28 Temmuz 2008 Pazartesi

PROF. DR. KENAN DEMİRKOL, AKILLI BESLENMENİN MATEMATİĞİNİ ANLATTI

PROF. DR. KENAN DEMİRKOL, AKILLI BESLENMENİN MATEMATİĞİNİ ANLATTI
8/5/2007 ·

“Damar tıkayan kolesterol değil, şeker!”



Gazetelerden kesip buzdolabına astığınız bütün “kibrit kutusu kadar” reçetelerini çöpe atın! Prof.Dr. Kenan Demirkol, A’dan Z’ye akıllı beslenmenin matematiğini anlatıyor... Şeker, vücudumuzu, demir paslanır gibi paslandırıyor, eskitiyor; çocuklarımızın hücrelerini 12 yaşında yaşlandırıyor. Şekeri, gıda sanayiinden söküp atmak zor ama, işe evlerimizin kapısından başlayabiliriz!



Prof. Dr. Kenan Demirkol genel cerrah. Muayenehanesinin kapısında “prof.” yazmıyor. “Ben üniversitede hocayım, burada hekim” diyor. Söz bir ara “kronometreli doktorlara” geldiğinde, yani 15 dakika muayene süresini aşınca ikinci vizite ücretini alanlara çok şaşırdı. Çünkü kendisi saat takmıyor, “dalgınlıkla saatime bakar da hastayı tedirgin ederim” diye. Uzmanlık alanı, beslenmeyle yakından ilgili olan sindirim sistemi organları. Ancak Demirkol bir “akıllı beslenme” uzmanı. Bunu bir insanın tüm bedenine ilişkin olduğu kadar, siyasi ve toplumsal boyutlarıyla da ele alıyor. Peki beslenme nedir? İlk aklımıza gelen, şişmanlık-zayıflık. Özellikle kadınlarda modasına göre sıfır bedenle, 90-60-90 arasında değişen ölçülerde olmak ya da olmamak. Doğru mudur? “Kibrit kutusu kadar” reçetelerini bir yana bırakıp, Demirkol’a: “Neden düşmandır şu ünlü üç beyaz?” diye sorduk. O, şekerle başladı.

“ŞEKER TÜKETİMİYLE HASTALIK ARTIŞ EĞRİSİ PARALEL”

DEMİRKOL- Kısmen ya da tümüyle beslenme alışkanlıkları sonucu oluşan kronik, aslında önlenebilir hastalıklar, çok büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. ABD’de 20 yaş üstü erişkinlerin yüzde 65’i ya şişman ya daha da ileri aşamada. 64 milyon insanın koroner kalp hastalığı, 11 milyon insanın şeker hastalığı, 37 milyonun kolesterol yüksekliği vardır. Ülkemizde kalp hastalığı sıklığı bu boyuta henüz gelmemiş gözükse bile, şeker hastası sayısının dört milyon olduğu göz önünde bulundurulursa, yakın zamanda vahim bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız açıktır.

Ne zaman ki şeker pancarından şeker üretilmesi Avrupa’da ortaya çıktı, soğuk iklimlerde de şekere dönüşebilecek bir besin maddesi keşfedildi, toplumların şeker tüketimi arttı. Toplumların şeker tüketiminin artış eğrisiyle, hastalıkların artış eğrisi bire bir örtüşüyor. Çünkü; şeker sadece kalorisiyle, şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da çok tehlikeli. “Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım” demek çok yanlış. İnsan vücudunun şeker almasına gereksinim yoktur.

“12 YAŞINDA YAŞLANDIRIYOR”

- Çocukların enerjiye ihtiyacı var diye belli miktarlarda yemeleri doğru değil mi?

- Asla doğru değil.

- Peki enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız?

- Taş devri döneminde insanlar hayvan avlar ve bitki toplar. Şeker sadece meyvede var. Meyve esas olarak bir kültür bitkisi. Doğal ortam sebze ağırlıklıdır. İnsan eli ne kadar fazla değmişse bir gıda maddesine, o oranda olumsuzlaşıyor. O dönemde, insanların kan şekeri 60 dolayındaymış. Bu devirlere geldikçe şekerle tanışıyor ve alışkanlıkları değişiyor. Dolayısıyla ortalama kan şekeri de değişiyor. Şimdi 100’lerdeyiz, 120’de şeker hastalığı. Biliyorsunuz şimdi şeker hastalığı iki türlü. Bir doğumsal genetik özelliklerle alakalı tip 1 diabet. Bir de edimsel tip 2 diabet. Pankreas organının artık yeterince insülin üretememesiyle ortaya çıkar. Yaşlanma süreci olarak kabul edilir. 60’lı yaşlarda görülmesi beklenir. Ama şu anda 12 yaşındaki çocuklarda tip 2 diabet var. Sağlıklı beslenmede şekerin hiç yeri yok. Tamamen bir damak alışkanlığıdır.

“KANSER HÜCRESİ DE ŞEKERLE BESLENİYOR”

- Ama, beyin sadece glikozla beslenmiyor mu?
- Doğru. Ancak, bu glikozu her türlü karbonhidrat içeren bitkiden vücut elde ediyor. Kanser hücresi de şekerle besleniyor. Özellikle kemoterapi gören asla şeker yememeli.

Şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker ‘sakaroz’, iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve fruktoza ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için korkudan hemen insülin salgılar. Çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır. İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir. Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığı ile ya kas ve karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek ki, vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır. Orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü. İnsülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecek. Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara sebep olacak. İnsülin salgılandığı için bir de tokluk hormonu salgılanır. Hiç olmazsa şekerin glikoz bölümü bir derecede tokluk yarattığı için daha fazla şeker yemenizin de önüne geçmiş olur.

Şekerin ikinci bölümü olan fruktoz; çok az oranda insülin salgılatır. Dolayısıyla sınırsızca yiyebiliriz. Fruktoz günde 15 gram kadar vücudumuzda metabolize edilebiliyor. Değişik kimyasal süreçlerin içine katılabiliyor. Bu da 30 gram şekerdir. Günde bundan fazla yenirse karaciğerde trigliserite dönüşür. Trigliserit kan yağıdır. Bu hem karaciğer yağlanmasına, hem damar sertliğine, hem de vücudumuzun yağlanmasına yol açar. Bugün Amerika’da alkole bağlı sirozdan daha çok, karaciğer yağlanmasına dayalı sirozdan karaciğer nakli gereksinimi duyuluyor.

“MEYVE YİYORSAN, ŞEKER YEME”

- Yiyeceklere ve içeceklere bunu tercüme edersek.

- Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz bir takım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.

- Meyvelerin şeker oranları farklı değil mi?

- İncir ve muz en çok şeker içerenler. Ama onun dışındaki meyveler aşağı yukarı aynı.

- Okuyucularımız söyleşimizden sonra bir reçete çıkartabilirler mi? Bunu yemeyeceğim, şunu yemeliyim diyebilir mi? Bu sistemin içindeyken, nasıl başaracaklar bunu?

“HAYVANLARA YAPTIĞIMIZ…”

- Ben kendim yapmadığım şeyleri topluma anlatamam. Ben böyle ve de çok keyifli yaşıyorum. Sunulanlar içinde sağlıklı beslenmeyi bir şekilde yapmak mümkün.

- Aslında hayvanlar yapabildiklerine göre.

- Hayvanlar yapamıyor bu işi, Çünkü; hayvanları biz besliyoruz. Tıkıyoruz ahırlara “şunu yiyeceksin” diye hayvanlara hayvanlık yapıyoruz.

- Oysa tavuklar bütün gün eşelenir durur, ihtiyacı olanı seçer yerdi. Filler örneğin hastalandığı zaman belli ağacın yapraklarını gider yermiş ilaç niyetine.

- Evet bu tüm hayvan aleminde var. Kaliforniya Valisi bütün o rambo görüntüsüyle Amerika’da en aklı başında valilerden biri oldu. İki büyük atılımı oldu. Bir tanesi; okullarda meşrubat satışını yasakladı. İki; patates cipsinin üzerinde, “öldürücüdür” yazısı konuyor.

AMERİKA’NIN MISIRINI TÜKETECEĞİZ DİYE…

- Cips deyince öteki düşmana mı geçiyoruz?

- Yok, bir konu daha var. Son yıllarda yeni akım mısırdan şeker elde etmek. 1920’li yıllarda Amerikan başkanı “benim köylüm mısırdan kalkınacak” fetvasında bulundu. Gerçekten de çok büyük teşvikler verildi. Göz alabildiğince mısır ekildi. Dünya mısır ekiminin yüzde 40’ı Amerika’dadır. Bunu sadece hayvan yemi yaparak ya da başka yollarda tüketemeyince değerlendirme yolları arandı. Japonlar mısırdan şeker elde etmeyi keşfetti. Amerika hemen balıklama atladı bu yöntemin üzerine. Artık şeker endüstriyel. Sıvı olduğu için paketlenip satılamaz. Ama her türlü dondurma, meşrubat, şerbette kullanılıyor. Bakıyorsunuz şimdi baklavacı artık şerbetini kendisi yapıp dökmüyor. Kartal’dan fabrikadan hazır fruktoz şerbeti geliyor.

KOLESTEROL DÜŞMANLIĞI

- Ama bunun daha sağlıklı olduğu yazılıp çiziliyor.

- Maalesef. Şimdi bilgi çağındayız ya! Bence bilgiye ulaşmanın en zor olduğu çağdayız. Çünkü, ekonomik kazanç kaygısı her türlü bilginin üzerine binmiş durumda. O kadar büyük bir rant var ki, gerçeğe ulaşmanın en zor olduğu dönemi yaşıyoruz.

