Nitelikli özetlere her zaman
rastlanmıyor :
[Yargıgücü Problemi Üstüne Bir Tarihsel
Betim]
Kant'ın yargıgücünden a priori yasa
koyucu bir yeti olarak sözettiği ilk tanım, bir "formel" mantık
problemi üstüne verilmiştir ve aynı zamanda transendental felsefenin bir temel
problemi ile ilgilidir. Kant şöyle der: "Yargıgücü, genelde, özeli genel
altında içerilmiş olarak düşünme yetisidir. Genel olan (kural, ilke, yasa)
verilmişse, özel olanı onun altına koyan yargıgücü belirleyicidir (hatta
transendental yargıgücü olarak özeli bir genel altına koyabilmenin koşullarına
a priori sahip olsa bile). Ama yalnız özel olan verilmişse ve onun altına
konulacağı genelin bulunması gerekiyorsa, bu durumda yargıgücü tam olarak
düşünücüdür (reflektiftir)."331 Bu açıklamaya göre, yargıgücü problemi
kavram kurma (oluşturma) problemiyle ilişkilidir. Çünkü burada yargıgücü
gerçekten de kavram kurmaya (oluşturmaya) yöneliktir. Öyle ki, o, bir tekliği,
tikel olanı daha üstteki bir cins kavramı altında anlamamızı, onu bu tümellik
altında içerilmiş olarak düşünmemizi sağlar. Ama tamamen mantıksal bir sorun
olarak görünen bu sorun içinde, "öz" (Wesen) öğretisine ilişkin ve bu
öğretiyi açıkça belirleyen bir dizi problem saklı halde bulunur ki, bu durum
bizi konuya tarihsel açıdan eğilmeye zorlar. Aristoteles Sokrates'i
"kavramın kâşifi" olarak gösterir. Çünkü Sokrates tikel (özel) ve
tümel (genel) arasında ancak kavram aracılığıyla (kavram dolayımında) ifade
edilebilir olan bir ilişki bulunduğunu ilk kez açıkça görmüş olan kişidir. Onu
kavrama yönelten şey ti esti (nelik sorusu, "nedir?") sorusudur.
Sokrates'e göre, Varlığın "ne" olduğuna ilişkin genel sorunun yeni
bir anlamı ti esti sorusunun içinde ortaya çıkar. Ve bu anlam, daha sonra
Sokratik "eidos"un Platonik
"idea"ya dönüşmesiyle, tam bir saflıkla kendini gösterir. Bu son
kavrayış içinde genel ve özel arasındaki ilişki problemi de yeni bir inceleme
basamağına yükseltilmiş olur. Çünkü artık Platonla birlikte, genel, Sokratik
yorumda olduğu gibi, bireysel ve tikel olanın cins içinde ve cins aracılığıyla
ele alındığı basit bir
294
özet değil, tersine, tüm bireysel ve
tikel şeylerin ondan yansıdığı ve "pay aldığı" şey, yani ilksel örnek
(Urbild, Archetyp) tir. Özel (tikel) şeyler, eğer onlara herhangi bir varlık
tarzı yükletilecekse, genelin "taklit"i ve genelden "pay
alma" dolayısıyla "vardır." Bu temel düşünceyle birlikte, tüm felsefe
tarihi bakımından yeni olan bir gelişim de başlamış oluyordu. Kuşkusuz bu
gelişimle birlikte özel ve genel arasındaki bağlantı sorununun mantık alanından
metafizik alanına
kaydırıldığını söylemek pek basit bir
formüle sığınmak olurdu. Çünkü böyle bir formül içinde, mantık ve metafizik,
bir Sokrates veya bir Platon için zaten bilinen alanlarmış gibi
tasarlanmışlardır. Böyle bir formül, ancak, her iki alanın karşılıklı olarak
nasıl kuruldukları ve sonradan sınırlarının nasıl belirlendiği bilindikten sonra
ortaya atılabilir. Bu açıdan bakıldığında, her iki alan arasında kesin sınırlan
belirleme girişimine, ancak Aristoteles'te rastlanır. Açıktır ki, Aristoteles
de asla "empirist" değildi. Onun için de tikel olanı yine tikelde
kalarak saptamak ve kavramak mümkün olamazdı. Tersine tikele ancak
genelden (tümelden) gidilebilirdi ve bu
yüzden felsefe araştırması, tikelliklere
boğulmayıp "öz"ü kavramaya
yönelik bir araştırma olabilirdi. Bu yüzden Aristoteles önünde somut bir
