Yrd.Doç.Dr. Temmuz Gönç
GiRiŞ
Sağlık veya hastalık dendiğinde, insanların aklına öncelikle,
sosyal bilimler ya da sosyoloji değil de doktorlar, hastaneler ve ilaçlar
gelir. Ancak sağlık, sosyolojinin konuları arasındadır. Hatta sağlık
sosyolojisi, günümüzde özellikle Batı ülkelerinde sosyolojinin en geniş alt
dallarından biri haline gelmiştir. Bu ünitede sağlık sosyolojisinin temel kuram
ve kavramlarını ele alarak sağlık ve hastalığın toplumsal yönleri ve toplumla
ilişkileri üzerinde duracağız.
Sağlık ve hastalık sosyolojisi olarak da bilinen sağlık sosyolojisi, sağlığı bir toplumsal kurum olarak ele alır ve sağlık, hastalık
gibi kavramların, tamamen biyolojik gerçekliklerin ifadesi değil, toplumsal
olarak inşa edilmiş kavramlar olduğunu varsayar. Sosyologlar için hastalıklar,
toplumun örgütlenme biçiminin bir sonucudur (White, 2002:1). Hastalık, kötü sağlık
gibi durumlar diğer toplumsal eşitsizliklerle ilişkilidir. Örneğin, yoksul
insanların yaşam ömrü, zenginlere oranla daha kısadır. Kötü yaşama ve barınma
koşulları insanların hastalanmasına neden olur.
Ekonomik koşulları aynı olan insanların bile sağlık düzeyleri
toplumsal cinsiyetlerine, ırk ve etnik durumlarına, kentte mi köyde mi yaşadıklarına,
hatta eğitim düzeylerine göre farklılık gösterir.
Sağlık ve hastalık sosyolojisi; tıbbi bilginin toplumsal inşası,
sağlık ve hastalığa
ilişkin sıradan insanların algıları, sağlık ve hastalık
deneyimleri, bedenin toplumsal ve kültürel yönleri, hastalarla doktor, hemşire
gibi sağlık profesyonellerinin etkileşimleri, sağlık ve hastalığın toplumsal
yapı içindeki deseni, sağlığa ilişkin toplumsal eşitsizlikler, formel ve enformel
sağlık hizmetlerinin toplumsal örgütlenmesi gibi konuların analizini içerir.
Sosyoloji ve tıbbın birçok ortak yönü vardır. Farklı yollarla
olmakla birlikte, ikisi de insanlarla, bedenle ve toplumun genel refahı ile
ilgilenir. Sağlık sosyolojisi terimini ilk olarak, 1894’te, sağlığı etkileyen
toplumsal faktörleri incelediği çalışmasında, Charles McIntyre kullanmıştır. Yine de sağlık, klasik ve modern sosyoloji kuramları
içinde, çok fazla üzerinde durulan bir konu olmamıştır. Klasik sosyoloji kuramları
içinde Engels’in, ingiltere’de işçi sınıfının yaşam koşullarıyla sağlığı ilişkilendirdiği
“ingiltere’de işçi Sınıfının Durumu” adlı çalışması ve Durkheim’ın intihar çalışması,
öne çıkan çalışmalardır. Modern sosyoloji içinde de sağlıkla ilgili sayılabilecek
en ünlü çalışma, Parsons’ın tıp mesleğine ve hasta rolüne önemli bir verdiği
yer verdiği “Sosyal Sistem” adlı eseridir. Sağlık ve hastalık sosyolojisi alanında
yapılan çalışmalar, ikinci Dünya Savaşı sonrasında artış göstermiş ve
günümüzde, sağlık ve hastalık sosyolojisinin, sosyolojinin en geniş alt
dallarından biri haline gelmesini sağlamıştır.
Sağlık (ve hastalık)
sosyolojisi, sağlığın ve
hastalığın, toplumda nasıl
üretildiğini, nasıl
dağıtıldığını, bu süreçlerin
toplumsal yapılarla olan
ilişkilerini inceler.
Sağlık sosyolojisi’ terimi ilk
olarak, 1894’te Charles
McIntyre tarafından
kullanılmıştır.
Sağlık sosyolojisinin gelişimi, üç dönemde incelenebilir (Twaddle,
1992). Bu dönemler
(a) tıpta sosyoloji, (b) tıp sosyolojisi ve (c) sağlık ve hastalık sosyolojiSi
(a) tıpta sosyoloji, (b) tıp sosyolojisi ve (c) sağlık ve hastalık sosyolojiSi
dönemidir.
(a)Tıpta sosyoloji (sociology in medicine) dönemi, sağlıkla ilgili sosyolojik çalışmaların 1960’lara kadar olan kısmını kapsar. Bu dönemde, tıbbın
kendi paradigması ve bu ünitede değineceğimiz ‘sağlığın ve hastalığın biyomedikal
modeli’ baskındır. Sosyoloji, tıp yanlısıdır ve ikincil konumdadır.
Bu dönemde
yapılan sağlık sosyolojisi çalışmaları tıp kurumunu eleştirmemiş,
sadece tıbbın sorun olarak gördüğü konuları çalışmış, toplumun diğer
kesimleri tarafından sorun olarak görülen konuları ihmal etmiştir (White, 2002:
34).
(b)Tıp sosyolojisi (sociology of medicine/medical sociology) dönemi, bu alanda 1960’lar ve 70’ler boyunca yapılan çalışmaları kapsayan
dönemdir.
Bu dönemde yapılan çalışmalarda tıp eleştirilmeye başlanmış;
modern tıbbın meşruiyeti, tıp mesleğinin sınırları ve tıbbi örgütlerin işlev
ve işleyişleri sosyolojik olarak sorgulanmış, sağlığa ve hastalığa ilişkin, tıbbi
iktidarın görüşleri yerine, sıradan insanların yaklaşımlarına odaklanılmıştır.
(c) Sağlık ve hastalık sosyolojisi (sociology of health and illness) dönemi, 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan dönemdir. Bu dönemde yapılan
çalışmalar eğitim, din, siyaset gibi diğer toplumsal kurumlara ve sağlıkla bu kurumların ilişkilerine odaklanarak önceki dönemin sınırlılıklarını
aşmıştır.
Sağlık ve hastalık sosyolojisi döneminde sosyologlar, genel
olarak, sağlığa ve hastalığa ilişkin biyomedikal modeli sorgulamaya başlayarak
sosyal modeli geliştirmiş, biyolojik zemin ile kişilerin sağlığa ve hastalığa
ilişkin toplumsal deneyimleri arasında tek yönlü bir ilişki olmadığını göstermişlerdir (White, 2002:37).
SAĞLIK NEDiR?
‘Sağlık’, oldukça kapsamlı bir kavramdır. Örneğin, birinin sağlıklı
olduğunu ifade ettiğimizde, sadece o sırada hasta olmadığını kastetmeyiz. Daha
kapsamlı bir iyilik halini kastederiz. Bu açıdan hastalık kavramını sağlık
kavramının zıt anlamlısı gibi düşünmek yanlış olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü
(DSÖ), sağlığın “hastalığın yokluğu”na veya özürlülük durumuna indirgenmesine
karşı çıkmış ve 1948 yılında sağlık kavramını “fiziksel, zihinsel ve sosyal açılardan tam bir
iyilik hali” (DSÖ, 2006) olarak tanımlamıştır.
Sağlık, bu kapsamlı tanımına, 20. yüzyılın ortalarından itibaren kavuşmuştur. şimdi,
sağlığın bu kapsamlı anlayışa nasıl kavuştuğunu ve bundan önce ne şekilde açıklandığını
görelim.
Sağlığın ve Hastalığın Biyomedikal ve Sosyal
Modelleri
21. yüzyılda sosyoloji, sağlık ve bedenle ilgilenmeye, tıp da
toplumsal konularla ilgilenmeye başlamıştır. ilgilerdeki bu değişmenin nedeni, toplumsal düzeyde
ölüme
neden olan hastalıkların değişmesiydi. Yaklaşık olarak 1950’lere
kadar, dünya
genelinde insanların ölümüne neden olan hastalıklar enfeksiyonlar,
salgınlar ve
akut hastalıklardı. Ancak, bir yandan yaşam ve çalışma koşullarını
iyileştiren devlet
müdahaleleri aracılığıyla toplum sağlığı konusunda elde edilen
kazanımlar; diğer yandan da tıbbi teknolojiler sayesinde, bulaşıcı hastalıkların
kontrol altına alınmasıyla (Ağartan, 2007:45) ölüm nedeni olan en önemli hastalıklar değişti.
Daha önceleri erken yaşta ölen insanlar, daha uzun yaşamaya ve kronik
hastalıklara yakalanmaya başladılar.
Dünya Sağlık Örgütü’nün
tanımına göre sağlık
fiziksel, zihinsel ve sosyal
açılardan tam bir iyilik
halidir.
Böylece, 20. yüzyılın ikinci yarısında, ölüme neden olan en önemli
hastalıklar kanser, kalp, şeker gibi hastalıklar oldu. insanların en önemli ölüm
nedenlerinin enfeksiyonlar ve akut hastalıklardan kalp hastalığı, kanser gibi kronik
hastalıklara doğru dönüşmesi epidemiyolojik dönüşüm ya da epidemiyolojik eşik olarak bilinmektedir. Bu kronik hastalıklar, tedavi edilemiyordu.
Bu nedenle, sürekli ilaç tedavileri, alternatif-tamamlayıcı terapiler
ağırlık kazanmaya başladı (Nettleton ve Gustafsson 2006:4). Bir yandan bu gelişmeler,
bir yandan da sağlık ve hastalık sosyolojisi çerçevesinde tıbba yöneltilen eleştiriler,
sağlığa ve hastalığa yönelik anlayışı dönüştürdü. Bu dönüşüm, genel olarak, sağlığın
ve hastalığın biyomedikal modelinin yerini sosyal modele bırakması olarak
ifade edilir. şimdi, bu modellerin sağlığa ve hastalığa bakışlarına kısaca değinelim.
Sağlık ve hastalığın biyomedikal modeli, Batı tıbbında uzun zaman hakimiyetini
Sağlık ve hastalığın biyomedikal modeli, Batı tıbbında uzun zaman hakimiyetini
korumuş olan bir paradigmadır. Bu model, tıbbi bilginin nesnel ve
yansız olduğunu, zihnin ve bedenin birbirinden ayrı olduğunu ve bedenin
makineler gibi tamir edilebilecek mekanik bir şey olduğunu varsayar. Hastalıkların,
genellikle parazit, virüs, bakteri ya da gen gibi belirli ve tanımlanabilir
aracılar yüzünden oluştuğunu ileri süren doktrini kabul eder ve hastalıklara
neden olan sosyal, ekonomik, politik, psikolojik faktörleri görmezden gelir. Bu
nedenle tıbbi sorunların ancak ilaçla veya makinelerle, yani teknolojik
araçlarla çözülebileceğini savunur (Nettleton ve Gustafsson 2006:2).
Sağlık sosyolojisi, tıpta sosyoloji ve tıp sosyolojisi dönemlerinde
biyomedikal
yaklaşımı verili olarak, sorgulamaksızın kabul etmiş ve kendi
yaklaşımı gibi benimsemiştir.
Ancak, zamanla gelişen sağlık ve hastalık sosyolojisi tıbbı, sağlığı
ve iyileştirmeyi yorumlamanın farklı yollarını aramaktadır. Bu anlayışın
büyük kısmı, biyomedikal modele yönelik olarak getirilen eleştirilerden doğmuştur.
Biyomedikal model, özetle şu noktalarda eleştirilmiştir:
• Bedeni kişiden izole etmekle, sosyo-çevresel bağlam içinde yerleştirememekle,
biyolojik değişimlere odaklanmakla ve hastalığın toplumsal ve
ekonomik
nedenlerini görmezden gelmekle eleştirilmiştir.
• Tek doğru bilgiyi kendisinin ürettiğini kabul etmekle, sağlık ve
hastalığın tanımını sadece tıbbın yapabileceğini, öznel yorumların yersiz olduğunu
savunmakla eleştirilmiştir. Tıbbın bilimsel yöntemi sayesinde, hastalıklar hakkındaki
gerçekleri tanıdığı varsayımına karşı çıkan sosyologlar, tıbbın birincil çalışma
nesnesi olan hastalıkların, toplumsal olarak inşa edildiğini göstermişlerdir.
Bu nedenle, hastalık kategorilerinin, anatomik işlev bozuklularının
tanımına bağlı eksiksiz kategoriler olmadığı, toplumsal nedenlerin sonuçları olarak
ve yine toplumsal olarak yaratıldıkları ileri sürülmüştür (Nettleton 2006:6-7).
• Tıbbın, tarihi, kendi başarılarıyla doluymuş gibi gösterdiği ileri
sürülmüş; halbuki, toplumların artık daha uzun yaşamasının tıbbi
uygulamalardan çok beslenme, temizlik ve doğum kontrolü gibi faktörlerden kaynaklandığı
ortaya konmuştur. Hatta, biyomedikal modelin karakterize ettiği tıbbın,
topluma faydadan çok zarar verdiği ileri sürülmüş (Illich, 1995) ilaçların
yan etkileri ya da doktorlardan kaynaklanan hatalar nedeniyle, hastalıkların
nüfus içinde dağıtılmasına katkıda bulunduğu savunulmuştur.
• Biyomedikal modeli benimseyen tıp, tedavi ettiği hastaları
‘bütün’ insanlar yerine, edilgen nesneler olarak tedavi etme eğilimi nedeniyle de
eleştirilmiştir. Bu eğilim, tıp eğitiminde kazandırılmaktadır. Tıp eğitimine yeni
başlayan öğrencilere verilen ilk görevler arasında, insanları parçalara ayırmak
vardır ve eleştirilere göre bu görev, öğrencilere çalışmalarının
nesnesinin insan değil, beden olduğunu ima etmektedir (Nettleton 2006:5).
Biyomedikal model
hastalıklara neden olan
sosyal, ekonomik, politik,
psikolojik faktörleri
görmezden gelen
indirgemeci bir yaklaşımdır.
Bu çerçevede, tıbbın merkezine ‘insan onuru’ kavramının yerleştirilmesi
gerektiği, tedavi ve bakımın daha etkili olabilmesi için sağlık görevlilerinin,
hastalarının algıları, duyguları ve düşünceleri konusunda duyarlı olmaları
gerektiği savunulmuştur (Horton, 2003).