Biraz önce dediğimiz gibi 15 gramdan fazla fruktoz yağa dönüşüyor ve bizi hasta ediyor. Nasıl demir paslanınca eskir, bu paslanmanın bilimsel adı oksitlenmedir. Vücudumuzdaki hücreler de oksitlenir ve yaşlanır. Birtakım gıdalarla oksitleyici, bir de bunu engelleyici maddeler alırız. Örneğin, üzüm çekirdeği. Gerçekten bu sistem bizim organizmamızın yaşlanmasını belirleyen, hastalanmasını, kanser gelişimini belirleyen ana faktör. Bakın bir kolesterol furyası aldı gidiyor. Kolesterol anne sütünde, yeni bir hayatın doğması için ana nesne olan yumurtada bolca var. Demek ki insan hayatının gelişme döneminde inanılmaz gereksinim var. Bakıyorsunuz kolesterol düşmanlığı sarmış ortalığı.

“KOLESTEROL MASUM, BİZ SUÇLUYUZ”

- Kolesterolün ölçüsü de zaman zaman değişiyor. Bunun modası olur mu?

- Bakıyorsunuz LDL 130’a kadar normalde. Üç sene sonra 100, şimdi de 60 olsun diyorlar. Yakında sıfıra indirecekler. Aslında, kolesterol masum. Bizler suçluyuz. Fruktozu yani tatlı şekeri yiyerek oluşturduğumuz trigliseritler, kolesterolün oksitlenmesine sebep oluyor. Yağsız kuzu şiş yediğinizi varsayalım, yanında da meyve suyu içiyorsunuz. Sadece kuzu şişi yeseniz bir zararı yok, ama kırmızı etten aldığınız kolesterolü, meşrubattan aldığınız şeker trigliserite dönerek oksitlediğiniz için damar sertliği oluşuyor. Biz insanlara “kardeşim kolesterol zararlı değil. Ama oksitlenmesine izin verme” diyeceğimize, ilaç firmaları kolesterolü düşürecek ilaç keşfediyor. Biz masum olanı indiriyoruz. Eğer oksitleyici maddeleri düşüremiyorsak, oksitlenen maddeleri azaltalım. Ama esas insan mantığı ne diyor? Oksitleyen maddeleri azalt.

Yine oksitleyici bir madde, damar sertliği yapan doymuş yağ asidi. Bu madde yapay beslenen hayvanların sütünde var, depo yağlarında var. Ama bizim ineğimiz merada otlasa, doğru beslense doymuş yağ asidi sütte ve hayvansal yağda sıfır olacak. Dolayısıyla kolesterol oksitlenmemiş olacak.

ANTEP YUVALAMASININ FAYDALARI

- Peki bu mümkün mü? Merada otlayan inek, otlayacak da, süt yapacak da kaç kişiyi besleyecek? Fiyatı yükseltmez mi tüm bunlar?

- Çok güzel bir noktaya değindiniz. Yıllardır hep böyle aldatılıyoruz. “Dünya nüfusu aç. Dünyayı besleyebilmemiz için yapay gübreye, yapay yeme ihtiyacımız var.” Hayvansal proteini, tek kaynak olarak görürseniz haklısınız. Ama insan ekmek yerken bile protein almış oluyor. Hububat, baklagillerde bile protein var. Şimdi doktorlar bunu okur okumaz itiraz ederler. Derler ki “Esansiyel amino asitler vardır”. Yani hayvansal gıdada var olan, vücudun üretemediği mutlaka dışardan alınması gereken bazı protein yapı taşları, amino asitler vardır. Örneğin; mercimekli bulgur pilavı yaptığınızda bulgurda eksik olanı mercimekten, mercimekte eksik olanı bulgurdan alıyorsunuz. Anakız diye bir yemek varmış, ben de yeni gördüm, bulgurdan yapılan küçük köftecikler nohutla birlikte pişiriliyor.

- Antep yöresinin yuvalaması gibi..

- Bir baklagil ve bir hububat. Birbirinin eksiklerini tamamlıyorlar. Tam ete eşdeğer protein almış oluyorsunuz. Makro nutrientler yağ, protein ve karbonhidrattır. Mikro nutrientler ise vitaminler, mineraller, enzimlerdir. Bizim süte kalsiyum açısından ihtiyacımız var. Eğer merada otlayan bir hayvanın sütüyse içinde bulunan omega-3’e ihtiyacımız var. Türkiye’de biliyorsunuz gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten. Ama yapay yem üreticileri “biz dünyayı nasıl doyuracağız” yalanıyla kandırarak hayvancılığı katlettiler. Hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü neyle besleniyor, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor. Hızla kan şekerini yükselten, hayvanın yağlanmasına yol açan ve hayvanın şeker hastası olmasına yol açan bir beslenme şekli.

İNEK NE YEMELİ

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur. Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı doymuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün oksitlenmesine yol açar. Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur. Yine merada beslenen ineğin sütünde insüline benzer büyüme hormonu vardır. Bu gençlik aşısıdır, bütün hücrelerin kendisini yenilemesini sağlayan maddedir. Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama batıda ekolojik hayvancılığın sonucu elde edilen süt ile konvansiyonel üretilen sütün maliyeti arasındaki fark yüzde 10-15’i geçmiyor.

Ne Türkiye yasalarında ekolojik hayvancılıkla barışığım, ne de AB’dekiyle. Ekolojik hayvancılık denince akla “ekolojik tarım sonucu elde edilmiş ürünlerle hayvanın beslenmesi” geliyor. Affedersiniz ama 2000 yıl önce hayvan nerden patatesi buldu da yedi, ya da pancarı. İneğin normal beslenmesinde pancarın, mısırın ve patatesin yeri var mı? Yok.

- Demek Amerika’dakilerin varmış.

Orada da yok. İster ekolojik tarımla, ister normal tarımla elde edilmiş olsun hayvana pancar verilmesi yanlış. Zaten hayvanın sütünün kötü olmasının sebebi hayvanın, karbonhidratı zengin, onu yağlandıran tarzda, mısırla beslenmiş olması. O yüzden ekolojik hayvancılık dediğimizde yasalarımızın buna göre organize olması gerekiyor. Tanımlamamız gereken, türe özgü beslenme. Bir inek nasıl beslenir doğada? Öyle beslersek ineğin sağlıklı olmasını sağlarız. Dolayısıyla verdiği ürünün de insanlara sağlıklı olmasını sağlarız. Bütün doğada kendiliğinden yetişen yeşillikler omega-3 ağırlıklı yağ içerir. İnsanların eliyle ekilenler omega-6 içerir.

HAMSİYİ HANGİ YAĞDA KIZARTACAĞIZ

- Ne fark var arasında?

-. İnsan vücudunun her hücresinde hücre zarı vardır. Bu hücre zarı lipo protein katmanla sarılı. Yani bir yağ bir de protein. Bu hücre zarındaki yağ ana madde olarak omega-3’tür. Tek tük omega-6 da içerir. Biz yeşillikten uzaklaştıkça ve hayvanımızı da yeşillikten uzaklaştırdıkça elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insanın her gün 1 gram omega-3 alması gerekiyor. Omega-6 yağ asitleri ile omega-3 yağ asitleri vücudumuzda aynı enzimlerle metabolize edilir. Biz ayçiçeği yağı, soya yağı gibi yağlarla beslenip çok omega-6 aldığımız için artık omega-3’e enzim kalmıyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçeği yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.

Bütün yağlar, yağ asitlerinin karışımıdır. Onlar da 3’e ayrılır. Doymuş yağ asitleri, tekli doymamış yağ asitleri, çoklu doymamış yağ asitleri. Çoklu doymamış yağ asitleri ikiye bölünür, onlar da omega-3 ve omega-6’dır. Bundan 40-45 yıl öncesi omega-6 kolesterolü düşürüyor diye tüm topluma söyledik. Ayçiçeği ve mısırözü yağlarını tükettirdik. Fakat sonra anladık ki bu yağlar iyi kolesterolü de, kötü kolesterolü düşürdüğü oranda düşürüyor. Bizim kolesterol açısından sağlıklı olmamızdaki unsur iyi ve kötü arasındaki dengedir. İkisini birden düşürürse denge bozulmamış olduğundan herhangi bir iyilik elde etmiş olmuyoruz.

DEPRESYONUN ÇARESİ

- İkisi arasında denge mi, fark mı önemli?

- Oran önemli. Omega-6’yı o kadar fazla alıyoruz ki, almış olduğumuz azıcık omega-3’ü de değerlendirmeden vücuttan hemen atıyoruz. Omega-3 olmayınca hücre duvarına veremiyorsunuz. Hücre duvarı da omega-3’ten oluşuyor. Vücut da asıl malzemeyi bulamadığı zaman gecekondu yapar gibi ne bulursa onla hücreyi onarıyor. Omega-3 yerine, omega-6 yağ asidi olan araşidonik asidi kullanıyor. Ama bu asit bütün stres komalarının hammaddesi. Gecekondunuzu el bombasıyla örmüş oldunuz. Dışardan biri taş atsa havaya uçacak.

- Ama o zaman da ben size stres ilaçları satacağım.

- Tabii. Omega-3’ten zengin beslenen toplumlarda depresyon çok az oranda görülüyor. Zihinsel performans artıyor. Beynimizdeki toplam yağ asidinin yarısı omega-3 olmak zorunda. Ama biz vücudumuza bunu sunamıyoruz.

ÇAY VE ZEKA

- Beslenmeyle doğrudan ilişkili öyle mi?

