27 Aralık 2008 Cumartesi

Neyin muhafazakârlığı

Yazarlar / Nihal Kemaloğlu

Neyin muhafazakârlığı
nihalkemaloglu@gmail.com



Yüzde 99’u Müslüman olan toplumumuz süratle İslamı dünyevileştiriyor. Maneviyata yapılan atıflar maddiyata tahvil ediliyor.

Dünyada dini değerlerin yükseldiği iddiasını çok sahici kılıyor.

Din mana âleminden çıkartılıp siyasetin, medyanın, popüler kültürün ekonomik değerine dönüştürülüyor.

İslam kutsal ve yetkin bir metin olarak tarihselliğinde hiç olmadığı kadar muhteva kaybına uğruyor.

Laik-Antilaik diye birbirlerini yiyen kesimler dünyevileştirme işleminde el ele, kol kola dayanışma içinde.

Sabah programının gece elbiseli sunucusu, konuğunu davet ediyor

Müzik ve alkışlarla hocamız koşarak geliyor.

Tarkan değil, dolayısıyla öpücük vermiyor.

Gelen ilahiyat profesörü yani eski dilde ulema.

Sunucu sanki Müslüman Rönesansı’nı halka ulaştırıyor havalarında.

Akla ziyan sorulara hocamız afralı tafralı cevaplar döşeniyor.

Seyirci bazı cevapları şiddetle alkışlıyor.

Birazdan Aczimendi rüzgârlı giysi tasarımıyla “yeşil popçumuz” geliyor

Güzelim bir ilahiyi elektronik tınılarla katletmiş biçimde playback söylüyor...

“La ilahe illallah” nakaratlarında konuklar vecd haline giriyorlarmış gibi yapıp ağlıyor.

Biraz ötede bir semazen ekibinin müsameresi uzak çekim veriliyor.

Kendinizi gerçekten kaybediyorsunuz.

Ciğerleriniz sökülüyor gibi geliyor.

Bunu yoksa yabancı istihbarat güçleri mi yaptırtıyor diye kuşkulanıyorsunuz.

Başka bir kanalda kamera, kara gözlü küçük kızın yüzüne zoom yapıyor.

Yoksulluk bizi utandıran tüm ayrıntılarıyla ifşa ediliyor.

Yanmayan soba, kırık pencere, kesik elektrik, boş teldolap, çıplak minik ayaklar.

İşsiz hasta baba ve yüzünü saklayan anne, gözlerinizi gerçekten acıtıyor.

Sonra ne mi oluyor?

Sunucular soluğu kasabadaki mefruşatçılarda ve beyaz eşya satan mağazalarda alıyor.

Nal gibi mağaza adları mükerrer söyleniyor, gösteriliyor.

Kamyona yüklenen çarşaf, yastık, ocak işletmelerin reklam maliyeti olarak fakirhanelere götürülüyor.

Onlar seviniyorlar ve “Allah sizden razı olsun” diyorlar.

Yine işsizler yine güvencesizler. Gelecekten yine yoksunlar.

Evlerinde yeni yorganlar var, üzerlerinden dönen tezgâhı duymuyorlar.

Kimin kime yardım ettiğinin promosyon haline gelmesi ne kadar caiz?

Sağ elin verdiğini sol el değil, bütün eller biliyor.

Yeni bir maneviyat üretiliyor. Alınır satılır, takıp takıştırır bir maneviyat

Ebced hesapları, Kuran’ın şifresi, çağdaş cinci hocalar.

İslami medyumlar, dokunmatik tespihler, steril zemzemler, umreye giden celebrityler!

Eski manken enkazları, sürmeli gözlerle hidayet macerasını kanallara satarak para ve ün kazanıyorlar.

TV’de ölü nasıl yıkanır, nasıl kefenlenir konulu şovlar ölü taklidi yapan canlı insan üzerinde tatbik ediliyor.

O günün en yüksek ratingini alıyor, Yaprak Dökümü’nü solluyor.

Ölüm bile tüketiliyor.

Kâbe manzaralı hac odaları, internet üzerinden merhumlara para karşılığı okutulan dualar.

“Başörtüsü aslında nasıl takılmalıdır”a takık fanatikler!

