22 Mayıs 2013 Çarşamba

Gazali


GAZZÂLÎ’NiN YAŞAMI VE YAPITLARI

Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed el-Gazzâlî 1058 yılında iran’ın Horasan bölgesinde bulunan Tûs’ta doğdu. Hüccetülislâm ve Zeynüddin gibi lakaplarla anılırsa da meşhur olan nisbesi Gazzâlî (Gazâlî), künyesi Ebû Hâmid olup Ortaçağ Batı skolastiklerince Abuhamet ve Algazel diye tanınmıştır. Fars asıllı olduğu sanılan Gazzâlî’nin ailesi hakkında Ahmed adında bir erkek ve birkaç da kız kardeşi olduğu dışında bilgiye sahip değiliz. Babası bir yandan Tûs’taki iplikçilikle geçimini sağlarken bir yandan da aydın çevreyle ilişki kuruyor, katıldığı cami derslerinde bilgisini arttırıyor, hatta imkânı ölçüsünde ilim erbabına maddî destek sağlıyordu.

Ölümünden kısa bir süre önce iyi eğitim almalarını arzuladığı oğulları Muhammed ve Ahmed’i bir sûfî dostuna emanet etti. Geleneksel ilk öğrenimini bu baba dostunun yanında gören Gazzâlî’nin daha çocukluk döneminde manevi hayatının oluşması nda hem babasından hem de yeni hamisinden etkilediği tahmin edilebilir. Baba dostu hami Gazzâlî ve kardeşini, babalarının geride bıraktığı az miktardaki imkânı onların eğitimi için kullandı ve kendilerine daha fazla yardımcı olamayacağını belirterek bir medreseye yerleştirdi. Gazzâlî, Ahmed bin Muhammed er-Râzkânî adlı âlimden aldığı fıkıh dersleriyle Tûs’ta başlayan öğrenimini daha sonra Cürcân’a giderek beş yıl süreyle burada devam ettirdi (Çağrıcı, 1996: 489-490).

Selçuklu veziri Nizâmülmük’ün sürdürdüğü burs uygulamasından de yararlanarak ilim tahsiline devam edebileceği düşüncesiyle 1080 yılında Nîşâbur’a giderek buradaki Nizamiye Medresesi’ne giren Gazzâlî, burada dönemin en tanınmış kelâm âlimi olan el-Cüveynî’nin öğrencisi oldu. Kelâm ve felsefeyle onun derslerinde tanışan Gazzâlî’nin Nîşâbur’daki öğrenimi sırasında büyük ölçüde yararlanıp etkilendiği şahsiyetlerden biri de meşhur sûfî Ebû Ali el-Fârmedî olmuştur. Cüveynî’nin vefatı üzerine 1085’te Nizâmülmülk’ün karargâhına gitmesi ve yirmi sekiz yaşında bulunmasına rağmen vezirden saygı görmesi Gazzâlî’nin hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Burada geçirdiği altı yıl içinde iyi yetişmiş bilgin ve düşünürlerden faydalanmış, ayrıca yaptığı ilmî müzakere ve tartışmalarla başarısını ve ününü arttırma fırsatı bulmuştur.

1091’de Nizâmülmülk tarafından Bağdat Nizamiye Medresesi müderrisliğine tayin edilen Gazzâlî, bir yandan üç yüz kadar öğrenciye ders verip telif ve tasnif çalışmalarını sürdürürken diğer yandan kelâm, Bâtınîlik, felsefe ve tasavvuf üzerine araştırma ve incelemeler yaptı. Eleştirel bir yaklaşımla yaptığı bu incelemeler sonunda ulaştığı sonuç onu zihnî-ruhî bir bunalıma sürükledi. Giderek fizyolojik rahatsızlıklar ortaya çıkmaya, ders anlatırken zorlanma başlamış, çektiği iştahsızlık ve hazımsızlık nedeniyle takatten düşmüştü.


Gazzâlî

Bir kafile içinde Tûs’a dönerken soyguncular tarafından yolları kesilir ve her şeyleri alınır. Gazzâlî, Cürcân’a sırf ilim tahsili için gittiğini söyleyip eşkıya reisinden hiç olmazsa ders notlarını geri vermesini ister.. Eşkıya reisi, bilgileri hafızasına yerleştirmek yerine kâğıtlarda mı bıraktığını sorup alay ettikten sonra notlarını geri verir. Bu eleştiriyi Allah’ın bir ikazı sayan Gazzâlî üç yıl içinde notların tamamını hafızasına alır.

