28 Temmuz 2010 Çarşamba

BİR HORASAN ERENİ: ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI


http://lutfibergen.blogcu.com/bir-horasan-ereni-abdulbaki-golpinarli/7625231

23/4/2010
BİR HORASAN ERENİ: ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI

Gölpınarlı: "Melâmetilik ideolojidir!"


Asıl adı Mustafa İzzet Bâki olan Abdülbâki Gölpınarlı, 12 Ocak 1900 yılında İstanbul’da doğdu. Mevlevî Ahmed Agâh Efendi ‘nin oğlu idi; bu sebepten olsa gerek, küçük yaştan itibaren tekke kültürü içinde büyüdü. Eğitimi babasının vefatı nedeniyle yarım kaldı. Maişet gereği bir süre İstanbul’dan ayrılmaya mecbur oldu.

Öğretmenlik yaptı. İstanbul’a dönüşü 1922’dedir. Önce Erkek Muallim Mektebi’ ni, ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Tez konusu “Melâmîlik ve Melâmîler”i, Köprülüzade Mehmet Fuad Bey’in nezaretinde hazırladı. Değişik şehirlerde lise edebiyat öğretmenliği yaptı. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Farsça okutmanı oldu. Hem İstanbul Üniversitesi’nde hem de Ankara Üniversitesi’nde ‘İslam–Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı’ dersleri verdi. Mevlânâ, Fuzulî, Yûnus Emre üzerine eserleri varsa da Türk tasavvuf ve düşünce hayatında asıl dikkat çeken eseri, hâlâ aşılamamış bir mehaz sayılan Melâmîlik ve Melâmîler (1931) idi. Yine 100 Soruda Tasavvuf (1969) kitabında ‘melâmîlik’ hakkında önemli bilgiler verdi. Mevlevîlik silsilesine intisâbı nedeniyle ‘Mevlânâ’ düşüncesi ve ritüelleri hususunda birinci elden bilgiler devşirdi.

Gölpınarlı neyi temsil ediyordu?

Abdülbâki Gölpınarlı, Türkiye’deki İslamcılık düşüncesinin Abduh-Efgani etkisi altında siyaset eden ekolünün ihmal ettiği bir alanın, Osmanlı sufiliğinin temsilcisidir. Sözkonusu İslamcılık düşüncesi mensupları, ‘Kur’an’a dönüş’ fikri etrafında, Osmanlı’nın Batı karşısındaki göreceli yenilgisini içtimaî hayatta etkili olan sufi telakkilere bağlamaktadır. Bu nedenle gerek İttihad-Terakki’yi yetiştiren ve gerekse Cumhuriyet ideolojisini kuran kadroların ‘İslam akılcılığı’ fikri ile geliştirdikleri tutumlar, tasavvufun varlık alanına müdahale ile sonuçlanmıştır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile ilgili 30 Kasım 1925 tarihli kanundan çok daha önce de ‘devlet’, tekke karşısında mütereddit idi. Melâmî düşüncenin bir çok sufi anlayışı etkilediği ya da Türk sufiliğinin ‘Horasanî’ karakterinin, nihayette devletten bağımsız bir iktisadî hayat tarzı kurduğu düşünülürse, sufi hayata dair merkezî yönetimlerden gelen tazyikin sebebleri hakkında vuzûh bulmuş bir bakışa kavuşulabilir.

Tarihe ârifâne bir bakış

Anadolu’nun İslamlaşması’ndan İstanbul’un Fethi’ne kadar geçen süreçte, yarı göçebe, yer yer mistik ama mutlaka fütüvvet anlayışı ile beslenmiş sufi aktörler vardı. II. Bâyezid zamanında (ö.1512) -ki bu devir Anadolu’ya kapitalistlerin geliş zamanıdır- Türk sufiliği üzerinde siyaset değişikliği olmuştur.

Devlet, Anadolu ticaretini kontrol eden ‘ahi’ dirlik ve düzeninin çökmesine yol açan ekonomik kararlar alırken diğer yandan da halkın irfanî hikmetle irtibatını sağlayan sufi önderleri kendi denetimine almak yolunda politikalar uygulamıştır. Bununla beraber II.Bâyezid ile Cem Sultan arasındaki mücadelede Bâyezid’ın Horasan sufiliğinin desteği ile iktidara geçtiği muhakkaktır. Halvetî, Bayramî ve Nakşibendî müesseseler, Bâyezid’ın saltanatı vesilesiyle İstanbul’un kültür hayatına katılabilmişlerdir. Halvetî-Bayramî ekollerin sentezi olan Celvetiye’yi de, İstanbul’un kültür hayatını oluşturan müesseselerden saymak gerekir. Bununla beraber Osmanlı’nın, Şii Safevi devletiyle olan savaşımınında da, fütüvvet kaynaklı dergahlara yakın durmasının rol oynadığı düşünülmelidir.

Gölpınarlı, Osmanlı’da görülen bu siyaset değişikliğini keşfetmiş bir arifti: “Tasavvufun, Fütüvvet ehliyle halka indiğini anlatmıştık. Alevilerle de halka mal olmuştur; hattâ Mevlevîlerin sofu (sufi) dervişleri dedikleri Esmâcılar, yani Tanrı adlarını zikrederek gerçeğe ulaşma yolunu tutanlarla da halkı kavramıştır. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki Fütüvvet erbabında da, Alevîlerde de, Esmâ'cılarda da halkın tasavvufu, bir törenler tümüne inanmak, geleneklere bağlanmak gibi şeylere münhasır kalmış, asıl tasavvufî esaslar, tasavvuf umdeleri, bu tören ve gelenek halîtası içinde erimiş gitmiştir.

Hamzaviler neyin nesiydi?

Fütüvvetin Safevi propagandacısı hâline gelmesi üzerine devlet, bu teşkilâta el atmış; bundan yalnız Hamzavîler kendilerini kurtarmışlar, Peştemalcılar 1908 yılına dek dayanabilmişlerdir. Fakat devletin birbiri üstüne şiddetli tenkilleri, imha hareketleri sonucunda sayısız kurban verdikleri halde kuvvetini yitirmeyen ve Hamzavîler tarafından temsil edilen Fütüvvet, sonunda, fabrikasyon karşısında eriyip gitmiştir. Alevilerse, daima köylerde ve gizli bir zümre hâlinde kalmışlar; aleyhlerindeki hareketler bunları yıpratamamış, içlerine gömülü inançlarıyla kalabilmişlerdir.

