Bugün dünyanın büyük kısmında, milyarlarca insanın günlük yaşamının
en önemli parçasını kitle iletişim araçları, yani medya oluşturuyor.
Yirminci yüzyılın son dönemi itibarıyla modern toplumların en önemli toplumsal kurumlarından
biri hâline gelen medyanın “kapsama alanı” olağanüstü bir hızla genişlemeye
devam etmektedir. Günümüz toplumlarında medyanın sosyal, kültürel, siyasal ve
ekonomik alanda çok önemli bir yeri olduğu tartışmasız kabul ediliyor.
Toplumsal yaşamın, kültürel alanın ve siyasi arenanın önemli bir ögesi hâline gelen
medya; tüm toplumsal ilişkileri, günlük yaşam pratiklerini ve değer sistemlerini
giderek daha çok etkilemektedir. Medya, hayatımızın içinde; hatta merkezindedir. Kısaca
bugün medya kültürünü soluduğumuzu söyleyebiliriz.
içinde yaşadığımız toplumsal dünyanın anlamlandırılması sürecinde medya oldukça kritik bir rol oynamaktadır. Farklı bir ifadeyle günümüzün kalabalık ve karmaşık modern toplumlarında büyük çoğunluklar, kendi gündelik deneyimleri dışında, yaşadıkları toplum ve dünyada olan biten tüm olaylar ve gelişmelerden artık sadece medyada yer aldığı kadar ve yer aldığı şekilde haberdar olmaktadır. Yaşadığımız hayata ilişkin her türlü anlamın ya da bilginin yeniden üretimi ve geniş halk kesimleri tarafından tüketimi giderek artan bir şekilde kitle iletişim araçlarının aracılığıyla gerçekleşmektedir. Medya; günümüz dünyasında milyarlarca insanın içinde yaşadığı hayata, topluma ve dünyaya dair imgelerinin önemli bir kaynağı hâline gelmiştir. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü toplumsal hayatta ne “doğru” ne “yanlış,” ne “gerçek” ne “yalan,” ne ya da kim “normal” ne/kim “anormal/sapkın”, tüm bu anlam sistemi önemli ölçüde medya dolayımıyla oluşmaktadır. Diğer bir deyişle toplumsal/siyasal yaşamda “gerçeklik”(ler)in ne(ler) olduğu artık önemli düzeyde medya dolayımıyla inşa edilmektedir.
Kamusal alanın önemli bir bileşeni olan medyanın böylesi bir rolü
giderek çok oynuyor olması, üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur.
Çünkü önemi ve etkisi günbegün artan toplumsal bir kurum olan medyanın, eğitim
kurumu dışında, diğer toplumsal kurumlardan çok önemli bir farkı vardır:
Medya aynı zamanda her geçen gün daha da büyüyen ekonomik bir sektördür. Serbest
piyasa koşullarında faaliyet gösteren ekonominin diğer sektörlerinde olduğu
gibi aynı
mantıkla işlemektedir. Farklı bir ifadeyle günümüzde medya
kurumları kapitalist piyasa koşullarında ve kâr maksimizasyonu mantığı/hedefi ile
faaliyet gösteren birer endüstridirler. 1980’lerde ortaya çıkan neo-liberal politikalarla
ivme kazanarak kısa bir sürede tamamlanan bu radikal dönüşüm ile medya
endüstrilerinin yapısı ve işlevi karmaşıklaşmıştır. Zira medya kuruluşları kendilerini
toplumun “aynası” olarak görmeye ve kamusal bir hizmeti yerine getiren bir kurum
olduklarını öne sürmeye devam etmektedir. Aynı zamanda, dördüncü kuvvet olarak,
demokratik/çoğulcu bir sistem için “olmazsa olmaz” olan kamuoyunu
“bilgilendirme” işlevini “tarafsız” ve “nesnel” olarak yerine getirdiklerini ifade
etmektedirler. Günümüzde bireyler, toplumsal çevrelerini anlamlandırma/yorumlama sürecinde
kullandıkları imgeler ve söz dağarcıkları için büyük ölçüde medya
endüstrilerine bağımlı bir duruma gelmiş olduklarından bu endüstrilerinin kapsamlı
ve bütünsel bir şekilde kavranmasının oldukça hayati bir önemi vardır.
iletişim ve enformasyon teknolojilerindeki çok hızlı gelişmeler
ile hem küreselleşme sürecini mümkün kılan hem de küresel bir boyut kazanan günümüz medyası, bu doğrultuda toplumsal denetimin olduğu kadar toplumsal
değişimin de önemli araçlarından biri hâline gelmiş durumdadır. Günümüzde
medya hem sermayenin (sadece yerli değil, aynı zamanda yabancı sermayenin)
hem de ideolojik yeniden üretimin önemli bir alanıdır. Modern kitle iletişim
kurumlarının toplumsal ve ekonomik yaşamdaki yerinin ve öneminin genişlemesi, medyanın
daha çok mercek altına alınmasına ve sorgulanmasına neden olmuştur. Ayrıca
iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, medyaya ilişkin
teorik tartışmalarda da yankı bulmaktadır. internet, uydu, cep telefonu/bilgisayarı
gibi pek çok yeni teknoloji; televizyon, gazete, film gibi daha eski iletişim aygıtlarının
işlevlerini farklılaştırırken düne kadar “kesin” olarak bakılan kimi görüşler değişmekle
kalmıyor, aynı zamanda araştırmacılar için de yeni sorular ve araştırma
alanları oluşturuyor.
Böylelikle medya çalışmaları, kültürel çalışmalar, sinema-televizyon, gazetecilik ve medya sosyolojisi gibi çok farklı disiplinlerin bir araya geldiği disiplinler arası özellikler
gösteren geniş kapsamlı çalışmalar ortaya çıkmıştır.
Genel olarak teorik düzeyde medya analizi; kitle iletişim
teknolojilerinin, medya kurumlarının toplumlar üzerindeki etkisi ve insanların/toplumların
bunları nasıl kullandığıyla ilgilidir. Her geçen gün daha çok sayıda insan bu
iletişim teknolojilerini giderek daha çok kullanırken bunların içerikleri de her geçen gün
daha çok küreselleşen medya endüstrileri tarafından belirlenmektedir.
(Bilton vd, 2003:328- 329) Medya içerikleri nasıl ve ne şekilde belirlenmektedir? Medya
endüstrilerinin mülkiyeti ve kontrolünde yoğunlaşma/tekelleşme var mıdır? Medya içeriklerinde ne tür anlamlar hakimdir? Medya kuruluşları ile devlet ve/veya
siyasi iktidar arasında nasıl bir ilişki vardır? Medya içerikleri kimlerin çıkarlarına
hizmet eder? Bireyler izledikleri/okudukları medya metinlerini olduğu gibi kabullenir,
yani hap gibi yutarlar mı? Başta internet olmak üzere yeni iletişim ve
enformasyon araçları ile geleneksel kitle iletişim araçları arasında ne tür benzerlikler ve
farklılıklar vardır?
Kısaca günümüz dünyasında medyayı teorik olarak nasıl değerlendirebilir
ve analiz edebiliriz? işte bu bölümde, tüm bu sorulara medya araştırmaları
ve medya sosyolojisindeki
farklı yaklaşımların verdiği yanıtlar üzerinde bir tartışma zemini
oluşturulması amaçlanmaktadır.
MEDYA NEDiR? MEDYAYI NASIL ANLAYABiLiRiZ?
Türkçedeki medya kelimesi ingilizcede araç, orta, ortam, aracı
anlamlarına gelen medium (Latincede medius) kelimesinin çoğuludur. Bu
kelimeyi karşılamak üzere
yakın zamana kadar kitle iletişim araçları kavramı kullanılmış
olsa da günümüzde medya sözcüğü çok daha yaygın bir kullanım alanı kazanmıştır. Peki,
kitle iletişim
araçları ya da medya deyince hangi iletişim araçlarını anlamamız
gerekiyor? En geniş anlamında kullanıldığında kitaplar, gazeteler, dergiler, broşürler,
billboardlar,
telefon, cep telefonu, VCD, DVD, radyo, sinema, televizyon, internet
gibi iletişim araçları söz konusudur.
Ancak bu ünitede medya dendiğinde esas olarak “kitle medyası,” kitlesel düzeyde erişime imkân veren ve geniş toplum kesimlerine ulaşabilen araçlar, özellikle radyo,
gazete, televizyon ve internet kastedilmektedir. Dolayısıyla medya
dediğimizde medyanın hitap ettiği/ulaştığı kitle, yani izleyiciler; hitap
ederken aktardığı içerik ve de bu içeriği üreten/oluşturan bir kurumsal yapıdan söz ediyoruz.
(Yoğunlaşma: Medya kuruluşlarının belli kişi ya da grupların elinde toplanması durumudur.
Tekelleşme: Bir ya da birkaç kuruluşun zaman zaman
aralarında gizli ya da açık anlaşmalar yaparak pazarda
egemenlik kurmasına denir.)
işte özel olarak medyayı, genel olarak medya-toplum ilişkisini anlamak için bu üçlü sacayağını göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Kitle iletişim araçları ve medya sözcükleri aynı
anlama mı gelmektedir?
Her ne kadar “izlemek” mastarı seyretmeyi, görmeyi ifade etse de
medya çalışmalarında “izleyici” sözcüğü tüm medya kitlesine, yani bütün medya
tüketicilerine karşılık gelecek şekilde kullanılmaktadır. Dolayısıyla izleyici
dendiğinde gazete dergi okurları, radyo dinleyicileri, internet kullanıcıları ve
televizyon izleyicileri düşünülmelidir. Peki izleyici olmak nasıl bir durumu anlatır?
Farklı bir şekilde sorarsak izleyici olmak, izlenen medya ne aktarıyorsa, ne gösteriyorsa onu
olduğu gibi kabul etmek anlamında edilgen bir konuma mı karşılık gelir?
Yoksa izleyici olma konumunda, izlenen medyadaki içerikleri daha aktif bir şekilde değerlendirme ve yorumlama boyutu mu söz konusudur? Diğer taraftan izleyiciler
medyayı farklı amaçları için kullanıyor olabilirler mi?
Medyanın içeriğine geldiğimizde ise acaba medya içeriği basitçe
bir noktadan diğerine aktarılan yazılı ve/veya görsel imgelerle mi sınırlıdır,
yoksa bu içerik bir toplulukta yaşayanlar arasındaki toplumsal ilişkilere katkıda mı
bulunur? Medya içeriğinin izleyiciler arasında bir “referans çerçevesi” oluşturması söz konusu mudur?
Son olarak kurumsal anlamda medya dediğimizde ise öncelikle
günümüzde medyanın kâr amacıyla işleyen kuruluşlar olduğunu göz ardı
etmemeliyiz. Dünyada ve Türkiye’de medya kuruluşlarının büyük çoğunluğu, doğrudan
meslekle ilişkisi olmayan sermayedarların elindedir. Ancak “mutfakta” ise
medya profesyonelleri yer almaktadır. Bu durumda medyayı kimler yönetmektedir? Kurumsal
olarak medyanın yönetimi sadece onun mülkiyetini elinde bulunduran işverenlerin kontrolünde midir? Eğer öyleyse siyasi iktidarların medya
üzerindeki doğrudan ya da dolaylı baskısı nereye konmalıdır? Diğer taraftan Türkiye’de
RTÜK (Radyo-Televizyon Üst Kurulu) örneğinde olduğu gibi denetleme/düzenleme kuruluşlarının medyaya yönelik müdahaleleri yok mudur? Peki, medya sektörü dışındaki
büyük holdingler gibi diğer güç odaklarının medya kuruluşları üzerinde
doğrudan ya da dolaylı kontrolü nasıldır? (Nalçaoğlu, 2003:43-55). Gördüğünüz gibi şimdilik yanıtlardan çok sorular ön plana çıkmış
durumda.
ilerleyen bölümlerde ise bu sorulara farklı yaklaşımlar ekseninde
çok boyutlu bir tartışma içinde yanıt aranacaktır.
Dünden bugüne Türkiye’de Medya sektörü ile ilgili
her türlü ayrıntılı bilgiyi D. Beybin Kejanlı
oğlu’nun Türkiye’de Medyanın Dönüşümü (Ankara: imge Kitabevi, 2004) adlı kitabında bulabilirsiniz
MEDYA TEORiSi: KISA BiR TARiHÇE
Kapitalizmin yayılması, bilimsel gelişmelerin artması,
demokrasinin yaygınlaşması, kentleşmenin ve kitle iletişiminin ivme kazanması gibi gelişmeler
Batı toplumlarının 19. yüzyılın ortalarında çok derin bir değişim içine girdiğini
göstermiştir. Bu büyük dönüşümler ile modern bir toplumsallıktan, moderniteden
bahsedilmeye başlanmıştır. Modernitenin getirilerinden biri kitle iletişimidir.
