Doç.Dr. Murat BAÇ*
PLATON VE ARiSTOTELES’iN FELSEFELERiNDE VARLIK
SORUNSALI.
Antik dönemin ilk düşünürlerinin ¾başka bir deyişle, Sokrates öncesi dönemde fikir üreten
felsefecilerin ¾ ortak bir özelliği, doğanın düzeninin anlaşılması sorunsalına
gösterdikleri özel ilgidir. Sokrates’le gelen önemli bir değişim ise, insanın etik varlığı ve yaşama biçimi konularının
felsefede ön plana çıkmaya başlamasıdır. Etik ve politik konular, Sokrates’i
izleyen Platon ve onun öğrencisi olan Aristoteles için de çok büyük önem taşırlar.
Buna karşın, Sokrates-Platon-Aristoteles çizgisi, Sokrates öncesinde ortaya çıkan
ve yukarıda kısaca incelediğimiz esas bir konu üzerine fikir üretmeye ve
oradaki tartışmaları ileri taşımaya devam edecektir. Bu esas konu, genellik sorunudur.
Platon ve Tümeller Kuramı.
Sokrates’in dikkatimizi çekmeye çalıştığı önemli bir nokta, bir
kavramın örneklerinin o kavramın kendisine eşlenik olmadığı düşüncesidir.
Kavram, algıyla değil akılla anlaşılır. Her ne kadar Sokrates’in sorgulamaları
insanları zihinsel uyuşukluktan kurtarmaya ve bilgi eksikliklerini göstermeye
yönelmiş olsa da, onun öğrencisi olan Platon oldukça farklı bir felsefi kaygıyla
hareket etmiştir. Platon’un temel amacı yalnızca düşünsel sorgulamayı sürdürmek
ve kavramlar konusunda insanların cahilliklerini sergilemek değil, onun da
ötesinde, büyük çapta bir felsefi kuram veya model sunmaktır. Atinalıların son derece haksız bir yargılama sonucu
hocasını ölüme mahkûm etmelerinden çok etkilenen Platon, bu gibi olayların yaşanmaması
için, devleti yönetenlerin “evrensel ilkelerin bilgisine” yönelmiş kişiler ¾kısaca, “filosofoi” ¾ olması gerektiğini savlamıştır. Bu amaca yönelik olarak Platon’un
savunduğu kuram, tümeller kuramı olarak bilinir. Felsefe tarihini derinden etkilemiş
olan bu kuramı şimdi ana hatlarıyla kısaca gözden geçirip anlamaya çalışalım. Bu
ünitenin önceki bölümlerinde, ilk felsefecilerin doğaya egemen olan genel ilkeleri
keşfetme çabasına girdiğinden söz etmiştik. Platon’un felsefesinin de bu yönde
bir girişim olduğunu ancak kapsam ve derinliğinin çok daha büyük olduğunu
belirtebiliriz. Platoncu bir gözle bakarsak, çevremizde algılamakta olduğumuz nesneleri
belli kategoriler (cinsler, türler, vb.) altında toplayabilmemiz, oldukça ilginç
ve açıklamayı gerektiren bir yön içermektedir. Bu noktada, tartışmayı daha ileriye
taşıyabilmek için, sıradan bir varlıksal-dilsel duruma “felsefi” bir gözle bakarak
sıradan olmayan bir yorum getirelim. Çevremizdeki fiziksel nesnelerin her biri
kendi başlarına var olan ayrı nesneler olsa da, onların ne oldukları sorusu gündeme geldiğinde “tek tek nesnelerin
kendilerinin ötesinde” bazı unsurlara bakmamız gerektiği açıktır. Örneğin, tam
karşımda duran bir nesneye parmağımla işaret ediyorum ve “işte bu!”
kelimelerini söylüyorum. Bu elbette hiç de aydınlatıcı bir betimleme değildir.
(Platon’un kuramı kavramların varlıksal ve bilgisel önemini ortaya
koyar.)
Öte yandan “şuradaki gemi” ifadesini kullanırsam durum tamamen değişir.