İç derinliğini kaybetmiş biçimlere dönüşmüş bir âlemde sekülerleşiyoruz.

Küresel kapitalist tüketimin pençesine düşmüş piyasa toplumu, Müslümanlaşıyor.

Müslümanlaşırken tüketimin bütün kalıpları hayatı boşaltıyor, esasında dünyevileşiyoruz.

Muhafazakârlık artmış tartışmalarının merkezindeki gündeme insanın şöyle seslenesi geliyor;

Neyin muhafazakârlığı yahu, neyi kaybettiğimiz umrumuzda değilken!

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=139338,10,212

25 Aralık 2008 Perşembe

Hulul

Kul varlığından mutlak olarak yok olmadıkça onun katında birlik gerçekleşemez. Birlik hulul değilidir, senin yok olmandır; yoksa saçma sözlerle, olmayacak işlerle hak batıl olmaz

Rubailer -A.Gölpınarlı-1969 D. Kafiyesi, 138. Rubai, s. 83

Mesnevi Şerhi s.105

24 Aralık 2008 Çarşamba

Seyid Hüseyin Nasr İle Mevlana Üzerine Söyleşi

Seyid Hüseyin Nasr İle Mevlana Üzerine Söyleşi

Eğer Allah bizi sevmeseydi biz onu sevemezdik. Sufi bu aşkı fark edendir.

http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=63

19 Aralık 2008


Rumi ve diğer sufi şairlerinin şiiri büyük oranda özel bir iştiyaktan gelmektedir. Ruhlarında bir kayıp tarafından tutuşturulan bir ateş ve özlem var gibi görünüyor. Rumi için bu kayıp, onun ruh arkadaşı ve rehberi Şems-i Tebrizi´nin kaybıdır. Neden bu uç duyguları görüyoruz: biri acı ve özlem diğeri aşk, her ikisi de İlahi Yol´a ulaşmada ve onu anlamada eşit oranda gerekli midirler? Neden acı ve özlem bir arada?

Nasr: Bu çok açıktır ve size bir insan örneği vermeme izin verin. Eğer senin gibi genç bir insansanız ve işinizle uğraşıyorsanız bunu düşünürsünüz. Farzedin bir kıza âşık oldunuz, aniden aşk unsuru hayatınıza girdi ve sizi rahatsız ediyor. Âşık olmanızdan önceki günlerde sabah uyanıyordunuz, duanızı okuyordunuz, yıkanıyordunuz, işinize gidiyordunuz ve bu şeylerle ilgili düşünmüyordunuz.

Sonra aniden âşık oldunuz. Bir kere âşık olduğunuzda bu durum bütün hayatınızı değiştiriyor. Başka şeyleri düşünmek yerine bütün zamanınızda bu kızı düşünüyorsunuz. Aşkın nesnesi olan bu özel insan olduğundan ondan ayrı olmak özlem ve acı üretiyor. Aşk kaybedişle karışmış acıdır, batıda bile Wagner´in operasını yaptığı, aşklarının sevenleri ölüme götürdüğü, Tristan ve İsolde gibi büyük âşıkların hikâyeleri vardır. Wagner bir mistik veya sufi olmadığı için bütünüyle dışsal bir seviyeye tekabül eden fakat bu derinliğe sahip bir ortaçağ hikâyesi olan Almanca Wagner´in Aşk-Ölüm Aryası batı müziğinde en ünlü parçalardan birisidir. Temel düşünce; aşkın kendisinin, maşuktan uzak olmaktan kaynaklanan acıdan ayrı olamayacağıdır. Arapça, Farsça ve diğer İslam topluluklarının dillerindeki Leyla ve Mecnun´un hikâyesi her zaman onları ölüme götürüyor. Romeo ve Juliet gibidir: şiddetli aşk. Bu bir insanın çok daha derin Tanrı´ya duyduğu aşkın ifadesinin yoludur.