Özellikle 1890 ve 1920 yılları arasında yüksek tirajlı gazeteler, sinema ve radyo
yaygınlaşmıştır. Kitle
iletişim araçlarının ya da modern kitle medyasının ortaya çıkışı
ile Batı toplumlarında modernitenin belirmesi eş zamanlı gerçekleşmiştir. Dönemin hem
elitleri hem de önde gelen entelektüelleri modernitenin yıkıcı etkilerine
ve ortaya çıkan “kitle toplumu”na karşı endişelerini dile getirmişlerdir.
Referans çerçevesi: Bu terim ile mesajların doğrudan anlattıkları şeyler değil de kendilerini “anlamlı kılan” gizil varsayımlar kastedilmektedir.
işte
moderniteye ve kitle toplumuna ilişkin korkular ile kitle medyasının ivme kazanmasının
aynı zamanda gerçekleşmesi medyaya ilişkin ilk dönem düşüncesinde oldukça
etkili olmuştur.
Kitle ve iletişim olguları ilk defa bir araya geliyor, eni iletişim
araçları “kitle” olgusu sayesinde bir anlam kazanıyordu. Ancak yüksek tirajlı gazeteler
tamamen boş, değersiz ve sansasyonel haberler içeriyor, “ucuz” kitle sanatı ve
kitle kültürü en düşük ortak paydayı tatmini hedeşiyordu. Bu nedenlerden dolayı
kitle kültürü ve kitle medyasının toplum üzerinde olumsuz ve yıkıcı bir etkiye
neden olacağı varsayılmıştır. Bu ilgi ve korku, medyanın insan davranışı üzerindeki
etkisiyle ilgili, varsayımları o günden beri medya ve topluma dair düşünceyi şöyle
ya da böyle etkilemiş
olan bir teoride bir araya geldi. Bu varsayımlar insanlar ve toplum
üzerinde olumsuz ve yıkıcı etkisi olan “çok güçlü” medya anlayışı üzerinde
odaklandı (Williams, 2003: 23-24).
işte bilimsel araştırmanın bir uzmanlık alanı olarak kitle iletişim
(ya da medya) araştırmaları yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmıştır.
Kitle iletişim araştırmaları
nın ortaya çıkışından bu yana genel olarak üç dönem saptanabilir.
Yirminci yüzyıl başından 1940’a kadar iki büyük dünya savaşı arasındaki yılları
kapsayan ilk dönemde medyanın çok güçlü ve ikna edici bir etkisi olduğuna dair
ortak bir görüş egemen olmuştur. Hem Amerika’daki muhafazakâr ya da liberal eğilimli
hem de 5. ünitede gördüğümüz eleştirel Frankfurt Okulu geleneği
içindeki çalışmalarda, “Kitle Toplumu” paradigmasının kötümserliğinin doğrudan etkisi
görülmüştür.
Kitle iletişim araçlarının çok güçlü propaganda kurumları olduğu
ve insanların bir anlamda beynini yıkadığına dair bir medya görüşü bu dönemde egemen
olmuştur.
Bunun ise dört nedeni vardır (Curran vd., 1982: 229):
1. Yeni teknolojilerin yaşama geçmesiyle birlikte yeni izleyici
kitlelerinin yaratılmış olması; yani radyo gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde
eskiye oranla daha çok sayıda izleyiciye hitap ediliyor oluşu.
2. Kentleşme ve endüstrileşmenin “kaypak”, köksüz, yabancılaşmış
ve manipülasyona açık bir toplum yarattığına dair bir görüşün moda olması.
3. Kent insanının artık savunmasız kaldığı ve kitle iletişim
araçlarının kolay bir “avı” hâline geldiği fikrinin hakim olması.
4. Kitle iletişim araçlarının 1. Dünya Savaşı boyunca beyinleri yıkadığına
ve sonraki yıllarda faşizmin yükselmesini sağladığına dair ikna edici
bir durumun oluşmuş olması.
Bu faktörlerden dolayı, iletişim araçları edilgen kurbanlarına
derinden işleyen “sözcük mermileri” fırlatacak kadar güçlü görülmekteydi. Bir
silahtan çıkan mermi, nasıl kısa sürede hedefe ulaşıp onu tahrip ediyorsa medya mesajlarının
da aynı hızla hedef kitledeki alıcıya ulaşarak yüksek bir tahribata yol
açtığı düşünülmekteydi.
Kısaca nazizm ve faşizmin egemen olduğu dönemde egemen olan düşünce, medyanın her şeye kadir bir gücü olduğu idi. Bu dönemin hakim
yaklaşımı olan hipodermik şırınga modeline göre medya mesajları, insanların beynine tıpkı
bir
şırıngadan ilacın zerk edilmesi gibi veriliyordu. fiırıngadan
damara zerk edilen ilaç nasıl çok kısa bir süre içinde ve güçlü bir şekilde etkisini
gösteriyorsa kitle iletişim araçlarının mesajlarının da aynı hızla ve güçle hedef izleyicileri
etkiliyor olduğu kanısı hakimdi. insanların gördüğü, duyduğu ve okuduğu verilerin doğrudan
davranışlarını etkilediği düşünülüyordu. Kitlelerin çok güçlü olduğu
kabul edilen medya tarafından kolayca manipüle edildiği yönündeki kitle toplumu
teorisi, işte ilk dönem medya teorisi üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştur.
Genel olarak medyayı elinde bulunduran ve iyi kullananların geniş yığınlara
istediklerini yaptırabilecekleri varsayımı bu döneme damgasını vurmuştu (Mutman,
1995: 27; Curran vd., 1982: 230; Williams, 2003:23-28).
Kitle toplumu paradigmasının karamsarlığı, ilk
dönem kitle iletişim araştırmalarına doğrudan yansımıştır.
Propaganda Analizi ve Harold Laswell
Kitle iletişim araştırmalarının iki büyük dünya savaşı arası
dönemde; yani bir savaş konjonktürü içinde ortaya çıkmış olması oldukça önemlidir. 19.
yüzyılda ortaya çıkan propaganda olgusu, yeni iletişim teknolojileri sayesinde çok
daha etkili bir işlev kazanmıştır. Bundan dolayı fiikago Üniversitesinden Harold
Laswell’in (1902- 1978) kaleme aldığı ve dönemin ilk önemli yapıtı olarak görülen
çalışmanın isminin “Dünya Savaşında Propaganda Teknikleri” (1927) olması tesadüfi değildir.
Kitle iletişim araçlarının 1. Dünya Savaşı sırasında propaganda araçları
olarak çok kritik bir rol oynadığı görüşü 1930’larda Avrupa’da faşizm ve Sovyetlerde
Stalinizm gibi totaliter rejimlerin kitlesel yükselişiyle zirveye tırmandı.
2. Dünya Savaşı sırası nda ise kitle iletişim araçları neredeyse propagandayla eş değer
tutuluyordu. Laswell,
propaganda analiziyle, 1. Dünya Savaşı sonrasındaki olumsuz koşulların,
büyük ekonomik bunalımın ve siyasal istikrasızlığın insanların
psikolojisini kötü yönde
etkilediğini ve medyanın bir şırınga iğnesi gibi insanların
bilincine girip onları manipüle edebileceğini söylemiştir.
Propaganda ile birlikte reklam bu dönemi karakterize eden bir diğer
önemli mesaj biçimidir. Farklı bir ifadeyle mesaj denen araştırma
nesnesinin propaganda ve reklam denen türlere uygun olarak tanımlandığını
söyleyebiliriz. Çünkü artık tekelleşme olgusuyla birlikte reklam bir ürünü almayı özendirmekten çıkmış,
onu almayı ikna etmeyi amaçlayan yeni bir söylem tarzına dönüşmüştü. işte
Laswell’in
ünlü ifadesiyle “Kim, kime, hangi araçla ve nasıl bir etkiyle ne
söylüyor?” sorusu dönemin temel sorusu olmuştur. Bu dönemde oldukça edilgen birer alıcı
olarak görülen izleyicilerin daha sonraları kitle iletişim araçlarının
mesajlarını aktif olarak yorumlayanlar olarak görülmeye başlanması, savaş sonrası dönemdeki
medya teorisinin
oluşmasında önemli olmuştur (Williams, 2003:29-31).
“Sınırlı Etkiler” Yaklaşımı
Kitle iletişimi araştırmalarının, 1940-60’lar dönemini kapsayan
ikinci evresinde totaliter tehlikenin gerilemesiyle, ilk döneme damgasını vuran çok güçlü ve
her şeye gücü yeten medya anlayışı popülerliğini yitirmeye başladı. Bu
dönemde ABD’de yapılan etki araştırmaları sonucunda medyanın “çok sınırlı bir etkisi”
olduğuna dair yeni bir uç görüş ortaya çıktı. 1940’lardan 1960’ların ortalarına kadar
medya teorisinde hakim olan bu paradigma, ampirik çalışmalar etrafında şekillendi.
Medyanın etkisi niceliksel bir araştırma konusuna; neyin, kimin üzerinde ne kadar
etkili olduğu sorunsalına dönüştürüldü. 1960’ların sonundan itibaren medyanın etkisizliği/sınırlı
etkisine dair bu diğer uç görüş sorgulanmaya başlanacak ve kitle iletişim
araçlarının uzun vadeli etkilerini ve kurumsal yapılarını araştıran liberal/çoğulcu
eksendeki çalışmalar, hem de neo-Marksist eleştirel çalışmalar yaygınlaşmaya başlayacaktır.
ikinci döneme damgasını vuran “sınırlı etkiler” yaklaşımının
gerisinde ise medyanı n çok güçlü olduğu sonucunun dayanağı olan kitle toplumu tezinin
terk edilmesi
yatmaktadır. “Ana akım” ya da liberal/çoğulcu olarak adlandırılan
çalışmaları n yeşerdiği bu evre, Batı ülkelerinin çoğunda sosyo-ekonomik
olarak istikrarın sağlandığı ve refah devletinin yükseldiği döneme denk gelir. Dolayısıyla
içinde yaşanılan toplum “kitle toplumu” olarak değil “çoğulcu” toplum
olarak görülüyordu.
Modern toplumu kavramsallaştırmada ortaya çıkan bu önemli farklılıkla
beraber sosyolojide işlevselcilik ve siyasetbiliminde liberal-çoğulculuk
olarak nitelenen
perspektişer ikinci evrede geliş(tiril)en “sınırlı etki” bulgusuna
yol açan etki araştırmalarına rehberlik etmiştir.
Bu dönemin kurucu ismi Paul Lazarsfeld (1901-1976)’dir. 1940 yılında
Amerika’daki başkanlık seçimlerinde bir kasabadaki seçim kampanyasının etkisini
araştıran Lazarsfeld ve arkadaşları, bu çalışma sonucunda kitle iletişim
araçlarının etkisinin çok az olduğu sonucuna vardı. Zira kitle iletişim araçlarının aracılığıyla
gerçekleşen seçim kampanyaları, seçmen kitlesindeki oy verme davranışında çok
fazla bir etki ya da fark yaratmamıştı. Dolayısıyla kitle iletişim
araçlarının oldukça sınırlı bir etkiye sahip olduğu sonucuna varıldı. Bu araştırmada kişiler
arası ve iki
aşamalı bir iletişimin çok daha fazla etkiye sahip olduğu anlaşıldı.
Kitle iletişim araçlarının mesajları verili grup içinde “kanı lideri” olarak nitelendirilen bir lidere ulaştığı ve oradan kitleye aktarıldığı belirlendi. Bu dönemdeki
çalışmaların çoğu, izleyicinin doğasını ve medyanın hangi koşullar altında bilgide,
tutumda ve davranışta değişikliğe yol açtığını anlamak amacıyla yapılmıştı. Örneğin
dönemin bir diğer önemli araştırmacısı Hovland, savaş sonrası yaşanan tüketim
patlamasında ve ikna sürecinde reklamcılığın etkisi üzerine yoğunlaşan çalışmalar
yapıyordu. Bu ampirik araştırmaların çoğunun medya endüstrileri ya da
hükümetlere yapılan profesyonel araştırmalar olduğu da göz ardı edilmemelidir (Curran vd., 1982:
231; Mutman, 1995: 28; Williams, 2003:46).
Kitle iletişim araştırmalarının ilk döneminde
medyanın çok güçlü olduğu düşünülürken
ikinci dönemde medyanın neden çok güçlü değil
aksine çok az etkili olduğu düşüncesi
hakim olmuştur.