“işte bu!” ifadesinden, türlerin (veya
cins isimlerin) kullanımına geçiş büyük bir fark yaratır. Yürütmekte olduğumuz
tartışmanın varlık ve bilgi konularında neden çok ilginç bazı sonuçlara gebe
olduğunu anlamak için somut bir örnek üzerinde duralım. Diyelim ki, bizimkine
çok benzeyen olanaklı bir dünyada, aynı bizimkinde olduğu gibi, insanlar (örneğin,
‘Mustafa Kemal Atatürk’), hayvanlar (örneğin, ‘Minnoş’) ve bazı yerler (örneğin,
‘Ankara’) özel isim alabilmekteler. Ancak, bizimkinden farklı olarak, o
dünyada cins isimlerin hiç kullanılmadığını varsayalım. Mutfağımdaki
bardaklardan her birinin ‘Hakan’ veya ‘Yasemin’ gibi bir adı olduğunu düşünelim.
Aynı durumun, dünyadaki kuşlar, elektrik direkleri, eller, vb.
için de geçerli olduğunu kafamızda canlandıralım. Böyle bir dünyada tahminen
bilgi ve iletişim son derece zor olurdu. Örneğin, bir insan kimsenin daha önce
görmediği ve isim takmadığı bir çam ağacını görüp diğerlerine anlatmaya kalktığında,
elinde fazlaca bir iletişimsel gereç bulunmayacaktı. Böylesi garip bir dünyanın
dilsel düzeni bizimki ile karşılaştırıldığında aradaki büyük fark kolayca
ortaya çıkar. “Bir kırmızı karanfil” ifadesini kullanan bir kişinin verdiği
bilgiyi kolayca alırız çünkü nasıl bir nesneden bahsettiği hemen kafamızda
canlanır. Peki, bu örnekte anladığımız ve bildiğimiz şey nedir? Açıkça görüleceği
gibi, anladığımız ve bilgisine ulaştığımız şey “kırmızı” ve karanfil”dir. Başka bir deyişle bilgi, genel
deyimler veya cins isimler ile taşınmaktadır.
Bunu daha iyi anlayabilmek için, tikel ve tümel kavramlarını net bir şekilde tanımlayalım. “Tikel”, nesnelerin
tekliğini ve kendileri olma durumunu ifade etmek için kullanılır. “Tümel”
kavramı ise, tikelleri tanımlayan tür adları ve tikellerin edindiği nitelikler
için kullanılmaktadır. Örneğin, bu satırları okuyan insanların her biri, bahçemdeki
ceviz ağacı, vazomdaki kırmızı karanfil ve Mars gezegeni tikel birer nesnedir.
“insan”, “ağaç”, “karanfil”, “kırmızı” ve “gezegen” ise tümellerdir. Elbette, doğadaki
nesneler söz konusu olduğunda tümellerle tikeller fiziksel olarak ayrılabilir şeyler
değillerdir. Masamdaki vazonun içinde duran karanfilden kırmızı rengini (veya
“renk” özelliğini) çıkarıp alamazsınız. Benzer şekilde, “karanfil” adını verdiğimiz
tür, nesnelerden kopuk bir hâlde çıkıp kendi başına evrende dolaşamaz. Her tür
ve özellik kendini nesneler üzerinde veya onlara bağlı olarak gösterir. Buna
karşın, felsefi çözümleme ve açıklama çabalarının bir parçası olarak,
tümellerin ve tikellerin varlıksal konumlarını veya işlevlerini kavramsal olarak ayırıp irdeleyebiliriz. Platon ve Aristoteles’in bu
alanda yaptığı irdelemeler çok kritik bir önem taşır ve kendilerinden sonra
gelen düşünce biçimlerini felsefenin her alt alanında çok büyük bir oranda belirlemişlerdir.
Bu konuyu biraz daha derinlemesine irdeleyelim. Nesnelere verilen
isimler söz konusu olduğunda biz hem tikel hem de tümel boyutta hareket ederiz.
Özel isimler (örneğin, ‘Atatürk’) tikellere özgüdür ve ¾ilkece¾ evrende bulunan tek bir nesneye
yöneliktir. Buna karşın ben işaret parmağımı birden çok nesneye uzatarak “insan”
kavramını kullanabilirim. Benzer şekilde, “kırmızı”, “ağır”, “uzun” gibi nitelemeler
çok sayıda nesneye uygulanabilir. Ancak bu nasıl olanaklı olmaktadır? “Kırmızı”
tektir, ama birden çok şeyde bulunabilir. Tek olan bir şeyin aynı zamanda çok
olması, Platon’un da dikkatini çektiği gibi, kafa karıştırıcı bir yön taşımaktadır.
