GAZZÂLÎ’NiN YAŞAMI VE YAPITLARI
Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed
el-Gazzâlî 1058 yılında iran’ın Horasan bölgesinde bulunan Tûs’ta doğdu.
Hüccetülislâm ve Zeynüddin gibi lakaplarla anılırsa da meşhur olan nisbesi
Gazzâlî (Gazâlî), künyesi Ebû Hâmid olup Ortaçağ Batı skolastiklerince Abuhamet
ve Algazel diye tanınmıştır. Fars asıllı olduğu sanılan Gazzâlî’nin ailesi
hakkında Ahmed adında bir erkek ve birkaç da kız kardeşi olduğu dışında bilgiye
sahip değiliz. Babası bir yandan Tûs’taki iplikçilikle geçimini sağlarken bir
yandan da aydın çevreyle ilişki kuruyor, katıldığı cami derslerinde bilgisini
arttırıyor, hatta imkânı ölçüsünde ilim erbabına maddî destek sağlıyordu.
Ölümünden kısa bir süre önce
iyi eğitim almalarını arzuladığı oğulları Muhammed ve Ahmed’i bir sûfî dostuna
emanet etti. Geleneksel ilk öğrenimini bu baba dostunun yanında gören
Gazzâlî’nin daha çocukluk döneminde manevi hayatının oluşması nda hem
babasından hem de yeni hamisinden etkilediği tahmin edilebilir. Baba dostu hami
Gazzâlî ve kardeşini, babalarının geride bıraktığı az miktardaki imkânı onların
eğitimi için kullandı ve kendilerine daha fazla yardımcı olamayacağını
belirterek bir medreseye yerleştirdi. Gazzâlî, Ahmed bin Muhammed er-Râzkânî
adlı âlimden aldığı fıkıh dersleriyle Tûs’ta başlayan öğrenimini daha sonra
Cürcân’a giderek beş yıl süreyle burada devam ettirdi (Çağrıcı, 1996: 489-490).
Selçuklu veziri Nizâmülmük’ün
sürdürdüğü burs uygulamasından de yararlanarak ilim tahsiline devam edebileceği
düşüncesiyle 1080 yılında Nîşâbur’a giderek buradaki Nizamiye Medresesi’ne
giren Gazzâlî, burada dönemin en tanınmış kelâm âlimi olan el-Cüveynî’nin
öğrencisi oldu. Kelâm ve felsefeyle onun derslerinde tanışan Gazzâlî’nin
Nîşâbur’daki öğrenimi sırasında büyük ölçüde yararlanıp etkilendiği
şahsiyetlerden biri de meşhur sûfî Ebû Ali el-Fârmedî olmuştur. Cüveynî’nin
vefatı üzerine 1085’te Nizâmülmülk’ün karargâhına gitmesi ve yirmi sekiz
yaşında bulunmasına rağmen vezirden saygı görmesi Gazzâlî’nin hayatında önemli
bir dönüm noktası olmuştur. Burada geçirdiği altı yıl içinde iyi yetişmiş
bilgin ve düşünürlerden faydalanmış, ayrıca yaptığı ilmî müzakere ve
tartışmalarla başarısını ve ününü arttırma fırsatı bulmuştur.
1091’de Nizâmülmülk tarafından
Bağdat Nizamiye Medresesi müderrisliğine tayin edilen Gazzâlî, bir yandan üç
yüz kadar öğrenciye ders verip telif ve tasnif çalışmalarını sürdürürken diğer
yandan kelâm, Bâtınîlik, felsefe ve tasavvuf üzerine araştırma ve incelemeler yaptı.
Eleştirel bir yaklaşımla yaptığı bu incelemeler sonunda ulaştığı sonuç onu zihnî-ruhî
bir bunalıma sürükledi. Giderek fizyolojik rahatsızlıklar ortaya çıkmaya, ders anlatırken zorlanma başlamış, çektiği iştahsızlık ve hazımsızlık nedeniyle takatten düşmüştü.
Gazzâlî
Bir kafile içinde Tûs’a dönerken soyguncular tarafından yolları kesilir ve her şeyleri alınır. Gazzâlî, Cürcân’a sırf ilim tahsili
için gittiğini söyleyip eşkıya reisinden hiç olmazsa ders notlarını geri vermesini ister.. Eşkıya reisi,
bilgileri hafızasına yerleştirmek yerine kâğıtlarda mı bıraktığını sorup alay ettikten sonra notlarını geri verir. Bu eleştiriyi Allah’ın bir ikazı sayan Gazzâlî üç
yıl içinde notların tamamını hafızasına alır.