Mevlânâ'nın çevresinde toplanan Ahiler, Fütüvvet erbabı esnaf ve sanatkârlar, Mevlânâ'dan sonra, onun düşüncelerini köylere kadar yaymışlar; Alevi köyleri gibi Mevlevî köyleri meydana gelmiş, fakat asıl ‘çelebilik’ makamı ve o makama bağlı aydınlar, vakıfla beslenen tekkelerde toplanan elit zümreyi kavramış, yüksek bir müzik ve gerçekten köklü bir bilgi ve edebiyatla beslenen bu zümre kudret kazandıkça Mevlevîlik, köylerden şehirlere, halktan aydın zümreye geçmiştir” (Gölpınarlı , 100 Soruda Tasavvuf, soru 77’den). Bu çerçevede Türk modernleşme tarihinde, toplumsal bilinçaltının sufi oluşumları tasfiye etmesinde, Anadolu’da pek de denetim kabul etmez şekilde ‘geçim ahlâkı’ kuran ve din-sufizm zihniyeti ile şekillenen ‘direnişçi-cemaatçi kanaat’ yaklaşımlarını temel almak gerekir. Son dönem Osmanlı aydınıyla Cumhuriyet dönemi boyunca seçkinleşmiş entelektüel modeller, ‘sanayileşme’ siyaseti ile meşk usulünden gelen kadim bilgiyi ya da ‘Türk gelenekçiliğini’ rakip bir zihniyete tahavvül etmiştir: “Feta-Ahi’nin Türk – İslam toplumunda oynadığı psiko-sosyal ve sosyo-ekonomik roller, kapital ve onu temsil edenlere karşı bir tavır içinde gelişmiştir.” (Y. N. Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, 1999:240)


(+)
Melâmet bir ideolojidir!’

Abdulbâki Gölpınarlı, belki ilk defa melâmetîliğin bir ‘ideoloji’ olduğunu fark eden münevver olarak temayüz etti. Ancak İslamcılığın, ‘tasavvuf’ bahsine karşı geliştirdiği menfi tavırlar, bu ‘ideolojinin’ marksizme ve batı düşüncelerine alternatif olarak kavranmasına izin vermedi. Şöyle yazar: “Melâmet bir ideolojidir; tâbir caizse bir teoridir.”(Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf, 65.soru) Buna rağmen, 70’li yıllar boyunca Anadolu toprak sistemi hakkında pek az kişiyi etkileyebildi. Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’den başka O’nun fikirlerine kulak veren aydın ilgisi gelişmedi. İslamcılar, İslam’da ekonomik doktrin olduğu iddiasındadırlar, ama ellerinde model yoktu. Marksistlerin ise başlıca dertleri, batılı sanayileşme paradigmasını sürdürerek Türkiye’de topraktan çözülmüş proleteryayı oluşturmak idi. Gölpınarlı’nın eşsiz ‘fütüvvet’ çalışmalarından en çok İslamcı aydınlar istifade edebilecekken, o günkü konjonktürde ‘fazla sosyalist öğeler’ içeren fütüvvet–ahilik ve melâmetîlik çalışmaları dikkatten kaçmış oldu.

"Fark" mı?

İslamcı düşünürler İslam iktisadının, a) şahsi mülkiyet, b) şahsi teşebbüs (ticaret), c) faizin reddi, d) kapitalizmin kurumlarının (bankanın) reddi, e) zekat, f) İslam ortak parası-kambiyo sistemi-ortak pazarı gibi maddelerin hayata geçmesi ile oluşabileceği kanaatindedirler. (Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Diriliş, 1985:59-60) Tam tersine, Gölpınarlı bir farktan bahseder:” (… ) Fark, fütüvvetçilerin, esnafı ve sanat erbabıyla zenaat ehlini teşkilâtlandırmalarıdır. (…) Onları tasavvufçulardan ayıran nokta, zaviyede oturup riyazetle, zikirle uğraşmayı, vakıf malını yemeyi hoş görmeyip; herkesin, mutlaka bir iş, bir sanat sahibi olmasını, çalışmasını, elinin emeğiyle geçinmesini temel bilmeleri ve ihvan, yani kardeşler arasında çok geniş bir yardımlaşmayı sağlamalarıdır. (…) Sanata giren, mutlaka fütüvvet yoluna da girer.

Her işte bir çıraklık devresi vardır. Çırağın usta olup dükkân açabilmesi, kendi başına o işi yürütmesi, muayyen devreyi bitirmesine, ustasının ve o işin şeyhinin müsaadesine bağlıdır. Çıraklık müddetince ustasına, işine bağlı olduğu gibi aldığı gündelikten, haftalıktan muayyen bir kısmını mutlaka loncaya yatırmak zorundadır. Çıraklık devresi en uzun olan sanat, kuyumculuktur. Kuyumcu çırağı, çıraklık ve kalfalık devresinde yirmi yılı doldurup ehliyetini ispat etmedikçe usta olamaz ve dükkân açamaz. Her hangi bir çırak, kalfa yahut usta, fütüvvet yoluna aykırı bir iş yaparsa (bilhassa müşteriyi kandırır, yalan söylerse) mahkemeye verilmez. Sorgusu, Ahi Baba’nın yahut onu temsil eden esnaf şeyhinin bulunduğu mahfelde, ihvanın huzurunda yapılır. Tanıklar dinlenir, kendisi de savunmasını ayaküstü durarak yapar. Ondan sonra ona bir ceza verilir. Ya bir müddet mahfile giremez, sanattan menedilir yahut da ustaysa, dükkânı kapanır.

Papuç meselesi bu kadar önemli mi?