 

Sahip olduğu imkân ve içinde bulunduğu durumun iç dünyası ve manevi hayatını tehdit ettiğine karar veren Gazzâlî, bütün malının ailesine yetecek olandan fazlasını yoksullara dağıtıp medresedeki yerini kardeşi Ahmed’e bırakarak 1095 yılında fiam’a gitmek üzere Bağdat’tan ayrıldı. iki yıl kadar kaldığı fiam’da vaktini nefis muhasebesi yaparak kendini keşfedip ahlaken olgunlaşmak için Emevî
Camii’nin bir köşesinde riyazetle geçirdi. Daha sonra Kudüs’e gidip bir süre de orada inziva hayatı yaşayan Gazzâlî ardından hac farizasını yerine getirdi ve yaklaşıp on bir yıl sonra 1106 yılında hasretini çektiği Nişâbur’a ve ailesine döndü. Buradaki Nizamiye Medresesi’nde tekrar öğretim görevine başlamışsa da eskisi kadar zevkli ve hareketli geçmediği anlaşılan bu tedris hayatı üç yıl kadar sürdü ve 1109 yılında doğduğu yer olan Tûs’a döndü. Evinin yanına bir medrese ve sûfîler
için bir tekke yaptıran, ömrünün son yıllarını ders verip eser yazarak geçiren Gazzâlî 18 Aralık 1111 tarihinde vefat etti. Kabri, Tûs’ta ünlü şair Firdevsî’nin mezarının yakınındadır.

islam ilim ve düşünce tarihinin en etkili şahsiyetlerinden biri olan Gazzâlî, elli dört yıllık kısa ömrüne fıkıhtan tasavvufa, kelâmdan mantık ve felsefeye, ahlaktan eğitime kadar geniş bit yelpaze oluşturan çeşitli alanlara dağılan dört yüz esere imza atmıştır. Onun günümüze ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: Mi’yârü’lilm( Bilginin Ölçütü), Mihakkü’n-nazar fî ilmi’l-mantık, fiifâü’l-galîl, el-Kıstâsü’lmüstakîm, Fedî’ihü’l-Bâtıniyye (Bâtınîliğin iç Yüzü ), el-iktisâd fi’l-i’tikâd (itikadda Orta Yol), el-Maksadü’l-esnâ, ilcâmü’l-avâm an ilmi’l-kelâm, Makâsıdü’l-felâsife (Filozofların Amaçları), Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), Mişkâtü’l-envâr (Nurlar Feneri), el-Münkızü mine’d-dalâl (Dalâletten Kurtuluş), er-Risâletü’l-ledünniyye, Mîzânü’l-amel, ihyâ’ü ulûmi’d-dîn, Bidâyetü’l-hidâye, Kimya-yı Sa’âdet.

GAZZÂLÎ’NiN YÖNTEM VE BiLGi ANLAYIŞI.

Gazzâlî, her şeyden önce bir hakîkat arayıcısıdır ve felsefeyle olan ilişkisi de aslında onun bu niteliği ile yakından ilgilidir. el-Münkız’da anlattığına göre Gazzâlî’nin eşyanın gerçek mahiyetinin ne olduğunu sorması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesi, onun yöntemli şüpheciliğinin başlangıç noktasıdır. Ne var ki bu temel sorunun üstesinden gelmek için önce doğru bilginin imkânıve hangi yolla elde edilebileceğini araştırmak gerekiyordu. Gazzâlî bu soruların mevcut anlayışların içinde kalarak ve farklı ekollerden birinin görüşünü benimseyerek cevaplandırılamayacağını fark etti. şu halde yapılması gereken her türlü “aktarma kanaatler”i (el-akâidü’l-mevrûse) bir kenara bırakıp, doğrudan doğruya kendi zihinsel çabasıyla cevap aramaya girişmekti. Kendi deyimiyle yaradılıştan gelen “varlıkların hakikatlerini kavrama tutkusu” daha ilk gençlik yıllarında “taklitten kurtulup tahkike erme” çabasına dönüşür. Gazzâlî’nin epistemolojik bir buhran halini alan ve iki ay kadar süren bu arayışı, onun bilgi ve yöntem anlayışının şekillenmesiyle sonuçlanır (Gazzâlî, 2003: 343).