Sahip olduğu imkân ve içinde
bulunduğu durumun iç dünyası ve manevi hayatını tehdit ettiğine karar veren
Gazzâlî, bütün malının ailesine yetecek olandan fazlasını yoksullara dağıtıp
medresedeki yerini kardeşi Ahmed’e bırakarak 1095 yılında fiam’a gitmek üzere
Bağdat’tan ayrıldı. iki yıl kadar kaldığı fiam’da vaktini nefis muhasebesi yaparak
kendini keşfedip ahlaken olgunlaşmak için Emevî
Camii’nin bir köşesinde
riyazetle geçirdi. Daha sonra Kudüs’e gidip bir süre de orada inziva hayatı yaşayan
Gazzâlî ardından hac farizasını yerine getirdi ve yaklaşıp on bir yıl sonra 1106 yılında
hasretini çektiği Nişâbur’a ve ailesine döndü. Buradaki Nizamiye Medresesi’nde
tekrar öğretim görevine başlamışsa da eskisi kadar zevkli ve hareketli
geçmediği anlaşılan bu tedris hayatı üç yıl kadar sürdü ve 1109 yılında doğduğu yer
olan Tûs’a döndü. Evinin yanına bir medrese ve sûfîleriçin bir tekke yaptıran, ömrünün son yıllarını ders verip eser yazarak geçiren Gazzâlî 18 Aralık 1111 tarihinde vefat etti. Kabri, Tûs’ta ünlü şair Firdevsî’nin mezarının yakınındadır.
islam ilim ve düşünce tarihinin
en etkili şahsiyetlerinden biri olan Gazzâlî, elli dört yıllık kısa ömrüne
fıkıhtan tasavvufa, kelâmdan mantık ve felsefeye, ahlaktan eğitime kadar geniş bit yelpaze
oluşturan çeşitli alanlara dağılan dört yüz esere imza atmıştır. Onun günümüze ulaşan
eserlerinden bazıları şunlardır: Mi’yârü’lilm( Bilginin Ölçütü),
Mihakkü’n-nazar fî ilmi’l-mantık, fiifâü’l-galîl, el-Kıstâsü’lmüstakîm, Fedî’ihü’l-Bâtıniyye
(Bâtınîliğin iç Yüzü ), el-iktisâd fi’l-i’tikâd (itikadda Orta Yol),
el-Maksadü’l-esnâ, ilcâmü’l-avâm an ilmi’l-kelâm, Makâsıdü’l-felâsife (Filozofların Amaçları),
Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), Mişkâtü’l-envâr (Nurlar Feneri),
el-Münkızü mine’d-dalâl (Dalâletten Kurtuluş), er-Risâletü’l-ledünniyye,
Mîzânü’l-amel, ihyâ’ü ulûmi’d-dîn, Bidâyetü’l-hidâye, Kimya-yı Sa’âdet.
GAZZÂLÎ’NiN YÖNTEM VE BiLGi
ANLAYIŞI.
Gazzâlî, her şeyden önce bir
hakîkat arayıcısıdır ve felsefeyle olan ilişkisi de aslında onun bu niteliği ile yakından
ilgilidir. el-Münkız’da anlattığına göre Gazzâlî’nin eşyanın gerçek mahiyetinin ne
olduğunu sorması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesi, onun yöntemli
şüpheciliğinin başlangıç noktasıdır. Ne var ki bu temel sorunun üstesinden gelmek için
önce doğru bilginin imkânıve hangi yolla elde edilebileceğini araştırmak
gerekiyordu. Gazzâlî bu soruların mevcut anlayışların içinde kalarak ve farklı
ekollerden birinin görüşünü benimseyerek cevaplandırılamayacağını fark etti. şu
halde yapılması gereken her türlü “aktarma kanaatler”i (el-akâidü’l-mevrûse) bir
kenara bırakıp, doğrudan doğruya kendi zihinsel çabasıyla cevap aramaya girişmekti.
Kendi deyimiyle yaradılıştan gelen “varlıkların hakikatlerini kavrama tutkusu” daha ilk
gençlik yıllarında “taklitten kurtulup tahkike erme” çabasına dönüşür.
Gazzâlî’nin epistemolojik bir buhran halini alan ve iki ay kadar süren bu arayışı, onun
bilgi ve yöntem anlayışının şekillenmesiyle sonuçlanır (Gazzâlî, 2003: 343).