Dükkânı kapanacak kişi, dükkânının önüne getirilir; ihvanın huzurunda dükkân kilitlenir; kilit loncaya bakan kişiye teslim edilir. Adamın da sağ ayağındaki pabuç çıkartılarak, esnaf şeyhi tarafından dükkânının damına atılır. «Pabucu dama atıldı» atasözü bu gelenekten kalmadır. Suç işlemiş kişinin suçunu ancak Ahi Baba bağışlayabilir; tabii bunun için de loncaya bir miktar dünyalık alınır. Melâmetîlikle fütüvveti ayırmaya imkân yoktur. Ancak her Melâmetî olanın fütüvvete girmiş olması, her fütüvvet ehlinin de Melâmetî bulunması düşünülemez. Esasen Melâmetîlik, hicrî VI. (XII), hattâ V. (XI) yüzyıldan itibaren Melâmet esasına dayanan tarikatlar hâline gelmiş; asıl Melâmetîlik, -bu tarikatların temeli de Melâmet olmakla beraber- tarihe mal olmuştur.” Gölpınarlı’ya göre fark, ‘ideoloji’ ve ‘teşkilat’tır. Mistisizm ile esnaf ideolojisi kaynaşmış, siyasi güç olmuştur.



‘Biz ehl-i melâmetiz, serapa şevkiz’

Geçmiş dönem tekke kültürünün gündelik hayatı etkilemesi, bu kültürün iktisadî hayatın içinde muamelelerde bulunmasıyla ilgilidir. Gölpınarlı’nın bildirdiğine göre: “Melâmîyeden Ankaralı Husameddin,ziraatle meşgul olan ve cami yaptıracak derecede servete malik bulunan bir zattı; Bursalı Hasan-ı Kabaduz, isminden de anlaşıldığı vech ile terzilikle müştagildi. İdris Muhtefî, Filibe, Sofya ve Belgrad’a kadar gidip gelerek ve bilahire adamlarını göndererek ticaret eden, bu suretle asrının zenginlerinden madut bulunan bir tacirdi.” (Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, 1992:201) ”Hülasa; melâmet sa’y ü ameli tavsiye ve takdis eder; diğer tarikatlarda olduğu gibi terk’i bir vesile-i vuslat telakki etmez.”(age, 1992:200) Gölpınarlı, Melâmîliğin en çok Mevlevîlikle kaynaştığını, sebebinin de melâmetîlikte riyazat-zikir-ayin gibi şeyler olmamasını gösterir. (age, 1992:205-206) Melâmîliğin, Sarı Abdullah (ö.1660) tarafından başlayan Mevlevîlik üzerindeki etkisi, Yenikapı Mevlevîhanesi’nde Peçevî Ahmed Dede’nin kişiliğinde netleşir ve 19.yy’da kapsamlı bir tasavvuf ekolü olur.

Rıfkı Melul Meriç’in, “Her zerrede meknun u hüveyda şevkiz/ Her türlü tecelliye müheyya şevkiz/ Azade-i külfet-i rüsumuz zira/ Biz ehl-i melâmetiz serapa şevkiz” rubaisindeki ‘melâmet’ neşvedir. Nitekim Hilmi Yavuz bu meselede şöyle yazmıştı: “Burada ‘melâmet’in, o adı taşıyan örgütlenmeye (’tarikat’ demiyorum; ‘Melâmetîlik’in, verili ya da klasik anlamda bir tarikat olmadığı biliniyor çünkü!) değil, bir haz durumuna (şevk) karşılık geldiği, onu işaret ettiği söylenebilir. Bu, Yahya Kemal’in, Fuad Bayramoğlu’na ithaf ettiği rubaisinin, “İksiri içenler ezeli sagarden / Mesti-i melâmetle geçerler serden” dizelerinden de çıkarsanabilir.”(Hilmi Yavuz, Yahya Kemal: Rindlik ve Melâmet (1), 26.04.2006-Zaman Gazetesi)

Üstad Gölpınarlı 25 Ağustos 1982 tarihinde dâr’ul bekâ’ya göç etti. Seyyid Ahmet Deresi Mescidi Kabristanı’nda medfundur. Mevlevîlik çalışmalarını da melâmetîliğin devamı olarak görmek kabildir. Kur’an meali çalışması incelenirse, Kur’an’ın diline ve meramına vâkıf olmak beyanında farklı pencereler açacaktır. O, 21. yüzyılda Türk gelenekçiliğinin ve İslamcılığın başvuracağı mehaz eserlere imza attı. Melâmî meşrep, usûl ve terbiyeye göre yaşadı. Allah rahmet eyleye.


Eserleri: Fuzuli Divanı (1948), Nedim Divanı (1951), Mevlânâ Celaleddin (1951), Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik (1953), Mevlevî Âdap ve Erkânı (1963), Mesnevi Şerhi (1973, 6 cilt), Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli (1958), Alevî, Bektaşî Nefesleri (1963), 100 Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar (1969), 100 Soruda Tasavvuf (1969), Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi (1972), Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri (1977), Şeyh Galip, Hayatı, Sanatı, Şiirleri (1953), Nailî-i Kadim, Hayatı, Sanatı, Şiirleri (1953), Kaygusuz Abdal-Kul Himmet (1953), Nesimî-Usulî-Ruhî (1953), Divan Şiiri (1954-55, 4 kitap), Oniki İmam (1958), Nasreddin Hoca (1961), Yûnus Emre ve Tasavvuf (1961), Yûnus Emre, Risâlat al-Nushiyye ve Divan (1965), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin (1966), Hz. Muhammed ve İslam (1969), Şeyh Galip, Seçmeler (1971), Hurufîlik Metinleri Katalogu (1973), Hayyam ve Rubaileri (1973), Müminlerin Emiri Hz. Ali (1978), Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik (1979) ve ayrıca, Ku’ran çevirisi (Kur’an-ı Kerim ve Meali, 1955).



Lütfi Bergen pasban olmuş bir ejderdir kalem, dedi

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3237

Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (1) ve (2) - Hilmi Yavuz

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=279702

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=281797

Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (1)


Yahya Kemal'in şiirinde 'rindlik' ve 'melamet' konusunda yapılmış bilimsel çalışmalar nedense çok az.

Benim bilebildiğim kadarıyla, kitaplaşmış bir inceleme, Doç. Dr. Mehmet Demirci'nin 'Yahya Kemal ve Mehmet Akif'te Tasavvuf' adlı 1993 yılında yayımlanmış olan etüdüdür.