Birbirinden farklı tikel varlıklar için aynı tanımlayıcı ifadeyi kullanmamız
nasıl olanaklıdır?
Platon’un buna verdiği yanıt özünde şudur: Örneğin, bizim
“domates” olarak bildiğimiz farklı nesneler için aynı cins ismi (‘domates’)
kullanmamız o nesnelerin “domates olma” adını verebileceğimiz evrensel bir
özelliği içlerinde barındırmaları yüzünden olanaklıdır.
(‘Tikel’ deyimi tek tek nesneler, ‘tümel’ ise genel kavramlar için
kullanılır.‘Tikel’ ve ‘tümel’ öz Türkçe deyimlerdir. Anadolu’nun belli
bölgelerinde ‘tikel’ deyimi “tek bir parça” anlamında kullanılır‘Tümel’ deyimi
‘tüm’ kökünden gelir ve felsefeciler için büyük öneme sahiptir.)
Doğal olarak, tek tek domatesler ayrıntılarda birbirlerinden farklı
olabilir; bazıları ezik veya zedelenmiş veya yamru yumru iken bazıları daha parlak
ve çekici bir görünüm arz eder. Ancak ayrıntıda birbirlerinden çok farklı olan
domatesler, her şeye rağmen, “domates olma” kıstasına uydukları için bu adı almışlardır.
Bu “domates olma” veya “domates-lik” durumunun, tikel domateslerin başına
gelebilecek olaylardan genelde bağımsız olduğunu da not etmeliyiz. Tek tek
domatesler dünyada var olur ve sonra dünya üzerinden kaybolurlar. Bazıları doğal
yollardan bozulur, bazıları da başka canlıların besini olurlar. Tüm bu değişimlere
karşın, bizim farklı nesnelere ‘domates’ adını vermemize olanak sağlayan “domates
olma”nın tanımı veya kavramı ise değişmez. Ben domatesler
üzerine yoğunlaşıp onların genel olarak ne olduğunu anlamaya çalışırsam, zihinsel bir hedef
olarak belirlediğim şey şu ya da bu domates olmaz; ne de olsa
onlar tikel nesnelerdir ve o nesnelerin tikel nitelikleri ve örneğin, tikel
kusurları vardır. Benim bir şeyin “ne olduğunu anlama” çabamın nesnesi o şeyin
dünyadaki örneklerinden ziyade, onun kavramıdır. O yüzden bilgi, en kritik
anlamıyla, kavramlara veya tanımlara yönelmek durumundadır. Elbette dünyadaki
domatesler üzerine yargı üretebilmek de bir tür bilgilenmedir. Örneğin, “işte kırmızı
bir domates” veya “Bu domates tezgâhtaki diğer domateslerden daha olgun” gibi
gözlemlerde bulunabiliyorsam, bu dar bir anlamda takdir edilebilecek bir
zihinsel başarıdır.
Ancak Platon’a göre, insan aklının “bilgi” ve “kavrama” adına gerçekleştirebileceği
esas başarı, dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin hangi durumda ve ne
özelliklerde olduğunu gözlemlemek değil, tümellerin veya kavramların bilgisine ulaşmaktır. Bilgisine ulaşılacak tümellerin (ki bunların değişmeyen
şeyler olduğunu söyledik), gözlemlenen dünyanın içinde olamayacağı açıktır. Dünyada domateslerin, insanların, masaların,
erdemin, iyiliğin, güzelliğin yalnızca mükemmellikten uzak örnekleri vardır. Dünyamız üzerinde, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, değişim
ve bitimlilik esastır. Fakat bir “kavram” bozulup yaşamını sonlandırabilecek bir
şey değildir. insan bilgisine ve anlayışına temel teşkil eden bu değişmezler için
Platon ‘idea’ ve ‘form’ (biçim) deyimlerini kullanmıştır.
Örneğin, dünyamızda insanların, atların, ve erdemin örnekleri bulunabilir.