Onun gerçek bilgi ve yöntem
anlayışını oluşturan temel ilkeler şöylece sıralanabilir: (i) Varlığın hakikatini kavrama
ve gerçek bilgiye (yakîn) ulaşmayı sağlayacak olan en önemli güç, gerçeği
öğrenme isteğinin bir tutku halini almasıdır.(ii) Bir araştırma yaparken, varılmak
istenen hedef ile ona ulaştıracak olan yol ve yöntemin iyi belirlenmesi, araştırıcının
dikkat etmesi gereken hususların başında gelir.(iii) Araştırmanın
başlangıcından bitimine kadar her aşamada konuyla ilgili her şey
88 Ortaçağ Felsefesi-II
O güne kadar edindiği tüm aktarma bilgilerin ve doğrudan “bilgi”nin imkanı ve güvenilirliğini “şüpheci” ve “eleştirici” bir
yaklaşımla değerlendirme ihtiyacını duyan Gazzâlî, bunu şöyle dile getirir: “kendi kendime dedim ki, benim amacım sadece her şeyin gerçek bilgisine ulaşmaktır; o halde gerçekte bilginin ne olduğunu araştırmak gerekir.”
ciddiyetle ele alınmalı,
gerçeği arama konusundaki samimiyet ve titizlik elden bırakılmamalıdır. (iv) Araştırma
sırasında karşılaşılabilecek olan her tür engel ve zorluğun aşılmasını sağlayacak
cesaret ve azim, gerçeğe ulaşmanın vazgeçilmez şartlarındandır. (v) Gerçek aranırken,
konuyla ilgili bütün görüş ve akımlar, hiçbiri göz ardı edilmeksizin ve
önyargıdan uzak olarak, ciddî bir yaklaşımla gözden geçirilmeli ve anlamaya çalışılmalıdır.
(vi) Sadece gerçeğin peşinde olan bir ilim insanını, sıradan insanlardan ayıran
en önemli nitelik, herhangi bir bilgi yahut düşünceyle karşılaştığında, onun kim
tarafından ortaya konulduğuna değil, hakikati ifade edip etmediğine
bakmaktır. (vii) Her ilmî disiplin ayrı bir uzmanlık alanı olup herhangi bir alanda uzman
(hazık) olan bir kimsenin başka alanlarda da uzman olacağı veya bir alanda
bilgisiz yahut yetkin olmayan birinin hiçbir alanda uzman
olamayacağı şeklindeki bir ön
kabul doğru değildir. Dolayısyla hakikat arayıcısı, görüş ve düşüncelerinden
yararlanacağı kişilerin uzmanlık alanlarına dikkat etmek zorundadır. (viii) “Uzmanlığa
saygı”nın gereği olarak hiç kimse inceliklerine vâkıf olmadığı, amaç, yöntem ve
kapsamını iyi bilmediği bir alanda ulu-orta görüş ileri sürmemelidir.(ix) Hakkın
(gerçek) bir kişi, grup ya da kendi tekelinde olduğu şeklindeki bir anlayış (dogmatizm) son
derece yanlıştır ve hakikat arayıcısının önündeki en büyük engeldir. (x) Bu
ilkeler ışığında ulaşılan gerçekleri, kavrayabilecek olanlardan sakınmak ve saklamak
ne kadar yanlışsa; onu algılayacak durumda olmayanlara açıklamak da o kadar yanlış
olur. (Sarıoğlu, 1996: 89-90)
Bu ilkeler ışığında
gerçekleştirdiği arayış neticesinde yakînî/kesin bilginin her türlü şüphe ve hata
ihtimalinden arınmış olması gerektiği sonucuna ulaşan Gazzâlî, kendi zihninde bu niteliğe
sahip bilgilerin bulunduğunu ve bunların şüphe götürmediğinden emin olduğunun farkına
vardı. Evet, matematik bilgiler bu kabildendi. şu halde Gazzâlî’ye göre
doğruluğu ve güvenilirliği kesin olarak kavranamayan hiçbir bilgi kesinlik düzeyine
ulaşamaz.