• Biyomedikal modele yöneltilen bir diğer eleştiri de, tıp mesleğinin
bilimsel bilginin sınırları temelinde değil, sosyo-politik mücadelelerin
sonucunda ortaya çıktığı iddiasıdır. Meşru kabul edilen tıbbi bilgilerin ve
uygulamaların neler olduğuna, meslek üyelerinin kesin bilgiye sahip oldukları doğal
nesneler tarafından değil, toplumsal süreçler tarafından karar
verilmektedir.
Benzer şekilde, tıp mesleği içindeki işbölümü de toplumsal
cinsiyet, ırk ve sınıf gibi kategorilere göre düzenlenmekle eleştirilmiştir.
Toplumsal yapılar sayesinde işleyen bu sosyo-politik süreçler, profesyonel tıbbi
hakimiyetin devam etmesini, bu tıbbi hakimiyet de kapitalist ve ataerkil yapıların
sürmesini sağlamakta ve kurumsal tıbbın sunduğu formel sağlık hizmetleri dışındaki iyileştirme etkinliklerini bastırmaktadır (Nettleton 2006:6-7).
Sağlık ve hastalık sosyolojisi, hastalığın ve sağlığın toplumsal
olarak modellendiğini, tekrar tekrar belirtmiştir. Sağlık durumu, biyoloji dışındaki
faktörlerin sonucudur, ve tesadüfi olarak oluşmadığı kanıtlanmıştır. Ölüm ve
hastalık oranları ya da insanların yaşamlarındaki değişimler, toplumsal yapılarla
ilişkilidir ve cinsiyete, sınıfa, ırka ve yaşa göre değişiklik gösterirler. Bu
anlamda biyomedikal model, sağlıktaki toplumsal eşitsizlikleri hesaba katma
konusunda başarısız olmuştur (Nettleton 2006:5). Bu çerçevede, biyomedikal
modelin eleştirisinden doğan sağlığın ve hastalığın sosyal modeli, biyomedikal
modelin antitezidir. Sosyal modelin özellikleri, kısaca şu şekilde özetlenebilir:
• Tıpta, içsel olan zihin-beden ikiliğine karşı çıkar. Böyle bir
ayrımın “en iyi ihtimalle yanlış, en kötü ihtimalle ise öldürücü” (Nettleton ve
Gustafsson, 2006 :2) olduğunu ileri sürer. insanlar hem bedendirler, hem de
bir bedene sahiptirler, zihin ve beden birbirinden ayrı düşünülmemelidir.
• Fiziksel beden, bireyin bütününden bağımsız bir şekilde “onarılabilecek”
bir makine değildir. Tıp, insanı bir bütün olarak ele almalıdır
(Nettleton ve Gustafsson, 2006:2).
• Sağlık ve hastalık, sadece biyolojik değişimlerle ilişkili değildir.
Daha geniş sosyal, ekonomik ve politik bağlam içerisinde biçimlendirilirler.
Örneğin, toplumda güce ve kıt kaynaklara daha fazla sahip olanlar,
olmayanlara oranla daha uzun yaşamakta ve daha az hastalanmaktadırlar. Bu nedenle, sağlığı ve hastalığı anlayabilmek için öncelikle, toplumdaki güç ilişkilerini
ve toplumsal eşitsizlikleri kavramamız gerekir (Nettleton ve
Gustafsson, 2006:3).
• Son olarak, tıbbi bilgi, hiçbir şekilde objektif olamaz;
bilimsel bilgi de dahil olmak üzere, bütün bilgiler, içinde üretildikleri bağlama bağlıdır.
Tıp, öğrencileri, eğitimlerinde bedeni nasıl “görmeleri” gerektiğini öğrenirler. Bu
görme
şekli, bedenin “görülebileceği” ya da anlaşılabileceği çok çeşitli
yollardan
sadece biridir. (Nettleton ve Gustafsson, 2006: 3) Beden, yani tıbbi
uygulamaların merkezdeki nesnesi toplumsal olarak inşa edilmiştir; ama tıp onu sadece kendi tanımladığı açıdan ele almaktadır. Bu sonuncu eleştiri
çok önemlidir. Çünkü, sağlık sosyolojisinin kuruluşu, tıbbi bilginin
ayrıcalıklı kabul edilmemesiyle birlikte başlamaktadır. Bu açıdan, sağlık
sosyolojisi bilgi sosyolojisinden doğmuştur denebilir.
Sağlığa ilişkin sosyal modelin kabul edilmesiyle birlikte, sağlık
alanında ve genel olarak tıpta, büyük çaplı değişimler olduğu kabul
edilmektedir (Nettleton,
2006:11). Bu dönüşüm sonrasında, hastalığın sosyal belirleyicileri
içinde bireysel düzeyde sigara içmek, stres ve egzersiz; yapısal düzeyde işsizlik
ve yoksulluk sayılmaya başlanmış ve hastalığa verilen kurumsal yanıtlarda da değişiklikler
olmuştur (Nettleton ve Gustafsson 2006:4). Aşağıdaki tabloda, bu dönüşümler kısaca
gösterilmektedir.
Kaynak: Nettleton, 2006:11
Sağlık sosyolojisi ile ilgili bir kaynak olarak
Zafer Cirhinlioğlu’nun “Sağlık Sosyolojisi” (2010, 2.bs. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım)
adlı kitabından faydalanabilirsiniz.
Sağlığın Toplumsal Belirleyicileri
Sağlığı etkileyen çok sayıda faktör söz konusudur. Bu faktörler
bireylerin, grupların ve toplumların sağlık düzeylerinin birbirinden farklılaşmasına
neden olmaktadır. Ancak aşağıda görülebileceği gibi bu farklılık, çoğu zaman eşitsizlik
biçimini almakta, çeşitli açılardan eşitsizliğe maruz kalanların sağlık
düzeyleri de kötüleşmektedir. Sağlık düzeyleri, çok çeşitli değişkenlerle ölçülebilirse de bu
konuda en sıklıkla başvurulan ölçütler, doğumda beklenen ortalama yaşam
süresi, ölüm oranı (mortalite) ve hastalanma oranıdır (morbidite). Bu oranlar,
sağlık alanında karşılaşılan eşitsizlikleri yansıtmakta ve sağlığın sosyal
belirleyenlerinin neler olduğu konusunda ışık tutmaktadırlar.
Ölüm oranı (mortalite), her yıl 1000 kişi başına yaşanan ölüm sayısının oranıdır. Hastalanma
oranı (morbidite) ise bir nüfustaki hasta insan
sayısının, toplam nüfusa oranıdır.
Bireylerin sağlıkları, önemli ölçüde, içinde bulundukları toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilmektedir (Dahlgren ve Whitehead, 1991:11).
Toplumda, sağlık statüsünde, sağlığa ilişkin risklerin dağılımında
ve sağlık hizmetlerine erişimde çeşitli eşitsizlikler söz konusudur ve bu eşitsizlikler,
bireyler ya da gruplar arasında ölüm ve hastalık oranlarında, ortalama yaşam
sürelerinde ve algılanan sağlık statülerindeki farklılıklarda görünür hale
gelmektedir (Graham, 2007). Bu etkenler, genelden özele doğru genel sosyal,
ekonomik, kültürel ve çevresel koşullar, beslenme, eğitim, çevre kirliliği,
gelir düzeyi, yaşama ve çalışma koşulları,
barış ve insan hakları güvencesi, devlet tarafından iyi bir şekilde
yönetilme, temiz su ve hijyenik kanalizasyona erişim, etkili sağlık
hizmetlerine erişim, iyi barınma koşulları, sosyal ve topluluksal ağlar, bireysel yaşam tarzı
faktörleri, yaş, cinsiyet ve kalıtımsal faktörlerdir (Dahlgren ve Whitehead, 1991:11).
fiekil 1’de görüldüğü gibi yaş, cinsiyet, kalıtımsal faktörler veya beslenme tarzı,
hareketsizlik, sigara ya da alkol tüketimi gibi bireysel yaşam tarzı faktörleri, sağlığı
etkilese de toplumsal faktörlerin etkisi daha
geneldir.
Hastalık ® Sağlık
Hastane ® Topluluk
Akut ® Kronik
Tedavi ® Önleme-koruma
Müdahale ® Görüntüleme
iyileştirme ® Bakım
Hasta ® insan
Tablo 7.1
Sağlıkta ve tıpta
yaşanan çağdaş
dönüşümler
Toplumsal eşitsizliklerin bir
sonucu olarak sağlık,
toplumda eşitsiz bir şekilde
dağılmaktadır.
Diğer bir deyişle sağlığı etkileyen bireysel özellikler ne kadar
önemli olursa olsun, nüfus genelinde sağlığı belirleyen genel nedenler bireysel
değil, çevresel ve toplumsal nedenlerdir (Wilkinson ve Marmot, 1998).
Şekil
1’de görüldüğü gibi, sağlığı etkileyen faktörlerden bazıları, toplumsal
faktörlerdir.
Sağlık sosyolojisi çerçevesinde, bu faktörlerin, sağlık üzerindeki
etkisi ile ilgili yapılan çok sayıda çalışma, bireylerin sağlıklarının:
• yurttaşı oldukları ülkenin gelişmişlik düzeyinden,
• yönetim şekli ve sağlık politikasından,
• yaşadıkları alanın kentsel mi kırsal mı olduğundan,
• toplumsal sınıflarından,
• toplumsal cinsiyetlerinden,
• ırkları ve etnik gruplarından,
• gelir düzeylerinden,
• çalışma koşullarından,
• eğitim düzeylerinden
• ve sosyal statülerinden etkilendiğini ortaya koymaktadır (Gönç-şavran,
2010:3).
Bu faktörden bazılarının, sağlığı ne şekilde etkilediğine Sağlığın ve Hastalığın
Toplumdaki Dağılımı konusunda değineceğiz.
SOSYOLOJiK YAKLAŞMLAR AÇISINDAN SAĞLIK
Tıbba ilişkin sosyolojik düşüncelerin temelinde, genel olarak tıbbi
bilginin, iyileştirdiği ya da tedavi ettiği kitleler üzerinde, bağımsız şekilde
toplumsal bir işleve sahip olduğu argümanı yatar. Tıp, bilimsel bilgiyi işçi sınıfını
disipline etmek, toplumsal rollere uyulmasını sağlamak, bireyleri sınıflandırmak ve yönetmek,
kadınların kadınsı rollere uymalarını garantilemek için kullanır. Bununla
birlikte, sosyolojideki farklı yaklaşımlar sağlığı farklı şekillerde incelemektedir. Bu
yaklaşımların sağlığı nasıl ele aldıklarına, hangi yönüne odaklandıklarına ve sağlık
sosyolojisi çerçevesindeki katkılarına kısaca değinelim.
Genel sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel koşullar
Toplumsal ve topluluksal ağlar
Bireysel yaşam tarzı faktörleri
7.1
Sağlığın Temel
Belirleyicileri
Kaynak: Dahlgren
ve Whitehead
(1991:11’den
aktaran
Gönç-fiavran,
2010:2).
işlevselci Yaklaşım
işlevselci Yaklaşım içinde sağlık sosyolojisine en önemli katkıyı,
hem tıp mesleği
hakkında yaptığı analizle, hem de “hasta rolü” kavramıyla, Talcott
Parsons’ın yaptığı
söylenebilir.
Tıp Mesleği: Parsons’a (2005 [1951]) göre çağdaş toplum, ‘kapitalist’ olarak
nitelendirilmemelidir çünkü, bu toplumun sadece ekonomisi kapitalisttir. Ekonomi
dışındaki kurumlar ekonomi gibi kâr peşinde koşan çıkara dayalı
kurumlar değildir.
Kapitalist olmayan toplum yapısını mümkün kılan bu toplumsal kurumlar
meslekler,
özellikle de tıp mesleğidir. Parsons’a (2005 [1951]:289-292) göre
tıp mesleği, özgeciliğe ve etiğe dayalıdır ve piyasa ilişkilerinin
rekabetçiliğini ve bencilliğini
kırma işlevini üstlenir. Ayrıca, doktor-hasta ilişkisi de
kapitalist iş ilişkilerinin aksidir.
Parsons tedavinin mümkün olabilmesi için de ekonomik olmayan bu
ilişki türünün şart olduğunu savunur.
Tıbba verdiği değere rağmen Parsons tıbbı eleştirmiş, tıbbın
bilimselliğini, hem sosyal bilimsel açıdan, hem de tıbbın kendi paradigması açısından
sorgulamıştır
(Gönç-fiavran, 2010:21). Parsons’a göre, iyileşme süreci sadece
bir sistem meselesidir.
Bu sistem bilim olduğu kadar sihir ya da din de olabilir. Önemli
olan tedavi başarılı olursa sistemin meşruluk kazanacağı; tedavi başarısız olursa
sistemin ne olduğuna bağlı olarak bu başarısızlığın bilgi eksikliğine, doğaya ya da
şeytana atfedileceğidir (Parsons, 2005 [1951]: 242-254). Parsons ayrıca, tıptaki
“placebo” etkisini örnek göstererek tıbbın, kendi paradigması içinde de her zaman bilimsel
olmadığını ortaya koymuş, insanların aslında, tedavinin etkisinden çok,
iyileşmeyi umdukları için iyileştiklerini vurgulamıştır. Parsons’ın placebo gibi Batı tıbbının
açıklayamadığı
çeşitli noktaları vurgulaması ve tıbbın bilimselliği iddialarını
sorgulaması, tıbba bilimselliği nedeniyle değil, dayandığı meslek ilkeleri
nedeniyle değer verdiğini göstermektedir (Gönç-fiavran, 2010:22).
Placebo etkisinin ne olduğunu araştırınız ve
Parsons’ın bu etkiyi vurgulayarak tıbbı, kendi
paradigması içinde nasıl sorguladığını açıklamaya
çalışınız.
Parsons, tıbbın bilimsellik iddialarını bu şekilde sorguladıktan sonra, hasta olmanın, öncelikle biyolojik ya da psikolojik bir durum değil, bir toplumsal rol olduğu,
insanların hastalıkları hakkında seçim yapabildikleri, hastalığa
bürünebildikleri sonucuna varmış (Parsons, (2005 [1951]:88) ve hasta rolü kavramını geliştirmiştir.
Parsons’a göre sağlık değerli bir toplumsal kaynaktır. Bireysel başarı
da, toplumsal
düzenin uygun şekilde işlemesi de sağlığa dayanmaktadır. Bu açıdan,
Parsons’a
göre hastalık, normalden sapma durumudur. Çünkü, hastalık
durumunda birey, normalde (sağlıklıyken) yerine getirmesi gereken rolleri
yerine getiremez.