Ancak “insan ideası”, “at ideası” ve “iyilik ideası” değişmeyen şeyler olarak doğanın dışında olmalıdır. Değişken dünyamızda
bir nesnenin “at” olması, onun “at ideası”nı barındırması yüzünden mümkündür.
Bu idealar veya formlar –daha önce tanımladığımız
bir deyimi kullanırsak– yeryüzündeki nesnelerin “at olma”sının normunu sağlarlar. Bu bağlamda, ideanın hem varlıksal hem de
bilgisel anlamda nasıl belirleyici olduğuna dikkat etmekte yarar var. idealar tikel nesnelerin belli türden şeyler olmalarının varlıksal koşullarını
sunarlar. Doğadaki bir domates, “domates” olarak varlık alanında
belirebiliyorsa, bunun nedeni değişmeyen ve yok olmayan domates ideası yüzündendir.
Bu, işin ontolojik (yani varlıksal) tarafıdır. Öte yandan, eğer biz doğadaki
bir nesneyi “domates” olarak niteleyebiliyorsak ve ona dair bilgilenme çabasına
girebiliyorsak, bunun da nedeni domates ideasının var olması ve bizim bilgisel olarak ona yönelmemizdir. Bu da işin epistemolojik (yani bilgisel) boyutudur. Platon’un varlık tasarımında
çarpıcı olan bir nokta, onun varlıksal hiyerarşiyi kurgularken, irdelemeyi “asıl ” ve “kopya” kavramları üzerinden yürütmesidir. Bunu şöyle bir
örnekle anlayabiliriz. Eğer ben bir arabanın binlerce fotoğrafını çeker ve yağlı
boya resimlerini yaparsam, bunların hepsinin birer kopya olarak arabaya ait
olduğu ve onun görünümünü yansıttığını düşünebilirim. Ancak nihayetinde gerçek
olan “araba”dır, onun resimleri ise ¾ne kadar başarılı ve gerçeğine yakın olsalar da¾ birer kopyadır.
(Platon ideaların veya tümellerin doğanın içinde yer alamayacağını
savlar.)
Arabanın kendisi ile kopyalarını karıştırmak veya kopyaları asıl
araba sanmak oldukça gülünç bir hata olurdu. Platon’a göre, herhangi bir şeyin ideası ile onun dünya üzerindeki örneklerini karıştırmak da bu türden
bir hatadır. O yüzden Platon varlık hiyerarşisinde en alta ¾kelimenin tam anlamıyla¾ “kopyaları” (yani, sudaki yansımaları,
fiziksel nesneleri tasvir eden sanatsal çalışmaları, vb.) koymuştur. Varlıksal
değer sıralamasında bunların bir üstünde, fiziksel dünyanın algılar aracılığıyla
kavranabilecek nesneleri (yani doğadaki nesneler)
gelmektedir. En tepede ise akıl yoluyla kavranabilecek “ideal” ve
“değişmeyen” varlıklar, yani matematiksel nesneler ve idealar bulunmaktadır. Bir insan fiziksel (yani değişken) bir nesneyi
algıladığında belli bir bilgilenme durumu içindedir. Ancak bilginin nihai
hedefi kopya değil, asıl olan varlıktır. Başka bir deyişle, bilgi esas olarak
kavramın örneklerine değil, kavramın kendisine yönelmek durumundadır. Platon
felsefesinin en çarpıcı sonuçlarından biri budur.
Platon ve Epistemoloji.
Bu değerlendirmelerin ışığında Platon’un felsefesinin “bilgi” ve
“epistemoloji” kavramlarına nasıl yaklaştığını açık bir şekilde ifade
edebiliriz. ikinci ünitede epistemoloji alanını tanıtırken, deyimin kendisinin
“bilgibilim” veya “bilgi kuramı” gibi anlamlara gelebileceğini, ancak bu yargının
belli nitelemelere ve açıklamalara gereksinimi olduğunu belirtmiştik.
