İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için çevredeki diğer canlıları ve cansız doğayı kullanmak zorundadır. Bütün canlı türleri için geçerli olan bu varoluş tarzı, insan toplulukları söz konusu olduğunda aşırı kullanım nedeniyle çevresel yıkım düzeyine varan sonuçlar yaratmıştır. Örneğin 3700 yıl önce Sümer kentleri aşırı sulama nedeniyle toprağın tuzlanarak çölleşmesi sorunuyla karşılaşmıştır. Benzer biçimde Platon Attika tepelerinin aşırı otlatma ve aşırı ağaç kesimi nedeniyle toprak erozyonu yaşadığını söyler (Roussopoulos, 1993, s.15-16).
Ancak bu sorunlar genellikle bölgesel sorunlar olarak kalmıştır. Doğal süreçler ve küreselleşme günümüz çevre sorunlarını bölgesel sorunlar olmaktan çıkarıp küresel çevre sorunları hâline getirmiştir. Bir bölgede meydana gelen çevre felaketi; bulutlar, rüzgar ya da yeraltı sularıyla binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelerde de çevre yıkımlarına neden olabilmektedir. Başlıca küresel çevre sorunları şunlardır:
Asit Yağmurları: Asit yağmurları volkanik patlamalar ya da elektrik jeneratörleri, fabrikalar ve motorlu araçlarda kömür ve petrol gibi fosil yakıtların yakılmasından havaya karışan kükürt ve azotun su buharıyla birleşerek sülfürik aside ve nitrik aside dönüşerek yeryüzüne yağmur olarak inmesiyle oluşur. Asit yağmurlarının olumsuz etkileri şunlardır: içilebilir su kaynakları ve toprak kirlenir, yine asit yağmurları böcekleri ve denizlerdeki canlı türlerini öldürür, binalara zarar verir. İnsan sağlığı üzerindeki en önemli etkisi ise ana karnında bebek ölümlerine ve kanser türü hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur.
Hava Kirliliği: Canlılar tarafından solunan havanın içine karışan, tüm canlılara ve doğal çevreye zarar veren kimyasalların, gaz ya da sıvıların içinde bulunan ve partikül denilen cansız küçük parçacıkların, mikroskopla görülebilen sağlığa zararlı küçük organizmaların canlılar ve çevre üzerinde tahribat yaratacak, hastalık ve ölüme yol açacak derecede yoğun olmasıdır.
Su Kirliliği: Göller, nehirler, okyanuslar ve yeraltı sularının insan aktivitelerinden kaynaklanan ve su kenarlarında, tabanda ve içinde yaşayan organizmalarla bitkiler için zarar görmeleridir. Su kirliliği atıkların doğrudan suya verilmesiyle oluşur.
Su kirliliğini yaratan başlıca insan aktiviteleri şunlardır: Asit yağmurları, gemi atıkları, kentlerden çıkan atık suların kanalizasyonla denizlere atılması, denize kurulan balık çiftliklerinde kullanılan yemlerin deniz tabanında birikmesi, deniz yüzeyine petrol akması, tarımda ilaçları ve kimyasal gübre.
Çevre ve Toplum
Toprak kaybı ve toprak kalitesinde azalma: Doğal afetler ve insan aktiviteleri nedeniyle bölgede yaşayan canlıların ve bitkilerin zarar görmesi, toprağın besleme gücünü kaybetmesidir. Toprak kaybı ve toprak kalitesinde azalmaya neden olan insan aktiviteleri şunlardır: Ormanların tahrip edilmesi, tarım alanlarının aşırı ekimi nedeniyle toprağın besinlerini kaybetmesi, aşırı otlatma, sulama sistemleri ve kanalizasyonla toprak yüzeyinin atılması, yeraltı sularının kendini yenilemesine izin vermeyecek derecede aşırı sondajla çıkarılması, endüstriyel atıklar, kentsel atıklar, motorlu araçlar ve yayaların toprak üzerinde yaptığı tahribattır. Bu aktiviteler toprak yüzeyindeki kaya ve toprak gibi katı maddelerin rüzgar ve suyla taşınması olarak adlandırılan erozyona, toprağın asitlenmesine, tuzlanmasına, toprak yapısının yok olmasına neden olarak üzerinde bitki ve canlıların yaşamasına izin vermeyecek duruma gelmesine neden olur.
iklim değişiklikleri: Belli bir bölgede ortalama hava sıcaklığında meydana gelen değişimdir. iklim değişiklerinin en önemli göstergeleri kutuplarda buzulların erimesi, okyanuslarda sıcak su akıntılarıyla taşınan ısının yeniden dağılımı, belirli bölgelerde yüzeye düşen yağmur miktarının azalması ve kuraklık dönemlerinin uzamasıdır.
Küresel Isınma: Yeryüzünde toprak yüzeyi ve okyanus yüzeylerinde ortalama hava sıcaklığının artmasıdır. Küresel ısınmanın başlıca nedeni insan aktivitelerinden kaynaklanan gazların oluşturduğu sera etkisidir.
Sera Etkisi: Atmosferde başlıca sera gazları olarak bilinen karbondioksit, metan, kloroflorokarbonlar ve su buharının radyasyonu emerek sera etkisi oluşturmasıdır. Doğal halde volkanik patlamalardan çıkan bu gazlardan bazıları ve su buharı belli bir ölçüde yeryüzünde sıcaklığın korunarak yaşamın devam etmesine katkıda bulunmaktadır. Ancak insan eylemleriyle sera etkisi yaparak gazların miktarındaki artış küresel ısınmanın başlıca nedeni olarak görülmektedir.
iklim değişiklikleri ve sera etkisiyle ilgili daha geniş bilgiye www.ipcc.ch adresinden ulaşabilirsiniz.
Ozon tabakasının delinmesi: Ozon tabakası kutuplar üzerinde yer alan ve güneşten gelen ve canlılar için zararlı olan ultraviole ışınlarını tutan bir tabakadır. insan aktivitelerinden çıkan kloroflorokarbonlar ozon tabakasını incelterek canlılar için zararlı ışınların yeryüzüne ulaşmasını kolaylaştırmaktadır.