Bu anlayışla Gazzâlî apaçık olduğunu söyledikleri de dahil olmak üzere bütün bilgilerini ve bilgi vasıtalarını şüpheci-eleştirici bir tavırla değerlendirmeye tabi tuttu. geçirdi. Önce duyu algılarından kuşku duyan düşünüre göre, duyuların bizi yüz yüze bıraktığı algı yanılmaları ve yanlış verileri akıl gücü fark ediyordu. Pekiyi ama aklın yaptığı çıkarım ve önermeler gerçekten güvenilir ve sarsılmaz bilgiler midir? Bu değerlendirmeyi yapan ve bu güvenceyi bize sağlayan nedir? Acaba, aklın duyu
algılarındaki yanılmaları göstermesi gibi aklın ortaya koyduğu yargılardaki yanlı şları gösterecek bir başka “hâkim” olamaz mıydı? Nitekim uyku halinde birer gerçek olarak gördüğümüz rüyalardan birçoğunun uyandığımızda gerçekle alâkasının bulunmadığını anlıyoruz. Aynı şekilde yaşadığımız hayatı uyku, bu hayatta görüp bildiklerimizi de bir tür rüya konumunda bırakacak bir başka gerçeklik boyutu olamaz mı? Belki Sûfîlerin görüp yaşadıklarını iddia ettikleri hal böyle bir şeydir; belki de aklın yargılarının sorgulanacağı gerçeklik boyutu ölüm ötesi hayattır.
Ölüm ötesi hayata göre bu dünya
hayatı bir tür uyku, burada olup bitenler de bir tür rüya olamaz mı?Gazzâlî bu eleştiri sürecinin,
birer apriori ve aksiyom niteliği taşıyan bilgilerin güvenilirliğini irdelemeye
kadar ileri götürülmesinin hiçbir yarar sağlamadığını yaşayarak görmüş ve bu konuda gereken
uyarıyı yapmıştır. Çünkü önceden doğruluğu kabul edilen hiçbir bilginin
bulunmadığı bir durumda ne bilgiden ne de kesinlikten söz edilebilir. Bu yüzden
Gazzâlî yaşadığı aşırı şüpheciliği “hastalık” ve “safsata” olarak
nitelendirmekte ve iki ay kadar devam eden bu şüphe krizinden “Allah’ın kalbine attığı bir
nur” sayesinde kurtularak yeniden aklın zorunlu-apaçık bilgilerin kesinliğine
güvendiğini söylemektedir. Gazzâlî akıl teriminin dört farklı
6. Ünite - Gazzâlî 89
Gazzâlî, bilgide kesinlik ölçütünü bir analojiyle şöyle dile getirir: Bilgideki
kesinlik öyle olmalıdır ki, mesela bir kimse taşı altına, değneği ejderhaya dönüştürerek bilginin yanlışlığını ortaya koymaya yeltense, bu durum hiçbir şüphe ve ihtimale yol açmamalıdır. Mesela ben on sayısının üçten daha çok olduğunu biliyorsam, biri çıkıp bana “hayır üç daha çoktur dese ve bunu kanıtlamak için “ben değneği ejderhaya dönüştürürüm” iddiasında bulunsa ve bunu yapsa, ben de bunu gözümle görsem yine de bu yüzden bilgimden şüphe etmem. Bu olaydan dolayı sadece onun buna nasıl güç yetirdiğine şaşarım; bildiğimden şüphe etmeye gelince... aslâ! (Gazzâlî, 2003: 343)
Aklın otoritesini kabul ettiğini açıkça ortaya koyan düşünür, aklın yetkisinin mantık, matematik ve tabiat bilimlerinin deneysel alanlarında geçerli olduğunu, fakat metafizik problemlerin çözümünde yetersiz olup bu konuda vahyin desteğine ihtiyaç bulunduğunu ısrarla belirtmiştir (Gazzâlî, 2003: 345).
anlamından sözeder: (i) insanın
doğuştan getirdiği ve onu diğer canlılardan ayıran teorik bilgi edinme yetisi
(garîze), (ii) bu yetinin zorunsuzun olabilirliği, imkânsızın olmazlığı, bir kimsenin
aynı anda iki yerde bulunamayacağı ve parça-bütün ilişkisi gibi ilk prensipleri
idrak edecek düzeye ulaşmış hali, (iii) yaşam boyu tecrüne ve deneyimlerle oluşan bilgi
birikimi ve (iv) bilgi edinme yetisinin olgu ve
olaylar arası bağlantıları
kestirme ve duygulardan bağımsız olarak yargıda bulunabilir düzeye ulaşmış durumu. Ona göre
apaçık ve önsel bilgilere denk düşen üçüncü anlamdaki akıl her insanda eşit
seviyede bulunur. Bu bilgilerin aklın kendi yapısında içkin mi olduğu yoksa ona
dışarıdan mı verildiği tartışmasında Gazzâlî, bunları metafizik kaynağa
bağlamaktan yanadır. Onun “bu bilgiler, nefsin akıl gücünün oluşması sırasında Allah’tan
veya meleklerin birinden nefse doğar” şeklindedile getirdiği bu yaklaşımı Fârâbî ve ibn Sînâ’nın aktif/fa’âl akıl anlayışını çağrıştırmaktadır. Ayrıca Mişkâtü’l-envâr’da “nur” diye adlandırdığı bilgi türlerini incelerken “nur üstüne nur” şeklinde nitelediği kutsî-nebevî (sezgisel) bilgilerin de insanı n kalp gözüne yani aklına, bütün nurların/bilgilerin kaynağı, “ilk ve gerçek nur” olan Allah’tan geldiğini söyleyerek sezgisel bilgiyi de aynı metafizik kaynağa bağlamıştır (Çağrıcı, 1996: 495).