Amerikan kitle iletişim araştırmalarında belirleyici olan bu ampirik araştırma geleneği, topluma dair birbiriyle bağlantılı iki teorinin rehberliğinde gelişmiştir. Bunlar işlevselcilik (fonksiyonalizm) ve çoğulculuktur (plüralizm). işlevselcilik ve çoğulculuk, topluma ve siyasete eleştirel olmayan iki yaklaşımdır. işlevselcilik ve onun siyasal manifestosu olarak görülebilecek çoğulculuk, medyanın rolünü istikrarlı bir toplumu koruyacak değerlerin aktarılması olarak görmüştür. Çoğulculuk, medyanın toplumdaki farklı gruplarının kendilerini duyurabilmesi için gerekli olduğunu söylerken işlevselcilik, medyanın demokrasinin ortak değerlerini insanlara özümseterek bir görüş birliği sağlamadaki rolüne dikkat çeker.
Bu bölümü okurken tam anlayamadığınız ya da daha
ayrıntılı bilgi almak istediğiniz kavramlar için Erol Mutlu’nun iletişim Sözlüğü’ne (Ankara: Ayraç Yayınevi, 2008) ve/ve ya Hüseyin Köse’nin iletişim Sosyolojisi. Temel Kavramlar Antolojisi’ne (istanbul: Yirmidört Yayınevi, 2006) bakabilirsiniz.
MEDYA: FARKLI TEORiK YAKLAŞIMLAR
işlevselcilik
Sosyolojide 2. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilmiş teorik bir
yaklaşım olsa da kökleri Durkheim’a kadar uzanan işlevselcilik, bildiğimiz gibi,
toplumları canlılara ve toplumu oluşturan birimleri de canlıların organlarına benzetir.
Toplumun “sağlığı” için bütün “organlarının” düzgün ve uyumlu bir şekilde işlemesi
gerekmektedir.
Sosyal düzen, bireyler birbirinden izole oldukça bozulmaktadır ve
“kolektif bilinç” in çökmesi sosyal felaketlere yol açacaktır. işte kitle iletişiminin
işlevselci analizi medyanın sosyal düzen ve yapının korunmasındaki rolü üzerine
yoğunlaşmıştır. Buna göre medya ampirik bir biçimde gözlemlenerek “işlevselliği”
ortaya konabilecektir.
işlevselci yaklaşımın önemli bir temsilcisi olan Robert Merton,
belirli bazı edimlerin niyet edilmiş ve edilmemiş sonuçları üzerinde durmuştur.
Bazı medya işlevleri açık ve bariz (manifest) olarak gözlemlenebilirken bazıları
da gizildir
(latent) ve gözlemlenmesi zor işlevlerdir. Örneğin bir savaşla
ilgili haberin “açık” işlevi izleyiciye bilgi vermekse “gizil” işlevi de
izleyicinin kafasındaki o ülke ve orda yaşayanlar hakkındaki düşünceleri şekillendirmektir.
Gelgelelim işlevselci araştırmaların önüne çıkan en büyük engel ise bir işlevin ne olduğunun
tamamen tanımlanamamasıdır. Hangi ve ne tür bir medya aktivitesinin toplum
düzeni için işlevsel olup olmadığı belli değildir (Williams, 2003:47-49).
Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı
Ünitenin başında izleyicilerin izlenen medyadaki içerikleri daha
aktif bir şekilde değerlendirmeleri ve medyayı farklı amaçları için kullanmalarının
mümkün olup olmadığını sormuştuk. Elihu Katz (1926-), işlevselci bir bakış açısıyla
geliştirdiği “Kullanımlar ve Doyumlar” yaklaşımı ile bu soruya olumlu yanıt
vermiştir. Araştırmacı, medyanın insanlara ne yaptığını değil insanların medyayı ne amaçla
kullandığına bakılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu, sonraki yıllarda
artan bir ivmeyle medya araştırmaları içinde yer bulacak bir tespittir. Medya
izleyicisinin pasif tüketici
konumunda olduğu görüşüne karşı çıkılmıştır. insanların “birey”
olarak ne gibi beklenti ve amaçlarla medyayı kullandığının göz ardı edildiği düşünülmüştür.
Bu yaklaşıma göre izleyiciler, medyayı bazı ihtiyaçlarını tatmin
etmek amacıyla kullanmaktadır. Farklı bir ifadeyle izleyiciler, günlük hayatın sıkıntılarından
uzaklaşma,
eğlenme, yalnızlık duygularını hafişetme, güncel gelişmelerle
ilgili bilgi edinme, dünya olaylarından haberdar olma gibi gereksinimlerini
doyurmak amacı yla medyayı kullanırlar. Özellikle 1960 ve 70’li yıllarda iletişim
çalışmalarında çok
etkili olan bu yaklaşım, izleyicilerin medyayı farklı şekillerde
değerlendirebileceği vurgusuyla önemlidir. Ancak iletişim araçlarını işlevsel bir
etkene indirgemesi ve kitle iletişim deneyimini salt “doyum” anıyla kısıtlaması
nedeniyle eleştirilmektedir (Mutlu, 1994:140-141).
Çoğulcu Yaklaşım
işlevselciliğin siyasal manifestosu olarak nitelendirilebileceğimiz
çoğulcu yaklaşıma göre Batı toplumlarında güç/iktidar, hiçbiri tek başına hakim
olmayan çeşitli grupların elindedir. Toplum, hiçbir zaman bir grubun tam olarak
egemenlik tesis edemediği, birbiriyle sürekli rekabet halindeki gruplar ve çıkarlar
karmasıdır. Gruplar
arasındaki rekabet, gücün tek bir noktada toplanmadan dağılımını
mümkün kılarken devlet, gruplar arası bu rekabette hakem rolündedir. Medya
kurumları da
devletten, siyasal partilerden ve kurumlaşmış baskı gruplarından
oldukça özerk bir yapıya sahiptirler. Medya; yasama, yürütme ve yargıya ek olarak
dördüncü güç konumundadır. Nasıl toplumda bir çeşitlilik varsa medya içeriklerinde de aynı
çeşitliliği gözlemek mümkündür. Bu doğrultuda medya, toplumdaki bu çeşitliliği
aktaran bir organdır. Kısaca medya, toplumun bir aynasıdır.
Liberal-çoğulcu yaklaşım, ayrıca medyanın özel sermayenin
mülkiyetinde olmasının medyanın içeriğini doğrudan etkilemeyeceğini savunur. Medya
içeriğini belirleyen, mülkiyet sahipleri değil tüketiciler; yani izleyiciler, okuyucular
ve onların istekleridir.
Tüketiciler/izleyiciler sunulan ürünleri beğenmezse başka yerlere
yönelme şansına sahiptir ve bu yüzden belirleyici konumundadır. Çoğulculukta,
izleyiciler pasif birer alıcı olarak değil aksine medya içeriklerini
yorumlayabilen ve tercihleriyle medya kurumları üzerinde etkili olabilenler olarak görülür. Çoğulculuk, liberal demokrasi teorisinin merkezinde yer alır. Çoğulculuk ve işlevselcilik,
medyanın liberal demokrasinin bugünden yarına var olabilmesi ve gelişimi
açısından “olmazsa olmaz” bir parçası olduğu konusunda hemfikirdir
(Williams, 2003:50-51).
Egemen paradigmanın ya da liberal/çoğulcu iletişim araştırmalarının
başlıca odağı medya etkileri olagelmiştir. Temel sorun olarak medyanın
izleyiciler üzerindeki
etkisi anlaşılmaya çalışılmıştır. “Sınırlı Etkiler” yaklaşımında
gördüğümüz gibi medyanın etkisinin sınırlı olduğu görüşü hakimdir. Çünkü kitle
iletişim sürecinin çeşitli değişkenler ekseninde tahmin edilemeyen şekillerde farklılaşabileceği
öne sürülür. Bir taraftan kişisel, siyasal ya da teknolojik faktörler
medyanın izleyiciler üzerindeki etkisini şekillendirir. Diğer taraftan medya içeriğinin
biçimi, dili ya da sunumu izleyiciler üzerinde çok farklı sonuçlar doğurabilir. Ayrıca
izleyicilerin farklı yaş, cinsiyet, eğitim ve siyasi düşüncelere sahip olmaları;
bir medya içeriğindeki
anlamı farklı şekillerde alımlamalarına ya da yorumlamalarına
neden olur (Fejes, 1985: 251; Trowler, 2008: 712-713). Liberal/çoğulcu kitle iletişim
paradigması,
günümüzde de medya kurumlarının temel felsefesini belirliyor olması
nedeniyle oldukça önemlidir.
*
Liberal/çoğulcu iletişim paradigması medya
kurumlarının temel felsefesini, profesyonel
meslek ilkelerini belirlemektedir.
Liberal Çoğulcu Yaklaşım ve Haber Medyası
20. yüzyılın başından bu yana profesyonel basın ilkeleri
belirlemekte olan liberal/çoğulcu yaklaşıma göre medya kurumları nasıl topluma ayna
tutuyorsa haber medyası kurumları da toplumsal gerçekliğin aynasıdır. Medya,
liberal demokratik bir sistemde yasama, yürütme ve yargı güçlerinden sonra bir
toplumdaki dördüncü güçtür. Demokratik sistemin bugünden yarına devamı ve gelişimi
için “dördüncü güç” payesi ile birlikte medya/haber medyası kurumlarına çok
önemli iki görev atfedilmiştir.
Sistemin sağlıklı işleyebilmesi için yaşamsal olan bu görevler,
kamu; yani halk adına gözetim yapma ve serbest düşünce pazarı oluşturmadır.
Çünkü kamuyu oluşturan yurttaşlar; söz konusu yasama, yargı ve yürütme gücüne
sahip yetkililerin
icraatlarını, sahip oldukları gücü/iktidarı suistimal edip
etmediklerini ancak - onlar adına bu güç odaklarını gözetleme/denetleme görevi verilmiş
olan- haber medyası sayesinde öğrenebilir. Bundan dolayı haber medyası
kurumları üzerinde devlet sansürü ve müdahalesi olmamalıdır. Ayrıca yurttaşların doğruyu
ve “gerçeği”
öğrenebilmesi için haber medyası da yayınlarında tarafsız ve
nesnel olmalıdır.
Nesnellik ilkesi, haber medyası kurumlarının siyasal parti ve girişimci
elitlerle iç içe olma durumundan 19. yüzyılın ortalarından itibaren sıyrılıp
serbest pazarda yerini almasıyla aynı süreçte gelişmiştir. Diğer bir deyişle
nesnellik ilkesi, ticari yayıncılığın piyasa ortamında yerini almasının zorunlu bir sonucu
olarak ve oluşan bu “yeni” durumu meşrulaştırmak amacıyla ortaya çıkmıştır. Basın
sektöründe çalışanlar kendilerini toplumsal gerçekliğin sözcüsü olarak görmeye başlamıştır.
Nesnellik ilkesi ile birlikte gelişen bir diğer profesyonel ilke ise haberin
olgusal; yani
gerçeğe ilişkin olması gerekliliğidir. Bu ilkeler kısa zamanda
haber medyasının temel kuralları hâline gelmiştir.
Bu paradigmanın metodolojik ve epistemolojik geri planına bakıldığında
ise kısaca pozitivist bir yaklaşımın olduğu görülür. Haber medyasına
konu olan olaylar;
düşüncelerden, değerlerden bağımsız ve onlardan yalıtılmış
biçimdedir. Doğalcı enformasyon görüşü olarak da adlandırılan böylesi bir bakış açısına
göre haberlerin
olgusal oldukları için “şeffaf” bir şekilde, nesnel olarak yansıtılmaları
mümkündür ve böyle olmaları gerekir. Farklı bir ifadeyle nasıl pozitivist
yaklaşımım bilim
insanından beklentisi değer yargılarından sıyrılarak nesnel bir şekilde
gözlemlenebilir gerçekliğin bilgisine ulaşmak ise haber medyası
profesyonellerinden beklenen de siyasal yargılardan sıyrılıp nesnel ve tarafsız olarak olayları/olguları
yansıtmaktır. Bu çerçevede dil; içinde yaşanan dünyayı, var olan “dış
gerçekliği” nesnel bir biçimde yansıtan/yansıtabilen bir araç olarak görülür. Diğer
bir deyişle dil,anlamların şeffaf bir taşıyıcısıdır. Dilin dünyayı temsilinin
"yansımacı” (reflective) modeli olarak da adlandırılan bu yaklaşımda dil; ayna işlevi
görerek nesneye, kişiye, olaya içkin olan anlamı yansıtma işlevi görür. Zira söz
konusu yaklaşım, dilin “gerçekliğin kendisi”nin sunduğu hakikat karşısında şeffaf olduğunu
öne sürer.
Diğer taraftan farklı düşüncelere dengeli bir şekilde yer verildiği
takdirde medyada yanlılık gibi bir durum da söz konusu olmayacaktır. Çoğulcu
toplumsal yapının hakim olduğu bir sistemde medya kurumları, yukarıdaki iki
görevi yerine getirebilir.