- Aynı şey mesela demir için de geçerli. Zamanında Türkiye’nin yarısı aptaldır lafı çok tepki yarattı. Bunu bu şekilde ifade etmek hoş olmadı, ama Türkiye’nin yarısında demir eksikliği, kansızlığı var. Demir eksikliği zihinsel eksiklik yaratır. Sonuçta demir üstünden düşünürsek Aziz Nesin haklıydı.

Türkiye’de çay tüketiminin de buna katkısı var. Demirin emilimini olumsuz yönde etkiliyor. Ama diğer taraftan çay iyi bir anti oksidan.

- Yemekten hemen sonra çay içme adetimiz var. Doğru mu?

- Şekerle içmediğiniz takdirde hiçbir zararı yok. Yemekten hemen sonra çay içilebilir.

- Demirin emilimini engellediği için iki saat sonra içmek gerektiği söyleniyor.

“ÇAYI ŞEKERSİZ İÇİN!”

- Üç saat. Ben tekrar omega-3’e dönmek istiyorum. Çünkü hayati bir olay. Omega-3’ün eksikliği insanları şeker hastalığına itiyor. Damarların sertleşmesine yol açıyor. Pıhtılaşabilirlik oranın artmasına, dolayısıyla kalp damarının veya beyin damarının pıhtıyla tıkanıp “inme” veya “enfarktüs” olmasına yol açıyor. Bir yandan omega-3 kaynaklarımız çok azaldı Toplum olarak zaten balığı çok az tüketiyoruz. Omega-6’yı çok tükettiğimiz için omega-3’ün yolunu kesiyoruz. Artık kesin olarak biliyoruz ki, ayçiçeği ve soya yağı kansere sebep olabiliyor. Akciğer kanseri, meme kanseri, kalın bağırsak kanseri, şeker hastalığının oluşumunu kolaylaştırıyor.

- Ayçiçeği de bir bitki. Neden zararlı? Kimyasal yapısından dolayı mı, üretim hatasından mı?

- Kimyasal yapısından. Kültür bitkisidir. Omega-6 yağ asidi içerdiği için. Mesela zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor. Biz bunlara trans yağ asitleri diyoruz. Bu yağ asitleri de yine kolesterolu oksitleyerek damar sertliği yapıyor. Diğer taraftan trans yağ asidi beyindeki sinir kılıflarına girerek beyindeki iletiyi bozuyor ve parkinson, alzheimer gibi hastalıklara sebep oluyor.

“ANNEMİN YEMEKLERİ BAŞKAYDI”

- Acaba “tadı güzel” dediklerimiz bize dışardan dayatılan bir kavram mı? Güzel nedir?

- Eşinizle ilk evlendiğinizde yemek yaptığınız zaman size itiraz etmedi mi, “benim annem böyle yapıyor” diye?

- Ben güzel yemek yaparım.

- Ona rağmen itiraz etti. İnsan çocukluğundan alıştığı damak tadını arıyor. Belki dünyanın en kötü aşçısı annesi, ama insan neye alıştıysa onu arıyor.

- Eski çağlardan bu yana insana dair güzel-çirkin kavramı bile ne kadar çok değişmiş. Biz ona böyle bir değer yüklediğimiz için güzel oluyor. Toplumda da dayatılan değerler var. Kola ya da hamburger için “bak bu güzeldir” deniyor çocuklara.

- Ben o yüzden üniversitelerde konferans vermeyi tercih ediyorum. Çünkü; onlar yakın zamanda anne baba adaylarıdır.

SPOTLAR(ÖNEMLİ BİLGİLER)

“Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz birtakım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.”

“Türkiye’de gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten.”

“Yapay yem üreticileri ‘biz dünyayı nasıl doyuracağız’ yalanıyla, hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor.

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur. Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı donmuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün asitlenmesine yol açar.

Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur.

Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama aradaki fark yüzde 10-15’i geçmiyor.

Elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insan her gün 1gram omega-3 alması gerekiyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçek yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.

Zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Mesnev-i Şerifden Seçmeler

Abdülbaki Gölpınarlı Dede mevleviliği anlatırken onun ameli karekterini ön plana çıkarmaktadır. Bu yüzdende fütüvvet fikrinin altını kuvvetle çizer. Mesnev-i Şerif üzerine yapılan bu çalışmada Mesnev-i Şerifteki ameli örnekler derlenmeye çalışılacaktır. Zannediyoruz ki eski zamanlarda geleneği yaşayanlardan görerek öğrenmek mümküdü, fakat bu günlerde böyle insanlara rastlamak oldukça zor. Bu yüzden tasavvufun beşeri yaşama yansıyan yönünü resmetmek icab etmekte. Anlayabildiğimiz kadarıyla...


1- Bilmediğini Söyleyebilmek ve Kalpten İnşallah demek


45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı (atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir).”
Hepsi birden dediler ki: “Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.
Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.”
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.
”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir.
Yoksa ârızî bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir. Cild I-


--
Dünyâda en büyük musibet, câhilin ilim dâvasında bulunması, o dâvanın da câhillerce doğru zannolunmasıdır. İnsan bilmediğini açıkça îtirâf edecek olursa, hem vebâl altına girmekden kurtulur, hem de hulûs-u (her hayırlı iş ve ameli Allah rızasını niyet ederek yapmak) niyyeti dolayisiyle Allâh'ın ilhâm ve tâlîmine (öğetmek) mazhar olur.

«Kendilerine eşyâ ilimleri sorulan meleklerin, bilmiyoruz dedikleri gibi, sen de bilmediğini itirâf et ki (Vemâ allemtenâ) destgîrin (arkadaşın) olsun. Allah; o isimleri Âdem aleyhisselâm vâsıtasiyle meleklere talîm eylediği gibi, sana da bilmediklerini öğretsin.»

Tâbi'inden ve ulemâdan (Şa'bî) ye bir mes'ele sormuşlar. «Bilmiyorum.» demiş. «Sen ulemâdan iken bilmiyorum demeye utanmıyor musun?» demişler. «Melekler, Allâh'ın yakîni (kesin bilen) iken (lâ ılme lenâ) demeye utandılar mı?» demiş.

Kezâ İmâm-ı Ebû Yûsüf'e — ki Hârûn Reşîd'in baş kadısı, bizim tâbîrimizce şeyh-ül-islâmı idi — Halîfe, bir şey sormuş. O da : «Bilmiyorum» cevâbını vermiş. Başmâbeynci lâkırdıya karışmış : «Emîrül-mü'minîn, sana bu kadar para verdiği halde suâline bilmiyorum cevâbını veriyorsun. Bu, yakışır mı?» deyince, Ebû Yûsüf: «Emîr'ül-mü 'minîn bana verdiği para, bildiklerime göredir. Bilmediklerime göre verecek olsa hazînesi kâfî gelmez» demiş.

Bizim en büyük kusûrumuz (bilmiyorum) demek fedâkârlığını göstermeyişimizdir. Bunu yapacak kadar insâfımız, yâhud yeni tâbîr ile cesâret-i medeniyyemiz bulunsaydı, memleketi şimdikinden pek başka bir halde görürdük. Çünki en ehemmiyetsizlerinden en mühimlerine varıncıya kadar bütün vazifeler, bilmiyorum diyeceklere değil; biliyorum diyenlere ve hakîkaten bilenlere, sözünün eri ve işinin ehli olanlara verilirdi

Tahir'ül Mevlevi den 1 cild sh.95/96

2- Şükretmek

442 Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir.
Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan! Cild I



3-Misafir Ağırlamak

65 Ey bütün dünyadakileri yurdunda konaklayan, ey padisah, biz sana konuk geldik.
Azıgımız yok uzaktan gelmisiz. Hemencecik basımıza rahmet ve nur saç dediler.
Peygamber, sahabeye, dostlarım, dedi. Bunları paylasın. Çünkü siz benimle benim huyumla dolusunuz.
Her askerin bedeni padisahla doludur. Padisahın mevki ve rütbesine düsman olanlara bu yüzden kılıç vururlar.
Sen padisahın kızgınlıgı ile kılıç sallarsın, yoksa kardeslere niye kızasın ki? Clid 5


4- Hasta Ziyareti

Mustafa Aleyhisselâm’ın bir hasta sahabenin hatırını sormaya gitmesi,hasta halini,hatırını sormasının faydası