Çevre sorunlarının küreselleşmesi ve yeryüzünde tüm canlı yaşamı tehdit eder hâle gelmesi son yüzyıl içinde gerçekleşmiştir. Doğanın kirliliği belli bir ölçüde temizyelebilme kapasitesi vardır. Doğal süreçler nedeniyle yukarıda sözü edilen canlılar için zararlı olaylar gerçekleşse bile, bunlar topyekün tüm canlıların yaşamını tehdit edecek ölçüye ulaşmamıştır. Binlerce yıldır insanoğlu yeryüzünde yaşamını sürdürmektedir ve doğaya zararlı aktiviteler olarak kabul edilen aktivitelerin bazılarını da sürdürmüştür. O halde son yüzyıl içinde insan toplumların ne değişmiştir de yeryüzü içindeki tüm canlılarla birlike yol olma tehlikesiyle karşılaşmıştır. Bundan sonraki bölümde çevre sorunları denilen, tüm canlı yaşamın varoluşunu tehlike altına sokan insan aktivitelerinin neler olduğu ve sorunların çözümü için neler yapılması gerektiğine dair farklı bakış açıları anlatılacaktır.
Günümüzde doğanın kirliliği emme ve temizleme kapasitesinin aşılmasının olası sonucu nedir?
İNSAN-DOĞA İLİŞKİSİNİ VE ÇEVRE SORUNLARININ NEDENLERİNİ AÇIKLAYAN YAKLAŞIMLAR
Temel Kavramlar
Çevre kirliliği ve nasıl çözülebileceğiyle ilgili farklı bakış açıları konusunda bilgi edinmek isteyenlerin karşılaşacağı en önemli sorun, çevre sorunlarıyla ilgisiz görünen ama anlamlarından çok farklı bir içerik ve kullanımla karşımıza çıkan eski kavramlar ve birbirleriyle oldukça örtüşen yaklaşımlar yığını karşısında kalma durumudur.
Bu nedenle çevresel yıkımının nedenlerini ve çözüm önerilerin açıklayan yaklaşımların sınıflandırılmasında iki ölçüt kullanılmıştır:
• Yaklaşımın dayandığı etik temel,
• Çevre sorunlarına önerilen çözümlerde toplumsal, ekonomik ve siyasal değişimi benimseme dereceleri.
Yaklaşımların daha kolay anlaşılabilmesi için öncelikle bazı temel kavramların açıklanması gerekmektedir. Bu kavramlardan en önemlileri şunlardır: çevrecilik, radikal ekoloji, antroposentrik etik ve ekosentrik etik ve habitat
Çevrecilik/Radikal Ekoloji: Sözlük anlamında herhangi bir kişi ya da canlının içinde geliştiği şartlara çevre, organizmalarla çevreleri arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalına da ekoloji (çevre bilim) denir (Alison, 1991, s.26). Doğa bilimlerinin bir dalı olan ekoloji doğayı kapalı bir eko-sistemler topluluğu olarak tanımlar. Eko-sistem birbiriyle bütünleşmiş ve uzun süredir birlikte yaşayabilen canlılar topluluğu ve çevrelerinden oluşur. Uzun süre yaşayabilme ve varlığını her türlü ortamda koruma özelliği, sistemin bir istikrarı olduğunu gösterir. istikrarın korunması ise türler arasındaki ve ortamdaki dengenin korunmasına bağlıdır (Vester, 1997, s.27). Radikal ekoloji, doğa bilimlerinin bir dalı olan ekolojiye normatif bir anlam katar. Yani, ekoloji biliminde kapalı bir yapı için alışılagelmiş tahmin ve değişim hesaplarının terkedilerek neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bir inanç, arzu edilen ve edilmeyen davranışlar hakkında bir yargı ekler. Yukarıdaki tanımlar göz önüne alındığında çevrecilik “kültürel olarak tanımlanmış sorumluluklar çerçevesinde yaşanabilir bir gelecek arayışı” (Milton, 1993, s.2) olarak tanımlanabilir.
Radikal ekoloji de çevreciliğin bu amacını paylaşır. Hem çevrecilik hem radikal ekoloji, insan eylemlerini günümüz çevre sorunları ve ekolojik yıkımın temel nedeni olarak görür. O hâlde, neden çevrecilik ve radikal ekoloji farklı ve birbiriyle çatışan iki temel çevre hareketini oluşurur?
Aralarındaki en önemli fark nedir?
Aralarındaki en önemli fark nedir?
Çevrecilik çevre sorunlarının çözümü için doğaya odaklanır. Doğa, doğal bilimler aracılığıyla anlayabileceğimiz bir nesnedir. insanlar var olabilmek için doğayı kullanmak zorundadır. Çevre sorunları ise insanları doğaya yaptıkları belirli müdahaleler sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, çevre sorunlarının çözümü için teknolojik yeniliklerden yararlanılabilir. Ayrıca doğaya zarar veren insan davranışlarının azaltılabilmesi için ikna yöntemi, hukuki düzenlemeler ve uluslararası anlaşmalarda çevre sorunlarının çözümüne önemli bir katkıda bulunabilir (Grove-White, 1993, s.19-20). Çevrecilik kendi içinde farklı gruplar barındırmaktadır. Örneğin, sürdürülebilir kalkınmacılar, eko-kalkınmacılar, yeni-mathuscular bu çevreci gruplardan bazılarını oluşturur.
Diğer taraftan radikal ekolojistlere göre insan doğa ile uyum içinde yaşamalıdır. Bu uyumun sağlanabilmesi için insanların tür olarak doğadaki diğer canlılardan üstünlüğü düşüncesinden vazgeçmesi gerekir. Doğadaki uyum insanlığın yararı ön planda tutularak göz ardı edilmemelidir. Günümüzdeki ekolojik yıkımın nedeni hem genel olarak hem de bireysel düzeyde insan eylemleridir. Doğadaki uyum yararına eko-sisteme zarar veren tüm politikalar, planlar ve kurumlar kaldırılmalıdır (Bramwell, 1989, s.16). Radikal ekoloji hareketi de kendi içinde farklı yaklaşımları barındırmaktadır. Örneğin, derin ekolojistler ekolojik yıkımdan tüm insanlığı sorumlu tutarken, sosyal ekolojistler tüm insanlığın değil, belirli sosyal kategorilerin
çevre kirliliği ve doğadaki dengenin bozulmasına neden olan davranışlarda bulunduğunu savunur.