Doç. Dr. Demirci'nin de belirttiği gibi, Yahya Kemal'in gerek şiirlerinde gerekse yaptığı özel konuşmalarda rindliğe ve Melamiliğe ilişkin birçok işarete rastlamak mümkündür. 'Rindlerin Hayatı', 'Rindlerin Ölümü', 'Rindlerin Akşamı' gibi şiirlerinin yanı sıra, mısralarında 'rind'e ve 'rindlik'e değinen şiirleri de var. Doç. Demirci, Yahya Kemal'de Rind'in, 'şairimizin eski dünyamız içinden çıkardığı özenerek bezemeye çalıştığı bir insan tipi' olduğunu bildirir ve bu konuda Prof. Dr. Mehmet Kaplan'dan şu tanımı da aktarır: 'Rind, eski zamanın bilge kişisidir: Etrafa önem vermeksizin keyfince yaşayan, yarı filozof, yarı derviş, hoş görücü, medeni cesareti olan, telaşsız ve kaygısız insan örneğidir.[...]Rind, hayatın boşluğunu derinden hisseden, fakat yine de sükunetini bozmamaya çalışan, hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insandır.'

Yahya Kemal'in Melamiliğe bakışına ilişkin şiirlerinin de olduğu biliniyor: Bunların içinde en çok bilineni, 'İthaf' şiiridir. 'Maverada Söyleniş'te de Kemalpaşazade'nin fetvasıyla Sultanahmet Meydanı'ndan kafası kılıçla uçurulan Melami Şeyhi (Oğlan Şeyh) İsmail Maşuki'den 'Enelhak şehidi' diye söz eder. Yine o şiirde, İdris-i Muhtefi'ye atıfta bulunur ve bir 'manzum latifesinde' kendisinin 'Baki Efendi [Abdülbaki Gölpınarlı, Rıfkı Melul Meriç ile birlikte 'ikinci devre [Bayrami] Melamilerinden' olduğunu bildirir.

Doç. Demirci, Yahya Kemal'de 'Melamilik'in, duygusal ve akli olmak üzere iki yönlü bir alımlanışla kavrandığını öne sürüyor: Duygularıyla Melamiliğe yakın olmakla birlikte Yahya Kemal, aklıyla uzağında durmak gerektiğini savunur gibidir. Gerçekten de, Tanpınar'ın 'Yahya Kemal' kitabında aktardıklarına bakılırsa üstad, 'Eğer tasavvuf ve melamilik araya girmese idi, tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati olurduk' görüşündedir.

Ben burada, 'rind' ve 'melamet' ilişkisi üzerinde durmak istiyorum. Bunun için de Yahya Kemal'in, 'rind' ile 'melamet'i bir arada kullandığı iki dizeden yola çıkacağım. Bu dizeler, yukarda sözünü ettiğimiz 'İthaf' şiirindedir:

"Tecelligah iken binlerce rinde

Melamet söndü Şark'ın her yerinde."

Burada 'melamet'in, o adı taşıyan örgütlenmeye ('tarikat' demiyorum;- 'Melametilik'in, verili ya da klasik anlamda bir tarikat olmadığı biliniyor çünkü!) değil, bir haz durumuna ('şevk') karşılık geldiği, onu işaret ettiği söylenebilir. Bu, Yahya Kemal'in, Fuad Bayramoğlu'na ithaf ettiği rübaisinin "İksiri içenler ezeli sagarden / Mesti-i melametle geçerler serden" dizelerinden de çıkarsanabilir.

Nitekim, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Rıfkı Melul Meriç'in "Her zerrede meknun u hüveyda şevkiz / Her türlü tecelliye müheyya şevkiz / Azade-i külfet-i rüsumuz zira / Biz ehl-i melametiz serapa şevkiz." rübaisini şerh ederken de burada 'şevk' kelimesi[nin] sofiyane cezbenin verdiği sürur (sevinç, H.Y.) manasına gel[diğini] belirtir, dolayısıyla da 'ehl-i melamet' olmaktan, tepeden tırnağa 'şevk' olmak durumunun anlaşılması gerektiğini ima eder. Prof. Kaplan'ın, hayatın boşluğunu bir hiçlik duygusu olarak yaşayan 'rind'i, bu 'hiçlik duygusuna zevk ve neşe ile karşı koyan insan' olarak tanımlaması, bu bağlamda, 'melamet'in bir 'şevk' ve 'sürur' hali olması ile örtüşür.

(Bu konuya devam edeceğim.)

Yahya Kemal: Rindlik ve Melamet (2)


Yahya Kemal'in 'Melamilik' karşısında, birbiriyle çelişir gibi duran iki farklı tavır sergilediği biliniyor. Geçen haftaki yazımda da belirtmiştim:

Bir yandan Melamiliği, Tasavvufla birlikte, 'tıpkı İngilizler gibi işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati' olmamızı önleyen bir engel olarak görürken, öte yandan Melami neşesini lirik bir coşkuyla yücelten şiirler yazmış olmasını, bu ikili tavrı, nasıl izah edeceğiz?

Öncelikle,Yahya Kemal'in, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde çalışkan insanlar cemaati'nden sözediyor olmasının üzerinde durmak gerekiyor. Yahya Kemal'in, örnek bir yaşam modeli olarak, 'İngilizler'i göstermesi, özellikle dikkate değer. Üstad, burada, neredeyse, Max Weber'in tanımladığı anlamda, riyazetçi (ascetic) bir Kalvinist (Protestan) ahlakını örnek gösterir gibidir. Rahmetli Prof. Dr. Sabri Ülgener hocamızın 'Zihniyet ve Din'inde Max Weber'in 'Wirtschaft und Gesellschaft'ından alıntıladığı gibi, 'Dünya[nın] bütün kusur ve günahları ile beraber, yalnız Batı'da Tanrı buyruğu ile rasyonel bir çalışma ve yaratmanın maddesi (objesi) haline ge[tirilebilmesi]' anlamında 'dünya-içi' ('inner-weltlich') bir riyazet'! Yahya Kemal'in, Tanpınar'a sık sık tekrarladığı, 'tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde, çalışkan insanlar cemaati'nin anlamı budur! Melamilik ve Tasavvuf, Dünya'ya dönük aktif-riyazetçi bir 'meslek ahlakı'nı değil, tam tersine, yine Ülgener Hoca'nın deyişiyle, 'huzur ve selameti hareketsiz, pasif bir teslimiyette ara[yan]', 'kendini iç dünyasının huzuruna kapıp koyvermiş' bir 'Rind'lik anlayışını hakim kılmıştır. Yahya Kemal'in eleştirisini bu bağlamda okumak gerekiyor.