ontolojik sorun bulur. Sokrates'in ti esti'sinin yerini onda to ti en einai
(hep olmuş olan varlık) alır. Böyle olunca Aristoteles'te kavram sorunu erek
sorununa bağıntılandırılmiş olur. Ama artık erek, Aristoteles'te, Sokrates'te
olduğu gibi insanın hedeflerinde ve niyetli eylemlerinde görünen bir şey
olmakla sınırlı kalmaz; tersine o tüm doğal oluşumların son temeli olarak
gösterilir. Ereğin genelliği, herşeyden önce özün genelliğinin bilgisi için
anahtardır. Empirik oluşumların tüm çokçeşitlilik ve
tikelliği içinde, bu oluşumlara yönünü veren
evrensel bir şey vardır. Tüm empirik oluşumların içinde onların biçim
almalarını sağlayan bir "form" bulunur. Böyle olunca,
"formlar" dünyası, Platon'un "idealar" dünyası gibi empirik
oluşumların dışında kendiliğinden mevcut ve bağımsız bir dünya olarak görülmez;
tersine "formlar" dünyası, fenomenlerin içinde erekli güçlerin bir
bütünü olarak etkindir. Bu formlar maddi oluşumları (maddeyi) düzenler ve
yönlendirirler. Bu yüzden Aristotelesçi sistem içinde, gelişim kavramı da erek
düşüncesine bağlıdır ve madde ve form, özel ve genel karşıtlığı, erek düşüncesi
ile
295
aşılmak islenir. Özel asla genel olamaz
ve her özel ve tikel olan şey, kendi mümkün biçim alma (form kazanma) çevresini
zorlamak suretiyle genel olmaya doğru çabalar. Mümkün olandan gerçek olana,
potensia'dan aetus'a (kuvveden fiile, gizilgüçten edime - çev-) bu geçişte,
Aristoteles'in en genel anlamıyla "hareket" kavramıyla işaret ettiği
şey meydana gelir. Doğal hareketin en saf şekli ise organik harekettir. Öyle
ki, Aristoteles'te entelekya (intellekhia) daha önce Sokrates'in
"cidos" ve Platon'un "idea" kavramlarında araştırılan şeyin
bir
bütünleniş ve tamamlanışını ifade eder.
Özelin genel altında nasıl bulunduğu, ondan nasıl ayrıldığı ve ama bununla
birlikte onunla nasıl yine de özdeş kaldığı sorusu, Aristoteles için ancak erek
kavramı içinde yanıtlanabilir. Çünkü erek düşüncesi tüm özel/tikel oluşumların
bütün içinde nasıl kavranılıp kapsandığını ve kapsayıcı bir bütünün bunların
nasıl koşulu ve taşıyıcısı (Subsrat) olduğunu aracısız kavramamızı sağlar.
Varlık ve oluş, form ve madde, düşünülür (intelligibl) ve duyulur (sensibl)
dünyalar, erek içinde birleşmiş görünürler. Ve sonuç olarak, tüm bu
karşıtlıkları özel belirlenimler olarak kendi içinde taşıyan somut gerçeklik
de, erek kavramı içinde birlikli bir görünüm kazanmış olur.
Aristotelesçi ve Platoncu temel
düşüncelerin bağdaştınlmasına yönelmiş olan yeni Platoncu sistem, bu
belirlemeyi kabullenir. Ama ne var ki, gelişim kavramı burada Aristoteles'in
gelişim kavramından başka bir biçim alır. Aristoteles için gelişim, herşeyden
önce organik hayat fenomenlerine ilişkin iken, Plotinos kavramı daha geniş ve
daha soyut bir anlam içinde yeniden kurar. Bunu da, bu kavram altında hem doğal
oluşumun kendisini, hem de sisteminin temel kavramını oluşturan Mutlak Bir ve
İlk'len dolayımlı ve türemiş varlığa bir geçişi kastetmek yoluyla yapar.
Gelişim böylece burada türemenin (Bir'den ışıma, südûr, emanatio) metafiziksel
konumu içinde görünür. Gelişim, düşünülür (intelligibl) bir şey olarak ilk
temelden, Bir'den duyulur (sensibl) dünyaya kadar belirli basamak ve evreler
içinde gerçekleşen bir inişin tamamlandığı temel süreçtir. Bu kavrayış tarzı
ile birlikte, felsefe tarihi içinde ilk kez, biyolojik ve estetik problemler,
organizm düşüncesi ile "saf güzel" düşüncesi arasında bir ilişki ve
296
bir düşünsel bağ kurulmuş oluyordu.