Bununla birlikte, Parsons’a göre insanlar, toplumsal rollerin
yarattığı baskıdan ve
rollerinden kaçmak istediklerinde, gönüllü olarak hasta rolüne
bürünebilirler. Parsons
bunu hasta rolü kavramıyla açıklamaktadır:
Hasta Rolü: Parsons, hastalığın fiziksel bir varlık değil, toplumsal bir olgu
olduğunu savunur. Bireyler, gündelik yaşamda uymaları beklenen normlara
uymak istemedikleri ya da genel kültürel ölçütlere ulaşamadıkları zaman,
‘hasta’ rolüne girerek bu rollerden ve beklentilerden kaçarlar. Hasta rolü, bu role giren
kişiye, toplum tarafından verilen tepki üzerinden tanımlanır. Yani kişi, ancak,
toplum onu meşru olarak hasta kabul ederse hasta sayılır. Hasta rolünün meşru
sayılması ise iki koşula bağlıdır. ilk olarak, hastanın hasta rolünün sağladığı
hakları en kısa sürede terk etmeyi istemesi
gerekir.
Parsons’a göre tıp mesleği,
piyasa ilişkilerinin
rekabetçiliğini ve
bencilliğini kıran, özgeci bir
meslektir.
Diğer bir deyişle hasta, iyileşmeyi istemelidir. ikinci koşul ise hastanın, iyileşmek amacıyla doktorla ve ilgili
diğer profesyonellerle işbirliği yapması ve onlara itaat etmesidir. Bu koşulları yerine
getiren kişi, meşru olarak hasta kabul edilir. Bu zorunlulukları yerine
getirerek hasta rolüne giren kişi, bu role girerek iki avantaj elde eder. Bunlardan birincisi
kötü sağlığından ötürü kişisel olarak sorumlu tutulmamaktır. ikincisi ise, bu rol
içinde olduğu sürece normal toplumsal rollerden muaf tutulacak olmasıdır. (Parsons,
(2005 [1951]:294).
Hasta rolü kavramı ile Parsons, insanların gönüllü olarak hasta
olmaya karar verebileceklerini yani, sosyal yaşamlarının gerekliliklerinden kaçmanın sapkın bir
yolu
olarak, hasta rolünü benimseyebileceklerini belirtmiş olur.
Parsons’a göre, tıbbın
en önemli işlevlerinden biri, kimin hasta olarak kabul edilip
kimin edilemeyeceğini
belirlemesidir. Çünkü, ona göre, çok fazla sayıda insanın hasta
rolüne girmesi,
sosyal sistemin sürekliliğini tehlikeye sokacaktır (Parsons, (2005
[1951]:289).
Parsons’ın hem tıp mesleğine yönelik analizi, hem de hasta rolü
kavramı, çeşitli
açılardan eleştirilmiştir. Hasta rolüne girme konusunda hastalığın
ciddiyeti, sınıf,
ırk, cinsiyet gibi faktörleri görmezden gelmekle, ayrıca,
toplumsal rollerden muaf
olmanın, toplumsal sorumluluklardan muaf olmak anlamına gelmediğini
görmemekle
eleştirilmiştir. Bunun yanında, hasta rolünün sadece bazı hastalıklar
için geçerli
olabileceği, kronik hastalıklar için söz konusu olamayacağı ileri
sürülmüştür
(Annandale, 1998:11). Parsons’ın tıp mesleğine ilişkin analizi de
eleştirilmiş, doktorların sadece bilimsel verilere dayanarak karar vermedikleri, kararlarında
hem
kendi toplumsal geri planlarından, hem de ilaç firmalarıyla olan
ilişkilerinden etkilendikleri savunulmuştur.
Marksist Yaklaşım
Marksist yaklaşım, sağlık bakımını ve tıbbı, kapitalizmin bir
parçası olarak ve kapitalizmle ilişkisi üzerinden açıklar. Hastalıklar da tedaviler de kapitalist
ekonomik
sistemin ürünüdür. Marksist yaklaşıma göre tıp, kapitalist
ekonominin bir parçası-
dır ve tedavi açısından bir faydası olmasa da kâr amacıyla
teknolojik gelişmeleri
desteklemektedir. Bu yaklaşıma göre, tıbbi bilgi de kapitalist
sistemin verdiği zararları
doğal ve biyolojik göstererek, hastalıkların politik ve ekonomik
nedenlerini
gizleyen bir ideolojik araçtır.
Bu yaklaşım içinde sağlığa değinen ilk eser, Engels’in ingiltere’de
“işçi Sınıfının
Durumu” (1844) adlı eseridir. Engels, bu eserde tifo, verem, raşitizm
gibi hastalıkların, doğrudan kapitalist üretim koşullarıyla ilişkili olduğunu, bu
nedenle tek başına tıbbi müdahalenin, bu hastalıkların ortadan kaldırılması için
yeterli olmayacağını savunmaktadır. Engels, hastalığa kaderin, önlenemez biyolojik
olayların ya da
bireylerin psiko-sosyal özelliklerinin neden olduğu yönündeki açıklamaları
reddetmiştir.
Ona göre hastalık, endüstriyel kapitalist örgütlenme biçiminin,
dayatmacı yönetim tekniklerinin ve kapitalistlerin barınma ve yiyecek
güvenliği pahasına kâr peşinde olmalarının sonucudur. Buradan hareketle, hastalıkların
kötü barınma koşulları
ve yoksulluk nedeniyle oluştuğunu savunan Engels, hastalıkları
bireyi suçlayan
bir yaklaşımla değil, toplumsal örgütlenme biçimiyle ilişkilendirerek
açıklar
(Gönç-fiavran, 2010:25).
Marksist yaklaşıma göre, çağdaş kapitalizm içindeki sağlık bakımı
örgütleri
(hastaneler, klinikler), sağlığı insanların işgücü piyasasında
emeklerini satmaya devam
edebilmeleri açısından ihtiyaç duyulan zindelik durumuna indirger
ve hastalıkları sigara, içki, hareketsizlik gibi bireysel yaşam
faktörlerinin sonucu gibi göstererek
dikkati toplumsal, politik, ekonomik, mesleksel ve çevresel
nedenlerden
uzaklaştırırlar (Doyal ve Pennell, 1979).
Parsons, modern yaşamın
yarattığı gerilimler yüzünden
insanların toplumsal
rollerinin
sorumluluklarından kaçmak
istediklerini ve bunun için
de “hasta rolüne”
büründüklerini belirtir, ama
çok sayıda insanın bu role
bürünmesi toplumun işleyişi
açısından sakıncalıdır, bu
nedenle tıp kimin bu role
girip kimin giremeyeceğini
kontrol etmelidir.
Kapitalist tıp, hastalıktan korunmak için gerekli önlemleri almak yerine, hastane temelli tedavileri
destekleyerek iyileşmeyi tüketime indirger (Renaud, 1975). Tıp mesleği, hasta raporlarını
kontrol edebildiği için, emeğin ve işçi sınıfının kontrolü üzerinde önemli bir yere
sahiptir. Kapitalist tıp, ayrıca, kadınların cinsiyete dayalı rollerini meşrulaştırarak
onları, işçi sınıfının sonraki nesillerinin bakımından sorumlu tutar. Böylece, kadınları
ücretsiz ev içi işçisi olarak kullanır.
Bu çerçevede, Marksist yaklaşıma göre, sağlık bakımı örgütleri üç
ideolojik işlevi
yerine getirirler (Navarro, 1976):
• ilk olarak, yetersiz de olsa sağlık bakımı sağlayarak, temelde
toplumsal olan
problemleri bireysel düzeye aktararak statükoyu meşrulaştırırlar.
• ikincisi, sağlık bakımını, hastane bakımı ve ilaç tüketiminden
ibaret görerek
kapitalist üretim tarzını yeniden üretirler.
• Üçüncüsü, hem sağlık işçilerinin örgütlenişiyle hem de yarattığı
tüketim desenleriyle
kapitalist sınıf yapısını yeniden üretirler.
Marksist yaklaşımın temel ilkesi, sağlık hedefi ile kâr hedefi
arasında bir çelişki
olduğudur.
Günlük yaşamın parçalarının, piyasada mal olarak satılması süreci
olan metalaştırma, sağlık sektöründe giderek artmış, sağlık sektöründe, son yıllarda
ücretsiz olarak bireylerin erişimine açık olan alanlar giderek azalmış ve
sonuçta ‘tıbbi-endüstriyel
kompleks’ (Relman, 1980) olarak adlandırılan yapı ortaya çıkmıştır.
Sağlık bakımı, alınıp satılan bir mal haline geldikçe, yani metalaştıkça,
‘girişimci’ ve
‘şirketleşmiş’ tıp gelişmiştir. ‘Şirketleşmiş tıp’, sağlık hizmeti veren kuruluşların,
mal piyasasındaki diğer şirketler gibi, sadece kâr amacına yöneldiğini
vurgulamak
için kullanılan bir terimdir. Şirketleşmiş tıp, hastanın
ihtiyaçlarını karşılamaktan
çok, sağlık hizmeti veren kuruluşun ihtiyaçlarını karşılamaya önem
vermekte, endüstriyel rekabetin yarattığı yöntemler hem herkese sağlık hizmeti
verilmemesine,
hem de tedavi olan hastaların doktorlarının değişmesi ya da başka
nedenlerle, tedavilerinin yarıda kalmasına yol açabilmektedir (Battista, 1997).
Marksist yaklaşıma göre
hastalıkların nedeni
kapitalist toplum
örgütlenmesidir.
Marksist yaklaşımın temel
ilkesi, sağlık hedefi ile kâr
hedefi arasında bir çelişki
olduğudur.
ÖRNEK
1963 yılında, kimyasal maddeler üreten bir şirket olan Dow
Corning, içi silikon
jelle dolu olan göğüs implantları üretmeye başlamıştır. Bu
implantlar, silikon gö
ğüs ameliyatlarında kullanılmaktadır ve bedene zarar vermeyeceği
sanılmaktadır.
1970’lerden itibaren bazı doktorlar, bu implantların kanamalara
yol açtığını bildirmeye ve ABD Federal ilaç Ajansı’na (FDA) üretimin
durdurulması için baskı yapmaya
başlamışlardır. Ancak, bazı araştırmacılara göre bu baskı,
önemsenmemiştir.
Çünkü, plastik cerrahlar ve üreticiler, FDA’yı silikon implantlarının
güvenli olduğuna ikna etmişlerdir (Annandale 1998:14). 1980’ler ve 1990’ların
ilk yılları boyunca, çoğu göğüs kanseri olan bir milyona yakın kadının bu
implantlardan taktırdığı ve 1994 yılına gelindiğinde on binlerce kadının
implantlardan kaynaklanan yaralanmalar
rapor ettiği bilinmektedir. Bu şikâyetler üzerine yapılan araştırmalar, implantların birçok açıdan sağlığa zarar verdiğini ve göğüs
kanserinin erken teşhisini engellediğini, silikon implantların yan etkileri
nedeniyle bazı kadınların öldüğünü ve birçoğunun da hayatlarını ciddi anlamda
etkileyen kronik hastalıklarla yaşamak zorunda kaldıklarını göstermiştir (Annandale, 1998:14).
1980’ler boyunca da bu şirkete çok sayıda dava açılmış, ancak şirket, bulguların ve tıbbi kayıtların mahkemece korunarak gizli tutulmasını sağlamış, davacılarla anlaşmalar yaparak sorunu mahkeme dışında halletmiştir. Ancak, 1988 yılında Mariann Hopkins, bir dava açmış ve şirket kendisine davadan vazgeçmesi için 1,8 milyon dolar teklif ettiği halde davadan vazgeçmemiştir. Bu davanın sonunda şirket, dolandırıcılık ve kötü niyetten suçlu bulunarak 7,3 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edilmiştir. Bu sonucun üzerine, mağdur olanlar tarafından şirketten toplam 4,225 milyon dolar tazminat ödemesini isteyen çeşitli davalar açılmış ve şirket, 1995 yılında işas koruması altına alınmıştır (Annandale, 1998:14-15). Verilen örnek, bazı teknolojiler sağlık açısından risk taşısa da kapitalist şirketler açısından, kârlı olmayı sürdürdükleri sürece kullanıldığını göstermektedir. Özetle, kapitalizm hem sağlığı hem de sağlık bakımını yağmalamaktadır (Annandale 1998:15).
1992 yılında FDA bu silikonların sınırlı kullanımı dışında genel
kullanımını yasaklamıştır, ancak Sağlık Bakanlığı silikon kullanımının tamamını
yasaklamak için
daha çok veriye ihtiyaç duyulduğunu savunmuştur. Dow Corning FDA’nın
kararı
doğrultusunda üretimi durdurmuştur ama hala implantların güvenli
olduğu konusunda
ısrar etmektedir (Annandale 1998:14).
Ivan Illich, Sağlığın Gaspı (Medical Nemesis) adlı eserinde (1995 [1975]) tıbbın,
yararsız tedavilerle hastalara yarardan çok zarar verdiğini,
toplumu sağlıksız kılan
koşulları iyileştirmek yerine kötüleştirdiğini ve bireylerin kendi
kendilerini iyileştirme,
acı çekme ya da ölme özgürlüklerini ellerinden aldığını savunur.
Bu durumu klinik, sosyal ve kültürel-simgesel iatrojenez kavramları ile açıklar.
iatrojenez, tıbbın kendisinden, doktorların uygulamalarından ve tedavilerinden
kaynaklanan hastalıklar anlamına gelmektedir. Illich, her ne kadar son yüzyılda
tıp ilerlese de difteri, tüberküloz gibi çeşitli hastalıkların azalmasının
nedeninin tıptaki gelişmeler değil, toplumun yaşam şartlarının, beslenme ve barınma koşullarının
iyileşmesi olduğunu savunur.
Illich ölüm ve hastalanma oranlarındaki iyileşmenin, tıbbi müdahalelerden çok, çevresel faktörler sayesinde gerçekleştiğini, tıp kurumunun çıkara dayalı teşhis ve
tedavilerinin yarardan çok zarar sağlayarak ölüme, hastalığa, ağrıya
ve acıya neden
olduğunu belirtir. Illich (1995 [1975]), sağlığın, doktorların
yanlış teşhis ve tedavileri,
aşırı ilaç yazmaları ve benzeri müdahalelerle kötüleştirmesini klinik iatrojenez
olarak adlandırır. Sağlık politikalarının, ilaç firmaları gibi sağlıksızlık
yaratan
endüstriyel kuruluşları desteklemesi ya da devlet bütçelerinin,
halk genellikle yararlanamadığı halde, ağırlıklı olarak tıbba aktarılması da sağlığı kötüleştirmektedir.
