efes, İskenderiye vs. ki İstanbul bunların içinde yoktur ve buralardan gelişen cemaatlerla bu yapılanma artmaktadır. Daha da ilginci, St- Paul yeni dinini ve düşünceleri yaydığı zaman şehirlerde mevcut yahudi cemaatinin ibadet yerlerini, yani sinagogları kullanmıştır çünkü her yetişkin yahudinin hele St.Paul gibi çok etkileyici çok güzel konuşan bir hahamın, oradaki kürsülerde cemaata vaaz verme, yorum getirme hakkı vardır. Yavaş yavaş sinagogdan dışarı çıkmıştır. Her zaman çok dostça karşılanmadığı bellidir. Nitekim kilisenin asıl iki kurucusu St.Petrus, St.Pierre ve St.Paul idam edilmişlerdir. Bu zaman içerisinde hristiyanlığın çeşitli yorumları ortaya çıkmıştır. Bir tanesi İskenderiyeli rahip Arius’tur. Ona göre İsa’nın uluhiyetinden çok bir mesih rolü önemlidir. Ve Ariusçuluk ilk zamanlarda daha çok, şaşılacak bir şey, şehirli olamayan kitlelerin arasında tutulmuştur. İlk konsül, büyük bir yetki çatışmasının, büyük bir yorum çatışmasının sonunda ortaya çıkmıştır. Ne derecede Hristiyan olduğunu bilmediğimiz ama hristiyanlığa sempatiyle bakan, koruyucu rol oynayan İstanbul şehrinin gerçek kurucusu Büyük Konstantin, İznik şehrinde bu sorunları çözmek için bir konsil toplamıştır. Hristiyanlığın ve kilisenin hayatını tayin eden asıl konsil de budur. Burada bir kere sayısız incillerden bazıları ref edilmiştir. Sadece dört tanesi kabul edilmiştir. Hristiyan inancını, Hz İsa’yı ve hayatını ve söylediklerini nakleden kitaplardan dördü: Lukas, Marcus, Matta, Yuhanna. Bunların anlattıkları birbirlerini tamamlıyor ve Hristiyan inancının ve vahyin, tanrının dediklerinin, İsa’nın söylediklerinin, doğru yorumu olarak gösteriliyor.

Bunların üstüne onu görmeyen fakat onu tanıyan, onunla aynı fikirde birleştiğini kabul eden ve ileri süren St.Paul’ün Efes, Galatya, Selanik, Antakya, vs yerlerdeki misyonu, ordaki halka yazdığı mektuplar, yani hitabeti ve esasları da İncil’in arkasına konuyor. Dahası, hristiyanlığı yaymak için ıstırap çektiği ileri sürülen kişilerin mektupları yer alıyor. İşte bu İncil ve dini kilise hiyerarşisi orada kabul ediliyor. Daha mühim bir şey var. Bir karar değil, bir tahkir, bir lanetlemedir Yahudi dini ve o inanış Hz. İsa’yı çarmıha germiştir. Bu konsilden sonra hiç şüphesiz ki ortalık durulmamıştır. 425’te Efes’te bir konsil daha toplanmıştır. Bu konsilde İstanubul patriği Nasturius’un yorumlarına, Hz. İsa yorumlarına karşı İskenderiye, Antakya ve Ermenistan takımının yorumu söz konusudur. Aradaki büyük çatışma dolayısıyla tarihte monofisizm denen, yani bugünkü Mısır Kopt Kilisesi’nin, Süryani Kilisesi’nin ve Ermeni Kilisesi’nin esasını teşkil eden ayrılma ortaya çıkacaktır. Henüz erken. Burada, Efes Konsili’nden sonra 451’deki Kadıköy Konsili’ni beklemek gerekir. Orada işte bu ayrılık artık kesinleşmiştir Bizans’ın resmi kilisesiyle arasında ayrılmayla ortaya bugün bildiğimiz Ortodoks Kilisesi, Ermenistan kilisesi, Kopt kilisesi ve Süryani Kadim kilisesi çıkmıştır. Osmanlılık da 5.asrın ortasındaki bu mirası devralmaktadır.