GAZZÂLÎ’NiN FELSEFEYE BAKIŞI
Gazzâlî, bütün bu ilkelerin
ışığında, “hakikati arayan dört grup” olarak nitelediği kelâmcılar, Bâtıniler,
filozoflar ve sûfîlerin yöntem ve öğretilerini inceleyip eleştirdiği çeşitli eserler kaleme
almıştır. Bu bağlamda filozofların görüşlerini eleştirmek üzere kaleme aldığı Tehâfütü’l-felâsife de onun bu eserlerinden biri ve
en çok yankı uyandırmış olanıdır.
Felsefenin islam dünyasında
tanınmasıyla birlikte düşünce hareketi olarak varlığını sürdürmekte olan
kelâm akımlarının dikkat ve tepkisini çekmeye başlar.
Bu doğaldı, çünkü kelamcıların
kendi aralarında tartışageldikleri teorik sorunların çoğu, aynı zamanda
filozofların da gündeminde yer alan konulardı. Nitekim islam dünyasının ilk
filozofu olan Kindî, dinî düşünce adına felsefe ve filozoflara karşı çıkan kimi
çevrelerden söz eder. (Kindi, 2006: ) Ne var ki başlangıçtan itibaren kendini
gösteren bu felsefe karşıtı tavır ve tepkiler, ateşli münazaralarda ileri
sürülen görüşler ve kelâmcıların kitaplarında yer alan ifadeler, Gazzâlî’nin
deyimiyle “filozofları reddetme amacına yönelik bir kısım karmaşık ve dağınık
sözler” olmaktan öteye gitmez. islam dünyasında filozoflara yönelik olarak
en ciddi, en sistemli ve en etkili eleştiri, hiç şüphesiz, Gazzâlî (ö. 1111)
tarafından Filozofların Tutarsızlığı (Tehâfütü’l-felâsife) adlı eserde ortaya konulmuş,
bunun cevabı ise Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehâfütü’t-Tehâfüt) adıyla ibn Rüşd’den (ö. 1198)
gelmiştir.
Gazzâlî, filozofları
eleştirirken dinî olduğu kadar, epistemolojik, psikolojik, metodolojik ve sosyolojik nitelik taşıyan
gerekçelere dayanır. O, yaşadığı dönemde bazı kimselerin kendilerini
zekâ ve anlayışça diğer insanlardan üstün görerek, dinî kural ve uygulamaları
küçümsediği hatta hiçe saydığını belirtir. Ona göre bu tavrın gerisinde biri epistemolojik
diğeri psikolojik olmak üzere iki etkenden yatmaktadır. ilk olarak bu kişiler,
Sokrat, Hipokrat, Platon ve Aristo gibi hekim ve filozofların, olgun akla ve birçok