Çevrecilikle Radikal Ekoloji arasındaki en önemli fark nedir?
Antroposentrik Etik/Ekosentrik Etik: Felsefenin bir dalı olan etik, insanların yaşamlarını nasıl sürdürmeleri ve ne yapmaları gerektiğiyle ilgili ahlaki ilkeler ve değerlerle ilgilenir. Çevre etiği ise bu ilke ve değerlerin insan-doğa ilişkisine uyarlanmasıdır. Çevre etiği içinde farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Geniş bir yelpaze sunan Çevre etiğinin iki ucunda antroposentrik etik ve ekosentrik etik yer alır. Antroposentrik etiğe göre insanlar kendilerini doğada yaşayan diğer canlılardan üstün kılacak eşsiz özelliklere sahiptir. insan-olmayan doğa insanların kullanımı için vardır. insanların çevreye veya çevrede yaşayan diğer canlılara karşı herhangi bir etik sorumluluğu bulunmamaktadır. Tek sorumluluk ancak doğanın diğer insan kullanıcılarının kullanım haklarına duyulan saygıdır. Doğa mekanik bir yapı oluşturur ve ortaya çıkan çevre sorunları ister biyolojik ister psikolojik olsun teknolojinin kullanımıyla çözülebilir. Tek tanrılı dinlerde Yaradılış öyküsü antroposentrik etiğin en saf ve etkin hâliyle gözlendiği alandır. Yaratılmışların hiyerarşisinde insan-olmayan doğa en alt basamakta yer alır ve insan kullanımı için yaratılmıştır. Din, antroposentik etik vasıtasıyla doğanın sömürüsünü meşrulaştırır (Merchant, 1992, s.70-74). Ekolojik yıkım küresel bir sorun haline geldiğinde doğal çevrenin korunması ile ilgili tüm öneriler önem kazanmaya başlamıştır. Etkin bir sosyal kurum olarak din de “Halifelik” kavramıyla antroposentrik bakış açısını terk etmeden söz konusu sorunlara kendi çözüm önerilerini getirmiştir.
Diğer taraftan ekosentrik etik evreni de içine alan bütüncül bir yaklaşım sunar. ister canlı ister cansız olsun tüm varlıkların doğuştan gelen bir öz-değeri vardır. Bu öz-değer doğrultusunda tüm yaşam formlarının eşit derecede yaşama ve kendini gerçekleştirme hakkı vardır. Sözü edilen bütüncül metafiziğin temelinde tüm varlıkların ve herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğu varsayımı yatar. insanlar ve insan olmayan doğa bütünün parçalarını oluşturmakla birlikte, bütün parçaların toplamından daha farklı bir yapıdır. Bu yapı içinde bilgi birikimsel ve deneysel değil, bağlamsal ve sezgiseldir (Naess, 1973, s.95-99). Bu iki tür bilgi arasındaki farkı şu örnekle açıklayabiliriz: Bir çiçek hakkında bilgi edinmek istediğimizde, o çiçeği koparıp mikroskop altında yapısını incelemek, yapraklarını ya da tohumlarını saymak, nasıl ve neyle beslendiğini açıklamak, gelişimsel süreçlerini incelemek birikimsel ve deneysel bilgi alanına girer. Diğer taraftan çiçeğin bulunduğu toprakla, çevresindeki diğer bitkilerle, hayvanlarla ilişkisini ve evrende varlıklar zinciri içindeki yerini anlamaya çalışmak bağlamsal ve sezgisel bilginin kullanılmasıdır. Ekosentrik etiğin temelini tıpkı antroposentrik etikte olduğu gibi din oluşturmaktadır.
Ortaçağ Hıristiyan Kozmolojisi birbirine bağlı varlıklar zinciri kavramıyla ekosentrik etiğin temelini oluştururken aynı zamanda varlıklar hiyerarşisi kavramı ve insan-olmayan doğayı bu hiyerarşinin en altına yerleştirerek de antroposentrik etiğin temelini oluşturur. Ekosentrik etiğin yeniden doğuşu 18. ve 19. yüzyılda endüstrileşme karşıtı olarak Avrupa’da ortaya çıkan romantizm ve Amerika’da ortaya çıkan aşkıncılık akımlarıyla olmuştur.
Habitat: Bir organizmanın yaşadığı ve geliştiği yer olarak tanımlanabilir. Bu yer hava, su ya da toprak üzerinde olup her zaman sınırlı fiziksel bir bölgeyi işaret eder. Çevre terimi habitatla karşılaştırıldığında habitat tamamen fiziksel bir bölgeyi işaret ederken, çevre insan toplulukları da dahil olmak üzere bu toplulukların içinde geliştiği şartları açıklamak için de kullanılır.
Bu bölümde günümüzde çevre hareketinin içinde yer alan farklı grupların ve bakış açılarının sınıflandırılmasında çevrecilik/radikal ekoloji ayrımı göz önüne alınacaktır. Ayrımın en önemli noktası çevre sorunlarına çözüm önerilerin de yer alan sosyal, ekonomik ve siyasal değişimin derecesidir. Çevrecilik yaklaşımları altında en fazla taraftar bulan Yeni-Mathusculuk, Eko-kalkınma ve Sürdürülebilir Kalkınma yaklaşımları verilecektir. Radikal Ekoloji yaklaşımları olarak da Derin Ekoloji, Sosyal Ekoloji ve Ekofeminizm anlatılacaktır.
Çevrecilik Yaklaşımları
Çevrecilik yaklaşımları genel olarak ekonomik stratejiler olarak adlandırılabilir. Kapitalist üretim tarzını, endüstrileşmeyi, ekonomik kalkınma kavramını, insan-doğa ilişkisinin toplumsal ve ideolojik yapısını sorgulamaz. Çevreci yaklaşımlara göre insan-doğa ilişkisi antroposentrik etik temelinde gelişir. Çevresel yıkımın etkilerinin azaltacak ekonomik ve siyasal tedbirlerin hem küresel düzeyde yıkımı önleyeceği hem de kalkınmanın devam edebileceğini savunur. Başlıca çevrecilik yaklaşımları Yeni-Mathusculuk, Eko-kalkınma ve Sürdürülebilir Kalkınmadır.