Çünkü Plotinos'a göre, biyolojik problemler de, estetik problemler de köklerini
"form" probleminde bulurlar ve her ne kadar farklı anlamlara
sahipseler de, saf formlar dünyası ile fenomenler dünyası arasındaki ilişki
bakımından onların ortak yanları vardır. Hayvanların cinsel birleşmelerinde
nasıl ki sadece maddi ve mekanik nedenler rol oynamıyor, bunun yanısıra cinsel
birleşme sırasında onları nasıl ki içlerindeki "logos"da harekete geçiriyorsa,
sanatçının yaratma sürecinde de bir başka açıdan aynı bağlam geçerlidir. Çünkü
sanatsal yaratma sürecinde de, tinsel, bu demektir ki bölünmez Bir olarak
mevcut olan ide, kendisini madde dünyasına form olarak yaymaktadır. Sanatçının
içinde taşıdığı tinsel öntasarım maddeyi zorlar ve bu maddeyi form birliğinin
yeniden görünüşe çıktığı bir şekle sokar. Bu form verme ne kadar mükemmel bir
şekilde olursa, güzelin görünüşe çıkması da o kadar saf halde gerçekleşir.
Böyle bir düşünce içinde, artık tüm idealist estetiğin en önemli dayanakları
ortaya konmuş haldedir. Ve bu idealist estetik, Kant'ın önünde, kendi
sistematik kuruluşunu daha Plotinos'ta büyük ölçüde tamamlamış halde
durmaktadır. Çünkü Michelangelo'dan ve Giordano Bruno'dan Shaftesbury ve Winckelmann'a
kadar bu spekülatif estetik, aslında Plotinos'un ve genel olarak yeni
Platonculuğun temel görüşünün işlenmesi ve geliştirilmesinden ibaret kalmıştır.
Bu temel görüşe göre, sanat yapıtı, evrensel olanla genelde bağlantılı olan bir
"iç form"un bireysel ve özel alanda (empirik dünyada) gözler önüne
çıkan bir görünüşü, bir gösterilişidir. Başka bir deyişle, sanat yapıtının
kuruluşu ve düzeni, doğrudan doğruya, bütün olarak evrenin, bireysel ve özel
olanda görülebilen ifadesidir (Expression). Varlığa hükmeden
yasa, onun bir kesiti içinde görünüşe
çıkmış olur. Sanat yapıtı, bizim en yüksek ve en mükemmel örneğini bizzat
kosmosun içinde önümüzde gördüğümüz bireysel/tikel şeylerin sürekli bağlılığını
gösterir. Empirik gözlemde biz nesneleri uzay ve zaman içinde yanyana görürüz.
Yani empirik gözlem sırasında evren bir tikel parçalar çokluğuna bölünmüş halde
karşımızdadır. Oysa estetik seyir, güzelin olduğu kadar hayatın da imkanının
kendisine dayalı olduğu içkin kurucu (inşâ edici ve form verici) güçleri görür.
Çünkü güzellik de, hayat gibi, bu-
297
rada bir Form verme (formlandırma)
temeli üzerinde kavranmıştır.
Ama bu noktadan bakıldığında, spekülatif
metafizik, bizzat kendi sorunu ortaya koyuş tarzının zorladığı bir başka sonuca
da sürüklenir. Burada gerçek olan (reel olan) her şey, hem bütünde ve hem de
bütünün tek tek parçalarında, hem genelde ve hem de özelde bir biçim almışlık
taşımakladır ve bu biçim almışlık, bu metafiziğin merkez noktasından
bakıldığında, ancak, onun dayandığı bir temel bulunduğunun ve bu temelin de
ancak bir en yüksek mutlak akıl (tanrı aklı) içinde gösterilmesinin mümkün
olması halinde anlaşılabilir. Bu en yüksek mutlak akıl logostur. Böylece bu
soyut logos öğretisi, kendine özgü teolojik bir anlam da kazanmış olur. Gerçek
olan formdur ve forma sahiptir; çünkü onun ardında kurucu bir anlık
(Intelligenz) ve yüksek bir form verme istenci (iradesi) yatmaktadır. Logos
evren açıklamasının ilkesidir; çünkü o aynı zamanda evrenin yaradılışının da
ilkesidir. Bu düşünce, o andan başlayarak, yalnız varlık öğretisini
belirlemekle kalmaz; hatta bu arada tüm bilgi öğretisini de belirler.