Bu durum, sosyal iatrojenez olarak ifade edilir. Illich ayrıca, tıbbın acıya ve ölüme
karşı verdikleri tepkileri de engellediğini, bireylerin kendi
bedenleri, acıları,
hatta ölümleri üzerindeki kontrollerinin, tıp tarafından
ellerinden alındığını belirtir
ve bu durumu da kültürel ve simgesel iatrojenez ile ifade eder.
Tıbbın sağlığı nasıl kötüleştirdiği ile ilgili ayrıntılı
bilgiye Ivan Illich’in “Sağlığın Gaspı”
(Çeviren: Süha Sertabiboğlu, 1995, istanbul: Ayrıntı
Yayınları) kitabından ulaşabilirsiniz.
“Hospis” nedir? Araştırınız.
Marksist yaklaşım, kapitalist gelişimle birlikte tıbbın, yaşam
süresi ve kalitesinde
sağladığı faydaları ve bireylerin öznel etkilerini görmezden
gelmekle, toplumsal
yapılara gereginden fazla odaklanmakla eleştirilmektedir.
Ivan Illich, tıp kurumunun kendisinin sağlığa zarar verdiğini savunur.
Yorumlayıcı Yaklaşım
Yorumlayıcı Yaklaşım içinde, Sağlık ve Hastalık Sosyolojisi’ne en
önemli katkı, köklerini fenomenolojiden alan toplumsal inşacılık yaklaşımından gelmiştir.
Toplumsal inşacılık yaklaşımı, tıbbi bilginin toplumsal inşası üzerinde
durmuş, tıbbın pozitivist paradigma içinde doğa bilimi olmasından kaynaklanan ayrıcalıklı
pozisyonunu, eleştirmiş, tıbbın sosyolojinin inceleme konusu olmasına büyük bir katkı sağlamıştır. Toplumsal inşacılık yaklaşımın temel argümanları özetle üç başlıkta
toplanabilir.
Bedenin ve Hastalığın Toplumsal inşası
Toplumsal inşacı yaklaşım, hastalıkların basit gerçekler olmadığını,
toplumsal muhakemenin ve toplumsal pratiklerin sonucu olduğunu iddia eder. Bu yaklaşıma
göre beden, bedene ilişkin tanımlara bağlıdır. Hastalıkların
gerçekliği de sorunludur,
örneğin RSI (Tekrarlanan Zorlama Yaralanması ve Tekrarlayan
Gerilim Deformasyonu) hastalığı, işverenlere göre işçilerin zinde olmamasından ve yanlış
durmalarından; sendikacılara göre çalışma koşullarının uygunsuzluğundan, işin
kontrolünün işçide olmamasından ve işlerin ağırlığından kaynaklanan bir hastalıktır.
Psikiyatrlara göre ise tazminat nevrozunun ve/veya histerik
sendromların bir biçimidir
(White 2002: 19). Yani RSI’nin hastalık olup olmadığı, hatta
hastalık haline gelip gelmeyeceği biyolojik faktörlerin değil, toplumsal ilişkilerin
sonucudur ve politik bir konudur (Tesh, 1988). Toplumsal inşacılık yaklaşımı
içinde, çeşitli hastalıklar için benzer analizler yapılmıştır. Bu yaklaşıma göre,
bilginin kendisi, inşa edilen bir şey olduğu için tıbbi inanç sistemi, diğer inanç
sistemlerinden farklı değildir. içerikleri de uygulamaları da kültürel ve toplumsaldır. Bu
nedenle, söz konusu yaklaşıma göre, diğer iyileştirme sistemleri gibi modern tıbbın
sağlamlığının da sorgulanmaksızın kabul edilmemesi, bir sosyal ve kültürel
sistem olarak incelenmesi gerekmektedir (Comaroff, 1978:247).
Hastalığın toplumsal inşası ile ilgili örnek bir çalışmayı Aylin Nazlı’nın “Hastalığın Sosyal
inşası ve Hastalık Anlatıları: Meme Kanseri Örneği”
adlı kitabında (2007, Güven Kitabevi)
bulabilirsiniz.
Tıbbi Bilgilerin ve Uygulamaların Toplumsal Bağlamı
Toplumsal inşacı yaklaşım, tıbbi bilginin ve tıbbi teknolojinin
kullanılış biçiminin
toplumsal ilişkilere bağlı olarak değiştiğini savunur. Bu yaklaşım
içinde yapılan çeşitli
çalışmalar, çeşitli hastalıkların, özellikle de meslek hastalıklarının,
hastalık olarak
kabul edilmesinin aslında işverenler, işçiler, doktorlar, sigorta şirketleri
ve avukatlar
arasında yaşanan bir dizi tartışma ve uzlaşmanın ürünü olduğunu
göstermektedir.
sim 7.1
Yukarıda verilen anatomi çizimleri tıbbın
farklı yüzyıllarda, bedeni nasıl gördüğünü
yansıtmaktadır. Dinin bir toplumsal kontrol
mekanizması olarak gücünü yitirmediği
1500’lerde bedenin iskeleti, ölümle ve mezarla
ilişkilendirilerek çizilmektedir. 1600’lerde çizilen ortadaki resimde ise gebeliğe ilişkin
bilgi verilmekte, ancak beden, bireyin bütününden de çevresinden de ayrılmamaktadır.
Son resim ise modern tıbbın, bedene yönelik mekanik bakış açısını bütün açıklığıyla
yansıtmaktadır.
Kaynak: http://www.designboom.com/history/a_m6.html
ÖRNEK
On dokuzuncu yüzyılda, histeri hastalığının, eğitim görmek ve çalışmak
isteyen
kadınları etiketlemek için nasıl kullanıldığına (White, 2002:21)
bir göz atalım. On
dokuzuncu yüzyılla birlikte, iş bölümüne katılma fırsatları gelişip
arttıkça kadınlar,
öğretmen ya da hemşire olarak çalışmak gibi çeşitli yeni fırsatlara
sahip olmuş ve ev
dışında ücretli işlerde çalışmaya başlamışlardır. Diğer taraftan,
ataerki, kadınları geleneksel ev içi rolleriyle sınırlamaya çalıştığı için, erkeklerle kadınlar
arasındaki kesin farkları vurgulayan bir tıbbi sistem gelişmiştir. Bu bakış açısına
göre erkeklerde
beyin, kadınlarda ise sinir sistemiyle yeniden üretim sistemi,
özellikle yumurtalıklar
ve rahim baskındır. Bir insanda ya beyin ya da yeniden üretim
sistemi çalışmakta,
ikisi aynı anda çalışamamaktadır. Bu dönemde kadın olduğu, yani
baskın sistemi
beyin olmadığı halde çalışmaya kalkışan kadınlara “histeri” teşhisi
konmuş, ücretli
işlerde çalışan ya da çalışmaya kalkışan kadınların, biyolojik
yeniden üretim zorunluluklarını inkâr ederek kendilerini “histeri” riskine attıklarına inanılmıştır.
Ayrıca, beyin ve yumurtalıklar aynı anda gelişemediği için, eğitim
görmenin de kadınların hastalanmasına neden olduğu düşünülmüştür. Dolayısıyla, histeri
hastalığı (a) erkeklerin, işgücüne katılmaya çalışan kadınları sınışandırmalarını sağlamış,
(b) toplumsal rollerine aykırı davranan kadınlara aktif ve saldırgan bir rol
yüklemiştir. On
dokuzuncu yüzyılda başka hastalıklar için de benzer analizler yapılmıştır.
Yorumlayıcı yaklaşım, tıbbi bilginin, bilimin rasyonel ilerleme sürecinden
çok,
toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini ileri sürer ve bu
süreci, tıbbi kozmolojiler
kavramıyla (Jewson, 1976; Armstrong, 2002; Nettleton, 2004) açıklar.
Tıbbi kozmoloji, tıbbi bilginin üretilmesindeki toplumsal ilişkilere gömülü, toplumsal
etkileşim biçimleridir. Beş tip tıbbi kozmoloji vardır (Gönç-fiavran,
2010:36-37).
• Birinci kozmoloji, yatak yanı tıbbıdır. 1770’lerden 1800’lere kadar süren
bu dönemde hasta, doktorun patronu konumundadır. Doktorun yaptıklarını değerlendiren hastanın kendisidir. Bu nedenle, müşterinin
doktor üzerinde
önemli bir etkisi vardır. Doktor, rekabet ortamı içinde diğer
doktorlara
yönelmemesi için müşterisinin kişisel isteklerini dikkate almaktadır
(Jewson,
1976:233). Bu dönemde tıbbi uygulamalar, doktorların ücretlerini
ödeyebilecek
derecede zengin olan, küçük bir azınlık tarafından kontrol
edilmektedir.
Bu dönemde hasta, tüm yönleriyle bir bütün olarak görülür. Hastalık
da
sadece bedene değil, bütün olarak insana olan bir şey olarak, “hem
fiziksel
hem de manevi öğeleri içeren insan dengesindeki bir eksiklik” ya
da bozulma
olarak kabul edilir (White, 2002:121).
• ikinci kozmoloji, 1800’lerde hastanelerin doğuşuyla başlayan ve
1840’lara
dek devam eden hastane tıbbıdır (hospital medicine) (Jewson 1976:235).
Bu dönemde, hastanelerin doğuşuna bağlı olarak hasta doktora bağımlı
hale
gelmiş, doktorlar kendi tasarruşarında bulunan fakir bir hasta
kitlesine sahip
olmuşlardır. Tıbbi bilginin kontrolü artık, hastadan doktora geçmiştir,
hasta doktora itaat etmezse tedavi hakkını kaybedecektir (White,
2002:121).
Bu dönemde hastalık, bireyin bir bütün olarak var oluşundan ayrılır,
belirli
bir organın patolojisi olarak, organik yaralar ve işlev
bozuklukları olarak görülür.
Yatak yanı tıbbı, doktor bireye bir bütün olarak yöneldiği için
özneyönelimli
bir kozmoloji olarak; hastane tıbbı ise doktor hasta bireyin
sadece
belirli bir fiziksel bölgesine yöneldiği için, nesne yönelimli bir
kozmoloji
olarak tanımlanabilir (Annandale 1998:6).
• Üçüncü kozmoloji, laboratuvar tıbbı (laboratory medicine) dönemidir. Bu
dönem, 1840’lardan 1870’lere kadar sürer. Bu dönemde tıbbi bilgiyi
artık bilim
insanları, yani ‘laboratuvardakiler’ kontrol etmektedir. Doktorun
da hastanı
n da yerini, bilimsel testler almıştır. Bu dönemde artık hastanın
duygusal
varlığı tamamen kapsam dışındadır. Hasta, analiz edilecek maddi
bir
‘şey’ haline gelmiş, hastalık da doktorlardan çok, biyolog ve
kimyacıların
alanına giren ve laboratuvarda saptanabilecek biyolojik ve
kimyasal bir süreç
olarak (Jewson 1976:238) görülmeye başlanmıştır.
• Dördüncü kozmoloji, 20. yüzyılda gelişen gözetim tıbbı (surveillance medicine)
dönemidir. Bu dönemde nüfusun sağlıkla ilgili bilgileri, anket
gibi
tekniklerle toplanmaktadır. Tıbbi bilgi büyük ölçüde sağlığa
yönelik risklere
odaklanmakta ve bu risklerden korunmak adına, doğumdan ölüme kadar
insan yaşamının tamamı, medikalize edilmektedir. Bu dönemde hastalık,
henüz gerçekleşmemiş ama her an gerçekleşebilecek bir potansiyel,
bir risk
olarak görülmektedir. Bu risklerden korunmak için, nüfusa ait
bilgiler toplanarak
nüfus gözetim, denetim ve kontrol altında tutulmaktadır
(Armstrong,
2002).
• Son kozmoloji ise yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin algı
ve yorumlarımı-
zı değiştirdiği internet tıbbı (e-scaped medicine) kozmolojisidir (Nettleton,
2004). Tıbbi bilgiye artık internet üzerinden ulaşılması, bir
yandan bilginin
farklı biçim ve yorumları nedeniyle tıbba olan güveni azaltmakta,
bir yandan da hastalarla doktorlar arasındaki ilişkinin niteliğini
değiştirmektedir.
Tıbbi kozmolojiler tıbbi
bilginin, bilimin rasyonel
sürecinden çok, toplumsal
ilişkiler tarafından
üretildiğini göstermektedir.
Tıbbi bilgi bilimin basit,
rasyonel sürecinden çok,
belirli toplumsal ilişkiler
tarafından üretilmektedir
(Annandale, 1998:6).
Bu dönemde, kendi sağlığı için tıbbi bilgi arayan, önceki
kozmolojilere kıyasla kendi bedeni ve sağlığı hakkında çok daha fazla bilgiye
sahip olan “uzman hasta”lar söz konusudur (Nettleton, 2004: 676-677). Toplumsal inşacılık, yukarıda sayılan kozmolojiler çerçevesinde, tıbbi
bilginin ve tıbbi teknolojilerin, bilime dayalı, nesnel ve değerden arınmış
uygulamalar olmadığını, kültürel, ekonomik ve politik faktörler tarafından
biçimlendirilen toplumsal ilişkilerin sonucu olduğunu savunur. Bu yaklaşım içinde yapılan çeşitli
çalışmalar, hastalıkların teşhis ve tedavi süreçlerinde ırkçı ve ayrımcı
uygulamalar olduğunu göstermektedir (Gönç-fiavran, 2010:36-37). Toplumsal ilişkilerle
hastalık arasında, iki yönlü bir ilişki vardır. Bir yandan toplumsal ilişkiler
hastalıkların yaratılmasına katkıda bulunur, diğer yandan da yansız olduğu kabul
edilen hastalık dili, toplumsal ilişkilerin doğasını gizlemeye hizmet eder
(Taussig, 1980). Böylece tıp, bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işler. Tıbbın, neyin
hastalık kabul edilip neyin kabul edilmediğini belirlemesini, bir toplumsal
kontrol mekanizması olarak işlemesini sağlayan ise medikalizasyon sürecidir.
Medikalizasyon (Tıplaştırma)
Sağlık sosyolojisinin en önemli kavramlarından biri, medikalizasyondur. Medikalizasyon (tıplaştırma), tıbbın önceden tıbbi sayılmayan alanlarını tıplaştırması ve önceden tıbbi olduğu düşünülmeyen konularda uzman olduğunu iddia ederek tıbbın
kapsamını bu alanları da içine alacak şekilde genişletmesi olarak
tanımlanabilir
(Gönç-fiavran,2010:38). Medikalizasyon tezine göre tıp
profesyonelleri, günlük yaşamın ya da toplumsal sorunların ‘normal’ olan yönlerini, tıbbi
sorunlar olarak kavramsallaştırarak bunlara tıbbi ya da teknik çözümler önermeye eğilimlidirler
(Nettleton 2006:26).