Yeni-Malthusculuk: Çevreciliğin düşünsel temelini oluşturan Malthus’un tezine göre yeryüzündeki nüfus artışı ile yiyecek üretimindeki artış arasında orantısız bir ilişki bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, yiyecek üretimindeki artış oranı nüfus artışından çok daha yavaş olmaktadır. Yeni-Malthuscular bu orantısız ilişkinin teknolojik genişleme, mineral kaynakların tüketimi ve kirlilik çeşitlerinin oluşturulması ile dünyanın üzerindeki nüfusu besleme, kirliliği emebilme kapasitesi ve mevcut tüketim tarzı arasında olduğunu belirtiler (Mellos, 1988:15). Bu yaklaşım beraberinde nüfus artışını sıfırlama konusunda ‘ortak karar’a dayanan ‘ortak baskı’ tedbirlerinin alınmasının gerekliliği tartışmalarının başlatmıştır (Hardin, 1968:1244-47).
Yeni-Mathusculuğun baskıcı önlem önerilerine getirilen eleştirilerin başında, çevre problemlerinin teknik problemler olarak değil, ekonomik ve toplumsal problemler olarak ele alınmasının gerekliliğidir. Örneğin, III.Dünya ülkelerindeki yiyecek kıtlığının fiziksel problemler değil, toplumsal ve ekonomik bağlamda oluşan problemler olarak ele almak gerekir (Mellos, 1988:47,50).
Eko-Kalkınma: Mevcut ekonomik kalkınma modelleriyle varoluşu sürdürmenin imkansızlığı üzerindeki görüş birliği, mevcut problemlere alternatif ekonomik, toplumsal ve siyasi yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açtı. Bu yaklaşımlardan biri de Eko-Kalkınma’dır. 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen insan Çevresi Konferansının genel sekreteri Maurice Strong tarafından ortaya konulan Eko-Kalkınma yaklaşımı bir dizi deneysel araştırma yazılarından oluşmaktadır. Çevre Problemlerinin nedenleri yerine etkileri üzerine odaklanır. Merkezileşmiş ekonomik ve siyasi gücün dünyayı zenginler ve fakirler olarak ikiye böldüğünü, toplumsal eşitsizliğin çevresel yıkımı ve doğal kaynakların tükenmesine neden olduğunu belirtir(Mellos, 1988:301).
Toplumsal eşitsizliğin neden olduğu çevresel yıkım insanların doğal kaynaklarla doğrudan ilişkisine bağlıdır (Dalby, 1998:301-303). Doğal kaynaklarla kurulan ilişkiye göre iki temel insan grubu vardır: Eko-sistem insanları ve biyosfer insanları. Yerel doğal kaynaklar üzerinde yaşayan ve bunları yaşamlarını sürdürmek için kullanan insanlar “eko-sistem insanları” olarak adlandırır. Eko-sistem insanları varolabilmek için doğrudan bu kaynaklara bağımlıdır. Ekonomik eylemleri yerel ticaretle sınırlı olduğundan doğal afetlere, çevresel yıkıma, toprak kalitesinin düşmesine, yerel hayvan nüfusunun azalmasına karşı varoluşları savunmasız kalır.
Doğayı romantikleştirmeden yaşamlarını doğal kaynaklar üzerinden sürdürürler ve doğal çevrelerindeki biyoçeşitliliği desteklerler. “Biyosfer insanları” ise uzak mesafelerden kaynakları getirtebilecek ekonomik güce sahiptir. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerin elit tabaka insanları bu sınıflandırma içinde yer alır. Ekonomik güçleri yiyecek ve diğer ürünleri küresel düzeyde uluslararası ticaretle sağlamaya imkân tanır. Biyosfer insanları kaynakların tükenmesi ve atıkların yarattığı kirliliğin olumsuzluklarından uzak kalabilme gücüne sahiptir. Biyosfer insanlarının ekonomik güçleri eko-sistem insanlarının yerel ticaretlerinin yerini alır. ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan tarım sanayileri yerel insanları şehirlere ya da nadir ormanların bulunduğu ve tarımı desteklemeyen bölgelere göçe zorlar. Bu toprakların kullanımı hakkında yeterli bilgi, ekonomik ve toplumsal destekleri olmadığından sonuçta ekolojik yıkıma neden olurlar. Şehirlerde ise gecekondu bölgelerine yerleşerek daha da yoksullaşarak biyosferik ekonomik sisteme bağımlı olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar.
Eko-Kalkınma yaklaşımı dört temel noktada eleştirilir: 1. Üretimi ve tüketimi tek ve farklılaşmamış bir eyleme dönüştürür ve toplumsal ilişkiler bağlamından çıkarıp doğrudan doğa ile ilişkili olarak görterir (Mellos, 1988:61). Ayrıca insanın ekonomik davranışlarında devletin rolünü göz ardı eder. 2. insanları küresel düzeyde kır/kent ayırımına göre değerlendirerek gelişmekte olan ülkelerdeki insanların özel şartlarını göz ardı eder. 3. Hem gelimiş ülkelerde hem de gelişmekte olan ülkelerde ırk, toplumsal cinsiyet ve etnik ayrımcılığı dikkate almaz. 4. Gelişmiş ülkelerdeki kentsel alan ile gelişmekte olan ülkelerdeki kentsel alanlarların tek
ortak özellikleri tüm dünyadan tüketim maddelerini alabilme ayrıcalığı olarak gösterir.
Bunun dışına yaşam kalitesi açısından büyük farklılıklar gösterdiğini göz ardı eder.
Sürdürülebilir Kalkınma: 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunun
yayınlanan raporu, Eko-Kalkınma yaklaşımının eleştirilen yönlerini değerlendirmeye alan bir yaklaşım sergiler. Brundtland Rapor’u olarak da bilinen bu raporda mevcut ekonomik kalkınma stratejileri ‘sürdürülemez’ olarak tanımlanır ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarının da göz önünde bulundurarak oluşturulan çözüm önerileri ‘sürdürülebilir kalkınma’ başlığı altında sunulur (Ortak Geleceğimiz, 1987:71).
