15 Temmuz 2008 Salı

Peygamberimiz neden “zengin” değildi?

Peygamberimiz neden “zengin” değildi?


Evet, günümüz kiriterlerine göre Hz. Muhammed “zengin” olamadığı için hayatta başarısız birisi olarak görülmek durumundadır!
Günümüz dünyasının kriterlerine göre bakacak olursak Hz. Muhammed (s.a.v) “başarısız” birisidir.
Çünkü 23 yıl süren “kariyer” hayatının sonunda “beş parasız” bir yoksuldur.
Bu mantığa göre o, hayattaki fırsatları iyi takip edememiş, “köşeyi dönmek” için önüne konan fırsatları değerlendirememiş, aklını iyi kullanıp durumunu düzeltememiştir. Çoluğuna çocuğuna zengin ve refah dolu bir hayat yaşatamamıştır. Eğer akıllı birisi olsaydı, toprak evde oturmaz, kapısına gelen süt annesi için bile karısından para isteyecek duruma düşmezdi.
Evet, günümüz kiriterlerine göre Hz. Muhammed “zengin” olamadığı için hayatta başarısız birisi olarak görülmek durumundadır! Öyle ya, toprak evde oturuyor, çardaklı evi (villası) yok, katı yok, yatı yok; bunun neresi özenilecek, örnek alınacak bir hayattır?
Öyle mi?
Zenginlik bu mu acaba?
Tam tersi, Hz. Peygamber çok zengin birisiydi!
Hem de akla hayale sığmayacak kadar büyük servetlerin sahibiydi.
Ama nasıl? Bu, zenginlikten ne anladığınıza bağlı.
Görüyoruz ki o, “bilinçli bir tercihle” mal mülk zenginliğini seçmedi. Elinde imkanı olmasına, fırsatlar önüne serilmesine rağmen böyle bir yolu tercih etmedi.
Neden?
Çünkü Kur’an’da, daha ilk Müddesir suresinde böylesi bir talimat almıştı.
Keza herkesin bir solukta okuyup geçtiği “inna ateyna” diye bilinen Kevser suresinde, mala mülke sahip olmadığı halde zaten “çok zengin” olduğu ve daha da olacağı beyan edilmişti.
Yurdum insanı, Kur’an’ı teberrüken okumayı, ölülerin arkasından okuyup üfürmeyi bırakıp, düşüne düşüne (tertil ile) bir okumaya başlasa, bunun böyle olduğunu görecek.
Bakın nasıl?
***
“Sen ey yalnızlığa bürünen!
Kalk ve uyanışı başlat!
Haykır: Allahuekber!
Güzel ahlâkı kuşan!
Kötülüğe bulaşma!
Servet yığma hayallerine kapılma!
Daima Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger!” (Müddesir; 74/1-7)
Ayette geçen ve “Servet yığma hayallerine kapılma” diye çevirdiğimiz “ve la temnun testeksir” ibaresine dikkat ediniz. La temnun, temenni etme, hayale kapılma (umniye) demektir. Testeksir de kevser veya tekasür ile aynı kökten olup zenginlik, çoğaltma, biriktirme, yığma demektir. Tekasür suresinde de bu anlamdadır;
“Bir zenginlik yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş… “ (Tekasür; 102/1-2)
Tekâsür burada mal, makam ve şan-şöhret çokluğu ile övünmek demektir. Araplar karşılıklı zenginlik ve şan şöhret yarışını ifade için tekâsüra’l-qavmu tekâsüran derlerdi; tabir buradan gelmektedir (Razi).