Medikalizasyon, tıbbın modern toplumda sahip olduğu toplumsal
kontrol mekanizması
işlevini yürütmesini sağlayan bir araçtır. Neyin hastalık olarak
tanımlanacağına karar verme konusunda doktorlar, sıradan insanlardan çok daha
fazla güce sahiptir.
Bu durum, sıradan insanları tıp profesyonellerine bağımlı kılmakta,
kendi sorunlarını çözme becerilerini ellerinden almaktadır. Tıp, bir sorunu
‘hastalık’ olarak etiketlediği andan itibaren kişi, sağlık profesyonellerinin
denetimine girecek ve tıp uzmanları bireyi izleme, müdahale etme ve yargılama otoriteleri
olacaktır (Nettleton
2006:26). Böylece tıp, normal ya da düzgün davranışın ne olması
gerektiği konusunda
politik değerlendirmeler yapmakta ama bunları, bilimsel gerçekler
gibi sunmaktadı
r. Kendi belirlediği normlara uymayan bireyleri, ‘hasta’ olarak
gösteren tıp,
bireyleri klinik müdahalelerle ‘tedavi’ ederek bu normlara uymaya
zorlamaktadır
(White 2002: 51-52).
Medikalizasyon, tıbbın
modern toplumda sahip
olduğu toplumsal kontrol
mekanizması işlevini
yürütmesini sağlayan bir
araçtır.
Örneğin yüzyıllarca, doğal bir kadın deneyimi olarak kabul edilen
doğumun modern tıp tarafından “tıbbi bir sorun” olarak tanımlanması, doğumun
medikalize edilmesi, yani tıplaştırılmasıdır. Bu medikalizasyon, hamileliğin
ve doğumun kontrolünün, erkeklerin baskın olduğu tıp profesyonellerinin
elinde toplanmasına ve kadınların doğumlarını hastanede yapmaya teşvik edilmelerine
neden olmuştur.
Oysa yapılan çalışmalar, kadınların doğumu evde yapmalarının
enfeksiyon ve
teknolojik müdahale riskini azalttığı için, daha güvenli olduğunu
göstermektedir
(Tew, 1990). Benzer şekilde tıbbın eşcinselliği, kumarbazlığı,
alkolizmi, disleksiyi
ya da toplumsal cinsiyet rollerine uymak istememe gibi tepkileri,
hastalık olarak
etiketleyip tedavi etmeye çalıştığını gösteren çeşitli çalışmalar
vardır. Kısacası, bir
toplumsal kontrol mekanizması olarak tıp, medikalizasyon sürecinde
normal davranışın ve hastalığın ne olduğunu, kendi politik görüşü doğrultusunda
tanımlar ve
teknoloji üzerindeki hakimiyetini ve yetkisini kullanarak,
bireyleri kendi tanımladığı
normlara uymaya zorlar (Gönç-fiavran, 2010:41).
‘Disleksi’, öğrenme bozukluğu olarak da bilinen,
belirtileri konuşmada, okuyup yazmada, soyut işlemler yapmada güçlük çekme olan
bir ‘hastalık’tır. Bu hastalığı, medikalizasyon tezi açısından değerlendirmeye
çalışınız.
Medikalizasyon sürecinin analizi, son derece önemlidir. Çünkü, bazı
toplumsal
faktörleri tıbbi sorunlar olarak kavramsallaştırmak, çok önemli
sonuçlar doğurur.
Medikalizasyon intihar, alkolizm ya da uyuşturucu kullanımı gibi
olayları, bireyin
sorunu haline getirir, bireyin sorumluluğu olarak görür. Bireyleri
bu davranışlara
iten toplumsal, ekonomik ve politik nedenleri gizler.
Medikalizasyon süreciyle
daha genel nedenlerden kaynaklanan bu sorunları, insanların bireysel
sorunları
gibi gören tıp, sorunları çeşitli tıbbi tedavi ve müdahalelerle
iyileştirmeye çalışır.
Böylece, aslında bireysel nedenlerden kaynaklanmayan sorunlara
bireysel tedaviler
uygular (White, 2002:49).
Toplumsal inşacılık yaklaşımı, dış gerçeklikleri tamamen göz ardı
ettiği için
eleştirilmiş ve tıbbın bilimsel bilgilerinin ve uygulamaların
geçerliliğini onaylamak
için, topluma kazandırdığı somut faydaların yeterli olacağı ileri
sürülmüştür.
Bir toplumsal kontrol
mekanizması olarak tıp,
medikalizayon sayesinde
normal davranışı kendi
politik görüşleri
doğrultusunda tanımlar ve
teknolojik alandaki
hakimiyeti sayesinde
bireyleri kendi tanımladığı
bu normlara uymaya zorlar.
ÖRNEK
Drapetomania hastalığı 19. yüzyılda A.B.D.’de görülen bir ‘hastalık’tır
(White,
2002:41). Bu hastalığa sadece tarlalarda çalışan siyah köleler
yakalanıyordu.
Hastalığın belirtisi ise kölenin tarladan kaçmaya çalışmasıydı. Diğer
bir deyişle, eğer bir köle sahibinden, çalışmak zorunda olduğu tarladan kaçmaya
çalışırsa, ona drapetomania teşhisi konuyor ve tedavi ediliyordu. Bu hastalığın
tedavisi ise hasta kölenin her iki ayağının başparmaklarının kesilmesiydi.
Parmakları kesilen köle artık koşamadığı için tarladan kaçmaya çalışmıyordu. Bu
sayede, iyileşmiş sayılıyordu (White 2002:42). Bu örnekte görüldüğü gibi beyazların
hakim olduğu ve siyahlara boyun eğdirdiği, ekonomik sistemi kölelik olan ırkçı bir
toplumda, belirli toplumsal ve politik koşullardan ötürü, kölelerin çiftlik
sahibinden ya da tarladan kaçması, profesyonel tedavi gerektiren gerçek bir hastalık olarak
kabul edilmiş, tıp kitaplarında bu hastalığın, sadece doktorlar tarafından teşhis
ve tedavi edilebileceği belirtilmiştir (Cartwright, 1851’den aktaran White, 2002:41).
Drapetomania hastalığı hem içinde oluştuğu toplumun ürünüdür, hem de bu
toplumdaki güç ilişkilerini sağlamlaştırmaktadır.
Post-Yapısalcılık
Post-yapısalcılık içinde, sağlık ve hastalık sosyolojisine en çok
katkısı olan sosyolog
Foucault’dur. Foucault, tıbbın bilgiyi biçimlendirişi ile
ilgilenir. “Kliniğin Doğuşu”
(1973) adlı eserinde, hastalıkların bedene bakışın ürünü olduğunu,
hastanın
bedenini görme biçimi değiştikçe tıbbi uygulamaların yeni
biçimlerinin ortaya çıktığını gösterir. Foucault, sağlıkla ilgili düşüncelerinde daha çok,
hastalık kategorisinin
gelişimine ve tıp mesleğinin üretilmesine odaklanmıştır.
Foucault, modern tıp da dahil olmak üzere birçok akademik
disiplinin Avrupa’da
kapitalizmin geliştiği, nüfusun ve kentleşmenin arttığı bir
dönemde doğmasının tesadüfi olmadığını savunur. Endüstriyel kapitalizmin gelişmesi,
nüfusun artması
ve kentleşmenin hızlanması sonucunda nüfusun kontrolüne yönelik
eski biçimler
yeterli olamamış, yeni iktidar rejimleri gelişmiş ve insanlar sayılmaya,
izlenmeye
ve incelenmeye başlanmıştır. Foucault, bürokratik toplumların bu şekilde toplanan bilgiyi, toplumsal planlamalar yapmak için kullandıklarını
ve bunun sonucunda, modern akademik disiplinler olan modern tıp, kriminoloji,
penaloji, psikoloji, sosyoloji ve psikiyatri gibi bilim dallarının doğduğunu belirtir.
Bu disiplinlerin amacı, nüfusu tahmin ve kontrol etmektir, bu akademik disiplinler,
aynı zamanda, insanların kabul etmeleri gereken davranış normlarını ve
benimsemeleri
gereken yaşam tarzlarını oluşturup bu normlar üzerinden insanlara
nasıl davranmaları
gerektiğini bildiren disiplinlerdir. Bu disiplinlerden, amaçları
bireylerin davranışlarını tahmin ve kontrol etmek ve devlete bu bireyleri izlemesi
ve kontrol etmesi
için gerekli bilgiyi sağlamak olan meslek grupları doğmuştur. Bu
meslek
grupları da devlet lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın
gibi çeşitli kategorilere
sokmaya başlamıştır. Bu yeni disiplinler, toplumsal kontrolün
bilgisini üretir ve insanları deli, akıllı, özürlü, sapkın, suçlu ve hasta gibi kategorilere
bölerken kullanılacak ‘bilimsel’ kriterleri oluşturarak, kendi ürettikleri bu
bilginin, insanlar tarafından öznel gerçeklikler olarak içselleştirmesini ve iktidarın
disipline edici güce
sahip olmasını sağlar (Foucault (2006 [1967]’den aktaran
Gönç-Şavran 2010:46).
Kısacası, toplum yönetilen bir toplumdur. Bu toplum içinde,
mesleki gruplar,
yönetici devletin lehine insanları hasta, deli, suçlu, sapkın gibi
çeşitli kategorilere
sokarlar. Foucault’ya göre tıp, yönetici bürokratik devletin bir
ürünüdür. Tıp, normal
davranışın tanımlanması yetkisini kendi kontrolünde tutar ve
‘normale’ uyulması
için insanları zorlamak amacıyla da modern akademik disiplinlerden
doğan
meslek gruplarını kullanır (White 2002:9).
Feminist Teori
Çok genel düzeyde, bütün feministlere göre ataerki, erkek bedenine
rasyonellik, akıl, sağlık gibi değerli sayılan özellikleri atfederek onu
yüceltir. Diğer taraftan hastalık, akılcı olmayan davranışlar ve kontrol eksikliği gibi
özellikleri kadın bedenine
atfederek onu, eksik bir beden olarak inşa eder. Sağlık ve hastalık
sosyolojisi
açısından feminist çalışmaların en önemli işlevleri, cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet
arasındaki farkı ortaya koyarak kadın bedenini ikincil olarak inşa
eden toplumsal
süreci tanımlamak, eleştirmek ve sağlık alanında cinsiyete dayalı
eşitsizlikleri analiz
etmektir (Gönç-fiavran, 2010:50-51).
Feministler temel olarak, toplumda kadın ve erkek rollerine bağlı şekilde toplumsallaştığımızı ve bu rollerin, sağlığımız ve hastalığımız üzerinde etkili
olduğunu, tıbbın da toplumsal cinsiyete dayalı rollere uyum konusunda çok
kritik bir pozisyonu olduğunu savunurlar. Sermayenin mirası açısından, kapitalist
toplumda
çocukların meşruiyetinin sağlanması gerekir.
Foucault’ya göre tıp,
bürokratik yönetici devletin
lehine insanları hasta, deli,
suçlu, sapkın gibi çeşitli
kategorilere sokan
normalleştirici bir kurumdur.
Bu nedenle, ataerkil kapitalist toplumda, kadınların yeniden üretim becerilerinin kontrol edilmesi çok
önemlidir ve bu kontrol işlevini de tıp üstlenmektedir. Tıbbın, kadınlara
yönelik ilgisinin neredeyse tamamen biyolojik yeniden üretim organlarına ve doğurganlıklarına
yönelik olması, bundan kaynaklanmaktadır. Çağdaş kapitalizmde tıp mesleği,
kadınların ‘özel’ alanda ev içi rollerin meşrulaştırılması işlevini yüklenmiş,
doğurma ve besleme işlevlerine odaklanarak kadınların ev içi rollerini, doğanın bir
‘gerçeği’ gibi sunmuştur (White 2002:10). Böylece tıp, bir yandan kapitalist sınıf
için yeni işçi nesillerinin doğmasını ve beslenmesini minimum maliyetle garantilemiş olur, bir
yandan da nüfusta ekonomik açıdan “kâr getirmeyen” çocukların ve yaşlıların
bakımından kadınları sorumlu tutarak devletin “masraflarını” azaltır.
Feminizm, kendi içinde çeşitli kollara ayırılmaktadır. Bunlar
içinde radikal feminizm,
diğer feminist yaklaşımlara oranla kadın sağlığına daha çok
odaklanır. Radikal
feminist tartışmaların merkezinde beden kavramı ve bedenlerinin
erkekler tarafı
ndan kontrol edilmesinin, bütün kadınların paylaştığı ortak bir
deneyim oldu-
ğu düşüncesi yer alır. Radikal feministler, ataerkinin kadınlar üzerindeki
baskıyı temel
olarak üreme (biyolojik yeniden üretim) üzerinden kurduğunu ileri
sürerler.
Bu nedenle, bazı radikal feministler kadınların ataerkinin
tahakkümünden kurtulmak
için teknolojiyi kullanarak üreme işlevinden kurtulmaları, yani
çocuk doğurmayı
bırakmaları gerektiğini savunurlar.
Sağlık ve kadın arasındaki ilişkiye ilişkin bir
araştırmayı Nurşen Özçelik-Adak’ın “Sağlık
Sosyolojisi, Kadın ve Kentleşme” (2002, istanbul:
Birey Yayınları) adlı kitabından okuyabilirsiniz.
Radikal feminizm, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki
ilişkiyi
vurgulayan ve kadın bedeninin ayırt edici özelliklerine olumlu değer
atfederek erkek
bedeninin ataerkil avantajını ortadan kaldırmaya çalışan bir yaklaşımdır
(Annandale
ve Clarke, 1996:20). Erkeklerin, kadınları bedenleri üzerinden nasıl
kontrol
ettiğini gösteren çeşitli çalışmalarda, kadınsılığın hastalıkla eşanlamlı
kılındığı,
üremenin kadınların yaşamdaki tek amaçları olarak görüldüğü ve
“doktorların baş
ağrısından boğaz ağrısına ve hazımsızlığa kadar kadınların
neredeyse her türlü şikayetinin arkasında rahim ve yumurtalık bozuklukları bulduğu” (Ehrenreich ve
English, 1978:132) ortaya konmuştur. Radikal feminizm, erkek
bedenine karşı kadı
n bedenine güçlü bir pozisyon sağlamakta ve onu erkek bedenine
üstün kılmaktadı
r (Gönç-fiavran, 2010:53).