Pek iyi de, Yahya Kemal, bu durumda nasıl oluyor da 'Rind'liği ve 'Melamet'i, şiirlerinde öneçıkarıyor? Hem Tasavvufi ve Melameti bir Rindlik anlayışını, aktif-rasyonel bir riyazetçiliğe imkan tanımadığı gerekçesiyle eleştirmek, hem de, kendisinin 'İkinci Devre Melamiler'den olduğunu söyleyerek rindliği öven şiirler yazmak ne anlama geliyor gerçekten? Doç. Dr. Mehmet Demirci, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi, Yahya Kemal'in aklıyla Melamiliği olumsuzlarken, duygularıyla Melamiliği olumladığını önesürerek, meseleyi akıl/duygu sorunsalı biçiminde yorumluyordu. Ama acaba öyle mi? Bunun için önce Melamilik'e daha yakından bakmak gerekiyor.

Melamilik bir tarikat değildir. Ali Bolat'ın İnsan Yayınları arasında çıkan 'Melametilik' adlı o küçük ama değerli kitabında (Bu arada Bolat'ın, aynı yayınevinden aynı adlı, daha kapsamlı bir büyük çalışmasının da yayımlandığını belirtelim), Melamet fikrinin 'tarikatler üstü bir hüviyetle kabul görmüş ve bir meşrep olarak benimsenmiş' olduğunun söylenebileceğini belirtiyor. Bolat, birçok tarikatta, bu arada Mevlevilikte de, 'rind meşrep eğilim'in, özellikle Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi ve daha sonra Konya Dergahı'na postnişin olan Divane Mehmet Çelebi döneminde aşırı bir kerteye vardığını da bildiriyor o kitabında;- Ulu Arif Çelebi'nin, 'şer'i kurallara uymayan' biri olduğunu da vurgulamayı ihmal etmeden! Demek ki, Melamet, iki anlamda kullanılmaktadır: Biri, belirli bir tasavvufi cemaat anlayışına (-ki, Yahya Kemal'in eleştirdiği, kanımca, budur!), öteki ise, herhangi bir tarikate atıfta bulunmaksızın, tamamiyle tarikatler üstü, rindce bir 'meşrep'e gönderme yapan yaklaşım!

Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken hocamızın, geçen hafta da değindiğim gibi, Rıfkı Melul Meriç'in bir rübaisini şerh ederken söyledikleri, melametin, örgütlenme (cemaat) biçimine değil, rindçe bir 'meşrep'e karşılık geldiğini gösterir. Meriç'in, 'Biz ehl-i melametiz, serapa şevkiz' dizesini şerh ederken şunları yazıyor Ülken: "Melamet derecesine yükselen insan, her türlü merasim külfetinden sıyrılır; [...] şeriat emirlerinin ve içtimai mevzuatın (toplumsal kuralların H.Y.) üstüne yükselir." Melamet ehli, bu dizede belirtildiği gibi, 'serapa şevk'tir artık...

Öyleyse görülüyor: Yahya Kemal'de bir çelişki ya da akıl/duygu sorunsalı yoktur: Üstad, 'Melamilik' ve 'Melamet'i, birbirinden farklı, iki ayrı anlamda kullanmaktadır: İlkini 'cemaat', ötekini ise, sadece o 'cemaat'e atfedilmesi mümkün olmayan rindane 'meşrep' anlamında...


03 Mayıs 2006, Çarşamba

27 Temmuz 2010 Salı

Hafız-ı Şirazi

ÜZÜLME



"Kaybolan Yusuf döner gelir Kenan'a;

Üzülme.

Bir gün döner hüzünler kulübesi gül bahçesine;

Üzülme.





Ey gamlı gönül;

İyileşirsin nasıl olsa.

Getirme aklına kötü şeyler.

Bu perişan başın da gelir hale yola,

Üzülme.





Ey güzel sesli bülbül;

devam edersen çimen tahtında kalmaya,

yine başına çiçekten güneşlik takarsın;

Üzülme.





Şu kısa ömrümüzde felek

dönmezse bir iki gün muradımızca,

gerçekleşmezse arzularımız,

devam etmez ya bu hep böyle;

üzülme.



Umutsuzluğa kapılırım deme!

Gayb âleminin sırlarını bilmiyorsun çünkü.

Perde arkasında,

nice gizli oyunlar var.

Üzülme.



Hey gönül;

söküp götürse de yokluk seli varlığımızı,

Üzülme.

Nuh gibi kaptanın var;

Üzülme.







Batarsa deve dikenleri her yanına

Giderken Kâbe yolunda

Üzülme.







Olsa da konak yerleri tehlikeli,

Olsa da menzilin uzak,

bitmeyen yol yok,

Üzülme.







Bir yanda dosttan ayrılığın acısı,

Bir yanda rakîbin rahatsız edişleri.

Biliyor bunların tümünü

halleri değiştiren Tanrı.

Üzülme.





Ey Hâfız,

Düşmüyorsa dilinden dua, Kur'ân,

Çekilmişken fakr köşesine, halvete,

gerçekleşecek arzuların;

Üzülme,

üzülme,

üzülme.





NE OLDU?



Kimsede dostluk ve arkadaşlık göremiyorum.

Dostlara ne oldu?

Ne zaman bitti sevgi?

Dostlara ne oldu?

Âbıhayat karardı.

Ayağı uğurlu Hızır nerede?

Yitirdi rengini gül;

bahar rüzgarlarına ne oldu?

Kimse demiyor,

dostluğun da var bir hakkı hukuku.

Ne geldi haktanırların başına?

Dostlara ne oldu?

Dostların şehriydi bu diyar,

sevgililerin toprağı.

Sevgi nasıl bitti?

Şehriyarlara ne oldu?