Bu durumda daha ilk inen ayetlerden olan ve vahyin 11. talimatı manasına gelen Müddesir 7. ayette şunlar denmek istenmiş oluyor: “Çoğalma (istiksâr) temenni etme”
Yani: Yapacaklarını getiri beklentisiyle yapma. İyiliği yay ve yaşa ama iyilikten geçinen, onu para, makam, mevki elde etmenin aracı olarak görenlerden olma. Yaptığın peygamberlikten dolayı maddî karşılık bekleme. Senin ecrin Allah’tandır. Allah’ın peygamberi olmanın getireceği ayrıcalığı, zengin olmak için atlama tahtası olarak kullanma. Din baronları gibi ayet alıp ayet satma. Din istismarcılığından uzak dur! Sadece Allah rızası için, sırf iyilik için çalış. Peygamberliği kazanç temin edilen bir meslek olarak görme. Allah’ın dini üzerinde sektör oluşturulmasına asla izin verme. Şu Kâbe’deki tanrı ve kutsallık istismarına dayalı dini oligarşiyi yık! Bir zamanlar İsa da mabede girerek masaları sandalyeleri din adamlarının başına çalmış ve “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek soyu!” diye haykırmıştı… Çünkü Allah’ın evi kazanç kapısı değildir. Din sektör, vahiy meta, peygamber pazarlamacı, sana inananlar da müşterin değildir! Bunlar üzerine kurulmuş her örgütlü dini yapıyı dağıtmak senin en temel görevlerin arasındadır. Din yalnızca ve sadece Allah’a has kılınmalı, vicdanın ve merhametin “yalın sesi” olarak kalmalıdır…
Talimat, tabiî ki Hz. Peygamber yapacağından verilmiyor. “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” mesajı var burada; ey din tacirleri, din baronları, ayet alıp ayet satanlar, din üzerinden, Allah, kitap, peygamber diye diye servet yığanlar!
İkra suresindeki beş ayetten sonra indiği sanılan ve nuzül sırasına göre peygambere inen vahyin 11. ayeti (talimatı) olan bu ayette ne deniyor, iyi okuyun. Eğer ayetleri teberrüken okuyup sağa solu üfürüp durmaktan vaktiniz varsa…
***
Bakın Kevser suresinde de ne deniyor.
“Biz sana bol nimetler verdik.
Şu halde Rabbine yönel ve saldırılara göğüs ger.
Sana kin besleyendir asıl kökü kuruyacak olan; hiç kuşkusuz.” (Kevser; 108/1-3).
KEVSER: Sözlükte [KSR] kökü mastar olarak “Çok olmak, çoğalmak” demektir. Malı çok olmak, zengin olmak, maddî durumu iyi olmak (iksâr), çoğaltmak, teksir etmek, çokça yapmak, çoklaştırmak (teksîr), çoğalmak, artmak, üremek, türemek (tekâsür), çok olmasını istemek (istiksâr), daha çok, en çok (ekser), çoğunluk, galibiyet (ekseriye), çok (kesr, kesîr), çokluk, fazlalık, bolluk (kesret), çok konuşan, geveze (miksâr) kelimeleri bu köktendir…
NAHR: Sözlükte [NHR] kökü mastar olarak “Boğazına vurmak, boğazının altından kesmek, sağlam yapmak, tam zamanında yapmak, karşılamak, namazda elini boğaz (göğüs) hizasına götürmek” demektir. Dövüşmek, çekişmek (munâhara), intihar etmek, kendini öldürmek (intihâr), hayvan boğazlayıcısı, cömert (minhâr), hayvan kesim yeri, hayvanın boğazı altındaki kesilme yeri (menhâr), göğsün üst kısmı, göğüs ile boğaz arası yer (nahr), kurban bayramı günü (yevmu’n-nahr) kelimeleri bu köktendir…
Surede geçen “Nahr yap” ifadesinin “Namazda ellerini göğsüne kadar kaldır, göğsünü Kabe’ye yönelt” anlamına geldiği de savunulmuştur (Hz. Ali, Ferra, Esbağ, Ata, Dehhak, Süleyman et-Teymi). Keza ayette geçen “salât et ve nahr yap” ifadelerinin, sözlük anlamından hareketle “İçtenlikle yönel, (saldırılara) göğüs ger, göğüsle” anlamında olması da muhtemeldir. Ancak namazın ve kurbanın Mekkelilerce zaten biliniyor olması, burada salat ve nahr kelimelerinin sözlük anlamıyla değil daha çok Mekke ortamında kazandığı ıstılah anlamıyla kullanıldığını çağrıştırıyor. Bu durumda da ayetin takdiri “Mekkelilerin putlar için yaptığı o namaz ve kurbanı sen Allah için yap” şeklinde olur. İbare sözlük veya ıstılah anlamıyla her iki şekilde de anlaşılmaya müsaittir…
Ayette “Biz sana kevser (bolluk, zenginlik) verdik” ifadesinin, mal, mülk verdik; zengin yaptık anlamında olmadığı anlaşılıyor. Çünkü bu ayet indiğinde Hz. Peygamber öyle malı mülkü çok olan zengin birisi değildi.