Epistemolojiyi sistematik bir şekilde uygulayan ve bir alan olarak
kimliklendiren ilk düşünür olan Platon açısından bakıldığında, “bilgi”nin diğer
bilişsel hâllerden ayrılması hassas bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Platon, bizim gündelik kullanımımızdan oldukça farklı bir şekilde,
‘bilgi’ (episteme) sözcüğünü “ideaların bilgisi” olarak ayrı bir
statüde tutmuş ve normal algısal yollardan edinilen bilgi için ‘kanı’ (doksa) deyimini kullanmıştır. Bu açıdan bakıldığında ‘epistemoloji’
deyimini “bilgibilim” anlamında kullanmak anlaşılır olsa da, Platon’un bu
kelimeye felsefi olarak nasıl bir anlam yüklediğini kaydetmemiz gerekmektedir.
Her insan bakma ve görme yoluyla kanı sahibi olabilir. Ancak Platon’a
göre yalnızca bilgelik arzusu olanlar, yani felsefeciler, episteme’ye ulaşmaya çalışırlar. Tümellerin veya ideaların bilgisi gerçek bilgidir. Platon’un varlıksal
ve bilgisel kuramı, Thales gibi Eski Yunan’ın ilk felsefecilerinin el yordamıyla
başlattıkları felsefe serüveninin olgunlaştığı çok temel bir noktayı temsil
eder. Bir diğer önemli durak noktası olan Aristoteles’ten bir sonraki bölümde
bahsedeceğiz. Bu bağlamda, not etmemiz gereken daha genel bir konu, Platon’un
devleti yönetecek kralların, yöneticilik yapabilmeleri için, epistemoloji yeteneklerinin olması gerektiğini düşünmesidir. Sıradan
insanlar erdemin, doğrunun, adaletin ve benzeri kavramların örnekleri üzerinde konuşup,
düşünsel yaşamlarını o düzeyde sorun yaşamadan sürdürebilirler. Ancak bir kral,
erdemin, doğrunun veya adaletin kendisiyle ilgilenmiyorsa,
Platoncu açıdan, üzerinde oturduğu tahtı hak ediyor diyemeyiz. O yüzden, burada
“bilgi” kavramı bağlamında yaptığımız tartışmaların felsefi olarak çok daha
geniş ve önemli sonuçları olduğunu söylemeliyiz.
(Platon episteme (bilgi) ile doksa (kanı) kavramlarını ayırır.)
Aristoteles’in Platon Üzerine Yorumu ve Töz Kavramı.
Aristoteles hocası Platon’u yakından izlemiş ve onun tümellerin
önemi konusunda savladığı fikirleri özünde benimsemiştir. Aristoteles’e göre,
insan bilgisi söz konusu olduğunda “tikelliğin” çok yardımcı olmayacağı
kesindir ve bu konuda Platon temelde haklıdır. Ancak bu tabloda Aristoteles’in
karşı çıktığı nokta, nesnelere kimliklerini veren özsel unsurların “değişen
dünyanın içinde olamayacağı” yönündeki Platoncu düşüncedir. Aristoteles’in
kuramı bu noktada Platon’dan belirgin bir şekilde ayrılır. Etkisini günümüzde
de sürdüren bu önemli kuramı şimdi kısaca anlamaya çalışalım. Platon’a göre,
nasıl bir resimdeki görüntü varlığını görüntünün fiziksel karşılığı olan
nesneye borçluysa, fiziksel nesneler de varlıklarını idealara borçludur. Eğer bu doğruysa, kendi başına bağımsızca var
olabilen şeyler idealardır. Aristoteles’in bu konuya getirdiği yaklaşım
ise oldukça farklıdır. Bu farkı daha iyi anlamak için “töz” kavramını açıklamamız gerekiyor. Aristoteles’in önde gelen
amaçlarından biri “varlık” kavramının bir sınıflandırmasını yapmak ve varlık
hiyerarşisini sergilemektir. “Var olmak” ilginç bir kavramdır çünkü bu kavram
evrende karşılaşabileceğimiz her şeye uygulanabilir. Var olan şeylere örnekler:
toprak, hava, tavşanlar, şarkılar, kar taneleri, üzüntüler, kırışıklar. Bunların
bir şekilde var olduğunu söyleyebiliriz, ancak bu var olma biçimlerinin
birbirinden çok farklı olduğu da açıktır. Bir tavşanın varlığı ile onun
gölgesinin varlığı birbirine benzemez. Peki, “gölge” gerçekten var mıdır?
Gölgeler doğal veya fiziksel nesneler değillerdir. Ancak, gölge bir “hiç” de değildir.