Diğer bir ayrılık hiç şüphesiz ki, 10 ve 11. asırlarda yeşeren ama 1050’de kesinlikle birbirinden kopan İstanbul ve Roma arasındadır. Hristiyan alemi Justinianus’tan beri özellikle bu memleketin hristiyanları, Roma’daki papayı birinci sayar. Bu bir ihtiram, bir idare, bir öncülüktür. Roma’daki papaya bir uluhiyet vermek onların zihniyetinde yoktur. Roma bu iddiayı benimsedi ve İncil’in tercümesinde ve deyişlerdeki bazı yorum farklarına gittiği ölçüde bir kavga dövüştür. Filiocve , yani baba ve oğulu, tanrıyı ve İsa’yı bir hamurun , bir mayanın, bir cevherin içine koyan görüşle, Bizans’ın bunları ayıran görüşü, bir ilahiyat çatışmasına dönüşmüştür. Ama o asırdaki karşılıklı afaroz yetmez. 1204’te İstanbul, Avrupa’dan gelen Haçlı sürülerince yağmalandığı, halkın can mal ve ırzı ihlal edildiği, katledildiği dönemden itibaren Batı ve Doğu kiliseleri birbirinden nefret eder hale gelmiştir.

İşte Osmanlılık bu iki dünyayı da bulmuştur. Doğrusu İtalya’daki papanın etrafındaki geniş katolik alemiyle yeni girdiğimiz vatandaki ortodoks dünyanın arasındaki çatışmadan Osmanlı İmparatorluğu hem yararlanacak hem yeni bir teşkilatkanmanın tohumlarını temellerini atacaktır. Diğeri hiç şüphesiz ki Hristiyan dünyanın devamlı olarak tahkir ettiği suçladığı ve benimseyemediği yahudi alemidir.

Yahudilik bu topraklarda ne kadar vardı? Miladın ilk asırlarından itibaren Milet tiyatrosuna gidersiniz, abonmanla satılan sıralardan birinin üstünde Simeon Judeon der, Sartagi dersiniz kazılarda bir yahudi sinagogu ortaya çıkar. Antakya’nın bir yahudi cemaati vardır. Kapadokya’nın vardır. Bitinya’nın, Bursa havalisinin vardır. İskenderiye’de zaten yahudilik bu şehir kurulduğundan beri vardır. Demek ki Akdeniz dünyasında hatta Roma’ya, hatta yeni kurulan koloniler, Marsilya gibi kentlere kadar yahudilik çoktan yaygındı. Roma İmparatorluğu’nda denilebilir ki coğrafi bakımdan en yaygın din yahudilikti. Bu hayatına nasıl devam etti ve Osmanlılık bu dinle, yani tek tanrılı dinlerin inancı, inanç kaynağı olan bu anlayışla, bu cemaatla nasıl aynileşti bunun üzerinde durmak gerekir.

///////

Tarihi bir vakadır. Tiberius’un zamanında Kudüs’teki mabet yakıldı ve şehrin yahudi nüfusu özellikle Bar Kohba Ayaklanması’ndan sonra sürüldü. Masada’da Filistinliler, kendilerini kahramanca müdafaa ettiler. Bu olaydan sonra Filistin ülkesindeki geniş yahudi grupları Roma İmparatorluğu’nun her tarafına yayılmak durumunda kaldı. Bu coğrafya açıkça konuşmak lazımdır bugünkü Türkiye’yi, hemen Suriye, Filistin’in bütün bölgelerini, Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve ortaçağlarda Endülüs’ü İspanya’yı kapsadı. İtalya’da zaten bir yahudi grubu vardı. Şurası tartışılan bir konu. Ortaçağ boyunca Alpler’in ve İspanya’daki Pireneler’in kuzeyine geçen ve coğrafya itibarıyla Aşkenaz dediğimiz Doğu Avrupa Yahudileri nasıl oluyor da Roma İmparatorluğu’nun ve yahudilerin anayurdundaki nüfusun dokuz misli fazla olabiliyor. Bunun cevabını vermek çok zordur. Tarihi demografik meselerle bunu bilemeyiz. Yalnız şurası bir gerçektir. Osmanlılık, Bizans’tan tevaris ettiği cemaatiyle yaşamaya baştan alışmıştır. O kadar ki, Fatih Sultan Mehmet gibi büyük bir hükümdarın tarihini yazan üç kaynak, birisi Tursun Bey, ikincisi Kritovulos Rum Ortodoks, üçüncüsü de Kapsali’dir. Kapsali’nin yazdığı eser yerli yahudi nüfusun artık Osmanlı cemiyeti ve idaresine karşı duydukları yakınlık ve bütünleşmenin de bir ifadesidir. Ama 15. asırda Endülüs’ün tamamiyle hristiyanlaştırılmasından ve giderek engizisyonun kurulmasıyla yahudiler dalga dalga Kuzey Afrika üzerinden, İtalya’dan oralarda da tutunamayarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar. Mesela 15. asrın sonunda İstanbul’da birdenbire 53 adet Kahal, çoğulu kahalim, yani cemaatlar çıktı. Her sinagog ve etrafındaki mahalli halkına kahal tabir edilir.Hiç şüphesiz ki 16.asır boyunca bu cemiyet Avrupa’nın iktisadi mali sanatlarını, matbaayı, hekimliği Türkiye’ye getirmiştir.