Yıllar var ki;

Mürüvvet madeninde lâl çıkmaz.

Güneşin parlamasına,

Rüzgarın, yağmurun gayretine ne oldu?

Başarı ve yücelik topunu ortaya atmışlar.

Yok meydana çıkan kimse.

Peki,

atlılara ne oldu?



Yüz binlerce çiçek açmış ama

duyulmuyor kuş sesi.

Bülbüllerin başına ne geldi?

Hezârân'a ne oldu?

Zühre güzel bir saz çalmıyor.

Udu mu yandı yoksa?

Kimsede sarhoşluk zevki yok.

Mey içenlere ne oldu?

Hâfız,

ilahî sırları kimse bilemez;

sus,

konuşma.

Kime soracaksın :

Feleğin dönüşüne ne oldu?



NERDE?



Seher yeli,

yarin yurdu nerde?

Aşk katili,

ayyar,

ay yüzlü dilberin yurdu nerde?

Gece karanlık,

Önümde güven vadisinin yolu.

Nerde Tûr ateşi?

Görüşme vaatleri nerde?

Kim geldiyse dünyaya

bir haraplık izi var üstünde.

Söyleyin bana:

harabatta,

aklı başında,

biri

nerde?

Beşaret ehli olan

bilir işareti.

Söylenecek neler var neler

de

sır mahremi nerde?

Her zerrenin bin türlü hesabı var seninle.

Biz nerdeyiz,

kınayıcı,

aylak herif nerde!

Sorun bir kıvrım kıvrım saçlarına

Gamlı,

başı dönmüş,

müptela

gönlüm nerde?

Divaneye döndü aklım

Mis gibi kokan

zincir zincir saçlar nerde?

Gönül terketti bizi,

çekildi bir köşeye.

Sevgilimin kaşı nerde?

Saki hazır,

mutrib hazır,

mey hazır

amma

Yarsiz olmaz eğlence;

yar nerde?

Hafız;

kırılıverme felek çimenliğinde

hazan rüzgarıyla öyle.

Makul bir şey düşün sen de;

Dikensiz

gül

nerde?



VAR


Güzel değildir o ki

uzun saçı,

ince beli var.

Kul ol o parlak yüze ki

ayrı bir havası var.

Hurinin,

perinin hoş tarzı var

amma

Güzellik

ve

letafet dedin mi,

filanda var.

Bak gözbebeğime ey güleç gül,

anla beni.

Seni umut edip akan

ne hoş gözyaşlarım var.

Güzellikte kim geçecekmiş seni?

Güneş orada binmiyor ata,

elinde dizgin mi var?

Kabul ettin ya sen

yüreğe işledi sözlerim.

Evet,

evet,

aşk sözünün de bir işareti var.

Okçuluk sanatında keman kaşın

geride bıraktı her yay tutanı.

Aşk yolunda olmadı gerçekten kimse sırdaş.

Herkesin kendince bir zannı var.

Harabat sakinlerine söz etme kerametten.

Her sözün bir vakti,

her nüktenin bir mekanı var.

Akıllı kuş kurmaz her çimende otağın.

Her baharın ardında bir de hazan var.

Hey iddiacı,

satma esprini Hafız'a.

Kalemimizin de bir dili,

bir beyanı var.



ŞARABIN TERANESİ



Dedi lâl rengi saf şarap kadehe

Dört yerde dört cevherim hep ben

Asmada zümrüdüm, şişede akik

Küpte Süheylim, kadehte güneş

Kim demiş bana haram; içerken beni

Doğumda helalzade, olur haram?



MEYHANE YOLU



Olursam sarhoşluk yüzünden helak,

Sarhoşların töresiyle atın üstüme toprak.

Asma tahtasından yapın tabutumu,

Meyhane yolunda verin toprağa beni.

Meyhane suyuyla gasledin beni,

Sonra bir sarhoşun omzuna koyun beni.

Dökmeyin mezarıma şaraptan başka.

Getirmeyin matemime rebaptan başka.

Ancak şartım var: Ölünce ben

İnlesin mutlak mutrib ile çengzen.

Hey Hafız, kaldırma başını sarhoşluktan,

İstemez çünkü sultan vergiyi haraptan.



EMEL KASRI



Gel haydi,

Emel kasrının temeli çok gevşek.

Şarap getir, şarap;

Ömrün temeli hava üstünde.

Kölesiyim ben onun himmetinin,

ne varsa şu gökkubbe altında,

özgür her şeyden.

Ne diyeyim sana bilmem ki,

Sarhoştum dün gece meyhanede,

bulut gibi;

Bilir misin,

ne müjdeler verdi bana

gayb aleminin meleği?

Ey gökyüzünün sidresinde oturan,

yüce görüşlü,

şahbaz doğan!

Değil senin otağın şu mihnetler ülkesi.

Safir çalıyorlar sana

ta arş şerefesinden.

Bilmem

neler geldi şu tuzakta başına?

Bir öğütüm var sana;

dinle

ve uygula

olur mu?

Öğrendim bu sözü ben tarikat pîrimden.

Çekme dünyanın gamını;

Çıkarma öğütümü aklından

aman.

Bu aşk iksirini öğrendim bir yoldaşımdan.

Oluver razı verilene;

Çözüver alnındaki şu düğümleri;

Açılmadı çünkü seçme kapısı

ne bana

ne sana.

Sözünde durmakmış:

Arama sakın temeli gevşek şu dünyada.

Bilmez misin ki dünyanın

bin damada

gelin olduğunu?

Vefa izi görülmüyor gülün tebessümünde.

İnle benim aşık bülbülüm inle;

zamanıdır feryadın.

Behey şair bozuntusu!

Ne kıskanırsın Hafız'ı?

Kazanmıştır gönülleri;

Allah vergisi sözleri.



GELİR



Kapımdan girerse o kutsal kuş,

geçen ömrüm

şu ihtiyarlıkta geri gelir.

Yağmur misali dökülüyor gözyaşlarım.

Umutluyum yine;

Gözümde kaybolan devlet nuru geri gelir.

Başımın tacıydı ayağının toprağı.

Dilerim Tanrı'dan,

yine başıma konar gelir.

Gideceğim ardından aziz yârânımla.