Çünkü şimdi geçerli kabul edilen şey
şudur: birbirine karşıt iki temel bilgi tarzı vardır. Bunlardan ilki, sonlu ve
bağımlı bir bilgi tarzı iken, ikincisi bağımsız ve yaratıcı anlığın bilgi
tarzıdır. Birincisi empirik araştırma yoluyla bilgi elde etme tarzıdır. Ama ne
var ki, tikelden yola çıkan ve bireysel şeylerin karşılaştırılması ve biraraya
toplanmasına tutuklu kalan empirik araştırma tarzı, gerçekliğin bağlı olduğu
yasallığa (yasalılığa) nüfuz etme konusunda şu tek yoldan başkasına sahip
değildir: O, tikel şeyler arasındaki uygunluk ve farklılıkları gözler ve daha
sonra bunları sınıf ve cinsler halinde, yani empirik kavramlar içinde
birleştirir. Ama işte bizzat empirik kavram formu bile, ancak, uzay ve zaman
içindeki özel hallerin, bir bağıntı aracılığıyla mantıksal cinsler olarak
birbirlerine ilişkilendirilmeleri halinde mümkündür. Zaten eğer gerçeklik bir
mantıksal düzen altına sokulmasaydı, o bir düşünce sistemi formu altında
tanınabilir miydi ki? Aksi halde biz bireyselden bireysele, özelden özele
sürüklenip durmaktan başka bir şey yapamazdık. Böyle bir durumda, her zaman,
özel olandan bir cinse geçmek ve bu cinsi tekrar türler halinde ayrıştırıp
düzenlemek için, burada mutlaka daha altta bulunan bir koşulun
yönlendiriciliğine ihti-
298
yaç vardır. Evrenin bütün olarak
kapsayıcı, herşeyi içine alan bir mantıksal yapıya sahip olduğu varsayımı
olmaksızın, hiçbir öge öbür öğelerle bir bağlam içine sokulamazdı ve hatta bu
durumda empirik karşılaştırma ve sınıflandırma imkanı da ortadan kalkardı. İşte
bu durum bir kez bilindi mi, hakikatin aranacağı yer de belirlenmiş olur.
Kendine özgü ve mükemmel anlamı içinde hakikat, bize kendisini ilk kez, işe
bireysel olandan, verili olandan, gerçek olandan başlamadığımız, tersine
bunlarla işimizi bitirdiğimiz anda, yani kendimizi biçim almış varoluş içine yerleştirmek yerine,
bizzat biçim vermenin ilk ilkelerine yöneldiğimizde açar.
Çünkü biçim vermenin ilk ilkeleri, tüm
özel şeyleri tikel formları içinde belirleyen ve onlara hakim olan "ilksel
doğa"dır. Bir en yüksek varlık ilkesinin genelliği içinde, ondan türemiş
tüm varlık öğeleri dizisini içeren ve onlara sahip olan şeyi kavrama yetisine
Plotinos, "görüsel anlık" (intuitives Verstand) adını verir. Kendi
dışında hiçbir şeyi içinde bulundurmayan, tersine bizzat kendi bilgisinin
nesnesi olan sonsuz ve tanrısal anlık, ne empirik bağlantı kurallarını, ne de
mantıksal çıkarım kurallarını kullanır. Çünkü onda, gerçeklik ve imkan,
bir bütün olarak içerilmiş haldedir. O,
kavramdan kavrama, ilkeden ilkeye bağ kurmak zorunda değildir, onun parçalardan
bir bütün elde etmek için empirik ve mantıksal yollara ihtiyacı yoktur. Tersine
onun için tikel olan da, genel olan da, bir sonraki de, en uzaktaki de, bir ve
aynı bölünmez tinsel edim içinde kavranır. Sonlu insan aklının koşullar ve
çıkarım zincirleri içinde ulaşmaya çalıştığı, ama uygulamada hep eksik ve
parçalı bir bilgisine ulaşabildiği "bütünlük"e, o kendinde sahiptir.
Zamansal farklılıklar kadar mantıksal sınıflama ve çıkarımların kendisi
aracılığıyla yapıldığı "genel"in basamakları arasındaki
farklılıklar da, tanrısal ve ilksel
anlığın kendi düşünmesinde içerilmiştir.
Kısacası, bu anlık gerçekliğin topyekün
(total) formunu temaşa eder; çünkü o bir bakışında etkin olarak onu yaratmıştır
ve çünkü o bununla tüm varolanların temelinde yatan biçim verici yasayı kendi
içinde taşımaktadır.332
Tüm Ortaçağ felsefesi bu temel anlayışa
dayanır ve hatta Descartes'la başlayan Yeniçağ felsefesi bile, her ne kadar
kendi özel problem
299
konumundan hareketle kendi
karakteristiğini yüklemiş olsa bile, hiç olmazsa başlangıçta bu anlayışı
değiştirmeden kabul eder. Örneğin Spinoza'nın "De intellectus
emendatione" ("Anlığın Düzeltilmesi Üzerine") adlı yazısında bu
durum açıkça görülür ve Spinoza'nın ontolojik tanrı kanıtlama formunda ilksel
ve yaratıcı anlık (intellectus archctypus) düşüncesi hâlâ tam bir işlerliğe
sahiptir. Ama temel bakış açısı ve bu bakış açısı altında yapılan çıkarımlar
artık değişmiştir. Spinoza'nın evren tablosu, artık Aristoteles'in ve yeni
Platonculuğun organik-erekli evren tablosu değildir;
tersine bu tablo Descartes'ın ve yeni bilimin mekanist evren tablosudur. Ama bu
yeni evren tablosu, hâlâ (ilk bakışta hemen dikkati çeker) eski metafiziksel
kavram formunu korur ve onu izler görünür. Çünkü tasıma (kıyas) dayanan, yani
"gidimli" (diskursif) bir yöntemin örneği olarak kabul edilen
matematiksel düşünme, zaten Spinoza için bir başka tür bilginin, yani saf
görüsel (intuitiv) bilginin imkanı konusunda bir işarettir. Tüm saf
matematiksel bilgi doğa için modeldir. O, nesnelerin nitelik ve özelliklerini,
bizat bu nesnelerin önünde yer alarak belirtir. Tahtaya çizilen kaba bir şekil değil de, kurgusal bir
yasadan çıkan bir şey olarak kavrandığı sürece, çember idesinden tüm
bireysel/tekil belirlenimler sarsılmaz bir kesinlik ve tamlıkla türetilebilir.