Dolayısıyla, İstanbul’un dışında o vakte kadar iki kere Venedik’ten alınan , 2. Murat’tan evvel tamamen Osmanlı’da kalan Selanik şehri de kesif surette yahudi göçüne sahne oldu. Rumeli’nin Kastorya, Selanik ve Florina ve Bosna’da ve Arnavutluk’taki birtakım şehirlerde yahudi gruplar ortaya çıktı. Osmanlı İmpartorluğu’nun hristiyanlardan sonra en kalabalık grubu yahudilerdir. Klasikten beri imparatorlukta oturan yani bugünkü Güneydoğu Anadolu’daki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, zaten Mezopotamya bölgesinde, Irak’taki şehirlerde oturan ve Aramca konuşan, ve nihayet Yahudilerin anayurdu olan Filistin’de bilhassa Sfat ve Kudüs’te oturan vardır. Bunların içinde hatta çok gariptir ki semitik, yani yahudi asıllı oldukları, İsrailoğulları’ndan oldukları halde Karay Mezhebi’ni seçenler de görülür. İmparatorlukta bir de Kırım ve Kıpçak bölgesinde Türk asıllı olarak Karay mezhebine geçen şamanizmden yahudiliğin Karay Mezhebi’ne geçen, veya gene Kırımçaklar gibi Türk asıllı olduğu halde Tevrat, Talmud , yani bildiğimiz Ortodoks Yahudilik’i seçen gruplar vardı. Bunların hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nda hristiyan dünyaya bir denge olarak düşünülmüştür.

Fatih, İstanbul’u aldığı zaman şehre bir de önemli ölçüde Ermeni nüfusun göç etmesini teşvik etti. İstanbul haraptı ve boştu. Bu sanatkar milletin, birtakım dallarda temayüz etmiş bu grubun başkente yerleşmesi şarttı. Görülmemiş bir şey daha yaptı. Ermeni kilisesinin Ermeni milletinin ruhani merkezi Eçmiyazin, yani Erivan civarındaki Eçmiyazin ve Van’daki yani Ahtamar ve Sis dediğimiz Çukurova Katolikosluğu olmasına rağmen ve tabi Kudüs ‘te bir patriklikleri bulunmasına rağmen , İstanbul’da bir patriklik ihtas etti. Başına Bursa metropoliti Hovakim’i getirdi. Yıl 1461. Ermeniler ruhani reislerinin Eçmiyazin’de olduğunu söylediler. Bu, idareyi çok ilgilendirmiyordu. Ermeni milletinin mali, idari işlerine, eğitim sorunlarına, hukuk işlerine İstanbul Patrikhanesi bakacaktı. Herkes oradaki , millet başına, yeni tayin edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni Patriği’ne tabi olacaktı. Eçmiyazin’deki ruhani otorite bile idari ve mali işler bakımdan ona tabiydi. Bu büyük bir değişiklikti. Ve Osmanlı Ermeniliği’nin bilhassa Batı Ermeniliği’nin kültürel bakımdan da tarihi yolunda kandine özgü bir inkişafını sağlamış oldu.