Dönemezsem ben geri,

nasıl olsa

haberim gelir.

Canımı feda etmezsen sevgilimin kademine

bu can ne işime gelir?

Devlet kösünü çalarım saadet damından

Ne zaman ki görürüm

hilalim sefere çıkmış gelir.

Mani oluyor çengin sesi,

tatlı sabah uykusu.

Bilirim;

Bir duysa seher vakti çektiğim âhı,

mutlak döner gelir.

Hafız,

Hasretim ay yüzlü şahımın yanağına.

Himmet edersen sen,

selametle

kapıdan

girer

gelir.



SORMA



Bir aşk derdi çekmişim ki sorma.

Her ayrılığı tatmışım;

hiç sorma.

Dolaşmışım dünyayı amma

bir dilber seçmişim ki sorma.

Kapısının toprağı olma hevesiyle

ne yaşlar akar gözümden;

sorma.

Dün gece

onun ağzından

ne sözler işittim

ne sözler

ki sorma.

Neden sus işareti yapıp durursun bana?

Öyle bir lâl dudak öpmüşüm ki

sorma.

Sen yokken,

fakirhanemde ne acılar çektim,

hiç sorma.

Aşk yolunda

garip Hafız gibi

öyle bir makama gelmişim ki

sorma.



ZÜHRE'NİN ŞARKISI



Ey sabâ,

lutfedip söyle şu güzel ceylana.

Sen düşürdün bizi çöllere, dağlara.

Ömrü uzun olsun,

şekerci

neden arayıp sormaz

şeken çiğneyen papağanı?

Ey gül,

güzellik gururu mu izin vermedi yoksa

aramazsın arkasını şeyda bülbülün?

Gönül erleri avlanır iyi huyla

lutufla

Yakalanmaz bilge kuş kapanla

tuzakla.

Nedendir bilmem

yok aşinalık havası

servi boylu

kara gözlü

ay yüzlü dilberlerde.

Oturup sevdiğinle, içersen badeyi

Hatırlayıver kısmetsiz muhipleri.

Bulunamaz kusur yarin cemaline şundan başka:

Sevgi ile vefa olmaz güzel yüzde.

Şaşmayın hiç

Hafız'ın sözüyle

raksettirirse İsa'yı

Zühre'nin şarkısı

gökyüzünde.



GÖNÜL MURADI



O Şirazlı güzel verirse muradımı

Bağışlarım siyah benine hem Buhara'yı

hem Semerkand'ı.

Ver saki ölümsüzlük şarabını.

Bulamazsın çünkü Cennette

Gulgeşt-i Musallâ'yı,

Ruknâbâd kenarını.

El’aman şehre fitne salan,

tatlı dilli dilberlerden!

Yağma sofrasına döndü gönlüm;

Gitti ah, gitti elden!

Eksik aşkımızdan müstağnidir yârin cemali.

Boyaya,

bene,

makyaja olur mu güzel yüzün haceti?

Anladım ben günden güne artan güzellikten

- hani Yusuf'da vardı -

İsmet perdesinden çıkarır aşk Züleyha'yı.

Küfür etsen,

yollasan lanet,

dua ederim yine sana.

Yakışır acı sözler zira o tatlı lâl dudaklara.

Kulak ver öğütüme canım benim.

Candan sever mesut gençler

bilge pîrin öğütünü.

Mutribden, meyden söz et;

Arayıp durma evrenin sırrını.

Çözmedi;

çözemez kimse hikmetle bu bilmeceyi.

Eh Hafız;

bir gazel söyledin ki

inciler deldin.

Gel, oku güzel güzel ki,

Saçsın felek şiirine Süreyya incilerini.



DEDİM



Dedim: Çekiyorum gamını;

Dedi: Geçer gider gamın.

Dedim: Ol benim mâhım.

Dedi: Dur bakalım.

Dedim: Müşfiklerden vefa öğren.

Dedi: Pek az görülür güzellerde.

Dedim: Kapatayım bakış yolunu hayaline.

Dedi: Hırsızdır; gelir başka yoldan.

Dedim: Zülüflerinin kokusu gümrah etti alemde beni.

Dedi: Bir bilsen, o da rehber olur sana.

Dedim: Ne güzel bir hava!

Sabah yeliyle geliyor.

Dedi: Serin bir meltem;

Dilber yurdundan geliyor.

Dedim: Öldürdü bizi lal dudakların.

Dedi: Kul olmaya bak;

gözetir o kullarını.

Dedim: Söyleme kimseye, yaklaşıyor vakti.

Dedim: Gördün mü, nasıl geçti işret zamanı!

Dedi: Sus Hafız; bu keder de geçer!



SABIR



Kalk saki;

sunkadehi.

Toprak yağdır kederlerin başına.

Avucuma koy mey kadehini

ki çıkarayım üstümden şu mavi cübbeyi.

Akıl sahiplerince hiç de hoş değil,

ayıptır amma

İstemeyiz biz ne arı,

ne adı.

Ver şu badeyi,

nedir bu gurur,

bu çalım?

Taş yağsın şu itaatsiz nefsin başına!

İnleyen göğsümün ateşi, âhı

yaktı tüm hamervahları.

Görmüyorum kimseyi ne has kişilerden

ne avamdan

şeyda gönlüme sırdaş.

Öyle bir sevgiliyleyim,

rahat yüreğim

ki kalmadı birden gönül huzurum.

Bakmaz bir daha çimenlikteki selviye

Kimin ilişirse gözü gümüş bedenli selviye.

Sabret Hafız gecenin, gündüzün zorluğuna.

Nasıl olsa ereceksin bir gün muradına

22 Temmuz 2010 Perşembe

Müslüman Saati - Ahmet Haşim

Müslüman Saati - Ahmet Haşim
Mart 4, 2010

Gurebâhâne-i Laklakan, haz. Mehmet Kaplan, MEB Devlet Kitapları, 1000 Temel Eser, no: 17, İstanbul 1969.

İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”den kastınız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.
Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an’aneden hayat alanı bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı.

Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saati alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı.
Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kutsî saatiydi.
Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler.
Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu, müslümanın eski mes’ut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü.
Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki”, solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıztırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir saati, müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neş’e ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.
Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânayı veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır.
Bütün mâbedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.
Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

BÜTÜN MÂBEDLER İÇİNDE GÜNEŞTEN İLK IŞIK ALAN CAMİDİR.

ŞİMDİ HEYHAT, ESKİ “SAAT”LE BERABER AKŞAM DA FECİR DE BİTTİ. BİRÇOKLARIMIZ İÇİN FECİR, ARTIK GECEDİR.

http://www.kuranihayat.com/content/m%C3%BCsl%C3%BCman-saati-ahmet-ha%C5%9Fim

13 Temmuz 2010 Salı

Sevgi Sırrı

Sevgi, insanın en ince ve hassas vicdan hislerinin meydana getirdiği, merhamet ve şefkat duygularının bir eseridir. Vicdan hükmü kalpteki iyi ve kötü bütün varlığı yakarak silip atmış ve orasını ayna gibi tertemiz bir hale getirmiş olduğundan, Cenab-ı Hak o kalbe, tecelli tahtını kurmuştur. Böylece bütün benliği Hak sevgisi kaplamış ve o kimse artık, sevgiden ibaret olmuştur. Artık o her şeyi, her şey de onu sever olmuştur.

Bu nedenle o kimse, Cenab-ı Hakkın dostluk, intibak ve esenlik sıfatları ile sıfatlanıp, haslar (seçkinler) zümresine girmiştir. Artık o insanın her iki dünyada da yeri cennet, makamı ise, sefa ve dostluktur.

İslamiyet, sekiz esasa dayalıdır. Bunlara “sekiz cennet kapısı” denir. Ayrıca divanlarda, “sekiz uçmak” diye de anılır:



1. Merhamet ve şefkat, 5. Sabretmek,
2. Doğruluk, 6. Sır tutmak,
3. Sadakat, 7. Fakirliğini ve acizliğini bilmek,
4. Cömertlik, 8. Rabbine şükretmek.

İşte bunlar olmadan, her iki dünyada da huzur, mutluluk ve cennet olmaz.

Bu güzel huylarla huylanan ve benliğine maleden bir insan, gereği gibi bir müslüman ve Resulüne layık bir insan demektir. Çünkü bu güzel huy ve ahlâklar, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) ait güzel huy ve sıfatlardır. Ve keza ondan da ailesine, evladına ve ashabına tecelli ederek, İslamiyet’in temel unsuru haline gelmiştir. Kur’an, böyle beyan ve ilan etmektedir.

Bunun için de İslamiyet, kelime-i şehadet’le camide cennet aramaktan ibaret değildir. Bunlardan biri eksik olursa insan, gerçek müslüman sayılmaz. Çünkü Allah’ın vahyindeki sırların sağlamlığı, bunlarla ayakta durur. Bunun için de hayatın devamı, huzur ve mutluluğu, bu esaslara bağlıdır. İnsan, yaşamında daima iyiye, güzele ve doğruya dayalı olmalıdır. Ölümsüzlük ve ebedilik, bu gerçeklerle mümkündür.

İşte bu yüzdendir ki, yukarıdaki esaslar, insanlığın ve Hak yolcularının elinde daima bir ışık ve bir meşale olmuştur. İnsan nasıl ki karanlıkta önünü göremez ve yol alamazsa, aynı şekilde Yaratan’ına da varamaz. Cenab-ı Hak, “Işık olun, Bana gelin, sırrıma erin” diye bizlere hitabediyor ve bizleri diliyor. İşte bu hitabın anlamını o yüce Peygamber, Mirac yaparak bizlere anlatmak istemiştir. Şu halde bu hakikat ışıkları olmadan bu cehaletin karanlığında, Rabbimize nasıl yol bulup onun rızasına layık olacağız? Demek oluyor ki gerek şeriatta, gerek tarikatta ve gerekse hakikatta olsun, değerli olan bu güzel huy ve sıfatlardır.

Bir insan ister peygamber, isterse velî olsun, bu gerçeklere sahip olmadan Rabbine layık olamaz. Çünkü 100 Suhuf ve 4 Kitab’ın sırrı budur. İnsanlığa ve beşerî vicdanlara hayat kaynağı olan, neşe, huzur ve mutluluk bahşeden, bu sekiz esastır.

Dünyada ne kadar güzel huy ve ahlâk varsa, hepsi bunların içindedir. Bu nedenle bunlara, “sekiz cennet kapısı” denmiştir. Bunlara sahip olanlar, zaten bu alemdeyken cennet hayatı sürerler.

Yedi tamuya gelince: Bu cehennem kapılarını açan huylar da şunlardır:

1. Gurur, 3. Kıskançlık, 5. Dedikodu 7. Öfke
2. Hırs, 4. Bölücülük 6. Şehvet

İşte dünyada ne kadar kötü huy ve ahlâk varsa, onlar da bunların içindedir. Onun için her kim iyiyi, güzeli ve gerçeği kabul etmezse, kişiliği ne olursa olsun ve ne kadar suret-i haktan görünürse görünsün, onun gönlünde bunlar yatıyor demektir. İsterse başı secdeden kalkmasın, hiç bir önemi yoktur. Gerek insanlık ve gerekse İslamiyet, gerçeklere dayanmakla olur. Keyfine göre hareket edip benliğe kapılarak, riya, gösteriş ve desinler diye İslamiyet olmaz. O takdirde yedi tamunun gurur ve isyan kapılarını, insan kendisine açmış olur.

İlk satırda görüldüğü gibi;

Kişi eğer şaşı bakmaktan bu dünyayı esas alan görüşünden kurtulursa Vicdan sahibi olur. Vicdan hükmü ise kalpta iyi ve kötü her varlığı yakar ve böyle bir kalbe de Cenabı Hakk yerleşirse artık o kalb her şeyi herşeyde o kalbin sahibini sever. Kişi eğer yaşamı boyunca yukarıdaki gibi bir kalbe sahip olup Hakk o kalbe tecelli etmezse o zaman kişi yukarıdaki yazının ilk satırından sonrasına talip olur. İşte o zaman o kalb sahibine de iyilikler yapıyorsa cennette, kötülükler yapıyorsa da cehennemde yaşamak düşer.

Sevgi ile kalın.