Onun gerçek bilgi ve yöntem anlayışını oluşturan temel ilkeler şöylece sıralanabilir: (i) Varlığın hakikatini kavrama ve gerçek bilgiye (yakîn) ulaşmayı sağlayacak olan en önemli güç, gerçeği öğrenme isteğinin bir tutku halini almasıdır.(ii) Bir araştırma yaparken, varılmak istenen hedef ile ona ulaştıracak olan yol ve yöntemin iyi belirlenmesi, araştırıcının dikkat etmesi gereken hususların başında gelir.(iii) Araştırmanın başlangıcından bitimine kadar her aşamada konuyla ilgili her şey

88 Ortaçağ Felsefesi-II

O güne kadar edindiği tüm aktarma bilgilerin ve doğrudan “bilgi”nin imkanı ve güvenilirliğini “şüpheci” ve “eleştirici” bir yaklaşımla değerlendirme ihtiyacını duyan Gazzâlî, bunu şöyle dile getirir: “kendi kendime dedim ki, benim amacım sadece her şeyin gerçek bilgisine ulaşmaktır; o halde gerçekte bilginin ne olduğunu araştırmak gerekir.”

ciddiyetle ele alınmalı, gerçeği arama konusundaki samimiyet ve titizlik elden bırakılmamalıdır. (iv) Araştırma sırasında karşılaşılabilecek olan her tür engel ve zorluğun aşılmasını sağlayacak cesaret ve azim, gerçeğe ulaşmanın vazgeçilmez şartlarındandır. (v) Gerçek aranırken, konuyla ilgili bütün görüş ve akımlar, hiçbiri göz ardı edilmeksizin ve önyargıdan uzak olarak, ciddî bir yaklaşımla gözden geçirilmeli ve anlamaya çalışılmalıdır. (vi) Sadece gerçeğin peşinde olan bir ilim insanını, sıradan insanlardan ayıran en önemli nitelik, herhangi bir bilgi yahut düşünceyle karşılaştığında, onun kim tarafından ortaya konulduğuna değil, hakikati ifade edip etmediğine bakmaktır. (vii) Her ilmî disiplin ayrı bir uzmanlık alanı olup herhangi bir alanda uzman (hazık) olan bir kimsenin başka alanlarda da uzman olacağı veya bir alanda bilgisiz yahut yetkin olmayan birinin hiçbir alanda uzman
olamayacağı şeklindeki bir ön kabul doğru değildir. Dolayısyla hakikat arayıcısı, görüş ve düşüncelerinden yararlanacağı kişilerin uzmanlık alanlarına dikkat etmek zorundadır. (viii) “Uzmanlığa saygı”nın gereği olarak hiç kimse inceliklerine vâkıf olmadığı, amaç, yöntem ve kapsamını iyi bilmediği bir alanda ulu-orta görüş ileri sürmemelidir.(ix) Hakkın (gerçek) bir kişi, grup ya da kendi tekelinde olduğu şeklindeki bir anlayış (dogmatizm) son derece yanlıştır ve hakikat arayıcısının önündeki en büyük engeldir. (x) Bu ilkeler ışığında ulaşılan gerçekleri, kavrayabilecek olanlardan sakınmak ve saklamak ne kadar yanlışsa; onu algılayacak durumda olmayanlara açıklamak da o kadar yanlış olur. (Sarıoğlu, 1996: 89-90)

Bu ilkeler ışığında gerçekleştirdiği arayış neticesinde yakînî/kesin bilginin her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış olması gerektiği sonucuna ulaşan Gazzâlî, kendi zihninde bu niteliğe sahip bilgilerin bulunduğunu ve bunların şüphe götürmediğinden emin olduğunun farkına vardı. Evet, matematik bilgiler bu kabildendi. şu halde Gazzâlî’ye göre doğruluğu ve güvenilirliği kesin olarak kavranamayan hiçbir bilgi kesinlik düzeyine ulaşamaz.

Bu anlayışla Gazzâlî apaçık olduğunu söyledikleri de dahil olmak üzere bütün bilgilerini ve bilgi vasıtalarını şüpheci-eleştirici bir tavırla değerlendirmeye tabi tuttu. geçirdi. Önce duyu algılarından kuşku duyan düşünüre göre, duyuların bizi yüz yüze bıraktığı algı yanılmaları ve yanlış verileri akıl gücü fark ediyordu. Pekiyi ama aklın yaptığı çıkarım ve önermeler gerçekten güvenilir ve sarsılmaz bilgiler midir? Bu değerlendirmeyi yapan ve bu güvenceyi bize sağlayan nedir? Acaba, aklın duyu
algılarındaki yanılmaları göstermesi gibi aklın ortaya koyduğu yargılardaki yanlı şları gösterecek bir başka “hâkim” olamaz mıydı? Nitekim uyku halinde birer gerçek olarak gördüğümüz rüyalardan birçoğunun uyandığımızda gerçekle alâkasının bulunmadığını anlıyoruz. Aynı şekilde yaşadığımız hayatı uyku, bu hayatta görüp bildiklerimizi de bir tür rüya konumunda bırakacak bir başka gerçeklik boyutu olamaz mı? Belki Sûfîlerin görüp yaşadıklarını iddia ettikleri hal böyle bir şeydir; belki de aklın yargılarının sorgulanacağı gerçeklik boyutu ölüm ötesi hayattır.

