278 Lügatler : ..………..' den nefs-i mütekellimdir. …………'yü te'kid içindir. …………..'in mef’ ûlüdür ve ……………’ye muzafdır.
Mânâ: /91-a/ Ey irşad isteyen sâlik ve tâlib durumunda olan, ben ki, bu hulûlü nefyettim ve ittihad ve tevhid dâvâsında bulundum. Ben seni bu hususta anlayışı kıt ve ilmi az olan perdeli vaziyetteki zâhir ehli gibi gâib bir şeye veya belirsiz bir işe havâle etmiyorum. Kezâ seni, benim gücümü kudretimi ortadan kaldıracak olan imkânsız bir işe de havâle etmiyorum.
Tahkik ehline göre o "muhal iş"ten murad, hulûldür.
[Burada hulûl ve ittihâd küfürdür. Bu vahdettir ama tekrar ile geldi.]
"Hulûl" bir şeyin bir yere inmesine derler ki, zarfiyyet ve mazrûfiyyeti gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın muvahhidlere tecellîsini zâhir ehli ve mütekellimler şöyle zannederler: Sanki Cenâb-ı Hak bunların vücûduna iner, bunların vücûdu ve tasarrufları yok olur, Hak bunların içinden tasarrufta bulunur ve konuşur... Neuzübillah, bu mânâ küfürdür, hulûl ve nüzul bâtıl ve ma'züldür, ittihad da böyledir. Zîrâ "ittihad" mütekellimlere göre iki başka zâtın bir olmasına derler, bu da memnû'dur ve makbul değildir.
Muvahhidlere göre olan "ittihad", farklı iki zâtın bir olması değildir. Aksine bunların birinde ittihad, mümkinin ayrılık vesîlesi (mâ bihi'l-imtiyaz) olan kayıtlanmışlığının kalkmasından, kesret hükümlerinin ve imkân kayıtlarının yok olmasından ibârettir. Gerçekten mâsivâ ve mümkün olan eşyâya ıtlak olunan bu hükümler, kayıtlar ve izâfetler îtibâri bir şeydir. Bu hükümlerin ve kayıtların kalkmasıyla ilgili çok güzel bir örnek vardır ki, bunula meşâyiha göre olan iyice anlaşılacaktır. Örnek şu:
Denize bak, deniz hâlinde iken ona "deniz" derler. Rüzgârla dalgalanınca o denizin yüzünü değiştiren çok sayıda suya dalga ismini verirler. Halbuki aynı denizdir. Güneşin harâretiyle o su havaya çıksa ona "buhar" derler. Havaya yükselen buhar, buhâr-ı arziyye (toprağa âit buhar) ile yoğunlaşınca bulut derler. Damla hâline gelince "yağmur" derler. Havanın soğukluğuyla donarsa "kar" ve "buz" derler. Yere düşüp bir yerde birikince "ırmak" derler. Mesâfeler katedip denize ulaşınca taayyünât yok olur ve "deniz" derler.
Arif olan anlar ki bu görünüş ve mertebelerde sârî olan tek hakîkattir ve bu taayyünat ve izâfetler isim ve sıfatlara göredir. Vahdet-i hakîkînin kuvveti bir şeyin taayyününü yok edince, meselâ denizdeki damla gibi, o zaman farklı iki zâtın birleşmesi lâzım gelmez, /91-b/ taayyün kaydı olmaksızın zuhûru lazım gelir. O halde hulûl ve ittihad mümkün değildir ve böyle bir inanç bâtıldır.
[Hulûl ve ittihâd burada imkânsızdır. Çünkü vahdette ikilik dalâletin ta kendisidir..]
Bâzı âyetler ve hadisler vardır ki bunlar sanki hulûl ve ittihad mânâsını hatırlatır, meselâ ……………..” Mü’min kullarının kalbinde”, …………….” Ben yere ve göğe sığmam” ………………..” Kulumun sem’ı ve basarı olurum” vb. gibi. Bunların hepsi zuhûr ve vahdetin kesrete, vücûdun imkâna, küllün cüz’e galebesi ve kesret hükümlerini kaldırmak kabîlindendir. Yoksa hakîkî ittihad değildir.
Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi - Makasıd-ı Aliyye fi Şerhi't-Taiyye - İsmail Rusuhi Ankaravi sh.236 - 2007