Raporun ana fikri mevcut kalkınma stratejilerinin gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğa, gelişmiş ülkelerde de kirlilik ve çevresel yıkıma neden olduğudur. Gelişmiş ülkelerdeki sanayi atıkları insan ve diğer canlı türlerinin yaşamlarını asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi ve bazı türlerinin tamamen yok olmasına neden olarak tehdit etmektedir. Bu nedenle kirlilik yaratan etmenleri önlemek ve kontrol altına almak gerekmektedir. Diğer taraftan gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin kalkınma stratejilerini uygulayamayacaklarını bilmelidir. Çünkü artık
dünyanın taşıma kapasitesi batı tarzı kalkınmadaki yenilenemeyen enerji kaynaklarının sınırsız kullanımını destekleyemeyecek durumdadır. Ancak insanlık kalkınmayı belirli sınırlar içinde yine de sürdürebilecek durumdadır. Bu sınırlar teknoloji kullanımının yaygınlığı, doğal kaynakların kullanımda toplumsal örgütlenme, insan eylemlerinin biyosfer üzerindeki etkileri ve kirliliğin doğa tarafında emilme kapasitesine bağlı olarak düzenlenir. Gelişmekte olan ülkeler batı tarzı kalkınmayı sürdürmeye devam ederlerse kitlesel yoksulluk kaçınılmazdır. Sürdürülebilir kalkınma birikim için değil, yalnızca insan ihtiyaçlarını karşılamak için olduğundan gelişmekte olan ülkeler için bulunmaz bir fırsattır.
Gelişmekte olan ülkelerde kalkınma için nüfus artışı kilit konumdadır. Fazla nüfus, kaynaklar üzerinde baskı yaratır ve yoksulluğu beraberinde getirir. Ayrıca mevcut ekonomik kalkınma stratejileri gelişmekte olan ülkelerdeki yerel eko-sistemlerle uyumlu geleneksel yaşam tarzlarını da yok etmektedir.
Sürdürülebilir kalkınma geniş bir yelpazede yer almaktadır. Bunun anlamı çevrenin korunması için yalnızca ekonomik değil, toplumsal ve siyasi kalkınma da gerekmektedir. insan ihtiyaçlarının alanını genişletmek insan Hakları Beyannamesinde belirtilen her birey için asgari düzeyde yaşam, sağlık ve refah standartlarının sağlanması, yeterli yiyecek, giyecek, sağlık hizmeti ve sosyal güvencenin sağlanması demektir. Sürdürülebilir kalkınmanın amaçlarının ve sürdürülebilir yaşam tarzının gerçekleşebilmesi için geniş ölçekli katılım desteklenmelidir. Sağlıklı bir çevre için etkin vatandaşlık, eğitim ve çevresel yönetim gereklidir. Amaç, tüm uluslar
için ekonomik kalkınma hedeflerinden vazgeçmeden eko-toplumlar yaratmaktır. Sürdürülebilir Kalkınma iki noktada eleştirilir:
• ‘Sürdürülebilirlik’ kavramının esnek ve muğlak bir kavramdır. Kapitalist üretim tarzı içinde sürdürülebilir kalkınma ekonomik ve ekolojik değil, ideolojik ve siyasi bir sorundur. Mevcut kapitalist üretim tarzında sürdürülebilir kalkında sürdürülebilir kapitalizm anlamına geleceğinden kısa vadede sürdürülebilir kapitalizm imkansızdır (O’Connor, 2000:18).
• Ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre önerilen çözümler, gelişmiş ülkelerin
lehine, gelişmekte olan ülkelerin aleyhinedir (Aslanoğlu, 1994: 38-43). Sürdürülebilir
kalkınmada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için ayrı ayrı tanımlanan hedefler, gelişmiş ülkelerin kapitalist kalkınma sırasında tükettikleri doğal kaynaklar yerine, gelişmekte olan ülkelerdeki kaynaklardan yararlanmak, bu ülkelerdeki kaynakların kirlenmesini ve tükenmesini engellemeye çalışmak olarak anlaşılabilir. Bu bağlamda Aslanoğlu’na (1994) göre Sürdürülebilir Kalkınma Batı ayrıcalığının sürdürülebilirliğidir.
Radikal Ekoloji Yaklaşımları
Bu bölümde ele alınan radikal ekoloji yaklaşımları hem antroposentrik hem de ekosentrik etik temelli olabilir. Ancak ortak yaklaşımları, çevre sorunlarına önerilen ekonomik stratejilerin, kısa vadeli teknolojik ve politik çözümlerin yeterli olmadığını, sorunların ancak radikal bir toplumsal, siyasal, ekonomik ve ideolojik yapılanma öneren çözümlerle ortadan kaldırılabileceğini savunur. Bu bağlamda kapitalizm, endüstrileşme, hiyerarşi, ataerkillik ve din ideolojisi eleştirilir. Başlıca
radikal ekoloji yaklaşımları; Derin Ekoloji, Sosyal Ekoloji ve her ikisini de eleştiren Ekofeminizm’ dir.
Derin Ekoloji: Günümüzdeki Derin Ekoloji hareketinin kökleri 18 ve 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika’da endüstrileşme karşıtı olarak ortaya çıkan romantizm ve aşkıncılık akımlarına dayanır. Romantizm, edebiyat, müzik, resim ve drama alanlarında artistik ve entellektüel bir akım olarak doğmuştur. Toplumdaki maddi değişimlere tepki gösterir. Romantiklere göre maddi değişim sürecinde kentler, nüfusun yoğunlaştığı ve yalnızca kırsal kesimin ürünlerinin tüketildiği alanlar olarak görülür. Eski toprak aristokrasisinin yerini yeni burjuvazi almış ve kentler yıkım alanlarına dönüşmüştür. Eski toprak aristokrasisi kendini endüstrileşmeyi
reddeden romantiklerle bağlantılandırır. Endüstrileşmeyle birlikte oluşan yeni toplumsal düzende burjuvazi bilimsel bilgi düzen, otorite, akılcılık ve Aydınlanma felsefesiyle özdeşleştirilirken eski toprak aristokrasisi materyalizmin reddi formunda burjuvaziye ve onun temsil ettiği herşeye baş kaldırır. Bilimsel bilgi ve mantığa karşılık sezgisel bilgi ve duygusallığı insanoğlunun en önemli ve değerli yönü olarak görürler.