Ölüm ötesi hayata göre bu dünya hayatı bir tür uyku, burada olup bitenler de bir tür rüya olamaz mı?Gazzâlî bu eleştiri sürecinin, birer apriori ve aksiyom niteliği taşıyan bilgilerin güvenilirliğini irdelemeye kadar ileri götürülmesinin hiçbir yarar sağlamadığını yaşayarak görmüş ve bu konuda gereken uyarıyı yapmıştır. Çünkü önceden doğruluğu kabul edilen hiçbir bilginin bulunmadığı bir durumda ne bilgiden ne de kesinlikten söz edilebilir. Bu yüzden Gazzâlî yaşadığı aşırı şüpheciliği “hastalık” ve “safsata” olarak nitelendirmekte ve iki ay kadar devam eden bu şüphe krizinden “Allah’ın kalbine attığı bir nur” sayesinde kurtularak yeniden aklın zorunlu-apaçık bilgilerin kesinliğine güvendiğini söylemektedir. Gazzâlî akıl teriminin dört farklı

6. Ünite - Gazzâlî 89

Gazzâlî, bilgide kesinlik ölçütünü bir analojiyle şöyle dile getirir: Bilgideki kesinlik öyle olmalıdır ki, mesela bir kimse taşı altına, değneği ejderhaya dönüştürerek bilginin yanlışlığını ortaya koymaya yeltense, bu durum hiçbir şüphe ve ihtimale yol açmamalıdır. Mesela ben on sayısının üçten daha çok olduğunu biliyorsam, biri çıkıp bana “hayır üç daha çoktur dese ve bunu kanıtlamak için “ben değneği ejderhaya dönüştürürüm” iddiasında bulunsa ve bunu yapsa, ben de bunu gözümle görsem yine de bu yüzden bilgimden şüphe etmem. Bu olaydan dolayı sadece onun buna nasıl güç yetirdiğine şaşarım; bildiğimden şüphe etmeye gelince... aslâ! (Gazzâlî, 2003: 343)

Aklın otoritesini kabul ettiğini açıkça ortaya koyan düşünür, aklın yetkisinin mantık, matematik ve tabiat bilimlerinin deneysel alanlarında geçerli olduğunu, fakat metafizik problemlerin çözümünde yetersiz olup bu konuda vahyin desteğine ihtiyaç bulunduğunu ısrarla belirtmiştir (Gazzâlî, 2003: 345).

anlamından sözeder: (i) insanın doğuştan getirdiği ve onu diğer canlılardan ayıran teorik bilgi edinme yetisi (garîze), (ii) bu yetinin zorunsuzun olabilirliği, imkânsızın olmazlığı, bir kimsenin aynı anda iki yerde bulunamayacağı ve parça-bütün ilişkisi gibi ilk prensipleri idrak edecek düzeye ulaşmış hali, (iii) yaşam boyu tecrüne ve deneyimlerle oluşan bilgi birikimi ve (iv) bilgi edinme yetisinin olgu ve
olaylar arası bağlantıları kestirme ve duygulardan bağımsız olarak yargıda bulunabilir düzeye ulaşmış durumu. Ona göre apaçık ve önsel bilgilere denk düşen üçüncü anlamdaki akıl her insanda eşit seviyede bulunur. Bu bilgilerin aklın kendi yapısında içkin mi olduğu yoksa ona dışarıdan mı verildiği tartışmasında Gazzâlî, bunları metafizik kaynağa bağlamaktan yanadır. Onun “bu bilgiler, nefsin akıl gücünün oluşması sırasında Allah’tan veya meleklerin birinden nefse doğar” şeklinde
dile getirdiği bu yaklaşımı Fârâbî ve ibn Sînâ’nın aktif/fa’âl akıl anlayışını çağrıştırmaktadır. Ayrıca Mişkâtü’l-envâr’da “nur” diye adlandırdığı bilgi türlerini incelerken “nur üstüne nur” şeklinde nitelediği kutsî-nebevî (sezgisel) bilgilerin de insanı n kalp gözüne yani aklına, bütün nurların/bilgilerin kaynağı, “ilk ve gerçek nur” olan Allah’tan geldiğini söyleyerek sezgisel bilgiyi de aynı metafizik kaynağa bağlamıştır (Çağrıcı, 1996: 495).