Peki, nedir o halde verilen kevser?
Bunu anlamak için, bu kısa surenin, o dönemde neye cevap olarak indiğine bakılmalıdır.
O dönemde müşrikler Hz. Peygamber’in çıkışı ile birlikte şöyle laflar etmeye başlamışlardı:
“Muhammed bir maceranın peşine düştü. Tehlikeli sözler söylüyor. Etrafına üç beş genç, kadın, yoksul ve köle toplayarak Mekke’nin kurulu düzenine karşı geliyor. Putlara dil uzatıyor. Kendini tehlikeye atıyor. Böyle giderse yok olup gidecek. Bütün saygınlığını kaybedecek. “Bir baltaya sap olamadan”, boşu boşuna yaşamış olacak. Böyle yapmakla kendini harcıyor. Geleceğinden endişeliyiz, çok yazık olacak. Kendisi yokulup gittiği, söndüğü (ebter olduğu) gibi, etrafındakilere de çok yazık olacak…”
İşte bu tür iddialara karşı deniliyor ki: “Biz sana kevseri verdik. Sen onlara aldırış etme. Biz sana toplumda saygın bir yer verdik. “El-emin” olarak biliniyorsun. Muazzam bir ahlaka sahipsin. Doğruluk ve dürüstlük abidesi bir yaşantın var.Biz sana bunları zaten vermişiz. Asıl zenginlik budur. O sana karşı çıkanlar, böyle giderse bir yere gelemeyecek, sönüp gidecek diyenler var ya, işte onlardır asıl sönüp gidecek olanlar. Kin ve düşmanlıkla sana saldıranlardır asıl kökü kuruyacak olanlar. Şu halde sen bunlara aldırış etme. Allaha yönel (salat et) ve onların saldırılarına göğsünü siper et (nahr yap); bıkmadan, usanmadan ve asla yılmadan hak bildiğin yolda yürü…”
***
Demek ki ilk inen vahiylerde, önce “Çoğalma (tekasür) temenni etme” diye talimat veriliyor. Sonra “Biz “el-emin” olarak anılmanı sağlayarak sana zaten çokluk, bolluk, servet (Kevser) vermişiz ve vereceğiz. Göreceksin onlar yokulup gidecek, fakat senin adını milyonlar ağzından düşürmeyecek, insanlığın hayırla andığı bir makama geleceksin (makam-ı mahmud). Sonunda kazanan sen olacaksın, onlar değil.” denilmek suretiyle zenginlik ve çoğalmadan ne anlaşılması gerektiği açıklanıyor. Bütün insanlara yönelik olarak da “Bir zenginlik ve çoğalma yarışıdır (tekasür) oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girene kadar süren bir oyun ve oynaş…” denilerek, “Asıl zenginlik bu değil, bu ırgatlık, kölelik” demeye getiriliyor.
Her üç surede de kullanılan kelime aynı kökten geliyor (istiksâr, kevser, tekâsür).
Buralardan zenginlikten ne anlaşılması gerektiğini, Hz. Peygamber’in neden bizim anladığımız anlamda zengin bir hayat sürmediğini, buna hiç tevessül etmediğini anlıyoruz.
***
Türkçe’de zengin kelimesi Farsça kıymetli, süslü, pahalı, değerli anlamına gelen “seng”den geliyor. Bu anlamda zengin (sengin) kıymetli, pahalı eşyaları olan, malı çok olan demektir.
Hz. Peygamber’de bunların hiç birisi yoktu.