Diğer taraftan Amerikan Aşkıncılığı, Yeni Dünya’nın fethi ve medenileştirilerek cennet bahçelerini yeryüzünde kurmak için vahşi doğanın tahribatına karşı çıkarlar. Endüstrileşme, teknoloji ve bilimsel bilgi karşıtlığıyla kendilerini Avrupa romantiklerine yakın bulurlar. Amerika’da Burrough, Muir, Thoreau, Emerson insandoğa ilişkisinin romantik-aşkıncı kavramsallaştırılmasının öncüleridir (Pepper, 1988, s.76-81); Worster, 1990, s.6-17).
insan-doğa ilişkisinde ekosentrik etiğin ilkelerini benimseyen derin ekolojistler göre ekolojik yıkımın nedeni insan eylemleridir. Bu yıkımdan belli bir grubun eylemleri değil, insanlığın tamamı sorumludur. Oysaki ekolojik enge ve diğer türlerin yaşamı insan toplumundaki ekonomi ve ideolojiden daha önemlidir. Çevreciliğe alternatif olarak kabul edilen derin ekolojinin hedefi sosyo-ekonomik ve politik yapılarda kökten bir değişimin gerçekleşmesidir. Derin ekolojinin sekiz temel ilkesi vardır. Bu ilkelerden üç tanesi insan-doğa ilişkisini ele alır. Beş tanesi ise insan toplumlarının temelini oluşturması istenen ilkelerden oluşur (Naess, 1973,s.95-99).
Bu ilkeler:
1. insan ve çevresiyle ilgili ilişkisel, bütüncül bir imaj yaratmak,
2. insanlar da dâhil olmak üzere tüm yaşam formlarının eşit öneme sahip olduğunu anlatan biyosferik eşitliği kabul etmek,
3. insan ve diğer yaşam formları arasında mücadele değil, ortak-yaşam ve ortak-varoluşu gerçekleştirmek,
4. Sınıfsız bir toplum yaratmak,
5. Çevre kirliliği ve kaynakların tükenmesiyle mücadele etmek,
6. işin parçalanması yerine iş bölümünü gerçekleştirerek toplumlarda ekonomik, kültürel ve teknolojik çeşitliliği geliştirmek ve bunların bütünleşmesini sağlamak,
7. Siyasi yönetimde yerel otoriteleri güçlendirme, merkezsizleştirme ve ekonomik açıdan kendine yeterliliği sağlanmak,
8. Bilimsel değil sezgisel bilgiye dayalı ekolojik bilgiyi geliştirmektir.
Sosyal Ekoloji: Sosyal ekoloji radikal ekoloji hareketindeki temel bölünmelerinden biridir. Barry Commomer, Andre Gorz ve John Clark ekolojik problemlere Marksizm ve Sosyalizmin bakış açısından yaklaştıkları için kendilerini sosyal ekolojist olarak adlandırırlar; ancak sosyal ekoloji adı orjinal olarak eko-anarşizmden geliştirilerek Murray Bookchin tarafından kullanılmıştır.
Derin ekolojiden farklı olarak sosyal ekoloji antroposentrik etiğin ilkelerini benimser. Rasyonal ve bilimsel düşünceyi savunur. Sosyal ekolojiye göre günümüzdeki ekolojik sorunların nedeni kapitalizmin hiyerarşinin yer aldığı insan topluluklarında üretim araçlarını tahakküm araçları olarak kullanmasıdır. Kapitalizmin mentalitesi doğayı yalnızca insan tüketimi ve üretimi için gerekli olan bir kaynak olarak görür. Kapitalizm yaşam tarzı haline geldiğinde yalnızca ekonomi olmaktan çıkar, büyü ya da öl mentalitesi ve pazarın kaosu toplumun tüm yönlerine etki eder. Hiyerarşik bir toplumla birleştiğinde kapitalizmin mentalitesi doğanın insan tarafından sömürüsünü meşrulaştırır. Ekolojik yıkımı durdurmak ve insanın doğa üzerindeki hâkimiyetini yok etmek için önce insanın insan üzerinde hâkimiyetini yok etmek gerekir (Bookchin, 1988, s.71).
Ekolojik sorunları çözmek ve ekolojik açıdan dengeli bir toplum yaratabilmek için eko-topluluklar oluşturulmalıdır. Bu toplulukların oluşturulması sırasında toprağın ekolojisi dikkate alınmalıdır. Merkezsizleştirme, yerel yönetimlere ağırlık verme, topluluk içinde yüz yüze ilişkileri güçlendirme, gündelik yaşamda işin dönüşümlü olarak yapılması, toprak yönetiminde ekolojik çevreyle insan yerleşimi arasında dengenin sağlanması, insan ihtiyaçlarının insancıllaştırılarak yaratıcılık ve yaşama en yüksek değerin verilmesi, fosil yakıtlarla diğer enerji türlerinin dengeli bir biçimde kullanılması, orta ölçekli tarım işletmelerine önem verilmesi, tarımsal ürün çeşitliliğinin sağlanması, teknolojik olarak hem endüstriyel makinaların hem de zanaatkar araçlarının bir arada kullanılması, üretimde miktara değil kaliteye önem verilmesi sosyal ekolojinin ekolojik açıdan ideal insan topluluklarının oluşturulması için ortaya koyduğu ilkelerdir.
Ekofeminizm: Çevre yaklaşımları adı altında toplanabilecek tüm farklı görüşlere en güçlü muhalefet çevre sorunlarına feminist bakış açısı getiren Ekofeminizm’ dir. Ekofeministler çevre sorunlarını kadın sorunları olarak görürler. Çünkü kadınlar çevre kirliliği nedeniyle yaşamları ve doğurganlıkları tehlikede olduğunda bile çocukların, hastaların, yaşlıların bakımı ve sorumluluklarını yerine getirirler.
Ekofeministlere göre bireysel olarak erkekler değil ama ataerkillik kadın ve doğa arasında ilişki kurarak her ikisini de tahakküm altına alır ve sömürür. Bu kadın sorunlarının ve çevre sorunlarının temelinde ataerkil ideoloji yatmaktadır. Hem antroposentrik hem de ekosentrik etiği reddederek kadınsı değerlerin yüceltildiği bir ‘ortaklık etiği’ önerirler (Merchant, 1995, s.xix).