Bu geometrik bilgi formunu tüm madde evrenine de taşımalıyız. Çünkü madde evreni
de tüm nitelik ve değişmeleri içeren aynı bütünlük idesi altında kavranabilir.
Sınırsız sayıdaki ilinekleriyle tek bir töz düşüncesi, Spinoza'nın temel
sorununun çözümünü içerir. Evrenin kendisi, zaten ilksel ve yaratıcı anlığın
(intellectus archetypus) gerçek bir yansıması, onun edimsel görünüşünden başka
bir şey değildir. Spinoza sisteminin temel savına göre, tüm özel varlık
niteliklerinin ve varlık yasalarının zorunlu olarak içlerinde yer aldıkları bir
genel varlık kavramı vardır. Tıpkı, açılarının iki kenarının kesişmesinden
meydana gelmesinin üçgenin doğasında bulunması gibi. Öyleyse nesnelerin gerçek
düzeni ve birbirleriyle olan bağlantıları, idelerin düzeni ve birbirleriyle
olan bağlantılarına özdeştir. Ama idelerin birbirleriyle olan bağlantısı, öbür
yandan, bizim sübjektif tasarımlarımız arasındaki rastlantısal bağlantıya da
karşıttır. Bu yüzden evren bütünlüğünün yapısına nüfuz etmemizi sağlayacak olan bilgi türü, olayların
empirik-zamansal akışı ve varlı-
300
ğırı bir kesiti içinde nesnelerin empirik-uzaysal
toplamı üstüne olan bilgi türüne (empirik bilgiye) karşıttır. Spinoza, uzay ve
zaman içindeki fenomenlerin toplu bağlantılarının bilgisine, bu yüzden
"imgelem" (Imagination) bilgisi adını verir. Evrenin biricik, hakiki
ve upuygun bilgisi, ancak görü formunda içerilmişlir ve idelerin bilgisi ile
empirik bilgi arasındaki karşıtlık, bu görü formundan, görüsel anlıktan
hareketle ortadan kalkar. Ve Spinoza örneğinde olduğu gibi, tüm
Yeniçağ felsefesi tarihinde şurası
açıktır ki, "görüsel anlık" düşüncesi, Plotinos ve yeni
Platonculuktan beri saptanmış olan genel anlamının yanısıra, aynı zamanda somut
evren tablosunun çizilmesine de hizmet etmesiyle değişik bir anlam da kazanır.
Yani spekülatif sistemler, Plotinosçu görüşe modern düşüncenin yeni katkıları
doğrultusunda geliştirilmişlerdir. Örneğin Kepler'in "yaratıcı anlık"
kavramı, öğretisinin matematiksel temel motifi yanında, aynı zamanda bir
estetik temel motifi de içerir. Çünkü evrenin mimarı, "Demiurgos",
matematiksel sayı ve şekiller dışında, estetik orantı (Proportion) ve
harmoninin de taşıyıcısıdır. Bu yüzden onun parıltısı ve yansıması, empirik
varoluş içinde de her yerde karşımızdadır. Daha sonra Shaftesbury, bu
idealizmin tekrar antik kaynaklarına yönelir ve kendi estetik öğretisini, hayat
problemine ve organizm kavramına Aristotelesçi - yeni Platoncu anlayışın
getirdiği yoruma dayatır. Bu yorum, Shaftesbury'de spekülasyonun daha da
ileriye götürülmesi bakımından olduğu kadar, sanat problemini ve hayat
kavramını daha anlamlı ve verimli hale getirmek üzere, öğretisinin merkezinde
yer alır ve Shaftesbury, bu yorumu kendi "içkin form" düşüncesiyle
bütünlemek ister. Shaftesbury'ye göre canlı olan herşey, kendi varoluşunun
bireysel/kendine ait özelliğini, yine kendi içinde etkin olan ve kendinde içkin
halde bulunan özel forma borçludur. Ama evrenin birliği, tüm özel formları en
sonunda bir "formların formu" içinde içermesi ve böylece doğanın
bütünlüğünün, aslında evrenin bir ve aynı canlı ve erek koruyucu
"dehâ"sının bir ifadesi olarak görünmesinde temellenir. Onsekizinci
Yüzyıl, özellikle Almanya'da, bu temel bakış tarzını benimser333 ve bu bakış
tarzı, "Yargıgücünün Eleştirisi"nin dayanacağı örtük (latent)
dayanaklardan birini oluşturur.