Ve tabi ki Kuran açık bir şekilde bunula ilgili konuşuyor: "Allah onları sever, onlarda Allah´ı sever." Eğer Allah bizi sevmeseydi biz onu sevemezdik. Sufi bu aşkı fark edendir. Bu durum senin gibi genç bir adamın aşk sonrası gününe benzemektedir. İlk gün âşık değildi ve işiyle meşkuldü ve ikinci gün aniden aşk geldi. Bu hayatta Allah ile var olan aşkı fark eden insanlar var. Güzel bir kadına âşık olmak gibi veya bir kadının bir adama âşık olması gibi. Bir kere bu fark ediş gerçekleştiğinde bu aşk kendisiyle birlikte özlemi getiriyor. Özlem aşktan ayrılamaz, maşuk hemen yanlarında olmazsa, sevgilinin kucağına hemen düşmezlerse acı çekiyorlar. Bu, aşk ve acı arasındaki ilişkidir.

Bâtınilik eleştirmenlerinin yaptığı bir eleştiri var: Eğer şakirt, terbiyecisi olan mürşidinin elinde "ceset" gibi gözü kapalı köle gibi olmak zorundaysa İslam ve tasavvuf yolu onların bireyselliklerini ellerinden almıyor mu? Bu ne tür bir bireyselleşmeye giden yoldur?

Nasr: Keşke birileri bireysellikten o kadar kolay kurtulabilseydi; herhangi biri kendi bireyselliğinden hiçbir zaman bütünüyle kurtulamaz. Bir insan, çok farklı bir sorun olan bencilliğinden kurtulur. Odanızda, duvarınızda iki tabloya sahip olabilirsiniz; biri bir Fars minyatürü ve diğeri de Rembrandt tarafından yapılmış bir Alman tablosu olabilir. Çok farklı karakterler fakat kendi karakterlerine sahipler ama cansızlar, kendi arzularına sahip değillerdir. Biri manevi bir öğretmenin elinde ölü bir ceset gibi olma ile ilgili konuştuğunda bunun anlamı, arzuyu hapsetmeye muktedir olmak özellikle de yine Kurani bir terim olan ve bizi kötüye yönelttiğinden tutsak almaya mecbur olduğumuz ruhumuzun bir parçası olan nefsi emareyi hapsetmeye muktedir olmaktır. Bu deyişin anlamı budur. Bir makinenin bir dişine dönüşme anlamında değildir.

Aslında, makine bizim sahip olduğumuz şuura, özgür iradeye sahip değildir ve her anlamda değil fakat ruhi anlamda özgür iradesini manevi bir öğretmene teslim etme bir anlamda birinin iradesini Tanrı´ya teslim etmesinin en düşük seviyesidir. Pek çok insan İslam´ı otomatik olduğu, bireyselliğe sahip olmadığı sadece iradeyi Tanrı´ya teslim ettiği için eleştiriyor fakat biz Müslümanlar, günün her anında iradeyi Tanrı´ya teslim etme gerçeğinin bir özgür irade eylemi olduğunu çok iyi biliriz.

Müslümanlar şu an dünyaya bakıyorlar özellikle de İslam "ümmeti"ne ve istikrarsızlık, acı, otoriter rejimler, baskı v.b şeyler görüyorlar. Dolayısıyla pek çok Müslüman, bütün bu riyazetin, zikrin, nesf tezkiyesinin ve Sufi tecrübenin bu sorunların çözümüne ne katkı sağlayacağını soruyorlar. Bütün bu sufi tecrübeler Filistin, Çeçenya veya Irak´taki Müslümanların acılarına nasıl yardım edecek? İnsanlar, Müslümanların bir köpüğün içinde yaşayıp başını kuma gömenlere benzediğini söylüyorlar ve insanlara yardım etmek için insanın daha pratik olması gerekir. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Nasr: Bütünüyle saçmalık. Bu sorunun pek çok cevabı vardır. Temel cevabı; İslam dünyası sadece dışsal baskıdan dolayı acı çekmiyor aynı zamanda haysiyetini, mirasını, kendi İslam tecrübesini kaybetmesi, ahlakının zayıflaması gibi sadece dışsal olmayan yani İslam dünyasının içinde yaşanan şeylerden dolayı acı çekmektedir. Sufizm, her zaman İslami ahlakı arındırma işlevine sahip oldu, riyazet ve tezkiye parlayan bir lamba gibidir. Bir lamba neye yarar? Lamba, koşan fakat yerinden kımıldamayan bir at gibidir. Fakat lamba olmasının kendisine kazandırdığı fazilet dolayısıyla etrafındaki alanı aydınlatıyor. Bu yüzden birinin ruhunu arındırma işlevi, faziletli bir şekilde yaşamasını sağlama, onun etrafındaki toplumun ahlakı üzerinde büyük etkiler meydana getirmektedir.