Sahabeden biri hastalandı, o hastalık yüzünden zayıfladı, iplik gibi inceldi.
Mustafa halini, hatırını sormaya geldi. Çünkü Peygamber’in huyu tamamıyla lütuf ve keremden ibaretti.
Hastanın halini, hatırını sormaya gitmekte fayda vardır. Faydası da gene sanadır.
Birinci faydası sudur; O hasta adam, bir kutup, bir ulu sah olabilir.
2145. Mademki inatçı adam, gönlünün iki gözü de yok, odunu ödagacından ayırt edemezsin.
Âlemde hazineler var. Beyhude üzülme, yorulma. Yalnız hiçbir viraneyi de definesiz bilme.
Her dervise ne olur, ne olmaz diye mülâzemette bulunadır, bir nisane buldun mu da artık onun etrafında
adamakıllı dön, dolas!
Mademki sende o can gözü yok, her vücutta define var san!
Kutup olmasa bile belki bir yol dostudur, padisah degilse bile bir atlı askerdir.
2150. Kim olursa olsun, ister yaya, ister atlı.. yol dostlarıyla bulusmayı, onların halini sormayı, hatırlarını ele
almayı lâzım bil.
Hattâ o adam, düsman bile olsa yine ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düsman bile adama dost olur. ;
Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda bulunmak, kine âdeta merhemdir.
Bundan baska daha nice faydaları var ama ey iyi adam, sözü uzatmadan korkuyorum.
Sözün hülâsası su: Topluluga dost ol. Hattâ bir dost bulamazsan put yapan Amad gibi tastan bir dost yont,
onu sev!
2155. Zira kalabalık ve kervan halkının çoklugu yol vurucuların belini kırar, onları kahreder.
Ulu Allah’nın Musa Aleyhisselâm’a “Niçin
hastalıgımda benim halimi,hatırımı sormaga
gelmedin?” diye vahyetmesi
Allah’dan Musa’ya su hitap geldi: “Ey koltugundan ayın dogdugunu gören!
Seni Allah’lık nurunun dogusu haline getirdigim halde ben ki Allah’yım, hastalandım da niçin halimi hatırımı
sormaya gelmedin?”
Musa, “ Allah” sen kusurdan münezzehsin. Bu ne remizdir, Yarabbi, bunu bildir” dedi.
Bunun üzerine Allah, yine “ Hastalıgımda kerem edip niçin halimi sormadın?” buyurdu.
2160. Musa, “ Yarabbi, senin bir noksanın olamaz. Aklım sastı, bu sözün hakikatını anlat” dedi.
Allah, “ Evet, has ve seçilmis bir kulun hastalanmıstı. yice bir bak hele.. o, benim.
Onun özür serdetmesi benim özür serdetmemdir. Onun hastalıgı benim hastalıgımdır” buyurdu.
Allah ile oturup kalkmak isteyen kisi veliler huzurunda otursun.
Velilerin huzurundan kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen küllü olmayan bir cüzüsün.
2165. Seytan, birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz, kimsesiz bir hale kor, o halde de bulunca basını
yer, mahvedip gider.
Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki Seytan’ın hilesinden ibarettir. Cild 2


5- Teşekkür Etmek

Cild 6

6-Kendiyle Kıyaslayıp Kimseyi Küçük Görmemek

Bakkal ve dudunun hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyaglarını dökmesi

Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yesil, güzel sesli ve söyler duduydu.
Dükkânda dükkân bekçiligi yapar; bütün alısveris edenlere hos nükteler söyler, lâtifeler ederdi.
nsanlara hitap ederken insan gibi konusurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
*Efendisi, bir gün evine gitmisti. Dudu, dükkânı gözetliyordu.
*Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducagız can korkusundan,
250. Dükkânın bas kösesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyagı sisesini de döktü.
Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti oturdu.
Bir de baktı ki dükkan yag içinde, elbisesi yaga bulasmıs. Dudunun basına bir vurdu; dudunun dili tutuldu,
bası kel oldu.
Dudu, birkaç güncegiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye basladı.
Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet günesim bulut altına girdi.
255. O zaman keske elim kırılsaydı; o güzel sözlünün basına nasıl oldu da vurdum?
Kusu, yine konussun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün, üç gece sonra saskın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda otururken,
Ve binlerce gussaya, gama es olup; bu kus acaba ne vakit konusacak; diye düsünüp dururken,
Ansızın tas ve legen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu.
260. Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervise bagırdı:
“Ey kel, neden kellere karıstın; yoksa sen de siseden gülyagı mı döktün?! “
Onun bu kıyasından halk gülmeye basladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıstı.
Temiz kisilerin isini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan mânasına gelen) sîr, (süt manasına gelen) sîre
benzer.
Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Allah Abdallarından az kisi agâh oldu.
265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “ste biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemege baglıyız, onlar da.
“Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark oldugunu bilmediler.
Her iki çesit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
Her iki çesit geyik otladı, su içti. Birinden fıskı zuhur etti, öbüründen halis misk.
270. Her iki kamıs da bir sulaktan su içti. Biri bombos öbürü sekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer seyler var, aralarında bulunan yetmis yıllık farkı sen gör!
Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kâmilen Allah nuru olur.
Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Allah’nın nuru husule
gelir.
Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o seytan ve canavar!
275. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.
Zevk sahibinden baska kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını iste o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Mûsâ ile savasan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.
Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu isle o isin arasında pek büyük bir yol var.
280. Bu isin ardında Allah lâneti var, o ise karsılık da vade vefa olarak Allah rahmeti var.
Kâfirler inatlasmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir.
nsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördügünü yapıp durur.
O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?
Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savas için. natçı kisilerin baslarına toprak saç!
285. O münafık; muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için degil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler.
Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.
kisi de bir oyun basındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri, kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
290. Onu mümin diye çagırırlar, ruhu hoslanır. Münafık derlerse sertlesir, ates kesilir.
Onun adı, zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmıs olan
zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir.
Ona münafık dersen... o asagılık ad, içini akrep gibi daglar.
Bu ad, cehennemden ayrılmıs ve kopmus degilse niçin cehennem tadı var?
295. O kötü adın çirkinligi harften degildir. O deniz suyunun acılıgı “kab” dan degildir.
Harf kabdır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine tasmaz karısmazlar.
Fakat su var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ... onun aslına kadar yürü!
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahminî olarak bilemezsin.
300. Allah kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kisi, yakini süpheden ayırdedebilir.
Diri bir kisinin agzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dısarı çıkarıp attıgı zaman rahatlasır.
Binlerce lokma arasında agzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kisinin hissi onu duyar, sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni.
Bu hissin saglıgını hekimden isteyiniz, o hissin saglıgını Habib’den (H.Muhammed’den) .
305. Bu hissin saglıgı, vücut saglamlıgındandır, o hissin saglıgı vücudu harabetmektedir.
Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
* Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mâna askıyla evini, barkını, mülkünü, malını bagıslamıstır.
Altın definesi için evi harabetmistir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale
getirmistir.
Suyu kesmis, suyun aktıgı yolu temizlemis, ondan sonra arka içilecek su akıtmıstır.
Deriyi yarmıs,termeni çıkarmıs... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmistir.
310. Kaleyi yıkıp kâfirden almıs, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıstır.
Hikmetinden sual edilmeyen Allah'’nın isini kim anlayabilir, o isin hakikatine kim erisebilir? Bu söyledigim
sözler, ancak anlatmak için söylenmis zaruri sözlerdir.
Gâh böyle gösterir, gâh bunun aksini. Din isinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur.
Fakat din isinde hayrete düsen, arkasını ona çevirmis ondan haberi olmayan bir hayran degil, sevgiliye
dalmıs, onun yüzünden sarhos olmus, kendisinden geçmis bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karsıdır, öbürünün yüzü yine kendisine dogru.
315. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman
mümkündür.
Zira nice insan suratlı seytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek lâyık degildir.
Kus tutan avcı, kusu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar.
Asagılık kisi dervislerin sözlerini, bir selim kalpli kisiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
320. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Asagılıkların isi hile ve utanmazlıktır.
Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının sekline bürünür, onlar gibi görünürler), Ebu Museylim’e
Ahmet lâkabı verirler.
Ebu Müseylim’in lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi.
O, Hak sarabının mührü, sisesinin kapagı; halis misktir. Âdi sarabın mührü, sisesinin kapagı ise pis koku ve
azaptır.

Cilt 1 Papağan hikayesi

7-Elinin altındakilere iyi davranmak

3970 Tatlı tatlı içemediğim şeyi nasıl olur da sevgiliye verir, ona azık olarak sunarım?

Ben, kendi hususi soframda ne yersem kullarıma da onu yediririm.

Pişmiş olsun, ham olsun.. Ne yemek yersem kölelerime onu yedirir, onları o yemekle beslerim.

Kürkten atlastan ne giyersem kölelerime de onu giydiririm, onlar köhne elbiseler giydirmem.

Hüner sahibi Peygamberden utanırım. O "hizmetçinize siz ne giyorsanız onu giydirin" dedi.

3975 Mustafa, evladı olan ümmetine " Elinizin altındakilere yediğiniz şeylerden yedirin" diye vasiyette bulundu.

Başkalarını hoş bir hale getirdin, sabırla çevikleştirdin, sabra teşvik ettin.

Şimdi erlik göster de kendini de hoş bir hale getir.Sabır, düşüncesine dalan aklını kendine kılavuz et.

Cild 6

-----

8-Akıl ve idrake önem vermek/ Uyanık olmak / Agah olalım erenler

KESİLESİ KUSLAR
“Dört kus al, onları yanına topla” ayetinin tefsiri”
Ey idraki günese benzeyen, sen vaktin Halil’isin. Bu yol kesen dört kusu öldür!
Çünkü bunların her biri de karga gibi akıllıların akıl gözlerini oyar, çıkarır.
Tene ait dört huy, Halil’in kuslarına benzer. Onları kesmek cana yol açar.
Ey Halil, iyiden kötüden kurtulmak için kes onların baslarını da ayaklar setten kurtulsun.
35 Kül, sensin, hepsi de senin cüzülerindir. Çöz ayaklarını, onların ayakları senin ayakların demektir.
Alem, senin yüzünden ruhların uçtugu, toplandıgı bir yer haline gelir; bir atlı, yüzlerce orduya dayanç olur.
Çünkü bu ten dört huyun duragıdır, o huyların adları, dört fitneci kustur.
Halkın ebedi olarak diriligini istersen bu dört som ve kötü kusun baslarını kes.
Sonra da onları bir baska çesit dirilt de artık onlardan bir zarar gelmesin.
40 Dört yol kesen manevi kus, halkın gönlünü yurt edinmistir.
Bütün gönüllere emir olursan, ey kisi, bu zamanda Allah halifesi sensin.
Bu dört diri kusun kes baslarını da ebedi olmayan halkı ebedilestir!
Bu kuslar, kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bunların içlerdeki benzerleri de dört huydur.
Kaz hırstır, horoz sehvet. Makam tavusa benzer, kuzgun dilege.
Cild 5