Benzer düşünceler “üzüntüler” ve “kırışıklar” için de dile getirilebilir. şimdi,
“kendi başına bağımsızca var olabilme” konusuna dönelim. Aristoteles, Platon’dan
farklı olarak, kendi başına var olabilme olgusunu dünyanın içinde arar. Başka herhangi bir varlığa bağlı olmaksızın
var olabilen şeylere verdiği isim “töz” veya “cevher”dir. Aristoteles her tözün iki temel özelliği olduğunu söyler. İlk
olarak, tözler bir “bu” olarak gösterilebilir. ikincisi, tözler “ayrı
durabilme” özelliğine
sahiptirler. Bu ifadeleri örneklerle açıklamaya çalışalım. Belli
bir ağaç veya belli bir kaplan gösterilebilir bir “bu”dur. Ancak, şekilsiz
çamur veya bir avuç toprak (sınırları belirli bir nesne olma anlamında) bir
“bu” değildir. Diğer ölçüte dönersek, örneğin bir insanın bedeni başka hiç bir şeye
bağlı olmaksızın evrende var olabilir ancak, örneğin “tendeki yanık” kendi başına
var olamaz; ancak bir beden üzerinde varlık kazanabilir.
Aristoteles’e göre, tikel her nesne bir tözdür. Bir insan, bir papatya, bir tencere töz statüsünde olan şeylerdir. (Aristoteles buna ek olarak insan,
kurbağa, martı gibi doğal türlerin de bir anlamda töz olduğunu söyler.) Peki,
bir kedinin veya bir tencerenin temel bir anlamda töz olduğunu söylemenin tartışmamız
açısından ilginç tarafı nedir? Bunun yanıtını almak için Aristoteles’in
tözlerin ¾yani tikel fiziksel varlıkların¾ kavramsal bileşenleri konusunda ne dediğine bakmamız gerekir. Sıradan her
nesnenin maddesi (veya materyali) ve bir biçimi (veya formu) vardır. (Buradaki “biçim” kavramını “şekil”den
ziyade, söz konusu nesneyi belli bir türe ait kılan ve onu tanımlayan yön
olarak anlayabiliriz.) Bu unsurlardan birincisine dair bir not düşelim: Bir
kedinin “maddesi” ile başka bir kedinin “maddesi” doğal olarak farklıdır çünkü
onlar farklı nesnelerdir. Bunu biraz basitleştirip karikatürize ederek
söylersek, örneğin iki kediden her biri kendi hücrelerini, kendi moleküllerini
taşır; ikisinde birden bulunan bir doku veya hücre olamaz. Ancak ikisinin
ortaklaştığı nokta ¾Platon’un da düşündüğü gibi¾ kedi olma durumu, kedi-lik, kediliğin özü veya kedi
formudur. O hâlde, nesneleri belli bir türe ait kılan “unsur” veya “sebep” Platon’da
değişen dünyanın dışındayken, Aristoteles’te nesnelerin içindedir.
(Aristoteles, töz kavramı ile, Platon’un tümeller kuramını bir açıdan
devam ettirmekle birlikte, o kuramı önemli anlamlarda değiştirmeye de yönelir.)
Platon ve Aristoteles’in ortak noktası, farklılıklarından daha
önemlidir. Her iki düşünür için de bilginin olanaklılığı tümellerden veya genel karakterlerden geçmektedir. Platon’un fikirlerini incelerken göz
önüne aldığımız örnekleri düşünelim. Tikel bir nesne tikelliği ile alınırsa
(örnek: “işte tam şurada duran şey!”), bilinecek bir şey değildir. Ancak nesne
için, örneğin, “bir at” nitelemesi yaparsak nesnenin bilinebilir bir yönünü
ifade etmiş oluruz. Aristoteles de tikel bir nesnenin bilinebilir tarafının
onun biçimi veya özü olduğunu kabul eder. Biçim ve
öz, bir türün tüm üyelerinde bulunan (yani tekrarlanabilen) unsurlardır. insanın
özü, diyelim ki, “akıllı hayvan” olmasıdır. insanlar sarışın, esmer, uzun, kısa,
yaşlı, genç olabilirler. Fakat insan olmanın özü (biçimi, formu, onu tanımlayan
şey) her insanda aynı olmak durumundadır. Özetlemek gerekirse, Aristoteles de
bilginin tümeller aracılığıyla olanaklı olduğuna ancak, bununla
birlikte, tümellerin fiziksel nesnelerin kavramsal parçalarından biri ¾yani onları tanımlayan kısım,
onların özleri¾ olduğuna inanır.