Medyanın topluma, haber medyasının ise toplumsal gerçekliğe “ayna”
tutan bir işlevle tanımlanıyor olması; medyanın toplumsal/siyasal alanın
dışında ve bu dışsal konumu nedeniyle de toplumsalı yansıtabilen bir araç
olarak kabul edilmesi ile iç içedir. Dolayısıyla medyanın gerçeklik tanımlarının her
türlü değerden yalıtılmış ve ideoloji dışı olduğu iddia edilir. Ancak farklı görüşlerin
medyada temsil hakkı bulacağına yönelik bu iyimser düşünce, haber medyasının yanlılığına
ilişkin gözlemlerle sarsılıp liberal/çoğulcu literatürde bile önce
yanlılığı sergileyen çalışmalara, sonrasında ise “temsil” kavramı ile medyayı ele alan eleştirel
araştırmalara bırakmıştır (Hall, 1997; Hackett, 1985; inal, 1996; irvan, 1996).
Modern toplumun çoğulcu bir toplum, bu toplum içinde medyanın özerk bir konumda
olduğu ve demokratik bir sistem için kamu adına gözetim yapma ve
gerçeklerin aynası olmak gibi bir misyona sahip olduğu şeklindeki çoğulcu/ana akım yaklaşıma,
Marksist eleştirel gelenek içinden hareket eden yaklaşımlar tarafından da
önemli eleştireler yöneltilmiştir. Böylece medyanın toplumsal gerçekliği nesnel
olarak yansıtabildiği iddiası büyük yara almıştır.
Medya, gerçekten siyasal alanın dışında mıdır?
Marksizm
Bildiğimiz gibi Marx’a göre kapitalist sınıf, her türlü enformasyon ve bilginin üretim ve dağıtımını kontrol altına almıştır. Egemen sınıfın toplumu kendi çıkarları
doğrultusunda şekillendirmesi, toplumsal sınışar arasındaki eşitsizliğin
korunmasına ve kapitalist sınıfının kendi zenginliğini artırmasına yol açmıştır.
Ekonomik örgütlenmenin kontrolü ve ideolojik kontrol arasında doğrudan bir ilişkiye
dikkat çeken Marx’a göre kapitalizmin ekonomik temeli ve organizasyonu,
toplumun nasıl işleyeceğini belirler. işte Marx’ın bu bakış açısı medyanın egemen
sınıf ideolojisini etkin kılmadaki rolüne dikkatleri yöneltmiştir. Modern kapitalist
toplumda medyanı
n rolünü anlayabilmek için Marx’ın düşüncesinden hareket edecek
olursak,medya; belli bazı görüş ve düşüncelerin yaygınlaşmasını, bunun dışındakilerin
de dışlanmasında rol oynar. Çünkü medya kurumlarının mülkiyeti ve
kontrolü kapitalistlerin elindedir ve egemen sınıf kendi çıkarları doğrultusunda alt sınıfları
yönlendirmek için medyayı kullanır. Klasik Marksist bakış açısına göre medya;
egemen kapitalist sınıfın çıkarlarını bugünden yarına koruyan, meşrulaştıran ve pekiştiren
bir işleve sahiptir. Farklı bir ifadeyle medyada izlediklerimiz,
okuduklarımız ve duyduklarımız; bizi şu an içinde yaşadığımız toplumsal sistemin ve
dünyanın doğal, normal ve kaçınılmaz olduğuna ikna etmeye çalışır (Williams,
2003:36-37).
Çağdaş Eleştirel Yaklaşımlar.
1950’lerde ve 60’ların başındaki ekonomik refah döneminin, yerini
ekonomik tedirginlik ve politik kargaşaya bırakmasıyla, medyanın toplumsal düzeni
koruduğu
ve uyumu sağladığı görüşü zayışamaya başlamıştır. Aynı zamanda
toplumsal istikrarın bozularak siyasal çatışmaların yeniden ortaya çıkması, medya
teorisinde Marksizmin güçlenmesine neden olmuştur. Neo-Marksist teoriler arasında
önemli farklılıklar olmasına rağmen hepsinin ortak noktası, medyanın
hakim sınıfın ve burjuvazinin gücünü meşru kılmak için çalışan ideolojik bir aygıt
olduğudur. Tartışmaların ve görüş farklılıkların nedeni ise medyanın bunu nasıl ve
ne kadar gerçekleştirdiği üzerinedir.
Ancak savaş sonrası dönemde bu düşüncenin ciddi değişimlere uğradığı
göz ardı edilmemelidir. En önemli değişim, Marx’ın ideoloji ve kültürü
toplumun ekonomik
altyapısıyla ilintilendiren klasik modelinden ideolojinin görece
özerkliğini vurgulayan yapısalcı yaklaşımlara geçilmesidir. Böylelikle medya, toplumun gerçek
doğasını gizleyerek ya da yanlış temsil ederek basitçe hakim sınıfın
tahakkümünü sağlayan bir araç olarak görülmemeye başlandı. Bunun yerine medya,
her ne kadar kimi düşünceler ve çıkarlar diğerlerinden çok daha güçlü olsa da
farklı düşünce ve çıkarların rekabet ettiği mücadele alanı olarak değerlendirildi.
Medyaya dair ekonomik determinist bir yorumdan uzaklaşarak medyanın yine de
belirli/egemen
görüşleri nasıl yeniden ürettiği sorusuna odaklanan ilk
teorisyenlerden biri Louis Althusser (1918-1990) olmuştur.Althusser, ideoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları
(1970) adlı çalışmasında devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları
arasındaki farka dikkat çekmiştir. Polis ve asker gibi doğrudan ve şiddet
kullanarak müdahalede bulunabilecek silahlı unsurlar devletin “baskı aygıtları”nı oluştururken eğitim, din ve medya gibi kurumlar; devletin ideolojik aygıtlarıdır. Althusser, klasik Marksist görüşten farklı olarak, diğer ideolojik aygıtlarla birlikte medyanın da egemen sınıfın doğrudan kontrolünden görece özerk olduğunu ifade etmiştir. Ona göre eğer medya, görece bağımsız görünmese ideolojik görevini yapması mümkün değildir. Diğer bir deyişle medyanın ideolojik rolünü
oynayabilmesi
ancak görece özerk ve bağımsız görülmesi sayesindedir.
Althusser’in ideoloji olgusunu yeniden değerlendirmesi,
Marksist düşüncede çok önemli bir gelişmedir
(Williams, 2003:52-53).
ideolojinin yeniden üretiminde medyanın oynadığı rolün anlaşılmasına
yönelik bir diğer önemli katkının sahibi de Roland Barthes’tir (1915-1980). Dil bilimci Saussure’den
etkilenen Barthes, medyanın bir ideolojiyi insanlara kabul
ettirmede, göstergelerin, simgelerin ve mitlerin kullanımının büyük bir önemi
olduğunu belirtmiştir.
Barthes, Çağdaş Söylenler (1957) adlı kitabında arkasında kapitalist çıkarların olduğu düşünme biçimlerinin nasıl mitler hâline dönüşerek doğallaştığını
inceler.
Yazar, mitleşerek doğallaşan ve herkese aitmiş gibi gösterilen
anlamlandırma biçimleri sayesinde ideolojinin işlediğini belirtir. Barthes, işte böylesine
bir mitleştirme yoluyla kapitalist sistem içinde ortaya çıkan eşitsiz ilişkilerin
kamuşe edildiğini belirtir.
Politikadan arınmış izlenimi veren sözler olan mitler sayesinde
politik olan, gözlerden silinir. Kısaca mitler, güç/iktidar çatışmalarından
kaynaklanan eşitsizlikleri
gizler ve doğallaştırır (inal, 2003:14).
Michael Foucault (1926-1984),her ne kadar doğrudan medya üzerine çalışmalar kaleme almamış olsa da özellikle iktidar
olgusunu yeniden ele alışıyla ve söylem kavramı ile alanı önemli derecede etkilemiştir. Post-yapısalcı bir düşünür olarak tanımlanan Foucault; bireyin bilincinin, dünya algısının biyolojik ya da sınıfsal faktörlere dayandığı görüşünü reddeder. Bunun yerine kendimizin ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bakışımızın söylemler tarafından şekillendirildiğini vurgular. Foucault, Marx’a benzer şekilde, bilgi ve ideolojinin toplum içindeki güç/iktidar ilişkilerini yansıttığını söyler; ancak bunların
ekonomik dinamiklerin kontrolüne bağlı olduğu görüşünü reddederek Marx’tan uzaklaşır. Foucault iktidar olgusunu, toplumun üzerine atılmış ve herkesi çevreleyen bir ağ olarak görür. Ayrıca bilginin değişik zamanlarda kitleleri kontrol etmek için bir
iktidar biçimi olarak kullanıldığını belirtir. Ona göre iktidar tek bir grup ya da sınıfın
tekelinde değildir, aksine iktidar herkesi kapsar. Ayrıca Foucault’un modern kurumlara özgü
bir iktidar ve bilgi biçimi olarak tanımladığı disipliner iktidar biçimlerine benzer teknikleri; örneğin sıradan insanların özel hayatlarının gözetiminin normalleştirilmesini,
yaygın medyada sıklıkla gözlemleriz. (Stevenson, 2002:
233-235;Williams, 2003-60-61).
Althusser’in hem ideolojiyi görece özerk olarak kabulü ve bu
doğrultuda medyanın ideolojik rolünü yeniden ele alışının temeli, Antonio Gramsci’nin (1891-1937) görüşlerinde yatmaktadır. 5. ünitede gördüğümüz gibi Gramsci’nin özellikle hegemonya teorisi, aynı zamanda Britanya Kültürel Çalışmalar Okulun teorik modelinin de merkezindedir. Gramsci’ye göre kültürel alan oldukça önemli bir hegemonik mücadele alanıdır. Medyanın kültürel alan, içindeki “kapsama alanı” göz önüne alınırsa kitle iletişim araçlarının hegemonik işlevinin muazzam bir düzeyde olduğu kuşku götürmez.
Stuart Hall ya da Britanya Kültürel Çalışmalar Okulu
Biritanya Kültürel Çalışmalar Okulu ve okulun uzun yıllar
direktörlüğünü yapan Stuart Hall (1929- ), medyanın kültürel hegemonyanın oluşturulması
ve sürdürülmesindeki
rolüne ilişkin görüşleriyle eleştirel medya çalışmalarında oldukça
önemli bir yer edinmiştir.
ingiliz kültürel çalışmalar okuluna göre iletişim, “anlamlandırma” mekanizması içinde çalışır. Bundan dolayı bu mekanizmayı
çözümlemek için ideoloji, dil, anlam, temsil, iktidar olguları üzerinde durulmalıdır. inşacı (constructionist) dil/temsil modeline dayanan bu yaklaşım, pozitivist teoride ve liberal/çoğulcu
yaklaşımda var olan yansımacı dil teorisinden (ayrıca klasik
Marksist yaklaşımda doğrudan olmasa da örtük olarak var olan yansıma anlayışından) çok farklıdır. inşacı modelde dil, kendi dışında var olan anlamın şeffaf taşıyıcısı olan bir iletişim aracı değildir. Dil, düşünceyi; düşünce de dili mümkün kılar. Anlam, dil içinde ve dil dolayımıyla inşa edilir. Dolayısıyla nesnel, saf hâlde dış dünyada duran bir toplumsal anlamdan söz edilemez.
Anlam, kendine özgü doğası gereği çok anlamlıdır ve bulunduğu bağlama bağımlıdır. Örneğin “demokrasi” ya da “özgürlük” kavramlarını düşünelim. Bu olguların tek bir anlamı olduğunu söyleyebilir
miyiz?
işte anlam, sabit ve verili değil tersine oluşturulan bir şeydir
ve aynı olaylara (ya da göstergelere) farklı anlamlar atfedilebilir. Bu durumda aynı
olaya dair belirli bir
anlamın düzenli ve sürekli olarak üretilebilmesi için bu anlamın
tek ve doğal olarak gösterilmesi gerekir. Bunun için de alternatif anlamların
marjinalleştirilmesi veya gayrı meşrulaştırılması gerekir.
işte medya, anlamın bu şekilde toplumsal inşası sürecinde önemli
bir rol oynar.
Yani medya, “gerçekliği” yalnızca yeniden üretmemekte; daha
önemlisi onu tanımlamaktadır. Medyanın topluma, hayata ve dünyaya dair anlamın oluşmasında
rol oynaması, onun ideolojik bir işlevi yerine getirdiğini gösterir.
Hall, ideolojiyi belirli bir grubun kendi çıkarlarını/temsillerini gerçeğin dolaysız yansıması
olarak temsil etme gücü olarak görür. Medya; modern toplumlarda, egemen
söylemler içinde
“dünyayı sınışandırmak” gibi önemli bir ideolojik/hegemonik işlevin
yerine getirilmesine hizmet eder. (Coward & Ellis, 1985: 29, 142; Hall, 1979: 208;
1997: 24;1984:72, 90-92; Hardt,1989: 37). Statüko içinde yer alan ve
statükoyu sürdüren kurumların temsilcilerinin öznel görüşlerinin nesnel olarak temsil
edilmesi, haber medyasının söylemi içinde ideolojinin işleyişinde oldukça
önemlidir (Dursun, 2001:125). Ancak söz konusu egemen bölgeyi oluşturan farklı
ideolojilerin kendi aralarındaki çelişkilerinden ve daha önemlisi bu ideolojilerin
birbirleriyle de hegemonya
mücadelesi içinde olduklarından bu süreç karmaşık ve çelişkilidir.