Ama onda sıhhat, sağlık, tertemiz bir vicdan (ruh’l-kuds), ruh dinginliği, erdemli ve dürüst bir hayat, güvenilirlik (el-emin), sağlam bir irade, muazzam bir ahlak (hulg-i azim), asalet ve cömertlik (kerim), vefa, sözü namus bilme (sıdk) vardı…
“Tebüssüm sadakadır” dedi. Hiçbir savaşta kaçtığı görülmedi. Kendisinden bir şey isteyene hayır dediği vaki olmadı. Arkadaşlarının (sahabe) arasına karıştı. Kendisine taht yaptırmadı, yüksekçe bir yere oturmadı, din adamı kisvesine bürünerek kasılmadı. Dışardan bakıldığında onu diğerlerinden ayıramazlardı. Arkasından, sağından solundan korumalar gibi yürünmesini istemedi. “Bizde efendi kavmine hizmet edendir” diyerek arkadaşlarına su dağıttı. Nereyi bulursa oraya, hatta kapının eşiğine bile oturdu. “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluğum” dedi. “Bende sizin gibi bir insanım ancak bana vahyolunuyor” dedi. Yani bende sezin gibi insanım, eleştirilebilirim, yanlış yapabilirim, hata edebilirim dedi. Günde yetmiş kez tevbe ederdi. Birisine bir yanlışı olsa, bir nezaketsizlik yapsa hemen özür dilerdi, bağışlanma isterdi…
Ve fakat böyle birisi öldüğünde bugünkü tabirle “beş parasız”dı. Peygamberlere varis olunmaz” dedi. Maddi hiçbir şey bırakmadığını söyledi. Eşleri çardaklı ev, hizmetçi vs. isteyince vahyin 11. talimatını hatırlattı; Ben buyum ve hiç değişmeyeceğim. Yığmak, biriktirmek yok. Eğer istiyorsanız sizi donatayım ve boşanalım dedi. Hayır buna razıyız dediler ve maddi hiçbir birikimi olmadan vefat etti.
Bugün milyonlarca insan onun ismini anınca elini göğsüne götürerek adını anıyor, salavat getiriyor. İşte kevser budur.
Ebu Cehil ve Ebu Lehep gibi tefeci bezirganlar, mül mülk sahibi para babaları, ona kin ve düşmanlık besleyenler ise ya bilinmiyor ya da anıldığında lanetle anılıyor. İşte soyu kesilmek de budur.
Bakın, kervanlar, develer, katlar ve yatlar… Bunların hiç birisi mezara sığmadı, sığmayacak.
Hiç birisini götüremezler. Güç sahipleri, yığanlar, biriktirenler, paylaşmayanlar, bölüşmeyenler, şu an egemen görünseler de, kökleri kurumaktan kurtulamayacaklar. İçine girdikleri açgözlülük yarışının ve biriktirme hırsının, hayatı çekilmez hale getirdiğini, giderek bir kaos ortamına ve cehenneme doğru yuvarlanmakta olduklarını kendi gözleriyle görecekler. Çaresiz, yine ebter olmaya mahkumdurlar.
El-eminler, erdemliler, dürüstler, hak ve adalet aşıkları, paylaşanlar, bölüşenler, şu an zayıf ve güçsüz görünseler de, bu kafayla bir yere gelemezseniz, sönüp gideceksiniz dense de, büyümeye, çoğalmaya devam edecekler. Allah’ın sevgi ve merhameti kevser olup üzerlerine yağacak. Baki kalan şu kubbede kazanan yine onlar olacak; bundan hiç şüpheniz olmasın. Allah vaadinden dönmez. Geçmişte olanlar, gelecekte olanların teminatıdır.
Şurası unutulmamalı ki bütün maddi zenginlikler (istiksar, tekasür) ebterdir; soyu kesiktir, yok olucudur. Gönül, ruh ve ahlak zenginliği (kevser) ise ebedidir, kalıcıdır. Kur’an şöyle der: Baki olan iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışmaktır. (Amelu’s-salihat).
Sonuç olarak istiksar, kevser ve tekasür kavramlarının birbirine bağlantılı bir şekilde ele alındığı bu surelerde, Hz. Pegambere yönelik “sana, sen” diye hitabedilen yerlere kendi ismimizi koyarak okuyalım. Aynı şeylerin bizim için de geçerli olduğunu göreceğiz. Çünkü bu sureler bütün canlılığı ile hayatın içinde yaşıyor.
“Yaşayan Kur’an” bu demektir…
Bilmiyorum belki çıkamam bir daha buraya
İşte sırtım; hakkı olan gelsin almaya
Hazırlan dedi Cibril, karardı mehtap
Geride birkaç kap ve bir Kitap
Hayır! Gidemezsin! Kim gitti derse vurun!
Hayyu la yemuttur yaşayan yerinize oturun!
Refik-i ala… Alemlere rahmetti, bu ahirdi dedik
Kara toprak bile anladı da
Bir insan anlamadı bizi.

İhsan Eliaçık, www.haber10.com