9-Başkalarının ayıbını gizlemek


İBADETLERiN TANIKLIGI

Mustafa aleyhisselam’ın, oda kapısını açması ve konugun, onu görüp utanmaması, diledigi gibi dısarı çıkması için kendisini
gizlemesi
Mustafa sabahleyin gelip kapıyı açtı. Sabah o yolunu sapıtmıs kisiye yol gösterdi.
Mustafa , o belalara ugrayan utanmasın diye gizlendi.
Kapıyı açanı görmesinde serbestçe dısarı çıksın diyordu.
100 Ya bir seyin ardında gizlendi, yahut da Allah etegi Mustafa’yı ondan gizledi.
Allah boyası, bazen örter, neliksiz niteliksiz Allah perdesini, bakanın önüne örüverir.
Bu suretle düsmanını kendi yanındayken bile göstermez. Allah kudreti, bundan da artık, bundan da üstün.
Mustafa onun geceki halini görüyordu. Fakat Allah fermanı,
Ona hatasını bildirmeden bir yol açmasına, o kötülükle bir kuyuya düsmesine mani olmaktaydı.
105 Allah hikmeti ve gökten inen emir, onun kendisini o halde görmesini istemekteydi.
Nice düsmanlıklar vardır ki dostluga çıkar. Nice yıkılmalar vardır ki yapılmaya döner.
Bir herzevekil, o pis yatagı, inadına Peygamberin yanına getirdi.
Ve gör hele, konugun bu isi islemis dedi. Alemlere rahmet olan Mustafa, bir güldü.
Getir o ibrigi dedi, hepsini kendi elimle yıkayayım dedi.
110 Herkes “Allah hakki için yapma, canımız da sana kurban olsun, tenimiz de.
Sen bırak bu pisligi biz yıkayalım. Bu is, el isidir, gönül isi degil.
Ey hakkında “Le amruka-ömrün için” diye Allah’nın and içtigi zat, Allah sana ömür dedi. Seni halife yaptı, kürsüye oturttu.
Biz sana hizmet için yasıyoruz, sen hizmet etmeye kalkısırsan biz ne oluruz? “ dedi.
Peygamber dedi ki: “Ben de biliyorum, fakat simdi bunu ben yıkayacagım. Bunu bizzat yıkamamda bir hikmet var.”
115 Bu söz Peygamber sözü diye hepsi sustular, bu sır nedir, hele bir çıksın diye beklemeye koyuldular.
Peygamber o pisligi, bilhassa Allah buyrugu ile adamakıllı yıkamakta idi, riya ile degil.
Çünkü, gönlü bunu sen yıka bunda kat kat hikmetler var diyordu.

Cild 5

10-Çalışmak / Ekmeğini kazanmak

Fakat beylik, vezirlik ve padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir.
Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin boynuna binme.
325. Allah nimetine küfranda bulunan, ister ki herkes, kendisini yüklesin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler.
Rüyada kimi tabuta binmiş, götürülüyor görürsen yüce mertebeli büyük mevkili bir adam olur.
Çünkü o tabut, halkın boynuna bir yüktür. Bu büyükler de halkın boynuna yük korlar, yük olurlar.
Yükünü herkese yükleme, kendine yükle. Baş olmayı az iste, yoksulluk daha iyidir.
Halkın boynuna binme de ayaklarına nikris illeti gelmesin. Cilt 6


11- İnsanları güzellikle anmak

Padişahın,yeni aldığı iki köleyi sınaması

Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz konuştu.
Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder.

845. Ademoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir.
Bir rüzgâr esti de kapıyı kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz.
O evde inci mi var, buğday mı.. altın hazinesi mi var, yoksa yılan ve akreplerle mi dolu?
Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü altın hazinesi bekçisiz olmaz.
Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.

850. Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu…
Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile bâtılı ayırır.
Kuran’ın nuru da Hak ile bâtılı zerre,zerre fark eder, bize gösterir.
O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık,cevabı da biz verirdik.
Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer.

855. Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu!
Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır.
Kulaktan gönüle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der.
Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hâl sahibidir, kulaksa dedikoduda!
Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir.

860. Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma.
Yanmadıkça o bilgi,Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal.
Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.
Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı,onu anlat!
Padişahın o kölelerden birini bir yere yollayıp öbüründen bazı şeyler sorması
Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “Beri gel”diye emretti.

865. Buradaki sevgiye ve acımaya delâlet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için değildir. Nitekim ana oğul’a
“yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz.
İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu,dişleri de kapkaraydı.
Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu.
“ Bu şekilde, bu pis kokulu ağızla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme.
Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın.

870. Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin, ben de hünerli bir doktorum.
Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil.
Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikâye söyle de aklın nasıl bir göreyim” dedi.
O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı.
Huzurundaki köleye “Aferin, sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil.

875. Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden
soğutuyordu.
Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlâksızdır, lânettir,şöyledir,
böyledir demişti.” Dedi.
Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim.
Doğru söyleme, yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem.
O iyi düşünceli adamı ben kötü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu.

880. Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir.
Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi?
Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.
Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır.

885. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Allah görüşüdür.
Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir”.
Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle,
Ki, benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim:

890. Kusuru; sevgi, vefa, insanlık.. doğruluk, zekâ ve dostluktur.
En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir.
Allah bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir?
Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın?
Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.

895. Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen,
Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.”
dedi.
Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.
Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse
karşılıksız bir şey bağışlamaz.

900. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz.
Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur.
Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.”
Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma.
Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi.

Kölenin, iyi zannı yüzünden arkadaşının doğruluğuna ve vefakârlığına yemin etmesi

905. Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Allah’ya ant olsun…
Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen,
Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan.
Onları topraktan yaratılmış mahlûkatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan,
Ateşten sâf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan,

910. Nurlara doğan, nurları aydınlatan nuru yaratan, Âdem peygamberin feyiz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana
getiren,
Âdem’den bitip Şîs’in devşirdiği nuru, Âdem’in görüp Şîs’i yerine halife ettiği nuru.
Nuh’un feyiz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene ant olsun.
İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı.
İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi.

915. Davut’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi.
Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.
Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı.
Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tâbirinde o kadar uyanık hale geldi.
Asâ, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavun’un saltanatını bir lokma etti.

920. Meryem oğlu Îsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı.
Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.
Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti.
Ömer, o mâşuka âşık oldu da gönül gibi, hakkı bâtılı ayırt etti.
Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnûreyn oldu.

925. Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vâdisinde Allah aslanı kesildi.
Cüneyt, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu.
Bayezid, onun ihsanına yol bulunca Allahdan “ Kutbül Ârifin” adını duydu.
Kerhî, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri Allah nefesi haline geldi.
Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca âdil sultanların sultanı oldu.

930. Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti.
Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur âleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır.
Allah, her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi.
O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere ant olsun…
O nura ve o denizi,denizin canı desem de lâyık değil.O âleme yeni bir ad aramaktayım.

935. O Allah’ya ant olsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zâhirdir.
Ant olsun o Allah’ya ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür.
Arkadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat, ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim?”
Padişah dedi ki : “ Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vakte dek şunun, bunun halini anlatacaksın?
Söyle bakalım,senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinden ne inciler getirdin?

940. Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yâr olsun?
Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı?
Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı?
Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin?
Şart, iyilik etmek değil, iyilikle gelmek, bu iyiliği Allah’ya götürmektir.

945. İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu ârazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki?
Bu namaz ve oruç arazlarını Allah’ya nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider,
bir anlıktır.
Arazları götürmeye imkân yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler.
Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi.
Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır.

950. Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir.
Kadını nikâhlamak arazdı, mahvolup gitti. Fakat o arazdan bize evlât cevheri meydana geldi.
Atı, deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek.
Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur.
Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir.

955. Aynayı cilâlamak da arazdır. Fakat bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir.
Şu halde “ Ben ibadette bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme.
Senin o köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Köle dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir.
Padişahım, araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder.

960. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş bâtıl olur, sözler manâsız
bir hale gelirdi;
Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp haşrolur. Her şey, neye lâyıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı,
sürüye lâyık kişidir.
Mahşerde her arazın bir sureti vardır,her araz suretinin de bir nöbeti.
Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hâsıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil
misin?

965. Evlere köşklere bak. Bunlar mühendisin tasavvuratından ibaretti.
Güzel olarak gördüğümüz sofası hoş. Tavanı, kapısı mükemmel olan filan ev ,(mühendisin zihnindeydi).
Mühendisin zihnindeki o araz, o düşünce aletleri hazırladı, ormanlardan direkleri getirdi (ev yapılıp meydana çıktı.)
Her hünerin aslı, esası, hayâlden,arazdan, düşünceden başka nedir ki?
Dünyanın bütün cüzilerine, fakat garazsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir.

970. Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil.
Meyveler, gönülde evvelce vücuda gelir de sonunda fiile çıkar.
İşe girişip de ağaç diktin mi ilk harfi,sonunda okudun demektir.
Gerçi dal, yaprak ve kök evveldir ama onların hepside meyve için vücut bulur.
Feleklerin dimağı olan o baş da bunun için en sonunda “ Levlâk” sırrına mazhar oldu.

975. Bu sözler arazların nakline ait bahislerdir. Bu aslan ve tuzak, hep bunun içindir.
Bütün âlem,esasen arazdı. “ Hel Etâ” suresi, bu mânayı izah için geldi.
Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden.
Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere.
İlk âlem, imtihan âlemidir. İkinci âlem şunun bunun yaptıklarının mükâfat ve mücazatını görme âlemidir.