301
Kant'ın problemini ortaya koyarken,
problemin kaynaklandığı bu tarihsel arka planı, bize ancak "Yargıgücünün
Eleştirisinin dış kuruluşunu anlama olanağı vermekle kalsa bile, hep göz önünde
tutmak gerekir. Çünkü tarihsel olarak form probleminin metafiziksel-spekülalif
gelişiminde karşılaştığımız temel kavramların her biri, aynı zamanda
"Yargıgücünün Eleştirisi"nin inceleme tarzı içinde de sistematik
düşüncenin özel denek taşlarını oluştururlar. Örneğin genel ve tekil arasındaki
ilişki, daha yargıgücünün tanımı ile birlikte, araştırmanın merkezine yerleştirilmiş
haldedir. Yine örneğin estetik ve teleolojik problemler, güzel idesi ile
organizm idesi arasındaki ilişki ve iç bağ, yapıtın birbirlerini bağlılaşmalı
ve karşılıklı olarak bütünlediği bölümlerinde yer alırlar. Öyle ki, genel
düşünce yolu üzerinde, hep bu noktalardan hareketle ilerlenir, empirik kavram
problemi ile erek problemi bu bağlam içinde ortaya konurlar. Gelişim
düşüncesinin anlamı başta olmak üzere, Kant'ın ele aldığı tüm problemler, en
sonunda "ilksel anlık"ın imkanı problemiyle, şu geleneksel Plotinosçu
problemle bağıntılandırılırlar. Fichte ve Schelling'de "ilksel
anlık", felsefi aklın en yüksek tepesidir ve onun ardında veya üstünde
daha fazla ilerlenecek bir yol yoktur. Ne var ki biz burada yapıtın ele aldığı
tüm problemlerin tam bir serimini yapamayacağız; daha çok, bu problemlere,
yapıtın ele aldığı genel problemle ilişkileri dolayısıyla değinmekle
yetineceğiz. Modern Kant filolojisi ve Kant eleştirisi, bu genel problemi çoğu
kez gözden kaçırmaktadır. Çünkü bu eleştiri, Kantçı düşünceyi sistematik olarak
yargılarken, "gelişim" kavramını pek dar bir anlam içinde ele almakta
ve onu Ondokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşan biyoloji biliminin
"gelişim" kavramıyla sınırlamaktadır. Stadler'in Kant'ın teleolojisi
üstüne parlak araştırması bile, en sonunda, Kant ile Darwin arasında bir
karşılaştırmadan hareket eder Goethe'nin doğa anlayışı, çoğu kez,
"Darwin'den önce Darwinci" bir doğa anlayışı olarak adlandırılmak
istenmiştir ve buna ciddi ciddi inanıldığı da olmuştur. Kant için de böyle bir
nitelemeye başvurma çabalarına rastlanır ve onun
ünlü sözü "für Menschen ungereimt" (insanlara uymaz),334 organik
varlığın mekanik yoldan açıklanması gereğini vurgulayan bir söz olarak
yorumlanır ve hatta
302
Kant'ın "Grasham'ın Newton'u"
sayılabileceği ileri sürülür. Tüm bunlara özel bir çekince ve ihtiyatla kulak
vermek gerekir. Çünkü gerçekte, "Yargıgücünün Eleştirisi"nin tarihsel
yeri, ancak, yapıtı modern biyolojinin ana noktasına bağıntılandırma denemesine
karşı çıkıldığında ve yapıt ancak kendi özel konumu içinde görüldüğünde
açıklığa kavuşabilir. Antikçağdan Onsekizinci yüzyıla kadar kendi içinde çok
çeşitli kılık ve yöntemlerle gelişmiş olan metafiziksel teleoloji, Kant için
eleştirel soruşturmanın bizzat konusunu ve içeriğini oluşturmuştur. Ama bu, Kant'ın
düşüncesine yön veren temel çizgileri bu metafiziksel teleolojiden aldığı
anlamına da gelmez; tam tersine bu sadece şu anlama gelir: Kant problem
konularını buradan almıştır ve çözüm de bu konular göz önünde tutularak
geliştirilmiştir. Zaten hiçbir şey, bu çözümün, metafiziksel düşünme
tarzlarının geleneksel kategorileri karşısındaki karşıtlığı kadar, bu durumu
kesin ve açık şekilde göstermez. Ve hiçbir şey, eleştirel "düşünme tarzı
devrimi"ni burada olduğundan daha belirgin şekilde bize veremez. Çünkü
burada, eskidenberi kendi içinde bir kapalı alana tam olarak sahip olduğu ileri
sürülen metafiziğin kendisi, bir başka alan içinde
