16.01.2011 - 07:30
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerindeki tartışmalar, giderek Kanunî-Mustafa Kemal ikilisine kayıyor. Bu durumda Mustafa Kemal’in, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılı” ve Kanunî üzerindeki görüşlerini hatırlatmak ilgi çekici olabilir.
Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasını (o tarihteki kimliğiyle) Başkumandan Gazi Mustafa Kemal yapıyor ve bir Osmanlı eleştirisi yapıyor. Gündüz Ökçün’ün yayımladığı (Türkiye İktisat Kongresi, Ankara, SBF, 1971) Kongre belgelerinden (birkaç ifadeyi bugünkü Türkçeye dönüştürerek) aktarıyorum:
“Osmanlı tarihinde bütün gayretler, milletin… gerçek ihtiyaçlarını değil,… kudretli ve azametli padişahlar[ın]… dış siyasetlerine [ait]… ihtiraslarını karşılamak [için] harcanmıştır. Mesela Fatih İstanbul’u zaptettikten,… yani Selçukî Saltanatı ile Şarkî Roma İmparatorluğu’na tevarüs ettikten sonra, Garbî Roma İmoparatorluğu’na da konmak istedi… Bütün milleti bu hedefe doğru sevk etti. Mesela Yavuz Selim, …Asya İmparatorluğunu birleştirerek bütün bir İslam ittihadı meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman bütün Akdeniz’i bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı.”
“Millet kendi …yurdunda hayatını sürdürmek için uğraşmaktan engellenerek diyar diyar dolaştırılıyorken;… fatihler… kılıçla fütuhat yaparken, zaptolunan ülkelerin ahalisi kazandıkları imtiyazlarla sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler, kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara… terk-i mevki etmeğe mahkûmdu. Bu hakikat tarihin her devrinde aynen vâkidir. Mesela Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girdi;… sonunda saban kılıca galip gelerek İngilizler Kanada’ya sahip oldular… Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber sabanın önünde mağlup olup ricate başladıktan sonra, felâketlerin büyüğü başladı.”
Mustafa Kemal’in “unsur-u aslî” (aslî unsur) terimiyle Osmanlı toplumunun ana öğesini oluşturan Anadolu halkını kastettiği açıktır.
***
Konuşmanın yapıldığı tarih ilgi çekicidir. İzmir’in kurtuluşundan beş ay sonra, Lozan Görüşmeleri’ne ara verildiği günlerdeyiz ve Cumhuriyet’in ilanının sekiz ay öncesindeyiz.
Konuşmanın yapıldığı ortam da ilgi çekicidir. İzmir Kongresi “meslekî temsil” ilkesine göre toplanmıştır. Tüccar, çiftçi, sanayici (esnaf-zanaatkâr), amele temsilcilerinden oluşan 1000’i aşkın insan Kongre’ye gelmiştir. Bu atmosferi, Mustafa Kemal’den sonra Kongre’ye hitap eden zamanın İktisat Vekili’nin ifadeleri yansıtıyor:
“Güzel Türkiye’nin ameleleri, sanatkârları, çiftçileri ve tacirleri hoş geldiniz. Hür ve müstakil güzel yurdun yorulmaz, cesur emekçileri; hayatını dişleriyle tırnaklarıyla kazanan ve şimdi hürriyet ve istiklal yolunda şehit düşen yavrularının nerelerde gömülüp kaldığını bilmeyen, bir kırık mezar taşı başında Fatiha okuyabilmek imkânını bile bulamayan çilekeş Türk hanımları hoş geldiniz. Amele hanımlar hoş geldiniz.”
İstanbul işçi temsilcilerinin çoğunlukla İstanbul Tüccar Birliği’nce belirlendiğini biliyoruz; ama, bu uygulama genelleştirilemez. Örneğin Kongre arifesinde yer alan bir gazete haberine göre “İzmir’de muhtelif kurumlarda çalışan kadın amele tarafından kongreye Hayriye, Elif, Emine, Şefika, Münire ve Nigar Hanımlar aday olarak seçilmiştir.” Anlaşılan, İktisat Vekili’nin “hoş geldiniz” diye karşıladığı “amele hanımlar” ifadesi göstermelik değildir.
***
Bu kritik tarihte ve bu ortamda Mustafa Kemal Kongre’ye hitap ederken stratejik hedefini de ima etmiş oluyor. Bu, Sevr’i önlemekten ibaret bir gündemin çok ötsine gitmektedir; “eski düzen”in temelden reddinin öncelik taşıdığı bir program düşünülmektedir.
Ne var ki, Mustafa Kemal, “eski rejim” ile hesaplaşmada kolaya kaçmıyor. Eleştirisini, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve çürüme yıllarına odaklanarak; veya Jön Türk geleneğini olduğu gibi izleyerek başlatmıyor. Tam aksine, Osmanlı düzeninin zirvesini temsil eden üç büyük sultanla hesaplaşmaya öncelik veriyor. “Felâketlerin büyüğü” olarak nitelendirdiği siyasi, ekonomik ve toplumsal çöküntülerin kökenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumuyla başlayan ve Kanuni’nin “muhteşem yüzyılı” içinde olgunlaşan yapıda, sistemde arıyor.
Burada, Mustafa Kemal’in tarihi çözümlemesinin doğruluğu-yanlışlığı önemli değildir. Önemli olan, konuşmasının “eski rejime, bir Ortaçağ rejimi olan Osmanlı toplumunun temellerine karşı bir başkaldırı içermesidir. Bu devrimci bir tavırdır ve Avrupa’da Ortaçağ karanlığına son veren demokratik devrimler ile aydınlanma düşüncesi geleneğine Türkiye’yi de ekleme özleminin belirtilerini içermektedir.
***
İşte Siyasi İslâm’ın nefret ettiği Mustafa Kemal budur. Türkiye solcularının önemli bir bölümü ise, tam aksine, buradaki Mustafa Kemal’i aynı nedenlerle sevmişler; takdir etmişlerdir. Milli Mücadele’yi Kongreler (“Şuralar”) örgütleyerek, Meclis’i oluşturarak yönettiği; emperyalizmin Osmanlı devleti üzerindeki vesayetinin son bulmasında; Ortaçağ kurumlarının, hukuk düzeninin tasfiyesinde öncülük yaptığı için; büyük buhranı bir fırsat olarak kullanıp bağımsız bir sanayileşmenin sağlıklı tohumlarının atılmasını mümkün kıldığı için; kısacası devrimci özellikleri nedeniyle onu benimsemişlerdir.
Aynı solcular, yeni Cumhuriyet’in ekonomik güç odaklarınca ve tutucu çevrelerce teslim alınmasına katkı yaptığı; onları önleyemediği, kısacası devrimcilikten uzaklaştığı durumlarda Atatürk’ü ve çevresini sonuna kadar eleştirmekten de sakınmamışlardır.
http://haber.sol.org.tr:80/yazarlar/korkut-boratav/mustafa-kemal-ve-sultan-suleyman-38097