Radikal feminizmin, tıbba yönelttiği eleştirilerden
biri de bilimin ve tıbbın ataerkil ve cinsiyetçi
olduğu eleştirisidir. Bu eleştiriyi destekleyen
argümanlar neler olabilir? Düşününüz.
Hastalığın ve sağlığın analizine ilişkin daha
farklı yaklaşımlar da söz konusudur. Bu konuda
Aytül Kasapoğlu’nun “Madalyonun iki Yüzü: Hastalık
ve Sağlık” (Ed., 2008,. Phoenix
Yayınevi) adlı kitabından yararlanabilirsiniz.
EKONOMi POLiTiKALARI, NEO-LiBERALiZM VE SAĞLIK
Endüstri devrimi sonrasında gelişen endüstriyel işçi sınıfının sağlığının
çok kötü olması, hem işgücü potansiyelini hem de savaş dönemlerinde askeri
potansiyelini
tehdit etmiştir. Bu dönemde yapılan epidemiyolojik çalışmaları hastalıkların
toplumda tesadüfi olarak yayılmadığını, yoksulluğun yoğunlaştığı gecekondu
mahallelerinde ve endüstriyel işlerde daha fazla görüldüğünü göstermiştir. Bunun üzerine, işçi
ve asker
olarak ihtiyaç duyulan sağlıklı nüfusu yaratabilmek, yani sağlığı
iyileştirmek için
yaşama ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gerektiği anlaşılmış
ve bireylerin sağlığının bireylere bırakılmaması gerektiği konusunda bir görüş
birliğine varılmıştır
(Dussault ve Sheiham, 1982). Bu amaç doğrultusunda yapılan devlet
reformları,
Sosyal Refah Devleti’nin başlangıcını oluşturmuş ve ikinci Dünya
Savaşı sonrasından
1970’lerin sonuna dek, devlet müdahaleleriyle işçilerin ücretleri
de yaşam koşulları
da, sonuç olarak sağlıkları da iyileşmiştir (White 2002:58).
Ancak, 1970’lerin sonlarından itibaren uygulanmaya başlanan
neo-liberal ekonomi
politikaları nedeniyle, sağlık alanında elde edilen kazanımların
bir kısmı kaybedilmiş
ve toplum sağlığı kötüleşmeye başlamıştır. Neo-liberal politikalar
işsizli-
ğin artmasına, ücretlerin düşmesine, elektrik, su, ulaşım hizmetlerinin
özelleştiril mesine, devletin küçülerek,
eğitim ve sağlık hizmetlerinden çekilmesine neden olmuştur (Terris, 1998).
Tablo 7.2
Sağlık Sosyolojisinin
Basitleştirilmiş Bir
Planı
Kaynak: White
2002:7’den
kısaltılarak
uyarlanmıştır.
Epidemiyoloji, hastalıkların toplumda görülme sıklığını
ve nasıl yayıldıklarını
inceleyen tıp dalıdır.
Bu gelişmelerin, sağlık açısından son derece olumsuz sonuçları vardır. Devletlerin küçülmesi, gıda ve su güvenliği gibi hayati
konularda denetimin zayıflamasına neden olmuş, içme suyuna ya da yiyeceklere karışan
kimyasallar gibi nedenlerle, on dokuzuncu yüzyılda ölümcül olan ve yirminci
yüzyılda ortadan kalktığı düşünülen kolera gibi bazı hastalıklar, yeniden görülmeye
ve ölümlere neden olmaya başlamıştır (Longbottom, 1997). Refahın sağlık
üzerindeki etkisi, Rusya’da da kendini göstermiştir. 1990 ve 1995 yılları arasında,
Rusya’da meydana gelen, çok sayıdaki erken ölümün, eski Sovyetler Birliği’nin
topluma sağladığı sağlık ve refah altyapısının kaybedilmesinden ve piyasa
ekonomisine geçişi sırasındaki ortamdan kaynaklandığı belirtilmektedir (Bloom ve
Canning, 2003:59).
Neo-liberalizm, bir yandan özelleştirme, taşeron çalışma, atipik
istihdam biçimleri ve iş güvencesinin azalması gibi mekanizmalarla, bir yandan da işsizlik
nedeniyle kötü koşullarda yaşayıp çalışan göçmen işçilerin sayısını artırarak
işçi sağlığını kötüleştirmektedir. Ayrıca, kâr amacını sağlığın önüne
geçirerek, ziraat ve hayvancılığın ekolojiyi bozacak şekilde endüstrileşmesine neden olmakta, gıda
güvenliğini azaltmaktadır. Bunun yanında IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların,
sağlık hizmetlerinin sunumu konusundaki dayatmaları ve sağlık
hizmetlerinin özelleştirilmesi, çok sayıda insanın sağlık güvencesinden mahrum kalmasına ve sağlık
hizmetlerine erişememesine neden olmaktadır (Shahmanesh,
2007:315-6).
Toplum sağlığı, eğitim düzeyinin yükselmesine, işsizliğin kontrol
altına alınmasına, çalışma koşullarının iyileştirilmesine, toplumsal dışlanmanın
azaltılmasına, yeterli beslenmeye, yiyecekler üzerinde sıkı denetim uygulanmasına,
ulaşılabilir ve yeterli koruyucu sağlık hizmetlerine bağlıdır (Wilkinson ve Marmot
1998). Bu aktörlerin tümü, neo-liberal politikalar tarafından tehdit edilmektedir
(Beaglehole ve
Bonita, 1997:xiii). Neo-liberalizm, hak kavramından çok, birey ve
karşılıklı sorumluluklar kavramlarını vurgulamaktadır. Bu çerçevede neo-liberalizm,
bireyleri yurttaştan önce tüketiciler olarak, sağlık bakımını da satılıp tüketilecek
mallardan biri
olarak (Horton, 2007:3) görmektedir.
Neo-liberal politikaların sağlığı bozucu etkilerine rağmen,
neo-liberal paradigmada,
hastalıklara bireylerin kendi davranışlarının neden olduğu
savunulmakta ve
hastalıklara neden olan toplumsal ve ekonomik nedenler göz ardı
edilmektedir.
Böylece, bireylerin kötü sağlıklarından kendilerini sorumlu
tutmaları sağlanmaktadır. Bu nedenle, sağlığı tehdit eden riskler olarak beslenme tarzı,
hareketsizlik gibi çeşitli bireysel davranışlar vurgulanmakta, bireylerin örneğin
tuz, şeker gibi ‘riskli’ gıdaları tükettikleri için hastalandıkları ileri
sürülmektedir. Bireysel davranışlar, her ne kadar önemli olsa da hastalıkları bireysel davranışların
sonucuymuş gibi gösteren bu bireyci anlayış, hastalığa neden olan daha genel
toplumsal nedenleri ve sağlığın toplumsal belirleyicilerini gizlemektedir. Aslında
toplumsal, ekonomik ya da politik nedenlerden doğan sonuçlar kişilerin, bireysel
olarak kendilerini suçlamalarını sağlamak, neo-liberalizmin amaçları açısından işlevseldir.
Böylece bir yandan devletin sağlık harcamalarını azaltması meşrulaştırılacak,
bir yandan da bireylerin sağlık alanında kendilerine biçilen tüketici rolünü
benimsemeleri hızlandırılıp sağlık hizmetlerinin bireysel tüketimi arttırılacaktır.
Günümüzde epidemiyoloji, neo-liberalizmin temel varsayımlarını
yansıtacak şekilde bireysel faktörlere odaklanmakta, toplumsal faktörleri ya
hiç dikkate almamakta ya da çok az vurgulamaktadır. Sigara ve alkol kullanımı, tuzlu, yağlı
ya da şekerli yiyecekler yemek ve hareketsiz bir yaşam tarzının, sağlık
üzerinde olumsuz etkileri vardır. Ancak hastalıklara neden olan bu davranışlar, hem
hastalıkların yegâne nedeni değildir hem de sonuçta, bireylerin kendi kişisel
tercihlerinden çok, yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Sigara, alkol kullanımı
gibi davranışların sınıfsal olduğu, örneğin işsizlerin sigara, içki içme ve bu konuda
ciddi sınıktılar yaşama olasılığının istihdam edilenlere oranla yüksek olduğu
bilinmektedir (Montgomery ve diğ. 1998). Farklı toplumsal pozisyonlarda, insanların yaşama şekilleri farklılık gösterebilir. Düşük toplumsal sınıflardaki insanlar,
sigara, içki içme, daha çok yağ, şeker yeme ve daha az egzersiz yapma gibi sağlıksız
davranışlar gösterirler.
Ancak bu davranışları, bireylerin tamamen kişisel tercihleri
olarak görmek yanlıştır. Bireylerin bu davranışlarda bulunmasının en önemli nedenleri
bir yandan kendi iradeleri dışında toplumsal yapılar tarafından
biçimlendirilen yaşam koşulları;
diğer yandan da kitle iletişim araçlarıyla, reklamlarla
kendilerine belirli bir yaşam
tarzının ve buna bağlı ürünlerin dayatılmasıdır. Yapılan çalışmalar
hastalığın
nedeni yaşam tazı olsaydı bile, insanların yaşam tarzlarını kendi
kendilerine değiştirmelerinin ve içinde bulundukları toplumsal koşullardan kendilerini
soyutlamalarının neredeyse olanaksız olduğunu göstermektedir (White 2002:61).
Örneğin Elbek (2010), düşük gelir gruplarında yer alanların yüksek
gelir gruplarında yer alanlara oranla daha sıklıkla sigara içmelerini şu şekilde
açıklamaktadır: “Çünkü yoksullar... tütünün zararları hakkında daha az farkındalığa
sahiptirler,
tütün endüstrisinin politikaları karşısında korunmasız durumdadırlar.
Stres yönetiminde zorluk yaşarlar, maddi yoksunlukla başa çıkmanın getirdiği
güçlüklerle hayatlarını sürdürürler ve yazık ki kötü giden hayatlarında tütün kullanımını
kendileri
için tek “ödül” olarak tanımlarlar. Hatta, yapılan çalışmalarda,
tütün kullananlarda
bağımlılığa neden olan kotinin düzeyinin diğer gruplara oranla
yoksullarda daha
yüksek olduğu gösterilmiştir”.
Neo-liberal dönemde epidemiyoloji, hastalıkları var olan toplumsal
yapılardan
bağımsızmış gibi değerlendirerek, sadece görünen değerleriyle ele
alarak, hastalı-
ğın nedeni olan yoksulluğu ve eşitsizliği üreten ve yeniden üreten
toplumsal güçlerin
üzerini, sistematik olarak örter.
Epidemiyologların ürettiği bilgi, oluşturdukları risk
kategorileri, bireylerin gündelik
hayatlarını büyük ölçüde etkilemektedir. Kitle iletişim araçlarıyla
şişmanlığın,
hareketsizliğin, sigara ve alkol kullanımının içerdiği “riskler”
iletilir. Böylece bireyler
bu risklere karşı uyarılmış olurlar ve organik gıdalar
tüketecekleri, yemekleri
tuzsuz ya da yağsız yiyecekleri, egzersiz yapacakları, kullandıkları
her şeyi neredeyse
dezenfekte edecekleri bir yaşam tarzı kurmaya çalışırlar. Buna rağmen
risklerden
ötürü hastalanıp hastalanmadıklarını öğrenmek için çeşitli testler
ve kontroller
yaptırır, düzenli aralıklarla check-up’lara (kontrol amaçlı, geniş
kapsamlı
muayenelere) girerler. Bunun nedeni, riskler kendilerine
bildirildiği için bunların
yol açacağı hastalıklardan kendilerini sorumlu tutmalarıdır.
“Risklerin bu şekilde
epidemiyolojik inşası, içinde yaşadığımız neo-liberal toplumun bir
parçasıdır. Riskler,
bizim sorumlu olduğumuz bireysel olaylar olarak inşa edilirler”
(White,
2002:65).
Böylece tıp, hastalıkların daha genel nedenlerini, kötü sağlığın
yoksullukla, işsizlikle,
gelirle, toplumsal cinsiyetle, hiyerarşiyle, etnik durumla,
bölgesel ve eğitimsel
eşitsizliklerle ilişkisini gizlemiş ve bireylerin, kendi
kontrollerinde olmayan
koşullardan ötürü kendilerini suçlamalarını sağlamış olur. Bunun,
neo-liberal piyasa
açısından en önemli sonuçları, bireylerin giderek büyüyen sağlık
sektöründe bu
risklerden korunmak için vitaminler, gıda takviyeleri, yiyecek ve
içecekler için arıtıcı filtreler, check-up’lar satın almalarıdır. Bu durum, hem tıbbın
ekonomik ve politik
yaşam ve toplumsal yapılar tarafından biçimlendirildiğini, hem de
bu yapıları
biçimlendirdiğini göstermektedir (White, 2002:65).
Neo-liberal dönemde
epidemiyoloji, hastalığa
neden olan yoksulluğu ve
eşitsizliği üreten toplumsal
güçleri gizler.
SAĞLIĞIN VE HASTALIĞIN TOPLUMDAKi DAĞILIMI
Sağlık, toplumda eşit bir şekilde dağılmamaktadır. Sağlığın
belirleyicileri arasında
bulunan çok sayıdaki toplumsal, ekonomik ve politik faktör,
toplumsal açıdan dezavantajlı durumda olan grupların, sağlık açısından da dezavantajlı olmalarına,
daha
sık hastalanmalarına, sağlık hizmetlerinden daha az yararlanmalarına
ve daha
kısa yaşamlar sürmelerine neden olmaktadır. Diğer bir deyişle, sağlık
eşitsizlikleri
sadece sağlık statüsündeki farklılıkları ifade eden bir kavram değildir.
Sağlık eşitsizlikleri “...yoksulların, etnik ya da ırksal azınlıkların,
kadınların ya da sürekli
olarak sosyal dezavantaja veya ayrımcılığa maruz
kalan diğer grupların daha
avantajlı sosyal gruplara oranla, sistematik
olarak, daha kötü sağlığa sahip olmaları
ve daha fazla sağlık riskine maruz kalmalarıdır”
(Braveman, 2006:167).