fazilete sahip olmakla birlikte din ve inançları inkâr ettikleri,
bunları uydurulmuş kanunlar ve
aldatıcı hileler olarak gördükleri yolunda
90 Ortaçağ Felsefesi-II.
Gazzâlî’ye göre filozoflar bir
aldatmaca içindedirler. Çünkü onlar, özellikle metafizik konulara ilişkin
görüşlerini temellendirmede zora girdiklerinde muhataplarını ikna etmek üzere
bu disiplinin, zeki kimselerin dahi anlamakta güçlük çektikleri karmaşık,
kapalı ve içinden çıkılmaz bir ilim olduğunu; dolayısıyla matematik ve mantık
bilmeyenlerin bu konuları anlayamayacağını ileri sürerler. Oysa Gazzâlî’ye göre
matematiğin metafizikle hiçbir ilgisi yoktur. Birinin çıkıp “metafiziği anlamak
için matematik gereklidir” demesi, bir başkasının “aritmetik için tıp
gereklidir” demesinden farksızdır. Filozoflar metafizik konuları incelerken,
yöntemleri olduğunu söyledikleri mantığın ilke ve kurallarına bağlı
kalmamışlardır. Onlar, matematik ve mantık alanındaki başarılarının arkasına
sığınarak metafizik alanında zan ve tahmine dayalı olarak ortaya koydukları
görüşlerin doğru olduğunu ileri sürerler ki bu aldatmacadan ibarettir. Bu
gerekçelerden yola çıkan Gazzâlî Filozofların Tutarsızlığı’nı yazmaktaki
amacını şöyle dile getirir: “Amacım, önceki filozofların metafiziğe ilişkin
inançlarının tutarsız ve görüşlerinin çelişik olduğunu açıklayarak reddetmek; gerçekte aklı
başındakiler için alay konusu olan öğretilerinin iç yüzünü ve tehlikelerini göz
önüne sermek ve bunun sıradan halk yığınları arasından çeşitli inanç ve
görüşleriyle temayüz eden zeki kimselere ibret olmasını sağlamaktır” (Gazzâlî,
2009: 3).
(a) Gazzâlî öncelikle felsefi
ilimleri kendi amacı ve yöntem anlayışı doğrultusunda matematik (riyâzî),
mantık, fizik (tabîî), metafizik (ilâhî), siyâsî ve ahlakî ilimler olmak üzere
altı gruba ayırır. Bunlardan matematik, mantık ve fizik, kanıta dayalı
(burhânî) olmaları itibariyle epistemolojik açıdan güvenilir ilimlerdir ve
bunların dinî meselelerle olumlu yahut olumsuz hiçbir ilişkileri yoktur.
Dolayısıyla bu ilimlerin özellikle din adına reddedilmesi ve eleştirilmesi
faydadan çok zarar getirir. Filozoflar, siyâset ve ahlak alanındaki görüşlerini
peygamberlerin ve sûfîlerin öğretilerinden yararlanarak olgunlaştırdıklarından,
bunlar da epistemoloji ve din açısından herhangi bir sakınca taşımaz. Onların
dinî ilkelerle çeliştikleri ve hataya düştükleri alan metafizik olup fiziğin
konuları arasında yer almakla birlikte metafizik boyutu da bulunan sebeplilik
(determinizm-causalite) ve nefis problemi de bu kapsamda ele alınmalıdır. (b)
Filozofların en önde gelenlerinden biri olan Aristoteles’in düşünce
sistemindeki çelişkilerin ortaya konulması, belirlenen amacın gerçekleşmesini
sağlayacak en kestirme yoldur. Çünkü o, teist bir filozof olarak daha önceki
deist/natüralist ve ateist/materyalist düşünürlerin öğretilerini inceleyip
eleştirerek felsefeyi geçersiz ve gereksiz ayrıntılardan arındırmıştır. Böylece
filozofların temel düşüncelerine en yakın görüşleri belirlediği ve felsefi
ilimleri sistemleştirdiği için de Mutlak Filozof ve Muallim-i Evvel ona unvanı
verilmiştir. Aristoteles’in öğretilerini islam dünyasına en iyi aktaran, onu en
güzel şekilde temsil eden, eserlerini inceleyen ve anlayıp yorumlayanlar da
Fârâbî ve ibn Sînâ olmuştur.
Dolayısıyla bu iki filozofun
görüşlerini irdeleyip eleştirmek diğer bütün filozofları incelemekle eşdeğer
olacaktır. (c) Gazzâlî’, filozofların farklı terminoloji kullanmasından
kaynaklanan problem, çelişki ve tartışmaların, ortak bir anlam kastedilmek şartıyla, üzerinde durulması
gerekmeyen ayrıntılar olarak görüp tartışma dışı tutar. (d) Amaç,
filozofların çelişki ve tutarsızlıklarını açığa çıkarmak, böylece yöntem ve doktrinlerinin
çelişkisiz olduğunu sanarak filozoflara karşı iyimser yaklaşanları uyarmak olduğuna göre,
yapılması gereken şey, tartışılan sorunlara ilişkin herhangi bir tez ortaya
koymaksızın, yalnızca filozofları sıkıştırmak, görüş ve yaklaşımlarını sorgulamak suretiyle
doktrinlerini geçersiz kılıp reddetmektir. (e) Filozofların görüş ve doktrinleri
doğrudan dinin temel ilkeleriyle ters düşmektedir. Bu yüzden onlara karşı çıkarken
herhangi birine bağlı kalmaksızın bütün kelâm ekollerinin görüşlerinden yararlanmak
suretiyle güç birliği sağlamak en uygun yoldur
(Gazzâlî, 2009: 1-13).