İslam dünyası sadece Amerika´nın Filistin ve Irak´ı işgal etmesinden dolayı acı çekmemektedir. Aynı zamanda Afganların kendileri tarafından Afganistan´da yapılan inanılmaz yolsuzluklardan ve aynı zamanda Irak´takiler de benzerlerinden acı çekmektedir? sadece doğrudan işgal altında olan iki ülkeyi örnek veriyorum; tabi bu duruma sürükleyen korkunç olayları ve buralardaki yabancı işgaliyle nelerin yaşandığını bütünüyle yok saymıyorum. Fakat diyorum ki; işgal tek sorun değildir ve sufiler her zaman İslam ve toplum ahlakını arındırmaya çalışanlardır. Ve onlar hiçbir zaman dışsal faaliyetten ellerini çekmiyorlar. Örneğin sufilerin güçlü oldukları pazar her zaman İslam dünyasında ekonomide baskındı. İslam´ın ekonomik hayatı pazardan, onu başka bir açıdan ele alan modernleşmiş Müslümanların olduğu şehirlerin yeni kesimlerine taşındığında ve İslam ekonomisinin fazlasıyla İslam ve Müslüman toplumların pek çok derin tecrübelerine karşıt bir hale dönüştüğünde sufiler çok daha fazla makuliyet verebilirler.

İslam topluluklarında İslam adına bir toplum olarak, bir medeniyet olarak kendini yeniden tazelemek için kendisine gelen bu içsel manevi hayatiyet olmadan bir çıkış yolu bulunamaz. Ve aynı zamanda askeri olarak da 18. ve 19. yy.lın kolonyal güçlere karşı büyük direniş hareketlerinin nerdeyse bütünü sufilerden oluşmaktaydı: Kafkasya´da Şeyh Şamil, Cezayir´de Emir Abdülkadir, bugün Pakistan olan Hindistan´ın modern eyaletinde Barelvi ailesi ve listeyi uzatabilirsiniz. Bu gün trajik olan, çözümlerinde sadece dışsal faaliyetlerle bulunması gerektiğini düşünen bir grup olmasıdır. Aynı şeyi kendi içlerinde yapmıyorlar. Bu derin bir şekilde batılı bir düşüncedir, kendini geliştirmeden dünyayı geliştirmeye çalışmak modern düşüncedir. Bu, diğerlerinin başlarını kuma soktuklarını ve "biz cihad ediyoruz ve siyasiyiz" v.s. diyen Müslümanların söylediği şeydir, onlar modernizmin çok önemli bir hatasına gıpta ediyorlar.

Hz. Muhammed´in (sav) kişiliği ve adı Allah´ın sevgilisi (ashabullah) övülüyor ve peygamber davranışın bir kriter modeli olarak Müslümanlar tarafından seviliyor. Onun sünneti, Rumi gibi adamları ortaya çıkarıyor ve bencil olmayan bir hayırseverliğe öncülük ediyor fakat aynı zamanda modern dünyada cihatçılara ve radikallere ilham veriyor. Pek çok insan söz konusu ettiğim ikinci tip davranıştan dolayı Hz. Muhammed´in kişiliğini suçlamaktadır. Biraz takipçilerinde bu derece farklı meyveler ve sonuçlar üreten bu dikkat çekici derecede karmaşık kişilik hakkında konuşalım. Bir tarafta sufiler var diğer tarafta Bin Laden var.