METAFiZiK, ONTOLOJi VE EPiSTEMOLOJi.
Varlık üzerine Eski Yunan’da üretilen önemli bazı fikirleri bu şekilde
inceledikten sonra, bu ünitenin hareket noktasına dönüp “metafizik ” deyimini tanımlayabiliriz. Günlük yaşamda bu kavram çoğunlukla
ruhsallık, uzaydan gelen canlılar, gizemli doğaüstü güçler gibi konularla
ilintilendirilse de, felsefecilerin uğraştığı metafizik, esas olarak, gerçekliğin
yapısının akılcı yöntemlerle ortaya konulması, “varlık” kavramının aydınlatılması
ve varlık alanında egemen olan temel ilkelerin açığa çıkarılması gibi düşünsel
işlevleri kapsar. Kısacası, fiziksel bilimlerden farklı olarak metafizik, varlığın kendisiyle ilgilenir. “Metafizik” ile ilgili bir diğer deyim “ontoloji”dir. “Ontoloji” felsefede “varlıkbilim” veya “varlık kuramı”
anlamlarında kullanılmaktadır. Bazı felsefeciler bu iki deyimi eş anlamlı alırken
bazıları da aralarındaki ince farklara dikkat çekmişlerdir. Genel kabul gören
bir yorum, ontolojinin, metafiziğin “varlık” kavramı ile doğrudan
ilgilenen dalı olduğudur. Böylesi bir tartışma, doğal olarak, bu kitabın sınırlarını
aşmaktadır. Bizim buradaki irdelemelerimiz açısından, yukarıda belirttiğimiz
genel kabul gören yorumu doğru olarak kabul edeceğiz. Önceki bölümlerde Eski
Yunan dünyasında felsefenin ne tür ilgilerin sonucu ortaya çıktığından söz etmiştik.
Kitabın bu ünitesini ontolojik (varlıkbilimsel) konulara ayırmamızın temel bir
nedeni bulunmaktadır. Felsefenin Batı dünyasında şekil aldığı Eski Yunan’da
felsefecilerin metafiziksel veya ontolojik ilgileri çok merkezcil bir yer işgal
etmişti. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük felsefeciler bilgi
konusunda önemli fikirler üretmiş olsalar da, özellikle Platon ve
Aristoteles’in epistemolojik görüşleri onların metafizik tasarımlarına sıkı sıkıya
bağlıydı. Bu anlamda, felsefenin Batı’nın düşünsel ufkunda belirdiği çağda
“varlık” sorusunun alana egemen olduğunu söylemek abartı olmaz. O yüzden,
epistemolojik araştırmalarda yer yer varlıksal düşüncelerin ve tezlerin işin
içine girmesi kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Burada sunduğumuz ontolojik irdelemelerin epistemolojik sorunların
çözümüne yönelik ne tür önemli ipuçları sağladığını sergilemek için Platon ve
Aristoteles’in metafizik görüşlerindeki kritik bir noktayı tekrar vurgulayalım.
Hem Platon hem de Aristoteles için tümeller (yani, Platon’da idealar,
Aristoteles’de ise doğadaki özler veya biçimler) nesnelerin ne olduğunun
normunu verir, onların ne olduğunu belirler.
(“Ontoloji” felsefede “metafizik”
alanının özellikle varlık konusunun irdelenmesi ile ilgilenen dalıdır.)
Benzer şekilde tümeller bilgiyi de olanaklı kılan şeylerdir çünkü
insan tikel nesneleri tümeller olmaksızın bilemezler. Tümeller hem nesnelerin kimliğini hem de insan bilgisinin olanaklı olmasını sağlar. Metafizik ve epistemoloji alanları arasındaki
sıkı ilişkinin kayda değer bir örneği Eski Yunan’ın bu büyük felsefecilerinde kendini
açıkça gösterir.
*Anadolu Üniversitesi AÖF Yayınları - Epistemoloji sh.49-54 * 2011