Ortaklık etiği ne insan ihtiyaçlarını herşeyin üzerinde tutar ne de insan ihtiyaç ve çıkarlarını ikincil konuma düşürür. insan toplulukları ile insan-olmayan topluluklar arasında dinamik bir ilişki vardır. Doğa insanları yok edebilme ve insanlar olmadan da evrilme ve gelişme potansiyeline sahiptir. Buna karşılık insanlar doğa ve kendilerini bilim ve teknoloji ile yok edebilme gücüne sahiptir. Öyleyse, insanlar doğa ile kurdukları ilişkide kendi temel ihtiyaçlarını karşılarken, doğadaki diğer varlıkların da yaşamlarını sürdürmelerine izin vermelidir.
Ekofeminizm kendi içinde farklı yaklaşımlar sergiler. Birinci grup ekofeministler, kadın-doğa ilişkisinin köklerinin kadının biyolojik ve psikolojik özelliklerinde yattığını savunur. Çevre sorunlarının çözümü için kadınsı değerleri yücelten, yeryüzü tinselliğine dayalı yeni bir din anlayışı önerir. ikinci grupta yer alan ekofeministler, kadın-doğa ilişkisini ve çevre sorunlarını daha çok sosyal ekoloji çerçevesinde değerlendirirler. Kadınların erkeklerden farklı biyolojik ve psikolojik özellikleri olduğunu kabul etmezler. Kadın ve doğanın ikili sömürüsünün maddi temellerini ortaya koyabilmek için ideolojik yapılanmaların ve toplumsal süreçlerin incelenmesi gerektiğini savunurlar. Birinci ayırımda yer alan Ekofeministleri kadın tinselliğine kuvvetli vurguları ve geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirici yaklaşımlarından dolayı eleştirirler. Üçüncü grupta yer alan ekofeministler, birinci ve ikinci gruptaki ekofeministleri beyaz, ortasınıf, kentli batı kadının doğa ile olan konumuyla ilgilendiği söyleyerek eleştirilirler. Üçüncü grup ekofeministlerin diğer ekofeministlere yönelttiği eleştiriler şu şekilde sıralanabilir (Agarwal, 1992, s.122-123):
1. Kadınların tek kategori olarak ele alırlar. Kadınlar arasındaki sınıf, ırk, etnik köken ve bunun gibi farklılıkları görmezler. Böylece kadınların konumlarında etkili olan diğer tahakküm şekillerini göz ardı ederler.
2. Kadınların ve doğanın tahakküm altına alınmasını yalnızca ideolojik olarak ele alırlar. Ekonomik avantaj ve politik güce dayanan bu tahakkümün maddi kaynağını ihmal ederler.
3. Kadınların ve doğanın tahakkümünü ideolojik olarak değerlendirirken dahi ideolojik yapılanmanın üretildiği toplumsal, ekonomik ve politik yapılar konusunda çok az şey söylerler.
4. Kadınların doğa ile olan maddi ilişkisini (toplumsal cinsiyet temelinde oluşan iş bölümünün kadınlar için belirlediği evin yiyecek, giyecek ve yakacak temini sağlama) değerlendirirken bu kadınların ve diğerlerinin sözü edilen ilişkiyi nasıl düşündüklerini dikkate almazlar.
5. Kadın-doğa ilişkisini değiştirilemez ve değişmez dişi bir öz anlayışına bağlayarak doğa, kültür, toplumsal cinsiyet ve bunun gibi kavramların tarihsel ve toplumsal olarak nasıl yapılandırıldığını, farklı kültür ve zamanlarda nasıl farklılaştığını göz ardı ederler.
Ekofeminizmin diğer çevre yaklaşımlarına getirdiği eleştiriler nelerdir?
TÜRKiYE’DE ÇEVRE SORUNLARI
Ekonomik Gelişme, Kentleşme ve Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı
Türkiye’de çevre kirliliğinin artması ve ekosistemin bozulmasına neden olan yapısal faktörler batılı ülkelerdeki gelişmelere benzer bir yol takip etmiştir. Batı tarzı ekonomik kalkınma için endüstrileşmenin desteklenmesi, yüksek kentleşme oranı ve bu gelişmelere paralel olarak ilerleyen tarım politikaları genel olarak Türkiye’deki çevre sorunlarının temel nedenlerini oluşturur.
Tarihsel olarak Türkiye’deki çevre sorunları incelendiğinde, 1923 öncesi dönemde, oldukça ilkel olan Osmanlı endüstrisi yiyecek ve tekstil ürünlerinde yoğunlaşmıştı. I.Dünya Savaşı sırasında uluslararası ticaret önündeki engeller istanbul’da milli kapitalizmin ortaya çıkmasına yol açtı. Kırsal Anadolu başkenti beslemek için yiyecek üretmeye başladı (Boratav, 1988, s.19-24). O dönemde meydana gelen en önemli çevre yıkımları, anlatılan nedenlerden dolayı erozyon ve aşırı otlatmadan kaynaklanan toprak kaybıydı. Döneme ait çevre konularına duyulan ilgi,
günümüzde kaynakların akılcı kullanımını hedefleyen ilgiden farkılılk gösteriyordu.
Çevre sorunları başkentin sorunlarıydı. istanbul Belediyesi tarafından kentin çevre planlamasıyla ilgili düzenlemeler yapıldı (Ziyaoğlu, 1971; Akad, 1992, s.151 aktaran Dinçer, 1996, s.86). II. Meşrutiyet sırasında çevre sorunları yeni kurulan partilerin konut sorunları ve çevre sağlığı politikaları yoluyla yavaş yavaş ilgi alanı oluşturmaya başladı (Öz, 1989, s.30 aktaran Dinçer, 1996, s.86).
1923-1950 yılları arasında endüstri devlet tarafından desteklenirken tarım ekonomik
kalkınmanın itici gücünü oluşturuyordu. Savaştan sonra yalnızca endüstriyel
kalkınmada değil tarımda da yavaşlama görüldü (Boratav, 1988, s.39-84). Savaş sonrası ekonomik gelişmelere paralel olarak 1945-1950 yılları arasında hızlı bir kentleşme başladı. Ulusal savunma sorunlarının savaş sonunda azalmasına rağmen insanlar kentlere göç etme eğilimi gösterdiler (Keleş, 2000, s.41-42). Bu dönemde çevre konularına duyulan ilgi oldukça sınırlıydı. Hükümete bağlı olmayan bazı organizasyonlar kaynakların akılcı kullanımı, doğanın korunmasıyla ilgili çevre hareketi oluştursalar bile, temel olarak bu hareket elitist bir karakter taşıyordu. Dönemin esas ilgi konusu devlet politikaları ve halkın sosyo-ekonomik sorunlarıydı.