Yine de medya kurumları, “toplumsal gerçekliği” ayna gibi doğrudan yansıtan ya
da basitçe çarpıtan bir işleve sahip olmaktan çok egemen söylemler doğrultusunda
“toplumsal anlamın” (sürekli) inşasına katılmaları nedeniyle hegemonik bir işlev
görürler.
Hall’un eleştirel medya çalışmalarına önemli bir katkısı da medya
metinlerinin nasıl alımlandığı; yani izleyiciler tarafından nasıl okunduğu/değerlendirildiği
üzerinedir.
Medya içeriklerini bir anlamda “hap gibi yutan” pasif izleyici
modelinden önemli bir kopuşa yol açan makalesinde Hall, izleyicilerin
potansiyel olarak üç farklı şeklide medya içeriklerini okuyabileceğini öne sürmüştür.
1. Egemen hegemonik okuma: Metinde oluşturulan anlamı kabul ederek okumadır. Örneğin akşam haberlerde tüm üniversite hocalarının maaşlarında bir ücret kesintisine hazır olmaları gerektiği söyleniyor ve ben buna ikna oluyorsam bunun egemen hegemonik bir okuma olduğunu söyleyebiliriz.
1. Egemen hegemonik okuma: Metinde oluşturulan anlamı kabul ederek okumadır. Örneğin akşam haberlerde tüm üniversite hocalarının maaşlarında bir ücret kesintisine hazır olmaları gerektiği söyleniyor ve ben buna ikna oluyorsam bunun egemen hegemonik bir okuma olduğunu söyleyebiliriz.
2. Müzakereci okuma: izleyici/okuyucu bu defa metindeki anlamın bir bölümüne katılırken bir bölümüne katılmaz. Örneğe devam edersek ücret kesintisinin olabileceğini; ancak sadece bir kereye mahsus ve yüksek unvanlı ve yüksek maaşlı hocalar ile sınırlı kalması gerektiği düşünülebilir.
3. Muhalif ya da karşıt okuma: Metnin,metindeki anlama tamamen karşı çıkılarak okunmasıdır. Yani eğer üniversite hocalarının ücretlerinde herhangi bir kesinti yapılmasının kabul edilemez olduğu yorumu yapılıyorsa karşıt bir okumadan söz edebiliriz (Stevenson, 2002:77-78). Şüphesiz izleyicilerin medya metinlerini nasıl okuyacakları/yorumlayacakları yaş, toplumsal cinsiyet, sınıf, etnisite, eğitim, siyasi düşünce ve (ünitenin sonundaki okuma parçasında göreceğiniz) medya eğitimi/okuryazarlığı gibi değişkenlere bağlıdır. Hall, bu tartışmanın temel referansı olan makalesinde (1980: 135) kodlamanın; yani metinde belirli anlam(lar)ın oluşturulmasının, kod açımlarını; yani okumaları sınırlandırıcı bir etkiye sahip olduğunu belirtmiştir. Bu yüzden çoğu metin egemen bir okumaya sahiptir ve medyanın ekonomik ve ideolojik konumu göz önüne alınırsa bu okumaların toplumdaki egemen değerleri yeniden inşa ettiğini söyleyebiliriz (Van Zoonen, 1991: 325).
Post-Modern Yaklaşım
Son dönemlerde post-modern düşünce, tüm akademik çevrelerde etkili
olduğu gibi medya çalışmalarını da oldukça etkilemiştir. Jean Baudrillard (1929-2007), medyanın imge/gösterge ve gerçeklik arasındaki farkı silikleştirici bir rol oynadığını vurgulamıştır. Ona göre imgeler gerçekten
simgeledikleri şeylerden ayrılmış, post-modern dönemde imgenin gerçeklikle hiçbir bağı kalmamıştır. Haber ve eğlence arasındaki farkın belirsizleşmesi gibi medya içeriğinde bir bulanıklık rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Diğer taraftan izleyici, bir
imge/gösterge bombardımanına tutulmaktadır. Bu durum, insanların gerçekliği değil oradaki imgeyi görmesine ve hemen ardından gelen yeni imgeyle bir öncekini unutmasına neden olmaktadır. Göstergeler bir bilgisayar oyunu ya da film kadar etki ancak bırakmaktadır. Baudrillard’a göre sıradan insan, medyanın sayısız ve anlamsız mesajı karşısında pasif bir durumdadır. Ancak
bu aynı zamanda izleyiciye, mesajları reddetme ve özümsememe gücü vermektedir.
Baudrillard, McLuhan’ın çalışmalarından etkilendiğini hep söylemiştir
(Williams, 2003-63-64).
Marshal McLuhan (1911-1980), medya teknolojilerinin toplumların gelişimlerinde nasıl ve ne ölçüde rol oynadığı sorusu ile ilgilenmiştir. McLuhan’a göre “televizyonu
içindeki programlara bakarak anlamaya çalışmak, 15. yüzyıl matbaasını Gutenberg’in incil’ini okuyarak anlamaya çalışmak kadar
sonuçsuzdur.” iletişim teknolojileri sayesinde, insanlar ve toplumlar arasındaki zaman ve
mekân engellerinin yok olmasıyla, farklılıkların ortadan kalktığı ve benzerliklerin
öne çıkarıldığı küresel bir köy oluşmuştur. Farklı bir ifadeyle McLuhan’a göre
elektronik medya,
özellikle de televizyon, bütün dünyayı bir araya getirmiş ve
dünyayı bir “küresel köy” şekline sokmuştur. Mcluhan, medya ve iletişim teknolojileri
ile yaşanan bu gelişmelerin olumlu olduğunu düşünmektedir. Ona göre bu gelişmeler;
insanların sesini duyurabildiği, daha demokratik ve eşitlikçi bir ortam hazırlamıştır.
Ancak Mcluhan’ın iyimserliği tartışmalıdır. McLuhan sosyal yapılara değinmediği
ve teknolojik belirleyici bir bakış açısına sahip olduğu için eleştirilmiştir.
Ayrıca “küresel köy”ün sakinleri arasında giderek artan eşitsizliğe dikkat
çekilmektedir. Ayrıca bilgi
alışverişi de karşılıklı değildir ve bilginin dağılımı da eşitsiz
gerçekleşmektedir (Williams, 2003-65-66).
Feminist Yaklaşımlar
Feminist yaklaşımlar, genel olarak sosyolojide olduğu gibi, medya
çalışmaları nda ve medya sosyolojisi alanında da küçümsenmeyecek bir etkiye
sahip oldular.
Medyaya dair farklı feminist yaklaşımlar olsa da genel olarak
medyada kadınların “eksik ve sorunlu” temsil edilmesi temel eleştiri
noktasıdır. Medya, aynı zamanda, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini
destekleyerek ataerkilliği yeniden ürettiği için eleştirilmektedir. Cinsiyetçiliğin hakim
olduğu medya metinlerinde kadınlar, aynı zamanda cinsel bir obje olarak da
sunulmaktadır.
Kimi feminist çalışmalar, kadın sorununa yer vermeyen medya çalışmalarındaki eksiklikler ve medyadaki kadın imajının çarpıklıkları üzerinde
durmuştur. Kimileri de medyadaki kadın stereotiplerinin nasıl alımlandığı
üzerine yoğunlaşmıştır. Kısaca feminist yaklaşım, ataerkil hegemonyanın
bugünden yarına devamında medyanın önemli bir rol oynadığını vurgulamaktadır.
2005 yılında 76 ülkede 13.000 televizyon, radyo ve gazete haberi
taranarak gerçekleştirilen çok geniş kapsamlı bir araştırmanın sonuçları oldukça çarpıcıdır.
Haber
medyasında erkeklerin temsil oranı % 79 iken kadınların temsili
sadece % 21’dir. Bütün dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlara medya
haberlerinde ancak yüzde yirmi bir gibi bir oranda yer verildiğini görüyoruz.
Kadınların “kurban” olarak temsil edildikleri haberlerin oranı % 19 iken erkeklerin
ise % 8’dir. Mine Gencel Bek tarafından 2006 yılında Medya ve Toplumsal Katılım başlığıyla Türkiye’de
yapılan araştırma sonuçlarına göre de kadınlar erkeklere göre daha
az temsil edilmekle beraber, bütün “ötekiler” arasında “öteki” olarak
medyada en fazla temsil edilenlerdir. Bütün bu rakamlar, kadınların toplumsal
olarak uğradıkları ayrı
mcılık ve eşitsizlerin medyada yeniden üretildiğini göstermektedir
(Alankuş, 2007: 37-39).
MEDYANIN SAHiPLiK YAPISI VE ÜRETiM SÜRECi
Medya içeriklerinin/ürünlerinin üretimi şüphesiz medya kuruluşlarının
yapısı ile yakından ilişkilidir. Medya kuruluşlarının serbest piyasa koşullarında
faaliyet göstermesi, büyük sermayenin mülkiyetinde olması ve medya endüstrisindeki
tekelleşme eğilimi; tarihsel olarak özellikle Marksist ekonomi politik yaklaşımın
yoğunlaştı
ğı konulardır. Frankfurt Okulunun yaklaşımına paralel bir şekilde
ekonomipolitik yaklaşımın ilk örneklerinde altyapı-üstyapı determinizmine oldukça
sadık bir bakış açısı hakimdir. Medyanın kurumsal yapısının içinde yer
aldığı kapitalist üretim tarzı tarafından belirlendiği ileri sürülür. Medya, ona
sahip olanlar ve onu kontrol edenlerin sınıfsal çıkarlarını meşrulaştıran yanlış bilinç üretmektedir. Herman ve Chomsky (1988), “propaganda modeli” adını verdikleri yaklaşımlarında özel mülkiyet altındaki medya kurumlarını sınıf tahakkümünün
araçları olarak nitelendirirler.
Onlara göre medya, egemen seçkinlerin mülkiyetindedir ve onlar
tarafından doğrudan kontrol edilmektedir. Teorisyenler, egemenlerin halkın
neyi göreceğine, duyacağına ve düşüneceğine karar verme ve düzenli
propaganda kampanyalarıyla kamuoyunu yönetme gücüne sahip olduklarını
vurgular.
Mülkiyet Doğrudan Kontrol Anlamına Gelir mi?
Peki, gerçekten medyanın mülkiyetine sahip olanlar medya ve medya
içerikleri üzerinde doğrudan bir kontrole de sahip midir? Marksist teorik
gelenek içindeki araçsalcı yaklaşımın bu soruya yanıtı evettir. Medya yöneticileri ile patronlarının farklı olması, bunların birbirlerinden tamamen özerk oldukları ya
da birbirlerine karşıt oldukları anlamına gelmemektedir. 70’li yıllarda bir medya
patronu olan Victor Matthews’in “Editörler benimle aynı politika üzerinde anlaştıkları
sürece tamamen özgürdürler.” demesi bu duruma örnektir. Kısaca bu yaklaşım
medyada mülkiyet ve yönetimin doğrudan birbirine bağlı olduğunu iddia eder. Medya
patronları, hangi fikirlerin kitlelere ulaştırılacağı konusunda tartışmasız
söz sahibidir. Ancak eleştirel ekonomi-politik yaklaşıma göre bu tür bakış açıları, “kısmen
haklı” da olsalar
“sistemdeki çelişkileri gözden kaçırırlar.” “Medya sahipleri her
zaman dilediklerini yapamazlar” (Golding ve Murdock, 1991:55). Medya
ürünleri/metinleri, büyük sermaye sahiplerinin çıkarlarının “basit bir yansıması” olarak
görülmemelidir.
Medyada bir dizi mesleki kodlar ağı içinde belirli kişisel ve
toplumsal amaçlar doğrultusunda çalışan erkekler ve kadınlar vardır. Farklı bir
ifadeyle medya profesyonellerinin
tamamen olmasa da kısmen görece özerkliği vardır. Medyada çalışanların görece “özerkliği” ekonomi-politikçiler için temel bir ilgi
konusu olup “bu özerkliğin nereye kadar uygulanabileceği”ni keşfetmek
ekonomi-politikçilerin temel
amaçlarıdır (Golding ve Murdock, 1991:63-67).
Yanlış bilinç: Hakikati gizleyen, böylece bireyin
kendi gerçekliği hakkında yanılma ya da yanıltılmasını
sağlayan düşünme ve gerçekliği anlama biçimi. Kaldı ki medya ve siyasal yapı arasındaki ilişki sadece doğrudan
devlet müdahalesi bağlamında temellendirilerek analiz edilemeyeceği gibi medya ve
ekonomik yapı arasındaki ilişki de sadece mülkiyet/sahiplik sorunu
ekseninde anlaşılamaz.