980. Padişahım, kulun hain olsa o araz, yani hainliği, zincir ve zindan olmakta.
Yerinde ve değerinde bir hizmette bulunsa, savaşta bir yararlık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte.
Bu arazla cevher, kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta.”
Padişah, köleye “ Tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi.
Köle “ Bu iyi ve kötü dünyası, gayp âlemi haline gelsin,iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir.

985. Çünkü fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı kâfir ve mümin,yalnız Allahyı zikreder, başka bir söz söyleyemezdi.
Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman,apaçık meydana
çıkar,alında yazılırdı.
O takdirde nasıl olurdu da bu âlemde put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye
mecali kalırdı.?
O vakit bu dünyamız kıymet kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir” dedi.
Padişah “ Allah bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil.

990. Ben bir emîri tuzağa düşürmek dilersem emîrlerden gizlerim, fakat vezirden gizlemem.
Hak bana işlerin mükâfat ve mücazaatını, amellerden yüz binlercesinin büründüğü suretleri gösterdi.
Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulutla örtülse de bana gizli değildir” dedi.
Köle, madem ki olanı ,biteni olduğu gibi biliyorsun; beni söyletmeden kastın ne? deyince.
Padişah “ Dünyayı izhar etmekteki hikmet, Allahnın ilmindekileri izhar etmektir.

995. Bildiğini izhar etmedikçe âlemdeki zahmet ve meşakkatleri belirtmez.
Senden bir kötülük yahut iyilik meydana gelmeksizin hattâ bir an bile duramazsın.
Bu amelleri izhar etme zarureti, sırrının açığa çıkması içindir.
Nasıl olur da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu halde iplik eğirme âletine benzeyen tenin işlemez?
Tasalanman, dertlenmen; gönlünün o çekişine, isteğine âlamettir. O işi yapmamak da sana açıkça can çekişmedir,
ölümdür.

1000. Bu âlem de daimî olarak doğurur, o âlem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir.
Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep haline gelir.
Bu sebepler, nesilden nesile yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lâzım dedi” dedi.
Padişah, onunla konuşurken söz buraya gelince o köleden bir alâmet gördü mü , görmedi mi? Bilmem.
Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alâmet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil. Fakat
gördüğünü söylemek için bize izin yok.

1005. Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da huzuruna çağırdı.
“Sıhhatler olsun,daimi âfiyetler olsun. Ne de lâtif, ne de zarif, ne de güzelsin.
Yazık, öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da olmasa ne olurdu?
O zaman yüzünü gören neşeye dalardı. Seni görmek, cihana malik olmaya değerdi” dedi.
Köle dedi ki: “ Padişahım, o dinsizin hakkımda söylediklerini bir parçacık anlat!”

1010. Padişah “ Önce iki yüzlülüğünü anlattı. Ona göre sen görünüşte bir deva, fakat hakikatte bir dertmişsin”dedi.
Köle, dostunun kötülüğünü bu suretle padişahtan duyunca derhal, kızgınlık denizi köpürdü.
Ağzı köpüklendi, yüzü kızardı, onun aleyhinde bulunma dalgasına düştü, bu dalgalar, hadden aştı.
Dedi ki : “ O evvelce benimle dosttu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti.”
Çan gibi durmadan onun aleyhinde bulunmaya başlayınca padişah, elini ağzına götürüp “ Kâfi” dedi.

1015. “Bu sınamayla onu da anladım, seni de. Senin canın kokmuş, onun ağzı.
Ey kokuşuk canlı, uzak otur. O âmir olsun, sen onun memuru ol!”
Ulular bunun için “ Dünyada insanın rahatı, dilini korumasındadır” dediler.
“ Riya ile tespih, külhanda biten yeşilliğe benzer” mealinde bir hadis vardır, bunu böyle bil ey ulu kişi!
Güzel ve iyi suret, bil ki kötü huyla beraber olunca bir kalp akça bile değmez!

1020. Bil ki zâhiri suret yok olur, fakat mâna âlemi ebedidir, kalır.
Testinin suretiyle ne vaktedek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa, suya yürü.
Suretini gördün ama mânadan gafilsin. Akıllıysan sedeften bir inci seç, çıkar.
Âlemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların hepsi can denizinden diriyse de,
Her sedefte inci bulunmaz, gözünü aç da her birinin içine bak!

1025. Onda ne var, bunda ne var? Onu anla. Çünkü o değerli inci nadir bulunur.
Surete talip olursan (bu şuna benzer:) bir dağ, görünüşte büyüklük bakımından lâl’in yüzlerce mislidir.
Senin elin, ayağın,saçın, sakalın da gözünden yüzlerce defa daha büyüktür.
Fakat iki gözün, bütün âzadan daha kıymetli olduğu meydandadır.
Cild 2

12 - Başkasını kınamamak, kınayanı kınamamak, her ikisini yapmadığı için kendinden emin olmamak

Bir is için savasan, fakat kendisinin de o hale müptelâ oldugından haberi olmayan Hintli
Dört Hintli bir mescitte Allah’ya ibadet için namaza durmuslar, rükû ve sücuda koyulmuslardı.
Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve husuyla namaz kılmaktaydı.
Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin agzından bilâihtiyar bir söz çıktı; “ Müezzin, ezanı okudun
mu, yoksa vakit var mı?”
3030. Öbür Hintli, namaz içinde oldugu halde “ Sus yahu, konustun, namazın bozuldu.” dedi.
Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki : “Onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına!”
Dördüncü “ Hamd olsun ben, üçünüz gibi kuyuya düsmedim” dedi.
Hulasâ dördünün de namazı bozuldu. Âlemin ayıbını söyleyen daha fazla yol kaybeder.
Ne mutlu o kisiye ki kendi ayıbını görür.Kim birisinin ayıbını görürse o alınır, o ayıbı kendisinde bulur.
3035. Çünkü insanın yarısı ayıptandır, yarısı gayıptan! Madem ki basında onlarca yara var, merhemini basına
vurmalısın.
Yarayı ayıplamak, ona merhem koymaktır. Sınık bir hale düstü mü “ Bir kavmin azizi zelil oldu mu acıyın
ona”hadîsine mazhar olur.
Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birin de o ayıp, senden de
zuhur edebilir.
Allahdan “ Emin olmayın” sözünü duymadın mı? Peki o halde neden müsterih ve emin oluyorsun?
3040. blis, yıllarca iyi adla anılarak yasadıgı halde nihayet bak, nasıl rüsvay oldu, adı ne oldu?
Yüceligi âlemde tanınmıstı; aksiyle tanındı, yazık!
Emin degilsen, tanınmayı isteme. Yürü, yüzünü korkuyla yıka da sonra göster.
Güzelim, sakalın çıkmıyorsa baska sakalsızları kınama.
Su ise bak: Seytan, belâlara düstü de sana ibret oldu.
3045. Sen belâya ugrayıp ona ibret olmadın.. o zehri içti, sen serbetini iç,(ibret almana bak!).
Oguzların,birini korkutmak için baska birini öldürmeye kalkısmaları
Kan dökücü Oguz Türkleri, malları yagma etmek üzere bir köye girdiler.
O köyün esrafından iki kisi yakalayıp birini öldürmeye niyet ettiler.
Öldürmek üzere elini bagladıkları zaman dedi ki : “ Padisahlar, yüce erler.
Niye benim kanıma kastediyorsunuz. Neden benim kanıma susadınız?
3950. Öldürülmemde ki maksat, garaz ne? Görüyorsunuz ya, gördügünüz gibi yoksulum, çırçıplak bir adamım”
Oguzların biri “ Arkadasın korksun, ürksün de altınları çıkarsın diye öldürüyoruz” dedi.
Adam “O benden yoksul” deyince Oguz, “ Haber verdiler onun altını var” dedi.
Adam dedi ki : “Madem ki bizim ikimizden bir sey umuyorsunuz,
Evvelâ onu öldürün de ben korkayım, altınların yerini göstereyim!”
3055. Simdi sen de Allah’nın keremine bak ki biz âhir zamanda geldik.
Zamanlardan sonuncusu, ilk devirlerden daha üstündür. Hadîste “ Ahirûnes Sâbikun” denmektedir.
Merhamet sahibi Allah, Nûh ve Hûd kavimlerinin helâkini bize gösterdi;
Biz korkalım, ibret alalım diye onları kahretti. Ya aksi olsaydı vay haline!
Kendisine tapanların--peygamber ve velilerin-- Aleyhimüsselâm—varlıkları nimetken buna sükretmeyenlerin hali
Peygamberlerden hangisi, suça, ayıba dair bir sey söylediyse tas gibi katı gönül’e, kapkara cana,
3060. Allah fermanlarına ehemmiyet vermemeye, yarın ki ahret gününü düsünmeyip rahatça keyfine bakmaya,
Bu asagılık dünyaya heves etmeye,bu asagılık dünyaya âsık, karılar gibi nefse zebun olmaya,
Nasihat edenlerden kaçmaya, temiz kisilerle bulusmaktan çekinmeye,
Gönül’e, gönül ehline karsı yabancı durmaya, padisahlara hile düzmeye, onlara karsı tilkilik yapmaya
kalkısmaya,
Gözü tok kisileri yoksul sanmaya,onlara haset edip gizlice düsman olmaya dair söyledi.
3065. Onlardan biri verdigin bir seyi kabul ederse yoksul dersin, kabul etmezse riyakâr ve mürai!
nsanlara karısırsa tamahkâr dersin. Karısmaz, çekingen davranırsa kibirli!
Yahut da münafıklar gibi “ Çolugun, çocugun nafakasını kazanmaya ugrasıyorum,
Ne basımı kasımaya vaktim var , ne din kaydına düsüp ibadet etmege!
Lûtfet, bizi himmetle bir an da sonunda biz de velilerden olalım” diye mazeret serdedersin.
3070. Fakat bu sözde, dertten, asktan degildir. Âdeta uyuyan bir adamın bir aralık uyanıp sayıklayarak tekrar
uykuya dalmasına benzer.
“Ayalimin rızkını kazanmaktan baska bir sey yapamıyorum. Ne çare? Disimle, tırnagımla çalısıp çabalıyor,
helâlinden kazanıyorum” dersin.
Ey sapıklara karısan, ne helâli? Senin kanından baska helâl göremiyorum.
Çare Allah’dandır. Lokmandan degil.. çare dindendir puttan degil!
Ey asagılık dünyaya bile sabredemeyen, bu yeryüzünü güzel bir tarzda döseyen Allah’ya nasıl
sabredebiliyorsun?
3075. Ey naz ve nimete bile sabredemeyen, kerim Allah’ya nasıl sabredebiliyorsun?
Ey temize, pise bile sabırsız, Yaradanına nasıl sabredebiliyorsun?
Nerede bir Halil ki magaradan çıkıp ayı görünce “ Bu benim Rabbim” dedikten sonra battıgını görünce
kendisine gelip “ Nerede kâinatı yaratan Allah?” desin.
Ben, bu iki meclis sahibini görmedikçe iki âlemi de görmek istemem.
Allah sıfatlarını görmedikçe ekmek bile yesem bogazımda kalır.
3080. Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü , gül bahçesini temasa etmedikçe lokma nasıl siner?
Allah’yı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve esek!..
Hayvan gibi olanlar, hatta ondan da asagı bir dereceye düsmüs bulunanlar, hileyle dolu olsa bile yine pis,
murdar, kokmus kisilerdir.
Böyle kisinin hilesi de bas asagı olmustur, kendisi de. Zamanı geçip gitmis, günü bir türlü gelmez olmustur.
Düsüncesi körlesmis, aklı bozulmus ömrü hiçe gitmistir. Elif gibi hiçbir seyi yoktur!
3085. “ Ben de bu düsüncedeyim” dese bile bu da o nefsin hilesinden,masalındandır.
“ Allah yargılayıcıdır, merhametlidir” demesi de asagılık nefsin hilesinden baska bir sey degildir.
Ey elimde ekmegim yok diye gamdan ölen, Allah yargılayıcı ve merhametliyse ya bu korku ne? Cilt 2