Toplumsal Sınıf, Gelir ve Sağlık
Toplumsal sınıflarla sağlık arasında güçlü bir ilişki vardır
(Nettleton, 2006:175). Yapı
lan çalışmalar, bütün yaşlardaki erkek ve kadınlar için, toplumsal
sınıflarla hastalı
k arasında ilişki olduğunu göstermektedir. Alt sınıflardaki
insanların ölüm oranları
da, hastalıkların çoğu için hastalanma oranları da toplumsal
sistemin en üstündeki
insanların oranlarından çok daha yüksektir. Alt sınıflardaki
insanlar kronik hastalıklara daha çok yakalanmakta, sağlık hizmetlerine daha az
ulaşabilmekte, bu insanların çocukları düşük kilolu doğmakta ve daha kısa boylu
olmaktadır (Townsend ve Davidson, 1988). Alt sınıflarda ölüm ve hastalık oranlarının,
üst sınıflara oranla daha yüksek olmasının nedenleri arasında yoksulluk, işsizlik,
yetersiz beslenme, eksik istihdam, olumsuz çalışma koşulları, sağlığa zararlı
kimyasallara maruz kalarak yaşamak ya da çalışmak ve eğitim olanaklarının kısıtlanması
gelmektedir. Her ne kadar, bütün sınıflarda ortalama ömür süresi artmakta olsa
da alt sınıflarla üst sınıflar arasında, bu konudaki uçurum giderek fazlalaşmaktadır
(Donkin vd., 2002).
Sınıf ve sağlık arasındaki ilişki hakkında daha
ayrıntılı bilgiyi ilker Belek’in “Sınıf, Sağlık,
Eşitsizlik” (1998, istanbul: Sorun Yayınları)
kitabından öğrenebilirsiniz.
Yapılan çalışmalar alt
sınıflara mensup olanların
üst sınıflara mensup
olanlara oranla daha kısa
ömürler yaşadıklarını ve
daha çok hastalandıklarını
göstermektedir.
Toplumun en alt kesimindeki
erkeklerin 25-65 yaş
arasında ölme oranı, en üst
kesimindekilerin bu yaş
aralığında ölme oranından
%40 daha fazladır (Mathers
vd 1999:25).
ÖRNEK
- “ABD’nin Arizona eyaletinde, doktorlarının
verdiği diyeti uygulamayan aşırı şişman kişilerin, 50 dolar para cezasına
çarptırılmasına karar veriliyor. Doktorlarının tavsiyelerini
göz ardı eden sigara tiryakileri ve diyabet hastaları da para cezasına çarptırılacak.”
- “Sağlık sigortası paketlerinin maliyetinin artmasıyla birlikte, ABD’de
bazı sigorta şirketleri sigara içenlere,
içmeyenlere oranla daha yüksek
primler ödeme zorunluluğunu getiriyor.”
Yukarıda, basından alınan bazı haberler bulunmaktadır. Bu haberler, risklerin ne derece bireyselleştirilebildiğine ve bu risklerin, bireyler açısından doğurduğu ekonomik sonuçlara örnek oluşturmaktadır.
Kaynak: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/05/110518_fatness.shtml
http://www.fedsmith.com/article/860/smokers-should-pay-more.html
Sınıfsal eşitsizliklerle sağlık arasındaki ilişkiyi ortaya koyan
ve açıklamaya çalışan en önemli eserlerden biri, 1982’de yayınlanan Kara Rapor’dur
(Black Report). Bu raporda, sağlıktaki eşitsizlikleri birbirinden farklı şekilde
açıklayan dört yaklaşıma yer verilmiştir. 1990’larda bunlara iki yeni yaklaşım daha
eklenmiştir. Bu yaklaşımlar açısından sınıf ve sağlık arasındaki ilişkinin nasıl açıklandığına
özetle değinelim (Nettleton 2006:183; White 2002:84):
(a) Yapaylık açıklamaları: Bu açıklamalar, istatistiksel araçlara odaklanan ve bu eşitsizliklerin hastalık ve sınıfı kullanmak için kullanılan
ölçüm araçlarının ve bunların kullanılış şeklinin bir sonucu olduğunu, yani yapay,
sadece görünürde olan eşitsizlikler olduğunu ileri süren açıklamalardır.
(b) Sağlık seçilimi açıklamaları: Bu açıklamalara göre sağlık, bağımsız değişkendir,
toplumsal sınıf farklılıkları sağlığı etkilemez. Sağlık durumu,
bireylerin toplumsal
sınıflarının farklılaşmasına neden olur. Sağlıklı olanlar yukarı
doğru toplumsal
hareketlilik, sağlıksız olanlar aşağı doğru toplumsal hareketlilik
gösterecektirler.
Bu açıdan hastalıklar doğal veya toplumsal seçilimin sonucudurlar.
(c) Kültürel-davranışsal açıklamalar: Bu açıklamalar sağlığın bağımlı değişken
olduğunu, beslenme tarzı, egzersiz, sigara ve içki içme faktörleri
gibi davranışsal ve kültürel faktörlerin bir sonucu olduğunu savunur. Aslında bu
davranışların çoğu sosyal ve ekonomik pozisyonla ilişkilidir ama bu açıklamalara
göre bu yaşam tarzı faktörleri, bireylerin kendi kontrollerindeymiş gibi görüldüğü
için davranışını değiştirmenin ve daha sağlıklı bir tutum içine girmenin, bireyin
elinde olduğu kabul edilir (Nettleton 2006:183).
(d) Materyalist açıklamalar: Materyalist açıklamalara göre, sınıf ve hastalık ilişkilidir; hastalık, üretimin örgütlenme tarzına ve toplumda
yiyeceklerin dağıtımı gibi yapısal faktörlere bağlıdır. Toplumsal yapının sağlık
üzerindeki etkilerini vurgulayan bu yaklaşım yoksulluk, gelir dağılımı, işsizlik, barınma koşulları,
kirlilik ve
çalışma koşulları gibi faktörlerin, sağlık üzerindeki etkisine
odaklanır (Blackburn,
1991). Örneğin, kötü barınma koşullarıyla çeşitli hastalıklar arasında
bir ilişki vardır. Yani barınma koşulları kötüleştikçe hastalanma sıklığı
artmaktadır, üstelik sigara
içme veya istihdam edilme faktörleri kontrol altında tutulduğunda
bile, bu ilişki görülmeye devam etmektedir (Marmot, 2004).
(e) Psiko-sosyal açıklamalar: Bunlar, sağlığın toplumsal deseninin sadece maddi yoksullukla açıklanamayacağını ileri süren, sağlığı eşitsizlik
ve toplumsal statünün etkilediğini savunan açıklamalardır. Örneğin, Wilkinson’ın
yaptığı çalışmaya (1996) göre, uluslar daha zengin oldukça değil, ama daha eşitlikçi
oldukça nüfusları daha sağlıklı olmaktadır.
Sağlıklı beslenmek sadece kişisel
davranışa değil, çoğu zaman istihdam
statüsü, gelir düzeyi gibi yapısal
koşullara bağlıdır.
Barınma koşulları sağlığı etkileyen
en önemli faktörlerden biridir.
7.2
Kaynak:
http://www.publicd
omainpictures.net/
hledej.php?hleda=s
hack
Çalışma yaşamında da aynı toplumsal sınıfa mensup olan astların sağlıkları, üstlerinin sağlıklarından daha
kötüdür. Yani toplumsal statü, toplumsal sınıftan bağımız olarak sağlığı etkilemektedir
(Wilkinson, 2000:6). Bu açıklamalara göre, eşitsiz toplumlarda insanlar
topluma daha az bağlılık duyar, kendilerini izole olmuş, sosyal destekten yoksun
hissederler ve sağlıkları bu nedenle bozulur. Toplumsal statü açısından düşük konumlarda
bulunanlar da kendi çevrelerini kontrol edemediklerini hisseder. Bu nedenle,
kendilerine duydukları güven azalarak endişe ve stres düzeyleri yükselir.
Statü de genel olarak sağlığı bu şekilde etkilemektedir.
(f) Yaşam süreci açıklamaları: Bu yaklaşım, bireyin biyolojik statüsünü, geçmişteki
toplumsal pozisyonunun bir damgası olarak görür ve sağlık seçilimi
argümanının tam aksini yansıtır (Nettleton 2006:186). insanların sağlık
statülerinin onların sosyal statülerini etkilediğine odaklanmak yerine, zaten
toplumsal olarak dezavantajlı
olan insanların, genellikle, “dezavantajların birikimi”ne maruz
kaldığını ve sağlıklarının da bu nedenle kötü olduğunu ileri sürerler.
Toplumsal sınıf ve sağlık arasındaki ilişkinin bir boyutu da işsizliğin
sağlık üzerindeki
etkisidir. Yapılan çalışmalar işsizliğin sağlığı riske attığını,
erken ölümlere neden olduğunu, sağlık üzerindeki olumsuz etkilerin insanlar işten
çıkarılabileceklerini
hissettiklerinde başladığını göstermektedir (Wilkinson ve Marmot,
1998). Her ne kadar bir işe sahip olmak, sağlık açısından işsizlikten daha
iyi bir durum olsa da, çalışma yaşamının örgütlenişi ve niteliği de sağlık üzerinde
çeşitli etkilere sahiptir. Yapılan iş üzerinde özerkliğe ve kontrole sahip olmanın önemli
olduğu, işyeri hiyerarşisi içinde düşük pozisyonlarda bulunanların, yüksek
pozisyonlarda bulunanlara oranla sağlıklarının daha kötü olduğu, çeşitli çalışmalarla
ortaya konmuştur (Bosma vd., 1998). Sağlık açısından, toplumsal sınıflar arasındaki
bu farklılığın önemli bir kısmını da meslek hastalıkları oluşturmaktadır.
Yapılan çalışmalar, kansere bağlı ölümlerin beşte birinin (Epstein ve Swartz, 1981),
kalp damar hastalıklarına bağlı ölümlerin de üçte birinden fazlasının
(Johnson vd., 1996), mesleklerle ilişkili olduğunu göstermektedir.
Meslek hastalıkları, işçilerin yaptıkları işten
kaynaklanan nedenlerle ortaya çıkan tekrarlayan,
sürekli hastalıklardır. Türkiye’de son zamanlarda
kamuoyunun dikkatini çeken ‘silikozis’
de kotların silika içeren maddelerle taşlanması
sonucu oluşan ve bu işi yapan işçilerin
ölümüne neden olan bir hastalıktır. “iki kardeşini
de silikozisten kaybeden, kendisi de silikozis
hastası olan Lokman incirli, kendisinin çalıştığı
dönemde lazer teknolojisinin olduğunu ancak, pahalı olduğu için işverenler tarafından
tercih edilmediğini söylüyor.”
(http://www.kotiscileri.org/s/273/i/_silikozis_.pdf;30.05.2011).
Silikozis hastalığı ile ilgili bilgiyi
http://www.kotiscileri.org/ adresinden edinebilirsiniz.
Toplumsal Cinsiyet ve Sağlık.
Kadın ve erkeklerin ölüm ve hastalanma oranları birbirinden büyük
ölçüde farklıdır.
Bu farklılıklar, cinsiyet rolleri arasındaki etkileşimin, maddi
kaynaklara erişim düzeyinin ve psiko-sosyal stres kaynakların bileşiminin sonucudur.
(Mackenbach,
1999:1804). Bunun dışında, sağlıktaki cinsiyet eşitsizliklerinin
birçok boyutu vardı
r. Bunlara kısaca değinmek gerekirse (Gönç-fiavran, 2010:86-101):
• Erkeklerle kadınlar, biyolojik olarak farklı oldukları için, sağlık sistemlerinden
beklentileri farklıdır. Ancak bu farklı talepler, adil bir şekilde
karşılanmamakta, sağlık sistemleri büyük ölçüde erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir (Östlin vd., 2001).
Psiko-sosyal açıklamalar, sağlığın toplumda dağılımının sadece maddi
yoksullukla açıklanamayacağını savunarak eşitsizliğin ve toplumsal statünün sağlık üzerindeki etkisini vurgularlar.
• Küresel olarak, erkeklerin ortalama yaşam süreleri 65, kadınlarınki ise 70 olarak kabul edilmektedir (DSÖ, 2009:44). Bununla birlikte, kadın ve erkeklerin ortalama yaşam süreleri arasındaki fark, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin az olduğu ülkelerde daha az, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin fazla olduğu ülkelerde ise daha fazladır (Sen, 1992).
• Kadınlar, dünya genelinde, sağlık sigortasına erişim açısından
dezavantajlıdırlar. Ücretli bir işte çalışmayan kadınlar, genellikle eşlerinin
ya da babalarının sosyal güvencesinden yararlanmakta, ücretli bir işte çalışan
kadınlar ise genellikle enformel sektörde, düşük ücretle, iş güvencesi ve
sosyal güvence olmadan çalışmaktadırlar (Payne, 2006:81). Böylece, kadınların sağlıkları hem çalışma koşullarının kötülüğü nedeniyle, hem de sağlık
hizmetlerine maddi nedenlerle erişemedikleri için kötüleşmektedir.
• Gelişmekte olan ülkelerde, kadınların sağlıkları erkeklere,
oranla daha kötüdür
(Rahman vd., 1994). Bu eşitsizliğin bir kısmı, kadınların ekonomik
ya da
kültürel-ataerkil nedenlerle sağlık hizmetlerinden erkekler kadar
faydalanamamalarından kaynaklanmaktadır. Diğer bir deyişle, kadınlar maddi
kaynaklara erişseler bile tek başlarına sokağa çıkmalarının, toplu taşıma
araçlarına
binmelerinin yasak olduğu ya da eşlerinin “izin vermediği”
durumlarda, sağlık hizmetlerinden faydalanamayabilmektedirler (Gönç-fiavran,
2010: 97-98).
• Birçok çalışma, sağlık personelinin cinsiyetçi algılara sahip
olduklarını, hasta
tercihlerinde ve tedavi süreçlerinde bu algının etkisi altında
kaldıklarını, kadın hastalara erkekler kadar saygı göstermediklerini, tedavi
süreci hakkında erkekleri bilgilendirdikleri kadar kadınları
bilgilendirmediklerini ve kadınlara daha az ilgi gösterip daha özensiz tedaviler uyguladıklarını
göstermektedir (Arber vd., 2004).
Bölgesel Eşitsizlikler ve Sağlık
Dünya nüfusunun %85’ini oluşturan alt ve orta gelir grubundaki
ülkeler, dünyadaki
toplam hastalık yükünün %92’sine sahiptir. Ancak, dünyada sağlık
araştırmaları
na ve sağlık iyileştirmelerine yapılan harcamaların sadece %10’u,
bu ülkelerdeki
sağlığı iyileştirmeyi amaçlamaktadır (DSÖ, 2002). Gelişmekte olan
ülkelerde toplumun sağlığı, gelişmiş ülkelerden çok daha kötü durumdadır. Gelişmekte
olan ülkelerdeki nüfusun yaklaşık %80’i kişisel sağlık hizmetlerine erişimden yoksundur.