Medyanın ürettiği bazı içeriklerin öne çıkması, bazı uzlaşımların
ortaya çıkması gibi sorunları sorgularken üretim sürecini sadece iktidar sahiplerinin
müdahaleleriyle anlamaya çalışmak, yapılaşmış üretim süreçlerini ve ardındaki
toplumsal dinamikleri göz ardı etmektedir. Sadece güç/iktidar sahiplerinin kasıtlı,
iradi müdahalelerinin varlığına odaklanan bakış açılarıyla yetinilmemeli ve medya
metinlerine ideoloji, dil, özne ve güç/iktidar sorunlarına duyarlı bir yaklaşım
içinden bakılmalıdır. (inal, 1999:21; 1997: 137).
Yine aynı gelenek içindeki yapısal yaklaşıma göre ekonomik yapı, medya sahiplerinin, medya yöneticilerinin ve çalışanlarının etkinliklerini şekillendirir. Ekonomik
Yine aynı gelenek içindeki yapısal yaklaşıma göre ekonomik yapı, medya sahiplerinin, medya yöneticilerinin ve çalışanlarının etkinliklerini şekillendirir. Ekonomik
yapının baskısı, maksimum kâr için hareket etmeyi ve bunun için
daha fazla rekabeti gerektirir. Bundan dolayı bu yaklaşıma göre mülkiyet
sahiplerinin niyet ve hareketleri değil medya profesyonellerine yönelik bu yapısal
baskı ve sınırlamalar daha belirleyicidir (Williams, 2003:83-84).
Geleneksel liberal yaklaşım ve kültürel çalışmalar içindeki kimi
modeller; medya sektöründe çalışanların iş güvencesinin olmaması, ücretsiz ya da
düşük ücretle
çalıştırma, sendikasızlaştırma, toplu işten çıkarma ve uzun çalışma
saatlerine rağmen bu sürenin fazla mesai olarak ücretlendirilmemesi gibi üretim
sürecinin esas
faillerinin somut sorunlarını yok saymaktadır (Erdoğan ve Alemdar,
2002:314).
Türkiye örneğinde de rahatlıkla görülebileceği gibi süregelen
ekonomik krizle birlikte gerçekleşen olağanüstü işsizlik ve işten çıkarma faktörünün
“üretim” süreci üzerinde de oldukça olumsuz etkileri söz konusudur. Medya
sektöründe binlerce çalışanın işsiz kalmış olması, işlerini kaybetmemiş olanların
üretim sürecindeki görece özerklikleri üzerinde oldukça sınırlandırıcı, caydırıcı ve baskıcı
etkiye ve otokontrol geliştirilmesine neden olabilmektedir. Kapitalist dinamikler,
medyayı siyasi/ekonomik iktidara bağımlı hâle getirmektedir. Bu durum medya içeriğini
etkilemekte,
kamusal fayda ilkesini ortadan kaldırmakta ve alternatif/ bağımsız
medyanın ortaya çıkışını zorlaştırmaktadır.
“Toplumu, enformasyonun sosyal ve kültürel değeri
konusunda bilgilendirmek; her alandaki
hak ihlalleri ile ifade özgürlüğünün sınırlarını
genişletmek üzere gerçekleştirilen düzenlemelerin uygulanışını izlemek ve haberleştirmek
çok sesliliği ve kamu yönetimine katılımı artırmak için yerel medyayı desteklemeye
ve güçlendirmeye devam edebilmek; insan, kadın ve çocuk haklarının medyada daha sık ve daha
nitelikli bir biçimde ele alınmasını özendirmek” amacıyla faaliyet gösteren Bağımsız iletişim Ağına http://bianet.org/bianet
adresinden ulaşabilirsiniz.
Eleştirel Ekonomi-Politik Yaklaşım ya da Medyanın
Ekonomi-Politiği
Tüm dünyada neo-liberal politikaların egemen olmaya başladığı
1980’li yıllarda başlayan özelleştirme uygulamaları sonucunda bugün medya kurumlarının
büyük çoğunluğu, finans ve endüstriyel sermaye alanında faaliyet
gösteren büyük holdingler tarafından ele geçirilmiştir. Genel olarak bütün dünyada medyanın
mülkiyet yapısının radikal olarak değiştiği bu süreç Türkiye’de de yaşanmıştır.
Bugün (Mayıs-2009) Türkiye’deki bütün gazete, dergi, TV kanalı, radyo,
online yayıncılık, haber ajansı ve GSM operatörleri Doğan, Çukurova, Ciner, Doğuş,
Çalık, Albayrak ve Feza olmak üzere esas olarak yedi grubun elindedir.
Medyanın, ardındaki ekonomik çıkarlar ve kapitalist dinamikler ihmal edilerek analiz edilemeyeceğini
vurgulayan (eleştirel) ekonomipolitik yaklaşım; işte medya endüstrilerinde görülen tekelleşme ve denetimin yoğunlaşmasına odaklanmaktadır. Peter Golding ve Graham
Murdock gibi bu yaklaşımın temsilcileri; kamu sektöründeki
kurumların özel girişimcilere satıldığı ya da içeriden ticarileştirildiği, deregülasyon politikalarının ivme kazandığı ve sonuçta medyanın büyük
sermayenin
eline geçerek tekelleşmenin giderek artmasının üzerinde durur.
Medya sektöründe alanın en büyüğü olan şirketlerin toplumsal, kültürel ve siyasal
yaşam üzerinde de kontrol gücüne sahip olabilecekleri tehlikesine dikkat
çekilir. Artan
özelleştirme politikaları sonucunda muhalif kamusal alanın gücünün
zayıflamakta olduğu artan tekelleşme eğiliminin de tek sesliliği beraberinde
getirdiği vurgulanır (Murdock, 1990:6-10). Tüm kapitalist endüstrilerde olduğu gibi
medya endüstrisindeki üretim de piyasa koşullarında ve kâr merkezlidir. Medya sektöründe
daha çok kâr için, daha çok reklam almak, daha çok reklam almak; için de
daha çok izlenme oranı ve/veya tiraja sahip olmak gerekir. Günümüzde dünyanın
birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir “reklam pastası” vardır. 2008
yılında Türkiye’de reklam yatırımları ekonomik kriz nedeniyle % 2
küçülmekle birlikte
3.24 milyar TL (2.16 milyar $) olmuştur
(http://www.marketingturkiye.com/yeni/
Haberler/NewsDetailed.aspx?id=12729).
işte daha çok reklam geliri elde etmek için reklam verenlerin
beklentilerine uygun yayın politikaları egemen olmuştur. Medya kurumları kamusal
fayda ve toplumsal
sorumluluk ilkelerinden sıyrılarak giderek “eğlence medyası”
haline dönüşmüştür. Günümüz medyasının büyük bir kısmını oluşturan “eğlence
medyası; yurttaşlık erdemlerini geliştirmekten ziyade özel zevkleri geliştirmeye
hizmet etmekte, insanlara yurttaş olarak seslenmekten çok tüketici olarak
seslenmeyi tercih etmekte”dir. (Golding ve Murdock, 1991:74). Artık medyada ekonomi,
politika, sanat
haberleri yerine daha çok şöhretlerin özel hayatları ve skandallar
gibi sansasyonel ve eğlendirici içerikler sunulmaktadır. Ciddi konular ise daha
fazla izlenme oranı
ya da tiraj çekebilmek için magazinelleştirilmektedir. Infotainment, günümüz medyasının merkezî bir olgusu hâline gelmiştir.
Haber medyasındaki magazinelleşme olgusuyla ilgili
daha ayrıntılı bilgiyi Hakan Ergül’ün
Televizyonda Haberin
Magazinelleşmesi (istanbul:
iletişim Yayınevi, 2000) adlı kitabında
bulabilirsiniz Günümüz medya dünyasında egemen olan
rating/izlenme oranı mantığı ve kaygısının potansiyel tehlikeleri sizce nelerdir?
Infotainment Olgusu
Infotainment kavramı, belirli medya içeriklerini tanımlamak için ingilizce
enformasyon,bilgi (info-rmation) ve eğlence (enter-tainment) sözcüklerinden 1980’li yıllarda türetilmiştir. Bilgi yarışmaları, talk-showlar, hobi programları, spor-magazin
(Deregülasyon: Bu kavram her ne kadar “kuralların
kaldırılması” demek olsa da esas olarak 1970’lerden
itibaren kamu yayıncılığı tekellerinin ortadan kalkması ve özel radyo/televizyon yayıncılığının yaygınlaşması yönünde kuralların değiştirilmesi sürecini anlatmak için
kullanılmaktadır.)
programları gibi programların yanısıra yakın zamanlarda eğlence
ögelerini öne çıkaran haber programları da infotainment -ve tabloidleşme-
sözcükleriyle tanımlanır hale geldiler. Eleştirel ekonomi-politik yaklaşım içindeki araştırmalar;
sansasyonel gazeteciliğin giderek yaygınlaşan etkilerine, medya içeriklerinde
politik olanın sulandırılmasına, gerçek iddiası taşıyan programlarla eğlence
programları arasındaki sınırların kalkmasına ve haberin giderek ticarileşmesi ve metalalşmasına
dikkat çekmektedir. Infotainment ve
tabloidleşmeye görece olumlu yaklaşan ve daha çok kültürel çalışmalar perspektifinden hareket eden
akademisyenler ise politik olanın popülerleştirilmesiyle politikaya karşı kayıtsız kalmayı
seçen izleyicilerin ilgisinin yeniden bu noktaya çekilebileceğini belirtir (Ergül, 2007:
179-183). Ekonomi-politik yaklaşıma göre ise pazar mantığının egemen ve ticari kaygıların
ilk planda olduğu medya sektörü; artık soyutlama yerine görselleştirmeye,
insan karmaşıklığı yerine basmakalıp yargılara vurgu yapan basitleştirilmiş,
kısaltılmış, kişiselleştirilmiş, klişeleştirilmiş ve bağlamsızlaştırılmış enformasyon sağlamaktadır
(Curran, 1992:157,168).
Reklamcılığın/Reklam Verenlerin Gücü, Paranın Sansürü
Medyanın en önemli gelir kaynağı olan reklamlar, medyanın
finansmanında “olmazsa olmaz” bir unsur haline gelmiştir. Bu durum, satış gelirleri olan
gazeteler için de geçerlidir. Özellikle çok yüksek tirajlı olmayan
gazetelerin ayakta kalabilmesinin tek yolu, hedef kitlesinin reklamcıları etkileyecek bir alım
gücüne sahip olmasıdır. Reklamcıların hedefi, herkese ulaşmak değil esas olarak
satın alma gücüne
sahip olan orta sınıf ve üstü kitleye ulaşmaktır. Medya, artık
tüketicinin ilgisine göre değil reklamcıların gereksinimlerine göre şekillenmektedir.
Murdock’a göre reklamcılığın önemi, tüketici egemenliği fikrini tersine
çevirmiştir. Vincent
Mosco bu duruma “Tüketiciler pasif değil ancak üreticiler de aptal
değiller.” şeklinde yorum getirmiştir. Bireyin karşı koyabilme gücü onun
sosyo-ekonomik ve demografik konumuna bağlıdır. Ancak daha eğitimli ve bilinçli
izleyiciler medyanın manipülasyonuna karşı koyabilir (Williams, 2003:89).
Ayrıca medya endüstrilerindeki kapitalistleşme, pazara girişi
engellemekte ve egemen ekonomik güçlerin ayrıcalıklı bir konuma sahip olmalarına
neden olmaktadır. Sorun sadece sahip oldukları birçok büyük şirketle birlikte çok
sayıda medya kurumuna da sahip olan büyük sermayedarların sahip oldukları medya
organları üzerinde doğrudan denetimleri değildir. Aynı zamanda medya
sektöründe var olan ya da sektöre girmeye çalışan daha küçük gruplar üzerinde -
yüksek maliyetli promosyon kampanyalarıyla ya da reklamcılara uygulanan
indirimlerle- sahip oldukları baskı/iktidar potansiyelidir. Diğer taraftan medya kurumlarının
sayısal olarak artmasının daha çok çeşitlilik ve seçenek ürettiğine dair liberal
savın ihmal ettiği nokta, egemen hale gelen medya kurumlarının “çeşitliliğin” sınırlarını
belirledi
ğidir. Medya sektörüne girebilmek için gereken oldukça yüksek
maliyetlerden dolayı pazara girişte “bir sınıf süzgecinin” yerleştirildiği ve bu
anlamda bir tahakküm
kurulduğu belirtilebilir. Ayrıca egemen liberal perspektif,
reklamcılığın ticari yayıncılık ve basın üzerindeki mali gücünün önemini görmezden
gelmektedir.