Yukarıda işaret edilen
gerekçeler, belirlediği amaç ve özel yöntem doğrultusunda Fârâbî’nin ve özellikle de ibn
Sînâ’nın eserleri üzerinde iki yılı aşkın bir süre yoğun bir incelemeye girişen
Gazzâlî, önce Filozofların Amaçları (Makâsıdü’lfelâsife) başlıklı eserini kaleme alarak
bu alanda görüş bildirecek yetkinliğe ulaştığını göstermiş, ardından Filozofların Tutarsızlığı’nı yazarak genelde
filozoflarla özelde ise ibn Sînâ ile
hesaplaşmıştır. Amacı ve özel yöntemi uyarınca yirmi problem tespit ederek bunları
filozofların kullandığı terminoloji ve mantık disiplini çerçevesinde tartışmıştır. Yer yer polemiğe
dönüşen diyalektik bir söylemle gerçekleştirdiği felsefe eleştirisi sonucunda
ibn Sînâ’nın ve dolayısıyla da filozofların on yedi mesele hakkındaki
görüşlerinin hatalı, çelişik ve tutarsız olduğunu belirleyen
Gazzâlî, Tanrı-âlem ilişkisi
yahut âlemin ezelîliği, Allah’ın tikellere ilişkin bilgisi veölümden sonraki hayatın
bedensiz olacağı yahut cesetlerin diriltilmesi konusundaki görüşlerinin dinî ilkeler
açısından tümüyle geçersiz (bâtıl) olduğu kanaatine ulaşmıştır (Gazzâlî, 2009:
225).
Gazzâlî’nin filozoflarla
hesaplaşması islam düşünce ve bilimi açısından önemli gelişmelerin yolunu açmıştır.
Bunlardan biri, Aristo mantığına yönelik algıda köklü bir değişimim ortaya
çıkmasıdır. Gazzâlî, Aristo mantığına mesafeli duran önceki kelâmcıları mantığın temelini
oluşturan aklın kanunlarına dayanmak yerine daha çok muarızlarının doğruluğu
yaygınlığına bağlı olup rasyonel değeri düşük öncüllerine dayalı diyalektik/cedelî
yöntemlerini verimsiz ve yetersiz bularak eleştirir.
Ona göre mantık ilmini
yeterince kuşatamamış olan kimsenin bilgilerine güvenilemez.Yana Çıkma: Gazzâlî’nin takındığı bu kararlı tutum neticesinde mantık hem teorik ve aklî ilimler hem de pratik ve naklî ilimler için gerekli bir yöntem olarak genel kabul görür bir konuma kavuşmuştur.
Gazzâlî’nin, metafizik alanda
aklın yetersiz ve yetkisiz olup bu konuda sözün vahye/dine bırakılması
gerektiğine ilişkin teziyle felsefe-kelâm-tasavvuf ilişki ve etkileşiminde köklü dönüşümlere yol açması
ikinci önemli sonuç olmuştur. Bu bağlamda dikkate değer bir başka
husus da Gazzâlî’nin din açısından felsefeyi değerlendirip kritik ederken, Batılı
filozoflardan birkaç yüz yıl önce felsefe ile bilim arasında çok net bir ayırıma gitmiş
olmasıdır.
GAZZÂLÎ’NiN DETERMiNiZM
ELEŞTiRiSi
Gazzâlî’nin filozoflara
yönelttiği eleştirilerden en çok dikkat çeken ve yankı uyandıranı, sebep-sonuç ilişkisi
yahut sebeplilik ilkesine bağlamında ortaya koyduğu yaklaşımdır. islam
filozoflarının Antik Yunan düşüncesinden devralıp Allah’ın ilim ve inayetiyle bağlantılı
kılarak açıkladıkları sebeplilik ilkesi karşısında özellikle Eş’arî kelâmcıları
indeterminist bir tavır içindeydiler. Onlar cevher-i fert (atom) ve araz anlayışı ile arazların iki
ayrı zamanda var olamayacağı, dolayısıyla yaratmanın
her an yenilendiği fikrine
dayalı bir tür vesileci/occasionalist yaklaşımı savunuyorlardı.Buna göre var olan her şey birbirinden bağımsız parçalardan ibaret olup onları bir araya getirerek yeni bir yapı kazandıran güç tabiata içkin değildir. Dolayısıyla bu parçalar (atom) gibi gerek doğal gerekse insanî olsun bütün fiil ve olaylar da Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. Bu geleneğin bir izleyicisi olarak sebeplilik ilkesinin determinizme varan yorumuna yönelik en ciddî eleştiriyi Gazzâlî ortaya koymuştur (Çağrıcı, 1996: 497).