GAZZÂLÎ’NiN FELSEFEYE BAKIŞI

Gazzâlî, bütün bu ilkelerin ışığında, “hakikati arayan dört grup” olarak nitelediği kelâmcılar, Bâtıniler, filozoflar ve sûfîlerin yöntem ve öğretilerini inceleyip eleştirdiği çeşitli eserler kaleme almıştır. Bu bağlamda filozofların görüşlerini eleştirmek üzere kaleme aldığı Tehâfütü’l-felâsife de onun bu eserlerinden biri ve en çok yankı uyandırmış olanıdır.

Felsefenin islam dünyasında tanınmasıyla birlikte düşünce hareketi olarak varlığını sürdürmekte olan kelâm akımlarının dikkat ve tepkisini çekmeye başlar.

Bu doğaldı, çünkü kelamcıların kendi aralarında tartışageldikleri teorik sorunların çoğu, aynı zamanda filozofların da gündeminde yer alan konulardı. Nitekim islam dünyasının ilk filozofu olan Kindî, dinî düşünce adına felsefe ve filozoflara karşı çıkan kimi çevrelerden söz eder. (Kindi, 2006: ) Ne var ki başlangıçtan itibaren kendini gösteren bu felsefe karşıtı tavır ve tepkiler, ateşli münazaralarda ileri sürülen görüşler ve kelâmcıların kitaplarında yer alan ifadeler, Gazzâlî’nin deyimiyle “filozofları reddetme amacına yönelik bir kısım karmaşık ve dağınık sözler” olmaktan öteye gitmez. islam dünyasında filozoflara yönelik olarak en ciddi, en sistemli ve en etkili eleştiri, hiç şüphesiz, Gazzâlî (ö. 1111) tarafından Filozofların Tutarsızlığı (Tehâfütü’l-felâsife) adlı eserde ortaya konulmuş, bunun cevabı ise Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehâfütü’t-Tehâfüt) adıyla ibn Rüşd’den (ö. 1198) gelmiştir.

Gazzâlî, filozofları eleştirirken dinî olduğu kadar, epistemolojik, psikolojik, metodolojik ve sosyolojik nitelik taşıyan gerekçelere dayanır. O, yaşadığı dönemde bazı kimselerin kendilerini zekâ ve anlayışça diğer insanlardan üstün görerek, dinî kural ve uygulamaları küçümsediği hatta hiçe saydığını belirtir. Ona göre bu tavrın gerisinde biri epistemolojik diğeri psikolojik olmak üzere iki etkenden yatmaktadır. ilk olarak bu kişiler, Sokrat, Hipokrat, Platon ve Aristo gibi hekim ve filozofların, olgun akla ve birçok fazilete sahip olmakla birlikte din ve inançları inkâr ettikleri,
bunları uydurulmuş kanunlar ve aldatıcı hileler olarak gördükleri yolunda yalan-yanlış bilgiler edinmişlerdir. ikinci etken ise bu kişilerin ayrıcalıklı, seçkin ve zarif görünme tutkusuna yahut aşağılık duygusuna kapılmış olmalarıdır.

90 Ortaçağ Felsefesi-II.
 
Gazzâlî’ye göre filozoflar bir aldatmaca içindedirler. Çünkü onlar, özellikle metafizik konulara ilişkin görüşlerini temellendirmede zora girdiklerinde muhataplarını ikna etmek üzere bu disiplinin, zeki kimselerin dahi anlamakta güçlük çektikleri karmaşık, kapalı ve içinden çıkılmaz bir ilim olduğunu; dolayısıyla matematik ve mantık bilmeyenlerin bu konuları anlayamayacağını ileri sürerler. Oysa Gazzâlî’ye göre matematiğin metafizikle hiçbir ilgisi yoktur. Birinin çıkıp “metafiziği anlamak için matematik gereklidir” demesi, bir başkasının “aritmetik için tıp gereklidir” demesinden farksızdır. Filozoflar metafizik konuları incelerken, yöntemleri olduğunu söyledikleri mantığın ilke ve kurallarına bağlı kalmamışlardır. Onlar, matematik ve mantık alanındaki başarılarının arkasına sığınarak metafizik alanında zan ve tahmine dayalı olarak ortaya koydukları görüşlerin doğru olduğunu ileri sürerler ki bu aldatmacadan ibarettir. Bu gerekçelerden yola çıkan Gazzâlî Filozofların Tutarsızlığı’nı yazmaktaki amacını şöyle dile getirir: “Amacım, önceki filozofların metafiziğe ilişkin inançlarının tutarsız ve görüşlerinin çelişik olduğunu açıklayarak reddetmek; gerçekte aklı başındakiler için alay konusu olan öğretilerinin iç yüzünü ve tehlikelerini göz önüne sermek ve bunun sıradan halk yığınları arasından çeşitli inanç ve görüşleriyle temayüz eden zeki kimselere ibret olmasını sağlamaktır” (Gazzâlî, 2009: 3).