Nasr: Her şeyden önce Bin Ladenler klasik cihad ile karıştırılmamalıdırlar, klasik cihat bütünüyle başka bir şeydir. Eğer dışsal bir cihad örneği istiyorsanız bütünüyle başka bir şey olan 19. yy.da Fransızlara karşı savaşan Emir Abdulkadir´i zikretmelisiniz. Fakat bunu bir tarafa bırakın Peygamber (s.a.v) insan halinin bütün olasılıklarını mükemmel içinde sunuyor. Şimdi, bunun bir parçası tabi ki Allah aşkıdır. Fakat Allah onu aynı zamanda yeni bir dünya düzeninin, yeni bir medeniyetin ve yeni bir toplumun kurucusu olarak görevlendirmişti. Bu yüzden o her şeyden önce tabi ki peygamber olmakla beraber, Allah´ın sevdiği ve Allah´ı sevendi, babaydı, ordu komutanıydı, hâkimdi, bir topluluğun yöneticisiydi, Medine´nin ve sonradan Arabistan´ın kralıydı ve bütün bu özellikler onda ve onun kaderinde birleşmişti. Allah´ın onu dünyaya göndermedeki amacı, hayatta insanların sahip oldukları işlevlerin bir peygamberin şahsında nasıl mükemmel olduklarını göstermekti.

Peygamber onların hepsi için bir model oluşturuyor. İyi bir devlet adamı olmanın modelini sunuyor. Aynı zamanda savaşçılar için iyi bir savaşçı olmanın, asaletin, Kuran ve hadislerin düşmanlarına haysiyet ve iyilikle davranın dediği her şeyin bir modelini sunuyor. Kuran açık bir şekilde masum insanların öldürülmesine muhalefet ediyor ve peygamber her zaman bunu uygulamaya dikkat ediyor. Bir savaş yapmak zorunda kaldıklarında o her zaman bir barış yapma mümkün olduğu anda barış tarafında olmuştur çünkü bu Kuran´ın da söylediği şeydir. O, örnek bir yöneticiydi, örnek bir babaydı, örnek bir savaşçıydı ve bir aileye sahip olduğun zaman çekişmeler oluyor, problemler oluyor bu insanın düzenidir. Müslümanlar için bütün farklı alanlarda bir örnek, bir model oluşturdu. O sadece manevi hayatın örneği değildir aynı zamanda bu dünyadaki hayatımız için bir örnektir. Çünkü İslam Hıristiyanlık ve Budizm´in aksine manevi hayat ve dünyevi hayat ayrımına dayanan manastır hayatına sahip değildir. Onların bütünü bir açıdan entegre edilmiş ve birbirleriyle ilişkilendirilmişlerdir. Ve peygamber bunu hayatında uygulamıştır.

Bir mürşit ile müridi, arayan ile aranan, şeyh ve talebesi arasındaki ilişki ile ilgili konuşalım biraz. İlk olarak bir ruhani adayı neden ruhani bir şeyhe biat etmeye ihtiyaç duyar?

Nasr: İslam’da ruhbanlık yoktur ve herkes aracısız bir şekilde günlük namazlarında olduğu gibi Allah´ın karşısındadır. Bu özellik, kutsal toplantı sırasında bir papazın ayini yönetmek zorunda olduğu ve papazların bir bağ olarak işlev gördüğü Hıristiyanlıktan farklıdır. En azından bu Katolik Hıristiyanlığında Tanrı ile din görevlisi olmayan arasında aracı olma şeklindedir. İslam´da bu yoktur. Bununla birlikte bu sözünü ettiğim ruhi önderlikle aynı şey değildir. Bütün Müslümanlar Allah´ın karşısındadırlar ve kendilerinin papazlarıdırlar. Fakat ruhi rehberlik, rehberliğe ihtiyaç duymaktadır. Bu düz bir zeminde yürüme ile dağa tırmanmayı karşılaştırmak gibidir. Nasıl yürüyeceğinizi bir kere öğrendiğinizde zeminde kendiniz yürüyebilirsiniz fakat Everest Tepesi´ne tırmanmak istiyorsanız bir rehbere ihtiyaç duyarsınız.