Bebeklerin ve dört yaşa kadar olan çocukların ölüm oranları, gelişmiş
ülkelerdeki
oranların 10 ila 20 katıdır ve dünyanın en yoksul bölgelerinde,
bütün çocukların
dörtte biri, yaşamlarının ilk yılında ölmektedirler (Roemer,
1993). Azgelişmiş ülkelerle
gelişmiş ülkeler arasında hem ölüm ve hastalık oranlarında, hem bu
oranları
n farklılaşmasına neden olan güvenli su ve kanalizasyon gibi
kaynaklara erişimde,
hem de kişi başına düşen sağlık personeli ve hastane sayısı gibi
sağlık bakımıyla
ilgili faktörlerde büyük farklılık görülmektedir (DSÖ,
2009:83,95).
50-100 milyon arası kişinin öldüğü tahmin edilen, 1918-19 yılları
arasındaki ispanyol
Gribi salgınından beri ilk kez, 2000’lerde, salgınların toplumu bu
derece tehdit ettiği belirtilmektedir. Bu salgınların başında HIV/AIDS
gelmektedir ama AIDS de, dünya nüfusunu tehdit eden diğer salgın hastalıklar da
dünyada eşit bir şekilde görülmemektedir. Salgınlar Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın
yoksul bölgelerinde yaşayanları daha çok etkilemektedir. Japonya’da doğan bir bebeğin,
yaklaşık 75 yıl yaşaması beklenirken Malawi, Nijer ya da Sierra
Leone gibi ülkelerde
doğan çocuklar, muhtemelen 30’lu yaşlarını göremeyeceklerdir
(Bloom ve Canning,
2003:48). Dünya genelinde sıtmadan ölen her 10 çocuktan 9’u,
AIDS’ten ölen
her 10 çocuktan 9’u ve ishale bağlı hastalıklardan ve zatürreeden
ölen bütün çocukların yarısı Afrika’dadır (DSÖ, 2009:8).
Kadınlar, maddi kaynaklara
erişseler bile, ataerkil
düzenden kaynaklanan
nedenlerden ötürü, sağlık
bakımı
alamayabilmektedirler.
Yapılan çalışmalar, gelişmekte olan ülkelerde ilaçlara erişimin de
zor olduğunu
göstermektedir. Bu ülkelerde, devlet sektöründe ilaçların üçte
birine, özel sektörde
ise ancak üçte ikisine erişilebilmektedir ve ilaç fiyatları da
uluslar arası referans fiyatlarının %250-650 katıdır (DSÖ, 2009:95). Gelişmekte olan ülkelerde
ilaçlara erişim konusunda yaşanan sıkıntılarda, TRIPS anlaşmasının da önemli bir
rolü vardır.
Doğumda beklenen ortalama
yaşam süresi
Ana Ölüm
Oranı (100.000
canlı doğumda
ölen ana
oranı)
Bazı hastalıkların
tespit edilmiş vaka
sayıları
Ülke Erkek Kadın Ortalama Sıtma Tüberküloz
Afganistan 47 50 48 1.400 0,3 38
Çin 72 76 74 38 0 12
Nijer 57 58 57 820 184 41
Ruanda 57 60 59 540 15 76
Bangladeş 64 60 65 340 1,8 51
Somali 51 51 51 12.000 28 57
Pakistan 62 64 63 260 0,6 38
Kenya 58 62 60 530 12 15
Meksika 73 78 76 85 0 0,6
Japonya 80 86 83 6 0 1,4
Finlandiya 77 83 80 8 0 1
Almanya 78 83 80 7 0 0,2
Kanada 79 83 81 12 0 0,2
isviçre 80 84 82 10 0 0,2
Danimarka 77 81 79 5 0 0,3
7. Ünite - Sağlık, Hastalık ve Toplum 177
Tablo 7.3
2009 Yılında Bazı
Sağlık Göstergeleri
Açısından Çeşitli
Ülkeler
Kaynak: DSÖ, 2011
TRIPS Anlaşması
TRIPS (Trade-Related Intellectual Property Rights, Fikri
Mülkiyetin Ticari Yönleri)
anlaşması, 1995 yılında imzalanan ve Dünya Ticaret Örgütü’nün
bütün üyeleri
için bağlayıcı olan bir anlaşmadır. Bu anlaşma, patentli ilaçların
ve ilaçların
hammaddesi olabilecek bitkilerin üretim, satış, ithal ve kullanımını
hak (patent)
sahibine veren, böylece gelişmiş ülkelerde üretilen ilaçların gelişmekte
olan ülkelerde
daha düşük maliyetle üretilip satılmasını engelleyen fikri hakları
koruma anlaşması
dır (Yavaş, 2007). Gelişmiş ülkeler TRIPS’i güçlü bir şekilde
desteklemektedir
çünkü, patentlerin çoğu, bu ülkelerin elindedir. Gelişmekte olan
ülkeler toplam
patentin sadece %0,75’ine sahiptir (Yüksel, 2002). Brezilya ve
Hindistan kendi
ülkelerinde kendi gereksinimlerini karşılamak için TRIPS’e karşı
gelerek eşde-
ğer (muadil) ilaç üretmeyi yasal kılmış ve ilaçları çok daha ucuza
mal ederek di-
ğer gelişmiş ülkelere satmışlarsa da bu yardımlaşma ilişkisi,
çokuluslu şirketlerin
açtıkları davalarla engellenmiştir.
Bölgesel eşitsizlikler, ulusal sınırlar içinde de görülmektedir.
Örneğin Türkiye’de,
tüberkülozun Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz Bölgesi’nde diğer
bölgelere
oranla daha sık görüldüğü (Bilgiç, 1991) ortaya konmuştur. DSÖ
verileri (DSÖ,
2005) istisnalar dışında, tüberküloz görülme sıklığının, sosyal ve
ekonomik gelişmişlik
sıralamasıyla neredeyse aynı olduğunu göstermektedir.
Irk, Etnik Durum ve Sağlık
Irk ve etnik grup da sağlık eşitsizliklerine neden olmaktadır.
ABD’de yapılan çeşitli
çalışmalar, siyahların beyazlardan daha kısa yaşadıklarını ve yaşamı
tehdit
eden hastalıklara daha fazla yakalandıklarını göstermektedir
(Heron vd., 2009:10).
Etnik azınlıklar, genellikle kentlerde mahrumiyet içinde olan
bölgelerde, kirlilik
kaynaklarına yakın olarak yaşayan, eğitim ve gelir düzeyleri düşük,
işsizlik oranları
yüksek gruplardır. Yapılan çalışmalar, etnik grupların sağlıklarının,
nüfus genelinden
daha kötü olduğunu göstermektedir. Ancak bu durum, genler gibi
biyolojik
nedenlerden değil, yaşam koşullarından ve toplum kaynaklarının eşitsiz
dağıtımından kaynaklanmaktadır (Gönç-fiavran, 2010:116-118).
Eğitim ve Sağlık
Yapılan bazı çalışmalar, sosyal statü ile sağlık arasındaki ilişkide
eğitimin gelirden,
meslekten ve sınıftan daha önemli olduğu sonucuna varmıştır
(Mirowsky ve
Ross, 2005). Eğitim görmek, insanların beşeri sermayeye sahip
olmalarının temel
bir yoludur. insan sermayesi (beşeri sermaye) teorisi, daha yüksek
düzeyde eğitimin,
daha fazla ve daha iyi istihdam fırsatları sağladığını, daha fazla
ekonomik
kaynağa ve sosyal ağa ulaşımı mümkün kıldığını, toplumsal
hareketliliği hızlandı
rdığını ve fazla risk alınmayan ve daha iyi beslenilen yaşam tarzları
geliştirmede
etkili olduğunu ileri sürmektedir (Ross ve Wu, 1995). Bu sonuçların
hepsi, daha
iyi sağlık anlamına gelmektedir. Eğitim ve sağlık statüsü arasındaki
ilişki hakkı
ndaki araştırmaların çoğu, eğitim düzeyi ile sağlık statüsü arasında
olumlu bir
ilişki olduğuna, eğitim görülen süre arttıkça hastalık ve ölüm
oranlarının düştü-
ğüne, olumlu sağlık davranışları gösterme sıklığının arttığına işaret
etmektedir
(Gönç-fiavran, 2010:111-4).
TÜRKiYE’DE SAĞLIK
Türkiye’de nüfusun sağlığı genel olarak, Cumhuriyet’in kuruluşundan
bu yana önemli ölçüde iyileşmiş, uzun süren savaşların ve salgın hastalıkların
etkileri zamanla azalmıştır. “Türkiye’de sağlık politikaları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında
koruyucu sağlık hizmetleri ve salgın hastalıklarla mücadeleye odaklanmıştır.
1950-60 arasında sağlık hizmetleri ticarileşmeye başlamış, koruyucu sağlık
hizmetlerinden çok tedavi edici hizmetlere odaklanılmış, buna ek olarak, artan
kentleşmenin de etkisiyle sağlık hizmetleri kentlerde yoğunlaştığı için, sağlıkta
kentsel kırsal kesim arasındaki eşitsizlikler artmıştır. 1960’larda sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesine çalışılmış, bu çaba sonucunda özellikle az
gelişmiş bölgelerde çeşitli kazanımlar sağlanmış, ancak bu uygulama ulusal bir sağlık
sistemi haline
getirilememiştir.
ingiltere 78 82 80 12 0 0,6
ABD 76 81 79 24 0 0,2
Türkiye 72 77 75 23 0 3,1
Etnik azınlıkların
sağlıklarının, çoğunluğa
oranla daha kötü olmasının
nedeni, genler ya da
biyolojik faktörler değil,
toplum kaynaklarının eşitsiz
dağılımıdır.
Türkiye’de sağlık
hizmetlerinin ticarileşmesi
1950-60 döneminde
başlamıştır.
1980’lerden itibaren, neo-liberal ekonomi politikalarının
etkisiyle
devlet, sağlık hizmetleri sağlayıcı rolünden vazgeçmeye başlamış,
sağlık hizmetleri
yerelleşmeye, özelleştirilmeye, taşeronlaştırılmaya ve metalaştırılmaya
başlanmıştır. 1990’larda küresel düzeyde etkili olan yoksullukla
mücadele stratejilerinin
bir uzantısı olarak görülebilecek olan sağlıkta reform
hareketleri, Türkiye’de
de yankı bulmuş, çeşitli hükümetler tarafından Genel Sağlık
Sigortası ve
Aile Hekimliği Sistemi kurulmasına ilişkin kanun tasarıları hazırlanmış,
ancak bu
tasarılar yasalaşmamıştır. Bu tasarıların yasalaşması, 2000’lerde
mümkün olmuş,
uluslar arası kuruluşların Türkiye’deki sağlık sistemine yönelik
piyasalaştırma
vurgusu taşıyan önerileri doğrultusunda tasarlanan “Sağlıkta Dönüşüm
Programı”
çerçevesinde sağlık sistemi neo-liberal ekonomi politikalarına her
açıdan uygun
hale getirilmiştir” (Gönç-fiavran, 2010: 163-4).
Türkiye’de tarihsel olarak, sağlık personeli sayısı giderek artmış
ve sağlık personeli
başına düşen kişi sayısı azalmıştır. Türkiye, her ne kadar sağlık
personeli sayı-
sı açısından gelişmiş ülkelerin standartlarının gerisinde olsa da
bu sayı olması
gerekenin çok altında değildir (TTB, 2008:23). Bir bölgedeki sağlık
hizmetlerini de-
ğerlendirirken, bölge genelinde doktor sayısına bakmak yeterli değildir.
Doktorları
n coğrafi olarak eşit bir şekilde dağılıp dağılmadığı, toplam
doktor sayısından daha
önemlidir. Örneğin, Türkiye’de uzman doktorların yarısı Ankara, istanbul
ve izmir’de
bulunmakta, en düşük oranda uzman doktora sahip olan illerin ise
en az gelişmiş
iller olduğu görülmektedir (TTB, 2008:23). Diğer bir örnek,
hastane yatağı sayı
sı üzerinden verilebilir. Türkiye’de, illerin yarısından fazlası
hastane yatağı başına
düşen doktor sayısı açısından OECD ortalamasının üzerindedir. Örneğin
fiırnak’ta
yüz hastane yatağı başına 121, Hakkari’de de yüz hastane yatağı başına
yüz on
sekiz doktor düşmektedir. Ancak her bin kişiye düşen hastane yatağı
ortalaması,
OECD ülkelerinde altı iken, Türkiye’de 2,7’dir (TTB, 2008:36).
Hastane yatağına erişimde zorluklar yaşanırken hastane yatağı başına çok hekim düşmesi tek
başına
sağlık hizmetlerini değerlendirmek için yeterli bir ölçüt değildir.
Buradan da anlaşı-
lacağı gibi, sağlık eşitsizlikleri sadece sağlık personeli sayısı
ile ilgili değildir.
Etkili sağlık
hizmetlerine erişim,
sağlığı belirleyen
önemli faktörlerden
biridir.
Türkiye’de sağlığın durumunu yansıtan tablo ve rakamlarda en göze
çarpan
durum, bölgesel ve ekonomik eşitsizlikler başta olmak üzere,
toplumsal eşitsizliklerin
nüfusun sağlık statüsünü etkilemesidir. Türkiye’de coğrafi
bölgeler, ekonomik,
eğitimsel ve cinsiyete dayalı eşitsizlik göstergeleri açısından
ayrımlaşmaktadır. Doğu Anadolu Bölgesi başta olmak üzere, bazı bölgelerde
ekonomik düzey, eğitim durumu ve sağlık göstergeleri çok düşükken, bazı
bölgelerde bu göstergelerin tümü, oldukça olumlu bir tablo çizmektedir. Bu
durum, sağlık statüsü ile sosyal ve ekonomik değişkenler arasındaki ilişkiyi ortaya
koyması açısından önemlidir.
Türkiye’deki sağlık harcamalarının tarihsel gelişimine
ilişkin bir analizine Osman Elbek’in
“Türkiye’de Sağlık Harcamaları ve Genel Sağlık
Sigortası: ‘Efsaneler ve Gerçekler”
adlı makalesinden (2010, Birikim, Sayı 228,
Sf:83-91) ulaşabilirsiniz.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (World Health
Organization) her yıl yayınladığı Sağlık Raporu’na
http://www.who.int/whr/2010/en/index.html
adresinden ulaşabilirsiniz.