(a) Gazzâlî öncelikle felsefi ilimleri kendi amacı ve yöntem anlayışı doğrultusunda matematik (riyâzî), mantık, fizik (tabîî), metafizik (ilâhî), siyâsî ve ahlakî ilimler olmak üzere altı gruba ayırır. Bunlardan matematik, mantık ve fizik, kanıta dayalı (burhânî) olmaları itibariyle epistemolojik açıdan güvenilir ilimlerdir ve bunların dinî meselelerle olumlu yahut olumsuz hiçbir ilişkileri yoktur. Dolayısıyla bu ilimlerin özellikle din adına reddedilmesi ve eleştirilmesi faydadan çok zarar getirir. Filozoflar, siyâset ve ahlak alanındaki görüşlerini peygamberlerin ve sûfîlerin öğretilerinden yararlanarak olgunlaştırdıklarından, bunlar da epistemoloji ve din açısından herhangi bir sakınca taşımaz. Onların dinî ilkelerle çeliştikleri ve hataya düştükleri alan metafizik olup fiziğin konuları arasında yer almakla birlikte metafizik boyutu da bulunan sebeplilik (determinizm-causalite) ve nefis problemi de bu kapsamda ele alınmalıdır. (b) Filozofların en önde gelenlerinden biri olan Aristoteles’in düşünce sistemindeki çelişkilerin ortaya konulması, belirlenen amacın gerçekleşmesini sağlayacak en kestirme yoldur. Çünkü o, teist bir filozof olarak daha önceki deist/natüralist ve ateist/materyalist düşünürlerin öğretilerini inceleyip eleştirerek felsefeyi geçersiz ve gereksiz ayrıntılardan arındırmıştır. Böylece filozofların temel düşüncelerine en yakın görüşleri belirlediği ve felsefi ilimleri sistemleştirdiği için de Mutlak Filozof ve Muallim-i Evvel ona unvanı verilmiştir. Aristoteles’in öğretilerini islam dünyasına en iyi aktaran, onu en güzel şekilde temsil eden, eserlerini inceleyen ve anlayıp yorumlayanlar da Fârâbî ve ibn Sînâ olmuştur.

Dolayısıyla bu iki filozofun görüşlerini irdeleyip eleştirmek diğer bütün filozofları incelemekle eşdeğer olacaktır. (c) Gazzâlî’, filozofların farklı terminoloji kullanmasından kaynaklanan problem, çelişki ve tartışmaların, ortak bir anlam kastedilmek şartıyla, üzerinde durulması gerekmeyen ayrıntılar olarak görüp tartışma dışı tutar. (d) Amaç, filozofların çelişki ve tutarsızlıklarını açığa çıkarmak, böylece yöntem ve doktrinlerinin çelişkisiz olduğunu sanarak filozoflara karşı iyimser yaklaşanları uyarmak olduğuna göre, yapılması gereken şey, tartışılan sorunlara ilişkin herhangi bir tez ortaya koymaksızın, yalnızca filozofları sıkıştırmak, görüş ve yaklaşımlarını sorgulamak suretiyle doktrinlerini geçersiz kılıp reddetmektir. (e) Filozofların görüş ve doktrinleri doğrudan dinin temel ilkeleriyle ters düşmektedir. Bu yüzden onlara karşı çıkarken herhangi birine bağlı kalmaksızın bütün kelâm ekollerinin görüşlerinden yararlanmak suretiyle güç birliği sağlamak en uygun yoldur
(Gazzâlî, 2009: 1-13).

6. Ünite - Gazzâlî 91

Yukarıda işaret edilen gerekçeler, belirlediği amaç ve özel yöntem doğrultusunda Fârâbî’nin ve özellikle de ibn Sînâ’nın eserleri üzerinde iki yılı aşkın bir süre yoğun bir incelemeye girişen Gazzâlî, önce Filozofların Amaçları (Makâsıdü’lfelâsife) başlıklı eserini kaleme alarak bu alanda görüş bildirecek yetkinliğe ulaştığını göstermiş, ardından Filozofların Tutarsızlığı’nı yazarak genelde filozoflarla özelde ise ibn Sînâ ile hesaplaşmıştır. Amacı ve özel yöntemi uyarınca yirmi problem tespit ederek bunları filozofların kullandığı terminoloji ve mantık disiplini çerçevesinde tartışmıştır. Yer yer polemiğe dönüşen diyalektik bir söylemle gerçekleştirdiği felsefe eleştirisi sonucunda ibn Sînâ’nın ve dolayısıyla da filozofların on yedi mesele hakkındaki görüşlerinin hatalı, çelişik ve tutarsız olduğunu belirleyen