15 Temmuz 2008 Salı

Peygamberimiz neden “zengin” değildi?

Peygamberimiz neden “zengin” değildi?


Evet, günümüz kiriterlerine göre Hz. Muhammed “zengin” olamadığı için hayatta başarısız birisi olarak görülmek durumundadır!
Günümüz dünyasının kriterlerine göre bakacak olursak Hz. Muhammed (s.a.v) “başarısız” birisidir.
Çünkü 23 yıl süren “kariyer” hayatının sonunda “beş parasız” bir yoksuldur.
Bu mantığa göre o, hayattaki fırsatları iyi takip edememiş, “köşeyi dönmek” için önüne konan fırsatları değerlendirememiş, aklını iyi kullanıp durumunu düzeltememiştir. Çoluğuna çocuğuna zengin ve refah dolu bir hayat yaşatamamıştır. Eğer akıllı birisi olsaydı, toprak evde oturmaz, kapısına gelen süt annesi için bile karısından para isteyecek duruma düşmezdi.
Evet, günümüz kiriterlerine göre Hz. Muhammed “zengin” olamadığı için hayatta başarısız birisi olarak görülmek durumundadır! Öyle ya, toprak evde oturuyor, çardaklı evi (villası) yok, katı yok, yatı yok; bunun neresi özenilecek, örnek alınacak bir hayattır?
Öyle mi?
Zenginlik bu mu acaba?
Tam tersi, Hz. Peygamber çok zengin birisiydi!
Hem de akla hayale sığmayacak kadar büyük servetlerin sahibiydi.
Ama nasıl? Bu, zenginlikten ne anladığınıza bağlı.
Görüyoruz ki o, “bilinçli bir tercihle” mal mülk zenginliğini seçmedi. Elinde imkanı olmasına, fırsatlar önüne serilmesine rağmen böyle bir yolu tercih etmedi.
Neden?
Çünkü Kur’an’da, daha ilk Müddesir suresinde böylesi bir talimat almıştı.
Keza herkesin bir solukta okuyup geçtiği “inna ateyna” diye bilinen Kevser suresinde, mala mülke sahip olmadığı halde zaten “çok zengin” olduğu ve daha da olacağı beyan edilmişti.
Yurdum insanı, Kur’an’ı teberrüken okumayı, ölülerin arkasından okuyup üfürmeyi bırakıp, düşüne düşüne (tertil ile) bir okumaya başlasa, bunun böyle olduğunu görecek.
Bakın nasıl?
***
“Sen ey yalnızlığa bürünen!
Kalk ve uyanışı başlat!
Haykır: Allahuekber!
Güzel ahlâkı kuşan!
Kötülüğe bulaşma!
Servet yığma hayallerine kapılma!
Daima Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger!” (Müddesir; 74/1-7)
Ayette geçen ve “Servet yığma hayallerine kapılma” diye çevirdiğimiz “ve la temnun testeksir” ibaresine dikkat ediniz. La temnun, temenni etme, hayale kapılma (umniye) demektir. Testeksir de kevser veya tekasür ile aynı kökten olup zenginlik, çoğaltma, biriktirme, yığma demektir. Tekasür suresinde de bu anlamdadır;
“Bir zenginlik yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş… “ (Tekasür; 102/1-2)
Tekâsür burada mal, makam ve şan-şöhret çokluğu ile övünmek demektir. Araplar karşılıklı zenginlik ve şan şöhret yarışını ifade için tekâsüra’l-qavmu tekâsüran derlerdi; tabir buradan gelmektedir (Razi).
Bu durumda daha ilk inen ayetlerden olan ve vahyin 11. talimatı manasına gelen Müddesir 7. ayette şunlar denmek istenmiş oluyor: “Çoğalma (istiksâr) temenni etme”
Yani: Yapacaklarını getiri beklentisiyle yapma. İyiliği yay ve yaşa ama iyilikten geçinen, onu para, makam, mevki elde etmenin aracı olarak görenlerden olma. Yaptığın peygamberlikten dolayı maddî karşılık bekleme. Senin ecrin Allah’tandır. Allah’ın peygamberi olmanın getireceği ayrıcalığı, zengin olmak için atlama tahtası olarak kullanma. Din baronları gibi ayet alıp ayet satma. Din istismarcılığından uzak dur! Sadece Allah rızası için, sırf iyilik için çalış. Peygamberliği kazanç temin edilen bir meslek olarak görme. Allah’ın dini üzerinde sektör oluşturulmasına asla izin verme. Şu Kâbe’deki tanrı ve kutsallık istismarına dayalı dini oligarşiyi yık! Bir zamanlar İsa da mabede girerek masaları sandalyeleri din adamlarının başına çalmış ve “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek soyu!” diye haykırmıştı… Çünkü Allah’ın evi kazanç kapısı değildir. Din sektör, vahiy meta, peygamber pazarlamacı, sana inananlar da müşterin değildir! Bunlar üzerine kurulmuş her örgütlü dini yapıyı dağıtmak senin en temel görevlerin arasındadır. Din yalnızca ve sadece Allah’a has kılınmalı, vicdanın ve merhametin “yalın sesi” olarak kalmalıdır…
Talimat, tabiî ki Hz. Peygamber yapacağından verilmiyor. “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” mesajı var burada; ey din tacirleri, din baronları, ayet alıp ayet satanlar, din üzerinden, Allah, kitap, peygamber diye diye servet yığanlar!
İkra suresindeki beş ayetten sonra indiği sanılan ve nuzül sırasına göre peygambere inen vahyin 11. ayeti (talimatı) olan bu ayette ne deniyor, iyi okuyun. Eğer ayetleri teberrüken okuyup sağa solu üfürüp durmaktan vaktiniz varsa…
***
Bakın Kevser suresinde de ne deniyor.
“Biz sana bol nimetler verdik.
Şu halde Rabbine yönel ve saldırılara göğüs ger.
Sana kin besleyendir asıl kökü kuruyacak olan; hiç kuşkusuz.” (Kevser; 108/1-3).
KEVSER: Sözlükte [KSR] kökü mastar olarak “Çok olmak, çoğalmak” demektir. Malı çok olmak, zengin olmak, maddî durumu iyi olmak (iksâr), çoğaltmak, teksir etmek, çokça yapmak, çoklaştırmak (teksîr), çoğalmak, artmak, üremek, türemek (tekâsür), çok olmasını istemek (istiksâr), daha çok, en çok (ekser), çoğunluk, galibiyet (ekseriye), çok (kesr, kesîr), çokluk, fazlalık, bolluk (kesret), çok konuşan, geveze (miksâr) kelimeleri bu köktendir…
NAHR: Sözlükte [NHR] kökü mastar olarak “Boğazına vurmak, boğazının altından kesmek, sağlam yapmak, tam zamanında yapmak, karşılamak, namazda elini boğaz (göğüs) hizasına götürmek” demektir. Dövüşmek, çekişmek (munâhara), intihar etmek, kendini öldürmek (intihâr), hayvan boğazlayıcısı, cömert (minhâr), hayvan kesim yeri, hayvanın boğazı altındaki kesilme yeri (menhâr), göğsün üst kısmı, göğüs ile boğaz arası yer (nahr), kurban bayramı günü (yevmu’n-nahr) kelimeleri bu köktendir…
Surede geçen “Nahr yap” ifadesinin “Namazda ellerini göğsüne kadar kaldır, göğsünü Kabe’ye yönelt” anlamına geldiği de savunulmuştur (Hz. Ali, Ferra, Esbağ, Ata, Dehhak, Süleyman et-Teymi). Keza ayette geçen “salât et ve nahr yap” ifadelerinin, sözlük anlamından hareketle “İçtenlikle yönel, (saldırılara) göğüs ger, göğüsle” anlamında olması da muhtemeldir. Ancak namazın ve kurbanın Mekkelilerce zaten biliniyor olması, burada salat ve nahr kelimelerinin sözlük anlamıyla değil daha çok Mekke ortamında kazandığı ıstılah anlamıyla kullanıldığını çağrıştırıyor. Bu durumda da ayetin takdiri “Mekkelilerin putlar için yaptığı o namaz ve kurbanı sen Allah için yap” şeklinde olur. İbare sözlük veya ıstılah anlamıyla her iki şekilde de anlaşılmaya müsaittir…