Ruhi yürüyüş için bir rehbere ihtiyaç olduğu gerçektir. Tıp alanında eğer hastaysanız bir doktora ihtiyaç duyarsınız. Bir doktor rahatsızlıklarınızla nasıl uğraşacağını öğrenmiştir ve insanoğlu kusurludur. Zihin ve ruhun tedavi gerektiren pek çok sorunu vardır ve ciddi bir mürşid veya manevi şeyh de aynı zamanda ruh doktorudur: tıpkı bir tıp doktorunun fiziksel problemlerle ilgilendiği gibi ruhun yaralarını iyileştiren kişidir gerçek mürşid. Eğer Tanrı bedenimizi bize vermişse ve bize yardım etmesi için ona dua ediyorsak neden bir doktora ihtiyaç duyuyoruz?

Bu bir düzeyde böyledir fakat çok kötü bir mide ağrısı hissettiğimizde doktor, acil bir ihtiyaçtır ve Allah imkânlar sunar. İslam´da bizler mutlak rehberin “el-Hadi” Allah olduğuna inanırız. Fakat aynı zamanda Allah, vahiyde insanlar üzerinden manevi rehber imkânları sunmaktadır çünkü herkes Allah´a doğrudan aracısız erişebilir. Eğer hayatta ne yapmak istediğinizle ilgili karar vermek istiyorsanız, bu hayatta O´na daha yakın olmak için manevi pratik üzerinden, yoğunlaşma üzerinden, Allah´ın adını zikretme üzerinden sistematik bir şekilde çalışıyorsanız size rehberlik edecek birine ihtiyaç duyarsınız. Ve Allah İslam´da bu rehberliğin olmasına izin vermiştir.

Tam bu noktada eleştiri geliyor ve ben bu insanları damgalamak istemiyorum ama farzedin ki birileri, "tamam söyledikleriniz anlaşılıyor fakat Kuran ve sünnette buna izin veren delil nerde" diye soruyorlar. Peygamber biat işlemini ne zaman yaptı?

Nasr: İlk olarak Hz. Peygamber Hudeybiye´de Sufizmin biatının temelini atarak takipçilerinden biat aldı. Bu doğrudan Peygamberin sünnetidir. İkincisi, Kuran Hz. Musa´nın dinin dışsallığını ve Hızır´ın içsel manasını, batınını temsil ettiği Hz. Musa ve Hızır´ın kıssasını anlatıyor. Hz. Musa Hızır´la bir yolculuğa çıkıyor ve Hızır ona dışarıdan tuhaf görünen fakat içsel olarak anlamı büyük şu talebini dile getiriyor: "soru sormayı terk etmezsen seni yol arkadaşım olarak kabul etmeyeceğim." Bu tam olarak ruhi rehberliğin anlamıdır.

Son olarak, manevi rehberliğin prototipine sahipsiniz, paygambere sahipsiniz, salât ve selam onun üzerine olsun, Kuran´da onun gece Mirac´a çıkışından söz ediliyor ve ne kadar dışsal olurlarsa olsunlar, sayıları ne kadar fazla olursa olsun bunu inkar edemezler, bu gün İslam dünyasında batıni rehberliği reddeden pek çok kimse var fakat onlar Kuran´ın metnini inkar edemezler. Peygamber, İslam´ın batıni idraki olarak Allah´ın emriyle cennete götürüldü. Fakat bir rehberi vardı, Cebrail (a.s). Cebrail onun rehberiydi. Peygamberi cennete o götürdü. Bu yüzden birileri bunun temeli nedir diye sorabilir, bununla ilgili çok fazla kaynak var. Bu bütünüyle vahyi, yazınsal temelden yoksun değildir; İslam hukukunda bunu çok fazla temeli var.

Pek çok kimse sizin tarif ettiğiniz şeyi, dinin ve maneviyatın fazlasıyla evrensel bir bağlamı olduğunu söyleyebilir. Fakat Sufizm ve İslam´da Hakikat neden Şeriat´ta içkindir? Allah´a giden bu kadar çok yol varsa tarikatlar neden İslam´i olmak zorundadır?