(transendental inceleme alanı içinde)
ele alınmaktadır. Kant burada da
yeniden kendi genel yöntemli planına
uygun şekilde probleme yönelmekle işe başlamaktadır. Onun yapmak istediği,
doğadaki erekli oluşumların varoluş koşullarını ortaya çıkarmak üzere
nesnelerin doğasına yönelmek değildir. Tersine onun saptamak istediği şey, bir
şeyin erekli olduğu, onun bir iç form tarafından şekillendirilmiş (biçim almış)
bulunduğu hakkında yargı verdiğimizde bilgimizin aldığı özel yöndür. İşte soru
konusu yapılan, yalnız ve yalnız, böyle bir yargının haklılığı ve objektif
geçerliğidir. Teleolojik ve estetik problemin birlikli bir "yargıgücünün
eleştirisi" bakımından ne şekilde ele alınmış olduğu, açıklık ve temelini
işte burada bulur. Alman estetiğinde "yargı verme gücü"
(Beurteilungskraft) terimi ilk kez Baumgarten'in öğrencisi Meier tarafından
kullanılmıştır ve bu demektir ki, terimin Kant'tan önce yaygın bir kullanımı
vardır. Ama ilk kez transendental temel anlayışın bütünlüğünden hareketle,
terim şimdi pek özel ve yeni bir anlama kavuşmuştur. Naif veya metafiziksel
realizmin dünya görüşü içinde kalındığı sürece, çıkış noktasını yargının çözümlen-
303
meşinden hareket etmede bulan Kantçı
soru koyma tarzı, hiç kuşkusuz şu veya bu şekilde hep
"sübjektivistik" görünecektir. Çünkü böyle bir realizmde, yargıdan
yola çıkmak, objeden yola çıkmaya karşıt ve uygunsuz bir şey olarak
saptanacaktır. Oysa konu Kant açısından tamamen başka bir görünüm içinde ele
alınabilir. Çünkü daha "Salt Aklın Eleştirisi"nin saptamış olduğu
genel düşünceye göre, yargı ve obje, kesinlikle bağlılaşımlı (karşılıklı bağlı,
korrelatif) kavramlardır; öyle ki, eleştirel anlamda objenin
"doğruluk"u, daima yargının
"doğruluk"u tarafından
temellendirilebilir. Bir tasarımın objesiyle olan bağından kastedilen şeyi ve
böylece deney içerikleri olarak "nesneler" in genel olarak ne ifade
ettiklerini araştırırsak, burada bizi destekleyecek nihai veri olarak,
"Prolegomena"nın algı ve deney yargıları olarak birbirlerinin
karşısına koyduğu çeşitli yargı formları arasındaki geçerlik farkını buluruz.
Bizim sonunculara yüklediğimiz (atfettiğimiz) zorunluluk ve geçerlilik,
herşeyden önce empirik bilgi kurmamızı sağlarlar. Yargının form ve birliğinin
dayandığı a priori sentez,
"mümkün deney objesi" olarak
düşünüldüğü sürece, objenin birliğinin de temelidir. Zaten daha teorik inceleme
içinde bizim varlık ve empirik gerçeklik diye adlandırdığımız şey, belirli
yargıların özel geçerlilikleri ve nitelikleri içinde temellenmiş olarak
görünür. Buna benzer bir inceleme tarzı, daha sonra etiğin kuruluşunda da
karşımızdadır. Bir ve aynı eylem, bir kez empirik nedensellik bakış noktası
altına, öbür kez ahlaksal gereklilik bakış noktası altına sokulurlar ki, burada
herşeyden önce doğa alanı ile özgürlük alanı birbirlerinden kesinlikle
ayrılan alanlar olarak birbirlerinin
karşısında yer almış olurlar. Şimdi bu konumlamadan hareket etliğimizde artık
şunu açıkça kavrarız: eğer genel olarak estetik alanı bağımsız ve özel bir alan
olarak ele alınacaksa ve eğer giderek doğal olguların nedensel ve mekanik
açıklaması yanında, nesnelerde bir "doğa ereği" saptayan teleolojik
kavrayış haklı gösterilecekse, böyle bir şeye, hem estetik ve hem de doğal
teleolojide, ancak, kendi yapısı ve kendi objektif geçerliliği içinde hem
teorik ve hem de pratik temel yargılardan ayrı olan yeni bir yargı alanının
keşfedilmesiyle ulaşılabilir. Sanat alanı ile organik doğa formları alanı, bu nedenle ancak,
mekanik nedensellik ve ahlaksal gereklilikten başka olan bir dünyayı