Gazzâlî, Tanrı-âlem ilişkisi yahut âlemin ezelîliği, Allah’ın tikellere ilişkin bilgisi veölümden sonraki hayatın bedensiz olacağı yahut cesetlerin diriltilmesi konusundaki görüşlerinin dinî ilkeler açısından tümüyle geçersiz (bâtıl) olduğu kanaatine ulaşmıştır (Gazzâlî, 2009: 225).

Gazzâlî’nin filozoflarla hesaplaşması islam düşünce ve bilimi açısından önemli gelişmelerin yolunu açmıştır. Bunlardan biri, Aristo mantığına yönelik algıda köklü bir değişimim ortaya çıkmasıdır. Gazzâlî, Aristo mantığına mesafeli duran önceki kelâmcıları mantığın temelini oluşturan aklın kanunlarına dayanmak yerine daha çok muarızlarının doğruluğu yaygınlığına bağlı olup rasyonel değeri düşük öncüllerine dayalı diyalektik/cedelî yöntemlerini verimsiz ve yetersiz bularak eleştirir.
Ona göre mantık ilmini yeterince kuşatamamış olan kimsenin bilgilerine güvenilemez.

Yana Çıkma: Gazzâlî’nin takındığı bu kararlı tutum neticesinde mantık hem teorik ve aklî ilimler hem de pratik ve naklî ilimler için gerekli bir yöntem olarak genel kabul görür bir konuma kavuşmuştur.

Gazzâlî’nin, metafizik alanda aklın yetersiz ve yetkisiz olup bu konuda sözün vahye/dine bırakılması gerektiğine ilişkin teziyle felsefe-kelâm-tasavvuf ilişki ve etkileşiminde köklü dönüşümlere yol açması ikinci önemli sonuç olmuştur. Bu bağlamda dikkate değer bir başka husus da Gazzâlî’nin din açısından felsefeyi değerlendirip kritik ederken, Batılı filozoflardan birkaç yüz yıl önce felsefe ile bilim arasında çok net bir ayırıma gitmiş olmasıdır.

 

GAZZÂLÎ’NiN DETERMiNiZM ELEŞTiRiSi

Gazzâlî’nin filozoflara yönelttiği eleştirilerden en çok dikkat çeken ve yankı uyandıranı, sebep-sonuç ilişkisi yahut sebeplilik ilkesine bağlamında ortaya koyduğu yaklaşımdır. islam filozoflarının Antik Yunan düşüncesinden devralıp Allah’ın ilim ve inayetiyle bağlantılı kılarak açıkladıkları sebeplilik ilkesi karşısında özellikle Eş’arî kelâmcıları indeterminist bir tavır içindeydiler. Onlar cevher-i fert (atom) ve araz anlayışı ile arazların iki ayrı zamanda var olamayacağı, dolayısıyla yaratmanın
her an yenilendiği fikrine dayalı bir tür vesileci/occasionalist yaklaşımı savunuyorlardı.
Buna göre var olan her şey birbirinden bağımsız parçalardan ibaret olup onları bir araya getirerek yeni bir yapı kazandıran güç tabiata içkin değildir. Dolayısıyla bu parçalar (atom) gibi gerek doğal gerekse insanî olsun bütün fiil ve olaylar da Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. Bu geleneğin bir izleyicisi olarak sebeplilik ilkesinin determinizme varan yorumuna yönelik en ciddî eleştiriyi Gazzâlî ortaya koymuştur (Çağrıcı, 1996: 497).

ibn Sînâ’nın mantık çalışmaları üzerinden aldığı Aristo mantığına esaslı katkılarda bulunduğu söylenemese de Gazzâlî’nin, mantığın yalnızca felsefenin bir yöntemi ve kolu olmadığı, onu reddetmenin hiçbir haklı sebebinin bulunmadığını vurgulamış olmasının önemi yadsınamaz. Ayrıca onun Kur’an’da islam dininin inanç ilkeleri ortaya konurken ve inkarcıların karşı iddiaları çürütülürken başvurulan yöntemin de aslında mantıktan başka bir şey olmadığını söylemesi anlamlıdır. Gazzâlî’nin yine Kur’an’daki bir ifadeyi kullanarak “el-kıstâsü’lmüstakim” (doğru ölçü) adını verdiği mantık yönteminin uygulandığına ilişkin olarak âyetlerden çok sayıda örnek vermekten de geri durmaz.