Nasr: Bu çok güzel bir soru. Tıpkı bizim bir bedenimiz ve ruhumuz olduğu gibi ve ruhumuz bedenimiz olmadan caddeden yürüyemeyeceği gibi, eğer böyle olsa ölü olurduk. Dinde böyledir; bir bedene, bir şekle ve bir yapıya sahip olmak zorundadır. Bu olmadan ruh, tarikat eğitimini takibe devam edemez. Şeriatsız tarikat, kabuksuz şam fıstığı gibidir. Şeriat diğer pek çok fonksiyona sahiptir fakat aynı zamanda tarikatı, manevi yolu koruyor. Dünyada manevi bir gelişim olanağını bağlamının dışında tutan hiçbir din yoktur. Bu sadece modern bir icattır. Örneğin Hıristiyan mistikler aynı zaman Hıristiyanlardı. Onlar aynı zamanda kiliseye giderlerdi ve Hıristiyan kurallarını takip ederlerdi. Hindu mistikler Hinduizmi yaşıyorlardı, inekleri kesmiyorlar ve inek eti yemiyorlardı. Hindu kurallarını takip ediyorlardı ve örnekleri çoğaltabiliriz, sufizm bir istisna değildir.

Sadece bir din nefretinin olduğu modern dünyada ve modern toplumun bazı kesimlerinde bir dinin manevi öğretilerinin o dinin dışında yaşanabileceği düşüncesi var; bu düşünceler ileri sürülüyor. Bu kolay gibi görünüyor. "Domuz eti yemekle, şarap içmekle ilgili canımı sıkmak zorunda değilim. Yapacağım şey Rumi´nin güzel şiirini okumak, şarap, kadın ve müzik ile ilgili konuşmaktır. Veya buna benzer bir şeyler yapmaktır" diyebilirsiniz. Bu bir davranış türüdür. Bu, İslam´ın bomba atmak olduğunu söyleyen diğer tavrın tam karşıtıdır; içsel ve dışsal arınmayla ilgili hiçbir şeye sahip değildir.

Bazıları hakikatın Hallac´ı mahvettiğini söylüyor. Hakikat, onu şeriatın sınırları dışına çıkardığı ve kendini "Hak" olarak ilan ettiği noktaya getirdi. Dindar bir Müslüman için bukadar tehlikeli olan bir şeyle neden uğraşılsın? Neden bu batıni ilimle uğraşalım?

Nasr: Sadece bir olayı ele alıyorsunuz. Bu şunu demeye benzemektedir; her gün yollarda sarhoş insanlar olduğunda neden araba gezintisi yapalım. İslam tarihinde Hallac´ın kaderini yaşamamış ve felsefeden, sanata, bilime toplumsal yapıya, ekonomiye İslam kültürü ile medeniyetinin her yönü üzerinde derin etkiye sahip olmuş milyonlarca sufi var. Bu anlaşılmalıdır.

Hallac özel bir yazgıya sahiptir. Dünyeviliğin, lüksün İslam dünyasında fazlasıyla bulunduğu bir zamanda geldi. Onun işlevi bu duruma bir tür anti tez olmaktı ve bunu hayatıyla ödedi ve bunu büyük bir mutlulukla yaptı. Cellâdına doğru yürürken gülümsüyordu. Bu yapıldı çünkü dönemin Müslümanlarının bilincini sarsıyordu. Fakat sufilerin çok büyük bir çoğunluğu Hallac´ın yazgısıyla yüzleşmedi. Onlar "Hak"ka ulaşma ile ilgili konuşuyorlardı ve bunu söylemek onlar için tehlike oluşturmuyordu. Senegal´e bakın, Senegal´deki Müslümanların yüzde 90´ı Ticani veya Kadiri sufidir. Onlar arasında Hallac hakkında şiirler yazan büyük önderler vardı ve öldürülmediler. Aslında Sufizmin bütün Senegal´e İslam´ı iki yüzyılda getirdiğini görüyoruz. Aynı durumu Malezya ve Endonezya´da da görebilirsiniz. Türkler nasıl Müslüman oldu? Sufiler üzerinden Müslümanlaştılar. Araplar asla Türkleri fethetmedi. İslam´ın ilk dönemlerinde Hallac gibi gerçek hakkında, gerçeğe ulaşma hakkında ve gerçekle bir olma hakkında konuşan insanlar vardı ve onlar öldürülmedikleri gibi kendi kültürlerinin büyük kahramanları idiler, Türkiye´de bir sufi şeyhinin adı verilen bir üniversite var.