gösterirler; çünkü bizim bu her iki
304
alan arasında kabul edeceğimiz bağıntı,
ne teorik "deneyin analojisi", yani töz, nedensellik ve karşılıklı
etkileşim gibi anlık kategorileri ile, ne de elik buyruk ile ifade edilebilir
olan özel bir yasa formu altındadır. Bu yasa formu hangisidir ve bizim ona
yüklediğimiz zorunluluk nerede temellenir? O "sübjektif" bir
zorunluluk mudur? O doğrudan doğruya bizim kendi insanî tasarımlarımız içinde
oluşan ve ama sonradan yanlış olarak objelere yakıştırılan bir şey midir, yoksa
o temelini bizzat objenin "öz"ünde mi bulmaktadır? Bir başka deyişle,
erek düşüncesi, Spinoza'nın dediği gibi bir "asylum ignorantiae"
(bilinmeze sığınma) mıdır; yoksa o Aristoteles ve Leibniz'in ileri sürdükleri
gibi, her türlü doğa açıklamasının dayanağı olan objektif temel midir? Veya
eğer biz tüm bu soruları doğa alanından sanat alanına taşıdığımızda durum
nedir? Sanat "doğa hakikati"nin mi, yoksa bir "görünüş" ün
mü göstergesidir? O mevcut bir şeyin taklidi mi, yoksa verili olanı isteğe
bağlı ve keyfi olarak ele alıp işleyen fantazinin bir özgür yaratısı mıdır? Bu problemler estetiğin
gelişmesiyle olduğu kadar, organik doğa öğretisinin gelişmesiyle de yakından ilişkilidir.
Ama şimdi gündemde olan şey, onlara sağlam bir sistematik alan göstermek ve
onlara bu alan içinde bir çözüm getirmektir.
Ama ne var ki, konulan bu görevle
birlikte, eleştirel öğretinin gelişimine yepyeni bir yön katılmış olmaz. Çünkü
zaten Kant'ın Marcus Herz'e beğeni yargılarının yeni bir temellendirmeye
ihtiyaçları olduğunu bildiren klasik mektubundan beri, "transendental"
soru öylesine açıklıkla kavranıp ortaya konmuş haldedir ki, daha burada beğeni
yargılarının herhangi bir objektif geçerlik tarzını kendilerinde taşıyan özel
bir yargı formu altına sokulmaları gerektiği belirtilmiş bulunmaktadır. Bu
objektiflik, düşünmenin veya görünün zorunluluğundan, varlığın veya
gerekliliğin zorunluluğundan çıkabilir ki, bu durumda o daima bir problem
olarak kendini göstermektedir. "Yargıgücünün Eleştirisi" bu probleme yeni bir
yaklaşım getirir ve objektif geçerlilik savında yeni bir tarz keşfeder; ama o
bunu eleştirel felsefenin ilk genel planında saptanmış olan alan içinde yapar.
Özgürlük ve doğa arasındaki doğru bağıntı (orta terim), bizim varlık ve
gereklilik alanları arasında bir orta (ve ortak) alan varsaymamızla oluşmaz;
ter-
305
sine empirik doğa açıklamasının
dayandığı ilke ile, ahlaksal yargının dayandığı ilkede aynı şekilde yer alan
bir görü tarzı keşfetmemizle oluşur. Çünkü her ne kadar doğayı mekanik bir
nedensellik ilkesi altında ele alıyorsak da, aynı doğayı "özgürlük yasalarına
göre oluşan bir erek imkanı"altında inceleyebiliyoruz da. tşte sorun
buradadır:"doğa" böyle bir inceleme tarzının konusu olabilir mi?
Kant'ın sözleriyle sorun "doğanın da böyle düşünülüp düşünülemeyeceği, ona
biçim veren yasallığın, en az oranda bile olsa, onun içinde özgürlük yasalarına
göre etkili olan bir ereğin imkanının olup olmadığı"dır.336 Problem böyle
konulunca, bize yepyeni bir ufuk açılmış olur. Ama o asla şimdiye kadar
kazanılmış ve saptanmış olan eleştirel temel kavramların karşılıklı sistematik
konumu içinde bir değişiklik ya da sapma olarak adlandırılabilecek bir şey
içermez. Bundan sonra görevimiz, daha önce elde edilmiş olan temellerin,
yapıtın kuruluşunu nasıl destekledikleri ve bu kuruluş ile bu temellerin ne
oranda ve nereye kadar genişletildiğini ve doğrulandıklarını, yapıtın özel
sorunlarını ele alma yoluyla göstermek olacaktır.
Ernst Cassirer-Kantın
yaşamı ve oğretisi kitabından