ibn Sînâ’nın mantık çalışmaları üzerinden aldığı Aristo mantığına esaslı katkılarda bulunduğu söylenemese de Gazzâlî’nin, mantığın yalnızca felsefenin bir yöntemi ve kolu olmadığı, onu reddetmenin hiçbir haklı sebebinin bulunmadığını vurgulamış olmasının önemi yadsınamaz. Ayrıca onun Kur’an’da islam dininin inanç ilkeleri ortaya konurken ve inkarcıların karşı iddiaları çürütülürken başvurulan yöntemin de aslında mantıktan başka bir şey olmadığını söylemesi anlamlıdır. Gazzâlî’nin yine Kur’an’daki bir ifadeyi kullanarak “el-kıstâsü’lmüstakim” (doğru ölçü) adını verdiği mantık yönteminin uygulandığına ilişkin olarak âyetlerden çok sayıda örnek vermekten de geri durmaz.
Ona göre her ne kadar deney ve
gözlemler sebep ve sonuç denilen iki olayın artarda geldiğini tespit
ediyorsa da burada bir zorunluluk bulunduğunun ilim ve mantık bakımdan kanıtlanması
mümkün değildir. Artarda gelen iki şeyden birine sebep, diğerine sonuç
(müsebbeb, sebepli) adının verilmesi tümüyle bunları hep artarda görmeye alışmış
olmaktan ileri gelmektedir. Gazzâlî’nin verdiği örnekle
açıklamak gerekirse pamukla
ateş, hasta ile ilâç, açlık ile gıda, susuzluk ile su ... vb. bütün doğal varlık ve
olaylar arasındaki kurulan sebep-sonuç ilişkisi, doğal varlık ve olayların kendi
özündeki bir özelliğin zorunlu neticesi olmayıp Allah’ın irade, takdir ve yaratmasının
bir sonucudur. Çünkü ateş, su, ilaç gibi doğal şeylerin hiçbiri gerçek anlamda sebep ve
fail olamaz. Mucize denilen olaylarda görüldüğü üzere ateş gibi bir sebep
bulunduğu ve etkisini göstermesi için bütün şartlar hazır olduğu halde Allah
istemedikçe beklenen sonuç doğmayabildiği gibi hiç beklenmeyen ve tahmin bile
edilemeyen neticeler de ortaya çıkabilir. Doğal nesneleri gerçek sebep ve fail konumuna
yerleştiren böyle bir yaklaşım Gazzâlî’ye göre azat edilmiş bir kölenin
efendisinin yerine azat tutanağının yazımında kullanılan kaleme şükran duymasına benzer
ki bu “cehaletin son noktası”dır.
Daha sonra ibn Rüşd’ün dikkat çekeceği bir husus olarak, aralarında sebep-sonuç ilişkisi bulunan şeylerin özünde bu ilişkiye karşılık gelen hiçbir özellik bulunmaması halinde tabiatta her an her şeyin olabildiği bir düzensizlik ve belirsizlikten söz edilmesi gerekeceği, böylelikle hem aklın hem de bilimlerin güvenilirliğinin ortadan kalkacağı şeklindeki eleştirinin Gazzâlî farkındadır. Ona göre, savunduğu indeterminist yaklaşım hiçbir zaman doğada her türlü saçma “imkânsız”ın gerçekleşeceği bir karmaşa ve belirsizlik bulunduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü ilke olarak Allah’ın iradesine konu olan her şey “imkânsız” olmaktan çıkar; ayrıca Allah bizim zihnimizde kendisi için mümkün olan bu şeyleri yapmayacağına ilişkin bir bilgi yaratmıştır. Bu durumda bizim sebep-sonuç ilişkisi içinde hep artarda birlikte bulunduklarına şahit oluşumuz, onların sürekli bir biçimde öteden beri geçerli olan bir düzene bağlı olarak gerçekleştiği fikrinin zihnimizde yerleşmesini sağlar. Hal böyleyken filozofların bu ilişkide tabii bir zorunluluk görmeleri, Gazzâlî’ye göre, sadece mantıki ve ilmî değerden yoksun olması bakımından değil, aynı zamanda Allah’ın mutlak iradesini ve mucizenin imkânını dışlayıcı bir yapıda olması itibariyle de kabul edilemez niteliktedir.