Ayette “Biz sana kevser (bolluk, zenginlik) verdik” ifadesinin, mal, mülk verdik; zengin yaptık anlamında olmadığı anlaşılıyor. Çünkü bu ayet indiğinde Hz. Peygamber öyle malı mülkü çok olan zengin birisi değildi.
Peki, nedir o halde verilen kevser?
Bunu anlamak için, bu kısa surenin, o dönemde neye cevap olarak indiğine bakılmalıdır.
O dönemde müşrikler Hz. Peygamber’in çıkışı ile birlikte şöyle laflar etmeye başlamışlardı:
“Muhammed bir maceranın peşine düştü. Tehlikeli sözler söylüyor. Etrafına üç beş genç, kadın, yoksul ve köle toplayarak Mekke’nin kurulu düzenine karşı geliyor. Putlara dil uzatıyor. Kendini tehlikeye atıyor. Böyle giderse yok olup gidecek. Bütün saygınlığını kaybedecek. “Bir baltaya sap olamadan”, boşu boşuna yaşamış olacak. Böyle yapmakla kendini harcıyor. Geleceğinden endişeliyiz, çok yazık olacak. Kendisi yokulup gittiği, söndüğü (ebter olduğu) gibi, etrafındakilere de çok yazık olacak…”
İşte bu tür iddialara karşı deniliyor ki: “Biz sana kevseri verdik. Sen onlara aldırış etme. Biz sana toplumda saygın bir yer verdik. “El-emin” olarak biliniyorsun. Muazzam bir ahlaka sahipsin. Doğruluk ve dürüstlük abidesi bir yaşantın var.Biz sana bunları zaten vermişiz. Asıl zenginlik budur. O sana karşı çıkanlar, böyle giderse bir yere gelemeyecek, sönüp gidecek diyenler var ya, işte onlardır asıl sönüp gidecek olanlar. Kin ve düşmanlıkla sana saldıranlardır asıl kökü kuruyacak olanlar. Şu halde sen bunlara aldırış etme. Allaha yönel (salat et) ve onların saldırılarına göğsünü siper et (nahr yap); bıkmadan, usanmadan ve asla yılmadan hak bildiğin yolda yürü…”
***
Demek ki ilk inen vahiylerde, önce “Çoğalma (tekasür) temenni etme” diye talimat veriliyor. Sonra “Biz “el-emin” olarak anılmanı sağlayarak sana zaten çokluk, bolluk, servet (Kevser) vermişiz ve vereceğiz. Göreceksin onlar yokulup gidecek, fakat senin adını milyonlar ağzından düşürmeyecek, insanlığın hayırla andığı bir makama geleceksin (makam-ı mahmud). Sonunda kazanan sen olacaksın, onlar değil.” denilmek suretiyle zenginlik ve çoğalmadan ne anlaşılması gerektiği açıklanıyor. Bütün insanlara yönelik olarak da “Bir zenginlik ve çoğalma yarışıdır (tekasür) oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girene kadar süren bir oyun ve oynaş…” denilerek, “Asıl zenginlik bu değil, bu ırgatlık, kölelik” demeye getiriliyor.
Her üç surede de kullanılan kelime aynı kökten geliyor (istiksâr, kevser, tekâsür).
Buralardan zenginlikten ne anlaşılması gerektiğini, Hz. Peygamber’in neden bizim anladığımız anlamda zengin bir hayat sürmediğini, buna hiç tevessül etmediğini anlıyoruz.
***
Türkçe’de zengin kelimesi Farsça kıymetli, süslü, pahalı, değerli anlamına gelen “seng”den geliyor. Bu anlamda zengin (sengin) kıymetli, pahalı eşyaları olan, malı çok olan demektir.
Hz. Peygamber’de bunların hiç birisi yoktu.
Ama onda sıhhat, sağlık, tertemiz bir vicdan (ruh’l-kuds), ruh dinginliği, erdemli ve dürüst bir hayat, güvenilirlik (el-emin), sağlam bir irade, muazzam bir ahlak (hulg-i azim), asalet ve cömertlik (kerim), vefa, sözü namus bilme (sıdk) vardı…
“Tebüssüm sadakadır” dedi. Hiçbir savaşta kaçtığı görülmedi. Kendisinden bir şey isteyene hayır dediği vaki olmadı. Arkadaşlarının (sahabe) arasına karıştı. Kendisine taht yaptırmadı, yüksekçe bir yere oturmadı, din adamı kisvesine bürünerek kasılmadı. Dışardan bakıldığında onu diğerlerinden ayıramazlardı. Arkasından, sağından solundan korumalar gibi yürünmesini istemedi. “Bizde efendi kavmine hizmet edendir” diyerek arkadaşlarına su dağıttı. Nereyi bulursa oraya, hatta kapının eşiğine bile oturdu. “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluğum” dedi. “Bende sizin gibi bir insanım ancak bana vahyolunuyor” dedi. Yani bende sezin gibi insanım, eleştirilebilirim, yanlış yapabilirim, hata edebilirim dedi. Günde yetmiş kez tevbe ederdi. Birisine bir yanlışı olsa, bir nezaketsizlik yapsa hemen özür dilerdi, bağışlanma isterdi…
Ve fakat böyle birisi öldüğünde bugünkü tabirle “beş parasız”dı. Peygamberlere varis olunmaz” dedi. Maddi hiçbir şey bırakmadığını söyledi. Eşleri çardaklı ev, hizmetçi vs. isteyince vahyin 11. talimatını hatırlattı; Ben buyum ve hiç değişmeyeceğim. Yığmak, biriktirmek yok. Eğer istiyorsanız sizi donatayım ve boşanalım dedi. Hayır buna razıyız dediler ve maddi hiçbir birikimi olmadan vefat etti.
Bugün milyonlarca insan onun ismini anınca elini göğsüne götürerek adını anıyor, salavat getiriyor. İşte kevser budur.
Ebu Cehil ve Ebu Lehep gibi tefeci bezirganlar, mül mülk sahibi para babaları, ona kin ve düşmanlık besleyenler ise ya bilinmiyor ya da anıldığında lanetle anılıyor. İşte soyu kesilmek de budur.
Bakın, kervanlar, develer, katlar ve yatlar… Bunların hiç birisi mezara sığmadı, sığmayacak.
Hiç birisini götüremezler. Güç sahipleri, yığanlar, biriktirenler, paylaşmayanlar, bölüşmeyenler, şu an egemen görünseler de, kökleri kurumaktan kurtulamayacaklar. İçine girdikleri açgözlülük yarışının ve biriktirme hırsının, hayatı çekilmez hale getirdiğini, giderek bir kaos ortamına ve cehenneme doğru yuvarlanmakta olduklarını kendi gözleriyle görecekler. Çaresiz, yine ebter olmaya mahkumdurlar.
El-eminler, erdemliler, dürüstler, hak ve adalet aşıkları, paylaşanlar, bölüşenler, şu an zayıf ve güçsüz görünseler de, bu kafayla bir yere gelemezseniz, sönüp gideceksiniz dense de, büyümeye, çoğalmaya devam edecekler. Allah’ın sevgi ve merhameti kevser olup üzerlerine yağacak. Baki kalan şu kubbede kazanan yine onlar olacak; bundan hiç şüpheniz olmasın. Allah vaadinden dönmez. Geçmişte olanlar, gelecekte olanların teminatıdır.
Şurası unutulmamalı ki bütün maddi zenginlikler (istiksar, tekasür) ebterdir; soyu kesiktir, yok olucudur. Gönül, ruh ve ahlak zenginliği (kevser) ise ebedidir, kalıcıdır. Kur’an şöyle der: Baki olan iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışmaktır. (Amelu’s-salihat).
Sonuç olarak istiksar, kevser ve tekasür kavramlarının birbirine bağlantılı bir şekilde ele alındığı bu surelerde, Hz. Pegambere yönelik “sana, sen” diye hitabedilen yerlere kendi ismimizi koyarak okuyalım. Aynı şeylerin bizim için de geçerli olduğunu göreceğiz. Çünkü bu sureler bütün canlılığı ile hayatın içinde yaşıyor.
“Yaşayan Kur’an” bu demektir…
Bilmiyorum belki çıkamam bir daha buraya
İşte sırtım; hakkı olan gelsin almaya
Hazırlan dedi Cibril, karardı mehtap
Geride birkaç kap ve bir Kitap
Hayır! Gidemezsin! Kim gitti derse vurun!
Hayyu la yemuttur yaşayan yerinize oturun!
Refik-i ala… Alemlere rahmetti, bu ahirdi dedik
Kara toprak bile anladı da
Bir insan anlamadı bizi.

İhsan Eliaçık, www.haber10.com