Görülüyor ki Osmanlı imparatorluğu’nda sayısı hayli kalabalık hristiyan grupların yanında Mezopotamya Bölgesi’nde sünni hukuk doktrinin farklı yorumları olan Şafilik’e, Kuzey Afrika’da Hambelilik’e ve esas itibarıyla Sünni yorumun esası olan Hanefilik’e mensup müslümanlar vardır. Mesela Diyarbakır’da, mesela Musul’da, mesela diğer Arap eyaletinde Şafi Müftüsü’nü görmek bazı yerlerde mümkündü. Müslümanlar mahkemeye gittikleri zaman kendi davalarının bu mezhebin yani Ebu Hambel, imam Şafi, İmam Hambeli ve Ebu Hanife veya İmam Maliki’nin içtihatlarına göre bakılmasını ileri sürerlerdi. Bu, onların hakkıydı. Mısır’da bu dört mezhep de birarada bulunduğu için Osmanlı’nın tayin ettiği kadı adeta başkadı rolünü oynuyordu. Böyle bir imparatorluka , protokoldaki üstünlük Bizans’tan kalma bir alışkanlık olarak İstanbul’daki Rum Ortodoks Patriği’ne verilmiştir. Bizzat Floransa ve Ferrara Konsilleri’nde hristiyanlığın iki büyük dalını katoliklik ve ortodoksluğu birleştirmek isteyen çabalara ve orada şampiyonluğu götüren ortodoks metropolit Bessarion’a karşı bayrak kaldıran eski patrik Gennadius Skolarius, ki Bizans’ın son senelerinde işten atılmış fakat halk ona eskisinden daha fazla saygı göstermekteydi, Fatih tarafından son derece onurlandırılmış. Protokolde padişah kimseyle yemek yememesine rağmen patrikle birlikte davet edilmiş ve yemek yemiştir. Kendisine verilen hediyeler ve veziranın gösterdiği ihtiramla Bizans devrinde bile görmediği bir statüye kavuşmuştur. 19. yy da Tanzimat Devri’ne kadar rum patriği ve kendisine bağlı eyaletlerdeki metropolitler gayrimüslimlerin arasındaki protokolda birinci derece gelirlerdi. Bu 15. asırdan kalmadır. Rum ortodoks patriği ki Roma Ortodoks Patriği demektir. Sadece dini değil, idari, mali ve eğitim işlerine de bakardı. Fatih bir Roma Kaiseri’ydi. Kaiser-i Rum ünvanını taşırdı. İleride İtalya’yı fethedebilseydi hiç şüphe yok ki katolik gene ayrı bir statüyle ayrı olarak tutup kendine tabi kılacaktı. İmparatorluğun Rum ortodoks anlayıştaki bütün tebasını kendisine tabi tutmuştur yani kendisi dediğimiz burada Rum Ortodoks Patriği’dir.

16. yy’ ın sonunda da muhtemelen Fatih Çarşamba’da bulunduğu yerden patrikhane bugünkü Aya Yorgi kilisesine Fener semtine inmiştir. Rum patriği bütün ortodokslar üzerindeydi hatta Arnavut ve Arap ortodokslar bile ona tabiydi. Ne var ki bu kiliseyle doğan ihtilaf yüzünden de yavaş yavaş bilhassa Araplar Melkit dediğimiz katolik kilisesine doğru yönleneceklerdir. 19.yy’da kuvvetlenen bütün milliyetçilik dolayısıyla Balkan milletlerinin hemen tümü Rum ortodoks kilisesinden ayrılma, Bulgarların yaptığı gibi bir katolik kilisesi kurma veya autosefal diyebileceğimiz kendi başına buyruk özerk kiliselerini teşkil edecektir. Daha evvel hristiyanlığın ilk zamanlarında sadece Kıbrıs ve Sina kiliseleri müstakilken 16.yy’da, 15. yy’ın sonlarında bir de Moskova Kilisesi’nden ayrı bir patrik ortaya çıkmıştır. Fakat 19.yy’da en başta yeni kurulan Yunanistan’ın milli kilisesi, Sırp kilisesi , ardından büyük kavgalarla Bulgar Etharnası ve Romen Patrikhanesi kendi başına buyruk kiliseler olarak Fener’den ayrılacaktır. Ulusalcılığın yükselmesi, Osmanlı imparatorluğunun modernleşmesi asıl Rum Ortodoks Kilisesi’ne darbeyi indirmiştir. Millet sisteminde gayrimüslim unsurlar nasıl yaşıyordu, hakları neydi, yaşayış düzeni neydi bunu başka bir programa bırakacağız.