Reklam verenlerin reklam vermeme yoluyla medya içeriğini doğrudan
etkileyebilme potansiyelleri söz konusudur ve bu potansiyel, medya sahiplerinin
reklam verenlerin beklentilerine ve (ideolojik) çıkarlarına uygun yayın politikaları
ve bu yönde bir otokontrol geliştirmelerine neden olabilir (Curran,
1992:147-148,155-164, Gurevitch ve Blumler, 1990:215-216).
Bir diğer önemli nokta da medya kurumları için izleyicilerin
istatistiksel toplamlar olarak görülmesidir. Medyanın izleyicilere “rakamlar” olarak
yönelmesi sonucu aritmetik kategorilere indirgenmiş olan izleyiciler, aşırı derecede
bir örnekleştirilmekte ve bu süreçte korunmasız kalmaktadırlar. Böylelikle izleyicilerle
ilgili olarak oldukça tutucu, medya endüstrilerinin kendi çıkarlarını pekiştiren
ve kamusal iletişimde statükonun sürmesini sağlayan bir süreç yeniden üretilmektedir
(Gurevitch ve Blumler, 1990:216).
Egemen liberal düşünceye göre serbest piyasadaki “gizli el”den
dolayı medya kurumlarının yapısını son kertede belirleyen sadece
izleyicilerdir. Serbest piyasa mantığının hakim olduğu sistemde medya sahipleri -eğer rekabetçi
hedeflerinin tehlikeye düşmemesini istiyorlarsa- izleyicilerin isteklerini ve
beklentilerini karşılamak zorundadırlar. izleyicilerin tutumlarına yönelik böylesi bir
beklenti, medyanın demokratik idealleri karşıladığı şeklinde yorumlanmaya açık olsa
da eleştirel ekonomi - politik yaklaşıma göre bir dizi sistemsel nedenden dolayı bu
durumun gerçekleşemediği belirtilmelidir. Medya sektöründe egemen olan tekellerin medya ürünlerindeki/içeriklerindeki çeşitliliği, izleyici seçeneklerini
ve de kamusal denetimi
azaltmış olduğu açıktır. Mülkiyet yapısındaki değişim, medyanın
siyasi iktidarla da ilişkisini değiştirmiştir. Medya kuruluşlarının hükümetlerle
kamu adına gözetim ilişkisi, büyük ölçüde kendi maddi çıkarlarını kollama ilişkisine
dönüşmüştür.
Dolayısıyla üretim dinamiklerinin tüketim pratikleri üzerinde “sınırlandırıcı”
bir etkiye sahip olduğuna dair vurgu, ne tüketim pratiklerinin kategorik
olarak güdüp yönlendirildiği ne de tersine tüketicilerin tamamen özgür ve özerk
bir konumda olduklarını ifade eder.
Ekonomi-politik yaklaşım ile kültürel çalışmalar okulu arasında
önemli benzerlikler olduğu açıktır. Her iki yaklaşımda esas olarak eşitsiz güç/iktidar
ilişkilerinin oluşumu ve yeniden üretimiyle ilgilidir. Bu anlamda her iki yaklaşım
da kapitalist toplumların merkezî işleyişlerini genel olarak kabul eden liberal
çoğulcu geleneğe oldukça mesafelidir (Golding ve Murdock, 1991:50). Bundan dolayı
eleştirel bir medya çalışmasının medya metinlerinde anlamın nasıl kurulduğu ve
nasıl okunduğu boyutuna odaklanan kültürel çalışmalar yaklaşımı kadar medyanın
ekonomi
politiğine özel olarak duyarlı bu bakış açısını da içermesi
gerekir.
MEDYA VE KÜRESELLEŞME
Küresel Çağda Yaşamak: Yeni Medya Teorileri
Küresel medya ve iletişimdeki büyüme hakkındaki ilk düşüncelerin modernleşme teorisi ile şekillendiğini söyleyebiliriz. 1950 ve 60’larda bir grup
teorisyen
medyanın ekonomik ve sosyal gelişmelerdeki rolü üzerinde durmuşlardır.
2. Dünya Savaşı sonrası dönemde anti-sömürgeci bir dönemin başlamasıyla,
Afrika-Asya’da
bulunan sömürgeler özgürlüklerini kazanma savaşlarına girmişlerdi.
Akademik çalışmalarda ise bu toplumların gelişebilmesi için geleneksel yapılarından
ve değerlerinden arınmaları gerektiği sonucuna varıldı. Bu noktada
modern değerlerin ve yapıların taşıyıcılığını yapmak gibi önemli bir rol medyaya
verildi. Ancak 1970’lerin ortalarına gelindiğinde modernleştirme düşüncesinin
hakimiyeti sona erdi. Modernleşme teorisi, geri kalmış ülkelerin gelişmiş
ülkelerle aynı yolu izleyerek gelişebilecekleri tezine dayanmaktaydı. Gelgelelim 1960’lar ve
70’ler bu ülkelerin ekonomik açıdan daha da gerilediği dönemler olmuştu.
Modernleştirme teorisine ilk ve önemli bir meydan okuma, Batı ve
dünyanın geri kalan kısmı arasındaki ayrılığı açıklamak üzere geliştirilen bağımlılık teorisinden geldi. Bu teoriye göre güney ülkelerinin eski sömürgeci
sahiplerine bağımlılıkları devam ettiğinden gelişmeleri mümkün değildir. Politik bağımsızlığa
rağmen bu ülkelerde kolonyalizmin; yani sömürgeciliğin etkileri hâlâ
devam etmektedir.
Kolonyal güçler bu ülkelerden geri çekilirken arkalarında siyasal
sistemlerini, dillerini, değerlerini ve yaşam tarzlarını bırakmışlardır. Bu
etkiye neo-kolonyalizm adı da verilir. işte medya, Latin Amerika’da süregelen neo-kolonyalizmin ebedileştirilmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Eğer
kolonyalizm emperyalizmin bir türü ise bu durum kültürel emperyalizm olarak adlandırılabilir. Medyanın bu kültürel emperyalizmde kuzeyin değerlerini güneye taşıma açısından önemi büyüktür (Williams, 2003:215-218).
Kimi eleştirmenler, yeni medya teknolojilerinin ve yeni medya
formlarının gelişimini ve etkilerini bilgi/enformasyon toplumu ve küreselleşme olgularıyla
açıklamaya çalışmaktadırlar. Enformasyonun/bilginin öneminin her geçen gün
arttığı hepimizin malumudur. Şüphesiz bilgi, her birey için gereklidir;
çünkü bilgi güçtür; ancak enformasyon/bilgi toplumunda bilgi aynı zamanda toplumun
temel eksenidir. Yeni medya girişimcileri, hükümetler, kanun koyucular; bilgi
toplumunun gelişimi konusunda iyimserdir. Örneğin bilgisayar yazılım devi Microsoft’un
sahibi Bill Gates, bilginin gücü sayesinde eşitsizlik ve önyargılara
meydan okunabileceğini iddia etmektedir. Bu bakış açısı McLuhan’ın görüşleriyle
paralellik göstermektedir.
Post-endüstriyel çağın bilgi toplumunda medyanın da önemli bir
yeri vardır. Kimi teorisyenlerin ise enformasyon toplumuna dair böylesi umut
verici bir tablo konusunda şüpheleri vardır. Onlara göre bilginin yaşadığı bu
patlama, kapitalizmin ve eşitsizliklerin devamını sağlamaktadır. Çünkü esas amaç, bilgi
ve kültür ürünlerinin kamu yararına kullanılması değil her zaman maksimum
kâr elde etmektir.
Schiller’in ifadesiyle zengin, bilgi cennetine kavuşurken fakir,
bilgi çöpüyle idare edecektir. Medya ve kültür endüstrisindeki gelişme ve bilgi
toplumunun yükselişi; kültür, eğitim ve politik standartlarda yaşanan düşüşle
aynı zamanda gerçekleşmiştir. Bazı eleştirmenlere göre bu durum rastlantısal değildir;
zira daha çok bilgi, daha kalitesiz bilgiyi beraberinde getirmiştir. Medyanın
bu süreçteki etkisi magazinleşme şeklinde açıklanmaktadır (Williams, 2003:223-227).
Medya ve Küreselleşme
Özellikle 1980’lerin başlarından itibaren yeni iletişim
teknolojilerindeki radikal değişimle birlikte benzersiz gelişmeler yaşanmaktadır. Uydu, internet
ve dijital iletişim araçları gibi yeni iletişim teknolojileri zaman ve mekân algısını
değiştirmiştir.
Küresel medya sayesinde artık günümüzde insanlar, fiziksel olarak
yaşadıkları yere/mekâna sıkışıp kalmak zorunda değildir. Ayrıca Türkiye’nin ya da
dünyanın bir ucundaki gelişmeleri takip etmek ya da oradaki insanların
deneyimlerini paylaşmak için kalkıp oralara kadar gitmemiz gerekmiyor. Yeni iletişim
teknolojileri bunları ayağımıza kadar getiriyor. Küresel medya içerikleri artık dünyanın
istisnasız her yerinde tüketilmektedir. Yeni iletişim teknolojileri sayesinde
dünya, fiziksel olarak olmasa da algısal olarak daha önce hiç olmadığı kadar küçülmüş
durumdadır. Bugün milyarlarca insan, uydu ve internet teknolojisiyle düne kadar sahip
olmadıkları bir dizi kültürel ve sosyal deneyimi yaşayabiliyor. Hangi
teorisyen ne isim verirse versin küresel medya ve kültürün etkisini çok açık bir şekilde
görebiliyoruz.
Küreselleşme ve medya ilişkisini çalışan akademisyenler arasında
önemli görüş farklılıkları vardır. 5. ünitede gördüğümüz gibi sürece sadece
olumlu ya da olumsuz boyutundan bakanlar olduğu gibi sürecin her iki boyutuna da dikkat
çekenler vardır. Kültürel emperyalizm tezinin savunucuları, küresel kültür
ve medya devlerinin kontrolü tamamen ele geçirdiğini belirtirler. Gerçekten de
günümüzde küresel medya piyasası medya ürünlerini üretip dağıtan büyük çok uluslu şirketlerin hakimiyeti altındadır. Örneğin 1979’da dünya haberlerinin % 80’i
beş büyük Batı haber ajansından gelirken 2001 yılı itibarıyla ise dünya haber akışını
büyük ölçüde AP (Associated Press), Reuters ve AFP(Agence France-Presse) sağlamaktadır.
Genel olarak küresel medya pazarına baktığımızda ise bugün 7 çok
uluslu şirketin hakimiyetini görmekteyiz: AOL/Time Warner, Disney, Sony, News Corporation, Viacom, Vivendi ve Bertelsmann. Bu şirketlerin
hiçbiri pazara bir medya şirketi olarak girmemiştir; medya piyasasına girişleri ise aşağı yukarı 15
yıl öncesine dayanmaktadır. Hepsi de 2001 yılında dünyanın en büyük 300 finansal olmayan şirketler listesinde yer almaktadır (Adaklı, 2006: 38; Bilton vd, 2003:
331-332).
Kimi teorisyenler ise küreselleşmeyle Batılı kültürlerin diğer
kültürlerle kaynaştığını ve Batıdan olmayan yeni örneklerin ortaya çıktığını ileri sürmektedirler.
Ne tamamen Batılı ya da Amerikalı ne de yerel, dünyanın her tarafından
gelen etkilereaçık bu tip kültürel karışımlara melez (hybrid) kültür denmektedir. Melez kültürlerin oluşmasında ise medya endüstrilerinin etkisi tartışmasızdır.
Ayrıca yerel kültürler Batının medya teknolojilerini kullanarak kendi
kimliklerini dünya çapında
yaygınlaştırabilmektedir.
5. ünitede gördüğümüz gibi kültürel emperyalizm teorisi, dünyanın
herhangi bir bölgesindeki otantik, geleneksel ve yerel kültürlerin özellikle ABD’nin
göz alıcı ticari
ya da medya ürünleri tarafından yok edilmeye çalışıldığını öne
sürer. Bu tezin destekçileri, kültürel emperyalizmi çok farkı şekillerde açıklamaktadır.
Örneğin Schiller’e göre medya ve medya teknolojilerinin, Amerikan’ın savaş
sonrası dönemde ekonomik, politik ve askerî tahakkümünde önemli bir rolü vardır.