Sufizm Güney Asya da Çişti ve Kadiri tarikatlarını kullanarak kılıçsız İslam´ın yayılmasına nasıl yardım etti? Çünkü bütün duyduğumuz İslam´ın kılıçla yayıldığı ve sadece kılıç?

Nasr: Bu saçmadır. Bu bütünüyle yanlış olan ve Orta Çağlardan beri yapılan batılı propagandadır. Her şeyden önce İslam´ın yükselişinden 300 yıl sonra İran´da Zerdüştiler vardı. İslam orduları asla insanları İslam´ı kabul etmeye zorlamadılar. Allah´ın putperestlere ya İslam´ı tercih etmeyi ya da Müslümanlara karşı savaşmayı tercih etmelerini emrettiği bölge sadece Arabistan içindeydi çünkü Allah, orada var olan berbat putperestliği oradan çıkarmak istedi. Fakat Arabistan dışında İslam´ın Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştiler ve Hindularla karşılaştığı yerlerde onlara genellikle bir tercih hakkı verdiler. Bu yüzden İslam dünyasında pek çok Hıristiyan ve Yahudi topluluk yaşadı fakat onların pek çoğu aşamalı bir şekilde farklı nedenlerden dolayı İslam´ı seçti. Her şeyden önce kılıçla yayılma ile ilgili konuşmayı terk edelim. İslam dünyası Arap dünyasında veya İran´da bitmiyor. Bütün Türk dünyası var, Orta Asya dünyası var, Güney Asya dünyası var, Güneydoğu Asya dünyası ve Afrika dünyası var.

Eğer bir milyar Müslüman varsa bunların 900 milyonu hiçbir şekilde istila ile İslam´a döndürülmemiştir, pek çoğu Sufiler üzerinden İslam´a kazandırılmıştır çünkü insanoğlu manevi karakterli insanlardan etkilenir. Kuşkusuz asalet, misafirperverlik, kibarlık ve sevgi gösterdiklerinde, bencil ve saldırgan olmadıklarında samimilerdir. Tüccarlar da Java dolaylarında gördüğümüz gibi sufilerdi, zahiren tüccar fakat aynı zamanda çok yüksek bir manevi karaktere sahiplerdi. Aksi halde hiçbir tüccar bir insanı bir dinden diğerine kazandıramaz. Bu o sufi tüccarların yüksek manevi karaktere sahip olmaları dolayısıyla gerçekleşmiştir.

Güney Asya´daki Kadiri ve Çişti sufi tarikatları inanılmaz bir rol oynadılar. Çişti tarikatını kuran kişi Muinuddin Çiştiydi. Esasında Çişt, modern zamanların Afganistan ve Pakistan sınırları dâhilindeydi, Muinuddin Hindistan´a genç bir adam olarak getirilmişti. Büyük bir azizdi. Açıkçası, Hindular ona geldiler, o, onlar için dua etti, onlara iyi davrandı ve onlarla beraber yedi. Bu Hindulardan pek çoğu bu adamın Hindistan´da var olan kast sisteminin bütün farklılıklarının ve sosyal sınıflandırmaların ötesinde olduğunu fark ettiler. Kendi felsefesine sahip olan kast sistemini eleştirmeye çalışmıyorum fakat sosyal katmanlaşmanın baskıcı görünüşü onda yoktu bu yüzden pek çok Hindu ona geldi. Onun hayatı boyunca 500 bin insanı İslam´a kazandırdığını söylüyorlar. Aynısı Kadiriler içinde geçerlidir, bunlardan bazıları ellerine kılıç alıp Hindulara karşı savaşmaya çalışmayan büyük öğretmenlerdi. Hindu arkadaşlar edindiler. Aslında pek çok Hindu yogici iler sufiler görüştüler, arkadaş oldular ve bilgi ile Tanrı aşkı hakkında konuştular, var olan bütün benzelikler hakkında konuştular. Bu insanların yaşadığı ve davet ettikleri İslam´ın sadeliği pek çok Hindu´yu Müslümanlaştırdı. Bu çok açıktır bunu görebilirsiniz: sufizm olmadan İslam bu gün İslam dünyası olarak adlandırdığımız bölgenin üçte ikisine yayılamayacaktı.

Çeviren: Ali Karakuş/Timetürk