 
Ona göre her ne kadar deney ve gözlemler sebep ve sonuç denilen iki olayın artarda geldiğini tespit ediyorsa da burada bir zorunluluk bulunduğunun ilim ve  mantık bakımdan kanıtlanması mümkün değildir. Artarda gelen iki şeyden birine sebep, diğerine sonuç (müsebbeb, sebepli) adının verilmesi tümüyle bunları hep artarda görmeye alışmış olmaktan ileri gelmektedir. Gazzâlî’nin verdiği örnekle
açıklamak gerekirse pamukla ateş, hasta ile ilâç, açlık ile gıda, susuzluk ile su ...  vb. bütün doğal varlık ve olaylar arasındaki kurulan sebep-sonuç ilişkisi, doğal varlık ve olayların kendi özündeki bir özelliğin zorunlu neticesi olmayıp Allah’ın irade, takdir ve yaratmasının bir sonucudur. Çünkü ateş, su, ilaç gibi doğal şeylerin hiçbiri gerçek anlamda sebep ve fail olamaz. Mucize denilen olaylarda görüldüğü üzere ateş gibi bir sebep bulunduğu ve etkisini göstermesi için bütün şartlar hazır olduğu halde Allah istemedikçe beklenen sonuç doğmayabildiği gibi hiç beklenmeyen ve tahmin bile edilemeyen neticeler de ortaya çıkabilir. Doğal nesneleri gerçek sebep ve fail konumuna yerleştiren böyle bir yaklaşım Gazzâlî’ye göre azat edilmiş bir kölenin efendisinin yerine azat tutanağının yazımında kullanılan kaleme şükran duymasına benzer ki bu “cehaletin son noktası”dır.

Daha sonra ibn Rüşd’ün dikkat çekeceği bir husus olarak, aralarında sebep-sonuç ilişkisi bulunan şeylerin özünde bu ilişkiye karşılık gelen hiçbir özellik bulunmaması halinde tabiatta her an her şeyin olabildiği bir düzensizlik ve belirsizlikten söz edilmesi gerekeceği, böylelikle hem aklın hem de bilimlerin güvenilirliğinin ortadan kalkacağı şeklindeki eleştirinin Gazzâlî farkındadır. Ona göre, savunduğu indeterminist yaklaşım hiçbir zaman doğada her türlü saçma “imkânsız”ın gerçekleşeceği bir karmaşa ve belirsizlik bulunduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü ilke olarak Allah’ın iradesine konu olan her şey “imkânsız” olmaktan çıkar; ayrıca Allah bizim zihnimizde kendisi için mümkün olan bu şeyleri yapmayacağına ilişkin bir bilgi yaratmıştır. Bu durumda bizim sebep-sonuç ilişkisi içinde hep artarda birlikte bulunduklarına şahit oluşumuz, onların sürekli bir biçimde öteden beri geçerli olan bir düzene bağlı olarak gerçekleştiği fikrinin zihnimizde yerleşmesini sağlar. Hal böyleyken filozofların bu ilişkide tabii bir zorunluluk görmeleri, Gazzâlî’ye göre, sadece mantıki ve ilmî değerden yoksun olması bakımından değil, aynı zamanda Allah’ın mutlak iradesini ve mucizenin imkânını dışlayıcı bir yapıda olması itibariyle de kabul edilemez niteliktedir.

 
Sebep ile sonuç arasındaki ilişkiyi zorunlu sayarak doğal sebebi olmayan hiçbir sonuçtan söz edilemeyeceğini savunan Aristocu düşünce, islam filozofları tarafından sebeplilik ilkesi Allah’ın ilim ve hikmetiyle bağlantı içinde yorumlanarak benimsenmiştir. Gazzâlî, tabiatın kendi içinde kalan bir zorunluluk döngüsü şeklinde gördüğü bu anlayışa şiddetle karşı çıkar. Gazzâlî, daha sonra Batı felsefesinde en açık şekilde Malebranche tarafından dile getirilen “occasionalisme/vesilecilik” i önceleyerek bir yandan doğal determinizmi yadsırken diğer yandan da ilâhî irade ve hikmeti dışlayan rastlantı ve tesadüf düşüncesini geçersiz kılacak şekilde Allah’ın âlemdeki bütün olgu ve olayları bildiği, irade ettiği ve gerçekleştirdiği görüş ve inancını savunmuştur.