Diğer bir deyişle Amerikan medya ürünlerinin küresel düzeyde yayılımı, Amerikan yaşam
tarzının dünyanın dört bir yanına benimsetilmesini ve Amerikanın
gücünün/etkisinin sürdürülmesini sağlamaktadır. Amerikanlaşma terimi, zararsız
olarak görülen medya ürünlerinin -Hollywood filmleri ya da çizgi filmlerinin-
izleyicileri Amerikan kültürüne adapte etmesi olarak tanımlanabilir. Amerikan medyasının egemenliği
aslında sahip olduğu birtakım avantajlarla da açıklanabilir. Örneğin
Amerikan TV programları daha çok izlenir; çünkü senaryoları daha karmaşıktır, oyuncular
daha çekici ve tanınmış kimselerdir, daha yeni teknolojiler kullanılarak çekilmişlerdir
ve yapımlar daha başarılıdır. Ancak en önemli neden, Amerikan piyasasının
sahip olduğu ekonomik avantajdır. Ancak bu tez, Amerikan çizgi romanlarını okuyan ya da
filmlerini izleyen insanların bunlardan doğrudan etkilendiği şeklinde anlaşılmamalıdır.
Medyanın küreselleşmesi ve küreselleşme ideolojisinin taşıyıcılığını
yapması son derece önemlidir. Özellikle tüm dünyayı saran internet ağları
ulusal sınırları bir anlamda geçersizleştirmiş, metaforik olarak ulus-devletin sınırları
kalkmıştır.
Başta internet olmak üzere küreselleşme sürecinin en önemli taşıyıcıları
olarak yeni iletişim teknolojileri, ulusal sınırların aşılarak ulus-ötesi
kamusallıkların oluşmasını mümkün kılmaktadır. Böylece ulus-devletlerin türdeş ve dışa
kapalı ulusal kültürleri korumaları oldukça zorlaşmıştır. Küresel kapitalizm, sadece
küresel ekonomi-politiği yapılandırmakla kalmamakta; bu süreç içinde kapitalizmin
ve tüketim kültürünün değerlerini ve yaşam felsefesini taşıyan ticarileşmiş
medya ürünlerinin dağıtım yoluyla küresel kültürü de belirlemektedir.Gerçekten de
günümüz tüketim kültürünün ve tüketimcilik ideolojisinin yeniden üretiminde medyanın
çok önemli bir rolü vardır.
Günümüzde küresel bir görünüm arz eden kitle iletişim
araçları, başından beri hem küreselleşme
sürecinin hem de küreselleşme ideolojisinin
yeniden üretiminde belirleyici bir rol oynamaktadır.
iNTERNET
Yalnızca bir iletişim/enformasyon aracı olmayan, aynı zamanda bir
kültür, kimlik, siyaset ve ekonomi alanı/aracı olan internet; 2000’li yıllarda
toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamda kritik bir rol oynamaya başlamıştır. Tüm dünyada internete
erişim imkânına sahip kullanıcı sayısı 1995 yılında 1 milyonken 2002 yılında
yaklaşık 550 milyon olmuştur. Mart-2009 itibarıyla dünyada internet kullanıcı
sayısı 1,5 milyarı geçmiştir. (http://www.internetworldstats.com/stats.htm). 16 yıllık
internet geçmişi olan Türkiye ise yine Mart-2009 verileriyle nüfusun % 35’ine
karşılık gelen yaklaşı
k 26.5 milyon internet kullanıcısı ile Avrupa’da en çok internet
kullanıcısı olan 7. ülke konumundadır (http://www.internetworldstats.com/stats4.htm#europe).
internetle ilgili çeşitli ve en güncel
istatistikler için http://www.internetworldstats.
com/stats.htm adresine bakabilirsiniz.
iletişim araçları, bilgisayar sistemleri ve telekomünikasyon
sistemlerinin bir araya gelmesi ile ortaya çıkan internet, şimdiye kadar var olan iletişim
ortamlarından oldukça farklı bir iletişim ortamı yaratmıştır. Televizyon, gazete
gibi kitle iletişim araçları üzerinde gerçekleşen iletişim, tek yönlü olmasından dolayı
merkeziyetçi bir görünüm arz eder. internetin başlıca özelliği ise adem-i
merkeziyetçi doğasıdır.
internet ortamında gerçekleşen iletişim, tek yönlü değil iki
yönlüdür. Kullanıcı,edilgen bir konumda bulunmamakta; kullanıcının etkin olarak
hareket edebilmesi mümkün olmaktadır. Ayrıca kullanıcılar, sadece alıcı/tüketici değil
aynı zamanlayıcı/üretici olabilmektedir. internet, etkileşimli doğası
nedeniyle sürekli geri besleme alarak dönüşen ve yeniden şekillenen bir iletişim ortamıdır.
Elektronik bir coğrafya olan internet aynı zamanda sosyal bir mekândır.
internetin ortaya çıkması geleneksel iletişim
araçlarını ortadan kaldırmış mıdır?
Endüstri sonrası çağın teknolojik altyapısını oluşturan
enformasyon ve iletişim teknolojilerinden en önemlisi olan internet, daha önceki dönemde
gerçekleşmemiş
yeni “kimlikleri,” yeni “ilişkiler”i ve “sanal cemaatler”i gündeme
getirmiş durumdadır. Yakın zamana kadar var olması için fiziki bir bedene ihtiyaç
duyan kimlik(ler), artık somut bir beden olmaksızın var olabilmekte ve kamusal
alana dâhil olabilmektedir. Diğer bir deyişle kişiler, gerçek kimliklerinden sıyrılarak
başka kimliklere bürünebilmekte; karşısındaki ile aslında sahip olmadığı
bambaşka bir
kimlikle iletişim kurabilmektedir. Ayrıca internet ortamında yüz
yüze iletişimin olmayışı katılımı önemli ölçüde artırmakta ve kolaylaştırmaktadır. Çok
sayıda insan fiziksel bir yakınlık ve temas olmaksızın sanal cemaatler
içerisinde kendilerine yer bulmaktadırlar. internet, katılımcılar arasındaki mevcut sınıfsal,
etnik, ırksal, toplumsal cinsiyet ve yaşa ilişkin farklılıkları görünmez kılan bir ortam
sunmaktadır.
internetin oluşturduğu kamusal alan, çağımızın önemli
teorisyenlerinden Habermas’ın ideal kamusal alan için şart koştuğu herkesin eşit katılımını
bir düzeyde mümkün kılmaktadır. Ancak internet, on binlerce **laşama (chat) ve tartışma grubuyla,katılımı çok kolaylaştıran; fakat bir sonuca ulaşmanın, anlaşmasının
aynı kolaylıkla gerçekleşmediği bir ortamdır. Bu çerçevede, kamuoyu oluşturma
işlevinin
internet ortamında da çok geçerli olmadığı belirtilebilir.
Diğer taraftan sanal cemaatler, gerçek yaşamdaki ve toplumsal ilişkilerdeki
kimi tehlikeli ya da istenmeyen durumlardan korunma imkânı verir.
Böylelikle alternatif
ilişki ve toplumsallaşma imkânları sunar. fiüphesiz bu yeni ve
alternatif ortamı benimseyenler için içe kapanma ve dışarıdaki gerçek yaşamı yok
sayma tehlikesi de söz konusudur. Yine de sanal cemaatleri çekici kılan
unsurlardan biri, modern toplumsal hayatın getirdiği tüm “maske”leri, başka maskeler takma
pahasına, bir tarafa bırakmayı kolaylaştırmasıdır. Anonim bir karaktere
sahip olan sanal cemaatlerde insanlar bir takma ad (nickname) arkasına gizlenebilirler.
Toplumsal kontrol mekanizmalarının işlemediği bu ortamlarda “üst ben”den
gelen toplumsal baskıları bir tarafa bırakarak "ben"lerini serbest bırakmanın
verdiği hazzı ve keyfi yaşayabilirler. Gerçek yaşamlarında /ilişkilerinde çekingen ve içe
dönük olanların sanal cemaatler içinde daha rahat hareketleri elirtilmektedir.
Ayrıca “takma ad” arkasında inşa edilen yeni kimlikle insanlar, birer fantezi olarak
içlerinde yaşattıkları birçok duyguyu kolayca ifade edebilmekte ve bir tür rahatlamayı yaşamaktadır. Peki, bu şekilde gerçekleşen yeni ilişki ve aidiyet biçimleri
gerçek yaşamdaki gerçek ilişkilere alternatif midir? Sanal sohbetler ve ilişkilerin
yüz yüze ilişkilerin yerini alma tehlikesi söz konusu mudur? Bu sorulara şimdilik
olumlu yanıt vererek karamsar bir tablo oluşturmak zordur. Zira yapılan araştırmalar
birçok insanın sohbet odalarını yüz yüze ilişkiye girmek ve fiziksel olarak bir arada
olmak istedikleriyle tanışma yeri olarak gördüklerini göstermektedir.
Sanal cemaatlere daha olumsuz yaklaşanlara göre ise sanal
cemaatler, "sahte cemaatler" dir. Mekânsal yakınlığın olmadığı, samimiyetten uzak olan ve
yeterince güven
telkin edemeyen sanal cemaat ilişkilerinin yaygınlaşması, insanların
gerçek yaşamdaki “gerçek” ilişkilerini zedelemekte ve yoksullaştırmaktadır.
internet, güçlü toplumsal bağlar yaratma ve sürdürme konusunda fiziksel yakınlığın
ve yüz yüze ilişkinin önemini azaltmaktadır. Ayrıca sanal cemaatler, insanların
son derece değerli olan zamanını ailelerinden ve diğer yakın çevrelerinden
çalmaktadır. Belirsiz ve değişken ilişkilerin belirleyici olduğu bu siber âlemde
samimilik ve güvenilirlik son derece az olduğundan “yabancılaşma”yı artırıcı bir boyutu söz
konusudur.
internette coğrafi mesafeler, sınırlar ve uzaklıklar ortadan kalkmış,
ulus-devletin önemi ve etkisi silinmiştir. Hem ulus ötesi hem de uluslararası
bir bağlam yaratan internet, küreselleşme sürecinin ivme kazanmasında da önemli bir
rol oynamaktadır. Küresel internet uzamının bir üyesi olma durumuna işaret eden nettaşlık kavramı gündeme gelmiştir. Aynı ağı paylaşan insanlar zaman, mekân
ve ulusdevlet
kısıtlamalarının var olmadığı bir üst kimlik/kültür oluşturabilmektedir.
Bu doğrultuda internetin tarihsel birey-devlet ilişkilerini de önemli
ölçüde değiştirme potansiyeli söz konusudur. internetteki iletişimin gözetlenmesinin
zor oluşu, her türlü enformasyonu sonsuz yayma ve kullanma imkânları yaratması
kayda değerdir.
internet kadar açık ve şeffaf olan bir başka iletişim aracı şimdilik
söz konusu değildir. internet, siyasetle ilgili enformasyona ulaşma imkânlarını
artırmakta ve
yurttaşlara demokratik siyasi katılım ve temsille ilgili yeni
imkânlar sunmaktadır. (Gökalp, 2007; Bozkurt, 2000; Uğur ve Bilici, 1998; Subaşı, 2005).
Küreselleşme süreciyle artan gelir dağılımı eşitsizliğiyle
birlikte hem bölgeler ve ülkeler arasında hem de tek bir ülke içinde internet gibi yeni
iletişim araçlarından faydalanmada da eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Kişi başına düşen
gelirin yüksek olduğu 1. dünya ülkelerinde toplumun büyük çoğunluğu, kişi başı
gelirin düşük olduğu 2. ve 3. dünya ülkelerinde ise küçük bir azınlık internet erişimine
sahiptir.
internete erişim için gereken kişisel bir bilgisayar, bu
bilgisayarı ağa bağlayacak bir telefon hattı ve modem aracı ile bağlantı ücretini karşılayamayan
henüz milyarlarca
insan söz konusudur.
Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi Mart 2009 verileriyle Kuzey
Amerika kıtasında yaşayan her yüz kişiden 74’ü, Avrupa’da yaşayan her yüz kişiden
49’u internet
erişimine sahipken Orta Doğu’da yaşayanların % 23.3’ü, Asya’da yaşayanların
ise % 17.4’ü ve Afrika’da yaşayanların ise sadece % 5.6’sı internet
imkânına sahiptir.
Ekonomik olarak internete erişim imkânı olan insanlar farklı enformasyona
ve bilgiye erişme imkânına ya da şansına sahip olurken internet erişimi
olmayan düşük gelirli veya yoksul insanlar bilgi ve enformasyon yoksulu olmaya
da devam etmektedir.
Başta internet olmak üzere dijital ortama erişim ve faydalanmada
dünyadaki insanlar arasında oluşan bu uçurum literatürde dijital bölünme (digital division)
olarak adlandırılmaktadır. internetin bilginin ve enformasyonun
demokratikleşmesinde
önemli bir rol oynayabilmesi için internete erişimde gereken
asgari donanımın ucuzlaması ve gelir dağılımındaki eşitsizliklerin giderilerek
geniş halk kesimlerinin
satın alma gücünün yükselmesi gerekmektedir. Yoksa internetin
özgürleştirici boyutu ya da demokratik kullanımı, ona ulaşabilecek nüfus
ile sınırlı kalacak,bu da sınıfsal tabakalaşmayı yeniden üretecektir.