Bunun nedeni çevre sorunlarının henüz acil çözüm gerektiren bir durumda olmamasıydı (Dinçer, 1996, s.87).
1950-1960 yılları arasında başlıca ekonomik tercihler savaş sonrası dönemin uluslararası politikalarına göre belirlendi. Bazı sektörlerde önemli değişimler meydana geldi. Tarımda mekanizasyona geçildi ve yine bu yıllarda hızlı kentleşme gerçekleşti (Boratav, 1988, s.86-107; Dinçer, 1996, s.87).
Türkiye’de hızlı kentleşme; itici, çekici ve dönüştürücü faktörler nedeniyle çevre kirliliğinin en önemli kaynağı hâline gelmiştir. Hızlı kentleşmeye yol açan itici faktörlerin başında tarımda düşük üretim seviyesi, düşük tarımsal gelir, bazı bölgelerde toprak sahipliğinin dengesiz dağlımı ve tarımda mekanizasyon gibi değişen şartlar gelir. Ulaşımın gelişmesi kentlere göçü destekleyen dönüştürücü faktör olarak fabrikalardaki yeni iş olanakları ve hizmet sektörünün gelişmesi de hızlı kentleşme için çekici faktörler olarak görülebilir. Ayrıca hızlı kentleşme yalnızca yeni iş olanakları nedeniyle gerçekleşmemiştir. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden daha fazla yararlamak isteği ve boş zaman aktiviteleri için merkezlere yakın olma isteği de hızlı kentleşmeye yol açmıştır (Keleş, 2000, s.53). Diğer taraftan kentlerde yaratılan yeni iş olanaklarının yetersizliği kentlere göçü engellememiş ve kentlerin dış mahallelerinde kırsal kesimle güçlü bağları bulunan, yaşamlarını kazanmak için marjinal sektörde çalışan yeni bir alt sınıfın da oluşumuna yol açmıştır (Boratav, 1988, s.106-107). Kaçak yapılaşma nedeniyle kenti çevreleyen bölgelerde çevre yıkımları meydana gelmiştir.
Bununla beraber, Türkiye’de hızlı kentleşme yalnızca sosyal ve ekonomik şartların değişmesiyle kendiliğinden meydana gelen bir olgu değildir. Aynı zamanda hükümet politikalarıyla da desteklenmiştir. 1963-1967 Birinci ve 1968-1972 ikinci Beş Yıllık Kalkınma Planlarında kentleşmenin desteklenmesi hükümet politikası olarak ele alınmıştır. 1973-1996 yılları arasında temel amaç kentleşmenin desteklenmesi yerine kentlerde yaşam standardının yükseltilmesi olmuştur. 1996-2000 Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında ise metropollere hızı göçün yavaşlatılması hedeşeyen politikalar benimsenmiştir (Keleş, 2000, s.54-59).
Diğer taraftan, 1970’lerde Avrupa ve Amerika’da çevre konularına gösterilen ilgiye paralel olarak Türkiye’de de çevre konusuna gösterilen ilgide hafif bir artış meydana gelmiştir. Türkiye’nin üye olduğu uluslararası organizasyonların anlaşmaları çerçevesinde ve 1972 Stockholm Konferansından sonra çevre konuları belli bir düzeyde devlet tarafından desteklenmeye ve medya aracılığıyla kamunun bilgisine sunulmaya başlanmıştır (Dinçer, 1996:85).
1980 sonrası dönem çevre konularıyla ilgili olarak devlet tarafından hukuki ve politik eylemlerin gerçekleştirildiği dönemdir. Çevre korumayla ilgili maddeler 1982 Anayasasında yer almış ve 1983’de çevre koruma ve yönetimiyle ilgili Çevre Kanunu çıkmıştır. Bu kanuna göre çevre korumayla ilgili önlemler ekonomik kalkınma hedeşeriyle uyumlu olmalıdır (Dinçer, 1996:90,92). 1991’de ise Çevre Bakanlığı kurulmuştur.
Diğer taraftan, 1985’den sonra çevreci grupların halkın dikkatini çekmek ve hükümetleri çevreyi kirletenlere karşı önlem almaya zorlamak için yaptıkları eylemler artmıştır. 1987 yılında Yeşil Parti kurulduysa da 1988’de kapatılmıştır. Böylece çevre konularını siyasi platforma taşıma ve halkın dikkatini çekmek imkânları daralmıştır.
Kentleşme ve Batı tarzı ekonomik kalkınma Türkiye’de çevresel yıkıma neden olan faktörlerden yalnızca ikisini oluşturmaktadır. Diğer faktörlerin neler olduğunu anlamak için çevre sorunlarının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından gösterdikleri farklılıkları incelemek gerekir (Aslanoğlu, 1994). Gelişmiş ülkeler açısından çevre sorunları endüstriyel kirlilik, katı atıklarıdaki artış ve sınırsız tüketim olarak görülürken gelişmekte olan ülkeler için bu sorun açlık, yoksulluk, aşırı nüfus, toprağın eşitsiz dağlımı ve doğal kaynakların tükenmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Gelişmiş ülkeler için çevre sorunları endüstrileşmiş ve gelişmiş olmanın sonuçlarıdır ve dünya artık gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş olanların yollarını takip
ederek kalkınmasını kaldırabilecek durumda değildir. Gelişmekte olan ülkeler açısından ise sorun hâlâ gelişmekte olmanın getirdiği bir sonuçtur ve gelişmiş olanların yolunu takip ederek gerçekleşecek olan kalkınmadan sonra yok olacaktır.
Türkiye’de çevre konularına duyulan ilgi gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında oldukça zayıf kalmaktadır. Çevre sorunlarına gösterilen ilginin bir göstergesi olarak çevreyle ilgili protestolar, çevre koruma yasaları ve hükümete bağlı olmayan çevre organizasyonlarının kurulması büyük ölçüde uluslararası anlaşmalardan etkilenmiştir.
AÖF üniversitesi yayınlarından
AÖF üniversitesi yayınlarından